PROF. DR. NİYAZİ ÖKTEM LU «0
PROF. DR. NİYAZİ ÖKTEM İ944 yılında Elazığ'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İ.Ü. Hukuk Fakü...
216 downloads
1183 Views
7MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
PROF. DR. NİYAZİ ÖKTEM LU «0
PROF. DR. NİYAZİ ÖKTEM İ944 yılında Elazığ'da doğdu. Galatasaray Lisesi ve İ.Ü. Hukuk Fakültesi mezunudur, 1977 yılında doktor Unvanını, 1981 yılında doçent Unvanını İ.Ü. Hukuk Fakültesi Hukuk Felsefesi bölümünde aldı. 1988 yılında İ.Ü. İletişim Fakültesi'nde profesörlüğe atandı. Kendisi doçentliğinden bugüne din felsefesi ve din sosyolojisi konularıyla uğraşmaktadır. Bu bağlamda diğer dinlerle diyalog toplantılarına katılmıştır. Sünni kökenli olarak İslam dininin Alevi yorumları üzerinde çalışmalar yapmaktadır. Fransız hükümeti bilimsel çalışmaları nedeniyle kendisine "Legion d'Honneur şövalye" ünvanım vermiştir. A.B.D., Fransa, İtalya'da bilimsel çalışmalar ve staj yapan Öktem halen İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi, İ.Ü. İletişim Fakültesi ve Galatasaray Üniversitesi'nâe dersler vermektedir. Basılı kitapları "özgürlük Sorunu ve Hukuk", "Hukukun özü Sorunu Fenomoloji Olayı ve Hukuk", "Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi", "Hukuk ve Devlet Felsefesi Alanları", "Galatasaraylı MonsenyörMgı Dubas'nın Anıları". Alevi çalışmaları bağlamında; "LaiklikDin ve Alevilik Yazıları", "Hallac-ı Mansur-Anadolu Aleviliği'nin Felsefi Kökenleri" adlı kitapları ANT yayınlarıma yayınlandı.
z> oî a
9 Q_
/
ABD'DE DİNLER
/
BÜLENT ECEVİT'E SUNULAN RAPOR
/
1. DİN ŞURASI'NA SUNULAN RAPOR
/
CEM ve NEFES YAZILARI
M
•
^
JS
Prof. Dr. NİYAZİ ÖKTEM ; •
•
' 1
LAİKLİK DİN ve ALEVİLİK YAZILARI
" T
PROF. DR. NİYAZI OKTEM
1. Baskı İstanbul 1994
ABD'DE DİNLER BÜLENT ECEVİT'E SUNULAN RAPOR 1. DİN ŞURASI'NA SUNULAN RAPOR CEM ve NEFES YAZİLARİ •
Dizgi: Nefes Dergisi Baskı: Anadolu Matbaası .
'
'
•
i)
ÖNSÖZ
ANfSlNIARL,. Cihangi'ıf Kümrului Yokuşu Sokak No: 24/1 TAKSİM/İSTÂNB.ÜL Tel: 249 12 30
f
Felsefe ister istemez insanı Tanrı sorunsalına (probleıııatik) götürmektedir. Tanrı var mı? Yok mu? Varoluşun ve varlığın oluşum nedeni hangi etmenlere bağlı? Evren raslantısal olarak kendi kendine mi oluştu? Yoksa yüce bir güç "ol" dedi, "biiyük bir gürültüyle" maddesel yapı kendini mi gösterdi? Herkes bu veya benzer soru ve sorunları düşünmekte, kendince bir yanıt aramaktadır. Kesin bir yanıt bulunması kuşkusuz olanaksızdır, çünkü inanç boyutu içindedir tüm bu sorular. Bilimle Tanrı üzerinde çalışmalar yapamayız. Ya inanırız ya da inanmayız. Bilimsel olarak varlığını ya da yokluğunu kanıtlayanlayız. Bilimsel olarak varlığı kanıtlanamayan şey yoktur anlayışı içinde mi kalacağız? Belki böyle bir yaklaşım bizi rahatlatabilir. Ama her an için çevremizdekiler. insanlar İnanç boyutunu irdelemektedirler. • İnanç boyutuna onlar belli bir sisteme bağlı olarak girmektedirler. Din dediğimiz bu sistemler onları sarıp sarriıalamakta, ttim' yaşamlarını belli bir biçime sokmaktadır. Felsefi ve teolojik yapı, birarada yaşamak zorunda olan insanlarda ayrıca sosyolojik bir niteliği vurgulamaktadır. Lise yıllarımızda felsefe öğretmenimiz bir papazdı. Daha sonra Vatikan'ın Türkiye Temsilcisi oldu ve 50 yıl Türkiye'de yaşadıktan sonra 1989 yılında 84 yaşındayken öldü. Papaz, Moııseııyör Dubois, derslerinin çoğunda Tanrı'yı ayraca alırdı. "Eğer Tanrı, ki varsa" türünden sözlerle derse başlayan papaz hocamız, bu tutumuyla öbjektiviteyi, rasyonalizmi,' kartezyanizmi (Descartes'çllık) bize tanıtırdı. Dogmalar içerisinde olması gereken bir din adamı, özgür düşüncenin bayraktarlığını yapmıştı. •\ Zaman geçti onun sayesinde, onun rasyonalizminden etkilenerek 1981 yılından itibaren biz de din çalışmalarına doğru yönelik. Onu ziyaret ettik. Diğer din ve mezheplerle tanışmadan objektif din çalışmalarının olamayacağını anladık. Hristiyanlığı, museviliği öğrenelim dedik. Okumaya, görmeye başladık. Yavaş yavaş "din yazılarıııı" ka-
leme aklık... Din çalışmalarında arayış içindeydik. Hangi din veya mezhep özgürlükçüydü? Hangi din veya mezhep akılcı, sevgiye dayalı yorumlarla toplumları esenliğe götürebilirdi? Yoksa tüm dinler ve mezhepler tutucu, toplumları Puanlıklara mı götürmekteydi? Gördükçe, okudukça, tanıma olanağımız artıyordu. Tüm dinlerin özgürlükçü, liberal, aydınlık, akılcı, sevgiye dayalı yorumlan vardı. Ne yazık ki, onlar azınlıktaydı. Çoğunluğa bakıp bazıları'"dinler ve mezhepler işe yaramaz, kitleleri uyuşukluğa götürür" demekteydi. Acaba bu yargı doğru muydu? Bir sünni olduğum için Ehli Sünnetin özgürlükçü yorumlarını araşümıaya başladım. Ehli Sünnet'in akılcı kanadı İbııi Rüşt. İbni Sina, Farabi, Mulıammed Abduh, Şemsettin Güııaltay. Ömer Rıza Doğrul ve diğerleri ilginç ve gerçekçi yaklaşmalar getirmişti. İslam rasyonalistleri olan mutezile yandaşları görkemli özgürlük şemaları çizmişti. Ama bunların hepsi eııtellekttiel düzeyde kalmış, halka yayılmamıştı, Yaıııbaşımda olan, halka yayılan ve yüzyıllardır süregelen Anadolu Aleviliğini görememiştim. Anadolu Aleviliği bana sanki sadece bir folklor gibi gelmişti. Gtizel türküler, anlamlı şiirler, arada sırada isyan etmiş "kızıibaşlar"ın İslam'ın özgürlükçü, liberal, sevgiye dayalı yorumu içinde olduğunun bilincine varamamıştım. Bilmiyordum... Yavaş yavaş girmeye çalıştım. Bir başka.Lise dostu ağabeyim. Prof. Dr.' İzzetin Doğan, Alevilik bağlamında çalışmalar yapmamı salık verdi. Başladım... Yurt içi, yurt dışı seyahatleri... Alevi topluluklar önünde konuşmalar... Cem törenlerine tanık olmak... Alevi dostları tanımak... Onlardan acıları dinlemek... Aleviliğin teoİojik ve felsefi boyutlarını okumak... Anadolu Aleviliği'niıı felsefi kökeni olan Hallac-ı Maiısur üzerinde çalışmalar yapmak... Hristiyan bilim adamlarından ve gerçekçi, akılcı ve olumlu sünni din adamlarından Aleviliği dinlemek... Tüm bunlar da bizi Alevi yazılarına götürdü... •
MONSENYÖR DUBOİS'NIN ANISINA...
İSLAM, LAİKLİK VE ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK İslam felsefesinin laikliği ve özgürlükçülüğüne ilişkin tartışmalar, güncelliğini korumaya devam ediyor. İslamla birlikte kurulan devlet kuşkusuz laik değildi, dini esaslara dayalıydı, amacı dine dayalı devleti evrenselleştirmekti. Aslında bütün dinlerin amacı Tanrı buyruğuna uygun bir düzenin bu evrende güncelleştirilmesidir. İsa Peygamber'iıı Tanrı buyruklarına uygun yaşam biçimi, Hıristiyanlar için bir örnek oluşturur. Ünlii Hıristiyan filozof Saint Augustin, iki tür devlet-site ayırımı yapmış, birine "Tanrı sitesi" (Givitate Dei). diğerine "Dünya Sitesi" (Civitate terranna) demiş ve dünya devletinin. Tanrı devletine uygun olması gerektiğini savunmuştur. Keza. Saint Thomas d'Aquîn "ilahi yasalara" (lex diviııa) uymayan devlete karşı aktif direnmeyi meşru kabul etmiştir. Görülüyor ki, laikliğe daha yakın olduğu ileri sürülen Hıristiyanlığın en önemli iki düşünürü bu evrende "Tanrı sitesi" kurma peşindeydi. Hangi papaz Vatikan'a bağlı bir devlet istemez. Dinler değişik yorumlarla değişik görünümler içine girebilir. Yorumlar tutucuysa, Orta Çağ karanlıklarına girilir; ileıiciyse çağdaş gereksinimlere olumlu yanıtlar getirir. Tutucu-ilerici ikilemini İslama ilişkin yorumlarda da görmekteyiz. İslam felsefesinde tutuculuğu "Cebriye" akımı, ilericiliği de "Mutezile" temsil etmektedir. Tiirk toplumunun bağlı olduğu "Ehli Sünnet" ise, iki akım masında "orta yolu" izler. Yazgıcı düşünceyi dile getiren "Cebriye" yandaşlarına-göre her şey Allar iradesi tarafından belirlenmiştir. Tanrı, her şeyin yaratıcısıdır ve her şeyi yönetir. Özgür insan iradesinden ve özgür seçişlerden söz etmek olanaksızdır, Allah, "iyi kullarını" yaratır, onları cennete gönderir; "kötüler ve kötülük" ibret olsun diye mevcuttur; gidecekleri yer de "cehennemdir," Tanrı her an. her yerde bu dünyanın işle-
riııe müdahale eder; insanoğlunun kendini bu yazgıya bırakmasından başka seçeneği yoktur. Cebriye anlayışından bazı siyasal sonuçlar çıkarılmaktadır. Bunlara göre Allah'ın buyruklarını, Peygamberin halifesi olarak gösterilen yetkin (mükemmel) insan uygulamaya sokacaktır. Bıi''yetkin insanın 'buyruklarına uymak İslamiyetin zorunlu ana ilkesidir. Emeviler bu siyasal anlayışı yozlaştırarak halifenin Peygamberin değil, Allah'ın halifesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yanılmazlık, büyüklük, yücelik gibi.s/fatlarıyla halifeye ve onun kurallarına boyun eğme zorunlu görülerek despotik bir teokratik düzene düzlem (zemin) hazırlanmıştır. İslamı şeriatçı cebriye açısından ele alırsak, ne laikliğe, ne de özgürlüğe yer vardır. Her şeyi her iki dtinya nizamını da Tanrı düzenlemekte, her hareketin içinde Tanrı iradesi bulunmaktadır. Bu durumda devlete de Tanrı ilkeleri ve oıuın halifesinin iradesi egemen olacaktır. Cebriye'nin tam karşısında olan akım "Mutezile"dir. Mutezile. İslam akılcılığını temsil eder. Mutezile yandaşlarına göre Tanrı evrenin yaratıcısıdır; Tanrı maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları'da'yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkiıı. doğru-yaıılış. Tanrı iradesinin eseridir. Tanrı, insana belirli bir yaşam vermiştir; kendi yarattığı maddi evrene onu yollamış; kitaplar da göndererek neyin iyi. neyin kötü olduğunu peygamberlerin yaşamlarındaki örneklerle belirtmiştir. İnsan, kitaplardaki iyi kavramına uygun bir yaşam sürmelidir. İrade ve bilinç sa-. lıibi insan, iyi ve kötü arasında tercihler yapacak; iyiyi seçerse cennetle ödüllendirilecek; kötüyü seçerse cehennem azabı onu bekleyecektir. Tanrı insan seçişlerine müdahale etmez. Eğer müdahale etseydi, onu sorumlu tutamazdı;'seçiş Tanrı'nın olurdu ki, sorumluluk da onu ilgilendirdi. Oysa insan özgürdür, çünkü sorumludur. Görülüyor ki, Mutezile akımına göre evreni yaratan Tanrı, bu dünyaya ve bu dünyanın insanının fiillerine karışmamaktadır. Karışsaydı, insan sorumluluğunun anlamı kalmazdı. Mııtezile'niıı devlet anlayışı da özgürlükçü doğrultudadır. Özgürlükçü olması, laik devlet sistemine olanak sağlar. Tanrı evrenin temelidir; ama insan yaşamına karışmadığı gibi devletin işleyiş biçimine de karışmaz. Bu dünyanın fiillerine o diğer evrende yargılamaktadır. Yöneticiler, İslamın esasları olaıı iyiye, güzele, adile, ahlaklıya, doğruya uygun hareket ediyorlarsa ne mutlu onlara. Cennet onları bekle-
mektedir, sorumlulukları bireyseldir. Yok baskı, zulüm, yalan dolan, haksızlık içindeyseler, sorumludurlar; cehennem ateşi onların üzerin dedir. Devlet işi Tanrı'yı doğrudan ilgilendirmemektedir, dolayısıyla laik devlet Mutezile felsefesine uygundur. Ehli Sünnet, Cebriye ve Mutezile arasında bir yol izlemektedir. O da akılcı ve bireysel sorumluluğa dayalı bir tutumu benimsemiştir. İmamı-Gazali gibi Cebriye'ye yaklaşan Sünni filozoflar da mevcuttur. Ehli Sünnet anlayışı içinde Tanrı, Mutezile'deıı farklı olarak her an için bu evrenle ilgilidir. Tanrı katında zaman kavramı yoktur; o insanın ve evrenin geçmişini, şimdiki anını, geleceğini aynı anda görür. İnsanın kötülük veya iyilik yapacağım bilir. ama.müdahale etmez. Evren bir tümel Oluşuktur. Tanrı tam merkezde her şeyi her an görür. Bu tutumuyla Ehli Sünnet'in de özgürlükçü ve laik yaklaşıma yakın olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlükçü ve karışmayan, ama her şeyin yaratıcısı olan Tanrı anlayışı, İslam'ın altın çağında yaygın bir felsefeydi, zamanla devlet gücünün pekiştirilmesi güdüsüyle (saik. motif) inananlara her şeye karışan Tanrı düşüncesi telkin edilmiş ve halifenin de Tanrı'nın vekili olarak bu durumun gözleyici ve uygulayıcısı olduğu söylenmiştir. Bu anlayış içinde laik devletten söz etmek kuşkusuz olanaksızdır. Ne yazık ki, günümüzde de "karışan Tanrı" anlayışını İslamcılar benimsemektedir. Onlara göre yüce güç nasıl olur da kendi yarattığı evrene ve insana müdahale edemez. Oysa yanıt son derece basit: Tanrı fanilerin tutku ve arzuları, günlük yaşamlarıyla ilgileııenen Zeüs değildir. Tanrı bu derecede basit şeylerle uğraşmaz. Onlar bireysel özgürlüğü bir türlü tabul edememektedir ve bir güce kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyi yeğlemektedirler. Oysa Allah, onurlu, kendine benzeyen, özgür "irade-i cüziye" sahibi insanlar yaratmıştır; yoksa bir hayvan zavallılığıyla kendini yazgıya terk etmiş mahlûklar değil. Yazgıcıların kendilerini başkalarının irade ve yorumlarına bırakmaları kadar olağan bir tutum düşünülemez. Kuramda özgürlükçe ve laik yorumların yapılabileceği İslam düşüncesinin varlığına rağmen, nüfusunun % 98'i Müslüman olan Atatürk Türkiyesi'nden başka, laik devlete tarihte rastlamak olanaklı değildir. Bunun nedeni, egemen güçlerin kendi çıkarlan doğrultusunda despotik şeriatçı düzeni benimsemiş olmalarıdır. Aynı eğilim ve giiç-
ler. ülkemizde son yıllarda artmıştır. Onların yorumu, "özgürlükçü İslam" değildir, ama onlar soıı günlerde kendi anlayışlarının çağdaş ve laik olduğunu öne sürerek yeni bir stratejiyi izlemektedirler. Özgürlükçü ve bireysel sorumluluğu esas alan yorumlara dayandırılan İslam, devlet düzenine de karişmaz. 28 Eylül 1985 Hürgün Gazetesi
JAKOBENLİK, NEREYE KADAR ? Jakobenlik siyasal literatürde her zaman güncelliğini koruyan bir olgu ve kavramdır. Son günletde jakobeıı demokratlarımız bir hayli çoğaldı. Aslında "jakobiıı" demek daha yerinde olur kanısındayım. Çünkü bunların çoğunluğu kadın. Kadın ağırlıklı kulüp ve dernekler jakoben tavırların açık ve katı bir biçimde ortaya koymakta ve laik demokrasiyi savunduklarını öne sürmektedir. Ateşli mücadelelerini saygıyla karşılamamak olanaksız. Ancak jakoben yöntemlerle çağdaşlığın bağdaşıklığı ve gerçek demokrasiye uygunluğu bir hayli tartışmalıdır. Siyasal tarih, felsefe ve sosyoloji, bilgi ve verileri, eksik olunca jakobenliği çağdaşlık olarak kabul etmek kolaylaşır. Bir de içine duygusallık girince irrasyonel tutumlarla "abesle iştigal" edilmeye başlanır; türban vs. gibi biçimle uğraşılmakta yetinilip öz ve esasa inen düşünsel eylemlerden uzaklaşılır. Yapılan panellerde konumu ve düşünsel yapısı belli olan topluluk karşısında, onların "kahrolsun başörtülüler, çıkarın bunları salondan" çığlıkları, salonun görüşüne uymayan konuşmacıların protesto edilmesiyle mutlu (1), huzurlu (!) söyleyişler gerçekleştirilir. Eskiden beri jakoben olanlara sözümüz yok. Eskiden onlara "gardrop Atatürkçüsü" denirdi. Onlar kendileriyle çok tutarlı. Eskiden beri onlar Atatürkçü rejimin, gereğinde baskı ve otoriter sistemlerle oturtulmasının zorunlu olduğunu savunmuşlar; bu uğurda askeri hareket geçirmenin gerekliliğini benimsemişler; Anayasa forumları düzenlemişler ve nihayet Türkiye'yi 12 Eylül gelmiştir. 12 Eylül onları pek tatmin etmemiştir. Çünkü gelen askeri rejim, dinsel kıpırdanmalara "yeşil ışık" yakmaktan öte, teşvik edici yasal ve anayasal düzenlemeler yapmıştır/ Askeri rejimlerin ne yapacağı belli olmaz; silah çoğu kez ters teper. Yeni "jakobiııler" ise eskiden çoğulcu, her türlü görüşün temsil
edildiği pluralist demokrasiden yana bir tutum içinde iken. bugün tavır değiştirmiş durumdalar. Onlar ki, gerçek özgürlükçülüğü savunan bir siyasal partinin programının hazırlanmasında katkılarda bulunmuş, askeri rejimin baskılarını çok iyi yaşamış, düşünce ve felsefenin yaygııılaştırılmasından yaria olmuş bu uğurda değerli çalışmalar yapmış kişilerdir. Şimdi Batıcı gerçek demokrasiyi savunanları onlar artık "ihanetle" suçlamakta "ne biçim aydın ve ilerici olduklarını anlayamadıklarını" ifade etmektedirler. Çelişkili tutumu unutalım ama en azından gerçek demokratlara saldırmayın; çoğulcu demokrat olmadığımızı kabul .edin. Biraz jakobenliğin ne olduğundan, tarihinden, ne gibi sonuçlara yol açtığından ve bizdeki durumundan söz etmekte yarar var sanırım. Jakoben. önceleri Paris'de Saint-Jacques Sokağı'nda bulunan tekke-nıanastırda kalıp eğitim gören, dominikeıı din adamlarına denirmiş. 13'üncü yüzyılın başlarında kurulan bir tekke-manastır aynı zamanda Hıristiyan hacılar tarafından konaklama yeri olarak da kullanılmış. 1789 Büyük Fransız Devrimi'nden sonra, devrimin en ateşli taraftar ve uygulayıcısı olan insanlar buraya yerleşerek bir kulüp kurmuş ve bulundukları yer itibariyle kendilerine jakoben denilmiştir. Bunların kulüplerinin resmi adı, "Anayasa'nın Dostları Derneği"dir. Başlangıçta Orleaıı Dükü, Mirabeau gibi ünlülerin yönetiminde olan kulübü, daha sonra Robespierre ve dostları yönelmiştir. Jakobenlerin amacı, devrimi aristokrat kesimden gelebilecek gerici hareketlerden korumaktır. Din ve aristokrat kesimden gelmesi olası hareketlere, kendi çıkarına aykırı olmasına rağmen halk da bilinçsizliği nedeniyle alet olabilirdi. Kendi esenliliğinin boyutları ve ilkelerinin farkında olmayan halkı, ilerici aydınlar korumalı ve aristokrat-ruhban etkisinde olanlarını uzak tutmalıdırlar. Halk ve aydınlar devrimin gereği olan biçimde yaşamalı, giyim-kuşamını ona göre ayarlamalıdır. Jakobenler Robespierre'nin güçlenmesiyle birlikte geliştiler, 16'ıncı Louis'in idamı ve ılımlı devrimcilerin yok edilmesinde aktif rol oynadılar. Tüm Fransa'ya yayılan jakoben kulüpler, "terör dönemi" denilen 1793-1794 yıllarında halkın çıkarı adına, halka rağmen, devlet terörüyle devrimi yerleştirmek için aktif eyleme girdiler. Giyotinler kuruldu, binlerce kelle kesildi, amaç güya halkın yararı idi. Bu dönemi bilmek isteyenler Ânatole Fraııce'in "Les dieux ont soif" (Tanrılar
Susamışlar) kitabına bakınca sanının tatmin olurlar. Jakoben kulüpler, "terör dönemi" sonunda kapanmış ve liderleri de bir anlamda terörün kurbanı olmuştur. Jakobenlik varlığını daha sonra sürdürmüştür. Tüm dünyada ne pahasına olursa olsun, devrim ilkelerini yerleştirmek isteyen köktenci (radikal) akımların hepsi jakoben yaklaşımlar olarak değerlendinlmekedir. Gerçekleştirilen her devrimden sonra jakobenlik zorunludur. Devrimleri yerleştirmek için başka çare yoktur. Devrimler karşısında direnen gerici, çağdışı, örümcek kafalı beyinleri sindirmek gerekir. Aksi takdirde tüm emekler boşa gider ve karşı devrimciler güç kazanarak devrimi yıkar. O lıalde her devrimci jakoben olma zorundadır. Ancak nereye kadar ve ııe kadar? Troçki gibileri "sürekli devrim" anlayışları içinde ölene kadar jakobendir. Fransa'da artık jakoben i mumla ararsanız zor bulursunuz. Tek ttik istisnaları kuşkusuz vardır. Aslında Fransa'da belki de sağcı, faşist Le/Pen ve onun partisi Ulusal Cephe, jakobendir. Onlar başörtüsüne karşı bir tutumu ortaya koymakta; buna karşılık ilericiler her tiirlü düşünce özgürlüğünün görünümü, ideoloji ve dinlerin yansıması olabilecek giyinı-kuşam özgürlüğüyle uğraşmanın; "abesle iştigal" olduğunu söylemektedir. Artık Fransız aydını düşünce, inanç, vicdan özgürlükleri ve bunların her türlü ifade biçiminin insanların doğal lıakkı olduğunun bilincindedir. Orada da rejim için tehlike oluşturacak dinci gruplar ve komünist güçler, milliyetçi toplumcular vardır. Ancak Fransız aydını düşünceye karşı, düşünceyi destek almış; jakobenliği. bırakmış yasaklara sırtını dayamaktan vazgeçmiştir. Kuşkusuz devrimden bu yana 200 yıl geçmiş; oturmuş bir Fransız burjuvazisi ve aydını var. Ancak bilelim ki, Fransa bu günlere yüzyılımızın başında gelmiştir; yani devrimden 100 yıl sonra. Bizim devrimimizin üzerinde de 70 yıla yakın zaman geçti. Fransız Devrimi'yle benzerlik gösteren İttihatçı devrim, 80 yılı aştı. Bir. burjuva devrimi olan ve jakoben yöntemleri uygulayan ittihatçılığın, dönemine göre çok ileri ve çağdaş düşünce ve uygulamaları getirdiğini biliyoruz. Ve gene biliyoruz ki, güzel düşüncelere rağmen ittihatçılar aynı Fransız jakobenler gibi devlet terörüyle kan ve gözyaş getirmişlerdir. Atatürk ittihatçı gelenekten gelmesine rağmen onlardan farklıydı.
O gerçek bir demokrasi inancı içindeydi. Çok partili rejime geçiş de ııemeleri; Hasan Soyak'a ifade ettiği gibi, "plilraiist bir siyasal yapı" özleyişleri, jakobeııliğin uzun süreli bir yöntem olamayacağının ğös tergesidir. Başlangıçta o da jakobeııdi; devrimi yerleştirmek için o da. doğaldır ki, karşı devrimciler, hanedaıı-ruhban işbirliğini ezecekti. Ama aradan 70 yıla yakiıı bir süre geçtikten, Türkiye pliiralist demokrasi deneyimine girdikten sonra hala jakoben veya jakobin olmak çağdaşlık değil çağdışılıktır. Özellikle özgürlükten jakobeııliğe dönüş süreci içinde olunursa aymazlıktan başka bir şey değildir. Yasakları tahrik eden bu tiir aymazlıklar, askeri müdahalelere düzlem hazırlar. Gelen asker de önce gaflet içinde (aymazlık) olanları yer. Tıpkı Fransız Devrimi'nin kendi evlatlarını yediği gibi... Lütfen jakoben ve özellikle özgürlükten dönen jakobin dostlar, Fransız Devrimi'ni. siyasal tarihi, din felsefesi ve sosyolojiyi bir kez daha inceleyin; uluorta. gerçek demokratları' itham etmeyin. Amaçladığınız yapıya saygımız sonsuz, çağdaş bir Türkiye istediğinizden de kuşku yok. Ancak yönteminiz çağdışı ve bilim dışı. Gelin özgürlük düzleminde birleşelim; aramıza sağda olsun, solda olsun tüm demokratları alalım, pliiralist bir demokrasiyle güzel günlere ulaşalım. 25 Kasım 1990 Güneş Pazar İlavesi
AKDENİZ UYGARLIKLARI ve ARİSTO 5-8 Ocak 1986 tarihleri arasında İstanbul'daki Fransız Sarayı'nda. merkezi Roma'da bulunan "Uluslararası İşbirliği İçin sürekli Akdeniz Konferansları Kuruluşu'nun, Anadolu Fransız Araştırmalar Enstitüsü ve İtalyan Kültür Enstitüsüyle işbirliği yaparak düzenlediği "Birey ve Toplum/Akdeniz Dünyasına Aristo'nun Etkileri" konulu toplantı gerçekleştirildi. • Toplantıya Akdeniz ülkelerinin düşünür ve bilim adamları katılarak, Aristo'nun temelde üç tek tanrılı dine dayalı "Akdeniz Kültürü" üzerideki etkilerini incelediler. Toplantının açış konuşmasını yapan Roma XII. Gregoire Üniversitesi Profesörü Ary Roest Crollius uluslararası barışın sağlam temellere oturtularak sürdürülmesinde, düşünce ve inanç farklılıklarının karşılıklı anlayış ortamı içinde değerlendirilmesinin büyük rolü olduğunu belirtti. Değişik görünümlerle ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin hepsi aslında Hz. İbrahim'e dayanmaktadır, öte yandan tek tanrılı dinleri en fazla etkileyen kültür ve felsefe Antik Yunan Kültürü ve özellikle Aristo, ve Platon'dur. Değişik kökenli Akdeniz ulusları işte bu sentez içinde biraraya gelmişlerdir. Düşünce ve inançtaki plüıalizmin derininde de bu sentez yatmaktadır. Bağnaz, fanatik olmayan üç tek tanrılı dinin inananları bu olgunun farkındadırlar ve birbirlerinin aynı yere giden değişik yollarını anlayışla karşılamaktadırlar. Toplantıya ünlü İslamoiog Mısırlı Köpt, profesör Georges Anawati "İbn-i Sina ve Aristo", Doç. Dr. Fuat Çelebioğltı "Aristo'da Akıl Sorunu ve İslama Etkisi", Doç. Dr. Teoman Duralı "Yaşam ve Evrim Sorununda Aristo'nun Düşünceleri Üzerine Bir Deneme". Doç.. Dr.
Niyazi Öktem "Aristo FelsefesindeÖzgürlük Sorunu ve İslam", Doç. Dr. Mahmut Kaya-Doç. Dr. Ümit Meriç "Aristo ve İslam", Doç. Dr. Baykan Sezer "Aristo Döneminin İslam Düşüncesi Üzerine Etkisi", Prof. S. Scolnicof "Maimonides ve Filozofların Tanrısı", Prof. Bormanns "Bir Aristolelisyen Ahlak İlkesinin îslam ve Hıristiyan Yaşamındaki Görünümü", Prof. Ch. Delia "Aristo, Devlet ve Vatandaş", Prof. P. Aubenque "Aristo ve Demokrasi", Prof. Dr .Bülent Tahiroğlu "Aristo'cu Düşüncenin Roma Hukuku Üzerine Etkisi", Prof. Berti "Aristo ve Akdeniz Ülklerindeki Politik Gelenek", Prof. Beack "Aristo, Akdeniz İktisatçısı", Prof. Rakower "Aristo ve Maimonides", Doç. Dr. Mehmet Bayraktar "Osmanlı Düşüncesinde Aristo", Prof. Burhan Oğuz "Osmanlı Medresesi ve Aristo" ve Dr. Michel Baliyet "Sultanın Hizmetinde Aristo" adlı tebliğlerini toplantıda Fransızca ve İngilizce olarak sundular. Türkiye'de 50 yıldan beri bulunan ve Galatasaray/Lisesi'nde uzun yıllar felseğe hocalığı yapan rahmetli Prof. Hilmi Ziya Ülken'in "İslam Düşüncesi" adlı kitabını Fransızcaya (P. Gautler adıyla) çevirerek dünyaya tanıtan Prof. Mgr. Pierre Dubois toplantıda yaptığı konuşmalarda konunun önemi üzerinde durarak, XX. yüzyılda ilk kez Akdeniz uygarlıklarının en önemli merkezlerinden biri olan İstanbul'da böyle bir toplantının gerçekleştiğini belirtti. Toplantıda sunulan tebliğler Anadolu Araştırmalan.Enstitüsü Müdürü J-L. Bacque-Grammont'un girişimiyle bir kitap haline dönüştürüle-, cek. : Toplantının bizce en ilginç tebliğlerinden biri Dr. Balivet'nin Fatih Sultan Mehmet'i destekleyen Bizanslı din adamı ve filozotoflarım.sergileyen çalışmasıydı. Fatih Sultan Mehmet, Aristo hayranı, felsefe, kültür, sanat ve edebiyatı seven bir devlet adamıydı. Bizans'ın yozlaşması ve Aristoculuk bazı Bizanslı filozof ve din adamlarını ona yaklaştırmıştı. Fatih, Aristo'nun akılcı yöntemini benimsemişti. Zaten Latince, Rumca ve Arapça bilen sultan, akılcı bir devlet yönetimi kurmuştu. Aklı başında Bizanslı bilginlerin Sultan II. Mehmet'i benimseyerek Bizans'ı ele geçirmesi için onu manen desteklemeleri akılcı bir tutumun sonucuydu. Aristo gerçekten üç tek tanrılı din üzerinde büyük izler bırakmış- . tır. Geçtiğimiz yıl dünyanın çeşitli yerlerinde 850. doğum yılı kutlanan, Selahattin-i Eyyubi'nin yakın dostu Yahudi filozof Maimonides
ünlü bir Aristo'cudur. Miamonides'in hukuk çalışmaları İsrail hukuk sisteminin temel direğidir. Kanımca İslam, Aristo'dan fazla Platon'a yakındır. Zaten İslam düşüncesi içinde Aristo'cü İbn-i Rüşt genel çizgi dışında kabul edilir. Bununla birlikte İslam'da Aristo-Platon sentezleri de bir hayli yaygındır. İslam'ın altın çağlarında bu tür toplantılar çok yapılırmış. Batıda hergün benzer çalışmalar yapılmakta, felsefe ve düşünceden korkulmamaktadır. Batının bugünkü bize üstünlüğü felsefe, sanat, kültür ve edebiyata önem vermesinden kaynaklanır. Zamanında Doğu'nun Batıyı aşarak, ona örnek, olması da aynı olgudan gelir. Fatih gibi, Mustafa Kemal gibi etrafına bilim adamlarını toplayarak onların görüşünü alan, felsefe ve sosyal bilimlere verilen önemle toplumların esenliğe ulaşabileceğini anlayan devlet adamı ve politikacıların varlığıyla Batı'yla yarışma ortamına girebiliriz. 15 Ocak 1986 Gûnes gazetesi
DİN VE SOSYAL DEMOKRATLAR Temel felsefesi özgürlükçülük olan sosyal demokrasi, yani demokratik sol düşünce din konusunda da bu anlayışı içtenlikle sürdürmek zorundadır. Geniş bir din ve vicdan özgürlüğünü savunmak, felsefesinin temel ilkelerinden biri olmalıdır. Kaldı ki, tarihsel işlev açısından liberalist kökenli demokratik solun dayanmış olduğu "burjuva devrim" lerinin gündeme geliş nedenlerinden biri de din ve vicdan özgürlüğüdür. Belindiği gibi burjuva devrimlerinin düşünsel minıarlarından biri olan John Locke, devleti "toplum sözleşmesine" dayandırırken, yönetenlere düzenlenmesi açısından dahi devretmediği iki özgürlüğü din ve düşünce özgürlüğü olarak belirlemiştir. Bu husus din özgürlüğünün burjuva devrimleri bakımından önemini göstermektedir, çünkü ABD Anayasası, John Locke'un düşüncelerinin adeta pozitif hukuk haline dönüşmesidir. Din karşısında Büyük Fransız Devrimi'nin uygulamacıları olumsuz bir tutum almıştır. Bunun nedeni açıktır. Devrim sırasında ruhban sınıfı aristokrasinin yanında yer almış ve gelişen toplumsal hareketi bastırma yoluna gitmiştir. Siyasal iktidarı ele geçiren burjuvazimin ruhbanı ezmesi güçler mücadelesinin doğal sonucudur. Bu sürtüşme XIX. yüzyıl boyunca Fransa'da varlığını sürdürmüştür. Ülekmizdeki durum Fransa'ya benzemektedir. Atatürk devrimlerine tepki gösteren din adamlarına karşı Mustafa Kemal'in izlediği yol devrimleri yerleştirmek açısından zorunluydu. Ancak bu hareket sadece toplumu gerilere götürmek isteyen kişilere yöneliktir. Mustafa Kemal aşamalı olarak tüm özgürlüklerin verilmesinden yana bir kişi olduğuna göre, zamanla geniş bir din, düşünce ve vicdan özgürlüğü ortamıan geçilmesini planlamaktaydı. Nitekim Hasan Rıza Soyak'ın anılarına göre, Atatürk ileride padişahlığın dahi savunabileceği tür bir partiler plüralizmine yer veren demokrasiden yanaydı. Ne yazık ki,, bu derecede
ileri Dir düşünce yapısına sahip olan Mustafa Kemal'in partisi klasik Jakoben tutumu benimsemiş, inançlı kişileri küçümsemiştir. Böylelikle iyi niyetli inanç sahibi insanlar gerici güçlerin ''kucağına düşmüştür." Bu yanlış tutum bir kısım ilericiler tarafından sürdürülmekte; gerçekçi yaklaşım ve saptamalar yapan sosyal demokratlar yadırganmaktadır. Din sosyolojik ve filozofik açıdan önemli, bir kurumdur. Dünyayı tanımaya ve anlamlandırmaya çalışan insanoğlu bir yerde sorunlarına yanıt bulamadığında çeşitli irrasyonel (akıl dışı) açıklama şemalarına veya inanca kendini bırakır. Bilimin durduğu yerde inancın başlaması doğaldir. Keşfedilemeyen doğa sırları karşısında, bir gün bunlar nasıl olsa keşfedilecektir diyerek maddeci bir açıklama şemasından yana olanlar da kanımızca bir inancı ortaya koymaktadırlar. İnsanın küçük dünyasında, manevi ihtiyaçlarım tek başına karşılaması olanaksızdır. Evreni anlamlandırırken birinin, bir düşüncenin ona yol göstermesi gerekir. Manevi boyut bir olgu olarak varlığını sürdürdüğü sürece, kayıtsız kalınırsa, sömürüye araç olacak, şeyhler ve hocalar din aracılığıyla in-, sanları kullanacaktır.. Rasyonalizmin gerileyişiyle birlikte "İslam Dünyası" karanlıklara gönülmüş, Hıristiyanların skolastik dönemine benzer bir yola girmiştir. Şeyühülislamlara boyun eğen, onların tekkelerinde zikreden, genelde büyük kentlerde oturan "müminlerin" dışında kalıp, aklıyla bir şeyler arayıp da bulamayan insanlar mistik bir yola gitmişlerdir. Manevi boyutun tatmini Osmanlı Devleti içinde çok yaygın bir biçimde yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle karşılanırken, Cumhuriyet döneminde ne yapılmıştır? Mustafa Kemal'in tekke ve zaviyeleri kapatırken çok yerinde bir tutum izlediğini yukarıda belirttik. Ancak, manevi ihtiyaçları karşılayan yeni kurumlar getirilmeliydi. Halkevleri bu gereksinimi bir ölçüde gidermişse de, batı felsefesini getirmek ve yayma açısından etkili rolleri yeterince olmamıştır. Batı klasiklerin Hasan Ali Yücel'in gayretleriyle çevrilmesi insanların manevi gereksinimlerine akılcı bir çözüm getirme açısından olumlu bir aşamadır, fak'at yetersizdir. Yaygın
felsefe ve kültür eğitimine gidilmiş olsaydı, manevi ihtiyacı karşılayan tekkelerin yerine bir alternatif getirilmiş olunurdu. Bu yapılmamış ve daha sonra kültür ve felsefeden bucak bucak kaçılmış, tekniğe yönelik eğitim benimsenmemiştir. Bu durumda, yobazların halkın manevi duygularına el atması kadar doğal bir şey olamazdı. Zaten Osmanlı'dan gelen örgütlü bir "hoca takımı" mevcuttur; tekke ve zaviyelerin kapanmasına rağmen bir süre sonra ayin Ve zikir törenlerine yeniden başlandı. Giderek yaygın örgütlenme olanaklarının sağlanması, Türkiye'yi "irticanm" içine attı. , Manevi boyut gericilerin sömürüsüne bırakılmaz, yapılacak iş şudtır: ' 1- Aydınımız elin karşısındaki olumsuz tutumu bırakmalıdır. 2- Laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olduğu anlamına geldiğini vurguladıktan sonra, İslam'ın mutlaka ve mutlaka bir din devleti öngördüğü yorumunun zorunlu bir yorum olmadığı belirtilmelidir. 3- Yaygın kültür 'çalışmaları ortamı içinde felsefeye ağırlık vermek ve bu bağlamda "din felsefesi" araştırma ve eğilimlerine olanak tanımak gerekir. 4- Sosyal bilimcilerin islam'ın altın çağı olarak kabul edilen rasyo- . nalist döneme ilişkin çalışmalara yönelmeleri zorunludur. 5- Kültür Ve felsefe kulüpleri kurulması hususunda girişimlerde bulunmalıdır. Bu tür kuruluşlarda laik felsefe ve din felsefesine ilişkin konuşma, konferans ve tartışmalar yapılmak' suretiyle tekke ve zaviyelere alternatif kurumlar oluşturulabilir.. Diğer dinlere insanların hoşgörü ve saygıyla bakabilmesi toplumsal barış ve anlayışın gerçekleşmesi açısından önemlidir. Böylelikle başka tarzda inananların da çok farklı olmadığı hususu ortaya çıkabilir. Kulüplerde bu temaya da yer vermek yararlı olur. ı Bunlar yapılmadığı, örtünme, başörtü ve sakal,.bıyık gibi biçimle uğraşıldığı takdirde, çağdışı yorumlara meydanı bırakırız ve Humeyni tipi bir rejime gidilmesinde kayıtsızlığımızla katkıda bulunmuş oluruz. ' Not: Bu yazı Sayın Bülent Ecevit'e verilen raporun makale haline gedirilmiş 'durumudur. 7 Mayıs 1987 Güneş gazetesi
FELSEFE VE DİNCİ KESİM Bazı çevrelerce felsefenin toplumumuzda ikinci plana atılmasının çalışmalarının yapıldığı şu günlerde, felsefe-din ilişkilerinin önemini vurgulamakta yarar görmekteyiz. Felsefeyi hor görenlerin başında belli kesimdeki "dinciler" veya "din-ırlc" sentezcileri olduğu anlaşılmaktadır. Oysa özellikle bu kesim için felsefe ve din felsefesi çok daha fazla gereklidir. Çağın Koşulları ve din Felsefenin bilgi sevgisi anlamına geldiği bilinmektedir. Bilen, bilgiye yönelen kişi hakikat peşinde koşan insandır. Tüm boyutlarıyla varlığı ve varoluşu kavramak isteyen insan, din olgusunu da derinliğine ve tiimel olarak anlamlandırmak isteyecektir. Zaten o, evreni kavramaya çalışırken ya soruna maddi açıdan bakacak, var oluşu maddi oluşumlara dayandıracak; ya da ideci bir yaklaşımla her şeyin temel ve kökenini bir ideye, düşünceye, manevi bir kavrama bağlayacaktır. Dinci açıklamalara göre bilgimizin sınırlarını aşan bir yüce güç, evreni yaratmıştır. Her şeyin temel ve kökeni manevi bir güç olan Tanrı'dadır. Maddeci açıklama şemalarının dinsel yaklaşmaları varsayımcılık, metafizikçilik, bilimsel olmamak ve hatta ilkellikle suçladıklarını bilmekteyiz. Her iki bakış açısı da görüşlerini sağlamlaştırmak için felsefeyle uğraşmak zorundadır. Bu kendi inançlarını güçlendirmek kadar, karşı görüşü eleştirebilmek için de zorunludur. Körükörüne inanmak veya inançtan kaçmak insanları fanatiklik, yobazlık uçurumuna sürükler. İrdelenmemiş, tartılmamış inanç veya inançsızlıklar kör mi : litanlar. yetiştirir. Batı dillerinde din (religion) Latinci "religio" sözcüğünden gelmektedir. İznikli Hıristiyan filozof Lactantius, sözcüğün kökeninin " "religare" öldüğünü söyler, bunun da "bağlamak" anlamına geldiğini ifade eder. İnsanların din yoluyla Tanrı'ya ve birbirlerine bağlanmalarını deyimleyen "religio", St. Augustin'e göre saygı ve korku ile bağlı-
lığı anlatır. Arapçada din sözcüğü özde usul, adet ve tutulan yol anlamına gelir. İslam kelamında din, Tanrı'nın koyduğu ve mensuplarını dünya ve ahrette kurtuluşa götüren inanış ve davranışlarından oluşan bir kurumdur. İslam Ansiklopedisine göre dinin üç anlamı vardır: Islamın beş koşulu, iman ve ihsan (sözde ve işte doğruluk). Görülüyor ki, din Tanrı ile bağı kuran yol olarak, insanlararası ilişkileri de kapsamaktadır. İnsanlararası ilişküer de bilimsel açıdan felsefi ve sosyolojik bir görünüm sunar. Din doktriner açıdan ele alındığında genel hakikatler sistemi olarak karşımıza çıkar. İçtenlikle bağlı olunan bu sistem, insanın iç dünyasına değişik bir boyut getirir. Bu boyutun oluşumundan yaşanılan çevre ve o çevrenin yorumlarının önemli etkileri mevcuttur. Demek ki, sosyal yaşamla din arasında karşılıklı etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim din olgusunun çağlar boyu aldığı değişik görünümlerde olduğu kadar, aynı dinin tarihsel süreç içinde geçirdiği aşamalarda da belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Hiçbir din, hiçbir düşünce ve felsefe çağın değişik sosyal koşullarının etkisinden uzak kalamaz. Denilebilir ki, belli bir din sistemi kitap ve peygamberin davranış ve sözleriyle eksiksiz bir bütün oluşturmaktadır. Tüm sorunları o sistem içinde çözümlemek olanaklıdır. Akılcılık din için de gerekli Dinlerin temel ilkeleri kitap ve peygamberin davranış ve sözleridir. Bu doğrudur; ancak yeni keşifler, yeni buluşlar; yeni maddi ve manevi sorunların tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkışında; peygamber olmayan "basit insanların", yani bizlerin yorumu gerekecektir. Yorumu yapan insan aklıdır. Aklın saf, berrak, önyargısız, bilgiyle donatık olması gerekir ki hakikate ulaşılabilsin. Bu da felsefe ile uğraşmakla olanaklıdır. Dinlerde akla, mantığa uygun yorumla birlikte amaca göre yorumu (teleolojilc yorum) da benimsemek gerekir. Dinlerin temel amacı değerlerin gerçekleştirilmesidir. Doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, iyiyi, güzeli yaşama sokmak isteyen dinlerde bu amaçları hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir. Dinler içerisindeki biçimler, kurallar bu amaçların gerçekleşmesine yöneliktir. O halde biçim ve kurallar ama-
cm gerçekleştirilmesine araç olmaktadırlar. Bazen araçla amaç birbirine ters düşebilir; bu durumda amacı yeğlemek zorunlludur. Öte yandan artık amaca götürmeyen araçları, sırf biçime uyacağım diye sürdürmek akılcılıktan uzaklaşmak demektir. Akıl ancak felsefe ile zenginleşir ve doğruya yönelir. Bütün.dinlerin yorumlarında biçim-amaç ikilisi her zaman güncelliğini sürdürmüştür. Filozofların bir bölümü biçimin içinde gizli amaç vardır düşüncesiyle katı bir "şekilperestliği" savunmuştur; bir başka bölümü ise aklın, mantığın, bilimin sesini dinlemiştir. • Aklın sesini dinlendiği dönemlerde o dine bağlı toplumlar tarih sahnesinde ilerlemeler kaydetmiştir. Bunun en tipik örneğini Müslü- • man ve Hıristiyan toplumlar yaşamıştır. Hz. Muhammet'ten itibaren X. yüzyıla kadar yoğun bir düşünsel tartışma ortamı içinde yaşayan Müslümanlar, bu dönemde akılcılığın gereği olarak bilim ,fen, matematik, kültür,ve sanatta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. X. ve XI. yüzyıldan itibaren aklın rolü ikinci plana atılmış ve tepeden inme doğmalarla yaşam biçimleri çizilmiştir. Aklı bir yana bırakan, sadeceresmi devlet filozoflarının, şeyhüslimanların fetvalarıyla salt boyun eğmeye itilen insanlar, kendilerini tevekküle bakınca, İslam toplumları gerilemiştir. Oysa akılcılığı benimseyen Endülüs Emevileri güçlerini ve ileri uygarlıklarını XIV-XV. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevi Devleti içerisinde yetişen İbııi Rüşt (1126-1198) Aristo'nun akılcılığını İslam felsefesine getirerek bireyin güç ve yüceliğini savunmuştur. Kaderci İslam felsefesi karşısında birevi yücelten, irade özgürlüğünü savunan İbni Rüşt tüm akıldışılığı (irrasyonel), metafizik açıklama şemalarını reddetmiş ve bu bağlamda Hıristiyan filozof ve din adamlarını etkilemiştir. O ve Yahudi filozof Maimonides olmasaydı Saint Thomas d'Aquin felsefesinin ortaya çıkmayacağı söylenir. Saint Thomas d'Aquin'in de Hıristiyan felsefe içine akılcılığı getirmekle bu dini kurtardığını bizzat Hıristiyan din adamları tarafından belirtilmektedir. Hıristiyan dini Batı uygarlığının manevi yanıdır. O halde ibni Rüşt ve Maimonides'iri akılcılığı bugünkü Batı uygarlığının belki de temelini oluşturmaktadır. Akıl bireyin öne çıkmasına, gücünü . hissetmesine ve böylelikle doğanın keşfinde, çabalar sarfetmesine yol açar, insanlık ve uygarlık bu çabalarla ilerler. Benzer durum Hıristiyanlık için de söz konusudur. Din adamları-
nın, kilise babalarının buyruklara salt boyun eğme dönemi olan Ortaçağ'da Hıristiyanlar geri kalmış toplum modeli içindeydiler. St. Thomas d'Aquin'in ve öbür Aristo kökenli akılcıların, insana güven getirmeleri, aklı yöntem olarak benimsemeleri, akılcılığı ileri sürmeleriyle birlikte Hıristiyan toplumları uygarlık alanında büyük gelişmeler kaydetmiştir. Akılcılığın benimsenmesi Müsaviler için de büyük önem taşımaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz Yahudi Endülüslü filozof Maimonides (1135-1204) (İbni Mem'un) Endülüs Emevi Devleti'nin sanat, kültür, edebiyat ve felsefeye verdiği, önem ortamı içinde büyük yapıtlar vererek biçime körü körüne bağlı bağnaz dindarların görüş ufkunu akılcılık yoluyla' genişletmeye çalışmıştır. Akılcı, özgürlükçü tutumu onun Müslümanlar tarafından da sevilmesine yol açmıştır. Osmanlı kültürü akılcı değildi Akılcılık sorunu Osmanlı devleti içinde de önemli bir görünüm sunmaktadır. "Osmanlı kültüründe egemen düşünce tarzı akılcılık değildir" (1) Osmanlılar inanç insanlarıydı. Şeyhülislamların, imam ve hocaların söylediklerine körü körüne inanma ve boyun eğme, Osmaiılı tebasının belirgin özelliği idi. Ona aktarılan bilgi ve davranış modellerini akıl süzgecinden geçirmeden benimserdi. Bilgi aktarımını.yapan hocaların İslamın özgürlükçü ve ilerici yorumlarını pek benimsemedikleri bilinmektedir. İbni Sina, İbni Rüşt, Farabi gibi akıldan y o r alarak din ilkelerinin önem ve yüceliğini kanıtlamaya çalışan İslam filozoflarını Osmanlı "uleması" pek tutmamıştır (2). Bunların yerine kayıtsız koşulsuz iman, inanç ve teslimiyeti salık vererek, aklın önemini ikinci plana atan düşünürler ön plana çakırılmıştır. Necmeddin Nefesi (XII yy.) ve Sadettin Taftazarii (XV yy.) gibi Osmanlı olmayan iki düşünür, Osmanlı medrecelerinin temel başvuru kaynağı olmuştur. Bu iki düşünür ve özellikle Taftazani, insanların aklını kurcalamaları yerine anlatılanlara iman ve itaat etmeleri gerektiğini savunmuştur. (3). Söylenenler, aktarılanlar halifenin şeyhülislamı ve hocaları aracılığıyla olunca dini dogmaların, siyasal ilkeler haline dönüşeceği açıktır. Tebanın din duygularına böylelikle felsefi gerekçeler getirilmiş, özgürlük bilinci ve akıl öğesi ustalıkla unutturulmuş; düşünmeyen, sadece boyun eğen halk olgusu yaratılarak kitleler tevekküle itilmiştir. Bu
yöntem, devlet bütünlüğünün sağlanmasında belki-savunulur bir tutumu belirleyebilir. Ancak "îslam alemi"nin uygarlık yarışında bayrağı kaptırmasının nedenlerinden biri de yöneticilerin insanların özgürlük bilincini yok etmeleridir. Özgür insan üreten insandır. Değer üretme özgür ortamlarda gerçekleşir. Akıl ve özgürlükte yeni değerler yaratan uluslar uygarlık yarışında ön saflarda olurlar. Sonuç Osmanlı döneminde dinin etkisi çok güçlüydü. Manevi boyutun tatmininin yollarından en önemlisi dindir. Akılcı yaklaşımlardan uzaklaşınca karanlık güçler din duygusunu sömürür. Bu nedenle dinle felsefe yan yana yürümelidir. Akıl sahibi olan insanın dine ilişkin yorumları bizzat kendisinin yapması gerekir. Belli bir kültür düzeyine ulaşmış insanların kulaktan dolma bilgiler, gelişi-güzel okunan kitaplarla yapılan mahalle ve köy imamının yorumlarına itibar etmesi, geleneksel Osmanlı tebasının tutumunu sürdürmek anlamına gelir. Üzülerek belirtelim ki dinci kesimin bir bölümü bu geleneği sürdürmektedir. Oysa felsefe ve kültürle donatık akıllar her konuda olduğu gibi din alanında da daha gerçekçi ve daha özgürlükçü yorumlar yaparak her türlü önyargılardan kurtulabilir. Görülüyor ki, hepimizin ve özellikle "İslamcı eğilimlerin" felsefeye gereksinimi vardır. Önyargılardan arınmak, sağlam temellere oturmak, inançlar sağlamlaştırmak, başkalarını cahilce karalamak, ilerlemek inançları ve toplumsal barış için felsefe, teknikten ve doğa bilimlerinden çok daha önemlidir.
1) Timur, Taner, Osmanlı Kimlisi. İstanbul 1986, Hil Yayınları, s. 12. 2) Aynı yapıt s. 42-42 3) Ayni yapıt s. 46-52.
1 Eylül 1987 Cumhuriyet Gazetesi
DESCARTES VE AKILCILIK Descartes'in en önemli yapıtı "Yöntem Üzerine Söylev"in bu yıl 350. (1637-1987) yayım yılıdır. Bir ulusun bir filozofun yöntemiıii benimsemekte övündüğüne pek raslamayız. Ama Fransızlar "Kartezyen" (Dekartçı) olmakla övünürler. Gerçekten övünülmesi gereken bir olgudur bu; ama tüm Fransızların ne ölçüde Descartes'in akılcılığını uygulama alanına soktuğu tartışılabilir. . Akılcılık, bilgi kuramında-deney karşısında aklın yöntem olarak yeğlendiği bir yaklaşım tarzıdır. Davranışta akılcılık ise mantık ve bilime dayalı kararlar alabilmek; tutku, kapris ve önyargıları bir yana bırakmayı deyimler. Başka bir anlatımla, doğa karşısında ve insanlar arası ilişkiler de bilimin verilerini uygulamak hakikat değerinden ayrılmamak akılcılıktır. Descartes'in akılcılığı Aydınlanma Çağı'nm temel felsefesi olmuştur. Rousseau, Diderot hep Descartes'in izinden gitmiştir. Aydınlanma Çağı filozoflarının Batı demokrasilerinin ilk devrimlerinin başında gelen büyük Fransız devriminin düşünsel mimarı oldukları bilinmektedir. Gerçekten de Batı demokrasileri akılcı temele dayanmaktadır. Akılcılık, aslında Descartes'in buluşu değildir. İbni Rüşt, İbni Sina, Akınolu Thomas, Maimonides hep akılcı filozoflardır. Akılcılığın kökeni, birçok konuda olduğu gibi ünlü Grek filozof Aristoya dayanmaktadır. Descartes akılcılığı bir sisteme kavuşturmuştur. Onun akılcılığı, yöntemli kuşkuyla olayların irdelenmesini başlangıç olarak kabul eder. Hakikate ulaşmak için her şeye, varoluşa o kuşkuyla bakar. Böylece akla kadar inen filozof, kuşkudan uzak ilk hakikatin "akıl" olduğunu görür. Bütün bunları düşünen bir akü olduğuna göre, insansal varoluş yadsınması olanaksız bir hakikattir. "Düşünüyorum, o halde varım" diyen Descartes düşünceyi insanlıkla özdeşleştirerek, insanı yücelten öz ve niteliğin düşünme yetisi olduğunu vurgulamaktadır. Ania ne yazık ki, Batı uygarlığı içinde olduğu halde günümüzde düşüncenin horlandığı, kovuşturmayla karşılaştığı ve mahkum olduğu ülkeler mecuttur. Düşüncenin suç olarak kabul edilmesi Batı demok-
raşilerinin öz ve niteliğine aykırı olup, insan onur ve yüceliğine yönelik bir hareketi deyimlemektedir. Gururun fazlası... Düşünmek insanın gururudur. Ancak fazla gurur büyüklük kompleksine de yol açabilmektedir. Bunun sonucu olarak yöneticiler, bir padişah edası ile "devlet benim" düşüncesine girebilmekte, aklın ve bilimin eseri olan hukuku hiçe saymaktadırlar. .Descartes diyor ki: "Dünyada akıl kadar iyi dağıtımı yapılmış başka bir şey yoktur." Gerçekten de hepimiz aklımızdan memnun görünürüz. Kendi aklımızın en iyi akıl olduğunu sanırız. Adalet adeta en iyi biçimde akıl dağıtımında gerçekleşmiştir. Oysa aklımızı özeleştiri süzgecinden geçirmemiz zorunludur, Sağlıklı yargı ve değerlendirmelerde bulunabilmemiz için o alandaki bilimsel verileri iyi bilmemiz gerekir. Örneğin hukuk, felsefe ve sosyal bilimlerle uğraşmayan birimin "hukuk da neymiş, önemli olan iş bitirmektir" demesi ya da sosyoloji, politika bilimi ve demokrasi ilkelerinin verilerini hiçe sayarak yasalaştırma hareketlerine girişmesi kendi aklının en iistün akıl olduğunu kabullenmesi demektir: tarih bu tür gururlu, "alçak dağların yaratıcı" politikacılarla doludur, ama hepsi unutulup gitmiştir. Davranış ve eylemler akla, yeni bilimin verilerine dayanmıyorsa keyfi ve duygusal kalırlar. Akılcı politikacılar ise tarihe damgasını vuran, unutulmayan büyük, devlet adamlarıdır. En güzel örneğini de ülkemiz Mustafa Kemal'le yaşamıştır. Bilim adamlarına saygılı, sofrasında bile onlara ge- * reksinim duyan Atatürk, ileri ve çağdaş bir demokrasi düzeyine ülkesini kavuşturmak için hep,akla başvurmuştur. Gereksiz gururlanma, duygusal davranışlar, küçümsemeler Atatürk'ün yaşamında, akim gereği olarak yoktu. Descartes insan aklını-bir "elma küfesine" benzetmektedir. İnsan aklına Çeşitli dış etmenlerle, değişik bilgiler gelmektedir. Bunların bir bölümü doğru, öbürleri yanlıştır. Akıl tıpkı bir elma küfesinde olduğu gibi, içinde sağlam ve çürük elmalar bulundurabilir. İnsanoğlu küfeyi yere boşaltmak, küflü ve çürükleri atarak sağlamlarla yoluna devam etmelidir. Küflüleri, çürükleri önyargılar, tutkular ve kaprisler mahvetmiştir. Eğer ayıklama yapmazsak yanlışlar içinde yitip göçeriz. Yanlış tarihsel bilgiler, yanlış sosyolojik analizler, çıkarlar doğrultusunda yapılan değerlendirmeler, kamuoyu araştırma ve yönlendir-
/inelerindeki artııiyetler, tek başına çıkara dayalı politik yaklaşımlar, hanedan kurma özlemleri toplumsal boyuttaki çürük elmalardır. Bunlar ayıklanmazsa toptan yitip göçmek kaçınılmaz bir yazgı olacaktır. Descartes'i akılcılığa yönelten etmenlerden biri de Galile olayıdır. Bilindiği gibi dünyanın güneş etrafında döndüğünü kanıtlamasına karşın, Kilise Galile'yi dinsel dogmalara dayalı bilim anlayışına ters düşmesi nedeniyle*yargılayıp mahkum.etmişti. Oysa o dönemin papası, henüz kardinalken Galile'nin görüşlerini benimsemişti. Bu olay bilimin bir an için otoritenin gücüne yenilmesi elemekti. Yani akı! kaba güce yenilmişti. Önyargılı bir inanç sistemi aklın sırtını yere getirmişti. Oysa kaba güç, mantıktan yoksun irade ve otorite hiçbir zaman hakikatin ölçütü olamaz. İşte böyle bir Descartes'in yapıtının yayımının 350. yıldönümünü ' kutlamaktadır Fransa ve Avrupa. Atatürkçülük de önyargı ye yanlış inançlarla mücadele verirken akılcı bir yöntem izlemiştir. Rejimimizin temeli akılcılıktır. Bunun bilincinde olanlar ve Avrupalılar, sempozyumlar düzenlemektedir/ Fransa'da dergi ve .gazeteler Descartes ve akılcılığı yeniden gündeme getirerek olumlu yönde kamuoyu oluşturmaktadır. , . ~ 1 Sonuç Demokrasinin temeli akılcılık ve- Descartes'a dayandığına göre, ülkemizde de bilim, sanat ve felsefe dergilerinin bu yıldönümden hareket ederek bazı etkinlikleri gerçekleştirmesi gerekir. Gazetelerin kültür. sayfalımda daha henüz Descartes'i göremedik. Gerçek "entellik" felsefeden geçer. Akılcılığı toplumumuza yerleştirmek, kör inanç ve önyargılı dogmalarla mücadele açısından da önem taşımaktadır. Demokrasi ve özgürlük bilincinin özümsenmesiııde kanımızca felsefeden yararlanmak en akılcı ve en etkili yöntemdir. : •
•
'
I . 19 Kasım 1987 Cumhuriyet Gazetesi
TARİHİN İLK KOMÜNİST HRİSTİYAN DEVLETİ Komünist ve Hristiyan sözcüklerinin aynı başlık içinde yer alması garipsenebilir. Oysa birçok tarihçiye göre, tarihin ilk komünist devleti XVII. yüzyıla Cizvit papazları tarafından Paraguay'da kurulmuştur. Geçen yıllarda sinemalarda, daha sonra da televizyonda oynatılan "Mission-Görev" filmi bu devletin kurulma aşamalarında geçen olayları anlatmaktaydı ve büyük oranda gerçeklere dayanmaktaydı. Kurulan cumhuriyet .bir anlamda sosyalist düşünürlerin çoğunun kafasında biçimlendirdiği "dünya cenneti" ütopyasına uygundur. Bu devlet Batı'da değişik alanlardaki sosyal bilimcilerin dikkatini çekmiş, Fransız Devrimi'nin düşünsel mimarlanna örnek olmuştur. Serüven 1608 yılında başlar. İlk Cizvit papazı, başkent Asuciön'dan iç bölgelere doğru yola koyulurlar. Guaria'nın Loreto bölgesinde kiiçük bir kent kurarlar. Civarda Portekizli köle avcıları ve İspanyolların elinden kurtulan yerli Kızılderililer yaşamaktadır/ Guarani denilen bu yerliler barışçı, iyi huylu, dost yapılı insanlardır; Cizvitlerin kurduğu kente yerleşerek Hristiyan olurlar ve Reduction adıyla anılan Güney Amerika kolonilerinin ilk çekirdeğini oluştururlar. Kendilerinin inancı da tek tanrılı olduğundan Hristiyan yaşam tarzına kolaylıkla adapte olurlar. Aynı yıl iki cizvit papazı da yakın bölgede San îgnacio (cizvit örgütünün kurucusunun adı) diye küçük bir kent daha kurar. Buraya 1612 yılında Roque Gonzalez adlı İspanyol bir papaz gelir. Basit yaşamı yeğleyen, basit bir sopayla toprağı belleyen, balıkçılık ve avcılıkla uğraşan yerlilere Gonzalez yapı ustalığı, marangozluk, karabasan kullanmayı öğretir. Böylece blok evler, okul ve kilise inşa edilir. Karizmatık bir yapıya da sahip olan papaz kısa zamanda bu Reduction'un âdeta devlet başkanı olur ve kısa bir zaman süreci içinde yerlilerin katılımıyla civarda 10 kent daha kurulur. Uygar ve mutlu bir yaşamın sürdüğü kentlerdeki gelişmeyi kıskanan civar kabileler duruma tahammül edemezler, baskın yaparak Gonzalez ve arkadaşlarını öldürürler. Ancak 20 yıl içinde bu tür yaşam tarzı Paraguay'dan Buones Aires'e kadar 500 km. uzunluğunda bir alana sağlı sollu yayılmıştır. Artık birbirleriyle ilişkiler kuran ve
aynı tür yaşam tarzını sürdüren kentlerin bir federasyonu kurulmuştur. Devletin adı "PARACUARIA"dır Koloniler büyür, güçlenil" ve 1740 yılında Porto Alegra, Trinidad, San Coşme, Santa Rosa gibi büyük kentler oitaya çıkar. : Büyük kentlerde Greko-Romeh mimarı tarzı uygulanmıştır. Dikdörtgen bloklarla düz caddeler birbirleriyle kesişmekte ve zemin düzgün bir şekilde düz taşlarla döşenmekteydi. Kent meydanlarında görkemli bir kilise ve papazların kaldığı binalar mevcuttu. Kanalizasyon şebekesi mükemmeldi. Evler yangına karşı koruma önlemleriyle donatıktı. Kentler arasında yapılan düzgün yollar, düzenli ulaşım ve iletişime olanak sağlamaktaydı. Kolonilerde, her ailenin özel yaşamını sürdüreceğini bir evi ve küçük bir arazisi vardı. Bunun dışında büyük tarlalarda üretim ortaklaşa gerçekleştirdi. Paylaşılan ürünün bir bölümü hasta, sakat, dul ve yetimlere ayrılırdı. Koyun, keçi, büyük baş hayvanlar ve atlar ortak mallardandı. Kent ve kasabalarda, köylerde el sanatları, güzel sanatlar bir hayli gelişmişti. Tahtacılık, oymacılık, marangozluk, heykeltraşçılık, el yazmacılık, müzik, resim gibi sanatlar üst düzeydeydi. Bugün yöredeki müzelerde Paracuaria sanatının örneklerini görmek olanaklıdır. Burada yaşayan bir papaz Avrupa'daki ailesine gönderdiği mektupta "Yaşadığım yerde Nurenberg ve Augsburg'da yapılan müzik aletleri ve saatlerden geri kalmayan nitelikte olanları yapılmaktadır" demektedir. ' Ekonomik düzen gruplaşmalar eklinde örgütlenmişte ve her birimin başında bir yönetici vardı. Bu kişi açık oylamayla bir yıl için seçilmekteydi. Gruplar toplu halde eğlenirdi. Ortak oyunlar, at yarışları, festivaller ve sürek avlarıyla çalışma dışındaki zaman geçirilirdi. Herkes aynı tipte giysi giyerdi, pamuklu, geniş, rahat elbiseler yeğlenirdi. Papazlar gelmeden önce yerliier, dikiş dikmesini bilmediklerinden •çıplak gezmekteydiler. Yörenin tropikal iklimi buna uygundu. Temel yemek, dana eti, sebze ve meyveydi; tatlı patates yörede en fazla yenilen yiyecekti. Yönetim tamamıyla demokratik esaslara dayanmaktaydı. Her köy, kasaba veya kentin bir yasama meclisi vardı. Meydanlarda toplanılıp meclis üyeleri seçilirdi. Meclis üyeleri meclis başkanı ve onun yardımcısını atardı. Bunlar halkın memuru olarak yürütme işlevini yükümlenirlerdi. Ayrıca seçimle işbaşına gelen danışmanlar, kolluk gü-
etiyle yükümlü bir görevli, mali işleri yürüten bir memur, bir katip ve bunlara bağlı asistanlar devletin değişik işlevlerini yürütmekteydiler. Seçim tarzı ve görevlilerin yetkileri bize Jean-Jacques Rousseau'nun doğrudan demokrasi anlayışını anımsatmaktadır. Özellikle görevlilerin büyük güçlerle donatık vekiller değil de memurlar olması "halk egeıhenliği" kavramını iyice vurgulamaktadır. Ancak tüm bu sistem İspanyol valinin onayından geçirilirdi. Evraklar gönderilir genelde İspanyol vali de durumu onaylardı. Cizvit papazlar üst danışman ve gözlemci olarak görev yaparlardı ve her Reduction'da iki veya üç Cizvit papaz bulunurdu. İspanyol cizvit papazların adedi çok fazla olmadığından Avrupa'nın diğer Katolik ülkelerinden de papazlar buralarda görev almıştır. Reduction'larda ölüm cezası yoktu. Sadece hapis cezası uygulanmaktaydı. Ve uzun süreli cezalar verilmiyordu. Adam öldürmenin cezası ömür boyu hapisti; ama uygulamada lO.yılı geçmezdi. ... İspanyol komutanların ve Cizvit papazlarının yönettiği ve genelde süvari birliklerinden oluşan bir ordu kentleri korumaktaydı. Kesinlikle dışarıya karşı saldırının olmadığı bu devletlerde ordunun bulundurulmasının tek nedeni savunmaydı. İspanyol komutanlar maaşlarım İspanya'dan almaktaydılar. Ama kentlerin emrinde olduklarının bilincindeydiler. Askerler de zaten yerlilerden oluşmaktaydı. Devletin laik olduğu kuşkusuz söylenemez; ancak Hristiyan olmaları hususunda yerliler Hiçbir zaman zorlanmaya maruz kalmamışlardır. Kökenlerinde tek tanrılı inancın olması onların Hz. İsa'nın dinine geçmelerinde kolaylık sağlanmıştır; Reduction'larda gelişmiş bir sağlık hizmeti yürütülmekteydi. 160 yıllık Cizvit Çuffihuriyeti'nde salgın hastalıklara çok az rastlanmıştır. Bunun nedenlerinin başında temizlik konusuna verilen önem gelmekteydi. Kentlerde genel tuvaletler, evlerde mükemmel bir banyo-tuvalet uygulaması, devamlı akan su sistemi hastalıkların yayılmasını önlüyordu. Öte yanda yerlilerin yerel bitkilere bağlı yaptıkları ilaçları doktor Cizvit papazları geliştirmekte, daha yararlı hale getirmekteydi. Devlet olumlu bir şekilde yürürken, insanoğlunun zaafları düzeni ve mutluluğu altüst eder. İçeride önemli sorunlarla karşılaşmaz. Dışarda da "ELDORADO"nun güzelliğini duyanlar akın akın Paracuaıia'ya gelmeye başlarlar. Voltaire ünlü yapıtı Candide'de buralardan söz eder. Gizli hazineler ve altın madenlerin çok olduğu rivayetleri
ortalarda dolaşır ve maceracılar bölgeye gelir. Sürtüşmeler başlar. Bu arada 1766 yılında İspanya Kralı İÜ. Carlos, kendine karşı bir komplo hazırladığı bahanesiyle Cizvitlerin İspanya ve İspanya kolonilerinden çıkarılması hususunda emir verir. Buenos Aires piskoposu uygulamayı alargaya alır ama ancak iki yıl dayanabilir. 1768 yılında Cizvitler bölgeden ayrılmak mecburiyetinde kalırlar. Papazlardan bir bölümü yerlilerle birlikte küçük bir ordu (1500 kişilik) kurup savaşır ama savaş yenilgiyle sonuçlanır. 1770 yılında İnnsburg doğumlu doktor ve otbilimci Sigismund Aperger hariç bölgede tek bir Cizvit kalmamıştır. Güney Amerika'nın Hipokrat'ı denilen bu bilim adamının kalabilmesinin nedeni kuşkusuz ona duyulan gereksinimdir. Artık komünist Paraguay Cizvit Cumhuriyeti tarih sahnesinden silinmiştir. Böyle bir devletin kurulmasında kanımızca iki etmen önemli rol oynamıştır. Birine altyapı diğerine ise üstyapı etmenleri diyebiliriz. Altyapı yerlilerin yaşam tarzının, sosyal yapıların elverişliliğidir. Marx'm ilkel komüııal toplum, Rousseau ve Locke'un doğal yaşama hali dediği döneme benzer bir yaşam tarzı söz konusuydu ve henüz devlet yoktu. Bu ortamda özel mülkiyet bilinci gelişmemişti. Üstyapı, olarak da cizvit papazlarının Hristiyan yorumunda özel mülkiyete yer verilmemesiydi. Manevi destekli komünal anlayış altyapıyla etkileşim içindeydi. Avrupa komünizminin doktrinerleri Althusser ve Poulantzas'laıın toprağı bol olsun. Altyapıyla üstyapı arasında etkileşim vardır; aralarında uyum olmazsa başarıya ulaşılamaz... 160 yıl içinde değişik ülkelerden gelen papazın çalıştığı, nüfusun . bir dönemlerde toplum olarak milyona ulaştığı bu yörelerin korunması amacıyla 1976 yılında Almanya'da bir dernek kuruluştur. UNESCO'nun destek ve yardımıyla kurulan dernek yöredeki 7 yerleşim merkezinde dinsel ve kültürel değerleri korumayı amaçlamaktadır. Müzeler kurulmuş, kiliseler restore edilmiştir. Tarihin ilk komünist cumhuriyeti Paracuaria artık müzededir. XX. yüzyılda henüz komünist aşamaya geçemeden dağılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği bakalım yerini nerede bulacak? Müzede mi? Tarihin sayfalarında mı? Yoksa ileride başka bir ülke veya aynı yerde mi? Cumhuriyet Dergi 12 Temmuz 1992
LAİKLİK ve AKILCILIK Genel ve alışılmış tanımla laiklik, din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrılmasıdır. Laik devletlerde din olgusu devletin "esas teşkilatına" müdahale etmez; dinsel ilke ve kurumların devlet yönetiminde etkisi yoktur. Laik devletlerde din, devletin olağan görev ve yetkileri içinde bir sosyal olgu olarak ele alınır ve tüm öbür sosyal olgular gibi düzenlemeler görür. Düzenlemelerde temel ölçüt, çağdaş değerlerdir. Din, sosyal olgu olduğu kadar bir düşünce sistemidir. Bu görünümüyle felsefenin konu alanı içine girer. Din felsefeleri, laik felsefelerden çok daha fazla ilgi görürler. İnsan felsefeye tanrı ve yazgı sorunuyla başlar. Tanrı var mıdır, yok mudtır? Evrenin öz ve esası nedir? Bir madde mi, yoksa bir düşünce midir gibi soru ve sorunlar, felsefenin ilk adımlarıdır. Din, sosyolojik ve filozofik açıdan önemli bir kurumdur. Bu nedenledir ki, gerek ülkemizde gerek dünyada her zaman için gündemdedir. ' ./ . Evrensel önem içeren bu kurum karşısında devlet nasıl bir tutum alacaktır? I Teokratik görüşler şöyle dijyor: "Devlet yönetiminin ilke ye esasları Tanrısal buyruklara uymalıdır. Bu dünya zaten öteki dünyaya hazırlık evresidir. Devletin görev, amaç ve işlevi, uygun ortamı haz ulam aktır. Hazırlıkta devlet güçlerine din adamları yardımcı olmalıdırlar; çünkü Tanrı buyruğunu en iyi onlar anlar ve onlar yorumlar."/Hıristiyan filozofların çoğu, bugün dahi neotomist bir yaklaşımla bu düşünceyi yaymışlardır. Dünyadaki tüm Hıristiyan demokrat partiler Saint Thomas d'Aquin ve onun XX. yüzyü yorumcusu Jacques Maritain'in izinden gitmektedirler. Bu partiler iktidara geldikçe, olanaklar ölçüsünde görüşlerini uygulamaya sokmak isterler. Ancak karşı görüşteki baskı grupları ve sosyal etkileşim-dengeleşim, Hıristiyan demokrat ideallerin tam olarak gerçekleşmesini engeller. Hıristiyan demokrat partiler açık ya.da örtülü laikli-
ğin karşısında yer almaktadırlar. Ancak laikliğin iyice öztimsenmesi, akılcılık ve felsefi kültürün yaygınlığı teokratik devletin kurulmasını engeller. Müslümanlık ve Yahudilikte de din adamları genelde teokratik devletten yanadırlar. Teokratik İslam devletlerinin kışkırtıcı tavrı, bunu açıkça ortaya koymaktadır. Laiklik akılcılıktır Teokratik devlet anlayışım kökenindeki tanrısal iradenin yerini laik devlette akıl ve bilime dayalı yönetim almışür. Evet... Laiklik rasyonalizmdir (usçuluk-akılcılık). İnsanın, doğanın ve toplumun kural ve yasalarını kendi aklı ile algılaması, kavraması ve yine kendi gücü ve aklı ile doğa ve topluma egemen olması akılcılıktır. Aklın rehber alınması; safsata, hurafe, bilim dışı açıklamaların .irdelenmemiş "nakillerin" atılması akılcı davranış modelleridir. Devlet yönetiminde bu yöntem izlenirse onun adı laikliktir. Başka bir anlatımla devlet yönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel, irdelenmemiş, "nakiller" ilke olarak binemsenmişse o ülkede teokrasi vardır. Yok eğer bilimin, aklın sesi rehber alınmışsa laik devlet kuruluştur. Atatürk'ün gerçekleştirmek istediği laik devlet işte budur. Nitekim onun döneminde çeşitli kurum ve yayınlarla bilim ve laik düşünce gelişme olanağı bulmuştur. Batı'da laik aşamaya ancak Fransız Devrimi ile gelinmiştir. XVII. yüzyıla "ticaret devrimi" ile oluşan yeni sınıf, burjuvazi ekonomik gücünü siyasal güçle perçinleştirmek isterken devleti yöneten aristokratlar ve onların manevi destekçisi ruhban sınıfı en büyük engeldi. Feodal sosyolojik yapıya sahip devlet yönetiminde, iktidarın köken ve temelinin Tanrı'da olduğu söylenmekte ve Tanrı'nın bu gücünün yönetim açısından doğrudan doğruya krala aktardığı iddia edilmekteydi. Ünlü filozof J.B. Bossuet bu görüşteydi; XIV. Louis de bu kuramı pek sevmişti. Ticaret devrimi ile tarih sahnesine giren ve sanayi devrimi ile güç- . lenen burjuvazi, ekonomik iktidarı ele geçirmişti, ancak siyasal iktidar kral ve kiliseydi. Zenginleşen burjuvazinin mülkiyet hakkı güvence altında değildi. Kral ve kilise onun tüm mal varlığı üzerinde keyfi tasarrufta buluunabilirdi. "Cismani ve ruhani iktidar" elberliğiyle onu • ezmekteydi. ' Burjuvazi ne yapabilirdi? Nasıl kralın Bossuet'si varsa o da filo-
zoflar bulmalıydı. J.J. Rousseau'lar, Diderot'lar, Descartes'lar insanı, onun aklını yüceltici düşünceleri geliştirmişti. Kilisenin manevi baskısını, ancak başkaldıran akıl yıkabilirdi. Kilisenin gücü yıkıldığında, aristokrasinin yıkılması kolaylaşacaktı, İşte bu nedenle laiklik benimsendi, kilisenin yerini insan akıl aldı. Akla dayalı laiklik, "doğal hukuk felsefesinden" desteğini alıyordu. Antik Yunan kökenli doğul hukuk düşüncesi, burjuvazinin resmi felsefesi haline dönüştü. Descartes, Spinoza, Grotius gibi düşünürler rasyonalist kimliğe bürünen "doğal hukuk" şunları söylüyordu: "İnsan aklı, hukukun kaynağıdır. İnsan, hiçbir aracıya gereksinim duymadan kendi aklıyla evrensel adalet ilkesini anlar ve içeriğini kavrayabilir. Herkes kendi aklıyla evrensel hakikatlere ulaşabilir. Herkesin eşit bir biçimde algıladığı adalet değerinin güncelleşmesi, hukuk haline dönüştürülmesi siyasal faaliyettir. Bu çalışmayı herkes eşit bir biçimde yürütecektir, çünkü herkes akıl sahibidir ve insanlar arasında doğuştan hiçbir fark yoktur. Eşit algılama ve eşit kavrama eşit yönetimi gerektirir. Algılama, kavrama ve yürürlüğe koyma işleminde kral ve papaza gereksinim yoktur." Krala ve aristokratlara gereksinimin olmaması demokrasi; papaza gereksinim duyulmaması ise laikliktir. Aracısızlık, eşitlik, ayrıcalıklı katmanlara gereksinim duyulmaması "halk egemenliğinin gerçekleşmesi demektir. Batı demokrasilerindeki laiklik, işte bu düşüncenin ürünüdür. Laiklik temel ilkemiz Laiklik Batı demokrasilerinin, dolayısıyla bizim de temel ilkelerimizin başında gelmektedir; ama unutmayalım ki, kökeni rasyonalizme dayanmaktaOır. Rasyonel tutum, bireysel plandan toplumsal boyuta kadar her alanda temel yaşam ilkesidir. Duyguların, tutkuların, safsatanın, nefretin, horlama duygusunun, küçümsemenin tutsağı olursak akıldışı tutumumuzla olumsuzluklar evreninde boğulup gideriz. Laikliğin uygulanmasında da rasyonel olmamız gerekmektedir. ) Rasyonalist Batı, aklı devlet yönetimine getirirken başlangıçta /sosyolojik açıdan akıldışı (irrasyonel) bir tutum izler; sosyal ve felsefi kimliğini unutarak din karşısında olumsuz bir tutum almıştır. Büyük Fransız Devrimi'nden soma birçok din adamı giyotini yollanmış, manastırlar kapatılmıştır. III. Cumhuriyet döneminde Fransa'da manastırların kapısına sürgü çekilmiş, din adamları Hollanda'ya kaçmak zo-
runda kalmıştır. Daha sonra gizli bir şekilde yavaş yavaş manastırlar açılmış ve nihayet devlet yasa değişikliği yaparak, sosyolojik ve fiili bir durum yasallaştırmıştır. Fransa gibi düşünce ve anlatım özgürlüğünün geniş olduğu bir ülkede, sosyal etkileşim ve dengeler özgür bir ortamı gerektiriyordu. Bu durumun farkına vararak, özgürlükçü bir ortama geçmek, akılcı bir yaslaşımdır. Laiklik uğruna verilen mücadele manastır veya tekke ve zaviyelere seçenek sosyal kurumlar getirilmeli, felsefe ve din felsefesi üzerinde çalışmalar yapılmalıdır: Ülkemizde tıpkı bir zamanlar Fransa'da olduğu gibi "taassubun" üzerine sadece yasalarla gidilmiştir. İşe yaramadığı açıktır. Hala bazı kesimler belli bir tarikata mensup olmakla övünürler, tekkelerde ayinler yapılır. Sosyal ortam dikkate alınmadan yapılan yasalar tepki doğurur. Ülkemizde bu tür yasalar ya da düzenlemeler "irücanın" güçlenmesine yardımcı olmuştur. Sorunu büyütmek ise son günlerde dev boyutlara ulaşan "cuma namazı sonrası" gösterilerinin çoğalmasına, çarşafın artmasına yol açmıştır. Sonuç Dinin "biçim" kısmı ile mücadele, öz ve içerik açısından tutarlı sonuçlar getirmez. Biçimin üzerinde fazla durmadan öze ilişkin felsefi çalışmaları devlet ve tüm ilerici güçlerin desteklemesi gerekir. Bu bağlamda Cumhuriyet Gazetesi'nin gerçekleştirdiği • "felsefe eğitiminin önemine" ilişkin yayın ve çalışmaları gerçekten kutlanılması gereken bir çabadır.' Gönül isterdi ki, felsefe ve kültür olayına devlet ve tüm kamuoyunu oluşturan kurumlar aynı derecede sahip çıksın. Ancak sadece felsefe değil, din felsefesi de ele alınmalıdır. Akılcı yorumlar anlatılmalı, İbni Rüşt, Muhammed Abduh gibi filozoflar kitlelere aktarılmalıdır. Geniş bir düşünce özgürlüğü ortamı içinde çağdaş değerlere ulaşılabilir.. Sağdan sola değişik tüm felsefe akımlarına sağlanacak özgürlükçü bir ortam içinde, sosyal grupların düşünsel mücadelesi, toplumları ve ülkeleri dengeli bir esenliğe kavuşturur. Bu, aynı zamanda aklın gereğidir. 1 9 Nisan 1989 Cumhuriyet Gazetesi
İNSANIN o z u ve DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ Aristo, insanın öbür canlılardan farklı kılan özelliğin dil aracılığıyla açıklanan akıl gücü olduğunu söyler. İnsan, akla dayalı konuşma yetkisiyle aile, devlet gibi kurumları kurar, değerleri yaratır, tüm gereksinimlerini elde edebilmek için çaba gösterir. İnsanoğlu aklın etkinlikleriyle mutluluğa ulaşabilir. Bireyleri erdeme, ahlaka götüren yol da akıldır. Stoa filozofları için doğruyu, hakikati bilim ve aklıyla tanıyan insan, nesnelerin öz ve esasını kavrayınca, asla uygun davranışlarıyla ahlaki yaşam içine girer. Descartes'a göre "Akıl kadar adil dağıtımı yapılan bir başka şey yoktur; çünkü herkes kendi aklından memnundur." Gerçekten de akıl günlük yaşamımızda en fazla övündüğümüz yetimizdir. "Akıl satmaktan" büyiik mutluluk duyar; sözümüz dinlenmeyince kızar; gelişen olayları yorumlarken "zaten ben öyle demiştim" deriz. Kimse "aklının her konuya erişemeyeceğini" içtenlikle itiraf etmez. "En büyük hazine akıldır" deriz, hazinemizi pahalı satmak isteriz; bilgiçlik taslarız, düşüncemizin yayılmasını isteriz ama başkalarının düşüncelerine pek tahammül edemeyiz. "Dur bakalım senin bu konulara pek kafan çalışmaz"; "cahilliği bırak, daha deneyimin, yaşın ne" deriz. Kendi düşüncemize ters gelen düşüncelerle karşılaşınca tehlikeli bularak yasaklamalara kadar gideriz. İnsan özgür olmaya yargılıdır Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi, insanın özü aklın ürünü olan düşünce ve onun dışavurumu olan dil gücüdür. Öz ve esasa aykırı davranışlar yabancılaşma ve yabancılaştırma.anlamına gelir ki, kaos ve bocalamadan başka bir şey değildir. İnsana ve onun özüne aykırı tutumlar ona ihanetin en adi düzeydeki göstergesidir. Ahlaksızlıktır...' Çağ-
dişiliktir... Düşünce özgürlüğünü biz bu bağlam içinde değerlendirmekteyiz. İnsanın özüne aykırı davranışlar sosyo-politik açıdan da ahlaksızlık olduğundan, ayıplanmaları, tepkiyle karşılamaları kadar doğal bir şey yoktur İnsan yapısını, özünü göz önünde bulundurmayan siyasal rejimler tepkiler sonunda tarih sahnesinden yok olup giderler. Dünyadaki özgürleşme hareketleri, insanın özüne ihanet karşısında duyulan kitlesel tepkilerin ürünüdür. Akülı iktidarlar, insanın özüne aykırı yasalaştırma girişiminde bulunmayanlardır. Aksi taktirde, Prof. Dr. . Münci Kapani hocamızın deyimiyle hızla girilen "insan haklan çağında" tez elden yitip göçerler. Otoriter iktidarların bir bölümü özgürlükler yelpazesini açmakla güçlerini bir süre daha sürdürebileceklerinin ve böylelikle ileride yumuşak düşüşler içinde olacaklarının bilincindedirler. Ekonomik ve siyasal zorlamaların ötesinde ve dışında Doğu Avrupa ülkelerindeki değişimlerde yöneticiler belki de "insanın özüne" aykırı davranışlarla siyasal yapılarının yıkılacağını fark etmişlerdir. Bunu fark etmeyenlerin sonu gözler önündedir. Tarihsel zorlamalar, "eşyanın tabiatı", "insanın özü", onu zincirlerini kırmaya götürmektedir. Özgürlük insanın kaçınılmaz yazgısıdır. İnsan, Sartre'ın deyişiyle "özgür olmaya mahkumdur." Hukuk, düşünce özgürlüğüne müdahale etmemeli Görülüyor ki, insanın özü olan düşünceye sınırlar çizmek çağdışılık, ahlaksızlık ve akılsızlıktır. Öze ve esasa aykırı davranışlar yanlış olmaları nedeniyle her zaman için tehlikelidirler ve insanları kötülükler, savaşlar ve kargaşa uçurumuna sürüklerler. Düşünceye aslında set çekilemez. Düşünce gücü, zaman ve yer koşullarının, dar boyutlarının çok ötesine taşmaktadır. Önemli olan düşüncenin dışavurumudur. İşte kalan düşünce, hukuk açısından sorun oluşturmaz, çünkü hukuk iç alemle ilgilenmez, ilgilenemez. Sonsuz boyutlu düşüncenin, boyutlarına uygun olarak dışa taşması, evrenselleşmesi gerekir. Zaten dışa yansımayan düşünce bir anlamda yok demektir. O halde düşünce ve anlatım özgürlüğü iç içedir. Anlatım sadece sözsel değil biçemsel bir görünüm içinde ortaya çıkar. Bu nedenle eski deyim- olan "ifade özgürlüğü" belki de anlatıma kıyasla daha kapsamlı olarak kavramı dile getirmektedir: Düşünmek ve bu düşünceyi sözsel, biçimde, görsel, şu ya da bu tarzda ifade etmek, dı-
şa yansıtmak... İfade ya da anlatım çok yakın, hazır, önlenmesi çok güç tehlikelere yol açmakta ise zaten eylemin suç haline dönüşmesi söz konusudur. Hukuk, ancak burada müdahale edebilir. Bunun dışında hukuk asla ve asla düşünce ve anlatım özgürlüğüne müdahale etmemelidir. Düşünce özgürlüğünün karşısında olanlar sadece sözsel anlatıma değil, biçimsel olanına da karşı çakmışlardır. 1950'lerde ya da daha önceleri komünistler "kırmızı kravat" takmışlar, böylelikle Marksist öğretiye bağlı olduklarını, biçimleriyle de ifade etmeye çalışmışlardır. Düşünce özgürlüğünün karşısında olanlar, bunun masum bir "kırmızı ' kravat takma" olayı olmadığını söyleyerek, bu tip giyim tarzının yaygınlaşmasıyla komünist devletin "yaz-kış" geleceğini savlayarak, onların hapse tıkmak için kolluk güçlerine ihbar ve çağınlar çıkartmışlardır. Benzer baskıya 12 Mart sonrasında "Stalin bıyıklılar" maruz kalmıştır. Kürksüz parka giyenlerin komünist; kürklülerinin ise faşist kitlesel hareketler içinde oldukları söylenmiştir. Belki bunların hepsi doğruydu; onlar Stalinci, komünist ya da faşistti; düşüncelerini sözle, yazıyla anlattıkları kadar giyim ve kuşamlarıyla da ifade etmekteydiler ve belki de öbür gruplar için tehlikeliydiler. Stalin bıyıklarını yolup parkaları yırtıp atınca komünizm tehlikesi onlar açısından önlenebilirdi. Bugün de teokratik düşüncenin yandaşları örgütlü bir biçimde türban takmakta, çarşaf giymektedir. Böylelikle düşüncelerini biçimsel olarak ifade etmektedirler. Arkalarında da dış güçler olabilir, ki kanımızca vardır; dünya siyasal konjonktürü içinde her zaman, her yerde dış güçlür bulunmuştur. Walesa'nın arkasında papalık; Benazir'in desteğinde ABD; Romanya'da SSCB vardır. Bizde de tarih boyunca muhakkak bir tarafımızda dış güçler olmuştur. Bizi, Tanzimat ve Islahat fermanlarına sürükleyenler dış güçlerdir. 12 Mart'ın, 12 Eylül'ün dış güçler tarafından planlandığı hala söylenmektedir. Önemli olan dış güçle olan ilişkilerde karşılıklı çıkarları iyi dengelemek, sömürülmemektir. "Her yerde dış güç var" anlayışıyla yasaklamalara gitmek çok kolaydır. Yasağın olduğu her yerde insanın özüne ihanet gündeme gelir. Çifte ölçüt
yanlışlığı
tirilebilir. Dinamik güçler yasaklayıcı yasalara sırtlarını dayayarak değil güçlü bir düşünsel örgütlenmeyle çağdışı!davranışların önüne.set çekebilirler. Çifte standart özgürlükçülükle, çağdaşlıkla bağdaşmaz. Koşullar ne olursa olsun özgürlük bir bütündür. Devredilmez, vazgeçilmez hakların güvencesi olan özgürlüğün dereceleri olamaz. Bir ülkede özgürlük ya vardır, ya da yok... Ülke koşullarına göre durumu ele almak anlayışı, o koşulları değerlendiren kişinin ya da grubun sübjektif eğilimlerine gerekçe aramaktan başka bir şey değildir. 1982 Anayasası'nın kısıtlayıcı hükümlerinin arkasında bu anlayış yatar. 12 Mart anayasa değişikliklerinin gerekçesinin temel felsefesi "özgürlüğün lüks olması ya da sosyal yapımıza bol gelmesi" idi. Türban olayı,.boyutları itibarıyla çok önemli bir siyasal ivme ve ivdirmenin ürünüdür. 12 Eylül sonrasında anayasal güç ve desteği sağlayan Rabıtacı fanatik dinci kesim büyük emeller peşindedir. Onlar için türban, Ayasofya bir simge, bir oyuncaktır. Ne var ki, bu oyuncağın da aleti olmamak gerekir. Duygusal davranışlarla "yasaklayın" demek kanımızca özgürlük bilincinden uzaklaşma,,özgürlük ve insanın özü'felsefesiyle çelişkiye düşmek demektir. İlericilik ve özgürlükçülükte yasaklama yokdur. Yasaklama kolay ve basit bir yöntemdir. Çağdaş düşünce ve felsefeyi yaygınlaştırarak yapılacak mücadele belki daha güçtür, ama daha kökle ve sağlam olduğu kadar, çelişkisiz bir yoldur. Neden İslam'daki özgürlükçü yorumlar, Batı felsefelerimle paralellikler kurularak yaygınlaştırılıyor? Neden İslamın özgürlükçü yorumcuları. İbni Rüşt, Muhammed Abduh, Fahrettin Razi gereği kadar incelenmiyor? Neden bu filozoflar açısından örtünmenin bir sorun oluşturmadığı söylenmiyor? Neden İslam içinde davranış ve örtünmeye ilişkin ayetlerin sosyolojik yorumla çağdaşlaştırılabileceğinin olanaklı olduğu belirtilmiyor? İnanç.sahipleri ile kurulması olası diyalogun baltalanmamasının, doğru tutum olduğu kanısındayım. Çağdışı "kara seslerle", efsuncularla, yobazlarla, tütsücülerle ve onların yoluna kendilerini bilinçsizce kaptıranlarla düşünce boyutunda mücadele etmek gerekir; yeter ki, iyi düşünmesini bilelim, felsefe ve kültürün verileriyle donatık bulunalım, insanın özüne saygı gösterelim.
Sonuç Yapılacak iş açık ve kesindir. Başta 1982 Anayasası, bütünlüğü içinde yeniden gözden geçirilmeli ve tüm antidemokratik maddeler ayıklanmalıdır. Bunun için ilerici güçlerin yoğun bir kampanyaya girmesi gerekir. Buna koşut olarak TCK'nın 141, 142,163. maddeleri ile tüm yasalardaki düşünce özgürlüğünü sınırlayan maddelerin kaldırılması için vakit yitirmeden çalışmalar b a ş l a t ı l m a l ı Ondan sonra "hodri meydan." Eminim ki, akıl ve sağduyu, özgürlükçü ortam içinde çok daha fazla özünü bulacak ve kaos kozmosa dönüşecektir. Toplumsal barış için hoşgörü ortamına girmek zorundayız. Düşünce ve anlatım özgürlüğüne saygı göstermeliyiz. Ancak onlar da bizim düşünce ve anlatım özgürlüğümüze saygı göstermelidirler. Onlar nasıl güçlü örgütlenmeler içindeyse biz de örgütlenmeliyiz. Bayrağımız ve gücümüz, insanın özü olan düşünce ve özellikle çağdaş düşünce olmalıdır. Asla ve asla yasaklamaları sırtımıza almaya ihtiyacımız yoktur. Biz "safdil" değil, özgürlük bilincini özümseyen bir gücüz. 27 Şubat 1990 Cumhuriyet Gazetesi
DİNLER ve ÇAĞDAŞ YORUM GEREĞİ... Her din kurumsallaşmış haliyle bir yorumdur ve günümüze değişik yorum biçimleriyle gelir. Tek'Tanrılı dinler bir kitap ve o dinin peygamberinin yaşam öykülerinde kaynağını bulur. Kitap ve peygamber davranış Ve sözleri dinin öz ye temelini belirlemektedir. Yaşamın karmaşıklığı, değişen ve gelişen dünya koşullan içinde kutsal kabul edilen her satır ve her söz yorum gerektirir. Bu nedenledir ki, örneğin İslamda "icma-ı ümmet", "kıyas-ı fukuha" gibi kurumlar ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim, hadis ve sünnetler kaynak alınarak insanlar, bilim ve din adamları ibadet ve toplumsal ilişkileri düzenlenen kurallar türetmişlerdir. Bu haliyle din, özde Tanrı buyruğu olmakla birlikte geniş bir biçimde insan beyninin uğraş alanı içine girmiştir. Dinler insan beyninin yorum ve müdahalesiyle kurumsallaşır. Yorum yapan beyin eğer bilgiye donatık değilse çıkar, tutku yâ'da politik amaçların emrindeyse karanlık, kurnaz, yobaz, çağdışı yorumlarla karşılaşırız. Yok o beyin bilimden, doğrudan, ahlaktan, hakikatten yanaysa özgürlükçü yorumlar gündeme gelir. Bilim ve doğru verilerle donatık beyin, akla dönüşür; akılcılık, o dine egemen olur. Bu durumda, dinler hakkında "O din özgürlük ve laikliğe elverişlidir, öbürü değildir" demek'hatalı bir yaklaşımdır. "Hangi yorumu?" diye sormak gerekir.. , • Aslında devlet desteğinde olan ya da devlet çatısı altında yer alan hiçbir din, laik olamaz. Devlet, manevi bir destekle iktidarını sürdürmek isteyince, teokratik düzenle ortaya çıkar. Bazı "panelistler" Hıristiyanlığın laiklik ve özgürlüğe elverişli bildin olduğunu ileri sürmektedirler. Tek bir cühıleden hareketle Hıristiyanlığı kurumsallaşmış haliyle özgürlükçü ve laik yapmak, son derece eksik bir değerlendirmedir. Hıristiyanlık devlet dini olduktan sonra, insanlığı din savaşlarına sürükleyecek derecede teokratik kalıplara bürünmüştür. Bugün de "günah çıkarma" kurumuyla özel yaşama giril-
mekte; Avrupa'nın her ülkesinde papaz ve rahiblerin yönetiminde liseler, üniversiteler bulunmaktadır. Hıristiyan demokrat partiler, Saint Thomas d'Aquin, Jacques Maritain gibi ünlü Hıristiyan filozofların demokrasi anlayışına bağlı bir siyaset yürütmektedirler. Avrupa'da Hıristiyanlık çağdaş ve akılcı yorumları benimseyerek laik güçlerle "barış içinde bir arada yaşamayı" yeğlemektedir. Hıristiyanlıkta SaintAugusten daha tutucu bir yorum içindeyken Saint Thomas d'Aquin daha özgürlükçüdür. Hıristiyan siyaset bilimi'ni, genelde bu iki filozof sistemleştirmiştir. Tutuculuk-özgürlükçülük ikiliğini İslama ilişkin yorumlarda da görmekteyiz. İslam felsefesinde tutuculuğu "cebriye" akımı, ilericiliği de "mutezile" temsil etmektedir. Türk toplumunun çoğunluğunun bağlı olduğu "elıl-i sünnet" işe iki akım arasında "orta yolu" izler. Yazgıcı düşünceyi dile getiren cebriye, yandaşlarına göre her şey Tanrı iradesi tarafından belirlenmiştir. Tanrı, her şeyin yaratıcısıdır ve her şeyi yönetir. Özgür insan iradesinden ve özgür seçişlerden söz etmek Olanaksızdır. Tanrı "iyi kullarını" yaratu\ onları cennete gönderir; "kötüler ve kötülük" ibret olsun diye mevcuttur. Tanrı her an, her yerde bu dünyanın işlerine müdahale eder; insanoğlunun kendini bu yazgıya bırakmasından başka seçeneği yoktur. Cebriye anlayışından bazı siyasal sonuçlar çıkarılmaktadır. Bunlara göre Tanrı'nın buyruklarını peygamberin halifesi olarak gösterilen yetkili insan uygulamaya sokacaktır. Yetkin insanın buyruklarına uymak, İslamiyetin zorunlu ana ilkesidir. Emeviler bu siyasal anlayışı yozlaştırarak halifenin, peygamberin değil, Tanrı'nın halifesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yanılmazlık, büyüklük, yücelik gibi sıfatlarıyla halifeye ve onun kurallarına boyun eğme zorunlu görülmüş; despotik bir teokratik düzene, düzlem hazırlanmıştır. İslamı, şeriatçı cebriye açısından ele alırsak, ne laikliğe ne de özgürlüğe yer vardır. Her şeyi, her iki dünyada da Tanrı düzenlemekte; her hareketin içinde Tanrı iradesi bulunmaktadır. Bu durumda devlete de Tanrı ilkeleri ve onun halifesinin iradesi egemen olacaktır. Cebriyenin tam karşısında olan akım "mutezile"dir. Mutezile, İslam akılcılığını temsil eder. Mutezile yandaşlarına gören Tanrı, evrenin yaratıcısıdır. Tanrı maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları da yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, Tanrı iradesinin ese-
ridir. Tann, insana belirli bir yaşam vermiştir; kendi yarattığı maddi evrene onu yollamış, kitaplar da göndererek neyin iyi, neyin kötü olduğunu peygamberlerin yaşamlarındaki örneklerle belirtmiştir. İnsan, kitaplardaki iyi kavramına uygun bir yaşam sürmelidir. İrade ve bilinç sahibi insan, iyi ve kötü arasında tercihler yapacak; iyiyi seçerse cennetle ödüllendirilecek; kötüyü seçerse, cehennem azabı onu bekleyecektir. Tanrı, insan seçişlerine müdahale etmez. Eğer müdahale etseydi, onu sorumlu tutamazdı; seçiş Tanrı'nın olurdu ki, sorumluluk da onu ilgilendirirdi. Oysa insan özgürdür, çünkü sorumludur. Görülüyor ki, mutezile akımına göre evreni yaratan Tanrı, bu dünyaya ve bu dünyanın insaninin fiillerine karışmamaktadır. Karışsaydı, insan sorumluluğunun anlamı kalmazdı. Mutezilenin devlet anlayışı da özgürlükçü doğrultudadır. Özgürlükçü olması, laik devlet sistemine olanak sağlar. Tanrı evrenin temelidir, ama insan yaşamına karışmadığı gibi devletin işleyiş biçimine de karışmaz. Bu dünyanın fiillerini o, öte evrende yargılamaktadır. Yöneticiler, İslamın esasları olan iyiyce, güzele, adile, ahlaklıya, doğruya uygun hareket ediyorlarsa ne mutlu onlara. Cennet onları beklemektedir, sorumlulukları bireyseldir. Yok baskı, zulüm, yalan dolan, haksızlık içindeyseler, sorumludurlar; cehennem ateşi onlann üzerindedir. Devlet işi, Tanrı'yı doğrudan ilgilendirmemektedir, dolayısıyla laik devlet mutezile felsefesine uygundur. Elıl-i sünnet ise cebriye ve mutezile arasında bir yol izlemektedir. O dâ akılcı ve bireysel sorumluluğa dayalı bir tutumu benimsemiştir. Sünnet ehlinin anlayışı içinde Tanrı, mutezilerden farklı olarak her an için bu evrenle ilgilidir. Tanrı katında zaman kavramı yoktur; O, insanın ve evrenin geçmişini, şimdiki anına, geleceğini aynı anda görür. İnsanın kötülük ya da iyilik yapacağım bilir, ama müdahale etmez. Evren, bir tümel oluşumdur. Tanrı tam merkezde her şeyi lıer an görür. Bu tutumuyla ehli sünnetin de özgürlükçü ve laik .yaklaşıma yakın olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlükçü ve karışmayan, ama her şeyin yaratıcısı olan Tanrı anlayışı, İslamın altın çağında yaygın bir felsefeydi. Zamanla devlet gücünün pekiştirilmesi güdüsüyle inananlara her şeye karışan tanrı düşüncesi telkin edilmiş ve halifenin ve Tanrı'nın vekili olarak bu durumun gözleyici ve uygulayıcısı olduğu söylenmiştir. Bu anlayış içinde
-Ç-C.ÇM t/'V-
laik devletten söz etmek kuşkusuz olanaksızdır. Ne yazık ki, günümüzde de "karışan Tanrı" anlayışını gelenekçiler benimsemektedir. Onlara göre yüce güç, nasıl olur da kendi yarattığı evrene ve insana müdahale edemez? Oysa yanıt sön derece basit: Tanrı, fanilerin tutku ve arzuları, günlük yaşamlarıyla ilgilenenen Zeus değildir. Tanrı, bu kerte basit şeylerle uğraşmaz. Onlar bireysel özgürlüğü bir türlü kabul edememektedirler ve bir güce kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyi yeğlemektedirler. Oysa Tanrı, onurlu, kendine benzeyen, özgür "irade-i cüziye" sahibi insanları yaratmıştır; yoksa bir hayvan zavallılığıyla kendini kör yazgıya terk etmiş mahlukları değil! Yazgıcılar, aslında kendilerin Tanrı'nın değil, başka insanların yorum ve çıkarlarına bırakmaktadırlar. Kanımızca ülkemizde ehnl-i sünnet ağırlıkta iken ehl-i sünnetin yukarıda belirttiğimiz mutezileye yalcın .yorumlarını canlandırmak daha akılcı bir tutum olsa gerek-. Cebriyeye yakın îmamı Gazali'nin tüm yapıtları Türkçeye çevrilmişkin özgürlükçü İbni-Rüşt'ün çok az kitabı Türkçeleştirilmiştir. Ehl-i sünnet içinde bir de Muhammet Abduh yorumu var. XIX. ve XX. yüzyılda geliştirilen Abdulıçu özgürlükçü İslam yorumlarına göre Kuran-ı Kerim'de Hz. Muhammet döneminin sosyal koşullarını düzenlemek için gelen muamelata ilişkin ayetler, o dönem için reform mahiyetindedir. Hz. Muhammed İcadına yarım da olsa bir statü kazandırmıştır. O dönemde birdenbire kadını erkekle eşit düzeye getirmek büyük sorunlar doğuracağından, aşamalı bir.yöntem izlenmiştir. Bugünün gelişen koşullan içinde, aşamalar sürdürülmeli, kadınla erkek eşit düzeye, getirilmelidir. Artık kadın "Kuran"daki hükmün tersine mirastan tam pay almalıdır, şahitliği erkeğinki kadar geçerli sayılmalıdır. Özgürlükçü yorumlar ne gariptir ki, ülkemizde gündeme getirilmemektedir. Son günlerde, özgürlükçü yorum olarak Alevilik günmede getiriliyor. Ancak çok duyarlı davranmak gerekmektedir. Derinden saygı duyduğum, mensuplarından çok şeyler öğrendiğim alevilik, genelde özgürlükçü bir yorumdur. Bununla birlikte tek bir Alevilik yoktur; onda da değişik yorumlar vardır. Şiilikle, Türk Aleviliğini nasıl aynı potaya koyamıyorsak, Suri- . ye'deki ve Irak'taki Alevilik de değişiktir. Alevilikle birlikte özgürlükçü öbür yorumlar canlandırıldığı takdirde, laiklik daha bilimsel ve sağlıklı bir ortam içinde tartışılıp benimsenebilir. 4 Ağustos 1990 Cumhuriyet
Gazetesi
SOSYAL ADALET DEMOKRATİK SOL ve İSLAM Demokratik sol sosyal adaletçidir. Sosyal adalet güçsüzü, çalışanı, emekçiyi, memuru, küçük esnafı, küçük tüccarı sosyal güçler örneğin güçlü sermaye karşısında koruyan, güçlendiren ve destekleyen adalet anlayışıdır. Sosyal adaleti tarih içerisinde sosyal demokratlar, yani demokratik sol ve islam felsefesini savunmuştur. Evet... İslam sosyal adaletçidir. Hal böyle iken İslam düşüncesine, büyük sermayenin sahip çıkmasının mantığı istismardan .başka bir şey değildir. Sosyal adaleti benimsemeyen "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" diyen, güçsüzü korumaya yönelik devlet desteklerini kaldıran->Q.îfl iktidarı toplumumu-' zun gelenek ve inançlarına özde saygı göstermemektedir. Biçimsel olarak gösterdiği saygı oy avcılığına yönelik bir tutumun ifadesidir. Geleneklere saygılı olduğunu iddia eden ANAP'çılar milyarlık düğünler yapı, israf ve gösteriş içinde bulunurlarken inancımızın temel ilkesi olan sosyal adalete ters düşmektedirler. Akılcı geleneklere, inançlanmızın temelinde yatan sosyal adalete saygılı parti DSP'dir. DSP alçakgönüllü, israfı sevmeyen ölçülü insanların partisidir. _ İslam dini vurguncuları, spekülatörleri, "terazisine hU£_katan|arı^ lanetlemiştir. islam dini sosyal bir kurum olan zekatı temel ilke olarak kabul eder. Kervanı şehirin kapısı önünde kapatıp, sonra malın satış değerini fahiş bir biçimde yükselten tüccar İslam'a göre ahlaksızdır. Görülüyor ki, ulusumuzun bağlı olduğu diin israfa, şaşaya, gösterişe karşı olup sosyal adaleti, ölçülülüğü alçakgönüllülüğü benimsemektedir. Camiden okula, propaganda meydanlanna kadar geleneklerimize saygılı olduğumuz, inançlı ve imanlı olduğunu söyleyen ANAP'lılar samimiyetten uzaktır. Sosyal adaleti gözardı eden, güçlüyü daha güçlendiren zihniyet başını ne kadar örterse örtsün, sakalını nekadar uzatırsa uzatsın, Bayram'da seyranda istediği kadar karılarına ellerini öp-
türürken resim çektirsin öz ve esasta inanç ve geleneklere ters düşmektedir. İşin aslını esasını bir kenara atıp, şekilde örf ve adetlere uyulduğu izlenimini yaratmak gerçek inanç sahiplerini istismar etmek . demektir. Geleneklere ve göreneklere vicdan özgürlüğüne saygı, temel değerlerin çağdaş değerlerle sentezi "demokratik soldadır", gerçek sosyal demokratlardadır. Gerçek sosayl demokratlar vicdan ve inanç özgürlüğünün gerçek bekçileridir. Kimseyi inancından dolayı kınamaz ve küçümseyici bir tavır içine girmez; kimseyi inancına aykırı bir davranışa zorlamaz. Toplumun bazı kesimlerinde çağdışı denilebilecek davranışlar varsa bunun nedeni gerçek çağdaş düşüncenin, dinamik Atatürçülük anlayışının onlara götürülmemesidir. Zorlamalara' insanlar inançlarına aykırı davranışları benimsemezler. Davranış biçiminin dinle ilişkisi olmadığını kültür ve bilime dayalı bir gerekçeyle Cumhuriyet'ten bu yana anlatamamışsak sorumluluğunu yüksenmeliyiz. Laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden, ayrılmasıdır. Bu demek değildir ki, devlet din eğitimini Ortaçağ kalıntısı çağdışı, ehliyetsiz insanların eline bırakacak. Sosyolojik olarak kitlelerin en önemli davranış yönlendiricisi olan. dine, bilimsel ve çağdaş yaklaşım yüksek düzeyde din eğitiminden ve felsefeye verilen önemden geçer. ( B a ü ülkelerindeM_dinjadamla^^^ .en azından 3-4 tabancı dil bilmektedirler. Nevvton fiziğinden Einstein rölati vzmmnT / W ® m ® l E c e K T E c E r doğa bilimlerine vakıftırlar. Tüm dinlerin / felsefe ve ilkelerini ezbere bilmekte ve yorum yapmaktadırlar. Sorarım şimdi size, bizde kaç tane böyle din adamı var? Bunun I sorumlusu 40 yıldır ülkeyi idare eden sağ iktidardır. 40 yıl içinde çağs daş, aydın, kültürlü din adamı yetiştirmek için ııe yaptınız? Türk demokratik solu, sosyal adaleti burada da uygulayarak, dünya din bilimi alanında güçsüz gibi görünen ülkemizdeki din bilimini güçlendirici-önlemleri alacaktır. Birey ve ülkelerin güçlenmesinde pozitif bilimlerin olduğu kadar sosyal bilimlerin de önemi vardır. İnsanın manevi boyutuna yönelen din ve felsefede onu yalnız bırakırsanız, güçlendirmezseniz, cahil kişilerin, sahte evliyaların, hurafelerin içine atarsınız. Devlet olarak sosv yal bilimlerin ışığı altında, akılcı bir eğitimi benimserseniz, ancak o
zaman İslamın aydınlık özüne uygun bir tutum izlersiniz. Bu tutum gerçekçi, ülkeyi manen güçlendirici bir yaklaşımdır. Din bilgisizlerin eline bırakılırsa sömürü aracı olur. Din bilimle elele giderse, ülkelere esenlik ve mutluluk gelir. Tüketim ekonomilerinde ve totaliter rejimlerde kişinin manevi boyutu unutturulmaya çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu olanaksızdır. Manevi boyut bir olgu olarak varlığını sürdürdüğü sürece, biz kayıtsız kalırsak ya sömürüye araç olacak, şeyhler ve hocalar din aracılığıyla insanları kullanacak ya da unutturulmaya çalışılacaktır. Manevi boyutun sömürüsünün en güzel örneği ülkemizdir. Kültür, "mektep ve medreseden" nasibini alamayan Osmanlı tebası, evreni anlamak, dinin esasını kavrayabilmek için çevresindeki hacı ve hocalara koşmuştur. Hacı ve hocalardan büyük bir bölümü devletin sürdürdüğü felsefenin, yarı resmi, hatta resmi temsilcileri durumundaydı. Amaçları padişah otoritesini sağlamlaştırmak, kargaşayı önlemekti. Tıpkı bugünkü tüketim toplumlarında da totaliter düzenlerde olduğu gibi "boyun eğmeye" yönelik bir davranış modelini salık vermekteydiler. İnsanların akıllarını kullanmamaları gerektiğini, evreni ve toplumun akıllı kavranamayacağını, özgürlüklerinin olmadığını onlara söyleyerek yapacakları işin sadece ve sadece inanmak, Kur'an ve hadislerin sözlerine uymak ve boyun eğmekten ibaret iolduğu düşüncesi verilmekteydi. Zaten felsefi planda akıl-nakil mücadelesi XII. yüzyıllar_j|a,.sona ermiş. .vft. akİMLMr. işe yaramadığı, salt inanç ve imanın yön^ejcajalması.gerektiğijörüşü ağırlık kazanmıştır, Bövl'ecelslamjrasv^ nalizmi ölmüş yerini nakilcilik almıştır, Artık Kur'an ve hadîslerden" hareketle büylffilIn^iffininTSiller yapacak ve "ey insanoğlu bu böyledir, buna uy, aklına ters gelse dahi uy, çünkü akıl aldatıcıdır" yöntemini uygulayacaklardı. Nakilciler, yorumlarını halife adına yapmaktaydılar. Halife peygamberin halifesi, hatta bazı. inançlara göre Allah'ın halifesiydi. İnanmamak, uymamak söz konusu olamazdı. Rasyonalizmin ölümüyle birlikte "İslam Dünyası" karanlıklara gömülmüş, Hıristiyanların skolastik dönemine benzer bir yol benimsemiştir. Oysa İslam'ın "altın çağı" diye adlandırılan akılcı dönemde Araplar bilim, felsefe ve kültürde çok büyük ilerlemeler kaydetmişlerdi. Nakilcilere, şeyhülislamlara boyun eğen, onların tekkelerinde zik-
reden, genelde büyük kentlerde oturan "müminlerin" dışında kalıp, bu olguyu benimseyen fakat aklıyla da birşeyler arayıp da bulamayan'insanlar mistik bir yola gitmişlerdir. Bunlar devlet olayı ve felsefesinden uzak kalıp sadece sevgi ile'Allah'ı aramışlardır. Sevgi, güzellik, ahlak, dürüstlük düşüncesini işleyen bu panteist tasavvuf eğilimleri Anadolu halkının büyük bir kesimi tarafından benimsenmiştir. Bu düşünce bir yerde yöneticilerin resim felsefesine tepki anlamına gelmekteydi. Burada da kuşkusuz rasyonalizm yoktu, amaç mistik bir sezgiyle Allah'a ve onun birliğine ulaşmaktı. Anadolu Alevileri bu yolu yeğlemiştir. Demek ki, Osmanlı halkının manevi gereksinimini ya resmi hacıhocalar, ya da Anadolu'da tasavvuf erbabı karşılamaktaydı. Manevi boyutun tatmini Osmanlı Devleti içinde çok yaygın bir biçimde yukarıda belirttiğimiz yöntemlerle karşılanırken, Cumhuriyet 1 Döneminde ne yapılmıştır? Mustafa Kemal tekke ve zaviyeleri kapatırken çok yerinde bir tutum izlemiştir, çünkü tıpkı Büyük Fransız Devriminde olduğu gibi din adamları devrim karşısında reaksiyoner kalmışlardır: Ancak, manevi ihtiyaçları karşılayan kurumlar getirilmeliydi. Halk Evleri bu gereksinimi bir ölçüde gidermişse de Batı felsefesini getirme ve yayma açısından etkili rolleri olmamıştır. Batı klasiklerinin Hasan Ali Yücel'in gayretleriyle çevrilmesi insanların manevi gereksinimlerine akılcı bir çözüm getirme açısından olumlu bir aşamadır, fakat yetersizdir. Kişi örgütlenmiş topluluklar içinde sorunlara eğilirse daha işe yarar sonuçlara ulaşılabilir. Bir okul, bir eğitim kurumu, gece okulları, pazar okulları içinde felsefe ve kültür eğitimine gidilmiş olsaydı, manevi ihtiyacı karşılayan tekkelerin yerine alternatif getirilmiş olunurdu. Bu yapılmamış ve daha sonra kültür ve felsefeden bucak bucak kaçılmış tekniğe yönelik eğitim benimsenmiştir. Bu durumda yobazların halkın manevi duygularına el atması kadar doğal bir şey olamazdı. Zaten Osmanlı'dan gelen örgütlü bir "hoca takımı" mevcuttu; tekke ve zaviyelerin kapanmasına rağmen bür süre sonra ayin ve zikr törenlerine yeniden başlandı. Giderek Süleymancıların yaygın bir biçimde örgütlediği "Kur'an Kursları" Türkiye'yi "irticanın" içine attı. Demokratik sol Parti olarak ne yapmalı, ne yapılabilir?
lım. Bir başka görüşe göre, tekke ve zaviyeler Atatürk Devrimlerine aykırıdır, üzerlerine gidilmeli, sıkı bir kontrolle tüm ayin ve törenlerin yapılması engellenmelidir. Orada verilen felsefe ve din dersleri yobazlıktan başka bir şey değildir. O halde yasal mücadele etken bir biçimde yürütülmelidir. Zaten bu yerler ANAjP iktidarı, eski MSP, DYP ve eski MHP'nin elindedir. Yukarıdaki her iki eğilim de insanın tatilini gerekli manevi boyutunu görmek istememektedir. Oysa çalışmamızın başında belirttiğimiz gibi manevi tatmin kaçınılmaz bir olgudur; ekonomik olarak hangi düzeye gelirse gelsin tüm insan ve toplumların her zaman.için ihtiyacıdır. ' Manevi boyutu gericilerin sömürüsüne bırakamayız. Cumhuriyet tarihi göstermiştir ki, manevi boyut gericilere bırakıldığında, kişileri manen ele geçiren siyasal iktidarla Türkiye'yi geriye götürmüştür. Yapılacak iş şudur: / 1- Demokratik Sol Parti olarak, CHP'nin geleneksel din karşısında olumsuz bir tutumu deyimleyen jakoben tavrını unutturmak gerekir, 2- Laikliğin din ve devlet işlerinin biribirinden ayri olduğu anlamına geldiğini vurguladıktan sonra, İslam'ın mutlaka ve mutlaka bir din devjetî öngördüğü vorumunun zorunlu bir yorum ^olmadığım beUrtmeİiyiz. Başka tür yorumların dFsöz konusu olabileceğini işleyebiliriz. '3- Yaygın kültür çalışmaları ortamı içinde felsefeye ağırlık vermek ve bu bağlamda "din felsefesi" araştırma ve eğilimlerine olanak tanımak gerekir. 4- Parti'ye yakın sosyal bilimcilerin İslam'ın Altın Çağı olarak kabul edilen rasyonalist döneme ilişkin çalışmalarına destek vermek zorunludur. Böylelikle ancak rasyonalist bir yaklaşımla insanların ve toplumların ilerleyebileceğini vurgulayarak, toplumların ancak özgürlükçü ve rasyonalist bir mantalite içinde gelişebileceğini belirtebiliriz. 5- Kültür ve Felsefe Kulüpleri kurulması hususunda girişimlerinde bulunmak. Bu tür kuruluşlarda laik felsefe ve din felsefesine ilişkin konuşma, konferans ve tartışmalar yapılmak suretiyle adeta tekke ve . zaviyelere alternatif kurumlar oluşturulabilir. ,
Diğer dinlere insanların hoşgörü ve saygıyla bakabilmesi toplumsal barış ve anlayışın gerçekleşmesi açısından önemlidir. Böylelikle başka .tarzda inananların da çok farklı olmadığı hususu ortaya çıkabilir. Kulüplerde bu temaya da yer vermek yararlı olur. Sonuç olarak Demokratik Sol Parti'nin din olgusuna kayıtsız kalması-olanaksızdır. Bu dini savunan parti haline dönüşmesi.anlamına gelmemelidir. Din bir olgudur, demokratik anlayış içinde dini savunan p a r t i l e r olabilir, sDSP bunlardan değildir, ama toplumsal bir olgu olarak dinin önemini de yadsıyamaz. Geleneksel toplum örneklerinden en tipiklerinden biri olan Türk toplumunun dine bağlılığı açıktır. Çağlar boyu geri kalmışlığında, din olgusunun gerici yorumu öiıemli bir rol oynamıştır. Dinin ilerici yorumlara getirilmesinde Demokratik Sol Anlayışın katkısı olmalıdır. Aksi halde çağdışı yorumlara meydanı bırakmakla Humeyni tipi bir rejime gidilmesinde kayıtsızlığımızla katkıda bulunmuş oluruz. V ı q « f t yılında Sayın Bülent Ecevit e sunulan rapor.
TOPLUMUN DİNSELYÖNDEN AYDINLATILMASINDA FELSEFENİN ROLÜ Kuşku yoktur ki, semavi dinlerin doğrudan kaynağı uhrevidir. Yüce Tanrı peygamberler aracılığıyla insanlara buyruklarını göndenmiş, onlara bazı yükümlülükler getirmiştir. Yükümlülüklerin başında kendine kulluk edilmesi, ondan başka bir güce tapılmaması gelmektedir. Tüm peygamberlerin ve son peygamber olarak Hz. Muhammed'in tanınması ikinci temel ilke ve yükümlülüktür. Bunlar iman ve inanç kurallarıdır; müslüman olmanın ilk şartlarıdır. Yüce Tanrı, daha sonra iman ve inancın göstergesi olarak belli tarzda ibadeti şart koşmuştur. Namaz, Oruç, Haç ziyareti bu bağlamda ele alınması gereken kurallardır. İbadet kuralları diye adlandırdığımız bu biçimsel yapılar birer bağlılık göstergesi olduğu kadar, insanların dünyanın "hay ve huyundan" uzaklaştıranf onları maddi tutkulardan soyutlama olanağı veren, Allah'ın "sevgi", ı " a k ı l " , "düşünce", "bilim", "doğruluk", "dürüstlük" sıfatlarına yaklaştıran kurumlardır. Başka bir anlatımla ibadet, insanı belli bir zaman süreci içinde maddi çıkar aleminden uzaklaştırarak Allah'ın manevi boyutuna yakınlaştırır. Onun yanına yaklaşabilen, gerçekleri, doğrulan göreceli olarak tanır; O'na layık olmaya çalışır. Böylelikle Allah'ın arzu ve buyruklarının özüne inebilen kişi diğerlerine karşı daha dürüst davranmanın bilincine vara. Allah'ın insanlar arası ilişkilerdeki kesin buyruğu doğruluk ve dürüstlüktür. İbadetinişlevsel yanı mutlak hakikate yaklaşan insanı doğruluk ve dürüstlüğe getirmesidir. Yüce Tann'nın üçüncü tür buyruklan tamamiyle insanlar arası ilişkileri İçermektedir. "Muamelata" ilişkin bu ilkeler bireyin uyması gereken "kesin buyruklardır." Diğer semavi dinlerde "10 Emir" diye geçen bu buyruklann öz ve esası doğru ve dürüst olmak, "kul hakkını yememektir." Bilindiği gibi "kul hakkının yenmemesi" temel davranış ilkelerinin başında gelir. Allah "Kendine ortak koşanla", "kul hakkını yiyeni" affetmez. O kişinin affı hakkı yenilene aittir. , Yukarıda belirttiğimiz üç tür kural içinde inanç ve İbadete ilişkin
olanlarında "metne bağlı-lafzi" yorum esastır. Bunlar metne sadık bir biçimde uyulması gereken normlardır. Metne sadık kalınmakta, ancak biçimin ayrıntıları açısından sünnet ve hadislerden hareketle yorum ve uygulama cihetine gidilmektedir. Bundan dolayıdır ki, değişik mezheplerde ve gruplarda biçimde farklılıklar görmekteyiz. Amaç Allah'a bağlılığı göstermek ve ona yaklaşmak olduğuna göre ayrıntı kanımızca büyük önem taşımamaktadır. "Muamelata" ilişkin kurallarda ahlak, adalet, iyilik, güzellik ilkelerinin gündeme geldiğini yukarıda belirttik. Kur'an'da Allah-u Teala "Ey insanlar; size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki şeylere şifa, müminler için hidayet ve rahmet gelmiştir" (Yunus Suresi, 57) diye buyurmuştur. "Bunun içindir ki, İslamiyet bütün hükümlerinde sevgi ve adaletin hakim olduğu faziletli bir toplum meydana getirme cihetin yönelmiştir". Dinin muamelattan amacı bireyi yetiştirmek ve onu ahlaksal açıdan olgunlaştırmak, adaleti yerine getirmek, kötülüğü defetmektir. İyilik-Kötülük; adalet-adaletsizlik; doğru-yanlış; güzel-çirkin felsefi ve sosyolojik boyutta yer alan değer ikilemleridir. Değerler salttır, ancak onların toplum içerisinde görünüm kazanması tarihsel süreç içerisinde değişik yapılarla karşımıza çıkar. Sosyal, ekonomik, kültürel koşullar ahlak ve adalet değerlerini her ilişkide göreceli olarak karşımıza getirmektedir. Bu durum adalet ve ahlak değerinin özde saptığı anlamına gelmemelidir; Yüce Allah her zaman için ahlaklı, dürüst olmayı; adil davranmayı buyurmuştur. Ancak bugünün gelişen ekonomik koşulları, iletişim çağı içinde adaleti ve ahlakı doğru kavramak; kavransa bile sağlıklı bir şekilde uygulamaya sokmak kuşkusuz 1400 yıl öncesine nazaran çok daha karmaşıktır, XX. yüzyılın getirdiği girift, çok boyutlu teknik, ekonomik, sosyolojik, politik sorunlar içinde Allah'ın iradesine uygun adil düzeni gerçekleştirebilmek biz faniler için çok daha zorlaşmıştır. Belli bir varoluş ortamında hangi tür davranışın adaleti ve ahlakı ifade edeceği çelişkili tutum ve görüşlerin doğumuna yol açabilir. Engin ve geniş bir kültüre sahib olarak, tüm eğilim ve felsefi akımların adalet değerlendirmesini tanıyarak, sosyal yapı ve sorunları iyi irdeleyerek, dünya politika konjonktürünü doğru kavrayarak ancak adalet ve ahlak kavramının özüne yaklaşabiliriz. Başka bir anlatımla
çağımızın insanı engin bir felsefe bilgisiyle, sağlıklı sosyal analiz kuram ve şemalarına inmekle adalet ve ahlakı kavrayabiliriz. Felsefe Kültür ve Din Çağımızın insanı ve özellikle toplumları yönetenler ve yönlendirenler insanlık kültür zincirinin altın halkalarının düşüncelerine vakıf olmalıdırlar. Çağızımızın insanı Antik Hint, Yunan kültürünü, Anadolu, İslam uygarlıklarının düşünürlerini, Batı uygarlığının temel direklerini bilmezse kendini yetiştiremez. Aristo'yu, Platon'u, İbni Rüşt'ü, İbni Sina'yı, Montesquieu'yü, Rousseau'yü, Bergson'u ve diğerlerini tanımayan; onların ahlak ve adalet yorumlarına yabancı kalan kişi Allah'ın muamelat hükümlerini günümüz koşullarına göre yorumlayamaz. Kur'an'la birlikte kutsal sünnet ve hadisler önemli rehberlerdir; onlar örnek alınır. Ancak örnekleri de doğru yorumlamak gelişmiş bir akıl ve bilgi düzeyini gerektirir. Bu da insanlık kültür hazinesine katkıda bulunanları, tanımakla mümkündür. Dar yorum kalıpları içinde kalmak; sadece nakle dayanmak statik bir tutumun göstergesidir. Nakiller akılla birlikte doğrulan getirir. Yaşamın hızla akışı, dinamizmi içinde dar, lafzi yorum gelişmelere ayak uyduramaz; Allah'ın iradesine ters düşme olgusuna yol açabilir. Fahrettin Razi'nin dediği gibi "Her nakil zaten bir akıldır." O naklin öze, Kur'an'a ve kutsal sünnetlere, hadislere uygun olup olmadığını da akıl saptayacaktır. Bu nedenle yorumcu ve uygulayıcının aklı zengin bir bilgi birikimine sahip olmalıdır. Aklın zenginleşmesi felsefeye bağlıdır. Demek ki, felsefe eğitimi, evrensel kültür zincirini tanımak, gelişen dünya koşullarını bilmek muamelat hükümlerinin günümüzde sağlıklı bir biçimde uygulamaya konulması bakımından büyük önem taşımaktadır. Sadece muamelatta değil iman, inanç ve ibadet hükümleri bağlamında da felsefi tefekkür zorunludur. Allah'ın niteliği (teodise) sorunu ontolojik (varlık bilimsel) mahiyettedir ve felsefi, teolojik bir konumdadır. Yukarıda anlattığımız ibadetin nihai amacının anlaşılması ve kitlelere aktarılmasında da felsefe eğitimi önem taşımaktadır. Nihai amacın bilincine vararak, ibadette öze gidişin önem taşıdığını anlayan mümin, dinin özü olan doğruluk, dürüslük kurallarına daha anlamlı
bir biçimde sarılır. "Biçimi gerçekleştiriyorum, gerisini Allaha nasıl olsa affeder" psikozundan kurtulan birey böylelikle doğru muamelat ortamının gerçekleşmesinde toplumsal zemini hazırlamış olur. Felsefe ve Uygarlık Felsefenin eğitimde yaygınlaştığı dönemlerde tüm uygarlıklar ileri gitmiş, kültür düzeyi yükselmiştir. Batı'nın ilerlemesi sosyal ve ekonomik faktörlerle birlikte felsefenin yüceltilmesi olgusuna, bağlıdır. Renesans Antik Yunan felsefe ve kültürünün yeniden doğuşudur. Rönesaîısla birlikte insanın özü, Tanrı hikmetinin anlam ve içeriği sorunlarına yaygın bir biçimde eğilinmiş, buradan da Aydınlanma Çağ'na geçilmiştir. Aydınlanma Çağı bireyin beyninin aydınlıklara, düşünceye, doğrulara yönelmesinin çağıdır. Aydınlanma Çağı filozofları Erasmus'lar, Descartes'ler, Leibniz'ler, Spinoz'lar Tanrı'nın mahiyeti sorunlarıyla uğraşmışlar ve insanın aklın verileriyle O'na ulaşabileceğini söylemişlerdir. Başka bir anlatımla aklın ürünü felsefeyle insanoğlu Tanrısal boyutla iletişim kurma olanağına sahiptir. Bu herkes için söz konusudur, sadece din adamları için değil. Bu düşünürlere göre akıl insanı daha sağlam bağlarla Allah'a götürebilir. Akılla zincirlerini kıran insan, aracıya ihtiyaç olmaksınız Allah'la iletişim kurabilmektedir. Laik düşüncenin temelinde bu yaklaşım yatmaktadır. Aydınlanma Çağı, Batı Uygarlık ve kültürünün gelişmesinin ön ışığıdır. Hurafelerin, batıl inançların yerini Tanrı kökenli akıl almıştır. Aydınlanma Çağı bazı olumsuz felsefeleri de doğurmuş olabilir, ama akılla Tanrı'ya ulaşma anlayışı önemli bir aşamadır. Aslında İslam, yüzyıllar önce aynı şeyleri söylemekteydi. "İrade-i Külliye ile İrade-i Cüziye" arasındaki ilişki; akılla evrensel hakikat arasında kurulan iletişim İslam rasyonalizmi ve İslamın Aydınlanma Çağı değil midir? Felsefenin yoğun tartışıldığı Hicri II. ve III. yüzyıllar gerçek bir Altın Çağdır. Bu dönemlerde İslam aleini uygarlık ve kültürde çok ileri bir düzeydeydi. Başarı felsefenin, kelam ilminin eseriydi. Kelam ilmi Abbasiler döneminde güçlenmiştir. Ne yazık ki, bu kültür yapısı tüm boyutlarıyla daha sonraki çağlara yansımamıştır Halife Harun-Reşit ve Mem'un dönemlerinde felsefeye, kelam ilmine ayrı bir önem verilmişti. Halife .Mem'un her cuma öğleden sonra Hı-
ristiyan, Müslüman, Musevi din adamlarını, filozofları sarayda toplayarak yoğun kültür, din ve felsefe söyleyişleri yaptırmaktaydı. Avrupa karanlık Orta Çağı yaşamaktayken, felsefenin geliştirdiği büyük beyinler İslam Uygarlıklarını yüceltmekte Harun Reşit'i Şarlman'a saat armağan edecek düzeye getirmekteydi. Mem'un'un kurduğu "Beytel Hikme" İslam Uygarlıklarının değişik yörelerinden gelen insanların aydınlandığı üniversite düzeyinde güçlü bir kurum : niteliğine sahipti. Felsefe uygarlık düzeyini yükselttiği kadar hümanizma düşüncesini, insan sevgisini de geliştirmişti. İnsan ruhuna huzur veren müzik, edebiyat, güzel sanatlar diğer uygarlıklarla karşılaşürılmayacak boyutta zenginleşmişti. Ancak ne yazık ki, Miladi XII. yüzyıldan itibaren Doğu İslam Aleminde, bir iki istisna dışında sistem oluşturan, dünya kültürünü etkileyen, Batı filozoflarına esin kaynağı olan düşünürlere rastlamak çok güçtür. Endülüs İttoi Rüşt'ü, Magrib İbni Haldun'u yetiştirmiştir. Artık Maveranunehir'de bir Farabi, bir İbni Sina yoktur. Bazı aşırılıklarına rağmen İslam rasyonalizmini savunan mutezilenin kökü kazınmıştır. Düşüncenin önüne set çekilmesiyle birlikte, uygarlık yarışında İslam, bayrağı Batı'ya kaptırmıştır. Batı bilim, sanat, edebiyat, felsefe ve kültür alanındaki bilgi ve değerleri Haçlı Seferleri sırasında İslam'dan öğrenmişti. Haçlı Seferleri sırasında müslümanlarla çok yakın ilişki kuran ve 1215 yılında İmparator olan Sicilya Kralı II. Friedrich, müslüman adetlerini benimsemiş, arapça öğrenmiştir. İslam filozoflarına hayranlık duyan II. Friedrich 1224 yılında Napoli'de bir üniversite kurarak İslam düşüncesini tanıtıcı bir eğitim yaptırmıştır. Napoli dışında Bolonya ve Padova'da İbni Rüşt'çü akademiler eğitim ve yayın faaliyetlerine geçmişlerdir. XIII. yüzyılda İbni Rüşt'ün tüm eserleri latinceye çevrilmiş bulunuyordu. Burada dikkatimizi çeken bir husus İbni Rüşt'üçn eserlerinin yeni yeni Türkçeye çevrilmeye başlanmasıdır. Düşünmeyi, akılla Tanrı hikmetine ulaşılabileceğini savunan düşünürün eserleri ancak XX. yüzyılda ülkemizde gündeme gelmişken, düşünmeyin, akıl yanıltır, aklınızı çalıştırmayın" diyen, nakillere kayıtsız koşulsuz itaati tavsiye
eden düşünürlerin eserleri yüzyıllardır bir çok din adamının başucu kitabı olmuştur. XIII. yüzyılda İslam kültürünün öğretilmesinden kompleks duymayan Batılılar, oysa XI, yüzyılda yamyam seviyesindeydiler. 1098 tarihinde Maara kentini ele geçiren Haçlılar çoluk çocuk demeden tüm müslümanları kılıçtan geçirmekle kalmamışlar onları ateşte kızartmak suretiyle yemişlerdir. İnsan etinin lezzetini unutamayan yamyamlar hızlarım alamamış, daha sonra köylere baskın yaparak körpe çocukları öldürüp yemişlerdir. Resmi Batı Tarihi'nin yüzyıllarca ört~bas ettiği bu gerçek Büyük Fransız Devrimi'nden sonra tarih kitaplarında yer almıştır. Felsefenin olmadığı yerde hümanizmanın olmayacağı aşikardır. Onlar gerçek Hıristiyanlığı bilmediklerinden, çoğu dinsel kökenli rahip ve asker olmalarına rağmen, sadece biçime uymakla Allah'ın katında itibar kazanacaklarını sanmaktaydılar. Boyutu aynı olmamakla birlikte din adına bugün otellerde insanları diri diri yakanlar da niteliği ne olursa olsun düşünce ve felsefeye tahamülsüzlükierini ortaya koymaktadırlar. Gerçek inanç sahibi tahriklere kapılmaz. O, Allah'ın Yüce Nur'unu destek alarak felsefe, ve fikirle mücadelesini sürdürür. İslam'da da mezhep ve din kavgalarına, öldürmelere rastlanır, ama yamyamlığa asla. Felseferiin gerilediği dönemlerde hümanizma bizde de unutulmuştur. Dindeki değişik yorumlayanlar bizde de zındıklıkla suçlanmış; çoluk çocuk demeden "katli vaciptir" fetvaları verilmiş; kitleleri kuyulara gömme operasyonları yapılmıştır. Alınmanın, saklamanın gereği yoktur. Karşılıklı iktidar hırsının kışkırtma boyutları cahil kitleleri biribirine düşman etmiştir. Felsefesiz toplum vahşileşir, ulirevi değerleri gerçekleştirdiği inancıyla diğerlerini öldürür. Cehalet insanlığı, insancıllığı, hümanizmayı tanımaz. Hakikat Yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Hakikati tarihsel boyutlarıyla da bilmeliyiz ki, O'nun buyruklarını doğru algılayıp, uygulayabilelim. Eskinin yamyam, yobaz, hakikatleri saklayan Hıristiyanların önde gelen liderleri, kuruluşları artık felsefeye yönelerek gerçeği görmeye başlamıştırlar. Vatikan dünyasında "Dinlerarası Diyalog KonsiF'i kurulmuş ve yoğun çalışmalara girilmiştir. "Kilise dışında selamet yoktur" anlayışı içinde olan Vatikan, 1963 yılında başlayan
II. Vatikan Consil'iyle birlikte bu görüşünden vazgeçmiştir. Keza Beyaz Babalar diye adlandırılan bir grup katolik din adamı Roma'da İslam Arap Araştırmaları Enstitüsünü Vatikan'a bağlı olarak kurmuştur. Bu enstitüde (Pontifıcio Istituto dı Studi Arabi E D'Islamistico) yapılan eğitim ve öğretimde İslam ülkelerinden din alimleri çağrılarak onlara-ders verdirilmektedir. Enstitünün çıkardığı "İslamochristiana" adlı yıllık dergide Hıristiyan-Müslüman diyalogu bağlamında felsefi ve dinsel yazılara yer verilmektedir. Kanımızca artık bizlerin de bu tür çalışmalara yönelmemiz gerekmektedir. Diyanet işleri bünyesi içinde bir'enstitü kurulmalı ve yurt dışına yönelik faaliyetler yapılmalıdır. Dergiler çıkarılmalı, yayınlar gerçekleştirilmeli, Türk din alimleri başka dine mensup ülkelerin üniversitelerinde İslam dinini felsefi boyutlarıyla daha yoğun bir şekilde anlatmalıdırlar. Felsefe ve Din-Mezhep Çatışmaları Felsefeye önem verildiği takdirde din ve mezhep çatışmalarının asgari düzeye ineceğini yukarıda belirtmiş bulunuyoruz. Din ve mezhep çatışmalarında sosyolojik, ekonomik, politika ve inanç yoluna ilişkin faktörler rol oynamaktadır. Sosyo-ekonomik, politik foktörler çatışmanın maddi boyutunu oluştururken; inanç biçim ve yolu manevi öğeyi gündeme getirmektedir. Örneğin XVI. yüzyılda protestanlığın ortaya çıkışında dünya sahnesine gelen burjuva sınıfının çıkarları yeni mezhebin sosyal ve ekonomik dayanağıydı. Lutlıer ve Calvin'in Hıristiyan dinini Aziz Augustin'e dayalı yorumları ise işin manevi, dinsel ve ideolojik inanç zeminini oluşturmaktaydı. Gelişen merkantilizim, fızyokrasi ve kapitalizm karşısında yeni oluşan ve zenginleşen burjuvazinin malvarlığını "helal" hale getirici yorum şöyle diyordu: Arzu edilmese de ticaret ilişkileri insanları günaha sürükleyebilir. Dünya zaten günahlarla doludur. Bununla birlikte dünya işlerinden kaçmak da mümkün değildir. İnananımın yapacağı şey bunun bilincinde olmak ve fakat günahlardan arınmak için İncil'de yazılanlara kayıtsız koşulsuz uymaktır. Bu yaklaşım senyör ve krallar dışında kalan basit halka ticaret yapma imkanı sağlıyor, onları manen rahatlatıyordu. Kiliseye her pazar giden, dinin biçimsel yapısına uyan kişi ilahi affa mazhar olabil-
meyi düşleyip, ticareti de kurallarına göre yürütüyordu. Püriten ahlakı denilen bu tutum, baskı ve terörle dahi olsa da Hıristiyanlığın yayılmasını söyleyen, Haçlı Seferleri'nin, Enkizisyon mahkemelerinin manevi kurucusu Aziz Augustin'e dönüştü. Mezhep savaşları Avrupa'da böyle başladı. Bugün ABD'deki yobaz protestanlık bu anlayışın ürünüdür. • Gücü elinde tutan katolik iktidarlar, ekonomik çıkarlarını kaybetmenin korkusuyla yeni mezhebin mensuplarını zındıklıkla suçlayarak katletmişlerdir. Etki tepkiyi getirmiş, kıran kırana mücadeleye girilmiştir. Düşünce ve felsefeden uzak zavallı halk, inanç yollarındaki farklılıklar nedeniyle savaştığını zannetmiştir. Kültür düzeyi yüksek, felsefenin engin bilgi hazinesinden nasibini alan insanların bu tür kıyamlara alet olma ihtimalleri zayıftır. Onlar yorumlar değişik olsa da, öz aynı oldukça, biçimdeki ayrıntıların önemsizliğinin farkındadırlar. Benzer çatışmaları Türk tarihi de yazmıştır. Bu tür çatışmalar çıkar gruplar tarafından günümüzde de körüklenmektedir. Anadolu Aleviliği diye adlandırılan akımın felsefesi ve sosyal, ekonomik faktörlere bağlı olarak geliştiğini bilmekteyiz. Soruna sosyolojik boyutta ele aldığımızda görmekteyiz ki, davranış ve ibadet biçimleriyle Anadolu Aleviliği'nde manikheen, şaman, Ön Asya kültlerinin etkisi vardır. Anadolu bir uygarlık köprüsüdür. Maveranunehir'den Anadolu'ya gelen Türk boylan buradaki halkı Hak dinine davet etmiştir. Onlar da müslüman olmuştur. Tarih ve din sosyolojisinin verileri göstermektedir ki, yeni dine geçen kitleler, eski din alışkanlıklarının biçimsel olanlanndan kolay kolay vaçgeçemezler. Onları müslümanlaştıran Türklerin de müslüman olmaları yenidir. Uygur Türkleri'nin manikheen olarak 400 yıl yaşadığı, mazdeizmin' Orta Asya'da Batı'ya doğru ilerleyen boylan bir hayli etkilediği bilinmektedir. Anadolu Alevileründe görülen töreler, örf ve adetler bu tür sosyal, tarihsel ve kültürel olgulara bağlı olarak günümüze kadar gelmiştir. İşin manevi, dinsel temelinde de bir müslüman düşünür olan Hallac-ı Mansur'un sistemi yatmaktadır. 26 Mart 922 tarihinde Bağdat'a idamından önce Hallaç Maveranunehir, Orta Asya'ya yaptığı seyahatlerde Türk topluluklarına hitabetmiş ve onları Allah yoluna davet etmiştir. Deyim yerindeyse bir İslam misyoneri olarak Hallaç, henüz manikheen, budist, mazdeist, hristiyan, şaman olan Türk boylarının
müslümanlaşması uğrunda büyük gayretler sarfetmiştir. Oğullarından birini Nişapur'a yerleştiren Hallaç Türklerin önemini görmüştü. Hallaç felsefesinde Allah'a olan aşk önemli bir yer tutmaktadır. Yüreği berraklaştırarak Allah'a aşk ile ulaşmak Hallaç dinbiliminin eksenidir. O, Allah'a akılla varmaya çalışan mutezileyi; düşünceyi bir kenara itip biçime ağırlık verip, halifeye kayıtsız'koşulsuz itaati benimseyen cebriyeyi reddetmiştir. Onun yolu saflık, berraklık, şeffaflık ve aşk doludur. Kendisi sünnidir, İran şiası yandaşı olmamıştır; ibadet biçimlerine önem verir. Namazında, abdestinde, niyazmdadır, devamlı oruç tuttuğu rivayet olunur. Üç kez Kabe ziyaretinde bulunmuş, ikincisinde iki yıl müddetle Kabe'nin yanı başından ayrılmamıştır. Ama Hallaç şöyle de demektedir: İbadette amaç Allah'a yaklaşabilmektir. Bunun için ihtiraslardan, kibirden, dünyevi çıkarlardan uzaklaşmak gerekir. İbadet dünyeviliği bir kenara bırakarak, adeta paranteze alır ve uhreviyete yaklaştım. Örneğin abdeste burna çekilen su kibir ve azameti «siler. Namazda rükû tüm insanlığın, Allah'ın, Evren'in önünde eğilerek onların güzelliği ve görkemliliğine gösterilen saygıdır. Biçime uymadan ibadet yapanlar da, eğer uhreviyete yaklaşabiliyorlarsa onlarda Allah'ın indinde makbul kişidirler. İbadette biçim vasıtadır; amaç Allah'ın aşkına ulaşabilmektir. Hallaç, görüşlerini Türk boylarına anlatmış. Görüşler diğer kuşaklara geçmiş, Hicri 561 yılında ölen Ahmet Yesevi Türkistan'da Hallac'çı düşünceyi sistemleştirmiştir. Yesevi'nin müritleri, Horasan Erenleri bu görüşleri Anadolu'ya taşımışlardır. Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli bu çizginin temsilcileridir. ' Anadolu Alevileri Hallac'çı düşünceyi kendi örf ve adetlerine, eski dinlerinin alışkanhklanna bağlı olarak yorumlamışlar ve klasik ibadet biçimlerine uymamışlardır. Bundan dolayı da zındıklıkla suçlanmışlar, "katli vaciptir" fetvalarına maruz kalmışlardır. İşin politik cephesi olan Şah İsmail'in politik emellerine alet olmayı bir kenara bırakırsak, haksızlığa maruz kalmalarının nedeninde felsefi ve sosyolojik kökenli faktörler yatmaktadır. Tıpkı Afrika'da, Endonezya'da, Mali'de, ABD'de değişik tarikatlarda olduğu gibi biçimde farklılıklar olabilir; öz hepsinde aynıdır. Biçimden öte, özde de farklılıklar gösteren Zenci Müslümanlara sahip çıkıyoruz, ama kendi içi-
mizdekileri lıorluyorsak, bu tutumda bir yanlışlık vardır. Onlar da Allah'a inanmakta; Hz. Muhammed'in O'nun resulü olduğunu bilmektedirler.-Ehli Beyt sevgisi zaman zaman aşırıya kaçabilir, ama inanç zemini aynıdır. Bunu böyle kabul etmediğimiz taktirde onları yanlış yollara itebilir, bölücülerin, marksistlerin kucağına atabiliriz. Nitekim son zamanlarda alevilikle marksizmi birbirine müsahip kılanrlar çıkmaya başlamıştır. Felsefenin aydınlığı İslam'ın esenliğine katkıda bulunuruz. Felsefe ve Yorum. Çalışmamızın başında belirttiğimiz gibi İslam'ın muamelata ilişkin kurallarında felsefenin rolü çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Muamelata ilişkin hükümlerin insanlar arası ilişkilerde adalet ve ahlak değerini güncelleştirmeyi amaçladığına değinmiştik. Yüce Allah, insanın bu dünyada insan haklarına saygılı, dürüst, doğru, adil olmasını istemiştir. Kur'an-ı Kerim'in bu dünya için nihai gayesi, olanaklar ölçüsünde adil ve ahlaklı bir düzenin gerçekleştirilmesidir. Ancak gene yukarıda belirttiğimiz gibi ahlak ve adalet değerleri salt, mutlaktır ama zaman ve yer koşulları içinde uygulama ve görünüm ortamları değişik biçimlerle karşımıza gelebilir. Örneğin eski hukuk sistemlerinde kölelik meşru bir kurumdu. İslam dini köleye adil davranmasını emretmektedir. Böyle bir kuralın varoluş nedeni adalet değerini güncelleştirmek (aklüalize etmek), yaşama geçirmektir. Keza azad etmek sevap kazandırmaktaydı. Günümüzün modern hukuk sistemlerinde köle edinmek hukuka aykırı bir düzenleme olduğu kadar ahlak ve adalete de ters düşer. Geçmiş zamanların sosyal, ekonomik, tarihsel koşulları içinde, insanca davramldığı taktirde kölelik kurumu adalete ve ahlaka ters düşmezken bugün tamamiyle ahlak ve hukuk dışıdır. Kur'an'dan yol alarak daha somut bir örnek verelim. Bilindiği gibi Nisa suresinin 11. Ayetinde mirasın bölünmesinde "bir erkeği iki kadının hissesi verilir" denilmektedir. Ayetin meali şöyledir: "Evladınız hakkında Allah'ın size tavsiyesi (emri) şudur. Erkeğin hissesi iki kızın hissesi kadardır. Kızlar ikiden fazla ise mirasın üçte ikisi onlarındır. Kız bir tane ise yansı onundur" denilmekte ve aynnülar da düzenlenerek devam edilmektedir. Ayeti kerimede kız evladın mirastan erkeğe nazaran yarı hisse alacağı açıktır. Yorumlar genelde bu hükme bugün de uyulması ge-
rektiğini ye Kur'an-ı Kerim'deki muamelata ilişkin tüm hükümlerin bugün dahi tatbik edilmesi halinde, bütünlük; içinde diğer müesseselerle birlikte adalete aykın düşmeyeceğini söylemektedir. Yapılan bu tür yorumlarda lafza titizlikle uyulmakta ve bunun dışına çıkmanın Allah iradesine karşı koyma olduğu iddia edilmektedir. Bu hüküm Allah buyruğudur ve hukuki bir niteliği vardır. Biliyoruz ki, hukukta lafzi, tarihi, teleolojik (amaçsal, gai), sosyolojik yorum metodlan vardır. Gelişen ve değişen sosyal koşullar içinde lafız zaman zaman amaca, gayeye uymayabilir. Yukarıdaki mülahazamızdan yol alarak mirasa ilişkin Nisa Suresi'nin 11. Ayetine teleolojik ve sosyolojik yorumun tatbikini önermekte ve böylelikle Allah iradesine daha sadık kalınacağı görünüşünü savunmaktayız. Kur'an-ı Kerim'in amacı adil düzendir. Hukuksal nitelikli muamelat hükümlerinin amacı adaletin teesüsüdür. O günün sosyal koşullan içinde kadına, yarım da olsa pay verilmiş olması adalet kavramının uygulanmasına bir örnek oluşturmuştur. Cahiliye' döneminde kadın mirastan hiç pay almazken, İslam'la birlikte yarım da olsa pay almış olması adaletin o günkü sosyal koşullar içinde görünüm tarzıdır. Adalet o gün için öyle tezahür edebilirdi. Birden bire tam pay alması sosyo-ekonomik sistemi alt-üst edebileceği gibi yüzyıllardır kadının hak sahibi olmayacağını düşünen kamu vicdan ve bilincinde ağır yaralar açabilirdi. Mirasa ilişkin hükümler o günün adalet anlayışına bir devrim olarak gelmiştir. Kur'an'da adalete örnek pek çok hüküm vardır. Yüce Allah "adil olun, işte örnekler" diye buyurmuştur. Kendi çağımızda o örneklere bakarak bugünün sosyal koşullan içinde aklımızla Kur'an'm adaletini bugüne uygulayacağız. Teknolojik gelişmenin görkemliği, iletişim çağının hızla haber akışı, akılalmaz ekonomik değişiklikler, karmaşık, girift sosyol ilişkiler içinde kadının mirastan yarı pay alması gerektiğini savunmak kanımızca onu adil olmayan bir konuma itmek demektir ki, adaletsizliği gündeme getirmek Kur'an'm.özü ve ruhuna aykırı düşer. Bugün muamelata ilişkin hükümlerde, bu arada yukarıda verdiğimiz mirasa ilişkin kurallarda teleolojik ve sosyolojik yorum yöntemini kullanacağız. Kur'an-ı Kerim Allah kelamıdır. Bunda asla kuşkumuz yoktur. Ancak kulun anlayabilmesi için kelam insan diliyle yer yüzüne inmiştir. Yorumu insan dili, insana ilişkin şartlara bağlı olarak insan aklıyla
yapacaktır. Evrensel yaratılış Allah'ın eseridir, ama irade-i cüziye ile mükafatlandırılmış insan kendi akıl ve iradesiyle sosyal ilişkiler üretmektedir. Sosyal ilişkiler kazustik (ayrıntılı, olaylara bağlı) anlayışla .hukuk normu haline getirilemez, Adalete ilişkin temel ilkeler örnek olarak verilir, uygulamada yorumu insan gerçekleştirecektir. İslam Rönesansı Bu görüşlerimiz kuşkusuz hiç de orijinal değildir. Ülkemizde de uzun süre söylenmiştir. Felsefenin ihmaline paralel-olarak yazık ki, bu tür görüşler itibar görmemiştir. Mehmet Akif Ersoy, Şemsettin Günaltay, Said Halim Paşa, İsmail Hakkı İzmirli, Mehmet Ali Ayni, Hilmi Ziya Ülken, Ömer Rıza Doğrul ve günümüzde Üniversitelimizde bir bölüm değerli İlahiyat Öğretim Üyeleri, çağa uygun yorumun gereğini vurgulamışlardır. Aydın din çevrelerinde benimsenen ancak halka ve camilere yansımayan çağdaş bakış açısı, İslam Rönesansı, İslam Alemi'nin "yeniden şahlanışının müjdecisi olabilir. İslam Rönesansı (Nahda Harekatı) ne yazık ki İstanbul'dan Dersaadetten uzak bir yerde Kahire'de XIX. yüzyılda başlatılmıştı. Mehmet Ali Paşa'nun Mısır'da gerçekleştirdiği bir seri reform hareketi içinde din adamlarını Avrupa'ya göndermiş ve onların Batı uygaynğıyla birlikte, Batı felsefesini öğrenmelerinde de önderlik yapmıştır. Tahtavi (1801-1873). Fransa'ya giden öğrencilerin başına imam tayin edildiğinde Aydınlanma Çağı filozoflarının eserlerini okumuş ve Fransızca'dan çeviriler yapmıştır. Tahtavi Batı'nın sadece uygarlığıyla değil kültürüyle de bir Batıİslam sentezinin gerçekleştirilmesini öngörmüştür. > Tahtavi'den sonra Şeyh Muhammed Abduh (12849-1905) Mısır'da benzer düşünceyi işlemiştir. Keza Cemalettin Afgani (1839-1897), Hint müslümanlanndan Seyid Ahmet Han (1817-1889), Muhammed İkbal (1875-1938), Tunuslu Hayrettin Paşa (1810-1889) aynı paraleldedirler. İyi bir müslüman olan Tunuslu Hayrettin Paşa'ya göre Avrupa'dan alman sosyal kurumlar İslam'a aykırı değildi. "Bilinmelidir ki, ihtiyaç ve zaruret sadece şeriatın emrettiği şeylerden ibaret değildir. İyi olan, iyilik yolunda yapılmış olan her şey (...) şeriata uygunluk halindedir. Zira şartlar daima değişir".
SONUÇ Yukarıda zikrettiğimiz düşünürlerin bir bölümünün politik tutumlarında eleştirilebilecek yönleri olabilir. Ancak felsefeyi İslam dinine yeniden kazandırma çabaları; şeriat hükümlerine akıl, çağa göre teleolojik ve sosyolojik yorum esasları getirme arzulan taktire şayandır. İslam uygarlıklannın Altın Çağa dönüşleri ancak akıllı ve felsefenin yeniden canlandmlmasıyla olanaklıdır. Bu bağlamda Batı'mri İslam'dan esinlenerek aldığı Aydınlanma Felsefesi ve rasyonalizme sahip çıkmamız gerekir. İslami geleneğe bağlı olarak bu rasyonalizme sevgi ve aşkı da katmalıyız. Felsefenin güçlendiği yerde çağdaş gelişmelere ayak uydurulduğu kadar hoşgörülü .yaklaşımlar da yaygınlaşır. Hoşgörü dinlere ve mezhepler arası anlayış ortamı yaratır, evrensel barış belki de bir hayal olmaktan kürtulur. BİBLİYOGRAFYA - EBU ZEHRA, Muhammed: İslamda Fıkhı; Mezhepler Tarihi, çeviren Abdülkadir Şener, Hisar Yayınevi. - GARDET, Louis et ANAWATI M.M.:H Introduction â la Theologie.Musulmane-Essai de Theologie Comparee- Paris 1984, J. Vrin. - MANTRAN, Robert: İslamın Yayılış Tarihi, VII-XI. Yüzyıllar, Çevr. İsmet Kayaoğlu, Ankara 1981, AÜİF Yayını. - GARDET, Louis: La Çite Musulmane, Paris 1954, J. Vrin: - YURDAYDIN, Hüseyin: İslam Tarihi Dersleri/Ankara 1982, AÜİF Yayını. . ' J-' - MAALOUF, Amin: Les Croisades Vues par Les Arabes, Paris 1983. - HIMY, Armand: Le Puritanisme, Paris 1987, PUF. - MASSİGNON, Louis: La Passion De Hallaj, Martyr mystique de I'Islam, Paris 1975, T. I ve II. - TOPALOĞLU, Bekir: İslam'da Kadın, İstanbul 1983, Yağmur Yayınevi. - SABANEGH E.S.: MUHAMMAD-Le Prophete, Paris-Rome (-Ar.) 1-5 Kasım 1993 tarihlerinde düzenlenen I. Din Şurasında sunulan bildiri.
ABD'DE DİNLER GİRİŞ ABD'de din ve inanç olgusu devlet ve toplum yapısının belirleyici öğesidir. Devletin kuruluşunda, ABD'nin uluslararası gücünü artırmasında Hıristiyan dinine bağlı değişik mezheplerin çaba ve gayretinin boyutları başka ülkelerle karşılaştırılmayacak derecede önemlidir. Hukuksal ve politik yapıda din, inanç ve ibadet özgürlüğüne' verilen yer ve önem tartışmasız gerçek bir liberalizmi ortaya koyar. Tüm sosyal yaşam Kilise ve buraya bağlı kuruluşlar çerçevesinde, oluşur ve gelişir. ABD'de tüm başkanlar inanç ve ibadetlerini kamuya göstermekten gurur duyarlar. înanç ticareti politikada çok sık kullanılan bir yöntemdir. Liselerde yakın zamana kadar dersler her sabah Tanrıya şükran duasıyla başlatılırdı. ABD tarihinin ilk katolik başkanı J.K. Kennedyi'nin bağnaz protestanlar tarafından öldürüldüğü, bu muamma ile ilgili üretilen varsayımlardan biridir. 1950-1960 yılları arasında, Yüksek Mahkeme Kararları'nın bir kısmında ABD halkının "dinsel,bir toplum oluşturduğu" hususu vurgulanmıştır (Religion, Politics and Democraty by James REICHLEY in Dialogue 3-1992, s. 48. ABD'de protestan ağırlıklı mezhep ve alt ayırımlar (denomiııation) Luther ve Calvin'ci geleneğe bağlıdır ki, bu Aziz Aııgustin (IV-V. yüzyıl)'in teolojisine dönüştür. Özellikle Calvin'ci (Kalvenci) protestanlık yazgıcı yapısıyla koyu bağnaz bir hristiyanlığı temsil eder. Calvin'ci yorumlar başka dine mensup olanları iflah olmaz zındık, kafir olarak kabul eder. Yobaz yorumlar ağalıktadır, ama ülkenin gelişmesine katkısı olan liberal yorumlar da mevcuttur. Dünyaya hükmeden ABD'nin sosyal, politik, hukuksal, ekonomik yapısında son derece de önemli yeri olan din olgusunu ne yazık ki, Türkiye kamuoyu yeterince tanımamaktadır. Sosyal dokunun, tanınması kadar, bu dokunun dünya siyaseti üzerindeki etkisini bilmek de ayrıca önem taşımaktadır. ABD'de din olgusu hukuksal boyutta düzenlenirken bizde olduğu gibi devlete bağlılık yoktur. Gerçek türri laik devletlerde olduğu gibi ABD'de "Cemaatler sistemi" vardır. Tüm mezhep ve alt mezhepler kendi kiliselerine giden cemaatin kurduğu özerk bir yönetim içindedir. Papazlarını dolaylı olarak kendileri seçer, cemaat kiliselerin işle-
yicini finanse eder ve ayrıca temsil oranında!devlet bütçesinden ödenek alırlar. Özerk kuruluşlar halinde faaliyet gösteren cemaatler okullar, üniversiteler, hastaneler açıp işletmektedirlir. , ABD'nin anayasal düzeni felsefi ve sosyolojik açıdan adeta liberalizmin düşünsel kurucularından John Locke'la Protestanlığın tutucu temsilcisi Calvin'in görüşlerinin sentezidir. Bu sentez protestan "püriten" ahlakı oluşturan düşüncedir. Devlet John Locke'da olduğu gibi "cezalandırma yetkisiyle" donatıktır. İnsan hakları, doğal hak ve özgürlükler hukuk önünde mutlaktu-; devlet hak ve özgürlüklere, ekonomiye ilke olarak müdahale edemez. Özgür ve serbest sbsyo-ekonomik düzen içinde sorun ve kargaşa çıktığı taktirde ancak devlet müdahalesi söz konusudur. John Locke'a göre devletin hiçbir şekilde kanşamayacağı özgürlük, inanç ve düşünce hak ve özgürlüğüdür; bu alanda devletin müdahalesi isyanı meşru hale getirir. John Locke'cu anlayışın uzantısı olarak ABD'de cemaatler serbestçe örgütlenmişler ve yukarıda belirttiğimiz gibi yan kurum ve kuruluşları da devreye sokarak sosyal yaişamda güçlü hale gelmişlerdir. Suç işledikleri taktirde devlet kuşkusuz müdahale etmekte, cezalandırma işlevini yerine getirmektedir. ABD'de dinsel alanda tipik bir sivil toplum örgütlenmesi mevcuttur, ABD sivil toplum dinsel örgütlenme biçimi, açısından geçtiğimiz yüzyılda.dünyaya önderlik de yapmıştır. 1893 yılında bu ülkede Dünya Dinler Parlamentosu toplanmış ve din ve inanç özgürlüğüne ilişkin bir deklerasyon yayınlamıştır! ABD halkının "Eski Ahit Toplumu" olduğu da iddia edilmektedir. Calvin'ci püriten köken bu yargıyı gündeme geirmiştir. Hıristiyanlığın Aziz Augustin'ci yorumu içinde Yeni Kıtaya göçen insanlar "saf Hıristiyan" yaşam tarzını sürdürdüklerini öne sürerek püriten teolojiyi geliştirmişlerdir. Bu anlayış Eski Ahit'de adı geçen insanların, peygamberlerin yaşam biçimlerine öykünme olarak ortaya çıkar. İnsan, "ilk günahı "in çocuğudur; günahkar karakterinden arınmalı, tevekkül içinde, Tanrı'ya yakarmalıdır. Onun yazgısı boyun eğmek, affa mazhar olabilmek için yalvarmaktan başka bir şey değildir. İnsanın irade özgürlüğü yoktur, tüm yaşam ve yazgı Tanrı'nın eseridir. Günahkarı cezalandırmak, tövbekarı ödüllendirmek için Tanrı'nın ışığı bu dünyada her an için günçiDeşebilir. Başka biı' anlatımla liberal ve özgürlükçü
din yorumlarında olduğu gibi yarattıktan, ilkelerini saptadıktan sonra artık karışmayan Tanrı anlayışı Calvin'ci felsefede yoktur. Bugünkü ABD halkı büyük ölçüde cedleri olan püriten düşünce tarzının etkisindedir. Kapitalizmin acımasız sosyo-ekonomik yapısı içinde, Tanrı'ya sığınmak, ibadet, yakınlarını sevmek ve özel yaşama ahlakı getirmekle dindar Amerikalı ilahi affa mazhar olmayı beklemektedir. Kilise onları, kurtarır, cennetin yolunu açar. Bu ülkede sık sık sahte peygamberlerin çıkışı bir rastlantı değildir. İnsanlar, bilinçaltında Eski Ahit içinde yaşadıklarından, her an için bir kurtarıcıya kucak açma ihtiyacını duyarlar. Tanrı onlara mucizeler gösterir; Kiliseye bağlandıkça mutluluk gelir. TARİHSEL SÜREÇ KİLİSELERDE ANA
İÇERİSİNDE BÖLÜNMELER
ABD'deki din, mezhep ve alt ayırımları açıklamadan önce bunların temelinde yatan ana bölünmelere değinmek gerekiyor. Kiliselerdeki ana bölünmelerin doktriner, teolojik, sosyal ve politik nedenleri vardır. " Roma İmparatorluğu'nün IV. yüzyılda Hıristiyanlaşması, resmi din olarak Hıristiyanlığı kabul etmesinden önce Hıristiyan teolojide : önemli tartışmalar mevcuttur. Antik Yunan felsefesinin yaygın olarak benimsendiği bir ortamda, yeni din, düşünce farklılıkları yaratmakta, ayrılmalar gündeme gelmekteydi, antik Yunan felsefesinin din üzerindeki etkilerini müslümanlık da tanık olmuştur. Emevi ve Abbasiler döneminde müslüman teolojide de Yunan Felsefesi önemli izler barıknuştır. • ^ Konsil diye adlandırılan, IV. yüzyılda başlayarak VIII. yüzyıla kadar süren değişik dinsel toplantılarda alinan kararlar Hıristiyanlıktaki bölünmelerin ana kaynağıdır. Tanrı'nın varoluş tarzı (hipostaz) üzerindeki bü tartışmaların ilki 325 yılında İznik'de yapıldı (1, Konsil, İznik Konsili). Tartışma sonunda Hz. İsa'nın oğlu olarak Peder'le aynı yapıda olduğuna karar verildi. Bu bir anlamda Tanrı'yla Hz. İsa'nın özdeşleşmesi demektir. 381 yılında İstanbul'da toplanan Konsil'de ise Peder'in, Kutsal Ruh ve oğulla birlikte bir bütün, bir "Ünite" oluşturduğu kararı alınmıştır. (CLEMENT,'Olivier: L'Eglise Orthodoxe, Paris 1961, Que-Sais-je, s. 9).
V. yüzyılda Nesturiliğin kurucusu ünlü diııbilimci Nestorius'ün izinden gidenler İsa'da bir beşeri, diğeri ilahi olmak üzere iki kişiliğin varolduğunu, beşeri kişiliğin Meryem'den geldiği, ilahi kişiliğin ise Tanrı'nın Ebedi Kelamı olduğunu ileri sürüyorlardı (MICHEL, Thomas:. Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, İstanbul 1992,, Orhan Basımevi, s. 100). " , 431 yılında toplanan Efes Konsili bu görüşü reddederek İsa'nın Tanrı'yla birlikte bir bütün, bir "Ünite" olduğunu bildirir. Böylelikle nesturilik afaroz edilmiştir. Nesturilik Hz. İsa'nın insan kimliğine ağırlık vermekle onu yeryüzüne indirmiştir! Bu tutum Konsil kararlarına, ters düşmekteydi. 451 yılında toplanan Kadıköy Konsili İsa'yı v tannlaştınr. "O gerçek Tanrı ve gerçek insandır." Hz. İsa'da iki doğa vardır; bunlar birbirinden ayrılmazlar. Bütünlük biribirini tamamlar. (CLEMENT, Olivier: s.9). İznik ve daha sonra İstanbul'da 553 ve 580 tarihlerinde toplanan .konsiller "nesturiler" ve "monofizitlere" kesin yanıt niteliğini taşır. Nesturilerin ikili doğa anlayışı karşısında monofızitler İsa'nın insanlığı içinde ilahiliğini aramaktadırlar. Monofızitlerde'İsa, bir anlamda yeryüzünde dolaşan ve varlığını manevi olarak sürdüren Tann'dır. Sözük anlamıyla "monofizizm" bütün içinde tek bir doğa anlamına gelmektedir. Tanrılaştırman İsa çok tanrılı dinlerden kalan alışkanlıkların terkedilememesidir. Ermeni gregoryen kilise, monofizittir. Buna mukabil nesturilik müslüman Tanrı anlayışına yaklaşmakta, Hz. İsa'ya kutsal peygamber kimliği vermektedir. Hıristiyan dinbilimcilerinin bir kısmına ve oryantalistlere göre Hz. Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce uzun yıllar nestuıi bir papazla temas halindeydi. Nesturilik XIX. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş, daha sonra Katolik kiliseye katılmıştır. "Keldani Katolik olarak anılan bu Hıristiyanlar bugün özellikle Türkiye'de, Irak'da ve İran'da yaşamaktadırlar" (MICHEL, Thomas: s. 101). 784 yılında toplanan İznik'teki Konsil'de İsa ve Meryem tasvirlerinin (İkonların) kullanılması lehinde bir karar alınmıştır. Bu da önceki konsiller doğrultusunda alınan bir karardır, çünkü "Tanrı'nın varolma tarzı-hipostaz" hem maddi, hem de manevi.olduğuna göre, İsa'nın tasvir edilmesinde, resminin yapılmasında hiçbir sakınca yoktur. . ' • , Konsiller birer uzlaşma toplantılarıydı. Uzlaşılan konulardan biri
de 5 tane patrikliğin kurulmasıydı. Bunlar Roma, İstanbul, İskenderiye, Antakya, Kudüs patrikleriydi. Patrikliklerin kurulması Hıristiyanlıktaki bölünmelerin politik temelini oluşturmaktadır. Güç alanı sürtüşmeleri beş değişik bölgede, böylece gündeme gelir. , Nitekim 1054 yılında Roma ile İstanbul arasında ipler kopar. Roma ortodoks gövdeden ayrılır. Bu ayrılmada kültürel farklılıklar önemli etmenlerden biridir. Örneğin Doğu'da grekçe, Batı'dâ latince kullanılmaktadır. Politik ve kültürel yapı farklılıkları karşılıklı suçlamalara yol açar. Taraflar biribirlerini "kredoyâ" (Hıristiyanlıın maddi ve manevi âmentüsü) ihanetle suçlarlar. Politik ayrılmaların ilki bu tarihten çok önce V. yüzyılda gerçekleşmişti. Monofizit geleneğe bağlı Ermeniler Gregoryen kiliseyi kurmuşlardı. Ermenilerin yaşadığı bölgelerde Hıristiyanlık III. yüzyılda yayılmaya başlamıştı: Grigor'un 301 yılında Ermeni Kral Tiridâtes'i Hıristiyan yapmasından sonra buralarda ayrı bir örgütlenme olmuştur. Bizansla sürekli çekişme içinde olan Ermenilerin bu tutumu politik temellidir. Ermeniler 451 tarihindeki Kadıköy Konsiline katılmamışlar ve monofizit anlayışı- sürdürmüşlerdir. Böylelikle sonradan aziz sıfatı verilen Grigor'a (Aziz Greguar) bağlı Gregoryen Kilise kurulmuştur. PROTESTANLIK 1
VE
BURUJAZİ
Kilisede en büyük ve eh önemli ayrılma XVI. yüzyılda Katolik Kilise'den ayrılarak Papalığı-protesto eden "protestan harekettir." Bu harekette de politik etmenler önem taşımaktadır. Ancak politikayla birlikte teolojik, sosyal, ekonomik etmenler de ayrılmayı körüklemiştir. Tarih sahnesine yeni adımını atan burjuva sınıfı, rönesans; yeni kıtaların bulunması, ticaret devrimi gibi olay ve olguları duragânlaşan ve aristokrat sömürüye alet olan katolisizmi kuşkusuz yıpratacaktı. İnceleme konumuz olan "ABD'deki dinlerde" protestan eğilimler oransal olarak çok daha fazladır. Protestanlık kilise içinde bir reforma (yeniden yapılanma) yol açmıştır. Bu reform sanıldığı gibi sadece Protestanlık olarak karşımıza çıkmaz. Protestan tepkiler ve burjuva doktrini olan laik doğal hukuk felsefesinin gelişmesi karşısında Katolik Kilise ve manevi açıdan yeniden yapılanmaya gitmiştir. Bu yeniden yapılanma faaliyeti içinde, Katolik Kilise Akinolü Thomas'ın (XIV. yy) rasyonalist (akılcı) doktirinini canlandırmıştır. Yazgıcı ve
teslimiyetçi Calvin protestanlığı karşısında rasyonalist Hıristiyanlık daha ileri ve gerçekçi bir görünüm kazanmıştır. • Protestanlık sınıf esasına dayalı bir mezheptir. Bu mezhep burjuva sınıfının tarih sahnesine çıkışıyla birlikte gündeme gelmiştir. Bu dönemde yeni kıtalar keşfedilmiştir. Yeni kıtalardeki zenginliklerin Avrupa'ya aktarılması ticâreti yoğunlaştırmış ve Ticaret Devrimi denilen iktisadi olaya Avrupa tanık olmuştur. Ticaret devrimiyle birlikte yeni oluşan sınıf, burjuvazi önce sömürü çarkına giremeyen aristokrat liderle işbirliği yapmış, daha sonra kendi önderlerinin eylemi, filozoflarının düşünceleriyle Papalık ve oraya bağlı senyörlere karşı mücadele vermiştir. Dini çıkarlarına alet eden senyörler karşısında protestanlık yeni oluşan sınıfın maddi, manevi ve dinsel başkaldırısının öyküsüdür. Kurulu otoritenin manevi lideri Katolik Kilise'ye başkaldırı burjuva sınıfının çıkan için zorunluydu. , Başkaldın dinsel ve laik olmak üzere iki koldan gerçekleştirildi. Laik başkaldırı büyük Fransız Devrimi gibi burjuva devrimleriyle sonuçlandı ve daha ziyade Akdeniz yöresini etkiledi. Dinsel başkaldırı ise Luther ve Calvin gibi din adamlannın doktrinine bağlı olarak gelişti ve. Orta, Kuzey Avrupa'da yayıldı. Laik başkaldırı dini kökten yok etme tutkusu içinde olduğundan dinsel yeni bir dayanak aramıyordu. Bu nedenle, devrimlerin getirdiği fırtınalardan sonra katoliklik o bölgelerde varlığını sürdürdü. Protestanlık ise özde dine çok bağlı yörelerde ortaya çıktı. Buralarda laisizmin yayılması olanaksızdı. Dine yeni bir yorum gerekiyordu. Yorumlarla katolisizm protesto;edildi ve Papalıktan kopuş gerçekleştirildi. Bunların dışında politik ve İngiliz Kralı VIII. Henry'nin "cinselliğe düşkünlüğü" saikli bir başkaldırı da vardır ki,, bu da Anglikan Kilisesi'nin kurulmasına yol açmıştır. Anglikan Kilise öz ve ritüel, biçim açısından Katolik Kilise ile büyük bir benzerlik içindedir. Kraliçe Elizabeth zamanında doktrin ve teolojide de farklı görüşler geliştirildi. ABD'de dinler ve mezhepler Eski Kıta'daki çekişme ve sürtüşmelmerin devamı olarak, ana bölünmelere bağlı biOr yapı içinde gelişmiştir. Ancak sıradan halk, kilise "müdavimi" tarihsk sürtüşmenin pek farr kında değildir. Onun için kendi kilisesi ve diğerleri vardır. Yobaz ve tutucu alt mezheplerde, kendileri dışında herkes zındıktır.
PÜRİTENLİK Yeni Kıtaya göçenlerden protestan kesim büyük oranda püriten eğilimler içindeydi. Sözcük olarak püritenlik saf, berrak olma anlamına gelir. Dinin öz ve esasına (kuşkusuz kendi yorumlarına göre) uyarak gerçek Hıristiyan yaşamı sürdürdüklerini iddia edenler kendilerine püriten demekteydiler.. Püritenlikte aynı zamanda Hz. Musa'ya inen "On Emire" harfiyen uymak söz konusudur. Basit, sade, yalandan uzak bir yaşam püriten ahlakın- göstergesiydi. Devletin görkemliliği karşısırfda içe dönük, basit ve sade bir Hıristiyan olmak bu insanların yeğlediği yoldu. Aslında tüm dinlerdeki püriten eğilimler bir süre sonra fanatizme dönüşmektedir. Kendi yaşam tarzını yüceltme psikozu, diğerlerini küçümseme ve hatta düşman görmeye kadar insanı sürüklemektedir. Püriten eğilimler güçlenince köktenciliğe (fondamantalizm) dönüşür. Misyonerlik, militanlık, zorla diğerlerini imana getirme eylemleri püriten düşüncenin sonucudur. Kendi din yorumları, ritüelleri, biçimin getirdiği kendinden geçme o dinin öz ve esası olarak kabul edilmeye başlanır ve düşünce boyutundan uzaklaşılır. Tanrı'ya başka biçim ve yollarla ulaşmak isteyenler, bu değişik tutumları nedeniyle kendilerine ve Tanrı'ya yabancıdırlar. Püritenlik XVI. yüzyılın ortalarında, Kraliçe Elizabeth döneminde, dinsel ve politik bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Thomas Cartv/riglıt tarafından başlatılan akım, Kilise içinde reform yapılmasını amaçlamaktaydı (HIMY, Armand: Le Puritanisme, Paris 1987, PUF, s. 56). 100 yıl kadar etkisini sürdüren bu eylem 1662 yılında Birlik Sözleşmesiyle (Act of Uniformity) hukuksal hale gelmiştir. Dinsel bir hareket olarak başlayan püritenlik sosyal, ekonomik, seksüel, bireysel yaşama ilişkin bir doktrin olarak gelişmiştir. Püritenliğe göre, Roma Kilisesi ve katolikliğin baskısından kurtulunarak ancak Hıristiyanlık esenliğe kavuşabilir. Luther ve Calvin'in düşünceleri o dönemlerde Hıristiyanlık esenliğe kavuşabilir. Luther ve Calvin'in çevrilmiş, yeni yorum ve eğilimler kitleleri etkilemeye başlamıştır. Yeni oluşan İngiliz burjuvazisi, sosyal ve. ekonomik yaşamıyla dinsel inançlarını uyum içine sokma gereksinimini duymaktaydı. Bir
yandan zenginlik ve ticaretin kurullarına uyulacak, öte yandan Hristiyanlık ihmal edilmeyecekti/Böyle bir uyum özel yaşamda koyu bağnaz, tutucu, biçimci bir tutumu benimseyip kendini aldatmayla olanaklıdır. Ticaret mücadele, kavga, entrika, yalan-dolan demektir. Tanrı iradesine uygun saflık, berraklık ancak özel', yaşamda gerçekleştirilebilirdi. Kilise etrafında "saf, berrak" aileler toplanmalı; rahipler onlara İncil'i anlatmalıydı. Eski Ahid'deki ortak yaşam kilise etrafında gerçekleştirilmeliydi. Yeni Kıtaya püritenler 1620 yılında Myflower adlı gemiyle gelmişlerdir. Bunlara "Pilgrim Fathers" -Hacı Babalar denilmekteydi. İngiltere'nin Plymouth kentinden gelen bu göçmenler.Yeni Kıta'da koloniler kurarlar. 101 göçmenin kurduğu ilk koloni ABD tarihinde büyük önem taşımaktadır ve Kasım ayının 22'sinde yıldönümü Şükran Günü (thanksgiving day) olarak kutlanır. Karaya çıkan püritenler ilk kez karşılaştıkları hindileri 22 Kasım 1620 günü yakalayıp, yerler. Amerikalılar püriten anıya sadık olarak her 22 Kasım'da bayram yaparak hindi, pişirip yerler ve kiliseye gidip düa ederler. Şükran Günü bugünün ABD'si için görkemli Amerikan uygarlığının başlangıç günüdür.
Görülüyor ki, dinsel motifler çağımızın en güçlü uygarlığının dayandığı temel öğelerden biridir. Püriten göç yıllar boyu devam eder. Yeni püriten koloniler kurular. İngiltere ve Hollanda'dan binlerce, göçmen gelir. Hollanda'nın Salem kentinden 1641 yılında gelenler en tutucu olanlarıdır. Yeni Kıta'da, kurulan Yeni Salem, Enkizisyon Mahkemelerini aratmayacak bir 1 bağnazlık içinde olur. Göçmen püritenlerin ortak amacı din ve devlet işbirliğiyle yeni bir düzen-kurmaktı. Kiliselerde sadece ibadet yapılmamalıydı. D.evlet-Kiİise işbirliği içinde tüm yaşam dinsel esaslara dayandınlmalıydı. Kilise eğitimi planlamak, sosyal yaşamı düzenlemeliydi. Her dönemde büyük devlet adamları yetiştiren, ABD'nin en seçkin üniversitelerinde biri olan Harvard Üniversitesi 1636 yılında Harvard Koleji olarak püriten anlayışa bağlı olarak kurulmuştur. Yazgıcı Qılvin dinbilim anlayışı püritenler tarafından ustaca işlenerek, dinsel önderlere karizma sağlayıcı gibisöyler. Calvin, ilk günahın çocuğu olan insanıhale kötügetirilmiştir. bir yazgınınBilindiği beklediğini
Ona göre "alın yazısı" önceden insanın yaşamını belirlemiştir. Yazgıdan kaçmak olanaksızdır; irade özgürlüğü yoktur. Hollandalı Arminius (1560-1609) tarafından geliştirilen püriten akıma göre, insan günahın çocuğdur, ama bazıları Tanrı'nın seçilmiş kullarıdır. Tanrı Baba onlarla iletişim kurar ve kitleleri doğru yol yönlendirmesi için direktifler verir. Bazı insanlar vahiy alabilirler; onlara itaat etmek gerekir. Görülüyor ki, ABD'de sık sık ortaya çıkan sahte peygamberlerin düşünsel ve teolojik püriten bir zemini mevcuttur. Yaşam tıpkı Eski Ahid'te olduğu gibidir; zaman zaman peygamberler gelir, kitlelere doğru yolu gösterir. Roger Wİlliams adlı bir püriten, Rhode Island'da 4 kenti içine alan bir püriten devleti bu anlayışa bağlı olarak XVII yy.'da kurar. Williams ülkeyi dine bağlı bir tür demokrasi içinde yönetir. Devlet-Kilise yönetimine göre "kurulan bu ülke Tanrı'nın çocuklarının toplandığı yeni manevi Kenan ülkesidir- vadedilmiş toprak." (HIMY: s. 37) Vadedilmiş toprakta kötülük ve şeytana yer olmamalıydı. Söylencelere göre yaşam ve toplumu düzenleyenler açısından kötülük ve suç şeytanın bazı ruhlara girmesiyle ortaya .çıkar. O halde bu ruhları kurtarmak için bedeni yoketmek gerekir. 1692 yılında Salem'de yaşayanların başına gelen olaylarda yatan mantık bu düşüncenin ürünüdür. Çağımızın Fransız filozofu Sartre'm "Salem Büyücüleri" adlı yapıtına da konu olan yobazlığıyla ünlü püriten kentte cereyan eden olaylar ilginçtir. Yüzlerce insan işkenceden geçmiş, bazıları yakılmıştır. Suçlamalar, dedikodular yayılmış, büyücü avı valinin karısına kadar ulaşmıştır. Ütopyaya, özellikle dinsel ütopyalara dayalı bu dünyada cenneti gerçekleştirme savlarının hoşgörüsüzlük ve totalitarizmle sonuçlanması kaçınılmazdır. Bugün ABD'de dinin sosyal ve politik açıdan önemli konumda olmasının nedenlerinin başında püriten gelenek yatmaktadır (REICHLEY, James; s. 48) Püriten kökenli baskı ve çıkar grupları parlemontoyu yönlendirmektedir. Protestan alt mezheplerinin genel merkezlerinin çoğu başkentte.Capitol Hill (Parlemonta Binası) yakınlarındadır (REICHLEY, James: s. 48).
BUGÜNÜN
ABD'Sİ
Bugün ABD'de protestan mezheplerin ağırlıkta olduğunu belirttik. Protestanlık öncesi mezhepler eski geleneklerini korumaktadır. Biz incelememizde bu nedenle protestan mezhepleri ve alt ayırımlara ağırlık vermekteyiz. Sosyal ve politik yaşam içinde ilginç özellikleriyle protestanlık çok daha fazla etkilidir. Geleneksel mezhepler dışında sapkın (heretik) diye adlandırılanları da mevcuttur. Toplu intiharlara kadar giden eğilimler, çok tanrılı dinlerle kurulmaya çalışılan bağdaşımlar sapkın olarak nitelendirilmektedir. Yukarıda belirttiğimiz gibi ana mezheplerden katoliklik, ortodoksluk ve gregoryen kilise genelde eski geleneği sürdürmektedir. Ancak Yeni Kıta'nın sosyo-ekonomik konumu ile Eski Ahid'e bağlı toplum psikolojisi kristalleşmiş sistemlere dahi değişik motifler katmasını bilmiştir: Örneğin Katolik Kilise zaman zaman Vatikan'dan uzaklaşmışsa da XX. yüzyılın İkinci yansından sonra ilişkiler düzenli hale gelmiştir. Ortodoks Amerikan Kilisesi Fener'e bağlı olmakla birlikte ABD'de ayn bir merkezi vardır. Ermeni Gregoryen Kilise ise değişik politik etkilere bağlı olarak bölünmüştür. Musevilik Yeni Kıta'da genel özelliğini korumuş ve İsrail Devletiyle sıkı ilişkiler içine girmiştir. LUTHER'Cİ EĞİLİMLER Roma Kilisesi'nin, Papalık otoritesini bozan ilk protestan hareket Lutherciliktir. Gelişmekte olan burjuva sınıfıyla işbirliği yapılmasının önemini farkeden Alman Prensleri Luther'i desteklemiştir. XVI. yüzyılda başlayan bu hareketin iki ana ilkesi vardır. Bunlardan birincisi kurtuluş ve esenliğin sadece inanca bağlı olmaktan geçtiği; ikincisi . ise İncil'in tek kurallar dizgesi ve tek doktrin kaynağı olmasıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi Luthercilik tıpkı Calvincilik gibi Aziz Augustin felsefesine dönüştür. Luther biçimciliği bir kenara atmakla ve aracı ruhban sınıfı ortadan kaldırmakla reform yapımştır. Biçimsel reformun aynı oranda öze yansıdığını söylemek ise olanaksızdır; çünkü tek kurtuluşun İncil'de Olduğunu söylemek ve Aziz Augustin'in İncil'in esaslarına dayalı devlet kurma arayışlarını benimsemek bağnaz bir tutumun ifadesidir. Vatikan'la bağları koparmadan önce Luther,
Augustin'ci bir keşiş olarak çilekeş ve bağnaz bir yaşam tarzı sürmekteydi. Ona göre insan günahkardır, yaşam kötülüklerle doludur; Hz. İsa,ilk günahın çocuğu olan insanı kurtarma gayreti içindeydi. Luther latince olan İncil'i 1522-1534 tarihleri arasında Almancaya çevirmiş ve insanların affı için çıkardığı endüljans kağıtları nedeniyle Papalığı eleştirmiştir. Luther'e göre vaftiz olma ve ökaristi (sembolik olarak şarap içip ekmek parçası yeme ayini) dışında İncil kökenli başka ayin ve kutsama yoktur. Böylelikle Luther günah çıkarma geleneğini reddetmiştir. Keza, evlenmeyen rahip anlayışı da İncil'de yoktur. İncil temel kaynaktır; Papa ve papalığın yorum ve kararlarına ihtiyaç duyulmamalıdır. Luther'e göre Hz. İsa Son Yemeğinde,, şarap içerken havarilerine şarabın kendi kam; yediği ekmeğin ise kendi vücudu olduğunu söylemiştir. Bu, şarap ve ekmeğin Hz. İsa'nın özü olduğu anlamına gelir. Her ayinde şarap içip, ekmek parçası kemiren inanç sahibi insanlar onunla bütünleşmekte; Hz. İsa fiziksel olarak orada hazır bulunmaktadır. ' • Luther bu denli bir teolojik spekülasyon içindedir ve anti-laiktir. Ona göre devletle Kilise arasında sıkı bir işbirliği olmalıdır. Yöneticiler Hıristiyan esaslara dayalı olarak düzeni sürdürmek mecburiyetindedirler. Hıristiyan yöneticiler, Hıristiyan ilkelere bağlı olarak devleti yönetirken, Kilise, dinsel alandaki ilkeleri düzenler. Tarafların ayrı ayrı egemenlik alanları vardır, ama her iki alanda da Hıristiyan ilkeler esastır. İki güç arasında sağlam ve derin bir ilişki olmalı ve Kilise devlete bağlı kalmalıdır. Luther tüm bu ilkeleri 95 madde halinde Wittenburg Kilisesi'nin kapısına 1517 yılında asmıştır. Luther'in "protestosu" Alman Prensleri'nin Kutsal Roma İmparatorluğu'yla bozuşmalarının ve mücadelelerinin manevi dayanağı olmuştur. 1530 yılında Augsburg İnanç Bildirgesiyle tüm lutherciler biraraya gelmiş ve papalıkla olan bağ koparılmıştır. 1530 Lutherci Kilisesi'nin kuruluş tarihidir. Bu yıldan sora Luthercilik Almanya, İsveç, Danimarka, Finlandiya ve Norveç'de yayılır ve her ülkede bağımsız bir lütherci kilise kurulur. Luthercilik ABD'de geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Orta Batı denilen yerlerde ve Güney kıyılarda gelişen bu mezhep her dil ve et-
nik grupta ayrı bir oluşum meydana getirmiştir. Her oluşum diğerinden bağımsız kalmıştır. 150 değişik oluşum bugıin 21 Lutherci ana ki1 liseye dönüşmüştür. ABD'ye gelen ilk Lutherciler 1638 yılında Delavvare Nehri kenarında Fort Christiana'yı kuran İsveç kökenli insanlardır. Daha sonra onları Almanlar izlemiştir. 1820 yılında dinbilimci S.S. Schmucker'in girişimiyle ibadet ve ayin İngilizceye' dönüştürülmüştür.' Böylelikle XIX. yüzyılda Luthercilik geniş yayılma alanına kavuşmuş ve tüm ülkeye yayılmıştır. XIX. yy.'da Lutherciler diğer mezhep ve eğilimlerle ökömenik (yaklaştıncı, birleştirici) yaklaşımlar içine gitmiştir. Aynı inanç kökeninden gelenlerin özde birleşmesi gerektiği vurgulanmış, bu bağlamda çabalar sarfedilmiştir. Politik ve sosyal alanda Lutherciler daha tutucu olan Calvinçiler kadar etkili değildir. KALVİNCİ
EĞİLİMLER
Jean Calvin (Kalven) tarafından İsviçre'nin Cenevre kentinde ku-' rulan Reform Kilisesi, tıpkı Lutherci anlayış gibi Papalığı protesto ptoresto ederek katoliklik karşısında yer almıştır. Calvin'in dijıbilimi sistemi yaratılış ve kurtuluşda Tanrı'nın mutlak egemenliği ilkesine dayalıdır. Tanrı evreni yaratmış; cennette önce Adem ile Havva'ya sonsuz mutluluklar vermiş; onlar mutluluğun önemini anlamamış, yasak meyvayı yiyerek özgürlük arayışları içine girmişlerdir. Taım bu ilk günah nedeniyle onları dünyaya sürmüştür. İnsanoğlu günahkardır, günaha bırakmıştır kendini. Ancak istisnai olarak bazıları Tanrı'nın hikmetiyle doğru yola yönelebilmişlerdir. Kurtuluş ancak bunlar için söz konusu olabilir. Seçilen bu insanlar toplumu ve Kiliseyi yönetmelidirler. Diğerleri seçkinlere itaat edeceklerdir. Belli oranda esenliğe kavuşabilmeleri için kitlelerin seçkin din adamları tarafından yönlendirilmeleri gerekir. Devlet bu seçilmiş kişilere saygı göstermelidir. Seçilmiş kişiler bireysel ve toplumsal yaşamın yol göstericileri, rehberleridir. Kalvenci eğilim saltlıkla kiliseye tabiyeti öngörmektedir. Bunun adı "presbiteryanizmdir" ki, seçkin kişilerle onlara bağlı papazların ortak yönetimi anlamına gelmektedir. Seçilmiş kişiler ve papaz hegemonyası deyletin üstünde olacaktır (Kalvencilik için bknz. SCHMIDT, Albert-Marie: Jean Calvin et la Tradition Calvinienne,
Kaitres Spirituels, Seul, Paris 1957). Calvin, Tanrı'nın ışığı altındaki bir teokrasiden yanadır. Kilise tüm sosyal aktivitenin merkezi olmalıdır." Bu anlayış ABD'deki sosyal yaşamın ana görüntüsüdür. Tüm sosyal aktiviteler Kilise çevresinde yürütülür. Dünyasal otorite bu sosyal yapıya saygılı bir şekilde işlevini sürdürmektedir. Kalvencilik Fransa'da tepkiyle karşılanmış ve Hügno diye adlandırılan bu tür protestanlar katledilmiştir, buna mukabil akım Hollanda, Belçika, İskoçya, İsviçre, Almanya, Çekoslovakya ve Macaris-' tan'da yayılmıştır. İskoçya'da "prespiteryenlik" adını alan akım katoliklik karşısında silahlı mücadele vermiştir. Bugünkü İrlanda- İskoçya sürtüşmesi ve İrlanda'daki katölik başkaldırının kökeni Kalvenciliğe dayanmaktadır. Daha önce açıkladığımız püriten eğilim de aynı sürtüşmede kaynağını bulur. \ 1671 yılından itibaren A. Whittaker'in Virginin gemisiyle Yeni Kıta'ya gelmesinden sonra presbiteryenlik Amerika'da yayılmaya başlamıştır. Kitleler halinde püriten presbiteryen Yeni Kıta'ya göç etmiştir. 1705-1775 yıllan arasında 500.000 presbiteryenin geldiği bilinmektedir. Yeni Kıta'da güçlenen presbiteryenler geniş ve yaygın bir eğitim faaliyetine geçmişler, büyük kolejler, üniversiteler kurmuşlardır. Bugün ABD'de en güçlü Kilise prebiteryen geleneğe bağlı olan. gruplardır. Alt ayıranlarla birlikte püriten kökenli Kalvenci presbiteryenlik sosyal ve pçlitik yaşamda büyük bir baskı grubudur.
î
METODİST-PİETİST
EĞİLİM
Bu eğilim Calvin-Luther sentezini yapmaktadır. Jacob Spener (XVII yy.) ve Hermann Francke (XVII ve XVIII. yüzyıllar) adında iki din adamı bu akımın önderleridir. Almanya'da başlatılan metodist-pietist Hıristiyanlık kısa zamanda Avrupa'da yayılmış ve Yeni Kıta'ya atlamıştır. Pietizm ahlak ağırlıklı bir eğilim olarak Moravia'da eski metodist mezhebin yeniden canlanmasına yoİ açmıştır. Bilindiği gibi IX. yüzyılda yaşayan Slav asıllı, iki kardeş rahip Cyril (Kiril) ve Methodius Balkanlar, Rusya, Moravia ve Çekoslavakya'da Hıristiyanlığın yayıl-
masında önderlik etmişlerdir. Kardeşlerden Cyril ünlü "kiril alfabesini" icadetmiş ve İncil'i Sırpçaya çevirmiştir. Bunların yaydığı Ortodoks Kilisesi'ne bağlı Hristiyanlık daha sonralan Papalık tarafından olumlu karşılanmamış ve baskıya maruz kalmıştır. XIV. yüzyılda Hus adında bir rahip Vatikan'ı eleştirmiş ve sapkın ilan edilerek, yakılmıştır. Reform olayları içinde Hus yeniden gündeme gelir ve çağlar içinde güç kazanır. Pietizm Moravia'ya geldiğinde böyle bir tabanla karşılaşmış ve iki eğilim birleşerek köklerini Methodius'a dayandınp metodist adını almışlardır. Metodizmin ana ilkesi misyonerlik örgütleriyle kendi Hristiyanlık anlayışlarını yaymaktır. 1735 yılında, bu maksatla Moravialı metodistler Yeni Kıta'ya gelmiş ve örgütlenmişlerdir. Spangenberg adlı bir papazın liderliğinde metodistler kısa zamanda yayılmışlardır. Yayılmasında John Wesley (1703-1791)in büyük katkısı vardır. Wesley zaten Amerikan metodizinin kurucusu sayılmaktadır. Wesley, Calvin'in "alın yazısı-yazgı" doktrinine karşı çıkmış ve kurtuluşun tüm insanlık için söz konusu olabileceğini ifade etmiştir. Böylelikle, metodizm Luther-Calvin sentezi içinde Luther'e ağırlık vermiş, liberalleşmiştir. Ancak, yazgıcı tutum gene de mevcuttur. Şöyle ki, metodist eğilime göre insan doğası kötülüğe yönelir. Adem ve Havva ile birlikte ilk günah işlenmiş, insan kötüyü yeğlemiştir. . Ama bu demek değildir ki, herkes kötülüğe mahkum olmuştur. İyilik isteyene, iyiliğe kafasından eksik etmeyene, iradesini iyiye yöneltene Tanrı ve İsa yol gösterecektir, onu kurtaracaktır. Önemli olan arzu etmektir. Metodist eğilim Anglikan Kilise'yi de etkilemiş ve onların arasından aynlan bir grup, NVesley'in önderliğinde "Wesleyanizm" diye bir alt mezhep kurmuştur (XVIII. yy.). Metodizm ABD'de bir hayli yayılmıştır. Yayılmayla birlikte bölünmeler olmuştur. Alman metodisler ayrı bir Kilise kurmuşlar; zenciler Siyah Metodist Kilise'yi benimsemişlerdir. Daha sonra birleşmeler olmuştur. Bugün ABD'de metodizm çok yaygın ve etkili bir dinsel eğilimdir. BAPTİSTAİLE Baptist aile ABD'de en önemli ve en kalabalık gruplardan biridir.
O da püriten. felsefeye bağlıdır. Bugün ABD'de 100.000'e yakın baptist kilise vardır. Baptizci (vaftizci) inanışa göre kendi felsefeleri Vaftizci Yahya'ya kadar uzanır. Bilindiği gibi Vaftizci Yahya, inanç sahiplerini ve bu arada Hz. İsa'yı Ürdün Nehri'nde yıkayan azizdir. Hristiyan inanca bağlanış, kilisede insanların bu tür bir yıkanma işleminden, geçmesiyle başlar. Sembolik hale gelen kutsama, yıkama olmadan kimse Hristiyan kabul edilmez. Baptistler kendilerini, tam olarak protestan kabul etmezler, çünkıı onların kökeni, kendi inançlarına göre daha eskilere dayanmaktadır. Ancak XVI. ve XVII. yüzyıllarda İngiltere'de Robert Torbet, Henry G. Vedder gibi din adamları, Hollanda'da da J. Smytlı bu akımı sistematize eden/hatta bir anlamda kuran kişilerdir. Baptist gelenek bağnaz bir kalvenciliği benimsemiştir. Tutucu Kalvencilik içine Eski Ahid'in biçimci görünümü de getirilince XX. yüzyıl ABD baptistliği yobaz bir yapıya girmiştir. Onlara göre Tanrı'nın adı Yehova'dır. Bu ad zorunlu olmadıkça telaffuz edilmemelidir. İnsan günahkardı]'; onu ancak İsa, Tanrı'nın oğlu kurtarabilir. İnsan kendini tüm varlığıyla ibadete, Kilise'ye adarsa kurtuluş söz konusu olabilir. Kiliseye kendini adamak, Hristiyanlığı tüm evrene yaymakla doruk noktasına ulaşır. Devlet yönetimi dinsel esaslara dayalı olmasa da, hükümetler Tanrı ve İsa'nın buyruklarına aykırı tutum içine giremezler. Aykırı tutum içinde olanlar karşısında direnme meşru hale gelir. Dünyanın sonu gelmek üzeredir. Hz. İsa son gün yeryüzüne inecek, ibadette kusur etmeyeni, Hristiyanlığa hizmet edeni kurtaracaktır. Baptist Kilise dışında esenlik yoktur.
ABD'de Baptist Kilise 1639 tarihinde Rhode Island'da kurulmuştur. Baptist aile zamanla hızla yayılmıştır. Tutucu püriten Roger Willims ve John Clarke bu akımın kurucuları arasında kabul edilir. Baptistlik yayılırken Calvin'in görüşlerine ilişkin tartışmalar alt ayırımların doğumuna yol açmıştır. Bütün alt ayırımların katılmasıyla 1824 yılında bir Konvansiyon toplanmıştır. Güneyli Baptistler 1840 yılında birlikten ve konvansiyonun aldığı kararlardan ayrılmışlardır. Güneyli Baptistler köleliği meşru bir kurum olarak görmektedirler. Bunun karşısı da Kuzeyli Baptisler ise kölelik kurumuna karşı çıkmış-
laıdır... ; . ' Sürtüşmeler tutucu Güneyli Baptist Kiliseleri doğurmuştur. Güneyli Baptist Kilise son derece de bağnaz ve tutucu kimliğiyle misyonerlik faaliyetini dünya çapında sürdürmektedir. Güneyli Buptistlerin Kennedy suikastine karıştığı iddia edilmektedir. Katolik ve liberal bir başkana Güneyli Baptistlerin tahammül edemediği söylenir. , Baptistler arasında başka bölünmeler de mevcuttur. Bu akımların hepsi köktencidir. Başka köktenci eğilimler de ABD'deki dinler mozaikinde ortaya çıkar. Temelde baptist geleneğe bağlı olan köktenci diğer akımlar arasında John Nelson Darby hareketi, Brethrenler, İsa'nın Kilisesi'iıi saymak olanaklıdır. İçlerinde en bağnazı "Church of Christ (İsa'nın Kilisesi)"dir. Köktenci akımlar için önemli olan Hristiyan "cihattır." Hristiyanlığı yaymak uğruna yapılacak mücadelede, şiddete de yer veren bu köktenci akımlar bir tür nasyonalizm içine de girmişlerdir. Zenci ve yahudi düşmanlığı yapan bu. köktenci akımlar nasyonal-sosyalist çizgiye.kaymaktadırlar. Politik yaşam içinde köktenci akımların lobicilik faaliyeti önemli boyutlara ulaşmıştır. •'.'.•! ADVENTİST
AİLE -
MİLLENNİALİZM
Bu eğilime göre evren iyi-kötü ikileminin sürtüşme ve çekişmesi ile sürüp gitmektedir. Şeytan tüm gücüyle bu dünyadadır. İsa da Şey t tanı engellemek için insanlar arasında dolaşmaktadır. Başka bir anlatımla: "İsa aramızdadır; O yaşıyor." İyi-kötü, aydınlık-karanlık ikilemleri tek tanrılı dinlerden önce de insanlığı uzun süre etkilemeşti. Zerdüşt dini, onun bir kolu olan mazdeizm ve. Hristiyanlık-mazdeizm sentezi olan manikheizm yüzyıllar boyunca varlığını sürdürmüştü. (Bu kavramlar için bknz. CEM DERGİSİ, sayı 21,22,23, 1993). , ; Hristiyanlıkta iyi-kötü ikilim Antakya'da IV. yy.'da ortaya çıkan polisyanizmle önemli bir,boyuta ulaşmıştır. Polisyanizme göre Tanrı'nın iki oğlu vardır, bunlardan Şeytan yer yüzüne gelmiş ve kötülükleri yaymıştır. Onun üzerine Tanrı ikinci oğlu İsa'yı evrene göndermiş ve kötülüklerle mücadele etmesi için görevlendirmiştir. Adventist aile bu eğilimin uzantısı olarak karşımıza çıkar. XIX. yüzyılda William Miller adlı bir düşünür ABD'de eski eğilime yeni
bir görünüm kazandırmıştır. Millennializm denilen bu doktrine göre dünyanın belli bir ömrü vardır ve hesaplanabilmesi mümkündür. Miller, İncil'e dayanarak kendine göre bir hesap yapmıştır. Bu hesaba göre iyi-kötü çatışması 22- Ekim 1844 tarihinde Kaos'a dönüşecek ve kıyamet kopacaktır. Bu tarihte kıyamet kopmamiştır, ama Miller'in görüşü değişik alt ayırımlara bölünmüştür. Hesaplanmanın yanlış yapıldığı ama özde Miller'in haklı olduğu savıyla yeni akımlar gündeme gelmiştir. Yüzbinlerce müridin bağlı olduğu yeni millennializme göre dünyanın sonu 2000 yılıdır. ' LİBERAL
AİLE
ABD'de liberal aile üç alt ayırım içindedir: Üniteryanizm (birleştiriciler), üniversalizm (evrenselciler) ve enfidelizm (sadık olmayanlar). Alt ayırımlar içinde en önemlisi üniteryanizmdir, Üniteryanizm üçlemi (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) reddedelerek, soyut bir Tanrı anlayışı içinde birleşmeyi öngörmektedir. İsa'nın ilahiliği yadsınır, bir peygamber olarak algılanmasının gerekliliği vurgulanır. Cehennem yoktur, herkes kurtuluşa ve esenliğe ulaşacaktır. Enfidelizm insan merkezli bir felsefeye inanarak, Tanrı merkezli tüm inanışları reddeder. Amerikan iç savaşında dinin bağnaz yorumlarının savaş üzerindeki olumsuz etkilerini gören aydınlar, Kara Avrupası'nın akılcı ..liberal, özgürlükçü eğilimlerini ABD'ye getirmek istemişler ve Kalvenci doktirine karşı çıkmışlardır. Böylelikİe hümanist, sekülarist, laik ve liberal eğilimler bağnaz sosyal yapı içinde şok yaratır. Hristiyanlığın tüm köktenci geleneklerini yıkan ünteryan düşünceler, bağnaz Eski Ahid toplumunda reaksiyon doğurur. Üzerinde kıyametlerin koptuğu teslisin (üçlemin) mantıksız bulunması, insana karışmayan Tanrı anlayışı geleneksel İnanç sahiplerini altüst etmişti. Kendi yazgısını kendi çizen insan tanımını köktenci hiçbir dinsel eğlim kabul edemez, içine sindiremez. Kara Avrupa'sının rasyonalizmi bilim dışı açıklama şemalarını kabul etmemektedir. Oysa anglo-sakson pragmatizmi yarar olgusundan yol aldığından insana mutluluk veren her şeyi yararlı sayıp irrasyonel açıklama şemalarına ağırlık tanımaktadır. Mutluluk neredeyse doğru
oradadır. İnsanlar eğer kendilerini mistik, irrasyonel, yazgıcı bir din ve felsefe içine bırakmışlarsa bırakın bu böyle! devam etsin. Salt doğru olsa olsa Tanrı katında vardır, beşer hakikate ulaşâmaz. O zaten günahkardır, avunarak bir nezbe mutlu Olur. Aydın kafaların bu tür bir safsataya prim vermesi kuşkusuz beklenemez. Tanrı'ya ulaşmanın akıl ve bilgiyle söz konusu olabileceği temasına din felsefelerinde seyrek de olsa rastlanmaktadır. İslam Alemi'nde böyle bir yaklaşımı akılcı mutezile, İbni Rüşt, Farabi gibi düşünürler ve akımlar gündeme getirmişti. Ne yazık ki, bugün ilerici ve liberal İslam unutulmak üzeredir. Oysa ABD'de Hristiyanlık. içinde üniteryan kilise aydınlık ufukları sergilemektedir. Uniterian eğilimi tarihsel olarak Leonardo da Vinci'ye dayandıranlar var. Ancak 1532 yılında Miquel Serveto (Servetus) adlı bir İspanyol din bilgini "Üçlemin Hataları" adlı kitabıyla Hristiyan inançtaki baba-oğul-kutsal ruh üçleminin yanlışlığını ortaya koyarak bu akımı başlatmıştır. Protestan ve katoliklerce .lanetlenen Servetus yakılarak öldürülmüştür. Calvin yakılarak değil de boynu vurularak öldürülmesinin gerektiğini savunarak protestanlığın nasıl bir ilericilik (!) içinde olduğunu göstermiştir. Uniterian eğilim tarih boyunca John Locke, Milton, Newton gibi deist (Tanrı'nın varlığını kabul edip dinlere fazla itibar etmemek) düşünürlerce savunulmuş, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda ABD'de George de Bonneville, Hosea Ballou adlı kişilerce kurumsallaştırılmıştır. ABD'nin kurucularından Washington, Jefferson ve Madison'ın, şair ve yazarlardan Emerson, Thomas Paine, ütopist sosyalist Robert Ovven'in uniterin düşünceye yakın olduğu bilinmektedir. Uniterian felsefeye göre Tanrı, bir saat imalatçısı gibi evrene yaratmıştır. Ancak saati işletme ve kurmayı insana bırakmıştır. Din, akıl ve ahlaktır. Özgürlük ve insan haklarına saygı aklın ve ahlakın gereğidir/Bağnazlığın kol gezdiği ABD'de uniterianlar Amerikan Ulusal Liberal İttifakı adı altında bir dernek kurarak etkili bir düşünsel mücadele ortamına girmişlerdir. Uniterianlar pazar, günleri, diğerlerinin Kiliselere gittiği saatlerde herkes açık olan bir toplantı yerinde biraraya gelmekte, din, felsefe, kültür, sanat, edebiyat, bilim, müzik vs.'ye ilişkia konuşmalar yapmakta, özgürlükçü düşüncenin erdemini ortaya koymaktadırlar. Bağnaz, yazgıcı, biçimci dinsel yaklaşımların mantıksızlığı anlatılmakta,
her türlü inanç temel alınmaktadır. Onlar için tüm peygamberler ahlak ve erdemi savunmakla kutsal ilham içerisindedirler. Ancak beden olarak hiçbirinin kutsallığı yoktur. Hz. Muhamıiıed'i de peygamber olarak kabul eden ünileryanlar olduğu gibi, ahlakı ve doğruluğu savunan herkesin kutsal ikircikli içinde bulunduğunu söyleyenler de var. Hatta ve hatta uniterianlara ikircikli bilinemezciler de katılmaktadır. Hoşgörü ve sabırla yol alan özgürlükçü, liberal uniterianlar, ahlak ve akılı rehper aldıklarından hiçbir zaman bizde olduğu gibi yobazlıkla mücaledelede kızgınlıklara ve duygusal tepkilere yer vermemektedirler. BAĞDAŞIMCI
EĞİLİMLER
(SENKRETİKLER)
Bu eğilimler değişik din felsefelerini Hristiyanlık ağırlıklı olmak üzere bağdaştırmaya çalışmışlardır. ABD'de gerçek aydın kesim dışındaki insanların kolaylıkla mithoslara, doğa üstü güçlere inandığım çeşitli yerlerde vurgulamaya çalıştık. Hristiyanlık "immanan" bir yapıya sahiptir, manevi ve maddi dünya içiçedir, Hz. İsa ve Meryem Ana sık sık bu dünyaya müdahale edebilir. Mistik güçlerin zaman zaman maddi ve somut dünyayı yönlendirmesi, zorunlu olarak insan beyninde rasyonaliteyle, irrasyoneli bağdaştırma gereğini doğrumuştur. Bilimsel olarak açıklayamacağı şeylerin irrasyonel açıklamaları olmalıdır. Nedenini bilmediği bir takım gizil güçler maddi yaşama karışmakta, bizleri yönetmektedir. Gizil güçlerin mutlaka iyiden, doğrudan, güzelden yana olması gerekmez. Yani her zaman için İsa ve Meryem yoktur; Şeytan ve kötülük de insan ruhunu yönlendirebilir. Bir yandan Tanrı ve İsa'nın kudretine inanmak öte yandan kötülüklerin varlığını kabul etmek bağdaşıma eğilimlerin doğumuna yol açmıştır. Öte yandan musevilik, hristiyanlık, müsİümanlık, hinduizm, brahmanizmin bulunduğu Yeni Kıta'da dinler arası bir bağdaşım da zorunluydu. İşte pagan-paien (çok tanrılık), animist (tüm varlıkların canlı ruh sahibi olması), musevi, Hristiyan, okültist {gizemcilik, gizil güçlere inanma) bağdaşımlar böylelikle Hristiyan ağırlıklı olmak üzere ABD'de yayılmıştır. ESKİ AHİD-YENİ AHİD-AMERİKAN NASYONALİZMİ BAĞDAŞIMI: MORMONLUK 1830 yılında New-York'da kurulan mormonluk ilahi nefesin sade-.
ce Orta Doğu'da değir Amerika'da da ortaya çıkabileceği psikozunun mezhebidir. Bu eğilimin kurucusu .1805 yılında doğan Joseph Simith'dir. Mezhebin genel merkezi Utalı Eyaleti'nin başkenti olan Salt Lake City'dedir. Ayrıca New,York'da da bir merkez vardır. Utah Eyaleti'nin nüfusunun çoğu mormondur. Joseph Smith daha 14 yaşındayken Hz. İsa'yı görür. Daha sonra Moroni adlı kutsal kişi onu Polmyra dağındaki; ormana götürür. Smith burada Cennetten inen altın varaklarla karşılaşır. Altın varaklar üzerinde eski dille yazılmış sözler vardır. Smith bunları İngilizceye çevirir ve Amerika'nın M.Ö. 2200 yıllarıyla M.S. 420 yılları arasında geçen tarihiyle karşılaşır. Altın varaklar üzerinde yazılan yazılar kutsal Mormon kitabıdır. Mormoiı kitabına göre yahudilerin kaybolan kabilesi kayıklarla Amerika'ya gelmiştir. Mormon adlı geygamberin önderliğinde bu kabile gerek Kuzey, gerek Güney Amerika'da tek tanrılı dini yaymıştır. Hz. İsa da, çarmığa gerildikten sonra yeniden dirilerek Amerika'ya geçmiştir. Tanrı'nın oğlu İsa bu kıtada İncil (Eski ve yeni Ahid) ilkelerini yaymış, daha sonra kaybolmuştur. Mormon anlayışa göre Amerika Orta Doğu gibi Hristiyanlığın doğuş yerlerinden biridir. Amerika kutsal topraklar içindedir. Joseph Smith ilkelerini yayarken baskıya maruz kalmış ve kardeşiyle birlikte 1844'de öldürülmüştür. Onun düşüncelerini Brigham Young yaymış ve önderlik yaparak mormoriları Utah'a getirmiştir. Daha sonra Devlet bu mezheple iyi ilişkiler içine girmiş ve B. Yöung Utah senatörü olmuştur. Mormonluk ABD içinde hızla yayılmış ve misyonerlik örgütü kıta dışına da çıkmıştır. Mormonların poligamiden (çok karılılık).yana olduğunu bilinil". Bu mezhebin fanatik yandaşları basit bir yaşam tarzını benimseyerek Eski Ahid'i örnek alırlar. Eski Ahid'in çağlar önceki yaşam örneklerine sadakat onlar için ibadet kadar önemlidir. Yasalar karşısında mormönlar poligami tutumdan uzaklaşmışlardır, ancak bugün dahi köktenci bazı mormonların çok kadınla- evlenerek kaçak bir aile yapısı içinde yaşadıkları bilinmektedir. ABD'de ordu içinde yaygın olduğu söylenen mormonların Salt Lake City dışında da büyük mabetleri vardır. Başkent Washington D.C.'deki büyük mabedin görkemli yapısı birçok katedralle boy ölçü-
şebilecek konumdadır. Bağnaz fanatik, milliyetçi mormonluk ABD'de hızla yayılmaktadır. DOĞU DİNLERİ HRİSTİYANLIK MOONCULUK
BAĞDAŞIMI:
Son 40-45 yılda ABD'de etkili bir örgütlenme biçimiyle, özellikle bu ülkeye yerleşen sarı ırka mensup insanlar arasında yayılan bağdaşım "moonculuktur." Sun Myung Moon adlı Kore kökenli peygamberin yaydığı bu dinin mensuplarının dünyadaki tüm elektronik sanayiini ele geçirdikleri iddia edilmektedir. Sun Myung Moon 1920 yılında Kore'de doğmuştur. Brahmanist kökenli bir aileden gelmektedir. Ancak Hristiyan kültürüyle yetişmiştir. 16 yaşındayken Hz. İsa görünür ve "görevi onun tamamlayacağını" müjdeler. Çölde uzun süre kalan Moon "kötü ruhlar ve cinlerle mücadele eder." 1938 yılında Japonya'ya elektrik mühendisliği tahsiline gider. 1946 yılında misyonerliğe başlar. Aynı yıl komünist rejim tarafından tutuklanır. 1950 yılında Kore'ye yapılan Birleşmiş Milletler müdahalesiyle o da özgürlüğüne kavuşur. Önce Japonya'da daha sonra 1970'den itibaren ABD'de görüşlerini yayan Moon karizmatik bir kişiliğe sahiptir. Günde 2-3 saat uyuyan Moon otoriter, militarist bir Hristiyan devletten yanadır. Mooncular elektronik sanayiye hakim oldukları kadar New York'da birçok taşınmazın sahibidirler. 2000 odalı New Yorker otelini satın alan mooncular buranın bir bölümünü genel merkez olarak kullanmaktadırlar. Moon aktif bir dünya politikası içindedir, ve her zaman gerek ABD'de gerek diğer ülkelerde tutucu rejimleri desteklemiştir: Mooncular 14 Ekim 1976 tarihinde inanç felsefelerini maddeler halinde yayınlamışlardır. Buna göre mooncular tüm dinlere inanmaktadırlar. Ancak, Hristiyanlık daha üstündür, çünkü sevgi esasına dayanır. Doğu dinlerinden esinlenerek moonculuk tüm doğanın canlı ruhları olduğu ilkesini benimser. Tüm Hristiyan mezheplere ayrı bir saygı besleyen moonculuk dünyanın yaradılışını Aziz Augustin'de olduğu gibi ilk günüha dayandırır. Yazgının esiri olan insanın bu dünyadaki görevi ve işlevi günahtan arınmaktır. Ne yazık ki, yaşaması için zorunlu olarak bu dünyanın pislikleri içindedir. Pislikten kaçmak ola-
naksızdır; yapılacak iş ibadetle, disiplinle iç. ferahlık ve .esenliğe kavuşmaktan ibarettir. Devletin amacı Hristiyan teolojiye uygun bir yaşam ortamı sağlamaktır. İsrail gibi bir devlet kurmak zorunludur.,Bu devlet Hristiyan temelli olmalıdır. Ama Tanrı'ya inanan herkese de inanç ve ibadet özgürlüğü sağlamalıdır. Eninde sonunda zaten tüm inanç sistemleri Hz. İsa'nın etrafında halkalanacaktır. ı , Mooncular küçük yaştaki çocukları ailelerinden alıp özel bir disiplin içinde yetiştirmektedirler. Miltarist, teokratik anlayış içinde eğitim gören bu çocuklar daha sonra militan olarak aktif mooncu yaşama girmektedirler. Bir dönemde moonculann çocuk kaçırdıkları iddia edilmiş ve haklarında soruşturmalar açılmıştır. Mooncuların hepsi tam bir aktif antikomünist olarak "Civitatae Dei-Tanrı Sitesi"ni bu dünyada kurmayı hedeflemektedirler. Onlara göre tapkı Nuh Tufanı gibi bir dönemden geçmekteyiz. Kurtuluş için maneviyat gemisine binmek gerekir. (Moonculuk için bknz: When Prophets Die-The Postcharismatic Fate of New Religious Movements, Edited by Timothy Miller, 1991 New York s. 70-78; SONTAG, Frederick; Sun Myung Moon and the Ünifıcation Church, Nashville 1977 ve BROMLEY, David-SHUPE, Anson: Moonies in America, Cult, Churclr and Crusade, Loridon 1988, Library of Sosial Research) ' MUSEVİLİK HRİSTİYANLIK BAĞDAŞIMI: YEHOVA ŞAHİTLERİ Bu akımın kurucusu Charles Taze Russel'dır (1852-1916). ABD'nin Pennşylvania eyaletinde doğan Rusşel, prespiteryen kilisede rahipken uhrevi alemle iletişim içinde olduğunu iddia eder. Daha sonra ciddi bir Hristiyan teoloji incelemesi içine giren Russel,' Lutherci gelenek içinde Eski Ahid'e uygun bir yaşam tarzını empoze eder. Bu yaşam tarzını misyoner örgütlenmesiyle yaymayı amaç edinen Yehova Şahitleri, Young Men's Christian Association-Genç Hristiyanlar Derneği gibi kuruluşlara hakim olmaya çalışırlar. Russel, 1914 yılında Hz. İsa'nın yeryüzüne indiğini ve Tanrı Krallığı kurmaya başladığını ilan etmiştir. Yehova Şahitliği adı Russel zamanında kullanılmamıştır. 1931 yı-
lından itibaren kullanılan bu deyimle Tanrı'nın Tanıklığı kastedilmektedir: İbranicede Yahve veya Yehova Tanrı anlamına gelmektedir. Yehova Şahitleri klasik Hristiyanlığı Musevilikle bağdaştırırken cennetin bir dünyâda kurulacağı fikrini de savunmaktadırlar. Cehennem onlara göre bir çukurdur, ölenlerin dirilmemesidîr. Boşanmayı reddeden Yehova Şahitleri bu tutumlarıyla katolikliğe yaklaşırlar. Yehova Şahitleri'nin kilisesi yoktur, herhangi bir salonda toplantı yaparlar. Yehova Şahitleri askerlik kurumuna karşıdırlar, ulusal marşlara saygı göstermezler. \ Özetle onların amacı Hz. İsa'yla kadar olan peygamberlerin buyruklarına sadık bir "Civitatae Dei"yi bu dünyada kurarak mutluluğa ulaşmaktır. • Yehova Şahitliği sadece ABD'de değil dünyanın birçok yerinde ve bu arada ülkemizde etkin bir çalışma temposu içinde gelişmektedir. SPRİTÜALİZMACI BAĞDAŞIMLAR Bu tür bağdaşımlar dünaynın tüm dinleriyle ruhculuğu biraraya getirme çabası içindedirler. İnsanoğlu akıl ye mantık temelli bilimle evreni anlamaya çalışır. Açıklayamadığı, anlamadığı yerde inançla tatmin yoluna gider. İnanç olayını da tam içine sindiremeyince, insan beyni doğa üstü, irrasyonel açıklama şemalarından medet umar. Eski ve yerleşmiş ilkeleri terk edemeyince inanç-irrasyonel spritüalizmalar bağdaşımını icadeder.. Bu tutumun kökeni aslında "kitabi dinler" ötesine dayanmaktadır. Çok tanrılı dinlerdeki Tanrı'ların, animizmin ruhlarının bu dünyayı yönlendirmesi, yazgılara egemen olmaları spritüalizmacılığın tarihsel dayanağıdır. , Bugün de spritüalizmacılık manevi dayanağını Afrika, Güney Amerika, Avusturalya totemizmi ve animizminde bulmaktadır. Hz. İsa ve İncil'den de vazgeçemeyen Amerikan insanı spıitüalizmayla inancı arasında bir bağdaşım köprüsü kurmuştur. Bağdaşımda derindeki gizil (potansiyel) özü-arama güdüsü de mevcuttur ki, buna okültizm denmektedir. Büyülerle, efsunlara gizliliğe inme; gizil güçlerden destek alma, ruhların gazabını dağitma ve onların gücünü kullanma okültüzmin felsefesidir. Okültizm hristiyanlığm ve museviliğin sapkın bazı mezhepleri ta-
rafından da benimsenmiştir. Aynı gelenek ABD'ye sıçramıştır. Spritüalizmacılık ve okültizmi İncil'in gizli anlamı içinde ariyan birçok din adamı bu ülkede kitleleri etkilemektedir. ' Spritüalizmacılık ve okültizm, ABD'de de Güney ve Orta Amerika'nın "vuduculuğunu"da içine almıştır. Kötü ruhları harekete geçirip düşmana eziyet çektirme, onu yok etme spritüalizmacılığınıh adı vuduculukdur. Düşmanı temsil eden bir bebek yapılır ve üzerine iğneler batınlarak, efsunlu dualarla ona eziyet verilir. ^ Daha XIX. yüzyılda spritüalizmacılar yasal demekler kurmuşlar ve aleni faaliyete girmişlerdir. XVIII. yüzyılda yaşayan Swedenborg adlı bir Lutherci din adamı Hristiyanlıktaki üçlemde Kutsal Ruhu spritüalizmacı açıdan ele almıştır. Spritüalizmacılık, karizmatik dinsel önderlerle Amerikan toplumunda yayılma alanı bulmuştur. DİĞER
BAĞDAŞIMLAR
ABD'de bağdaşım modelleri bir hayli yoğundur. Ancak bunların bazıları azınlıkta kalmaktadır. • ı Jamaikalı Rastafori bağdaşımı Hristiyanlıkla zenciliği bağdaştırmaya uğraşmaktadır. Bu akıma göre İsa ve hatta Tanrı zencidir. Tüm zenci dinsel hareketlerin merkezi olan Etiopya kutsal bir ülkedir. Eski Etiopya Kralı olan Haile Selasie kutsal ruhtur; kendisi Hz. Süleyman ve Seba Melikesi Belkıs'ın oğlu olan Menelik'in sülalesinden gelmektedir. Bir.başka bağdaşım da Hare Krisha olayıdır. Son 20-30 yılda özellikle New York'da yayılan bu hareket Hint kültür ve din değerlerini Batı'ya aktarma çabası içindedir. Bu aktanm işleminde İsa'ya ters düşmemeye çalışılmaktadır. Benzer bir tutumu Swami Muktananda dinsel eğiliminde görmek olanaklıdır. XIX. yüzyıl sonu XX. yüzyılda ortaya çıkan Spirit Fruit Society komünal yaşam, spritüalizma, hristiyanlık bağdaşımını gündeme getirmişti. Din ve ırk farkını kabul etmeyen, tüm evreni kutsal gören, panteizm (doğa-tanrı içiçeliği), reenkarnasyon, yeniplatonculuk ve hristiyanlığı biraraya getiren Theosophical Society bir'başka bağdaşımdu-.
, The Christian Science Movement bağdaşımı, bilimle dini biraraya getirmeye çalışmaktadır. Jacob Hutter'e (XVI. yy.) dayandırılan hütterit komünitarizm antimilitarist, komünist, hümanist eğilimlerle ve Hristiyanlığı bağdaştırmaktadır. Bu akımın bugünkü adı "Dünya Çapında Tanrı KilisesidirWorldwide Church of God." ABD bağdaşımlar ülkesidir. Irk, kültür alaşımlarının, dinlerde bağdaşıma yol açması doğaldır. Bu bağdaşımlardan mormonluk ve moonculuk büyük kitlelerce benimsenirken diğerleri küçük gruplar ara sında yayılmıştır. MÜSLÜMANLIK ABD'de 1.000.000 civarında müslümanın yaşadığı sanılmaktadır. Müslümanlık yaygın bir şekilde olmasa da daha XVI. yüzyılda gemiciler tarafından Yeni Kıta'ya getirilmişti. XIX. yüzyılda bazı küçük müslüman göçler de görülmektedir. Afrika'dan getirilen zenci kölelerin bir bölümünün müslüman olduğu da bilinmektedir. 1860'lardan itibaren Suriye ve Lübnan'dan kitleler halinde müslüman ABD'ye göç etmiştir. 1888 yılında Manila'daki ABD başkonsolosluğuna atanan Alexander Russell Webb 1892 yılında ülkesine döndüğünde müslüman olmuş ve bu olay büyük yankılar uyandırmıştır. Muhammed adını alan Webb "İslam Dünyası" adlı bir dergi ve birçok kitap yayınlamıştır. 1893 yılında,Şikago'da toplanan Dinler Parlamentosunda İslam inancını temsil eden tek kişi Webb'dir. Aynı yıllarda 3000 Polonyalı müslüman ve küçük bir çerkez grup New York'a yerleşmiştir. Daha sonraki göçlerle 1920'lerde Kuzey-Batı eyaletlerinde müslüman komünoteler kurulmuştur. 1956 yılında Washington DC'de, 15 müslüman ülkenin yardımıyla İslam Merkezi açılmıştır. 1970'lerde İran'lı şiilerin. göçüyle, Şia da ABD'de sesini yükseltme olanağını bulmuştur. Kuzey Amerika Şii Derneği kurulmuş ve bu dernek "Islamic Review" adında bir dergi çıkartmaya başlamıştır. ABD'de önemli bir müslüman grubu da sufiler oluşturmaktadır. Yeni Kıta'ya XX. yüzyılın başlarında gelen Hazret Han, ilk sufi dergahını kurmuştur. Onu Corc Gürciyef izlemiştir. v Bektaşilerin de ABD'de önemli bir merkezi bulunduğu bilinmek-
tedir. ABD'de kuşkusuz en güçlü İslam grubu "Zenci veya Kara Müslümanlardır." Kara Müslümanlarda politik amaç, bağımsız zenci devleti kurma çabalan gözlemlenmektedir. : Zenci Müslümanlar kökenlerinin Afrika İslamı olduğunu söylemekte ve bağdaşımcı bir yol izlemektedirler. Afrikalılık bilincinin gelişmesiyle birlikte zenciler arasında senkretik tutum (bağdaşım) da ortaya çıkar. Başlangıçta Allah-İsa-Muhammed üçlemi içinde bir bağdaşıma gidilmiştir. Zenci Müslümanlığın kurucusu olan E. Muhammed önceleri kendini İsa olarak tanıtmışür. 1930'lardan itibaren bu tutumundan pek yakınlığı olmayan ilkeleri de savunarak bağdaşımcı bir yaklaşım sürdürmüştür. E. Muhammed'in yaninda yetişen Malcom X, önceleri üstadının sadık izleyicisi olmuş, ırkçı, şiddete dayalı bir zenci politikası savunmuştur. Daha sonra İslam ülkelerini gezen ve Hacca giden Malcom X, İslamın olumlu yüzünü tanımış ve liderden ayrılmıştır. Malcom X Sünni Müslümanlığı benimser bir tutum içine girmiştir. Kendisi bir suikast sonunda öldürülmüştür. Suikasti yapanların köktenci eski patronu E. Muhammed felsefesine bağlı zenci müsiümanlar olduğu sanılmaktadır. MUSEVİLİK Bilindiği gibi M.S. 70 yılında Kudüs Büyük Mabedinin Römalı'lar tarafından yıkılmasından sonra Museviler dünyaya yayılmışlardır. Akdeniz Havzası'nın değişik kentleri ve Orta Avrupa'ya yerleşen Yahudiler sürekli olarak Hristiyan baskıya maruz kalmışlardır. XV. yy. yüzyıldan itibaren Yeni Kıta'ya Musevileri'nde geldiğini görürüz. Bunlar İspanya'daki katliamdan kaçanlardır. Bazılarına göre Christophe Colombe da bir Yahudi idi. Onun Musevi olmadığı bilinmektedir. Ama, Yahudi tefeciler tarafından testeklendiği bir olgudur. Amerikaya giden ilk göçmenlerin çoğunun "marranos" denilen vaftiz olmakla birlikte gizlice Musevi inancı sürdürenler olduğu hususu da bir gerçektir. Yeni Kıta'da ilk Yuhadi komünote Kahal Kodesh adı altında 1630 yılında Brezilya'da kurulmuştur. Bu dönemde Hollanda'dan New. York'a Yahudi göçlerin yapıldığı tespit edilmiştir. New York valisi
Peter Stuyvesant Yahudilere fazla sempatik davranmamıştır. Daha sonra 1682 yılında New York İngiliz toprağı olunca, hoşgörülü bir ortam doğmuş, sinagog inşa edilmiş, mezarlık yapılmıştır. ABD'nin kuruluşundan sonra Avrupa'dan yeni musevi güçlerine tanık olmaktayız. Bunlardan bir bölümü Hristiyanlığı yeğlemiştir. İlk Yahudi göçleri Seferad (İspanya, Portekiz) kökenli iken yenileri Eşkenaz (Orta Avrupa) ağulıklıdır. 1881'de Rusya'da Yahudiler üzerinde uygulanan ağır baskılar bu ülkeden ABD'ye göç.ere neden olmuştur. XX, yüzyılın başlarında ABD'de 3.000.000 Yahudi'nin yaşadığı tahmin edilmektedir. Aynı dönemde siyonist hareket gündeme gelir. Siyonist ivme bugünkü. ABD Yahudi lobisinin harcını oluşturmaktadır. Amerika'daki Siyonizm İsrail Devleti'nin kurulmasında en güçlü faktördür.
Günümüzde Musevilik ABD'de altın çağını yaşamaktadır. Musevi iş adamları güçlenmiştir ve İsrail Devletini desteklemektedirler. ABD'nin dış politasında İsrail'in'desteklenmesi her zaman için ön planda gelir. Musevilik içinde de tutucu-ilerici yorumlar ikilemi mevcuttur. XII. yüzyılda yaşamış Endülüslü Musevi düşünür Maimonides'in (İbni. Meynun, Ram-Bam) rasyonalist Musevilik yorumu ne yazık ki, azınlıkta kalmaktadır. • Maimonides özgürlükçü, akılcı din yorumlarıyla sadece Museviliği değil Hristiyanlık ve İslam felsefesi üzerinde de izler bırakmıştır (Miamonides için bknz. ÖKTEM, Niyazi: Maimonides, Sanat Dünyası sayı 47,1992),. ABD'de de zenci Yahudiler de varlıklarını sürdürmektedirler. Zenci Museviler Ethiopya kökenli olduklarım iddia etmektedirler. Gerçekten de Ethiopya'da "falaşa" denilen zenci Museviler yaşamaktaydı. İsrail hükümeti yakın bir geçmişte onları İsrail'e getirmiştir. Hasidizm ve kabalizm denilen okült ve mistik eğilimler de ABD'de yaşayan musevi cemaatin küçük bir bölümünü etkilemektedir. • Bu akımlar daha önce açıkladığımız spritüalizmacı tabana dayanmaktadır. Bu kez bağdaşım musevilikle gerçekleştirilmiştir.
BAHAİLİK Bahalligin kurucusu Şirazlı Ziyyad Ali Muhammed'dir (18191850). Kendini Bab (Kapı) olarak tanımlaüyân Ziyyad, o kapıdan Nur'a ulaşılacağını söylemiştir. Kendini mehdi (mesih) ilan edince 1850 yılında idam edilmiştir. Ziyad'm müridlerinden Mirza Hüseyin Ali (1817-1892), Baha adını almış ve kendisine Bahaullah denilmiştir. Babilik böylece bahailiğe dönüşür. Bahaullah Edirne ve İstanbul'da yaşamını sürdürmüş, 1868 yılında ise Akka'ya sürülmüştür. Bahaullah Efendi'nin ölümünden sonra yerine oğlu Abbas Efendi (1844-1921) geçer. Abdulbaha (Baha'nın hizmetkarı) adını alan Abbas Efendi 1911 yılında ABD'ye gider ve görüşlerini burada yayar. Bahailik üç tek tanrılı dini bağdaştırmak istemektedü- ve evrensel devletten yanadır: Hz. Muhammed dahil tüm peygamberler Allah'ın elçisidir. Laik devleti benimseyen bahailer, hakikat ve doğrunun peşinde koşmanın bir tür ibadet olduğunu söylerler. Bahailiğin genel merkezi Akka'dadır. Bu nedenle İsrail Devleti ta1 rafından desteklendiği iddia edilmektedir. Teokratik İslam devletleri bahailiği baş düşman olarak kabul etmektedirler. İran'da, Mollalar Rejimi içinde bahailerin idam edildiği bilinmektedir. Oysa Şah tarafından desteklenmişlerdi. Bahailik bugünün ABD'sinde Orta Doğu ve İran kökenli gruplar.. içinde yayılmaktadır. UZAK DOĞU DİNLERİ
'
ABD'de brahmanizm jainizm, sililik, budizm gibi Uzak Doğu dinleri de mevcuttur. Bu dinler sarı ırka mensup insanlar arasında yaygındır. , , I XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Uzak Doğu dinlerinin misyonerleri, "gurular", ABD'ye gelmeye başlamıştır. Brahmanizm sihlik ve jainizm fazla yaygın değildir. Ancak budizm bazı Beyaz Amerikalılar tarafından da benimsenmiştir. Özellikle zenbudizm bunların içinde en yaygın olanıdır.
SONUÇ Görüldüğü gibi ABD'de dinler çok renkli bir mozaik olarak toplumsal yaşamı etkilemektedir. ABD'deki dinsel yorumlarda tutucu eğilimler ağırlıktadır. "Tek Kutuplu" hale geldiği iddia edilen dünyada, tüm ülkelerin "efendisi" olan ABD'nin sosyal dokusunun en güçlü ağı din olgusudur. Dinsel öğeler yaşam ve kültürü etkilemektedir. Dünyanın efendisi olma, tek kutupluluk yargıları tartışılabilir, an. cak tartışması olanaksız olan bir konu vardır ki, o da media aracılığıyla bu kültürün dünyaya yayılması olgusudur. En güçlü media ağı ABD'nin elindedir. Bu media ağının aktardığı kültür , artık "global bir köy" haline gelen dünyada en ücra köşelere kadar ulaşmaktadır. Amerikan dramalarında hazcı kültürünün, anglo-sakson pragmatizminin motifleri kadar inanç temelli öğeler de yer almaktadır. Rasyonalizm, mantık, bilim kitlenin ilgi alanları dışına çıkmış; onun yerini duygusallık, irrasyonel açıklama şemaları almıştır. Bunalım ve zorluklar karşısında kitle bilimsel, akılcı çözümler yerine kör bir şekilde yazgıya bağlanmayı yeğlemektedir. Bu tutumda acaba protestan Kalvenci yazgı anlayışının etkisi var mı? Bu tür bir etki İslam'ın tutucu yorumlarının ağırlık taşıdığı ülkemizde uygun bir zemin mi bulmaktadır? İnanç sistemlerinin dünya politikasını yönlendirdiği de bilinmektedir. Ve ne yazık ki, tüm inanç sistemleri içinde tutucu yorumlar politakaya daha sıkı sarılmaktadır. Tutucu musevi yorumlar, "Likud Cephesi" siyonist emperyalizmi sürdürmek ister. Oysa özgürlükçü, akılcı, musevilik politik ihtiraslardan uzaktır. Sevgi felsefesinin dini olan Hristiyanlık özüne .uygun yorumlarda barıştan yanayken; yobaz ve bağnaz yorumlar hala Haçlı zihniyetini sürdürmektedir. Kara sesler, gözü dönmüş bağnaz müslüman herkesi zındık, ilan edip, "katli vaciptir" derken; müslümanlığı sevgi, saygı, "kul hakkını yememek" diye algılayanlar, "hakikate, güzele teslim olanlar", özgür ve mutlu bir geleceğe umutla bakarlar. ABD'de ne yazık ki, tutucu Hristiyanlıjfln arttığı anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalar liberal kiliselerden ayrılmaların daha çok, tutucu kiliselere geçişin daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır (SAR1-
BAY, Ali, Yaşar: Protestanlık ve Sekülarizasyon, Sosyolojik Bir Bakış, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Bahar 1993/2, s. 87). Dünyanın en güçlü mediasını elinde tutan devlet yobazlığa gidiyorsa sosyo-politik gelişmeleri sağlıklı bir biçimde analize tabi tutmanız gerekir. Yobaz zihniyet ırkçıdır, militaristtir, dünya :için tehlike oluşturur. Bu durumda, inanç sahibi olsun olmasın tüm özgürlükçü güçlerin liberal din yorumlarını köktenci, tutucu yorumlar karşısında düşünsel mücadele vermesi gerekir. Bu mücadelede dikkat edilmesi gereken husus özgürlükçülüğü elden bırakmamıştır. Sağduyunun en güçlü silahı akıl, düşünce ve özgürlüktür. Başka bir anlatımla mücadelede samimi inanç sahiplerini rencide etmemek, özgürlükçü din yorumlarını desteklemek gerekmektedir. ABD'de sayısal olarak tutucu yorumlar ağırlıktadır. Bununla birlikte ABD'nin hala siyasal alanda özgürlükçülüğün bayraktarlığını sürdürmesinin nedeni aydınların; özgürlükçü felsefeyi özümsemiş olmasıdır. Demokrasinin en iyi işlediği ülke de ABD'dir. Tutucu bir sosyal zeminde gerçek demokrasinin yürümesi şaşırtıci gibi gelebilir. Amerikan aydını esenliğe ulaşmanın özgürlükten geçtiğinin bilincindedir. O da bağnaz Kalvenciye kızar ama mücadelesini fikirle, düşünceyle ve politik örgütlenmeyle gerçekleştirir. Bizde olduğu gibi "seslerini keseceksin jakobenliği" oralardayoktur. Amerikan aydını öte yandan, sorumluluğunun bilinci içinde Uniteryan Kilise gibi liberal eğilimlere aktif bir biçimde katılır. Pazar günleri' bu tür kiliselere gider, tartışmalara girer. "Adam sende, şimdi dinle, felsefeyle mi uğraşacağım? Yobaz adam kültürden ne anlar?" vurdumduymazlığı içinde değildir. Amerikan aydını kendi dininin sosyal konumunu inceler, tarihsel kökenini bilir. Amerikan aydını din sosyologlarını, örneğin Max Weber'i okumuştur. Sayısal, çoğunluktaki Amerikan tutuculuğu düşünsel aydın potansiyeli karşısında fazla ileri gidememektedir. Bu nedenledir ki, şimdilik dünya açısından önemli bir tehlike yoktur. Ancak sosyal dokunun mahiyet ve yapısını bilmekte büyük yarar görmekteyiz. Ola ki, birgün: Amerikan Aydını sapıtıp, bizde olduğu gibi bilimsel olmayan bir mücadele ortamını benimserse vay dünyanın haline...
KAYNAKÇA - THE ENÇYCLOPEDİA OF AMERICAN RELIGIONS,.Second Edition, by J.. Gordon Melton, Detroit Michigan, 1987. - RELIGION, POLİTİCS, AND DEMOCRATY, by James Reiçhley inDialogue.3,1992. - LENGLISE ORTODOXE, Olivier Clement, Paris 1961, QueSais-Je. - HRİSTİYAN TANRIBİLİMİNE GİRİŞ, Thomas Michel, İstanbul 1 1992, Orhan Basımevi. - LE PURİTANISME, Armand Himy. Paris 1987, PUF. - JEAN CALVİN ET LA TRADITION CALV1NIENNE, Albert-Marie Schmidt, Paris 1957, Seul. - CEM DERGİSİ, Sayı 21,22, 23. - WHEN THE PROPHETS DIE-THE P0STCHR1SMAT1C FATE OF NEW RELIG10US MOVEMENTS, Edited by Tinıothv Miller, 1991 New York. - SUN MYUNG MOON AND THE UN1F1CATIN CHURCH, Freclerick Sontag, Nasville 1977. - MOONIES İN AMERICA, Bromley David ve Anson Shupe, Londoıı 1988, Library of Sociai Research. - SANAT DÜNYASI DERGİSİ sayı 47, 1992, Yapı Kredi Yayınları. - PROTESTANLIK VE SEKÜLAR1ZASY0N-SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ, Ali Yaşar Sanbay, Bilgi ve Hikmet Dergisi, Bahar 1993/2. (*) 13-19 Kasun 1993 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanan araştırma dizisinin tamamı.
DİNLER ve LAİKLİK w Genel ve alışılmış tanımla laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Laik devletlerde din olgusu devletin "esas teşkilatına" müdahale etmez; dinsel ilke ve kurumların devlet yönetiminde etkisi yoktur. Laik devletlerde din, devletin olağan görev ve yetkileri içinde bir sosyal olgu olarak ele alınır ve tüm diğer sosyal olguları gibi düzenlemeler görür. Düzenlemelerde temel ölçüt, çağdaş değerlerdir. Din, sosyal olgu olduğu kadar bir düşünce sistemidir. Bu görünü-; müyle felsefenin konu alanı içine girer. Din felsefeleri, laik felsefelerden çok daha fazla ilgi görürler. İnsan felsefeye tanrı ve yazgı sorunuyla başlar. Tanrı yar mıdır, yok mudur? Evrenin öz ve esası nedir? Bir madde mi, yoksa bir düşünce midir gibi soru ve sorunlar, felsefenin ilk adımlarıdır. Bu'tür düşünceler insanı ister İstemez din olgusunun irdelenmesine götürür. Din, sosyolojik ve filozofik açıdan önemli bir kurumdur- Bu nedenledir ki, gerek ülkemizde gerek dünyada her zaman için gündemdedir. • • • . ' • • - . ' , Evrensel önem içeren bu kurum karşısında devlet nasıl bir tutum 1 alacaktır? TEOKRATİK GÖRÜŞLERİN TEMEL FELSEFESİ Teokratik görüşler şöyle diyor: .. "Devlet yönetiminin ilke ve esasları Tanrısal buyruklara uymalıdır. Bu dünya zaten öteki dünyaya hazırılk evresidir. Devletin görev, amaç ve işlevi, uygun ortamı hazırlamaktır. Hazırlıkta devlet güçlerine din adamları yardımcı olmalıdır; çünkü Tanrı buyruğunu en iyi onlar anlar ve oniar yorumlar." Hristiyan filozofların çoğu, bugün dahi neotomist bir yaklaşımla bu düşünceyi yaymışlardır. Dünyadaki tüm Hristiyan demokrat partiler Saiııt Thomas d'Aquiıı ve onun XX. yıl yorumcusu Jacques Maritaiıı'in izinden gitmektedirler. Bu partiler iktidara geldikçe, olanaklar ölçüsünde görüşlerini uygulamaya sokmak isterler. Ancak 'karşı görüşteki baskı grupları ve sosyal etkileşim dengeleşiriı, Hristiyan demokrat ideallerin tam olarak gerçekleşmesini engeller. Hristiyan demokrat partiler açık ya da örtiilüiaikliğin karşısın-
da yer almaktadırlar. Ancak laikliğin iyice özümsemesi, akılcılık ve felsefi kültürün yaygınlığı teokratik devletin kurulmasını engeller. Katolik eğilim St. Thomas'ın yolunu izlerken protestan ağırlıklı ABD'de özellikle Calvin'ci görüşlerle, Mormonluk gibi Hristiyan sapmalar koyu bir bağnazlık içinde açıkça teokratik devleti savunurlar. Baptist, Church of Christ gibi koyu tutucu kilisiler ABD'de sosyal ve siyasal yaşamı önemli boyutlar içerisinde'etkilemektedir. Müslümanlıkta mutezile akımı, Anadolu Alevileri ve İbni Rüşt Fahrettin Razi kökenli sünni yorumlar dışında laik devleti benimseyen görüşlere rastlamak çok güçtür. Museviliğin XX. yy. yorumlan da tümüyle teokratik devleti benimsemektedir. LAİK GÖRÜŞLERİN TEMEL FELSEFESİ Teokratik devlet anlayışının kökenindeki tanrısal iradenin yerini laik devlette akıl ve bilime dayalı yönetim almıştır. Evet... Laiklik rasyonalizmdir (usçuluk-akılcılık). İnsanın doğanın ve toplumun kural ve yasalann kendi aklı ile algılaması, kavraması ve yine kendi gücü ve akli ile doğa ve topluma egemen olması akılcılıktır. Akim rehber alınması; safsata, lıurafö, bilim dışı açıklamaların, irdelenmemiş "nakillerin" atılması akılcı davranış modelleridir. Devlet yönetiminde bu yöntem izlenirse onun adı laikliktir. Başka bir anlatımla devlet yönetiminde din adamlarının yorumlarına dayanan dinsel, irdelenmemiş "nakiller" ilke olarak benimsenmişse o ülkede teokrasi vardır. Yok eğer bilimin, akim sesi rehber alınmışsa laik devlet kurulmuştur. Ata-. türk'ün gerçekleştirmek istediği laik devlet işte budur. Nitekim onun döneminde çeşitli kurum ve yayınlarla bilim ve laik düşünce gelişme olanağı bulmuştur. Batı'da laik aşamaya ancak Fransız Devrimi ile gelinmiştir. XVII. yüzyılda "ticaret devrimi" ile oluşan yeni sınıf, burjuvazi ekonomik gücünü siyasal güçle perçinleştirmek isterken devleti yöneten aristokratlar ve onlann manevi destekçisi ruhban sınıfı en büyük engeldi. Feodal sosyolojik yapıya sahip devlet yönetiminde, iktidarın köken ve temelinin Tanrı'da olduğu söylenmekte ve Tanrı'nın bu gücünü yönetim açısından doğrudan doğruya krala aktardığı iddia edilmekteydi. Ünlü filozof J.B. Bossuet bu görüşteydi; XIV. Louis de bu kuramı, pek sevmişti.
Ticaret devrimi ile tarih sahnesine giren ve sanayi devrimi ile güçlenen burjuvazi, ekonomik iktidarı ele geçirmişti, ancak siyasal iktidar kral ve kiliseydi. Zenginleşen burjuvazinin mülkiyet hakkı güvence altında değildi. Kral ve kilise onun tüm mal varlığı üzerinde keyfi tasarrufta bulunabilirdi. "Cismani ve ruhani iktidar" elbirliğiyle onu ezmekteydi. Burjuvazi ne yapabilirdi? Nasıl kralın Bossuet'si varsa o da filozoflar bulmalıydı. JJ. Rousseaü'lar, Diderot'lar, Descartes'lar insanı, onun aklını yüceltici düşünceleri geliştirmişti. Kilisenin manevi baskısını, ancak başkaldıran akıl yıkabilirdi. Kilisenin gücü yıkıldığıiıda,aristokrasinin yıkılması kolaylaşacaktı. İşte bu nedenle laiklik benimsendi, Kilisenin yerini insan akıl aldı. Akla dayalı laiklik, "doğal hukuk felsefesinden" desteğini alıyordu. Antik Yunan kökenli doğal hukuk düşüncesi, burjuvazinin resmi felsefesi haline dönüştü. Descartes, Spinoza, Grotius gibi düşünürlerle rasyonalist kimliğe bürünen "doğal hukuk" şunları söylüyordu: "İnsan aklı, hukukun kaynağıdır. İnsan, hiçbir aracıya gereksinim duymadan kendi aklıyla evrensel adalet ilkesini anlar ve içeriğini kavrayabilir. Herkes kendi aklıyla evrensel hakikatlere ulaşabilir/Herkesin eşit bir biçimde algıladığı adalet değerinin güncelleşmesi, hukuk haline dönüştürülmesi siyasal faaliyettir. Bu çalışmayı herkes eşit bir biçimde yürütecektir, çünkü herkes akıl sahibidir ve insanlar arasında doğuştan hiçbir fark yoktur. Eşit algılama ve eşit kavrama eşit yönetimi gerektirir. Algılama, kavrama ve yürürlüğe koyma işleminde kral ve papaza gereksinim yoktur." Krala ve aristokratlara gereksinimin olmaması demokrasi, papaza gereksinim duyulmaması ise laikliktir. Aracısızlık, eşitlik, ayrıcalıklı katmanlara gereksinim duyulmaması "halk egemenliği"nin gerçekleşmesi demektir. Batı demokrasilerindeki laiklik, işte bu düşüncenin ürünüdür. DİNLER YORUMLAR ŞEKLİNDE KARŞIMIZA GELİR Her din kurumsallaşmış haliyle bir yorumdur ve günümüze değişik yorumlar biçimleriyle gelir. Tek tanrılı dinler bir kitap ve. o dinin peygamberinin yaşam öykülerinde kaynağını bulur. Kitap ve peygamber davranış ve sözleri dinin öz ve temelini belirlemektedir. Yaşamın karmaşıklığı, değişen ve gelişen dünya koşulları içinde kutsal kabul edilen her satır ve her söz yorum gerektirir. Bu-nedenledir ki, örneğin
Islamda."Icma-ı ümmet", "kıyas-ı fukuha" gibi kurumlar ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim, hadis ve sünnetler kaynak alınarak insanlar, bilim ve din adamları ibadet ve toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar türetmişlerdir. Bu haliyle din, özde Tanrı buyruğu olmakla birlikte geniş bir biçimde insan beyninin uğraş alanı içine girmiştir. Dinler insan beyninin yorum ve müdahalesiyle kurumsallaşu. Yorum yapan beyin eğer bilgiye donatık değilse çıkar, tutku ya da politik amaçların emrindeyse karanlık, kurnaz, yobaz, çağdışı yorumlarla karşılaşırız. Yok o beyin bilimden, doğrudan, ahlaktan, hakikatten yanaysa özgürlükçü yorumlar gündeme gelir. Bilim ve doğru verilerle donatık beyin, akla dönüşür; akılcılık, o dine egemen olur. Bu durumda, dinler hakkında "O din özgürlük ve laikliğe elverişlidir, öbürü değildir" demek hatalı bir yaklaşımdır. "Hangi yorumu?" diye sormak gerekir. Aslında devlet desteğinde olan yâ da devlet çatısı altında yer alan hiçbir din, laik olamaz. Devlet, manevi bir destekle iktidarını siiddürmek isteyince, teokratik düzenler ortaya çıkar. İSLAM VE LAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK İslam düşüncesi içinde de tutuculuk-özgürlükçülük ikilemi her zaman gündemdedir. Ne yazık ki, yukarda belirttiğimiz gibi genelde tutucu eğilimler ağırlık kazanmıştır. Bu nedenle ülkemizde uzman olmayan kişiler kolaylıkla İslamın tümüyle laikliğe elverişsiz bir din öldüğünü iddia ederler. Oysa sünni kesimde tutuculuğu "cebriye" akımı, ilericiliği de "mutezile" teıhsil etmektedir. Türk toplumunun çoğunluğunun bağlı olduğu "ehl-i sünnet" ise iki akım arasında "orta yolu" izler. Yazgıcı düşünceyi dile getiren cebriye yandaşlarına göre her şey Tanrı iradesi tarafından belirlenmiştir. Tanrı her şeyin yaratıcısıdır ve • her şeyi yönetir. Özgür insan iradesinden ve özgür seçişlerden söz etmek olanaksızdır. Tanrı "iyi kullarını" yaratır, onları cennete gönderir; "kötüler ve kötülük" ibret olsun diye mevcuttur. Tanrı her an, her yerde bu dünyanın işlerine müdahale eder; o insanoğlunun kendini bu yazgıya bırakmasından başka seçeneği yoktur. Cebriye anlayışından bazı siyasal sonuçlar çıkarılmaktadır. Bunlara göre Tanrı'nın .buyruklarını peygamberin halifesi olarak gösterilen yetkin insan uygulamaya sokacaktır. Yetkin insanın buyruklarına uymak, İslamiyetiıı zorunlu
ana ilkesidir. Emeviler bu siyasal anlayışı: yozlaştırarak halifenin, peygamberin değil, Tanrı'nın halifesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yanılmazlık, büyüklük, yücelik gibi sıfatlarıyla halifeye ve onun kurallarına boyun eğme zorunlu görülmüş; despotik bir teokratik düzene, düzlem hazırlanmıştır. İslam, şeriatçı cebriye açısından ele alırsak, ne laikliğe ne de özgürlüğü yer vardır. Her şeyi, her iki dünyada da Tanrı düzenlemekte; her hareketin içinde Tanrı iradesi bulunmaktadır: Bu durumda devlete de Tanrı ilkeleri ve onun halifesinin iradesi egemen olacaktır. Cebriyenin tam karşısında olan akım "mutezile"dir. Mutezile, İslam akılcılığını temsil eder. Mutezile yandaşlarına göre Tanrı, evrenin yaratıcısıdır. Tanrı maddeyi yarattığı gibi manevi kavramları da yaratmıştır. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, Tanrı iradesinin eseridir. Tanrı, insana belirli bir yaşam vermiştir; kendi yarattığı maddi evrene onu yollamış; kitaplar da göndererek neyin iyi, neyin kötü olduğunu peygamberlerin yaşamlarındaki örneklerle belirtmiştir. İnsan, kitaplârdaki iyi kavramına uygun bir yaşam sürmelidir. İrade ve bilinç sahibi insan, iyi ye kötü arasında tercihler yapacak; iyiyi seçerse cennetle ödüllendirilecek; kötüyü seçerse cehennem azabı onu bekleyecektir. Tamı, insan seçişlerine müdahale etmez. Eğer müdahale etseydi, onu sorumlu tutamazdı; seçiş Tanrı'nın olurdu ki, sorumluluk da onu ilgilendirirdi. Oysa insan özgürdür, çünkü sorumludur. Görülüyor ki, mutezile akımına göre evreni yaratan Tanrı, bu dünyanın insanının fiillerine karışmamaktadır. Karışsaydı, insan sorumluluğunun anlamı kalmazdı. Mutezilenin devlet anlayışı da özgürlükçü doğrultudadır. Özgürlükçü olması, laik devlet sistemine olanak.sağlar. Tanrı evrenin temelidir, ama insan yaşamına karışmadığı gibi devletin işleyiş biçimine de karışmaz. Bu dünyanın fiillerini o, öteki evrende yargılamaktadır. Yöneticiler, İslamın esasları olan iyiye, güzele, adile, ahlaklıya, doğruya uygun hareket ediyorlarsa ne mutlu onlara. Cennet onları beklemektedir. Sorumlulukları bireyseldir. Yok baskı, zulüm, yalan dolan, haksızlık, içindeyseler, sorumludurlar; cehennem ateşi onların üzerindedir. Devlet işi, Tanrı'yı doğrudan ilgilendirmemektedir, dolayısıyla laik devlet mutezile felsefesine uygundur. Ehl-i sünnet ise cebriye ve mutezile arasında bir yol izlemektedir.
O da akılcı ve bireysel sorumluluğa dayalı bir tutumu benimsemiştir; (İmam-ı Gazali gibi cebriyeye yaklaşan, katı sii'nni filozoflar da mevcuttur. Ancak genel olarak ehl-i sünnet, özgürlükçü bir tutumu benimser.) Sünnet ehlinin anlatışı içinde Tanrı, mutezileden farklı olarak her an için bu evrenle ilgilidir: Tanrı katında zaman kavramı yoktur. O, insanın ve evrenin geçmişini, şimdiki anını, geleceğini aynı anda görür. İnsanın kötülük ya da iyilik yapacağını bilir, ama müdahale etmez. Evren, bir tümel oluşumdur. Tanrı tam merkezde her şeyi her an görür. Bu tutumuyla ehl-i sünnetin de özgürlükçü ve laik yaklaşıma yakın olduğunu söyleyebiliriz. Özgürlükçü ve karışmayan, ama her şeyin yaratıcısı olan Tann anlayışı, İslamın altın çağında yaygın bir felsefeydi. Zamanla devlet gücünün pekiştirilmesi güdüsüyle inananlarla her şeye karışan Tanrı düşüncesi telkin edilmiş ve halifenin de Tanrı'nın vekili olarak bu durumun gözleyici ve uygulayıcısı olduğu söylenmiştir. Bu anlayış içinde laik devletten söz etmek kuşkusuz olanaksızdır. Ne yazık ki, günümüzde de "karışan Tanrı" anlayışım gelenekçiler benimsemektedir. Onlara göre yüce güç, nasıl olur da kendi yarattığı evrene ve insana müdahale edemez? Oysa yanıt son derece basit: Tanrı, fanilerin tutku ve arzuları, günlük yaşamlarıyla ilgilenen Zeus değildir. Tanrı, bu kadar basit şeylerle uğraşmaz. Onlar bireysel özgürlüğü bir türlü kabul edememektedirler ve bir güce kayıtsız koşulsuz boyun eğmeyi yeğlemektedirler. Oysa Tanrı, onurlu, kendine benzeyen, özgür "irade-i cüziye" sahibi insanları yaratmıştır; yoksa bir hayvan zavaİlılığıyla kendini kör yazgıya terk etmiş mahlukları değil! Yazgıcılar, aslında kendilerini Tann'nın değil, başka insanlann yorum ve çıkarlarına bırakmaktadırlar. Kanımızca Ehl-i sünnetin yukarıda belirttiğimiz mütezileye yakın yorumlmarın canlandırmak akılcı bir tutum olsa gerek. Cebriyeye yakın İmam-ı Gazeli'nin tüm yapıtları Türkçeye çevrilmişken özgürlükçü İbni Rüşt'ün çok az kitabı Türkçeleştirilmiştir. Ehl-i sünnet içinde bir de Muhammet Abduh ve Cemalettin Afgani yorumu vardır. XIX. ve XX. yüzyılda geliştirilen Abduhçu özgürlükçü İslam yorumlarına göre Kuran-ı Kerim'de Uç tür ayet vardır: İnanca ilişkin olanlar, M u amelata ilişkin olanlar ve ibadete ilişkin olanlar. İnanca ilişkin olanlar değişme; Keza ibadete ilişkin olanlar ve ahlaksal içerikli ayetlerde ev-
rensşldir, değişmez. Muamelata ilişkin olanlar insan davranışlarını düzenlerler ve o çağ için gelmişlerdir; bu gün; için geçerlilikleri yoktur. Hz. Muhammet döneminin sosyal koşullarını düzenlemek için ğe- , len muamelata ilişkin ayetler, o dönem için reform mahiyetindedir. Hz. Muhammet kadına yanm da olsa bir statü kazandırmıştır. O dönemde birdenbire kadını erkekle eşit düzeye getirmek büyük sorunlar doğuracağından, aşamalı bir yöntem izlenmiştir. Bugünün gelişen koşullan içinde, aşamalar sürdürülmeli, kadınla erkek eşit düzeye getirilmelidir. Artık kadın "Kur'an'daki hükmün tersine mirastan tam pay almalıdır, şahitliği erkeğinki kadar geçerli sayılmalıdır." Özgürlükçü yorumlar ne gariptir ki, ülkemizde gündeme getirilmemektedir. İslam'ın Alevi kesiminde ise Şii İran Alevileri tutucu ve teokratik düzenden yana bir tutumu benimsemektedirler. Aynı temel ilkelerden yol alan Anadolu Alevileri ise özgürlükçü olup laikliğe uygun ve elverişli bir konumu sergilemektedirler. Bunun böyle olmasının nedeni Anadolu Alevileri'nin daha farkıl sosyal, tarihsel, siyasal, felsefi bir kimlik içinde olmalarıdır. Anadolu Aleviliği tarih boyunca siyasal yönetim mekanizması dışında tutulmuşlardır. Sünni devlet yönetimi karşısında rejime yabancılaşan Aleviler zaman zaman başkaldırarak özgürlük bilincine ulaşmışlardır. Öte yandan Alevilik içinde yeşeren Bektaşiliğin Yeniçeriler tarafından benimsenmesi, belki de devşirme kökenlerini bilinçaltı anımsatarak onlan dinde daha hoşgörülü bir yapıya götürmüştür. Hepsinden önemlisi kanımızca Anadolu Aleviliği, kökeni Antikiteye dayanan Anadolu Felsfesini yansıtmaktadır. Bu yansıma Orta Asya manikheizmi ile bir sentez oluşturmaktadır. Yaratılış, Sünni teolojide tannnın yokdan varetmesidir. Oysa Alevi teolojisine göre yaratılış Tanrı'nın kendi özünden fışkırmasıdır. Başka bir anlatımla Alevi felsefesinde varoluş tann özünün görünüm kazanmasıdır. Bu nedenledir ki, Anadolu Aleviliği'nde yaratan-yaratılan ikilemi değil, birliği vardır. Hal böyle olunca "beşer tanrıdadır, ilişki sanatsal değil özseldir" (Özgünay Abidin: Cem Dergisi ;Nisan 1992 Sayı 11 s. 4). Alevilikte Tanrı bir düzenleyicidir. Her hareket belli bir mantığın çerçevesi içinde cereyan eder. Tanrı'nın bir parçası olan insan da aklı ile bu düzeni kavrama yetkisine sahiptir; Alevi Tann'yı kendi içinde bilir, yeri göğü Tann ile dolu görür. Akıl sahibi insan, Tanrı'nın bir parçası olması nedeniyle doğayı, evre-
ııi ve toplum düzenini kavrayarak kendi niyet ve fiillerinden doğan kaderini bizzat kendi belirler. Alevi geleneği şerri Allah'a layık görmez. İnsanların fiillerinin Allah tarafindan yaratılmadığını savunan Anadolu Aleviliğine göre, yüce güç insana iyi ve kötüyü işleyebilecek bir potansiyel vermiştir. İnsan kendi fiillerinden sorumludur. (İbid. 5). Görülüyor ki, Anadolu Aleviliği mutezile akımına bir hayli yakındır. Fışkıran tanrı anlayışı da Anadolu İonya Ekolünü anımsatmaktadır ki, bir panteizmdir. Fiillerinden sorumlu, herbiri Tanrı'nın bir parçası olan insan kuşkusuz özgürlükçü bir düzeni seçecektir. Akıl ve özgürlüğün kendiliğinden laikliğe elverişli bir felsefeye düzlem hazırladığını yukarıda belirtmiş bulunuyoruz. ' . HRİSTİYANLIK VE LAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK Bilindiği gibi Hristiyanlık, Hz. İsa'nın tek tanrılı bir din olan "Hz. İbrahim'in yolunu" özüne uygun olarak canlandırma çabasıdır. Tüm peygamberler gibi o da İsrailoğullarına mensuptur. Başlangıçta Hristiyanlık kölelerin, ezilenlerin,; horlananların diniydi. Bu nedenle kendi kabuğuna çekilmiş, köle statüsünde olanların devlet düzeniyle ilişkileri olamazdı. Hz. İsa'nın önceleri özel mülkiyeti ve bu dünyaya ilişkin işleri reddeden bir musevi mezhebine mensup olduğu ileri sürül' mektedir. .Bu nedenledir ki, Hz. İfea "Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya, Sezar'ın hakkını Sezar'a verin" demiştir. Bu söz dünya devletinin küçümsenmesi anİamına gelir. Birçok kişi Hristiyanlığın bütünsel yapısına, tarihsel gelişimine, mantığına ve ö çağdaki durumuna bakmadan tek başına bu sözden hareketle Hristiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia etmektedir... İsa bu dünyaya ve bu dünya düzenine önem verilmemesi gerektiğini belirtmektedir. Cismani iktidarın baskısı, ağır vergi yükü onun gözünde, önem taşınamamaktadır. Bırakınız onlar ne yaparlarsa yapsınlar, Siz sevgi ve alçak gönüllülükle Tanrı'ya layık olma yolunu seçeniz. Dünya düzeni zaten kötüdür; acı verir. Acılara rağmen seviniz. Acılar ve sevgi sizi Tanrı'ya ulaştıracaktır. Başlangıçta sevgi ve acıların dini olan Hristiyanlık devlet dini haline gelince insanlık alemini Orta Çağ karanlıklarına itecek derecede despot olmuş : tur. IV. yüzyıldan Biiyük Fransız Devrimine kadar feodal yapıdaki Hristiyan devletleri, 13 yüzyıl'dinsel esaslara dayalı bir biçimde in-
sanları yönetmişlerdir.. ; Hristiyan teolojisinin eıı büyük isimlerinin başında gelen Saint Augustiıı -Aziz Augustin- (354-430) laiklik açısından genel felsefeyi kesin ve açık bir biçimde ortaya koyar. Ona göre iki türlü devlet vardır: dünya devleti:sitesi (civitate terrana) ve.Tanrı Devleti-sitesi (civatate dei). Dünya devleti acımasız, gaddar, işkenceci, savaşçı, baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi sükun, huzur, mutluluk, ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa'nın amacı bu tür bir yaşam tarzıdır. Bizim de görevimiz bu anlayışa uygun bir devleti kurmak için çaba göstermektedir. Yönterh ne olmalıdır? Aziz Augustin Hz. İsa'nın "bir yanağınıza tokat atana, öteki yanağınızı uzatın" sözünü gaddar dünya devleti karşısında geçerli bir yöntem olarak görmez. Dosluk ve sevginin eğmene olduğu "civitate dei" de kuşkusuz böyle davranılacaktır. Ama "civitate terrane" da böyle davranırsanız yanılırsınız; şer güçleri sosyal ve politik yaşama egemen olur. O halde siz de zorunlu olarak "dünya devletinin" yöntemini benimseyeceksiniz. Siz de gerektiğinde savaşacaksınız, mücadele edeceksiniz, hatta işkence yapacaksınız. Amacınız bu evrende "civitate dei"yi kurmak olduğundan, kutsal bir göreve hizmet vermektesiniz. Başka türlü başarıya ulaşamazsınız. Amaç için bu yol mübahtır. Görülüyor ki, Aziz Augustin "civitate dei"yi bu dünyada kurmak istemektedir ve kurmak uğruna her türlü yolu tıpkı Makyavel gibi • mübalı görmektedir. Nitekim bu anlayışa bağlı olarak Haçlı Seferleri yapılmış ve enkizisyon mahkemelerinde Hristiyan devletin esenliği için her türlü işkence gerçekleştirilmiştir. Bu yorumuyla Hristiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu ileri sürmek ağır bir yanılgıdır. Hristiyanlığın Augustin'ci yorumu protestanlıkla Orta Çağ sonrasında yeniden gündeme gelmiştir. Bugün ABD de değişik versiyon ve sapmalarıyla en yaygın bir biçimde yer alan protestanlık temelde Luther ve Calvin teolojisine dayanmaktadır. • •. , Her iki teoloji de katı bir determinizmden yanadır. Her iki teolojinin temel felsefesi anti-laik bir yapı içindedir. Bu'nedenledir ki, ABD'de bağnaz Hristiyan kiliseler baskı grubu olarak sosyal yaşamda büyük işlevler yüklenmişlerdir. Dine dayalı baskı grupları büyük politik atılımlar yaparak, zaman zaman illegal işlere dahi girmektedirler.
Küçük aile yaşamı ABD'de kilise etrafında biçimlenmekte; toplantılar, okullar, üniversitelerde rahiplerin duasıyla açılmakta; ayinlerle devlet okullarında diploma törenleri yapılmakta, futbol maçlarında bile tarafları piskoposlar kutsamaktadır. "Presbyteryan" ailesi denilen yaygın protestan eğilim Calvin'in teolojisine sıkı sıkıya bağlıdır. Calvin bu evrende kayıtsız koşulsuz Tann egemenliğinde söz etmektedir. İnsan günahkardır. Onun günahın kafaretihi İsa ödemiştir. Şimdi sıra ondadır. İbadet ve kiliseye bağımlı bir yaşamla tevekkül içinde kaderi beklemek gerekir. Calvin düşüncesi merkantilist bir yaklaşımla ticareti mübah görürken; ticarette işlenen günahlann affının Kilise'ye bağlı püriten bir yaşamdan geçtiğini belirtir. Luther, Calvin'e nazaran daha özgürlükçüdür. Ancak, onda da "özgür irade" kavramı yoktur. Ona göre insan kendi iradesine bağlı olarak değil, Allah'ın mazhariyetiyle esenliğe kavuşabilir. "Methodist" denilen yaygın protestan aile de aynı teolojik yapı. içindedir. Bilindiği gibi bu aile o denli güçlüdür ki, sağlık alanındaki örgütlenmesiyle dünya çapında hizmet vermektedir. Sayın Cumhurbaşkanımız Turgut Özal'da tüm sağlık kontrollerini ve ameliyatlarını Huston'daki Methodist Hastanede yaptırmaktadır. , Koyu bağnaz yaklaşımlar, Luther-Calvin sentezinden yol alan Baptist ve Church of Christ ailesi içindedir. Bunlar bitmek tükenmek misyonerlik faaliyetleriyle dünya çapında örgütlenmişlerdir.' Bu eğilimlere göre kendi anlayışlarını benimsemeyen herkes "deccale" hizmet etmektedir. ABD'nin güney bağnaz eyaletlerinde "egemenlik kayıtsız koşulsuz bu tür akımlarındır." Bu akımlar sosyal yapıyı biçimlendirdikleri kadar, politik karar mekanizmalarını da etkilemektedirler. ABD'de protestan mezhepler kadar protestan sapmalar olarak nitelendirilen Mormonluk, Yehova Şahitleri, Moon'culuk gibi eğilimler devlet-din birliğini açıkça savunmakta ve çok güçlü konumlar içinde ekonomi, politik ye sosyal yaşamı etkilemektedirler (Amerikadaki dinler için bknz. The Encyclopedia of American Religions, Second Edition, J. GORDON MELTON). Özgürlük ve laiklik açısından Hristiyanlık Saint Thomas d'Aquin (Akinolu, Thomas) (1225-I274)le ilginç bir değişim içine girmiştir. Bir tür Hristiyan demokrasisini savunan Akinolu Thomas, Aristote-
les'in izinden giderek insan aklını yüceltmiş ve aklın rehberliğinde demokrasiden ve direnme hakkından söz etmiştir. Birey yönetiminde söz sahibi olmalıdır. O kendi kendini yönetebilir. Ancak, devlet iktidarının temeli Tann'dadır. Tann iktidarı halk aracılığıyla yönetenlere verir. Görülüyor ki, Aquino'lu Thomas bir tür demokrasiyi Orta Çağ'da savunmaktadır. Bunun nedeni Kilise'nin yavaş yavaş gücünü kaybetmesiydi. Yeniden güçlenebilmesi için halkın desteği gerekmekteydi. Halk aracılığıyla iktidan alan yöneticiler lEbedi Yasalann (Lex Aeterna) bu dünyaya yansımaları olan İlahi Yasalar (Lex Divinâ) ve Doğal Yasalar'a (Lex Naturalis) sadık bir şekilde İnsan Yasalannı (Lex Humana) kamu yararına uygun bir anlayışla yürürlüğe sokmalıdırlar. Aksi takdirde- halk aracılığıyla aldıkları iktidar gücü-zedelenir ve direnme meşrulaşır. Lex humana eğer lex divina'ya aykmysa aktif direnme; yok eğer lex naturalis'e aykırı bir görünüm içindeyse pasif direnme gündeme gelir. Aktif direnme düpedüz devrimdir. Bir kilise papazı halkı ihtilale yöneltmektedir. Anlaşılması bir hayli güç olan bu mantığın arkasında ilginç bir anti-laik siyasal artniyet vardır. Lex divina'yı sadece Kilise babaları, ruhban, papaz, papa'anlayıp kavrayabilir.. Siy asal iktidar lex divina'yı tanımazsa halk elbette zorla devleti devirecektir; çünkü Tanrı iradesi, yöneticisi iradesinden üstündür. Halkın sesi, Hakkın sesidir (Vox populi, Vox dei). (Saint Thomas için Bknz: Okandan, Recai Galip: Umumi Amme Hukuku, İst. 1976,-s. 206-208; Göze, Ayferi: Siyasal Düşünce Tarihi, İstanbul 1982, s. 90 ve Öktem Niyazi: Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, İstanbul 1988, s. 123-126), / Bugün tüm katolik ülkelerde faaliyet gösteren Hristiyan Demokrat Partiler işte bu teolojinin temsilcisidir. Kuşkusuz burjuva sınıfıyla "barış içinde birarada yaşama" stratejisiyle laik anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Aslında olay bir zamanların Avrupa Komünistleri gibi burjua kurallarına uygun bir seçim platformuna girmekten ibarettir. Bir kez iktidar ele geçirildiğinde, biri marksist ideolojiye göre diğeri Hristiyan teolojiye uygun bir rejimi tedrici olarak gerçekleştirmeyi ana hedef olarak bilmektedirler. Hristiyan Demokrat Partililerin Vatikan'la organik bağı olduğu gibi, Adenauer Vakfı gibi kuruluşlar aracılığıyla da yoğun bir kültür faaliyeti içindedirler. Ortodoks ve Anglikan kiliseler de laiklik sorununu aynı bağlam
içinde ele almaktadırlar. Zaten her ikisi de özde aynı teolojide kaynağını bulur! Hristiyan teolojide özgürlüğe uygun yorum aslında müslümanlığa nazaran daha da azdır. ABD'de Uniteryan Kilise Anadolu Aleviliği, mutezile gibi özgür iradeden söz eden akımlar din dışı burjuva felsefesi içinde yer almaktadır (Uniterian Kilise için Bknz. Cumhuriyet gazetesi 26 Ocak 1992, Dinde Yobazlıkla Mücadele, Niyazi Öktem.) MUSEVİLİK VE LAİKLİK-ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK Tek tanrılı dinlerin en eskisi olan musevilik genelde tarih boyunca irk-dfevlet-din içiçeliğini benimsemiştir. Tarih boyunca yahudi ırkı, İsrailoğulları ırkı ile musevilik dini hep birarada mütalaa edilmiştir. Yahudi devletlerinde din devamlı devlet çatısı içinde yer almış, resmi tatillerden devletin her türlü kuruluşunda dinsel motifler ön plana geçmiştir. Zaten "vaadedilen toprakta", Kenan ülkesinde Tann buyruğu-, na uygun bir site kurmak bir dinin ana hedefini oluşturmaktadır. Diaspora döneminde de daima dinsel bir lider yahudi cemaatin tüm sosyal ve hatta hukuksal sorunlarını çözümlemiştir. Diaspora'da yalhudiler yaşadıkları Hristiyan devletlerin hukuk düzenlerine uysalar da, kendi hukuk sorunlarını kendi aralarında çözümlemeyi yeğlemişlerdir. Özgürlük konusunda yahudilerin ünlü düşünürü Maimonides (M.S. 1135-1204) akılcı bir yaklaşımla Aristo geleneğini sürdürmüştür. Ona göre aklın dışına çıkanlar yolunu şaşuanlardır. Evreni akıl dışı yollarla açıklama şemaları yabancılaşma anlamına gelir ve insanın özgürlüğünü ortadan kaldırır, gerçeklerden saptırır (Seans-Badillos, Angel: Maimonide L'hıımaniste, in le Courrıer, Septembre 1986, s. 31) Maimmonides Endülüs Emevi Devleti sınırları içinde yaşayarak felsefesini geliştirmiştir. Akılcı İbni Rüşt'le çağdaştır. Her ikisine göre de Tanrı'ya akılla ulaşmak gerekir. Kör inanca sarılmak gövdesi sağlam ama kökü zayıf bir ağaca benzer (İbid. 31). Maimonides felsefesinde insan tüm eylemlerinde tam bir özgürlük içindedir. Birey özgür ve özerktir. Bu olgu onun doğasıdır; hukıik düzenleri de doğal olanı tanımak zorundadır. Vicdan-inanç ve düşünce özgürlükleri bireysel özgürlüklerin en yüce görünümleridir. Birey Tanrı nezdinde de özgürdür; kör ve kara yazgı onu belirlemez. Maimanides'in özgürlükçü yapısı ona laik denilebilecek bir ilitişim ortamına sürüklemiştir. Tüm yaşamı onu Hristiyan, Müslüman ve
Yahudilerle içiçe olmaya götürmüştür. Kudüs'te doktor olarak cüzzamlı kral Hristiyan Bedouin'i tedavi etmiş, Selahattin Eyyubi'nin dostu ve doktoru olmuş, El Ehzer'de dersler vermiştir: Dinler arasında diyalogu gerçekleştirmiş olması ve özgürlükçü tutumu elinde hoşgörüyü getirir ki, buda laik bir zihniyete düzlem hazırlar. SONUÇ , ' ! ' Dinlerde laiklikten söz edebilmek için dinleri konum, amaç ve değişen sosyal koşullar içinde ele alarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu değerlendirmede temel ölçüt ve rehber bilim ve çağdaş kültürle donatık akıldır. Dindeki yorumlarda felsefenin büyük önem ve yeri vardır. Teoloji zaten din felsefesidir. Felsefenin bilgi sevgisi anlamına geldiği bilinmektedir. Bilen, bilgiye yönelen kişi hakikat peşinde koşan insandır. Tüm boyutlarıyla varlığı ve var oluşu kavramak isteyen inşan, din olgusunu da derinliğine ve tümel olarak anlamlandırmak isteyecektir. Batı dillerinde din (religion) Latince "religio" sözcüğünden gelmektedir. İznikli Hristiyan filozof Lactantius, sözcüğün kökenini "religare" olduğunu söyler, bunun da "bağlamak" anlamına geldiğini ifade eder. İnsanların din yoluyla Tanrı'ya ve birbirlerine bağlanmalarını deyimleyen "reğiligio" St. Augustin'e göre saygı ve korku ile bağlılığı anlatır. Arapçada din sözcüğü özde usul, adet ve tutulan yol anlamına gelir. İslam kelamında din, Tanrı'nın koyduğu, mensuplarını diinya ve ahirette kurtuluşa götüren inanış ve davranışlarından oluşan bir kurumdur. İslam Ansiklopedisi'ne göre dinin üç anlamı vardır: İslamın beş koşulu, iman ve ihsan (sözde ve işte doğruluk). Görülüyor ki, din Tanrı ile bağı kuran yol olarak, insanlararası ilişkileri de kapsamaktadır. İnsanlararası ilişkiler de bilimsel açıdan felsefi ve sosyolojik bir görünüm sunar. Din doktriner açıdan ele alındığında genel hakikatler sistemi olarak karşımıza çıkar: İçtenlikle bağlı olunan bu sistem, insanın iç dünyasına değişik bir boyut getirir. Bu boyutun oluşumunda yaşanılan çevre ve o çevrenin yorumlarının önemli etkileri mevcuttur. Demek ki,- sosyal yaşamla din arasında karşılıklı,etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim din olgusunun .çağlar
boyu aldığı değişik görünümlerde olduğu kadar,'aynı dinin tarihsel süreç içinde geçirdiği aşamalarda da belirgin biçimde ortaya çıkar. Hiçbir din, hiçbir düşünce ve felsefe çağın değişik sosyal koşullarının etkisinden uzak kalamaz. Dinlerin temel ilkeleri kitap ve peygamberin davranış ve sözleridir. Bu doğrudur; ancak yeni keşifler, yeni buluşlar, yeni maddi ve manevi sorunların tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkışında; peygamber olmayan "basit insanların", yani bizlerin yorumu gerekecektir. Yorumu yapan insan aklıdır. Aklın saf, berrak, önyargısız, bilgiyle donatık olması gerekir ki, hakikate ulaşabilsin. Bu da felsefe ile uğraşmakla lOİanaklıdır. Dinlerde akla, mantığa uygun yorumla birlikte amaca göre yorumu (teleolojik yorum) da benimsemek gerekir. Dinlerin temel amacı değerlerin gerçekleştirilmesidir. Doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, iyiyi, ' güzeli yaşama sokmak isteyen dinlerde bu amaçlan hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir. Dinler içerisindeki biçimler, kurallar bu amaçlann gerçekleşmesine yöneliktir. Ö halde biçim ve kurallar amacın gerçekleştirilmesine araç olmaktadırlar. Bazen araçla amaç birbirine ters düşebilir, bu durumda amacı yeğlemek zorunludur. Öte yandan artık amaca götürmeyen araçlan, sırf biçime uyacağım diye sürdürmek akılcılıktan uzaklaşmak demektir. Akıl ancak felsefe ile zenginleşir ve doğruya yönelir. Bütün dinlerin yorumlarında biçim-amaç ikilemi her zaman güncelliğini sürdürmüştür. Filozoflann bir bölümü biçimin içinde gizli amaç vardır düşüncesiyle katı bir "şekilperestliği" savunmuştur; bir başka bölümü ise aklın, mantığın bilimin sesini dinlemiştir. Aklın sesini dinlendiği dönemlerde o dine bağlı toplumlar tarih sahnesinde ilerlemeler kaydetmiştir. Bunun en tipik örneğini Müslüman ve Hristiyan toplumlar yaşamıştır. Hz. Muhammet'ten itibaren X. yüzyıla kadar yoğun bir düşünsel tartışma ortamı içinde yaşayan Müslümanlar bu dönemde akılcılığın gereği olarak bilim, fen, matematik, kültür ve sanatta büyük ilerlemeler kaydetmiştir. X. ve XI. yüzyıldan itibaren aklın rolü ikinci plana atılmış ye .tepeden inme doğmalarla yaşam biçimleri çizilmiştir. Aklı bir yana bırakan, sadece resmi devlet filozoflarının, şeyhülislamların fetvalarıyla salt boyun eğmeye itilen
insanlar, kendilerini tevekküle bırakınca, İslam toplumları gerilemiştir. Oysa akılcılığı benimseyen Endülüs Emevileri güçlerini ve ileri uygarlıklarını XIV ve XV. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Endülüs Emevi Devleti içerisinde yetişen İbni Rüşt (1126-1198) Aristo'nun akılcılığım İslam felsefesine getirerek bireyin güç ve yüceliğini savunmuştur. Kaderci İslam felsefesi karşısında bireyi yücelten, irade özgürlüğünü savunan İbni Rüşt tüm akıldışı (irrîasyonel), metafizik açıklama şemalarım reddetmiş ve bu bağlamda Hristiyan filozof ve din adamlarını etkilemiştir. O ve Yahudi filozof Maimonides olmasaydı Saint Thomas d'Aquin felsefesinin ortaya çıkmayacağı söylenir. Saint Thomas d'Aquin'in de Hristiyan felsefe içine akılcılığı getirmekle bu dini kurtardığı bizzat Hristiyan din adamlan tanndan belirtilmektedir. Hristiyan dini Batı uygarlığının manevi yanıdır. O halde İbni Rüşt ve Maimonides'in akılcılığı bugünkü Batı uygarlığının belki de temelini oluşturmaktadır. Akıl bireyin öne çıkmasına, gücünü hissetmesine ve böylelikle doğanın keşfinde çabalar sarfetmesine yol açar. İnsanlık ve uygarlık bu çabalarla ilerler. Benzer durum Hristiyanlık için de söz konusudur. Din adamlarının, kilise babalarının buyruklarına salt boyun eğme dönemi olan Ortaçağ'da Hristiyanlar geri kalmış toplum modeli içindeydiler. St. Thomas d'Aquin'in ve diğer Aristo kökenli akılcıların, İnsana güven getirmeleri, akli yöntem olarak'benimsemeleri, akılcılığı ileri sürmeleriyle birlikte Hristiyan toplumlan uygarlık alanında büyük gelişmeler kaydetmiştir. Akılcılığın benimsenmesi Museviler için de büyük önem taşımaktadır. Y-ukanda sözünü ettiğimiz Yahudi Endülüslü filozof Maimonides (İbni Mem'un) Endülüs Emevi Devleti'nin sanat, kültür edebiyat ve felsefeye verdiği önem ortamı içinde büyük yapıtlar vererek biçime körü körüne bağlı bağnaz dindarlann görüş ufkunu akılcılık yoluyla genişletmeye çalışmıştır. Akılcı, özgürlükçü tutumu onun Müslümanlar tarafından da sevilmesine yol açmıştır. Akılcılık sorunu Osmanlı devleti içinde de önemli bir görünüm sunmaktadır. "Osmanlı kültüründe egemen düşünce tarzı akılcılık değildir." Osmanlılar inanç insanlanydı. Şeyhülislamlann, imam ve hocaların söylediklerine körü körüne inanma ve boyun eğme, Osmanli teba-
sının belirgin özelliği idi. Ona aktarılan bilgi ve davranış modellerini akıl sözgeçişinden geçirmeden benimserdi. : Bilgi aktırımını yapan hocaların İslamın özgürlükçü ve ilerici yorumlarını pek benimsemedikleri bilinmektedir. İbni Sina, İbni Rüşt, Farabi gibi alamlardan yol alarak din ilkelerinin önem ve yüceliğini kanıtlamaya çalışan İslam filozoflarını Osmanlı "uleması" pek tutmamıştır. Bunların yerine kayıtsız koşulsuz iman, inanç ve teslimiyeti salık vererek, aklın önemini ikinci plana atan düşünürler ön plana çıkarılmıştır. Necmeddin Neşefi (XII yy,), ve Sadettin Taftazani (XV. yy.) gibi Osmanlı olmayan iki düşünür, Osmanlı medreselerinin temel başvuru kaynağı olmuştur. Bu iki düşünür ve özellikli Taftazani, insanların aklını kurcalamaları yerine anlatılanlara iman ve itaat etmeleri gerektiğini savunmuştur. Söylenenler, aktarılanlar halifenin şeyhülislamı ve hocaları aracılığıyla olunca dini doğmaların, siyasal ilkeler haline dörtüşeceği açıktır. Tabanın din duygularına böylelikle felsefi gerekçeler getirilmiş, özgürlük bilinci ve akıl öğesi ustalıkla unutturulmuş; düşünmeyen, sadece boyun eğen halk olgusu yaratılarak kitleler tevekküle iletilmiştir. Bu yöntem, devlet bütünlüğünün sağlanmasında belki savunulur bir tutumu belirleyebilir. Ancak "İslam alemi "nin uygarlık yarışında bayrağı kaptırmasının nedenlerinden biri de yöneticilerin insanların özgürlük bilincini yok etmeleridir. Özgiir insan üreten insandır. Değer üretme, özgür ortamlarda gerçekleşir. Akıl ve özgürlükle yeni değerler yaratan uluslar uygarlık yarışında ön saflarda olurlar. Osmanlı döneminde dinin etkisi çok güçlüydü. Manevi boyutun tatmininin yollarından en önemlisi dindir. Ancak akılcı yaklaşımlardan uzaklaşınca karanlık güçler din duygusunu sömürür. Bu nedenle dinle felsefe yan yana yürümelidir. Akıl sahibi olan insanın dine ilişkin yorumları bizzat kendisinin yapması gerekir. Belli bir kültür düzeyine ulaşmış insanların kulaktan dolma bilgiler, gelişi güzel okunan kitaplarla yapılammahalle ve köy imamının yorumlarına itibar etmesi, geleneksel Osmanlı tebasının tutumunu sürdürmek anlamına gelir. "Laiklik" Batı demokrasilerinin, dolayısıyla bizim de temel ilkelerimizin başında gelmektedir, ama unutmayalım ki, kökeni rasyonalizme, akılcılığa dayanmaktadır. Rasyonel tutum, bireysel plandan toplamsal boyuta kadar her alanda yaşam ilkesidir. Duyguların, tutküla-
rın,-safsatanın, nefretin, horlama duygusunun, küçümsenmenin tutsağı olursak akıldışı tutumumuzla olumsuzluklar evreninde boğulup gideriz. Laikliğin uygulanmasında da rasyonel olmamız gerekmektedir. Rasyonalist Batı, aklı devlet yönetimine getirirken başlangıçta sosyolojik açıdan akıldışı (irrasyonel) bir tutum izlemiş, sosyal ve felsefi kimliğini unutarak din karşısında olumsuz bir tutum almıştır. Büyük Fransız Devrimi'nden sonra bir çok din adamı giyotine yollanmış manastırlar kapatılmıştır. III. Cumhuriyet döneminde Fransa'da manastırların kapısına sürgü çekilmiş, din adamları Hollanda'ya kaçmak zorunda kalmıştır. Daha.sonra gizli bir şekilde yavaş yavaş manastırlar açılmış ve nilinayet devlet yasa değişikliği yaparak, sosyal ve fiili bir durum yasallaştırmıştır. Fransa gibi .düşünce ve anlatım özgürlüğünün geniş olduğu bir ülkede, sosyal etkileşim ve dengeler özgür bir ortamı gerektiriyordu. Bu durumun farkına vararak, özgürlükçü bir ortama geçmek, akılcı bir yaklaşımdır. Laiklik uğruna verilen mücadelede manastır veya tekke ve zaviyelere seçenek sosyal kurumlar getirilmeli, felsefe ve din felsefesi üzerinde çalışmalar yapılmalıdır. Ülkemizde tıpkı bir zamanlar Fransa'da olduğu gibi "taassubun" üzerine sadece yasak ve yasaklarla gidilmiştir. İşe yaramadığı açıktır. Hala bazı kesimler belli bir tarikata mensup olmakla Övünürler, tekkelerde ayinler yapılır.. Sosyal ortam dikkate alınmadan yapılan yasalar tepki doğurur. Ülkemizde bu tür yasalar ya da düzenlemeler "irticanın" güçlenmesine yardımcı olmuştur. Sorunu büyütmek ise dev boyutlara ulaşan "cuma namazı sonrası" gösterilerininin çoğalmasına, çarşafın artmasına yol açmıştır. Dinin "biçim" kısmı ile mücadele, öz ve içerik açısından önemli sonuçlar getirmez. Biçimin üzerinde fazla durmadan öze ilişkin felsefi çalışmaları devlet ve tüm ilerici güçlerin desteklemesi gerekir.
(ir) Yapı Kredi Yayınları'nm '.'Laiklik" kitabına verilen makale.
DİN ve SOSYAL KOŞULLAR Batı dinlerinde de (religion) latince "religio" sözcüğünden gelmektedir. İznikli Hristiyan filozof Lactantius sözcüğün kökenini "religare" olduğunu, bunun da "bağlanmak" anlamına geldiğini ifade eder. İnsanların din yoluyla Tanrıya bağlanmalarını deyimleyen "religio" aynı zamanda insanların birbirlerine bağlanmalarını da kapsar. İslam Ansiklopedisine göre din, İslamın beş koşulunu, imanı, sözde ve davranışta doğruluğu içermektedir. Görüldüğü gibi dinde sosyolojik öğe büyük önem taşımaktadır. İnsanların birbirleriyle.olan ilişkisi dinin konu alanı içindedir. Durum böyle olunca tarihsel temellere dayalı örf ve adetler, gelenekler, daha önceki dinin alışkanlıkları her yeni doğan dini etkilemektedir. Başka bir anlatımla hiçbir din saf değildir, çıktığı dönemdeki tarihsel kökenli sosyal olguların etkisinde kaldığı gibi, geliştiği ve yayıldığı dönemlerde de karşılaştığı gelenek, görenek ye oradaki daha önceki dinin birçok davranış modeliyle etkileşim içindedir. Özde değişim olmadığı söylenebilir ama, gelenek, görenekte ve değiş koşullardan kaynaklanan biçimde farklılıklar .çıkabilir. Bu nedenledir ki, Siyah Afrika'daki müslüman kadın örtünmeye o kadar önem vermez; Süryani ibadet yaparken namaz kılar gibi secdeye varır; "çaput bağlama", fala baktırma İslamda caiz olmadığı halde, Şarhanizmin etkisiyle evliyalardan medet umulur, adaklar yapılır; tasavvuf müziğinde Bizans Ortodoks ilahilerinin makamı duyulur vs. vs.
C E M ve N E F E S YAZILARI...
Dinlerde filozofik ve sosyolojik öğeler gözönünde bulundurulmadan yapılan değerlendirmeler tamamiyle yanlıştır. Bu nedenledir ki, falanca din katıdıdır, filanca din daha özgürlükçüdür tarzındaki yaklaşımlar gerçeği yansıtmaz. Hangi yorumu? Hangi sosyal koşullar içindeki durumu? diye sormak gerekir. Aslında tüm dinler mahiyet itibariyle aynıdır. Hepsi "iyiyi", "güzeli", "doğruyu'.', "adaleti", "dürüstlüğü" bu dünya içindeki yaşamda temel davranış kuralları olarak belirlemektedir. Allah' insanları bu ku-
rallara uygun davranmaları ölçütüne göre mahşer gününde yargılayacaktır. Allah'ın birliğine ve peygamberlere inanan her "teslim olmuş", kişinin önce dürüstlüğü Tann nezdinde ön plandadır. İbadet, namaz, niyaz ikinci derecede önem taşımaktadır. Yiice Tanrı; namaz ve niyazı yerine getirmeyeni affedebileceğini buyurmuş, ancak kul hakkını yiyenin yani dürüst davranmayanın affedilmesinde bu harekete maruz ' kalanın iradesinin önem taşıdığını belirtmiştir. Görülüyor ki, müslümanlıkta önce ahlak gelmektedir. Diğer dinler için de aynı şey söz konusudur. Hz. İsa iyilik ve ahlak simgesi olarak İncil'de ve Kuran'da yer almaktadır. Hz. Musa'ya gelen 10 Emir temelde ahlak kuralı biçimindeki kesin buyruklardır. Geriye ibadete ilişkin değişik biçimler, haram ve mekruh yiyecekler gibi konular kalmaktadır. Kuşkusuz Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu kabul edilmesi ve üçlem anlayışı Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında önemli bir farklılık gibi görünmektedir. Ancak unutmayalım ki Kuran'a göre Allah Hz. İsa'ya ruhum Hz. Muhammed'e habibim demektedir. Üçlemi ve Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olmadığını kabul eden Nesturilik gibi Hristiyan mezhepleri de mevcuttur. Hristiyanlıkta Hz. İsa'yı Oğul kabul etmek enkarnasyon (güncelleşme) olayının' yanlış bir yorumu olabilir; ama iki dinin özdeki iletişim düzlemi açısından büyük önem taşımamaktadır. Farklı yorumlar farklı ibadet biçim ve davranışları aynı din içinde de ortaya çıkmaktadır. Özde aynı olmakla birlikte Sünni dört mezhebin ibadet anlayışında farklılıklar vardır. Keza Alevi gelenekle Sünni gelenek objektif bir bakış açısı içinde ele alındığında bir hayli farklılıklar göstermektedir. Alevi eğilimin kendi içinde de çok değişik yorumlarını gözlemlemekteyiz. Özgürlükçü Anadolu Aleviliğiyle, tutucu Şiiliği bil' kefeye koyamayız. Irak'ta Suriye'ye Alevilik başkadır. Arnavutluk'ta başka... Bunların nedeni farklı sosyal ve tarihsel temeller ve değişik felsefi yorumlarıdır. Geleneksel İslam felsefesi içinde 3 temel eğilim vardır.; Cebriye, Mutezile, Ehli Sünnet. . Bunlardan Cebriye insana değer vermeyen, irade özgürlüğünü kabul etmeyen, halife ve yönetenler karşısında mutlak itaati öngören bir anlayıştır. Muaviye ve Yezid'in yandaşları tarafından ortaya atılan bu felsefe, kuşkusuz İslamı katı, biçimci kalıplara sokar. Cebriye'ye göre insan günahın eseridir. Alın y.azısı onu belirler; iradesi özgür değildir.
Yapacağı tek şey ibadet ederek günahlarından annmaktır. İnsanı depolitize eden Cebriye her ne kadar tarih sahnesinden resmen silinmiş gibi görünse de kanımızca, tüm despot müslüman yöneticileri ve günümüzün yobazlan cebriyecidir. Buna mukabil insanın iradesinin özgür olduğunu belirten mutezile pek revaçta değildir. Manevi baskılarını sürdürmek isteyenler insana özgür irade verilmesinden yana değildirler. Onlar insanlan yazgılannın esiri olarak görmek isterler. Öyle olsun ki, ellerine düşsünler, onları efsunlasınlar, okuyup üflensinler, şunu yap, bunu yapma diyerek sözde hikmetlerinin boyunduruğu altına koyabilsinler. Büyük İslam filozoflannın İslamın altın çağında geliştirdiği özgürlükçü mutezile felsefesi bir ölçüde yok edilmişse de XIX. yüzyılda Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh tarafından yeniden incelenerek gündeme getirilmiştir. Özgür irade açısından belki Anadolu Aleviliği mutezileye yaklaşmaktadır. Ehli Sünnet Cebriye ile Mutezile arasında bir yol izlemiştir. İbn Rüşt gibi Mutezileye yaklaşan akılcı Sünniler olduğu gibi, İmamı Gazzali gibi Cebriyeye yakın sünni filozoflar vardır. Türkiye açısından bu konuda söylenebilecek tek şey ve örnek İmamı Gazali'nin tüm yapıtlarının Türkçeye çevrildiği, buna mukabil İbni Rüşt'ün bir veya iki eserinin Türkçeleştirilmesidir. Oysa Ehli Sünnet felsefesi İbni Rüşt'çü akılcılık temeline dayandığı takdirde pınl pırıl bir özgür ortam yaratır. İbni Rüşt'ün Endülüsü, zaman zaman baskıcı yönetimleri yâşasa da akılcı "Emirlerle" bir özgürlük ülkesiydi. Bütün bunlar göstermektedir ki, Osmanlı her ne kadar resmen sünni ise de güç ve iktidarı sağlamlaştırmak için Cebriye'ye yakın bir yol izlemiştir. Cebriye'ye yakın Şehülislamlar fetvalar verip kendi düşüncelerinde olmayanların katlinin vacip olduğunu söylemişler; biçim ve biçime dayalı doğmaları ön plana çıkararak İslamın özünü gözden ırak tutmuşlardır. Böylelikle resmi din, tutucu bir görünüme bürünerek günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde de egemen din anlayışı aynı doğrultudadır. Özellikle siyasal iktidara yakın tekke şeyhleri yazgıcılığı telkin ederek fanatik insanlar yetiştirip, biçimle insanın her zaman affa mazhar olabileceğini öne sürerek günlük yaşam ve ticaret-, teki "üç kâğıtçılıklara" bir tür sosyal zorunluluktan kaynaklandığını örtülü olarak kabul edip, tıpkı Max Weber'in deyimiyle "Protestan ah-
lakı" benzeri bir tutumu ortaya koymaktadırlar. . Görülüyor ki, din yorumdur! Sosyal, ekonomik, tarihsel politik koşullardeğişik yorumlar getirilebilir. Başka bir yaşam tarzı içinde olan Anadolu Alevileri de İslam'da değişik yorum getirmişlerdir. Anadolu Alevileri Orta Asya'dan Anadolu'ya gelirken şaman kökenli bazı gelenekleri korumuşlarda-. Hacı Bektaş Veli'nin Hallac-ı Mansur'dan etkilenmesi onlarca diğer din ve eğilimlere karşı sevecen bakışı getirmiştir. Bilindiği gibi Enel Hak diyen Hallac-ı Mansur'un amacı üç tek Tanrılı dini birleştirmekti. Kendini Tanrı'nın bir parçası olarak gören Halac için Hz. İsa'nın da aynı konumda olması yadırganacak bir şey değildir. Alevilikteki'Allah-Muhammed J Ali üçlemi, Tanrı-İsa-Kutsal Ruh üçlemine benzetilmektedir. Yorumuna girmeyelim, ama hoşgörünün temellerinden biri bu olabilir. Keza Alevi-Bektaşilik Yeniçeriler arasında bir hayli yaygındır. Yeniçerilerin Hristiyan köken ağırlıklı devşirmeler olduğunu düşünürsek, Bektaşiliği bilinçaltı bir nostaljinin ürünü olarak değerlendirebiliriz. Öte yandan Anadolu'nun kırlarında yaşayan Alevilerde özgürlük bilincinin gelişmesinde İstanbul'daki hanedan yönetimine katılmamaları, bu nedenle baskıya maruz kalmaları önemli bir etmendir. Alevilikte Şamanizmden kalan ataya, dede saygı, bilgeliği saygıya dönüşmüştür. Bü nedenle Aleviler arasından ozanlar, düşünürler çıkmıştır. Ama, bilgeliğin içine giremiyenler de katı bir hiyerarşinin içinde kalmışlar ve hatta köşeyi dönme felsefesinin çarkına kendilerini kaptırıp yeni "hanedanlar" kurmuşlar veya onların yanında yer almışlardır. Din yorumlarının gerçeği uygun incelenmesi de özgürlükçü bir ortam içinde olur. diğer mezhep ve dinlerle diyalog kurmak, onları anlayışla karşılamak da barışın gereğidir ki, ancak özgürlük ortamında gerçekleştirilebilir. Sosyal koşullan özgürleştirip, her türlü ön yargı ve saplantılardan kurtulmak dinleri ve bizi esenliğe ulaştırır. Cem Dergisi - Temmuz 1991
AKDENİZİN DİYALOG DÜŞÜNÜRLERİ Akdeniz yöresi üç tek tanrılı dinin doğuş ve gelişim bölgesidir. Akdenizde Hristiyanlar, Müslümanlar ve Museviler birarada yaşayarak bir kültür, din, eğilim ve mezhep mozayiği oluşturmasını bilmişlerdir. Birarada yaşama olgusu dinler arasında etkileşimi geliştirmiş ve diyalog olgusunu zorunlu kılmıştır. Özgürlükçü, hoşgörülü Akdeniz Kültürü belki de bu diyalogun ürünüdür. Diyalog zonMuktan kaynaklandığı kadar, düşünsel1 temellere de dayalıdır. Zaten olgu ve düşünce arasında karşılıklı etkileşim mevcuttur. Haçlı Seferlerine kadar gerçekten üç tek tannlı dinin mensupları hoşgörü ortamı içinde birarada yaşamasını bilmişlerdir. Kuşkusuz sürtüşmeler, savaşlar olmuştur. Bugün de aynı sürtüşmeler söz konusudur. Ancak sağduyu sahibi insanlar inanç ve eğilim farklılıklarının zenginliğinin öneminin bilinci içindedirler. Haçlı Seferlerine kadar, inanca saygı o denli yüce bir görünüm içindeydi ki, Batı'daki bazı katedrallerin ön cephelerindeki üç kapıdan sağdakinde İslam Peygamberi Hz. Muhammed ve Endülüslü İsİam düşünürlerinin tasvirleri yer almakta, ortada İsa Peygamber, solda ile Yahudi peygamberlerin heykelcileri bulunmaktaydı (Bknz. DUMAS, F.R.: Le Triple Porche de Gloire des catedrales, Historia, Mayıs 1986, No. 473, s. 59-63). Ne yazık ki, bir Papa fetvasıyla, daha sonra İslami tasvirler yıkılmış yerine Hristiyan azizleri konmuştur. Sosyo-politik açıdan Haçlı Seferleri büyük uçurumlar yaratmışsa da gene de dinler arasında diyalogu sürdürmek isteyen düşünürler Akdeniz'i bugünlere getirmiştir. Akdeniz bugün artık bir özgürlük hoşgörü ve plüralizm denizi olma eşiğindedir. Üç tek tanrılı dinin bu ortamı hazırlayan düşünürlerine tarihsel süreç içerisinde bir göz atalım... HRİSTİYANLIK VIII. yüzyılda yaşamış Şamlı Jean hristiyan olarak bu diyalogun öncüsüdür. Aziz mertebesine ulaştınlan Jean, Halife danışmanlığı da yapmıştır.
Uluslararası barışın önemli önderlerinden biri olarak kabul edilen Aziz Fransuva (XII-XİII yüzyıl) din farkı gözetmeksizin tüm insanların kardeş olduğunu belirtmekle Haçlı Seferleri gerilimi içinde dahi diyalog ortamı yaratmaya çalışmıştır. Kendisi Mısır Sultanı Malik El Kamil'i ziyaret etmiş ve dostane bir söyleşi sonunda Kudüs'e gidiş iznini almıştır. Akinolu Aziz Thomas (XIII. yüzyıl) tüm yapıtlarını bir musevi, Maimonides ve bir müslüman, İbni Rüşt'ün etkisi altında yazmıştır. Tüm Hristiyanlığın bugün en büyük düşünürü olarak kabul edilen Akinolu Aziz Thomas sayesinde Hristiyanlık Ortaçağ karanlıklarından kurtulabilmiştir. O halde Hristiyanlık kurtuluşunu belki de bir museviyle bir müslümana borçlu.. Akinolu Thomas, Aristo'nun akılcılığını Maimonides ve İbni Rüşt aracılığıyla Hristiyan alemine .tanıtmıştır. Yüzyıllar geçmiş, birçok neden diyalogu askıya almıştır. XX. yüzyılın başlarında, inançsız ama sonradan Hallac'ı Mansur'un etkisiyle kendi dinini tanıyan Massiğnon, diyalogun yeniden doğuşunun öncüsü olmuştur. Genç bir arkeolog olan Louis Massiğnon XX. yüzyılın başında Osmanlı Ülkesine gelip kazılar yapmak isterken inançsızlığa yakın bir ruh hali içindeydi. Arapçasını geliştirip Hallac'ı okuyunca genç bilginin dünyası değişti. Sevgi ve sezgi yoluyla Tanrı'ya ulaşan "Enel Hak" diyen Hallaç, Hz. İsa'ya yakın bir yolu yeğlemiştir. Müslümanlığın inançtaki sağlamlığı,.İsa'nın sevgi gücü Hallac-ı Mansur'u coşku ve güzellik içinde Allah'a kavuşturmuştu. Massiğnon sevgiinanç, sezgi-akıl sentezlerinin kurtuluş yolu olduğunu Hallaç sayesinde anlamıştı. Artık onun görevi Hallac'ı tüm dünyaya tanıtmaktı. Diğer dinlere karşı hoşgörüyle bakılmasını, başka dinlerle diyalog lcurulr masını öngören, diğer dinlerin de kurtuluşa götürebileceğini kabul eden İkinci Vatikan Konsil'i bir anlamda Massignon'un düşüncelerinin ürünüdür. Massignon'un izinden giden birçok düşünür mevcuttur. Bunlardan en önemlisi kanımızca Jacques Maritain'dir. UNESCO'nun kuruluşunda büyük emeği geçen, diplomat, düşünür Maritain, gençliğinde tüm felsefe okullarıyla ilgilenmiş, bir dönem tanrı tanımaz bile olmuş ve objektif bir yaklaşım içinde barış ( uğruna değerli yapıtlar vermiştir. Tüm Hristiyan Demokrat Partilerin düşünsel mimarı olan Maritain,
Aristo -ve Akinolu Aziz Thomas'ın akılcı geleneğini sürdürmüş ancak sezginin önemini de savsaklamamıştır. , Bugün merkezi Roma'da bulunan Jacques Maritain Enstitüsü diyalog ve barış ortamını güçlendirmek için sürekli yoğun çalışmalar yapmaktadır. Hristiyan kanatta diyalog ortamını sürdürenler bir hayli yoğundur. Mısırlı Anawati, Borrmans (Hristiyanlarla Müslümanlar Arasında Bir Diyaloga Yönelişler yapıtı Türkçeye Çevrilmiştir, Der Yayınları), Ary Roest Crollius, Gardet (1988 de öldü) diyalog ortamının değerli isimleridir. Diyalogu somut olarak gerçekleştiren bir başka Hristiyan din adamından söz etmeden geçemeyeceğim. Türkiye'de 54 yıl yaşadıktan sonra 1989 yılında 84 yaşındayken ölen Pierre.Dubois, Vatikan'ın uzun süre Türkiye temsilciliği görevini sürdürmüş, Dame de Sion ve Galatasaray Liseleri'nde Felsefe, Fransızca, Latince öğretmenliği yapmıştır. Hilmi Ziya Ülken'in İslam Düşüncesi adlı kitabını Fransızcaya çeviren Dubois için Hz. Muhammed ilahi nefesi yansıtmaktaydı. (Düşünce ve yaşamı için Bknz: Öktem, Niyazi: Galatasaraylı Monseııyör, Uygarlık Yayınları, İstanbul, 1989), MUSEVİLİK İbn-i Rüşt'le dost olduğu ileri sürülen, Endülüs Emevi devletinin kültür güneşi olan musevi Maimonides, belki de dinler arası diyalogun en önemli simgesidir. Yaşamı ve yapıtlarıyla müslüman, hristiyan herkesle iletişim kuran, herkesin derdine çare arayan Maimonides tabip, filozof, din adamı ve hukukçu idi. 1135 yılında Kurtuba'da doğan ünlü düşünür, özgürlükçü Emirler altında Müslüman Devletlere hizmet vermiştir. Despot müslüman ve hristiyan yönetimlerden kaçmak mecburiyetinde kalan Maimonides biri hariç tüm yapıtlarını ibranice değil, arapça yazmıştır. İbni Rüşt'le birlikte özgürlükçü Endülüste yaşarken, hanedan değişince önce Fas'a daha sonra Kudüs'e geçen Maimonides (İbni Me'mun veya İbni Meymun) esenliği Mısır'da Selahaddin-i Eyyübi' yanında bulunmuştur. Hukukçuluk ve doktorluğunu Kahire'de sürdüren filozof Kudüs'ü yöneten Hristiyan Kral Cüzzamlı Bedüen'i tedavi için çalışmış. Saray'ın özel doktoru olmuş ve Yahudi Cemaatin liderliğini yürütmüştür. En önemli yapıtı olan "Yolunu Şaşıranlara Rehber" Aristo ve akılcı İslam mütefekkirlerinin izlerini taşımaktadır. Bugünkü İsrail Hukuk sistemi Maimonides felsefesinden
önemli kavram ve kurumlan almıştır. Maimonides'in doğduğu kent Kurtuba'da heykeli, İsrail paralan üzerinde resmi vardır. Ve yukarıda belirttiğimiz gibi tüm eserlerini müslümanların dilinde yazıldığı gibi, Hristiyanlık kurtuluşunu İbni Rüşt'le Maimonides'e borçludur. MÜSLÜMANLIK Kanımızca müslümanlıkta ilk diyalog düşünürleri Mutezile mensuplandır. Akü ve insan iradesinin özgür olduğunu, savunmaları onlan hoşgörü ve diyalog ortamına götürmüştür. Mutezile içinde diğer dinleri horlayanlar olmuşsa da genelde onlar sevgi ve barıştan yana idiler. Mutezile anlayışın önderlerinden Abbasi halifesi El Memun (IX. yüzyıl) Cuma öğle namazından Sarayda üç tek tanrılı dine mensup gi-, lozof ve din adamlarını toplayıp çeşitli konularda tartışmalar yaptırmaktaydı. Harun Reşit ve El Memün'un kurduğu Üniversite'de musevi, müslüman, hristiyan öğretim üyeleri dersler vermiştir. Din farkı gözetmeden insani yaklaşımlar içinde herkesi sevecen bakışla kabullenenler kuşkusuz sufilerdir, tasavvuf erbabıdır. "Enel Hak" diyen Hallaç için tek bir din sözkonusu idi. Mevcut dinler bu tek dinin değişik kollanydı. Aralarındaki farklılıklar tamamiyle yüzeysel olup temel aynı kökten gelmekteydi. Hallac'ın etkilerini tüm mistiklerde görmek olanaklıdır. Muhhiddin-i Arabi, Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre hep Hallac'ın izinden gitmişlerdir. Hacı Bektaş Veli ve Bektaşilik değişik eğilimleri içinde toplamakla tam bir diyalog düzenidir. Hoşgörünün, sevginin saygının temel feslefe yapıldığı Bektaşilik tüm Anadoluyu ve özellikle Anadolu Alevilerini etkilemiştir. Bir başka tür Alevilik olan Şiiliğin, Anadolu Aleviliği gibi özgürlükçü olmamasının nedeni kanımızca onlarda Hacı Bektaş Veli'nin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Tasavvuf dışında akılcı müslüman filozoflardan da diyalog sürdürmek isteyenler önemli bir yer tutmaktaydı. Farabi ve İbni Rüşt akılcı felsefeleriyle Aristo geleneğini izlemişler ve tüm insanların akıl sahibi olmalan nedeniyle eşit ve özgür olduklarını belirtmişlerdir. Hukukçu; matematikçi, bilim adamı olan büyük filozof İbni Rüşt (XX, yüzyıl) tüm yapıtlarıyla üç tek tanrılı dine mensup düşünürlerin büyük çoğunluğunu etkilemiştir. Endülüste yaşadığı dönemde zaten önceleri diyalog ortamı mevcuttur. Daha sonra savaşçı Muvahhitler iktidarı ele geçirince o da çağının Endülüslü yahudi filozofi Maimoni-
des'e benzer bir yazgı içine düştü; sürgünde kendi kabuğuna çekilerek küskün bir biçimde yaşamını sürdürdü. Özgürlük ortamının, diyalogun siyasal iktidarlarca sağlanmadığı yerlerde çalışmak ve ürün vermek olanaksızdır. İslamın güneşi olan İbni Rüşt'ün yapıtları ne yazık ki, yeni yeni Türkçeye çevrilmeye başlamıştır. Egemen İslam anlayışı özgürlükçü ve akılcı İslam düşünürleri tanıtmaktan devamlı çekinmiştir. Umarız İbni Rüşt çevirileri arttıkça diyalog ve hoşgörü ortamı da genişler. Bir başka diyalog düşünürü de İbni Haldun'dur (XIV. yüzyıl) Sosyolojinin bizce kurucusu olan, genelde, yakın habercisi olarak kabul edilen Kuzey Afrikalı düşünür realist ve akılcı analizleriyle toplumları incelemiş ve hurafelere dayalr önyargılı yaklaşımları reddetmiştir. Böylelikle gerçeği dile getiren ünlü düşünür, oradan yolalarak diyalog ortamına ulaşmıştır. Kendisi ayrıca döneminin büyük liderlerinin danışmanlığını yapmıştır. İspanya Kralı Alfonsö, Timurlenk gibi liderlerin yanında.bulunan İbni Haldun, değişik dinlere mensup veya inançsız tüm sosyologları etkilemiştir. Son yüzyıllarda da akılcı ve özgürlükçü yaklaşımlar içinde diyalog yanlısı müslüman düşünürler görmekteyiz. Bunlann en önemlileri Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'dur. XIX. yüzyıl sonunda yaşıyan ve düşünürlerden Afgani üç tek tanrılı.dini birleştirici çabalar içine bile girmiştir. Onlan Türkiye'de, İsmail Hakkı İzmirli, Şemseddin Günaltay, Ömer Rıza Doğrul gibi büyük Türk düşünürleri izlemiştir. Dünya barışının kurulmasında özgürlük ve hoşgörü temel ilkelerdir. İnsanların biribirlerinin inanç ve düşüncelerine saygı göstermesi böyle bir ortamın ön koşulu olarak karşımıza çıkar. Ekonomik etmenler ne denli önemli olursa olsun biliyoruz ki; savaşlan doğuran nedenler içinde inanç ve görüş farklılıkları da büyük bir \ îr tutmaktadır. Oysa tüm tek tanrılı dinler aynı kökenden gelmektedir. Belki çok tanrılı, dinlerin temelinde aynı olgu yatmaktadır. Bunun farkına varmadan "sen benden değilsin" diyerek kavga etmek cehaletin yansımasından başka bir şey değildir. Dinler ve mezhepler, değişik eğilimler arasında diyalog kurmak suretiyle adım adım ilerlemek kanımızca insanlığı daha kökle bir barış ortamına götürecektir. NOT: Bu makale yazarın 4-6 Ağustos 1991 tarihinde Trieste/İtal-
ya'da katıldığı ve COPEMCİ (Uluslararası İşbirliği için Sürekli Akdeniz Konferansları) tarafından düzenlenen Akdeniz Uygarlıklarında Diyalog Düşüncesi konulu seminerde vereceği bildinin özetidir. Cem Dergisi - Ağustos 1991
AQUILEIA, AKDENİZ VE BARIŞ: Çağımızın en önemli tarihçilerinden biri olan Fernand Braudel "Akdeniz ve Akdeniz Dünyası" kitabında (Çeviren; Mehmet Ali Kılıçbay Eren Yayınları 1990) Aquilei'a kentini Roma İmparatorluğu'nun Doğu-Batı sınırı olarak tanıtır. Bu sınır aslında kültür karşılaşmasının odağıdır. Doğu'nun gizemli duyguya ve mistisizme dayalı dünya görüşü, Bati'nın rasyonalist, yararcı, realist yaşam biçimi... Sentezlerdir insanı doğruya, güzele, sevgiye götüren yol... Cem Dprgisi'nin Ağustos 1991, 3 nolu sayısında "Akdenizin Diyalog Düşünürleri" başlıklı yazımızda 4-6 Ağustos 1991 tarihlerinde Trieste'nin Aquileia (İtalya) kentinden COPEMCİ (Uluslararası İşbirliği İçin Akdeniz Konferansları) tarafından düzenlenen "Akdeniz Uygarlıklarında Diyalog Düşüncesi-Aquileia ve' Barış" konulu seminerde sunduğumuz bildirinin özetini vermiştik. ^ Akdeniz'in barıştan yana olan dostları biraraya gelerek değişik konuları "Akdeniz Kültür" sentezi yapısı içinde irdelediler. Akdeniz Kültürü Antik Yunan, Roma, Hristiyan, Musevi, Latin, İslam kültürlerinin altın halkalarından oluşan bir zincirdir. Kongre'nin Aquileia'da düzenlenmesi bilinçli bir seçimdi. Aquileia Doğu'ya giden yolun başlangıcı olduu kadar, -Doğu'nun kültür yapısını Batı'ya getiren kenttir. Venedik'i kuranlar eski Aquileia'lılardır. Bizans mozaiklerinin İtalya'ya geçişi Aquileia'lılar tarafından gerçekleştirilmiştir. Venedik, Rr.venna gibi Doğu etkisiyle gelişen kentler hep aynı yörededir. Kongrenin açış konuşmasını yapan COPEMCİ'nin başkanı Âry, AR. Crolliüs yukarıdaki olguları vurgulayarak dünya barışının kurulmasında kültür ve dinler arasındaki hoşgörü ve karşılıklı anlayış ortamının önemine değindi. Bir cizvit papazı olan Crolliüs Româ'daki Universita Gregoriana di Roma'da İslamoloji profesörüdür. Özgür Brüksel Üniversitesi'nde Anayasa Hukuku profesörü olan Türk asıllı Ruşen Ergeç "Avrupa Kimliği ve Avrupa'da İnsan Haklan" konulu bildirisinde artık Avrupa'da insan haklarının çiğnenmesi döne-
minin aşıldığını Portekiz'den, ( İrlanda'dan Türkiye'ye ortak bir düzlemde buluşulduğunu belirtti. Bölgesel farklılıkların sorunlar doğurduğunu, hala işkencenin mevcut olduğunu ifade eden Ergeç zamanla bunların da aşılacağını inandığını söyledi. Siena Üniversitesi Roma Hukuku profesörü O. Bucci, İtalyan ve Hristiyan önyargılık izlenimlerini veren bir konuşma yaptı. İslam karşısında objektif olmayan değerlendirmelere giden Bucci'ye yönelttiğimiz tek soru "Hangi İslam?" oldu. Biçime dayalı, özü unutan tutucu İslam yorumları mı? Yoksa Türk Aleviliği'nde olduğu gibi biçime önem vermeyen sevgi ve saygıya dayalı özgürlükçü, ilerici yorumlar mı? Aynı soru Hristiyanlık içinde söz konusudur. Dinler dönem, sosyolojik yapı ve coğrafi bölgelere göre çok değişik yorumlar içine girmişlerdir. Örneğin Şia içinde olan İsmaliye köken itibariyle Hasan Sabbah'ın yolundan gelmiştir. Batı dillerine "assassin-katil" sözcüğü Hasan Sabbah'ın fedaileri "haşaşin"lerden geçmiştir. Oysa bugün onların lideri olan Ağa Han dünya barışı için bitmez tükenmez çabalar içindedir. Bugün demokrasiyi yeğleyen Katolik Kilise'si Orta Çağ'da enkizisyon mahkemeleriyle despotik bir yapı içindeydi. K. Adenauer Vakfı'nın İtalya'daki başkanı B. Lamers "Avrupa'da Hristiyan Demokratların Barışa Bakışı" konulu konuşmasında dinler arasındaki diyalogun barıştaki rol ve önemini dile getirdi. Gerçekten de dinler temelde aynı değerleri savunmaktadır. Hepsinin amacı bu dünyada ahlak, adalet, güzellik ve hakikati güncelleştirmektir. Ancak tarihsel ve sosyolojik kökenli faktörler değişik yaklaşımları ğetirmiştir. Tel-Aviv Üniversitesi profesörlerinden bayan N.V. Goldfeld "İbrani Geleneğinde Barışa Dayalı Değerler" konulu konuşmasında, bizim de bildirimizde değindiğimiz ünlü musevi filozof Mâimonides'den söz etti. Evet Maimonides bir barış ve özgürlük filozofudur. Ancak bugünkü İsrail devleti Akdeniz'de ne denli barışçı, orası tartışma götürebilir. Bir dönemin ezilen, işkence gören yahudileri bugün acaba aynı durumda mı? Yoksa ezenlerle yer mi değiştirdiler? Tekrarlamakta yarar görüyoruz, her zaman dinlerin "hangi dönemdeki, hangi yorumu?" diye sormak gerekir.. Konferansın son konuşmasında F.A.O.'nm danışmanlarından Tri-
este Üniversitesi profesörü V. Faenza Akdeniz Ülkeleri arasındaki ekonomik işbirliğinin önemini ortaya koydu. İki gün süren kongerede ilginç bir görünümde Sloven ve Hırvat televizyoncuların konuşmaları izlemesi ve röportajlar yapmasıydı. Aquileia Belediye Başkanı'na sorulan Yugoslavya'daki bağımsızlık hareketleri ile.ilgili sorunun yanıtı dikkate değerdi. Belediye Başkanı Yugoslavya'da çeşitli mezhep, ve ırkların varlığından söz ederek aynı durumun bir gün İtalya içinde söz konusu olabileceğini belirtti. İnsanlar acaba komiinizm serüveninden ulusçuluk serüvenine mi gidiyor? Bir yandan barış diyoruz. Akdeniz uygarlıklarım yüceltiyoruz, öte yandan ayrılıkçı hareketler destekleniyor. Ufak Ufak uluslar acaba ayrılsalar, büyük devletler onlan yutmaz mı? Bu ülkemiz için de söz konusu, ayrılıkçı hareketleri yürütenler acaba büyük devletlerce yutulacaklarının farkında değiller mi? En güzeli değişik ırk, mezhep, inanç, eğilim, düşünce, felsefe, din ve kültürlerin oluşturduğu bir insanlık mozaikinin çerçevesinde barış içinde birarada yaşamak; çok renklilik, mutluluk ve yaşam coşkusu getirir. Akdeniz'deki plüralizm, renk cümbüşü zengin Akdeniz kültürünün ifadesidir. J Cem Dergisi - Eylül 1991
DEVLET ve DİN Taıihin ilk devletlerinden bu yana, yöneticiler her zaman için dinsel gücü. elde bulundurmak istemişlerdir. Burjuva Devrimlerine kadar Batı'da dinle devlet içiçe olmuştur. Bu içiçelik ülkemizde Kemalist devrime kadar sürmüş daha sonra laik bir düzen' benimsenmiştir. Ancak benimsenen bu laik düzende tüm dinsel grup, eğilim veya mezhepler aynı oranda inanç ve vicdan özgürlüğünden çağdaş boyutta yararlanamamaktadır. Laiklik kavramı da değişik yorum ve görünümlerle günümüze gelmiştir. Bu yazımızda dünyadaki din- devlet ilişkilerinin değişik yapısal ve hukuksal yorum ve görünümlerine değinmek istiyoruz.
I. Hristiyan Batı Dünyası: • Büyük Fransız Devrimi'ne kadar aristokrasiyle ruhban kol kola devleti idare etmekteydi. Laiklik söz konusu değildi, güçlü bir katolik baskı tüm halkı ezdiği kadar, diğer din ve mezheplere de yaşam hakkı tanımıyordu. Devrimden sonra Fransa'da Kilisenin ayrıcalıklı konumu kaldırılmış ve 1905'den itibaren ele keskin bir laisizm uygulanmıştır. Bu tarihte Devletle Kilise ipleri tamamiyle koparmış, Devletin bütçede din işlerine ayırdığı paraya artık yer verilmemiştir. Daha sonra Kiliseye bütçeden pay ayrılmış ve Kilise böylelikle bir anlamda özerk bir kuruluş olarak cemaatin de yardımlarıyla varlığını sürdürmüştür. Diğer Batı Devletleri'nde de benzer bir görünüm vardır; hiçbir din veya mezhep ayrıcalıklı bir statüyle devlet tarafından konulmamaktadır. Her mezhep veya din kendi cemaatinin gücüyle varlığını sürdürmektedir. Devlet vergi geiirleriniir bir blümünü (% 8-10 civarında) nüfus ölçütünün oranını gözönünde bulundurarak dağıtmaktadır. ' ' Din ve Devlet işlerinin Burjuva Devrimlerinden soma böyle ayrılmasını burjuva düşünürleri Hz. İsa'nın "Tanrı'ya ait olanı Tanrı'ya, Sezar'a ait olanı sezar'a veriniz." (Mathieu İncili 21, 22) sözüne
dayandırmaktadırlar. Böylelikle Hristiyanlığın laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia ederler. İncil bütünlüğü içinde ele alındığında Hz. İsa'nın bu sözü dünyevi iktidarı küçümsemek için söylendiğini anlamanız olanaklıdır. Hristiyanlığın laik bir devlet anlayışını benimsediğini söyleyemeyiz. İncil'in birçok yerinde dünyasal iktidar küçümsenir ve ortadan kalkması gerektiği ifade edilir. "Tanrısal" halk ve ilişkilerin, "Sezarcı" ilişkiler alanına, nazaran üstünlük taşıdığı her yerde vurgulanmıştır. Hz. İsa Dünyasal devletin yıkılmasından yanadır, çünkü "Civitatae Terrana" da (Dünya Devleti) baskı, gut,.. gaddarlık" vardır. Bu bakış açısı içinde ilk Hristiyânlar yaşamını sürdürmüşlerdir. Ancak güçlü bir "paien" Roma İmparatorluğu karşısında" boyun eğmekten" başka çareleri: olmadığından dünya işlerine karışmamışlar, kendi kabuklarına çekilmişlerdir. Devlet de onları ezmiştir. M.S. 313 yılında Büyük Konstantin'in yayınladığı Milano Fermani ve M.S. 380'de Theodosius fermanıyla Hristiyanlık İmparatorluğun resmi dini olmuştu. Bundan böyle Burjuva devrimlerine kadar devlet dinin hegemonyası altına, onun hizmetine girmiştir. Ünlü din savaşlarından sonra dinle devlet özdeşleşmiştir. ı Burjuva Devrimleriyle birlikte Batı'da kilise burjuva devleti ile "barış içinde birarada yaşamak" mecburiyetinde kaldığı için lâik devleti benimsemiştir. Bugün Katolik Kiliste "Din özgürlüğü" ile ilgili olarak aşağıdaki temel ilkeleri kabullenir; - Din özgürlüğü tıpkı diğer hak ve özgürlükler gibi mutlaktır. Bu bağlamda yapılacak her ttirlü politik ve sosyal baskı insan haklarına aykırıdır, din, ve mezhep seçme ve değiştirme hakkı üzerinde maddi ve manevi baskılar ortadan kalkmalıdır, - Din ve Devlet birbirinden bağımsız olmalıdır. Ancak kamu yararına gerektiren konularda işbirliğine gidilebilir. - Özerkliğini koruyabilmek için Kilise,devletin sağlayabileceği ayrıcalıklan reddetmelidir. - Yöneticiler çoğunluğun din veya mezhebine bâğlıysalar; azınlıkta kalanların inanç özgürlüğüne daha özenli bir dikkat göstermeleri .gerekir. Protestan Devletlere gelince, Din-Devlet ayırımı, laik düşünce protestan aleme daha XVI. yüzyılda girmiştir. ABD.mezhep çokluğunun cennetidir ve her mezhep özerktir. ABD Anayasası'nda 1787 tari-
hinde yapılan değişiklikte inanç ve ibadet özgürlüğünü tüm boyutlarıyla tanımıştır. Böylelikle protestanlığın güçlü olduğu ABD'de de değişik eğilimler özerk kuruluşlar halinde sosyal yapı içinde yerlerini almaktadırlar. Benzer durum protestanlarm çoğunlukta olduğu diğer ülkelerde de söz konusudur. Ortodoks Yunanistan'da da özerk kilise esastır. Ancak diyebiliriz ki, bu özerklikte Kilise devlet üzerinde büyük baskılar yapabilmektedir. Demek ki, Hristiyan Ülkelerde din - devlet işlerinde özerkliğe dayalı gerçek bir laiklik söz konusudur. Kuşkusuz sosyolojik açıdan azınlıkta olan din ve mezhepler güçsüz olmaları nedeniyle zaman zaman mağdur duruma düşmektedir; ancak ülkemizde olduğu gibi tek 'çatı altında birleşerek çoğunluğun eğilimi içinde kaybolması kanımızca daha sakıncalıdır. II- MÜSLÜMANLIK: Kur'an da İncil gibi her şeyden önce dinsel bir mesajdır. Hristiyanlıkta dünya devletini küçümseyip, yerine "Tanrı Devleti"ni geçirmek nasıl varsa; müslümanlıkta da aynı amaç mevcuttur. Ancak dünya devleti İslamda küçümsenmez. Çünkü, ilk vahiyden 10 yıl sonra Hz. Muhammed tarafından Allah'ın iradesine uygun bir dünya devleti kurulmuştur. Amaç onu sürdürebilmektir. İki dinin değişik tarihsel, koşullar içinde ortaya çıkması sanki laiklik anlayışlarında farklılık varmış gibi bir yorumu gündeme getirmektedir. Oysa her iki dinin laiklik açısınan da özü ve esası aynıdır. Kur'an'm amacı inananlar topluluğunu kurmaktır, ancak bu topluluğun yapısına ilişkin ayrıntılı düzenleme yoktur. Birkaç genel ilke sayılmıştır ki, bunlarda temelde adalet değerini deyimlemektedir. Hukuksal nitelikteki ayetler 6236 ayet içinde yoruma göre 2080 ile 500 arasındadır. Bunların hepsi de belli olaylara bağlı olarak inmiştir. Tarihsel süreç içinde her olay aynı olamayacağından bunlar sadece örnek teşkil eder. Yeni yorumlar insan tarafından her yeni olayın ortaya çıkışında, o olaya göre yapılacaktır. Dünya işlerine ilişkin bir ayırımın olması.gerektiği hususu bazı ylorumcular için önem taşımaktadır. Şöyle ki, "Ulül Emre" (dünyevi gücü elinde bulunduranlar) Hz. Muhammed'in Medine'de "Siz bu dünya işlerinde benden fazla
uzmansınız" dediği söylenir (Entüm Alamü bi emri dünya-ktim). Dünya işlerinin dinsel esaslara bağlı düzenlenmesi Ömer zamanında başlamıştır. Örneğin Hz. Muhammed zamanında düzenlenen bazı kurumları değiştirdiği de rivayet olunur. Başka bir anlatımla laikliğe elverişli bir yoruma gitmek olanaklıyken, tam tersi benimsenmiştir. Özellikle Emeviler Döneminde Muaviye ve ondan sonrakiler Devlete kayıtsız koşulsuz bağlılığı içeren Cebriyeci yorumlarla fanatizmi özde özgürlükçü olan İslama sokmuşlardır. Abbasiler döneminde, bir din bilgini olan Halife Me'mun değişik yorumlar içinde özgürlükçü Mutezile'yi benimsemiştir. Bunu din alemine empoze etmeye kalkınca bir grup alim reaksiyon göstermiş; böylelikle devlet karşısında ulema düşünsel bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Abbasi İmparatorluğu'nun gerileme döneminde "dünya devletini" Selçuklular ele geçirmiş ve keıidi dinsel yorumlarıyla dindevlet içiçeliğine bağlı bir yönetim uygulamışlardır. Daha sonra halifelik Eyyubiler tarafından Kahire'ye götürülmüş ve 1517'ye kadar orada kalmıştır. Yavuz Sultan Selim'in Memluk Devleti'ni yıkmasından sonra Halifelik kurumunu ele geçiren Osmanlı sultanları bu sıfatı 1774'e kadar kullanmamışlardır. Din ve Devlet işlerinin tam olarak birleşmesini bu tarihe götürmek kanımızca yerinde olur. Bu tarihten önce Osmanlı sultanları Kureyş kabilesinden veya Arap olmamalarından dolayı "halife" sıfatını kullanmaktan çekinmişlerdir. Öte yandan din ve devletin içiçelik ortamına girişi "yumuşak bir füzyon" içinde zaman almıştır. Osmanlıdaki din -devlet birleşmesi ne Kur'an'm rie de hadislerin buyruğudur. Tarihsel zorunluluk Osmanlıyı bu yola götürmüştür. Özellikle Anadolu Alevileri üzerinde hegemonya kurmak için devletin kendi dinsel yorumunu devlet doktirini olarak öne sürmesi ve "Tanrı da böyle istiyor" zihniyetini yayması gtiç ilişkileri açısından zorunluydu... Bu anlayıştır ki, "Halife Tanrı'nın bu dünyadaki ğölgesidir" ilkesini empoze edilmiştir. Geliştirilen hukuk sistemi içinde diiısel nitelikten fazla dünyevi kaygılar daha ağırlıkİıdır. 1925'de Halifeliğin Mustafa Kemal tarafından kaldırılması yalnız Türkiye'de değil tüm İslam dünyasında büyük çalkantılara yol açmıştık ' ' Bugün İslam nüfusunun ağırlıkta olduğu ülkelerde din-devlet
ilişkileri açısından 3 eğilim vardır: - Şeriatın uygulanmasını isteyen radikal miislümanlar - Katı. jakoben laikler - Balı da olduğu gibi her din, eğilim ve mezhebin kendi özerk 'örgütlerinin kurulmasını isteyenler. Kanımızca Batı'nın getirdiği sistem daha sağlıklı ve çağdaş görünmektedir. Böylelikle çeşitli mezhep ve dinler daha özgürlükçü bir ortam içiıule gelişebilirler ve diğer mezhepler karşısında güç dengesini sağlarlar. Bir ayrıca çoğunluğun elinde bulunan din örgütüne, azınlıkta olan mezhep veya dinin vergileriyle destek vermesi gibi mantıksız bir .olayı da ortadan kaldırır. Bu tür bir yaklaşım ancak jakoben laiklerle, fanatik dincilerin işine gelmez, çiinkti onlar sosyal ve hukuksal baskılarla herkesi kendileri gibi düşünmeye ve inanmaya 'zorlamaktadırlar. Böyle bir düzenlemede şu aııa ilkeleri benimsemek gerekir;. .' 1- Plüralizmc saygı: Her tiirlii din ve mezhebin inanç, ibadet ve örgütlenme özgürlüğünü güvence altına almak, saygı göstermek.. Bu sadece din alanında değil, kültür ve ideoloji açısından da zorunlu bir demokrasi ilkesidir. Sosyal Devlet anlayışı'içinde bu .saygıyı-daha da ileri götürmek zorunludur. So.şval Devlet iııaııç. ibadet, kiiltiir ve ideolojik farklılıkları içinde olan tüm eğilimlere ve özellikle gücsü/. olanlara destek vermek mecburiyetindedir. 2- Devletin Din; Dinin Deviet Karşısında Özerkliği: Tarih göstermiştir ki. Devlet dini her zaman için kendi politik çıkarlarına alet etmiştir. Öte yandan resmi din her zaman için tutucudur. Resmi dinin yanında olan eğilim ve tarikatlar da tutucu olur. Ülkemizde de resmi din yandaşı olan tarikatlar tutucuyken;' resmi din dışında kalanlar daha özgürlükçüdür. Bu nedenle din ve devletin birbirinden ayrılması gerekir. Devlet önerdiğimiz alternatif içinde kamu yararı anlayışıyla tüm özerk kuruluşları denetlemeli., (ilke kültürüne aykırı hareketle.karşılaştığında yasai önlemleri almalıdır. Tüm özerk kuruluşları denetleyen, onların üstünde olan bir devlet öbjektiviteyi de sağlar. Devlet din işlerinin uzmanı değildir, o bu dünyayla ilgilenir. Din "bu dünya" işlerine karışmaya kalkarsa devletin "dur" demesi-
gerekir. Devletle-din içiçe olduğunda kim kime "dur" diyecektir? 3- Din eğitimi, "Kur'an Kursları" gibi konularda da devlet tamamiyle tarafsız olacaktır. Cemaatler kendi din eğitimi biçim ve sistemini kendileri düzenlemelidir. Devlet ancak bir denetim gücü olmalıdır. 4- Devlet okullarında din dersleri seçimlik ders haline getirilmeli ve içeriklerinde karşılaştırmalı din ve mezhep görüşlerine yer verilmelidir. Din-deVlet işleri, laik çağlar boyunca toplumların temel sorunlarından biri olmuştur. Her din tarihsel süreç içinde bu ilişkiyi sosyal ve kültürel koşullara göre değişik şekilde ele almıştır. Dinler siyasal iktidarları etkilemeyi ve yönetmeyi pek sevmişlerdir. Oysa iktidarların dinsel esaslara dayanması özgür ve demokratik ortamı ortadan kaldırır. Dünyasal iktiar, "gökyüzünü" de yanına destek alırsa itiraz ve eleştiri yok olur. ( Batı, özerk sistemle sorunu çözümlemiştir. Orada ordu, basın, sendikalar gibi Kilise de bir baskı grubudur. O da belli bir siyasal partiyi destekler, sosyopolitik yaşamda tavrını ortaya koyar. Ancak ülkemizde olduğu gibi devlet çatısı içinde değildir. Devlet çatısı altında olan Diyanet İşleri laik devlet anlayışına aykırıdır. Cem Dergisi- Ekim 1991
açıyorsa belki de sevap kazandırır. Allah'la kul arasındaki ilişkidir, bizi ilgilendirmez. ' !
DİN VE MEZHEPLER ARASINDA DİYALOG Taıihin oluşum süresinde din ve mezhepler arasında süregelen savaş ve mücadelelerin önemi yadsınılması olanaksız'bir gerçektir. Bazı katı marksistler hala tarihin akışında tek etmen (faktör) olarak ekonomi ve sınıflar arası mücadeleyi görmektedirler. Ekonomi ve sınıf mücadelesi kuşkusuz etkilidir, ama tek belirleyici etmen değildir. înanç ve inanç biçimi insanları, toplumları büyük savaşlara itmiştir ve itmeye de devam etmektedir. Descartes'in deyimiyle "dünyada en adil dağıtılan şey akıldır; çünkü herkes kendi aklından memnundur." Yüreği ve aklıyla bildiği, inandığı şey için insanoğlunun sürüklenmeyeceği serüven yoktur. Bireysel yaşamımızı ele alalım, akıl satmaya bayılırız. Başkalarının aklına küçümseriz, onlara kolaylıkla "geri zekalı" -damgasını vururuz. İııanç için de aynı şey söz konusudur. Dünyada oransal olarak çoğunluk paien inançlara sahiptir ama biz hala Brahmanizmi,, Budizmi kavnyamıyoruz, anlayamayız; hatta onlan küçümseriz. Bağnaz Hristiyan için müslüman olmak anlaşılması olanaksız bir sapmadır. Bağnaz dindar, Yahudiler düşmandır. Bağnaz Musevi için Hz. İsa şaıtlananlar diğer dinlerin mensupları iflah olmaz sapkınlardır. "Velhasıl en büyük benim dinim ve mezhebim başka büyük yok..." Neden diyaloglar kurulmuyor? Oysa bütün dinlerin amacı aynıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu, hakikati tanımak, bulmak ve sevgiye, saygıya dayalı bir yaşam sürdürmek... Farklılar kanımızca ayrıntıdan ibarettir. Birinin bir yiyeceği yememişi, diğerinin içki içmemesi, başkasının ibadetini başka tarzda gerçekleştirmesi biçime ilişkin ayrıntıdan ibarettir. Eğer içki kötülüğe yol açıyorsa günahla sonuçlanır; yok eğer sevgi ve muhabbet doğurursa, doğru ve güzel edim ve eylemlere yol
Din ve mezhepler arasındaki sürtüşmenin kaynağı yöneticilerin iktidar ve güçlerini sürdürmek için kendilerine yakın din adamları tarafından üretilen düşüncelerin kitlelere aktarılmasıdır. Kitle bir süre sonra üretilen inanç biçiminin kendi öz düşüncesi olduğunu sanar, onun kör savunucusu haline gelir. Denir ki, "mülkiyet en güçlü hırsların başında gelir." Doğrudur, düşünce ve inanca ilişkin mülkiyet hırsı kanımızca hepsinden güçlü olanıdır. İnsan herşeyden ödün verebilir, ama "düşünce ve inanç mülkiyetini" korumak için ölüme bile gidebilir. Oysa işin trajik yanı o düşünce ve inanç biçimi aslında kendi öz düşüncesi bile olmayabilir. Bu yarı bilinçli serüvende insanlar birbirini kesmiş, kırıp geçirmiştir. İslam'daki mezhep farklılıklarının ilk kıvılcımı iktidar hırsından çıkmıştır; Haçlı Seferleri'nin başlangıcı da para ve ün kazanma tutkusuna dayanmaktadır. Hırs ve tutkular farklı inanç biçimlerini kullanmışlardır. Hz. M.uhammed'in karısı Ayşe, Mervan, Yezid ve Muaviye ile işbirliği yaparak Hz. Ali ve onun oğullarıyla mücadeleye girer. Amaç iktidan ele geçirmektir. Çıkar mücadelesinden başka bir anlamı olma-. yan bu savaşa, inanca dayalı pek çok gerekçe bulunmuştur. İslam'da katı yazgıcılığı savunan Cebriye Felsefe okulu bu mücadelenin ürünüdür. Yobaz Hristiyanlar Haçlı Seferlerine gerekçe hazırlarken, Kudüs'ün, kutsal kentin "deccaf'a tapanlann elinde olduğunu ve kurtarılması gerektiği düşüncesini işlemişlerdir. Oysa onların "deccalin çocukları" dediği müslümanların Kutsal Kitabı Kur'an'da Hz. İsa'ya çok önemli bir yer ve değer verilmektedir. Kur'an Hz. İsa'yı Mesih olarak kabul etmektedir'. Ktır'an "Ona ruhumuzu gönderdik. Ruh ona tam bir insan şeklinde göründü" (Kur'an 19, 17-21), (....) "Bakire kalana ruhumuzdan üfledik. Onu da oğlunu da cihana ibret yaptık" (Enbiya Suresi 21, 91) demektedir. Hz, İsa'ya bu denli önem verilirken, hatta bir anlamda yukarıda Kur'an'dan alınan surelere göre "kutsal ruh" olduğu kabuk edilirken bunca savaşların anlamı nedir? Çıkar ve iktidar hırsı bu apaçık hakikatleri bilmeyen zavallı kitleleri kandırarak Kudüs yollarına gönderip bugün de mevcut olan düşmanlık tohumlarını serp-
miştir. Yobaz müslüman da kuşkusuz Hz. İsa'nın Kur'an da yukaııda belirttiğimiz konumunu bilmemekte veya bilmek istememektedir. Bu nedenledir ki, onun için Hz. İsa'nın doğumunu kutlamak gâvurluktur. Yobaz insan her zaman için bir düşman, karalayacak bir konu bulma ihtiyacı içindedir. Alevi-Sünni, Protestan-Katolik, Katolik-Ortodoks, Anglikan-Katolik mezhep, sürtüşme ve çekişmelerinde ihtiras, tutku ve hırsların çok büyük yeri vardır. Örneğin Anglikan Kilisesi'nin doğumu tamamiyleN"uçkur" sorununa dayalıdır. Kadınlara çok düşkün olan İngiliz Kralı VIII. Henry, Katolik Kilise kurullarına göre karısını boşayamaymca "Vatikanı" boşayıp yeiıi bir mezhep kurmuştur. 1054'de DoğuBatı Kiliselerinin Katolik-Ortodoks olarak ikiye ayrılmasının nedeni Doğu Roma İmparatorluğu'nuıı, Bizarısın "cismani güce ruhani güç" desteği getirmek istemesidir. Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Vatikan'ın yeni konumu Bizans'ı rahatsız etmişti. Ayrıca Doğu ile Batı arasında sosyo-kültürel farklılıklar vardı. Bu ayrılmadan sonra çıkar çatışmaları o boyuta ulaşmıştır ki, Katolik Batılılar; • Haçlı Seferleri sırasında Bizansı işgal ederek yağmalamalardır. Müslümanları ezme bahanesi içinde işte hristiyan'ın hristiyan'a yaptığı... Alevi-Sünni ayrılmasından da kanımızca başlangıçta iktidar mücadelesi önemli bir olgudur. İktidar mücadelesine, biçime ilişkin bazı ayrıntılar getirilmiş ve kitleler tahrik edilmiştir. Tarihte önce işi kimin başlattığı sorulmaz, çünkü yorumlar farklıdır; yanlış sonuçlara ulaşılabilir. Kaldı ki ; yararı da yoktur. Namaz, niyaz, oruç abdest gibi konularda ayrı bakış açıları öz ve esasa ilişkin değildir. Önemli olan Allah'ın birliğine inanmak, kul hakkı yememek, birbirini sevmek ve saymak; sevgi birliği içinde Tanrı'ya ulaşmaktır. Birbirinin inanç biçim ve anlayışını saygıyla karşılamak, anlaşılmasında güçlük çekilen konularda uygarca tartışmak, karşılıklı suçlamalara girmemek yeğlenmesi gereken yoldur. Tarihte olanların muhasebesini sürdürmek anlamsızdır, kin ortamı doğurmaktan başka bir yararı yoktur. Tarihteki olayların öcünü alrçıa psikozu yanlıştır. Artık bugüne bakmalı, diyalog Ortamı kurmalıyız. Dostça ve uygarca diyalog ortamı içinde yaşamak ülke birliği için de gereklidir!. '
Eğer farklılıkların temelinde kişisel hırs ve ihtirasların yattığını; yaşam tarzı, gelenek ve göreneklerden kaynaklandığını anlarsak diyalog kurabiliriz. Sünni ve Alevi elele verip İslam'da özgürlükçü yorumları birlikte geliştirebilirsek barış ortamını gerçekleştirdiğimiz kadar İslam uygarlıkların "Orta Çağ" karanlıklardan kurtarıp akılcı aydınlık ufuklara yönlendirebiliriz. Cem Dergisi - Mart 1992
AKIL-SEVGİ SENTEZİ İslam diniyle Hristiyanlık karşılaştırıldığında yüzeysel bir yaklaşımla, Hristiyanlığın gelişmelere olanak sağlayan, laikliğe elverişli, insan haklarının güvenceye alınmasında engeller getirmeyen bir din olduğu öne sürülür. XX. yüzyılın Hristiyanlığı için, belli kesim ve yaklaşımlar açısından bu yargı doğrudur. Aristoteles, Akinolu Aziz Thomas, Descartes felsefesini izleyerek aklı, irdelenmemiş inanç ve imanın önüne çıkarak Hristiyanlığa demokrasi getiren çağımızın rasyonalist filozofları "güleryüzlü Hristiyanlık" imajını yaratmışlardır. Ancak hiçbir zaman Orta Çağın ceberrut ve karanlık Hristayanlığını unutmak kolay değildir. Hristiyanlık özgürlükçü aşamaya gelirken bir hayli zorlanmıştır. . İslam'ın da özgürlükçü, gelişmelere elverişli, insan haklarını ön plana alan yorumlan vardır. Anadolu Aleviliği, mutezile, XIX. yüzyılda başlayan "İslam rönesansı. nahda" hareketini bu bağlamda ele almak gerekir. Özgürlükçü İslam köktenci, bağnaz yaklaşım ve yomlardan çok farklı olup laikliğe uygun bir sosyal düzlemin oluşmasına elverişli düşünsel ortamı hazırlayabilir. , Kuşkusuz genelde yaygın haliyle XX. yüzyılın İslamı köktencidir; özgürlükçü eğilimler azınlıkta kalmaktadır. Sadece yüzyılımızın değil, "İçtihat kapısının" kapanması denilen dönemlerden, XI. ve XII.. yüzyıllardan bu yana "İslam Alemi" Orta Çağ karanlıklarına girmiştir. Bunun böyle olmasının çeşitli nedenleri vardır. En başta geleni de en güçlü İslam Devleti olup güç ve etkisini Batı Akdeniz'den Endonezya'ya kadar yayan Osmanlı yöneticilerinin Eş'ari felsefesine bağlı tarikatlara mensup oİmalanydı. Osmanlı Devletini yönetenler ve onlara bağlı beyler, ayan Eş'ari geleneğe sadık tekke ve zaviyelerin üyeleriydi. Fıkıhta sünni-hanefi; kelamda Eş'ari Osmanlı Medresesi özgürlükçü İslam yorumlarının gelişmesine olanak sağlayamamıştır. Askeri devlet düzeni de ilerici, özgürlükçü, liberal felsefeye zaten pek olumlu bakmaz. Sünni olmalarına rağmen, Osmanlı yöneticileri Muaviye-
Yezid yandaşlannca geliştirilen totaliter Cebriye felsefesine yakın bir sünni yorumunu benimsemişlerdir. İslamın özgürlükçü yorumlarından biri olan "islam rönesansınahîda" Batı'nııı etkisiyle XIX. yüzyılda gündeme gelir. 1798'de Mısır'a çıkan Napoleon Bonaparte Ordusu. İslam Alemini düşüncelere sokarak düşünmeye itmiştir. Her şeyden önce güçlü bir Hristiyan uygarlığına tanık olan müslümanlar, İslam topluluklarının derinlemesine bir reform ihtiyaç duyduğunun bilincine varmışlardır. Sosyal, kültürel, askeri tüm kurum ve yapılarda köklü değişiklikler gerekmekteydi. Değişikliklerin yapılabilmesi inanç, düşünce ve felsefeye, yeni bir bakış açısının getirilmesine bağlıydı. Tapkı Hristiyanlıkta olduğu gibi, İslama "akıl çağı" getirilmeliydi. ' Napoleon burjuva devriminin felsefesini yaymaktaydı. Ordusuyla birlikte bir grup bilim adamı, mülhendis, doktor ve hatta tiyatro topluluğu dahi getirmişti. Aydınlanma Çağı'nın ilkeleri akılcılık, özgürlük, tevekkül içinde düşünceden uzak yaşayan müslümanlar için. kurtarıcı değerlerdi. Daha sonra Kavalalı Mehmed Ali Paşa Fransa'dan güçlü eğitim kadrosu getirterek okullar kurdurmuştur. Okullann başında bulunanların çoğu çeşitli katolik düzenlere bağlı din adamlarıydı. Akıl çağına geçmiş Hristiyanlık deneyimlerini İslama aktarmaktaydı! Bu arada protestan anglo-saksçnlar da Kahire Amerikan Üniversitesini kurmaktaydılar. Mehmet Ali Avrupa'ya öğrenciler göndermişti. Bu öğrenciler ve ülkede yaratılan eğitim seferberliği "İslam rönesansının" temellerini atmıştır. Örneğin ElTahtawi (1801-1873) Voltaire, Rousseau, Condillac, Montesqueu gibi filozofları Mısır'a tanıtmıştır. Tahtawi Batılı Ülkelerinin hukuk yapısının Şeriata girebilmesi hususunda çalışmalar yapmıştır. XIX. ve XX.. yüzyılda birçok felsefi akım Mısır'a gelmiş ve bu arada El-Ezher'e rakip, olarak kurulan Özgür Kahire Üniversitesinde Batılı din adamları ve filozoflar rasyonalist temelli eğitim vermişlerdir. Dine yeni bakış sadece Mısır'da değil XIX. yüzyılda Magrib'deki ülkelerde de gündeme gelmiştir. Oysa'merkezdeki B atı etkisi katı Osmanlı Uleması'nı hiçbir şekilde yumuşatamamıştır, Osmanlı Ülkesinde kuşkusuz idari, hukuksal, hatta ekonomik reformlara tanık olmak -
tayız. Tanzimat Fermanı, İslahat Fermanı, 1876 Anayasası, 1909 değişiklikleri kuşkusuz önemi yadsmamayacak gelişmelerdir. Ancak halkın kültür yapısını etkileyecek, aydınlanmaya düzlem oluşturabilecek düşünce, inanç ve felsefeye ilişkin yeni atılımlara rastlamak bu dönem için olanaksızdır. Hatta diyebiliriz ki, bugün dahi kimse, düşünce dinde yeni yorum, akılcılık gibi konuların işlenmesiyle ilgili çalışmalara girmemekte, işin kolayına kaçarak (hatta militarist bir zihniyetle) tepeden inme kural, norm ve yasaklarla toplumun sosyal yapısını değiştirebileceğini sanmaktadır. Osmanlıdan gelen yazgıcı Eş'ari tutuma çağdaş bakış açısını içeren akılcı dinsel yaklaşımlar getirilmediği taktirde dinde yobazlık sürüp gidecektir. Akılcılıkla birlik bu toprakların hamurunda bulunan ve Anadolu Aleviliği'nin benimsenip sanat, kültür ve edebiyatta işlediği sevgi dolu mistisizm pırıl pırıl bir sentez oluşturabilir. Orta Asya'nın şaman, hindu gelenekleri, Ön Asya'nın panteist Tanrı anlayışıyla birleşince Tanrı'nın bir zerresi olan insan sevgide kutsallaşır. Tanrı'yı severken birbirimizi severiz. O Tanrı ki, aynı zamanda evrensel akıldır, logostur. Biz de onun bir parçası olarak akılla donatık bulunmaktayız. Bizi birbirimize bağlayan sevgide akıl zaten vardır. Sevgi insan aklının öneminin bilincindedir. Akılcılığı savunan "nahda" hareketinin ileri gelenleri Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh İslam mistisizmine sıcak bakmışlardır. İslam mistisizmi kanımızca bugün Anadolu Alevilerince temsil edilmektedir. Başka nerede sevgi bu denli ön plana çıkarılmaktadır? Hallac-ı Mansur, Hacı Bektaş; Yunus Emre bugün Anadolu Aleviliği içinde duyrulmakta, ezgilere konu olmaktadır. • Ancak sevgi salt teslimiyite yönelirse bağnazlık doğabilir. Bu nedenle akılla sentezleştirmek gerekir. İmam Gazali de tasavvuf erbabıdır, ama o teslimiyitçi bir vahdet öngörerek tutucu yorumlar getirmiştir. Tanımayan, bilmeyen sevgi kördür. Akılla bilinçli bir şekilde sevgili sevilirse daha kalıcı, daha güzel olur. Uygarlığın beşiği Anadolu toprağı, İslamın özgürlükçü yorumlarının bu topraklardan gelen mutezile akımı, İbni,Rüşt, Farabi gibi fılozoflarca benimsenen akılcılık, öte yandan sevgi dolu Anadolu mistisizmi er veya geç yeni bir sentez doğuracaktır.
NEDEN AKIL-SEVGI SENTEZİ Bundan önceki yazımızda akıl-sevgi sentezinden söz etmiştik. Şimdi bunu biraz daha açmaya çalışalım. İşlam düşüncesinde Allah'a ulaşma yolları kayıtsız koşulsuz iman, akıl ve,sevgi olarak üçe ayrılmış gibi görülür.. Kimine göre doğmalara kayıtsız koşulsuz iman edeceksiniz, fazla sorup sorgulamayacaksın, akıl seni yanıltır, iman et yeter. Bu tür,bir yaklaşım isterse iyi niyetli olsun, çıkar peşinde koşan, siyasal etkisini pekiştirmek isteyen güçlerin elinde halkı sömürmek için "kurnaz" bir yönteme dönüşebilir. Nitekim, İslamın bağnaz Cebriye yandaşı .yorumcuları Emevi halifelerinin yanında halkı bu anlayış içinde uyutmasını bilmişlerdir. Osmanlı'da da, XV. yy.'daıı itibaren Ebusuut Efendi türünden hacıhoca takımı herkesin hakikata ulaşamayacağını söyleyerek kendi hegemonyalarını sürdürmüşlerdir. Böylelikle halkın sesi kısılmış, padişah ve saray'mollaları dilediklerince toplumu yönlendirmişlerdir. İkinci ğıup hakikat ve Allah'a ulaşmada temel yöntemi akıl olarak görenlerdir. Bunlar Mutezile kökenli İslam rasyonalistleridir. Fahrettin Razi. İbni Rüşt. İbni Sina. Farabi ve XIX. yy. "nahda İslam rönesaıısının" temsilcileri de akılcıdır. Akılcılık felsefe tarihine iinlii Yunan Filozofu Aristoteles'le girmiştir. Akılcılara göre insanın doğrulara. hakikate ve giderek Allah'a ulaşması objektif dış verilerin akıl süzgecinden geçirilip bir analize tabi tutmasıyla olanaklıdır. Doğayı, değerleri iyi bilip tanıyan insan giderek mutlak hakikate ulaşır. Allah'ı kör iman yerine, aydınlık akılla tanımalmıyız. Bilim bizi salt hakikate götürür. . Allah'a sevgiyle ulaşanlar ise tasavvuf erbabıdır. Onlara göre Allah aşktır; aşık olmasını bilmek gerekir. Sevgi, aşk hiçbir karşılık ve çıkar beklemeden özveriyle sevgiyle bağlanmaktır. Kuşkusuz sevgi olmadan Tanrı inancı olamaz. Ancak tanımadan sevilmez. Bilinmeyen ııasil sevilebilsin ki? Bir meçhulu sevmek olanaksızdır. Kör sev-gi
yanıltabilir. Kör sevginin yerini bilerek sevmek tasavvuf felsefesinin genel çatısı içinde yer alabilir. Tasavvuf felsefesi bilindiği gibi bir panteizmdir. Yani Tanrı-Doğa içiçeliği tasavvufun özünü oluşturmaktadır. "Enel Hak" diyen Hallaç doğa içinde maddi ve manevi varlığıyla Tanrı'nın bir parçasıdır. Doğanın bir parçası olan, doğayla bütünleşen insan cosmosu tanımaya mahkumdur. Vahdetin bir parçası olduğunun bilincine varılmadan, kendini ve bütünü tanımadan sevmek rüzgara kapılan bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenmektir. Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin bilim ve bilmeye ilişkin sözlerini burada tekrarlamaya gerek yok. İnsanoğlu boyutları belirlenmiş bir sınav alanına bırakılmıştır. Allah evrenin boyutlarını çizmiş ve insanı buraya yollayarak iyiye, güzele, doğruya, hakikate, ahlaka, sevgiye dayalı bir yaşam sürdürmesini buyurmuştur. Evren adeta Allah tarafından kurulmuş bir sahnedir ve insanoğlu bu sahne içinde yukarıda belirttiğimiz değerlere bağlı olarak bir oyun oynayacaktır. İyiyi seçerse ödüllendirilecek, kötüyü yeğlerse cezalandırılacaktır. İnsanoğlu iyi-kötü arasındaki seçimde özgürdür, iradesi hürdür. Ancak neyin iyi, neyin güzel, neyin doğru, neyin sevilir olduğunu anlaması tanıma ve bilmeye bağlıdır. Bizi de bilgiye götüren yeti aklımızdır. O halde sevebilmemiz için bilmemiz gerekmektedir. Sanılmasın ki, tasavvuf erbabı kendi kabuğuna çekilmiş cahil dervişlerdir. Onlar hakikati dere tepe dolaşarak halka aktaran yüce bilgilerdir. ' Onlar dünyanın çıkara dayalı ilişkilerinden kendilerini soyutlayarak salt hakikat aşkıyla yanıp tutuşan ermişlerdir. Ermişlikleri bilgeliklerinden kaynaklanır. Herkesin salt hakikate ulaşamayacağı "batıııî" anlayamayacağı söylenir. Doğrudur. Nesnelerin ve varoluşun özünü kavramak herkes. için olanaksızdır. Bilim için çaba. sarfeden öze yaklaşabilir. Tanrının bazılarını öze ulaşır bir nitelikte yarattığı, onların "batınî" anlamları bilebileceği; ancak onların ermiş kişi olabilecekleri anlayışı kanımızca doğru değildir, Herkes, bilim için gayret gösterdiği oranda, bildiği ölçüde erer.
Böylelikle ihtiraslarından tutkularından arınır,' güzelleşir, güzele ulaşır, sever ve sevilir. İlahi aşk mutlak hakikate:bilim ve bilgiye ulaşıldığı oranda gündeme gelir, Sevgi ve aşkın kaynağı yürekle, bilginin kaynağı akıl birlikte hakikati bulur. Tekkelerde eza ve cefayla yoğrulan derviş bunu dünyanın günlük çıkar ilişkilerinin psikozundan kendini arındırmak için yapar. Böylelikle hakikatle kendi arasında engel oluşturan sisleri aralar, bulutları kaldım. Bilgi ahlaksal değerlerin içinde ancak elde edilebilir, Maddi çıkar aleminden kendini soyt)tlamayan salt hakikate ulaşamaz. İlk sufiler, ilk tasavvuf erbabı da akıl-sevgi birliği içinde hakikate ulaşabilineceğini belirtmiştirler. Antik Yunan Felsefesi içinde de Sokrates, Platon, Aristoles ve Stoacılar benzer yaklaşımlar getirmiştir. Sevgi ve akıl birbirini tamamlarsa hakikate ulaşabiliriz. Kayıtsız koşulsuz, irdelenmemiş kör iman yerine sevgi ve akılla Tanrı'ya ulaşmak, bilinçle onu tanımak daha köklü bir iman olsa gerek. Yazımızdan dünyadan kendimizi soyutlayarak dervişvari bir yaşam sürdürelim anlamı çıkmasın. Eğer tek başına "aşk" deseydik belki bu yargı doğru olabilirdi. Sevi-akıl sentezi tam tersine bu dünyanın da hakikatin bir parçası olduğunun bilincindedir. Bu dünyanın önemini yadsımaz; salt güzele ulaşmak için bu dünyanın toplumsal ilişkilerini de güzelleştirmeye çalışır. Ahlakın egemen olduğu, sömürünün kalktığı insanın insana saygı gösterdiği, işkencenin olmadığı ortamda ancak doğrular bulunabilir. O halde tann aşkı, akıl-sevgi sentezi ahlaka dayalı aktif bir yaşam biçimini de içermektedir. Cem Dergisi - Mayıs 1992
ALEVİ DÜŞÜNCESİ VE MASSİĞNON Din ve mezhepler arasında, diyalogun sürdürülmesi ve Orta Doğu'da barışın kurulması hususunda XX. yüzyılda büyük çaba gösterenlerden biri de, Fransız bilim adamı Louis Massignon'dur. Massiğnon tüm ışığını bir Müslümandan, tasavvuf erbabı Hallac-ı Mansur'dan almıştır. Kanımızca Hallaç, Anadolu Aleviliği'nin de temel felsefesini oluşturan, Tanrı-doğa içiçeliğinin en güzel örneğidir. Bilindiği gibi Alevi düşüncesinde Tanrı görünüm kazanmak ister ve fışkırır; Evren adeta görünüm kazanan Tanrı'nın aynasıdır. Bu tür bir atlayış Hallac'ta mevcuttur ki, ona "Enel Hak" dedirtmiştir. Anadolu Aleviliği'nin özgürlükçü olmasının nedenlerinden biri de, bireyi Tanrı'nın bir parçası olarak algılamasıdır. 1883 doğumlu Louis Massiğnon Paris'de Sanskritçe, Arapça ve İslam Sosyolojisi öğrenimi görmüş ve genç yaşta 1906'da Kahire'de Fransız Arkeoloji Enstitüsü'nde çalışmaya başlamıştır. Daha sonra Bağdat'a geçen Massiğnon burada Hallac'ı tanımış ve Kur'an üzerine çalışmalar yapmıştır. Hallaç felsefesi, dervişlik onu derinden etkilemiş ve üç tek tanrılı dinin özünün, özveri içinde doğrunun, güzelin, iyinin peşinde koşan "abdal"lıkta olduğunu anlamıştır. 1908'de Bağdat'ta Osmanlı yönetiminde casusluk iddiasıyla tutuklandığında; hapiste ilk duasını Arapça yaptığını kendi ifade etmektedir. Arapça ve İslam onu daha önceleri pek ilgisi olmadığı kendi peygamberi Hz. .İsa'ya da ulaştırmıştır. Avrupa ve Osmanlı ülkesinde geziler yapan Massiğnon çeşitli üniversitelerde dersler vermiş ve üç tek tanrılı dinin "Abdallarım" tanımaya çalışmıştır. 1913 yılında İstanbul'da Hallac'ın Kitab-ul Tavasin adlı kitabım yayına hazırlamış ve sufilikle birlikte bu büyük tasavvuf erbabım Batı'ya tanıtmıştır. Massignon'a göre Müslümanlık da Hristiyanlık gibi Hz.-İbrahim kökenlidir: Oğullarından İsmail'in yolunu Arap gelenek izlemiş ve Hz. Muhammed'le sonuçlanmış; diğer oğlu İshak'ın yolu ve sülbü Hz. İsa ile noktalanmıştır. Ancak bunlar en son aşama değildir. Tanrısal nefes her insanda mevcuttur. Gerçek İslam sufilik içinde yer alır; ona
göre İslamın Sünni yorumlan özden uzaklaşmıştır. Sufilik Hristiyanlık veya Hindu çilekeşliğinin etkisinden değil, bizzat Kur'an'm ruhundan öz ve esasını almaktadır. Massiğnon daha sonra en büyük ve en bilinen yapıtı olan "İslam Şehidi Hallac'ın Tutkusu-çilesi" kitabını yazmıştır. Bu kitapta Massiğnon, Hz. İsa, Hallaç ve Âsiz'li Aziz Françoiş arasında bir paralellik kurar. İnsanlığa kendini adayan, insanlık için acı çeken herkes kutsaldır. Massignon'a göre Hz. Fatma'da bir "abdaldır"; o da insanlar için acı çekmiştir. Massiğnon, 1928'den itibaren Filistin sorununun çözümü için Yahudilerle Müslümanlar arasında arabuluculuk girişiminde bulunmuştur. Ona göre "vaadedilmiş toprak" Hz. İbrahim'in çocukları için söz konusudur. Bunlar da Hz. İshak'dan gelen Museviler ve Hristiyanlar; Hz. İsmail'den gelen Müslümanlardır. Bu tür bir bakış açısı üç tek tanrılı dinin "barış içinde birarada yaşaması" bağlamında akılcı bir yaklaşımdır. Massiğnon, 1947 yılında Papa Pius XII. ilegörüşme yaparak Hristiyanlann, Müslümanlığın dili olan Arapçayla ibadet yapabilmeleri için izin almıştır. Paris'de dinler ve özellikle İslam Sosyolojisi derslerini sürdüren Massiğnon, Kanada'da, ABD'de. Kuzey Afrika!da konferanslar vermiştir. Yaşamın sonuna kadar Filistin ve Cezayir'de Müslümanlara karşı yapılan haksızlıklarla mücadelesini sürdüren bu barış adamı hümanist yapısını Hâllac'da bulurken, aslında belki de Anadolu Aleviliğinin Felsefesini yaklaşıyordu. 1962 yılında ölen Massiğnon sık sık Türkiye'ye gelip Efes ve Yedi uyuyanları ziyaret ederdi. Görülüyor ki, barış ve diyalog, ancak anlayış ve hoşgörüyle onalaklıdır. Başka düşünceleri anlamak, başka insanları sevmek barışın önkoşuludur. Sevgi, mistiklerde özveriye ve kendini kurban etmeye kadar gitmiştir. Çağımızda bir Massiğnon, bir Gandi pasifist yöntemle büyük başarılar elde etmiştir. Gandi Hindistan'ı kurmuş, Massiğnon dinler ve mezhepler arasında diyalogla Orta Doğu barışı için çaba göstermiştir'. Massignon'a bu yöntemi tanıtan, onu kendi dinine diğer dinlerle birlikte sevgi ve hoşgörüyle bakmasını öğreten ise Hallacı Mansur'dur. Cem Dergisi - Haziran 1993
AKIL, FELSEFE VE İSLAM İslam'da felsefe Hicret'ten 100 yıl sonra gündeme gelmiştir. Değişik ulus ve kavimlerin hızla müslümanlaşmasıyla birlikte çeşitli sorunlar gelmiştir. Hilafet kurumunun Emeviler tarafından gaspı da din bilimi (teoloji) alanında değişik tartışmaların doğumuna yol açmıştır. Bunların başında "kader-yazgı" sorunu gelir. Öte yandan gene bu dönemlerde Antik Yunan Felsefesi'nin filoloflarının yapıtları Arapça'ya'çevrilmeye başlanmıştır. Denilebilir ki, Hicri II. yüzyılın sonları III. yüzyılın başları Arap Alemi açısından düşüncenin, tefekkürün zirveye ulaştığı çağdı. İslam'da akılcılığı savunan Mütezile akımı da bu dönemde gelişme olanağı bulmuştur. Abbasi Halifesi El Memun ve kardeşi El Mutası irade özgürlüğü ve akılcılığı savunan Müzetile Okulu'nun gelişmesine destek vermişlerdir. Ne yazık ki, onlardan hemen sonra tahta çıkan halifeler özgür düşünce ve felsefeyi boğmuştur. Tüm dinbilimini doğmalara dayandırarak Cebriyeye yakın bir sünni inanış yolunu benimseyen yöneticiler felsefi tartışmaları yasaklamışlarda-. Hanbeli mezhebinin kurucusu İmam İbni Hanbel kayıtsız koşulsuz imanın akla yeğlenmesi gerektiğini savunarak tutucu bir anlayışla kitleleri yönlendirmişti. Kalıpçı, düşünce ve akıldan uzak, felsefenin aydınlık ufuğunu yatsıyan bu tutum ne yazık ki, İslam uygarlıklarının gerilemesinde önemli bir etmen oluşturmuştur. Zamanla İslam felsefesi olan "Kelam ilminin" yerini "taklit" almış; "İçtihat kapısı" kapanarak "akıl" yerine "nakiller"le uğraşan imamlar kitleleri düşünme yerine kendilerini taklit etmeye çağırmışlardır. Zengin Bizans, Yunan; Siryak, İran ve Hint kültürüyle daha önce sentezleşen Arap kültürü Hicri IV. yüzyıldan (Miladi X. yüzyıl) itibaren bu yapının yobazlar tarafından yıkılmasına seyirci kalıyordu. Mütezile'nin yok edilmesi Müslümanlığın başına gelen acıların kanımızca en derin olanıdır. 14(5
İmam İbni Hanbel'iıı tutucu dinbilimi anlayışını eski bir mutezile yaiıdaşı olan Abu El Hasan El Eş'ari (M. 873-935-H. 260-324) orta yola getirmeye çalışmıştır. Osmanlı Medresesi de El Eş'ari'niıı yolunu izlemiştir. Bu yol aslında tam özgürlükçü değildir; amaç cebriyeye yaklaşan Hanbeli Sünni yoruma bir ölçüde rasyonalite getirmektedir. Örneğin Eş'ari ne mutezile gibi aklın yaratıcı özelliğini kabul etmekte ne de İmam Hanbel gibi kayıtsız koşulsuz "iman" demektedir. Ona göre akıl aracılığıyla imanın kurallarına ulaşılabilir. Keza irade özgürlüğü alanında "kara yazgı" bireyi belirlememektedir. Allah insanı yaratırken ana fiillerinde özgür davranma özelliğini de vermiştir. Ama gene de istediği an bu dünyaya müdahale edebilir. Mutezile'de olduğu gibi karışmayan Tanrı anlayışı yoktur. Eş'ari felsefesi Abbasi halifeleri ve Selçuklu Türkleri tarafından benimsenmiştir. Vezir Nizamülmülk bu doktrinin Bağdat ve Nişapur üniversitelerinde okutulması hususunda emir vermiştir. Eş'ari felsefesi Osmanlı Medreselerinde Necmeddin Nesefi ve Sadettin Taftazani'nin tutucu yorumlarıyla öğrencilere anlatılmış; '"orta , yol" iman ağulıklı hale getirilip akıl ikinci plana itmiştir. Oysa El Kindi (M. IX. yy.), Farabli (M. IX-X.:yy.), İbni Sina (M. X.-XI. yy.), Endülüslü İbni Rüşt (M. XII. yy.) akıl ve felsefeyi Antik Yunan-İslam düşüncesi sentezi içinde sürdürmüşlerdir. Felsefe ve akıl, Kuran'ın yorumlanmasında büyük önem taşır. Biribiriyle çelişkili gibi görünen ayet ve surelerde aklın muhakemesi ancak doğru yola götürebilir. Kuşkusuz yorumu yapan aklın bilgiyle donatık olması gerekir. Akla önem verilmesi insana da önem verilmemesi anlamına gelir. İnsan, aklına güven kalktığında da onun yerini nakil alır. Nakil aslında gene bir akıldır. Belli yorumcuların, belli tarzdaki Kur'an yorumları doğmalara dönüşerek kitlelere "nakledilir." O halde nakilden amaç aslında siyasal iktidara yakın çevre ulemanın ürettiği düşüncenin benimsetilmesidir. Akıl-nakiİ; akıl-iman tartışması bilindiği gibi İmamı Gazali ile İbni Rüşt arasında zirveye' ulaşmışta. Sünni alemde bugün nakilden yana olan İmamı Gazali teolojisinin egemen olduğu biliyoruz. Akılcılık Sünni kesimde XIX. yüzyılda Cemalettin Afani ve Muhammed Abduh tarafından yeniden gündeme getirilmiştir. Abduh'a göre gerçek 147
İslam akıl dinidir. Ona göre Musevilik insanlığın çocukluk döneminde gelmiştir; bu nedenle yasaklar ve korkutmalarla doludur. Hristiyanlık insanlığın tam bilinçli olmadığı dönemlerin dini; biı nedenle duyguların dinidir. İslam insanlığın olgunluk çağının dini olduğundan akla, mantığa yöneliktir. İslam, iyinin kötüden ayırdedilmesinin akıl yoluyla gerçekleştirilmesinin dinidir. Tüm yorumlarda temel kriter akıl olacaktır. İslam'daki üç tür kuraldan "iman" ve "ibadete"' ilişkin kurallar metne sadık yorumlanmalıdır; ama insanlararası ilişkileri düzenleyen "muamelata" ilişkin kuralları çağın koşullarına göre sosyolojik yoruma ve amaca uygun yoruma tabi tutacaktır. Çağı için adil ve dönemin koşullarına uygun olan kural, bugün çağın adalet anlayışına ve sosyal koşullara aykırıysa aklın rehberliğiyle günümüze göre yorumlanmalıdır. Ne yazık ki, Abduh'un bu reformcu görüşleri tutucu, bağnaz kesim tarafından reaksiyonla karşılanmıştır. Anadolu Aleviliği'nin aklı algılayış biçimi kanımızca daha değişiktir. "Yaratılış, Sünni teolojide Tanrı'nın yoktan varetmesi (haşr) ile, Alevi teolojisinde özünden fışkırma (sudur) ile meydana gelmiştir. Bir başka anlatım da şudur, Tanrı özünün görünüş alanına çıkmasıdır. Zuhura gelmektir" (Bkz. ÖZGÜNAY, Abidin: Cem Dergisi, Sayı: 11, Sayfa: 3). "Tecelli varlığa dönüşme, görünme şeklindedir (....) Beşer, Sünni yorumda yoktan yaratılmıştır" ve akıl ona Tanrı tarafından verilmiştir; bir verme, onurlandırma eylemi vardır. "Alevilikte ise beşer Tanrı'dadır, ilişki sanatsal değil özseldir. Yaradılışın şekli (....), Alevilikle ulvidir" (ÖZGÜNAY, Abidin: age. s. 4). Alevilikte Tanrıyla insanın içiçeliği sözkonusudur; yani birey Tanrının tecelli biçimlerinden biridir. Yukardaki anlatım bize Antik Yunan Felsefesi'nin panteist kozmogoniJk dönemini ile Stoa Felsefesini anımsatmaktadır. (Bknz. ÖKTEM, Niyazi Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi, Beta Yayıncılık 1988, İstanbul, s. 84-86 ve 113-119) Tanrı evrensel bir akıldır (Logos). Evren, Tanrıyla elele tutuşan, ruhu olan mükemmel bir mantık, mükemmel bir akıldır. Tüm iyilik ve güzellik buradadır. Alevi teolojinin Tanrı anlayışı da bu çizgiderir. Hallac r ı Mansur da aynı şeyleri söylemektedir ki, kanımızca Anadolu Aleviliği'nin fel-
sefi temellerini Hallac'a dayandırmak gerekir. Bu durumda Alevi felsefesine göre bireydeki akıl zaten Tanrının bir parçası olma özelliğine sahiptir. Tanrı'nın parçası, bütünü anlayabilir, kavrayabilir. Sorunları mutlaka akıl aracılığıyla çözümlememiz gerekir. , . Tanrı aklı herkese vermiştir. Eksiği, fazlalığı olmadan herkes bütünü kavrayabilir. Çok okuyan, çok gören kişi kuşkusuz daha iyi bir şekilde bütünü kavrayacak, öze inebilecektir. Kişi kendi aklıyla, yazgısını kendi yönlendirir. O halde akıl sorunsalı bağlamında Anadolu Aleviliği Antik Yunan, Mutezile çizgisini izlemektedir. Teknik anlamda belki filozoflar yetişmemiştir ama; sanat, müzik ve şiirle akıl ve özgürlüğün erdemi kitlelere anlatılmıştır. Felsefe Anadolu'da sanat olarak ürününü vermiştir. Anadolu Aleviliği'nin özgürlükçü olmasının nedenini biz panteizm, Antik Yunan Felsefesi ve Mutezile.de bulmaktayız.. Sünni yorum yukarıda belirttiğimiz istisnalar dışında akıldan uzaklaştığı ölçüde tutucu olmuş; özgürlükten de, bireyin bir değer olarak ele alınmasından da ayrılmıştır. Aynıişey bir başka Alevilik olan Şiilik için de söz konusudur. Aklı bırakıp karizmalara, onların fetvalarına sarılan Şiiler bağnaz "kara sesli" Sünni imamlarla işbirliği içine girmişlerdir. ; . "' •' Akılcılık ve felsefe umarız tüm İslama bir gün tekrar egemen olur. Cem Dergisi - Temmuz 1992
ı
HOŞGÖRÜNÜN ÖTESİNDE Gandi "hoşgörü" sözcüğünü sevmediğini, ancak dalıa iyisini de' bulamadığını söylemektedir. Hoşgörüde kendi düşünce ve inancına olan sevgi diğerlerinindeıı fazladır. Ancak başkalarınkine de anlayışlı bir yaklaşımla bakılır. Bu tutum tam bir yetkinlik değildir. Tam yetkinlik (mükemmeliyet) diğer inanç ve düşünceleri de en az kendininki kadar değerli bulma olgunluğunda ortaya çıkar. Gandi'ye göre barış olgusu bu tür ilişkiler düzleminde gündeme gelir. Barış ve mutluluk "hoşgörünün ötesindedir." Descartes "Dünyada en adil dağıtılan şeyin akıl olduğunu, çünkü herkesin kendi aklından hoşnut olduğunu" söyler. Herkes kendi aklının en iyi olduğuna inanmaya devam ederse, bu ilginç adalet anlayışından memnun kalmayı sürdürürse, insanlığın Gandi'nin ideallerine ulaşması herhalde iyice olanaksızlaşacaktır. Salt hakikati aramak, salt sevginin peşinde koşmak, "hoşgörünün ötesine ulaşmak" kuşkusuz kolay değildir. Tüm tutku; çıkar ve küçük hesap muhasebelerini bir kenara bırakmak bir anlamda "Tanrısallaşmaktır." Günlük kaygılar, yaşam mücadelesi bizleri bencilleştirmekte, objektiviteden uzaklaştırmaktadır. Basit, geçici bazların verdiği mutluluklarla avunup gitmekteyiz. Basit, ilkel lıazları elde etmek için vahşileşmekte, gaddaıiaşmaktayız. Para-pul, ün-ünvan peşinde koşmakta, "tefekkür boyutundan" uzaklaşarak işin aslını, özünü kavramayı bir kenara bırakmaktayız. Sosyal ortamın günümüzde ve militarist rejimler içinde ahlak erozyonu yarattığı dönemlerde sevgisizliğimiz daha da sevimsizleşmektedir. Böyle bir konumda "hoşgörünün ötesi" bir yana hoşgörüye dahi ulaşmak güçtür. Yetkinleştikçe, saflaştıkça, berraklaştıkça "hoşgörünün ötesi" ufku bizlere açılabilir. Hoşgörü ve hoşgörünün ötesi aşamalarının önkoşulu tüm inanç; düşünce, mezhep, din ve anlayışın özgürce konuşulduğu, propagandasının yapılabildiği bir hukuksal ve sosyal yapılanmadır. Tabular ortadan kalkmalı, kimse kimseyi düşünce ve inancıdan dolayı horlama-
malıdır. Sünni, aleviye oruç tutmamasından dolayı zındık dememeli; Alevi siyah çarşafı giyen Sünni kadına kızmamalıdır. Tüm bu tutumlar inanç özgürlüğünün uzantısıdır. Önce karşılıklı tahammül gerekir ki, sonra hoşgörüye ve ötesine geçilebilsin. ; Din ve inançlara hiçbir zaman aslına uygun bir biçimde ulaşamamıştır. Belki de herkesin kendi yorumu işin aslıdır. Nasıl hoşgörünün ötesine ulaşmamız psikososyal koşullan bağlı olarak çok güçse; aynı nedenlere ve politik etmenlere bağlı olarak da din olgusu da aslından uzaklaşarak insanlara ulaşmaktadır. Hiç bir zaman, hiç bir din salt görünüm ve yetkinliğiyle bu dünyada güncelleşmemiştir, güncelleşemez de... Dinlerde salt hakikat, salt sevgi, Tanrı'dır. Dinlerin son amacı Tanrıyla bütünleşmektir. Tanrıyla bütünleşebilmek için sevmeyi bilmek, doğruyu tanımak gerekir. Ancak dinleri yorumlayanlar çoğu kez "biçim" kaygısıyla bu '"özü" insanlara unutturmuşlardır. Biçime ağırlık verilmesinin nedeni aslında siyasal iktidarın güç ve egemenlikleri sürdürmek için öze yönelik düşünceyi silmiş olmalarıdır/Düşünce insanları eleştiriye ve başkaldırmaya götürebilir. Düşünmeyen "koyun toplumlar" siyasal hegemonyanın ve sefahat düşkünü hanedanların ihtiraslarından sürdürülmesinden en uygun ortamdır. "Biçim" bahanesiyle kendi anlayışlarına uy. mayan kitlelere zındık, yabancı, düşman damgasını basmış, şeyhülislamlar, papalar "katli vaciptir" fetvalarını vermişlerdir. Oysa işin aslına bakılırsa "biçim" öze ulaştırmayı kolaylaştıran bir yol ve yöntemden ibarettir. Bu yol ve yönteme gerek duymadan öze ulaşabilenlere ne mutlu. Özü unutarak biçime sarılanrlar kendi kendini tatmin ve avunma ortamı içindedirler. Biçim öze ulaştıncı olduğu, insanı dünyanın "hay ve huyundan" uzaklaştırdığı, Tannya, sevgiye, hakikate ulaştırdıığ ölçüde değerlidir. Kul hakkını yiyip, teraziye hile karıştırıp, her türlü düzenbazlığı yaptıktan sonra biçime uyarak kendini "teslim etmiş olanlar" safında kabul eden acaba gerçek müslüman mıdır? Dinde hoşgörüye ve ötesine ulaşmak başkalannın öz, sevgi, hakikat uğrunda yaptığı içten davranışları en az kendininki kadar değerli saymaktan geçer. Bütün inançlar özde Tanrının, sevginin, hakikatin peşindedir; ama
inanç yorum ve uygulamalarının çoğu psiko-sosyal, politik faktörlerin etkisiyle tıpla birey, bizler gibi yetkin değildir. Aslında bir tek din vardır. Hakikatin, sevginin, doğrunun dini. Bir tek gövdesi olan ağaç vardır, ana dallar din, küçük dallar mezhepler, diye bölünıhüştür. Hepsi aynı amacın peşindedir. Biri diğerine önce tahammülle, sonra hoşgörüyle ve daha sonra'hoşgörünün ötesinde bakabilmelidir. Barış ve erinçin (refah) kurulmasında din ve mezhepler arasındaki diyalog büyük önem taşımaktadır. Tüm dinler özde hoşgörüden yanadır. İncil'de, Eski Alıid'de "Yabancıyı -yanıltmak, Tanrıyı yanıltmak gibidir" denilmektedir. Kur'an'ı Kerim'in El Maide Suresinin 48. ayetinde aynen, şöyle denilmektedir... "Allah isteseydi sizden tek bir ümmet yapardı. Fakat size bağışladığı muhtelif şeriatlarla sizi denemek istedi! Biribirinizi iyi eserlerinizle aşmaya çalışınız. Hepinizin dönüşü Allah'a olacaktır." Hoşgörüsüzlüğün nedenlerinin başında politik çıkarların yer aldığını belirttik. Ne yazık ki, politika aynı zamanda bir "toplumsal hayvan" olan insan için zorunluluk arzetmektedir. Durumun böyle olduğunu bilen Gandi'nin öyküsü ilginç değil mi? Gandi İıem politikadan nefret etmekte, hem de büyük bir politik lider olarak ulusunun devlet, kurmasında öncü olmaktadır. Kendisi durumu şöyle açıklamaktadır: "Politika insan vücuduna sarılı bir yılan gibidir. Tüm gayretlere rağmen söküp atmak olanaksızdır. Tek arzum bu yılanla mücadele etmektir. Mücadelemi fizik gücü, konumu, durumu ne oltırs olsun her insanın kendi saygınlığını koruyabileceği bir ortamın yaratılmasına kadar sürdüreceğim." Politika entrikalar, kişisel tutku ve çıkarların kol gezdiği bir ortamdır. Ancak ondan kaçmak olanaksızdır. Hoşgörünün ötesine geçişte ilk adım kanımızca Gandi, Martin Luther Kiııg, Lech Walesa gibi önderlerin ortaya koyduğu örneklerde gündeme gelmektedir. Amaç politikayla birlikte tahammül ve hoşgörüyü yerleştirmek, pasif direnme yöntemiyle, sabırla kitlelere doğruları aktarmaktır. Hoşgörünün ötesi daha sonra galebilir. Cem Dergisi - Ağustos 1992
GANDİ'NİN İZİNDEN Cem Dergisinin Ağustos 1992 tarihli nüshasında Mahatma (Büyük Ruh) Gandi'nin bir sözünden yol alarak yazımızı kaleme almıştık: Hoşgörünün ötesi... Bu sayıda bağımsız Hindistan'ın kurucusu ünlü düşünür Gandi'nin düşünce ve görüşlerini ele alalım. Unutmayalım ki, tarihte sevilen, sayılan, büyük işler başaran önderler, düşünmeyi bilen, felsefeyi seven insanlardır. Marcus Aurelius, Büyük Frederik, Mustafa Kemal bilim, felsefe ve düşüncenin, yani ' EvrenselAkıFm yarattığı devlet adamlarıydı. Gandi'nin felsefesinde Anadolu Alevileri'nde olduğu gibi panteist (Tanrı-Doğa İçiçeliği) bir yaklaşım vardır. Bakın Gandi şöyle diyor: ' "Eğer hakikati tüm boyutlarıyla algılamayı başarmışsak, Tanrıyla bütünleşmişiz, BİR olmuşuz demektir, çünkti Tanrı Salt Hakikattir. Hala hakikat peşindeysek Tanrıyı arıyoruz demektir. Ve biz kuşkusuz hala onun peşindeyiz." Yukarıdaki sözlerle Anadolu Aleviliği'ne egemen olan "Vehdet-i Vücud" ilkesi tamamiyle aynı bakış açısını dile getirmektedir. Tanrı. Gandi'de Salt Hakikat, yarii Salt Bilgi olarak kabul edilmektedir ki, bu da bir başka-Anadolu felsefesi ojarak Antik Felsefenin İönya Ekolü'nü ve Stoa'ya anımsatmaktadır. Onlara göre Tanrı evrensel akıl olan."Logos"dur. Gandi'de Tanrı aynı zamanda Salt Sevgidir. Sevginin özü ise Hakikati sevmektir. O halde hakikat ve sevgi içiçedir. Hakikati aramak aşk ile gerçekleşir. , Hırçınlık ve aşın heyecanla değil alçak gönülle, şiddeti yeğlemeden aşk île hakikat peşinde koşulmalıdır. Başka bir anlatımla Makyavel'in dediği gibi, "Amaç meşruysa, amaca ulaştırılan her yol meşru ve mübahtır" lafı yanlıştır; hakikatin varlığına gölge düşürür. Gandi
bu nedenle pasifist bir tutum izlemiştir. Hakikat amaçtır, pasifist tutum amaca uygun bir araçtır. Araç amaca uygun değilse, ona gölge düşer. "Hakikat her insanın ytireğindedir. Onu aramak gerekir (...) kendi yolumuzu benimseterek hakikati aramaları için başkalarına baskı yapmak yanlış bir yöntemdir" diyor Gandi. Başkalarını zorla kendi safhına çekmek yerine Gandi, bireysel pasifist mücadele yöntemiyle örnek oluşturmayı yeğleyerek İngiliz emperyalizmiyle mücadele itmiştir. Bu bağlamda ona Sokrates ve Hz. İsa yol göstermiştir. Onun mücadelesi aslında politik değil ahlaksaldır. O, hakikat uğruna yalan, entrika, üçkağıtçılıkla savaşmışın Saf olmayan kirli yolları temizleyip berrak sulara ulaşmak doğal olarak politik özgürlüğü de getirir. " Entrika, baskı ve ahlaksızlığın yaygın olduğu yerler; bu yöntemleri yeğleyenler, sadece kendilerini değil tüm insanlığı aşağılamaktadırlar. Gandi'nin bu görüşleri güç ve egemenliklerini sürdürmek için her iktidar değişiminde kendi adamlarım kilit noktalara getirmek için, kıyasıya mücadele eden siyasilerimizi anımsatmaktadır. Gandi dünya işleriyle, politikaya uğraşmayı buna rağmen zorunlu görmektedir. Politika tüm insan vücudunu saran bir yılandır. Yılanla savaşmak gerekir. "Her insan, fizik ve sosyal gücü ne olursa olsun kendi onur ve haysiyetinin, özgürlüğün bekçisidir. Tek başına kalsa, tüm dünya ona karşı çıksa dahi mücadelesini sürdürmelidir" diyen Gandi dünyadaki tüm pasifist mücadelelere rehber olmuştur. Amerikalı zencilerin pasifist mücadeleci lideri Martin Luther King tüm yaşamında Gandi'yi örnek almıştır. Bunu bizzat kendisi "Sevme Giicü" adlı yapıtında belirtir; "Gandi'nin: satyagraha (Hakikat Çemberi) felsefesi beni derinden etkilemiştir, Gandi'nin düşüncelerini tüm boyutlarıyla inceledim. Ezilenleri esenliğe götürecek tek yol ve yöntem şiddete başvurmadan yapılan mücadeleden geçer." Bu yöntemle Martin Luther King büyük başarılar elde etmiştir; Keza aynı yöntemi benimseyerek Sovyet işgaline 1968'de karşı koyan Çek halkı istediğini elde etmiştir. Leclı Walesa da aynı yöntemle Po-
İanya halkına özgürlük getirmiştir. _ Özgürlüklerin elde edilmesinde esas mücadelenin Hakikat mücadelesi o l d u ğ u n u n farkına varmalıyız. İnanç ve sabırla, ahlaksal ilkelere bağlı olarak, Martin Luther King ve Gandi gibi kurban olma riskini göze alarak sevgiyle ilerlemeliyiz. • | • Cem Dergisi - Evlül 1992
SUFİLİĞİN DOĞUŞU Sufilikte biçim yerine öz ön plandadır. Derviş kişi için biçime dayalı bağlılık göstergesi yerine işin öz ve esasını arama çabaları daha değerlidir. Böylelikle iç alem ayd.nlanır, uyanış başlar, hakikate ulaşma çabası saflaşmaya, billurlaşmaya götürür. Yüreğini ve aklını manevi değerlere bağlı olarak saflaştıran Abdal kendini vahdetin görünümü ve cüz'ü olan insanlara adar. Halka hizmet Hakka hizmet demektir. İslamdaki sufiliği başka dinlerde de görmek olanaklıdır. Örneğin Hristiyanlıkta "üniteryan eğilim" felsefesi boyutu engin, biçimciliği yadsıyan bir alt mezheptir. îslamda sufilik Hz. Muhammed'den takriben iki yüz yıl sonra ortaya çıkmıştır. Filozof El Kindi'ye göre Hicri II. yüzyılda İskenderiye'de bir grup insan kendilerini sufi olarak adlandırmakta ve tefekkür-' le uğraşmaktaydılar. El Mesudi'ye göre ilk sufiler Halife Me'mun döneminde ortaya çıkmışlardı. Öz ve düşünceye yönelişin iki yüz yıl sonra çıkışının nedenini uygulamadaki yozlaşmayla, sosyal, kültürel ve siyasal etmenlere bağlamak olanaklıdır. Cahiliye döneminde Arap Aleminde dağınık bir biçimde yaşayan kabileler pagan-animist külte bağlıydılar. Şiir dışında düşünce boyutunun geliştiğini söylemek olanaksızdır. Ancak ticaretle uğraşmaları nedeniyle düşüncenin geliştiği tek tanrılı din uygarlıklarıyla iletişim halindeydiler. Ve birden bire bir ışıkla karşılaşırlar, bu ışık uzaktan tanıdıkları, kendilerine yabancı olan tek tanrılı din düşüncesini getirmekteydi. Hz. Muhammed onlara bu dünyada insanın işlev ve yaradılış ve onun kaynağını araştırmayla yükümlülük olduğunu bildirmekteydi. Pagan-animist kültte öze iniş, felsefeyle uğraşma yoktur. Biçime bağlı olarak taş ve tahta tanrılar memnun edilir, sunaklar yapılır ve böylelikle onların gazabından kurtulma amaçlanır. Hz. Muhammed onlara Musevi ve Hristiyanlar'dan kulaktan duyma öğrendikleri konulara derinlik getirmişti. Yaşamın esas anlamının
düşünce olduğunu arap halkı İslam sayesinde öğrenmişti. Hz. Muhammed döneminde akıl, sevgi, alçak gönüllülük, evrenin manevi yapısı üzerinde vahiylere bağlı olarak tartışmalar yapılmış, asıl ibadetin bilim olduğu düşüncesi iyice yerleşmişti. Gerek onun, gerek Hz. Ali'nin bilim ve tefekküre verdiği önemin değeri bilinmektedir. ' Dört Halife döneminde, Hz. Osman'la birlikte dinin öz ve anlamı ağırlıklı yaşam biçimine dünyevilik olgusu da girmiştir. Peygamberin eski muhalifleri olan Ümeyye (Emevi) ailesine mensup Osman, çok sonraları müslüman olan ailenin diğer üyelerinin ihtiras, entrika ve oyunlarına göz yumarak sessiz kalmıştır. Etkili görev ve kilit mevkilere yerleşen bu insanlar biçimin göz boyacılığıyla tefekkür, öz ve esası bir kenar bırakmışlar para-pul, mevki ihtirasıyla insanın bu dünyadaki asıl işlevini unutturmuşlardır. Onıki yıllık Hz. Osman döneminde eski batıl inançlar, biçimsel sunaklar, cehalet bir ölçüde görünüm değiştirerek tekrar geri gelmiştir. (Bu konularda bakınız. Shayk Fadhlalla Haeri, The Elements of Sufism, 1990 London, s. 6-7) Hz. Ali gibi ilim ve irfan sahibi bir halifenin 6 yıllık önderliği aymazlığın ortadan kaldırılmasına yetmemiştir. Halkın bir bölümünün. Muaviye-Yezid-Mervan yanında yer alması, Peygamberin torunlarının, Hz. Ali'nin oğullarının başına gelenler, aymazlık ve cehalet olgusunun canlı delilleridir. Hz. Ali'nin Sıffın Savaşı'nda hakeme başvuruyu kabul etmesi; İmam Hasan'ın Muaviye'nin halifeliğine rıza göstermesi müslüman kanının akmasını önlemek için yapılan asil ve yüce davranışlar olduğu kadar halkın eğilim ve düzeyinin bilincinde olunmasının göstergesidir. Kerbela katliamında Yezd'in ordusunun askerlerinin sarhoş olduğu söylenir. Yezid'in döneminde Mekke de bile zevk-ü sefa alemlerinin yapıldığı iddia edilir (Bknz. İbid.. 8). Kerbela.olayı İslam Alemiiıde döntim noktasıdır. İslam, manevi lideri İmam Hüseyin'i yitirmiş, Bizans Sarayını aratmayan bir hanedan iş başına gelmiştir. Emeviler döneminde temel İslam kültür ve inanç yapısı alt-üst edilmiştir. Bugün İslam Alemi'nde mevcut eğilim, örf ve adet ve davranış modellerinin bir çoğu, özellikle akıldışı ve biçim ağırlıklı olanların temeli Emevi saltanatında kaynağını bulmaktadır. Örneğin aynı ev içinde kadına ayrı yer tahsis edilmesi bu dönemde Şam'da başlatılmıştır. Daha önce böyle bir uygulama yoktu. Keza, daha önceleri ekonomik, politik,
sosyal, kültürel konuların konuşulduğu, tartışmaların yapıldığı cami, bu dönemle birlikte ritüel ağırlıklı bir ibadethane haline getirilmiştir. Oysa eski dönemlerde caminin toplumsal bir işlevi vardı. Bugün nasıl Cem toplantılarım sosyal işlevi varsa İlk İslamda da camideki ibadetle toplumsal sorunlar bir arada ele alınmaktaydı. Yozlaşma düşünen beyinleri, gerçek müslümanları kaygılandırmaktaydı. Yürekten inanan müslümanları yozlaşan biçimine tahammül göstermesi zordu. Gerçek bir halk ayaklanması oldu. Emeviler devrildi, yerine Abbasiler geldi; Abbasiler döneminde bilim, sanat, felsefe, kültür ve edebiyat çok ileri bir düzeydeydi, ama hanedan lüksü ve entrikilar devam etmekteydi. , Yukarıda özetlemeye çalıştığımız tarihsel süreç, öz ve esastan uzaklaşma olgusu, yozlaşma karşısında duyulan reaksiyon sufiliği gündeme getirir. Sufiler zevk-.ü sefa içindeki hanedanlara tepki göstererek, politik yaşamın efendisi olan sözde halifelere değil, yerin göğiin gerçek efendisi Allah'a kulluğu yeğlemişlerdi. Dünya işlerinin çirkinliği karşısındaki iç alemi saflatırmak, billurlaştırmak, insanı sevmek istemişlerdir. Onlar için bu temizliğin tipik örneği İmam Zeynel Abidin'dir. Çirkinlik, entrika, yozlaşma, Zevk-ü sefaya karşı bir tepki olarak ortaya çıkan sufilik "tefekkür" boyutunu ön plana getirmiştir. Sufilik yahdet-i vucud anlayışıyla da panteist bir tann benimsemektedir ki, bunun kökenini Antik Yunan felsefesinde .bulmak olanaklıdır. Bilindiği gibi İslamda sufilik: dışında tanrı-doğa içiçeliği anlayışı yoktur. Bir reaksiyon olarak çıkan diğer Alevi kol Şia panteist değilidir. Ötke yandan Şia aktif bir şekilde politikayla uğraşma yanlışıyken, sufilik politikayı alaya almış ve iç alemin zenginleşmesiyle insanlığın esenliğe kavuşacağı ilkesini benimsemiştir. - Felsefe -İslam'a sufilikle gelmiştir demek kuşkusuz tam olarak ' doğru değildi. Hz,. Muhammed ve Hz. Ali tefekkürün yüce zirveleriydi. ancak derin düüncenin yayılmsı, kitlelere aktarılması sufilerle gerçekleşmiştir. Zaten sufilerin amacı debdebeyi iterek, biçimi bir kenara bırakarak Hz. Muhammed dönemindeki özgün İslama dönüştür. Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin yaşam tarzı sufilere örnek oluşturmuştur. Kanımızca Anadolu Aleviliği'nin kökeni Sufiliğe dayanmaktadır.
Şia'dan farklı bir Alevilik olması belki de buradan kaynaklanmaktadır. Şia da Halifelik kurumunu reddetmiş, ancak onun yerine İmamlık ve Mollalık kurumunu getirmiştir. Dinsel eğilimler politik kimliğe büründükleri zaman tutucu ve bağnaz olmak kaçınılmazdır. Oysa sufilikte politik tutku yoktur. İçe dönüşü simgeleyen sufilik felsefe ve alçak gönüllülüğün ışığıyla hümanist düzlemde Anadolu Aleviliğine kadar gelir. Anadolu dervişleri, ozanları, sevgi, insan, vahdet-i vücud, alçakgönüllülük uy. gulama ve temalarıyla sufi geleneğin en ileri temsilcileri olmuşlardır. Cem Dergisi - Ekim 19,92
SUFIUK VE İSLAM Önceki yazımızda "Sufiliğin Doğuşu" konusunda değinmiştik. Bu kez Sufilik karşısında ortodoks İslam'ın tutumunu değerlendirmeye çalışacağız. Bilindiği gibi ortodoks kelimesi iki anlamda ele alınmaktadır. Birincisi "bir dinin ilkeleri içinde kalan, doğru yolda olan" biçiminde algılanır; ikincisi ise "gelenekçi, geleneğe bağlılığı" deyimler. Kanımızca göre her din değişik yorumlarla günümüze geldiğinden, aynı din içinde hangi yormun ortodoks olduğuna karar vermek bir hayli zordur. Hangi eğilim aslına, özüne uygundur? sorusunun yanıtlanması güçtür. Örneğin, Müslümanlıkta Şia, "asla ve öze uygun yorum ve tutumun" kendilerinde olduğunu ileri sürer. Ehl-i Sünnet, adını da ortaya koyarak ortodoks, yani sünni yorumun kendilerinde olduğunu söyler. Keza Hristiyanlıkta da Ortodoks Hristiyaıılar dinin özüne en fazla kendilerinin yakın olduğunu iddia etseler de diğer mezhep mensupları aksini söyleyerek. Hz. İsa düşüncesinin en İyi kendileri tarafından gündeme getirildiğini savunurlar. Adı Ortodoks olduğu için gerçek Hristiyanların mutlaka Ortodoks Hristiyanlar olduğunu söylememiz doğru olmaz. Önceki makalede de belirttiğimiz gibi, sünni (ortodoks) İslam'ın biçimlenmesi, Emevi Hanedanı dönemindeki uygulamalara bağlı olarak gelişmiştir. Emevi Hanedanı, kendi yoz yönetimi karşısında kitlelerin tepkisini ortadan kaldırmak için, biçimi esas alan tutumları des' teklemiştir. Bu tür bir yaklaşım siyasal iktidarların işine gelmiş ve felsefe ve düşünce İslam Aleminden, özellikle 10. yy.'dan itibaren uzaklaşmıştır. Bazı Batıni eğilimleri bir kenara bırakırsak, Sufilik aslında felsefi eğilimlerle birlikte gerçek İslamı temsil etmektedir. Basit yaşam tarzı, insana saygı, kul hakkı yememek, Allah'la bütünleşmek, İslam'ın öz ve esası değil midir?
Sufilik karşısında ortodoks İslam büyük tepki göstermiştir. 992 yılında Hallac-ı Mansur'un idamı, Yahya Sühıeverdinin Halep'te öldürülmesi; Muhyiddin'i Arabi'nin yaşamı tipik örneklerini teşkil etmektedir. Allah sevgisini anlatmaktan başka hiçbir kusuru bulunmayan Hallac'ı dönemin yobaz müslümanları, sevgi yoluyla ibadetin anlam taşımadığım, ibadetin ritüele uymaktan başka birşey olmadığını söyleyerek suçlarlar. Hallaç vezirin zaptiyesi tarafından yakalanır. 8 yıl hapse mahkum edilir. Gerek sorgulama, gerek hapsi sırasında türlü işkencelerden geçen Hallaç bir süre sonra hapisten çıkarılır. Ancak tekrar suçlanarak halifenin saray zindanına kapatılır. Bu kez şarlatanlık, büyücülükle suçlanmaktadır. Siyasal iktidara sadık kadılar onu hapse mahkum ederler. Önce 1000 kırbaç darbesiyle kırbaçlanır, sonra el ve ayakları kesilir ve nihnayet çarmıha gerilerek öldürülür. Hallac'ın tek kusuru kurulu düzenin anladığı İslam yorumunu benimsememiş olmasıydı. Oysa Sufiler İslam dininin yayılmasında önemli rol oynamışlardır. İspanya'ya fetihle birlikte gelen Sufiler İberik yarımadasının dört bir yanma dağılarak halkı İslama davet etmişlerdir. Güçlerini perçinledikten sonra, emirler halkın müslüman olmasına pek önem vermiyorlardı, çünkü gayri müslim adedi azaldıkça vergi geliri de azalmaktaydı. Uzak Doğu'da müslümanlığın yayılmasında da Sufiler etkili olmuşlardır. Çoğunluğun müslüman. olmadığı bu yerlerde Sufilerin alçak gönüllü, ahlaklı yaşamları halka örnek teşkil etmiş ve müslümanlığın erdemine tanık olarak bü dine sempati duyulmasına yol açmıştır. İslamın ilk dönemlerinde, Sufiler, halkın aydınlatılması bağlamında da önemli işlevleri yerine getirmişlerdir. İnsanlara, gönül sultanlığı, kalp temizliği, alçak gönüllülük ilkelerinin dinin temeli olduğunu anlatan Sufiler siyasal iktidarlar tarafından sevilmemişlerdir. İlk Sufiler kendilerini hiçbir zaman toplumdan soyutlamamışlardır. Bunlar özellikle Cuma günleri kenttin kalabalık yerlerine gelip Sokrates, Diyojen misali gelene geçene laf atarak onları dinin özü hakkında düşünceye davet ederlerdi. Sufilerin bir bölümü dünyanın geçiciliğinden hareket ederek toplümsal yaşamdan el etek çekmişlerdir; ama bir çokları pasifist tutumu reddederek aktif bir biçimde insanları aydınlatmaya çalışmışlardır.
Kanımızca Sufiliğin en güzel temsilcileri arasında Anadolu Aleviliği'nin yetiştirdiği derviş ve ozanlar yer almaktdır. Saz ve sözleriyle insanlara sevgi ve barışı anlatan Türk Sufileri Anadolu kültürünün temel taşlarıdır. Yobazlıkla da mücadele eden bu insanların, kurulu düzenin temsilcisi olan hacı, hoca ve şeyhülislamlar tarafından sevilmemesi, baskıya reva görülmesi doğaldır. Bir tarafta düşüncenin uzantısı sanat ve kültür, öte yanda tefekküre kapalı, dünyaya at gözlüğüyle bakan "bekçiler"... Kaba güç her zaman için düşünceyi öldürmeye çalışmıştır. Başka bir anlatımla, bugün de olduğu gibi o dönemlerde de felsefe susturulmaya çalışılmıştır. Bu nedenledir ki, Anadolu'da Osmanlı döneminde büyük felsefi sistemler kuran filozof görmek olanaksızdır. Oysa Batı Descartes, Erasmus, Spinoza gibi filozoflarla Aydınlanmayı müjdeliyordu. Gelişme ve uygarlığın temelinde düşünce yatmaktadır. Bugün Batı'nın ileride olmasının nedeni düşünce zemininin geliştirilmiş olmasıdır. Düşüncenin geliştiği dönemlerde Doğu da ilerideydi. Düşünce Anadolu'da baskıyla susturulunca onun yerini halk arasında şiir ve müzik almıştır. Anadolu Aleviler'i çağların verdiği tefekkür boyutunu şarkı, şiir ve dansla ortaya dökmüşlerdir. Yobaz, tutucu İslam kanadı buna tahammül gösterememiş, kültürü yasaklama yoluna gitmiştir. Son dönemlere kadar yasak ozan, öykücü, romancı sayısı bir hayli kabarıktı; hala da örneğin, Na'zım'ın güftelerine dayalı şarkılar devlet radyolarında söylenir ama kime ait olduğu belirtilmez. 20. yy.'da şarkıdan, şiirden, öyküden, düşünceden korkan tek yer, maalesef büyük düşünürler, ozanlar yetiştiren bu güzel topraklardır. Cem Dergisi - Kasım 1992
162
SORUNLAR Alevilik Türkiye'nin gündemini yoğun bir şekilde etkilemekte iken sorunları duygusallıktan uzak, ciddi ve bilimsel bir biçimde irdelemenin zamanı gelmiştir. Her şeyden önce sosyal ortam içinde bazı sorunlar ortaya çıkmaktadır. Kanımızca bunları aşağıdaki şekilde sıralamak olanaklıdır: 1- Aleviliğin sayısal, sosyal ve kültürel gücünden yararlanmak isteyen Marksist-materyalist eğilimlerin bu dinsel akıma destek verme sürecine girdiklerini görmekteyiz. Böyle bir tutum lıer şeyden önce samimi olamaz, çünkü Marksizm maddeci bir düşüncenin ürünüdür ve K. Marx'a göre "din toplumların afyonudur." Tanrı tanımaz eski Marksistlerin birdenbire "vahdet-i vücud"a sarılmalarının inandırıcılığı bir hayli kuşkuludur. Bir an için içtenliklerini kabul edelim; evet... doğrudur... sınıf mücadelesi açısından Aleviliği ele aldığımızda, tarih boyunca Anadolu Alevileri kurulu düzen karşısında mücadele vermişler, ezilen ve horlanan grupların bayraktarlığını yapmışlardır. Ancak başkaldırının nedeni dinsel ve sosyo-kültürel faktörlere bağlıda. Ekonomik faktör ikinci planda gelmektedir, sınıf olgusu Marksist anlamda hiç yoktur. 2- Anadolu Aleviliği'nden İran Şiiliği'nin destek alma çabalarıyla karşılaşmaktayız. Özellikle yurt dışında Şia'nın Anadolu Alevilerine el attığını gözlemekteyiz. Ortak çıkış noktası olan Hz. Ali ve Ehlibeyt'den yol alarak bu tür bir stratejiye yandaş olmak, Anadolu Aleviliği'nin kimliğinin yitirilmesi demektir. Evet... ortak çıkış noktası aynıdır. Klasik Şia'da da tıpkı Anadolu Aleviliği'nde olduğu gibi özgürlükçü yorumlar gözlenmektedir. Ancak kanımızca Yeni Şia din felsefesinde Sünni Hambeli ve Şafi yorumlara yoklaşarak tutucu bir kimliği yeğlemiştir. Şia teokratik devlet yandaşıdır, Anadolu Alevileri laiktir. Şia'da Tann-Doğa içiçeliğini deyimleyen panteizm çok zayıfken Anadolu Alevileri Hallacı Mansur, Muhiddini Arabi, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaş Veli ile panteist anlayışa sıkı sıkıya bağlı163
'
^
dır. Şia Sünni biçimselliğe benzer ibadeti gerçekleştirirken, Anadolu Alevileri için ibadet günde 5 kez değil, her an yapılmaktadır. .Oruç, namaz, hac anlayışları her iki eğilimde tamamiyle değişik tutumları; ortaya koymaktadır. Aynı kökten gelmelerine rağmen sosyal, kültürel, tarihsel nedenler Şia ile Anadolu Alevilerini farklı konumlara ulaşmıştır. 3- Anadolu Aleviliğini bölücü akımların kullanma gayretlerine tanık olmaktayız. Alevilik hiçbir- zaman ırkçı olmamıştır. Kürt'ü, Türk'ü, Müslümam, Hristiyanı Anadolu Alevileri açısından kardeştir. Anadolu Alevileri Osmanlı döneminde değişik olmanın getirdiği baskı ortamının acısını yaşamıştır..Vahdet-i Vücud felsefesinde tüm insanlar bütünün bir parçasıdır. Türk-Kürt ayırımı emperyalist güçlerin Anadolu'yu bölmek için ortaya attığı bir tez ve uygulamadır. Bölücüler arasında Alevi Kürtlere çok az rastlanmaktadır, Anadolu Alevileri Alevi-Sünni kardeşliği içinde Anadolu halkının esenliğe kavuşacağının bilincindedirler. 4- Alevi-Sünni kardeşliği, karşılıklı anlayış ortamı, üzerinde hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Alevilik ve Sünnilik İslam'ın değişik iki yorumudur, dinlerle değişik yorumlar her zaman için gündeme gelir. Sosyal, kültürel farklılıklar, eski dinlerin alışkanlıkları, değişik yorumlara yol açar. Alevilikte de, Sünnilikte de temel Allah'ın birliğine inanmak, Hz. Muİıammed'in onun peygamberi olduğunu kabul etmektir. Şiinnilerin fanatik olmayanları da Hz. Ali ve oğullarının hakkının yendiğini kabul etmektedirler. Alevi de, Siinni de dinin özünün doğruluk, dürüstlük, kul hakkının yenmemesi olduğunu bilmektedir. Ayrılık şekildedir. Sünnilikte' dinin biçimsel yanına daha fazla önem verilmektedir. Kuşkusuz Sünnilik ve Aleviliğin felsefi-teolojik yanı değişik görünümler içindedir. Bunların felsefi sorunlar olduğunu düşünürsek fiili kavganın anlamsızlığını daha iyi kavrarız. Düşünsel kavga zenginlik getirecektir. Bu nedenle Alevi ve Sünni din ve bilim adamlarının bir araya gelerek felsefi ve sosyal sorunlân tartışmalarında büyük yarar görmekteyiz. Halk arasında sürtüşmeler, yanlış anlamalar olabilir. Önder din ve bilim adamlarının bir araya gelerek Sünni-Alevi diyalogunu gerçekleştirmeleri gerekmektedir,
Sosyal sorunları yukarıda özetlemeye çalıştık. Bilimsel, felsefi sosyolojik açıdan da önemi sorunlarla karşılaşmaktayız. Alevilik üzerinde yapılan araştırma ve çalışmaların çoğiı duygusal boyutu aşamamıştır. Kanımıza göre, önyargı, "biz her şeyin güzelini yaparız" anlayışı, kin ve hırs duygularından arınarak rasyonel bir düzlemde Aleviliği incelemek zorunlu hale gelmiştir, 1- Aleviliğin felsefi temellerini oluşturan, örneğin Hallacı Mansur. Muhiddin-i Arabi hakkında ülkemizde ciddi bir araştırma yapılmamıştır. Anadolu Aleviliği'nin panteist kimliği bu düşünürlerde kayna- . ğım bulmuştur. Onlar panteizmi nereden aldı? Antik Yunan Felsefesinin panteist Tann anlayışı mı acaba onları etkiledi? Anadolu Alevilği alanındaki araştırmalar folklor, şiir, edebiyat ağırlıklıdır. Oysa temelde felsefe yatmaktadır., Araştırmacıların artık felsefeye yönelmelerinin zamanı gelmiştir. . 2- Anadolu Aleviliği'nin tarihsel ve sosyal kökenleri nedir? Kimine göre Anadolu Almeviliği Şaman-İslam sentezidir. Bir başkasına göre bu nedenden dolayı Alevilik bir Türk-İslam sentezidir. Orta Asya şamanizminin Alevilik üzerindeki etkisi ne orandadır? Kanımızca çok düşüktür. Anadolu halkı bir kültür ve ırk alaşımıdır, Anadolu'da daha önce yaşayan uluslanri kültür ve zenginlikleri bugünkü Anadolu halkını çok daha fazla etkilemiştir. Şamanlıkla kurulan paralellikler çok zayıftır. Yok eğer kuvvetliyse bilimsel olarak kanıtlanması gereker. Bilim adamlarının bunu belgelemeleri şarttır. Bize göre Antik kült gelenekleri,' Antikitenin doğa-tanrı içiçeliği anlayışı Anadolu Aleviliğini biçimlendiren faktörlerin başında gelir. Anadolu Aleviliği bir Türk-Antik Anadolu-İslam-Arap-Acem-Kürt kültür sentezidir, ama Anadolu kimliği ağırlıktadır. Bu yargımızın duygusal olduğunu bilmekteyiz, çünkü elimizde doğrudan kanıt oluşturabilecek herhangi bir veri yok. Tarih ve ırkların karışım, iletişimi olgusu, Anadolu Alevileri'ndeki dinsel eğilimler, uygulama ve belli biçimler beni bu yargıya götürmektedir. Bu tezi doğrulayan ya da yalanlayan ciddi bir araştırma yapmak zorunludur. 3- Anadolu Aleviliği özgürlükçü iken, aynı kökten yol alan İran Aleviliği, yani Şia nedeh tutucudur? Burada da gene benzer türde mülahazaları önce sürebiliriz. İran'ın eski dini Mazdeizmin tutucu ve kast
SUFİLİK VE ANADOLU ALEVİLİĞİ Sufilikte de ortodoks ve heterodoks ikilemi görmek olanaklıdır. Ortodoks sufiler akıl aracılığıyla Salt Hakikat'in anlaşılamayaçağını, evrensel doğruların insan tarafından keşfedilemeyeceğini, deneylerin getirdiği verilerle Tümel'in (külli) kavranamayacağım söyleyecek "tevekkül" içinde doğmalara bağlanmaktan başka bir esenlik yolunun mevcut olmadığını ileri sürerler. Onlara göre insanoğlunun yazgısı boyun eğmekten ibarettir; İnsanoğlunun aklı ve dili yetersizdir, ne anlar ne de ifade edebilir. Ahlaklı davranış ve ibadet bireyi Allah'la bütünleştirir. İmamı Gazali ortodoks (Sünni) sufıliğin en önemli temsilcisidir. Ona göre Allah'la bütünleşme ahlaklı davranıp günahtan arınarak ibadetle .yoğrulmaktan geçer. Allah öteki dünyada ancak buyruklarına uygun davrananla bütünleşecektir. Bu tür Tanrı anlayışına dinlerde aşkın (miiteal, transandan) Tanrı düşüncesi denmektedir. İki evren birbirinden ayrıdır, soyut "idealar", düşünceler evreni bu somut maddi evreni aşmaktadır. Her şeyin özü ve esası oradadır; Tanrı'nın soyut, manevi katımladır. Heterodoks sufilikte de ahlaklı davranış ön planda gelmektedir. Hatta ve hatta yaşamın son ereği ahlaklı davranıştır; yetkinliğin (mükemmel olma) zirvesi ahlaklı olmaktır. Ahlaklı insan dünyevi ihtiraslardan kurtulmasını bilen, ekstaz (vecd) aşamasına gelmeyi beceren kişidir. Yetkinlikte ruh, Tanrı birliği içinde erir; yok olur. Tıpkı Budizm'deki "nirvana" hali gibi kişilik, bilinç ve ruh Tann katına ulaşır. Yaşamın her anında ahlaklı, davranış ibadetin en yücesidir. Oruç, namaz ve niyaz benliği kontrole, gemlemeye; iradeye hakim olmaya bireyi zorlayan araçlardır. Amaç yetkinliktir. Yetkinliği, ahlaklılığı davranışıyla gerçekleştiren insan için biçimsel ibadet ikinci planda kalmaktadır. Ahlaka götürmeyen biçimsel davranışların değeri yoktur. Muliiddini Arabi, Hallacı Mansur heterodoks sufiliğıin en önemli düşünürleridir. Bunlara göre bu dünyada da Tanrı'yla bütünleşilebilir. Tanrı'yı sadece bu evrenin yaratıcısı değil de, aynı zamanda bu evrenin içinde gören yaklaşıma yerleşik (mekni, immanan) Tann anlayışı
sistemine dayalı olduğunu, Şia'nın bundan etkilenerek Molla'lık sistemini benimsediğini söylemek mümkündür. O halde neden pekiyi şia önceleri akılcıydı ve özgür yorumları benimsedi de, bugün Ehli Sünnet'in tutucu kanatlarının bağnaz yorumlarına yaklaştı? Anadolu Aleviliği neden özgürlükçülüğünü sürdürdü? Acaba Anadolu Aleviliği siyasal iktidarı ele geçirmiş olsaydı özgürlükçü kalabilirmiydi? Bu bağlamda da ciddi çalışmalar zorunludur. Görülüyor ki, sosyal ortam içinde bazı soru ve sorunlarla karşılaştığımız kadar bilimsel eksiklikler de gündemdedir. Büyük bir atılım olan Aleviliği kuşkusuz değişik güçler kullanmaya çalışacaktır. Alevilik gazetelerin tiraj arttırıcı öğesi haline gelmiştir. Ağırbaşlı, ciddi, sağlam temelli'çalışmalarla ancak Alevilik Anadolu'da hakettiği yere ulaşabilir. Aksi takdirde art niyetli güçlerin istismar çabası sürüp gidecektir. 7
Cem Dergisi - Aralık 1992
adını vermekteyiz.. Yerleşik Tanrı anlayışı Anadolu Alevileri'nin de temel felsefesidir. "Zatın" fışkırarak sıfatlarını ortaya koyması Alevi-Bektaşi felsefesinin özüdür. O halde Salt Güzellik, Salt İyi, Salt Adil, Salt Hakikat'İe bu evrende iletişim kurmak, içiçe olmak olanaklıdır... Heterodoks sufilik Antik Yunan'dan bu yana süregelen ve Akdeniz'e, özellikle Anadolu'ya egemen olan bir din felsefesidir. Antik Anadolu filozofları Anaksimenes, Thales, Herakleitos, Aneksimandros Tanrı-doğa içiçeliğinde irade sahibi bir Tanrı'yı aramışlardır. Stoacılar tamamıyla panteist Tanrı, felsefesini işlemişlerdir. Stoa Okulu'na göre yaşamın amacı ahlaksal davranıştır. İnsanın ahlaklı davranabilmesi için bilgi sahibi olması gerekir. Bilen insan doğruyu yanlıştan ayırarak hakikate ulaşır. Hakikati görkemliliği, bireye alçakgönüllük bilinci verir. Alçakgönüllü birey ahlaka yönelir. Ünlü Yunan filozofu Aristoteles de yerleşik Tanrı anlayışını .benimsemiştir. O da doğada akıl ve ruhun olduğunu, madde ile mananın iç içe bulunduğunu söylemiştir. Sadeliği, alçakgönüllüğü benimseyen Kilise'nin debdebesinden kaçan Hristiyan azizleri de ayin yaklaşım içindedirler. Bunların en tipik örneği Saint François D'Assis'dir. Hz. İsa'nın yaşamını örnek alan alçakgönüllük, fakirlik ve sevgiyle yoğrulan gerçek Hristiyanlar, Kilise Senyörlerinin "ortodoks" yolundan ayrılarak Hak'kın sesini dinlemişlerdir; Anadolu Aleviliği işte böyle bir geleneğin ürünüdür. Anadolu'nun sosyal koşullan, Hallacı Mansür ve Muhiddini Arabi'nin sufi heteredoks yaklaşımı, ilk çağlardan bugüne Anadolu halklarının kültür mirası Anadolu Alevi kültür ve din felsefesini doğurmuştur. Anadolu halkı heteredoks, panteist (Tanrı-doğa içiçeliği) felsefeyi şarkılarda, türkülerde, sazda, sözde terennüm etmiştir. Fikir hazinesinin güneşleri filozoflardır. Hallacı Mansur'dan sonra Endülüs'ten Anadolu'ya kadar gelen Muhiddini Arabi sufıliğin özünü halka anlatmıştır. 1200 yıllan başında Afrika, oradan da Mekke ve Mezapotamya'ya geçen Muhiddini Arabi 1210 yılında Konya'ya gelir. Düşünürün ünü o denli yayılmıştır ki, Sultan Keykavus onu yollarda karşılar. Uzun süre bu kentte misafir edilen düşünür iki önemli yapıtını burada yazar.
daha sonra Kayseri, Malatya, Sivas, Harran ve Diyarbakır'a geçen alim buralarda da düşüncelerini halka aktarır. Vahdeti Vücud felsefesi bundan böyle Anadolu'ya yayılmıştır. Artık sazda sözte terennüm dönemi başlar. Bilindiği gibi Babai İsyanları yozlaşan hanedan karşısında halkı tepkisi idi. Şiddetle bastırılan bu isyanlardan sona düşünce de baskı altına alınmıştır. Düşünce ve felsefe baskıya maruz kalınca, şarkıve şiir biçiminde fışkırır. İslam alimleri düşünce boyutunu oluşturmuş, Anadolu bunu Vahdeti Vücud felsefesiyle kitlelere aktarmıştır. Bu dönemden sonradır ki, büyük ozanlar, dervişler, abdallar Anadolu'yu kanş karış dolaşarak Allah sevgisini işlemişlerdir. Anlatılan sevgi ve düşüncede tüm Anadolu kültlerini görmek mümkündür. İslam Ansiklopedisi bu düşünce için aynen şu ifadeyi kullanmaktadır: "Bunlar muhtelif tabiat kültleri ve Gök Tanrı kültü gibi eski Türk inançlan ile Şamanizm, Mazdeizm, Maniheizm, Hristiyanlık gibi çeşitli zaman ve mekanlarda Türk zümreleri arasında az çok yer bulmuş dinlerin ve hatta kısmen Anadolu inançlarının kalıntılarıdır" (Bknz. İslam İnsiklopedisi s. 374 Ahmet Yaşar OCAK). O halde Anadolu'da yaşayan tüm kavimlerin, Orta Asya'dan gelen Türklerle kurduğu düşünce-inanç-sevgi-kültür sentezi Anadolu Aleviliği'nin altyapısını oluşturmaktadır. Üstyapı ise Hallacı Mansur'dan, Muhniddini Arabi'den gelen Vahdeti Vücut felsefesidir. Hz. Ali ve Ehli Beyt'in İslam'ın özüne uygun debdebeden uzak alçakgönüllü yaşam tarzı da manevi ve ilahi boyutu ortaya koyar. Cem Dergisi - Ocak 1993
DÎN VE MEZHEPLER ARASI ANLAYIŞ ORTAMI Dinler arası çatışma XX. yüzyılın sonuna doğru tüm dünyayı sarsmaya başlamıştır. Tarihi sınıflar arası çatışmaya dayandıran Marx acaba haksız mı çıkmıştır? Veya Weber'in işaretlediği gibi din olgusu ekonomik çıkar çatışmalarının, sınıflar arası mücadelelerin ikna edci, inandırıcı manevi boyutu mu? Dinin kitleleri savaş ve mücadelelere sürüklediği, zaman zaman diğer dindekileri katliama kadar götürdüğü yadsınılması olanaksız bir gerçektir. Bugün Bosna-Hersek'de yaşanılanların, Filistin-İsrail çatışmalarının, her fırsatta cihad çağırılan yapılmalarının toplumbilim ve siyaset açısından önemini görmezlikten gelemeyiz. Acaba bu denli çatışmalara yol açan din olgusu, özellikle tek taıınlı dinler açısından çok farklı şeyler mi söylemekte? Çatışma doktriner açıdan birbirine "küfre" yol açacak, "kafir" dedirtecek kadar önem mi taşımaktadır? Üç tek tannlı din biribirirtin devamıdır. Hepsi Hz. İbrahim inancında kaynağını bulur. Akdeniz yöresinin bu üç tek tanrılı dini ilke olarak daha önce 7 ilkesi Hz. Nuha'a gelene, daha sonra Hz. Musa zamanında 10 ilke olarak belirlenen "10 Emir"e ummayı benimser. Adam öldürmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın, zalim davranmayacaksın, komşunu seveceksin, zina yapmayacaksın gibi belirlenen bu buyruklar aynı zamanda insanların toplum içinde birarada yaşamaları için gerekli olan kurallardır. Allah'a ortak koşmamak, putlara tapmamak kuşkusuz bu buyruklahn ön koşullarıdır. Doktrinde ayrılıklar nereden kaynaklanmaktadır? Müslüman ve Musevi din adamları Hristiyanlıktaki "üçlemi" (trinite, teslis) anlamamaktadırlar. İlk dönemlerden günümüze Hristiyan ve Müslüman din adamlarının önemli bir çoğunluğu Kutsal Kitaplardan hareketle Al lah'a ortak koşmayan, puta tapmayan herkesin Allah'ın takdiriyle cen-
nete girmesinin mümkün olacağını söylerken, "üçleme" inananlar açısından tereddüt göstermişlerdir. Onlara göre üçlemde bir anlamda tanrı üçe bölünmektedir. Bu da özellikle üç öğeden biri olan "oğulun", Hz. İsa'nın maddi bir tanrı (baba-oğul) olması demektir ki, bir anlamda "ortak koşma" anlamına gelir. Hristiyan din adamlarının buna verdiği yanıtta da belli bir mantık vardır. Onlara göre Tanrı yeryüzüne gökten soyut sözler indirmiştir.. İnsanoğlu bu sözleri, soyutluğu nedeniyle bir süre sonra savsaklayıp unutmuştur. Artık somut bir örneğin gökten inmesi gerekiyordu. Bu Hz. İsa idi. O bir enkarnasyondur (güncelleşme); Tanrı'nın somut son mesajcısı, insanlığın somut kurtarıcısıdır. İsa hatta oğuldan öte Zat'ın ta kendisidir. Zat ete kemiğe bürünüp bu dünyaya gelseydi, Hz. İsa gibi davranırdı. Yeni Ahid'in bir çok yerinde İsa hem insanlık, hem ihsan, hem de Tanrı'nın güncelleşen ruhudur. Hz. İsa'nın Kıyamet gününden önce insanlığı kurtarmak için gökten ineceğini İslam da kabul etmektedir. Aşağıda tekrar ele alacağımız Enbiya Suresi'niıı 91. ayetinde Hz. Meryem için, "Ruhumuzdan üfledik" denmesi Hristiyan din adamlarının mülahazalanna çok da ters düşmüyor. Gerek Hristiyanlık, gerek Müslümanlık çıkış dönemlerinde Musevilerle çatışmıştır.' Musevilerin şahitliğiyle Hz. İsa çarmığa gerilmiş; Musevilerin karşı koymaları, nifak sokmalanyla ilk Müslümanlar zor günler geçirmişlerdir. Ancak tarihin muhasebesini yapmak, kin gütmek her üç tek tanrılı din için de temel ilke olan "affediciliğe" aykırı düşer. Hristiyanlar bir kez Musevilerin inandığı kitaplan olduğu gibi kabul etmekte ve tamamına "Eski Ahid" demektedirler.,İncil Hz. İsa'ya kadar olan dönemi içeren "Eski Ahid" ve ondan sonraki dönemi yazan "Yeni Ahid"in birleşmesinden oluşur. Museviler için İncil sâdece . "Eski Ahid"'dir; Eski Ahid'de sözü edilen Mesih henüz gelmemiştir. Müslümanlar da hem Yeni hem de Eski Ahid'e inanırlar, onlar Hak kitabıdır; fakat "tahrif" edilmişlerdir, yani değiştirilmişlerdir. Burada sorulması gereken soru şudur: Acaba öze, 10 Emre, doğruluğa, dürüstlüğe, ahlaka aykırı bir tahrifat var mıdır? Eğer yoksa' geri kalan kısım ayrıntıdır, tartışılabilir. Tartışmanın kavgayla sonuçlanmasının hiçbir anlamı yoktur. / ' Bilindiği gibi Müslümanlık açısından Önemli olan "kul hakkının
yenmemesi", "Allah'a ortak koşulmaması" ve "Putlara tapılmamasıdır." Allah bu konularda affetmeyeceğini bildirmiştir.. O halde doğruluk, dürüstlük, ahlak gibi kavramları içeren "kul hakkının yenilmemesi"ne dikkat eden bir Hristiyan veya Musevi neden İslamın gözünde küçümsensin? Zaten gerçek İslam'ın yaşandığı Hz. Muhammed ve Hz. Ali dönemlerinde ve önemli ölçüde 4 Halife Devrinde bu tür bir küçümseme yoktu. Müslümanların Hz.. İsa'yı mesih olarak kabul etmeleri de bir vakıadır. Enbiya suresi'nin 91. ayeti a>nen şunu demektedir: "Bakire kalana ruhumuzdan üfledik. Onu da oğlunu da cihana ibret yaptık." '-'O Kıyametin yaklaşmasında bir alamettir" (Kur'an 43., 61.) "Ehli Kitaptan, ölmeden önce İsa'ya iman etmiyecek hiçbir kimse yoktur" (Kur' an 4. 159.) Görülüyor ki, o da tıpkı Adem Peygamber gibi doğrudan Tann tarafından yaratılmıştır; bir nefes olarak bakire Meryem'e üflenmiştir. El Nisa Suresi'nin 171. ayeti "O Allah tarafından bir ruhtur. Artık Allah'a, peygamberlerine inanın da Allah üçtür demeyin" denmektedir. Üçleme keşin bir şekilde karşı çıkılırken Hz. İsa'nın Allah'ın yolladığı bir ruh olduğu açıkça belirtilmiştir. Hal böyle iken Hz. İsa'nın yolundan gidenlere Müslümanların kem gözle bakması yanlıştır. Üçlem reddedilmeli ama Hz. İsa'nın Allah'ın gönderdiği bir kutsal ruh olduğunda tereddüt gösterilmemelidir. . Üç tek tannlı din arasında buderecede benzerlik varken anlaşmazlıkların anlamsızlığı açıktır. İşin daha vahimi aynı din içindeki mezhep çatışmalarıdır. Hristiyanlıkta Ortodoksluk, Katoliklik ve Protestanlık olmak üzere üç ana mezhebe bağlı 200'ü aşkın alt mezhep ve düzen vardır. Müslümanlıkta da Sünni ve Şia gibi iki ana ayırımdan başka İsmaili, Alevi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Hanefi, Mutezile, Cebriye, Harici gibi alt ayırımlar vardır. Dinlerin birbirleriyle yaptıkları kanlı savaşlardan çok daha kanlı ve acımasızları bu alt İslam mezhepleri arasında geçmiştir. Aynı kentte veya beldede oturan bir Sünni, Alevi'ninkestiği eti yememiş veya bir alevi Sünni evde yemek yemekten kaçınmıştır. Tüm bu sürtüşme ve anlaşmazlıklar sosyal kökenlidir; örf ve adette kaynağını bulur. Dinin özü aynıdır ve hiç bir din ayrıntıdan dolayı birinin diğerine düşmanlığını kabul etmez. Oysa onlar biribirlerine sapık, sapkın, zındık gibi sıfatları yakıştınrlar. Siyaset adamları kendi çıkarları için örf ve adetten kaynaklanan bu farklılıkları kö-
rükleyerek insanları kullanmışlar, onlan biribirlerine kıTdırmışlardır. Aslında teokratik devlet anlayışları bu tür düşmanlıkları körüklemişlerdir. Örneğin büyük ölçüde Emeviler döneminde biçim alan Sünniliği benimseyen hanedanlar dinin ritüel yanına ağırlık vermişler ve kendi tarzlarında ibadet etmeyenleri muhalif görerek onların uyguladıkları değişik ritüelleri zındıklık olarak kabul etmişlerdir. Burjuva devrimleriyle birlikte gerçek din ve inanç özgürlüğü tarih sahnesine gelebilmiştir. John Locke İngilizce ve Latince Olarak 1689 yılında yayınladığı "Hoşgörüye İlişkin Mektup" adlı yazımında "ister Pagan, ister Müslüman, ister Hristiyan, ister Musevi olsun herkes sivil haklardan (insan haklarından) eşit bir biçimde yararlanmalı, kimse inançlarından dolayı horlanıp, eza, cefa görmememelidir" demektedir. Keza George Washington 1790 yılında Rhode İsland-Newport Yahudi Cemaatine gönderdiği mektupta inanç ve düşünce özgürlüğünün kutsallığından söz etmekte; değişik ibadet biçimi ve davranışla giyim farklılıklarından dolayı insanların kınanmamasının gerektiğini açıkça belirtmektedir. Ona göre inanca saygı hoşörü ve barış içinde birarada yaşamanın önkoşuludur. , Hristiyan alemi burjuva devrimleriyle birlikte hoşgörü aşamasına hukuksal boyutta gelmişken, İslam aslında bu tür bir hoşgörüyü çağlar öncesinde benimsemişti. Ama gene de Müslüman Müslümam kırmış, birbirine eziyet etmiştir. Müslüman devlet Musevi ve Hristiyana kendi hukuk ve din kurallarını uygulamakta serbest bırakırken, kendi dininden olan örneğin Alevilere baskı yapmaktan kaçınmamıştır. Hristiyan ve Musevileri, ehli haktan kabul etmiş, kendi gibi oruç tutup, namaz kılmadığı için Aleviye zındık demiştir. Daha da anlamsızı Sünni gibi namaz kılan, ancak secdede "kutsal toprak mühürü" alın süren Hz. Ali kökenli Şia bile Anadolu Alevilerine zaman zaman başka gözle bakmıştır. Köktenciliğin her türlüsü kendinden olmayan din ve mezhepleri horlar, küçümser ve militanca üstüne gider. Köktencilik (burada fondamantalizm karşılığı olarak kullanıyoruz) cehaletin eseridir. Onlar temelin aynı öldüğünün farkına varmayan, biçimciliğin putperestliğine kendilerini kaptıranlardır.. Oysa dinlerin gerçek yüzü, biçimi öze ulaşmak için bir araç olarak görmektedir. Gerçek alim din adamları için ayrıntı önemli değildir, öz ön plandadır. Fondamantalistleri kış-
kırtanlar, tıpkı tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi farklılıklarda çıkar arayan emperyalist güçlerdir. Ülkemizde gerçek bir barış ortamı arzuluyorsak, yeni Kahramanmaraş olayları istemiyorsak din ve mezhepler arası diyalog ortamına yoğun bir biçimde yönelmemiz gerekmektedir. Alevi-Sünni, Hristiyan-Müslüman-Musevi diyalog toplantıları, seminerler yapılmalı, yanlış anlamalar olabildiğince ortadan kaldırılmalıdır. Bu tür çalışmalarla sadece ülkemizde değil, dünyada barışın kurulması için önemli aşamalar kaydedilebilir. Cem Dergisi - Şubat 1993
ORTA ASYA V£ ALEVİLİK Değerli araştırmacı İrene Melikoff, Türkçeye çevrilen "Uyur İdik Uyardılar" adlı yapıtına (Bknz. MELİKOFF, irene: Uyur İdik Uyardılar, Alevi-Bektaşilik Araştırmaları, Cem Yayınevi, İstanbul 1993) ağırlıklı olarak Anadolu Alevliği'nin temelini Orta Asya ve şamanizme bağlamaktadır. Benzer bir yaklaşım daha önceleri de Türk-İslam Sentezi kuramcılarından rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz tarafından da savunulmuştu (Bknz. ERÖZ, Mehmet: Eski Türk Dini-Gök Tanrı İnancı ve Alevilik Bektaşilik. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1992, Üçüncü baskı). Melikoffa göıe Alevilik Orta Asya'dan gelen göçebe şaman grupların İslamla karşılaşarak yeni dini eski kültleriyle birlikte bir potada eritmesi olayıdır. Bu bir senkretizmdir (bağdaşım). Senkretik tutumlarda yeni dine geçen gruplar, eski din ve kültlerinin alışkanlıklarını kolaylıkla atamadıklarından, yeni dinin ilke ve biçimsel yapılarıyla bir bağdaşıma gitmektedirler. Melikoffun bu yargısına katılmamak olanaksızdır. Anadolu Aleviliği bir müslüman, şaman, hindu, Anadolu kültleri, manikheizm, hristiyanlık senkretizmidir; ancak islamî yapı ağırlıktadır/Ağırlıktan öte bu bir müslümanlıktır. Hatta ve hatta öz bakımından müslümanlığın ruhuna en uygun yorumlardan biridir. Bunun başka türlü olması söz konusu olamaz; çünkü sağlıklı olmasa da verilen rakamlara göre Orta Asya'dan Anadolu'ya gelenlerin sayısı 1, 5-2 milyon arasında iken, Anadolu'da yaşayan insanların adedi bundan çok daha fazladır (Kiliselere bağlı kayıtlara göre 10-15 milyon; Orta Asya'cı milliyetçilere göre 2-3 milyon). Anadolu bir soykırıma tanık olmamıştır. Uzak Asya'dan gelenler Anadolu halkının önemli bir bölümünü İslamın bayraktarı oiarak müslümanlaştırmış; bir kısmı da göçmüştür. Irk, dil, kültür ve din bağdaşımlarının bu denli yoğun olduğu bir başka ülke belki de sadece Amerika Birleşik Devletleri'dir. . Acaba Anadolu'da müslümanlaşan halk ne oranda eski din, kültür
ve kültürlerinin öğelerini korumuşlardır? Uzak Asya'dan gelenlerin dinsel önderleri ne tür bir İslam yorumunu yaymışlardır? Sayın Melikoffa.göre Asya'dan gelenler, şaman ve özellikle manikheendir. Bu yargıya da katılmamak kuşkusuz olanaksızdır. Ancak sorulması gereken soru şudur: Manikheizm Orta Asya kökenli midir? Manikheizmin ilkeleri Anadolu'da yaşayan insanların yaşam tarzı ve dinleriyle benzerlik göstermekte midir? Manikheizm acaba Anadolu dışında Batı'da da var mıdır? Osmanlı Batı'ya, Avrupa'ya ilerlerken manikheen gruplarla karşılaşmış mıdır? Ve bunlar ne tür bir İslamı inanç içine girmiştir? Manikheizm M.S. III. yüzyılda Mezapotamyada ortaya çıkan bir Mazdeizm-Hristiyanlık senkretizmidir. Kurucusu M.S. 216 veya 220 yılında doğan Manes veya Mani adlı bir şahıstır. Manes'in anası ve babası Zerdüşt dinine bağlıdırlar. Babası daha sonra koyu bir hristiyan mezhebe mensup olmuştur. Bilindiği gibi Zerdüşt dini M.Ö. VII. yüzyılda ortaya çıkmış ve ikili tanrı anlayışını benimseyen bir yaklaşımdır. Zerdüşt dini daha sonraları mazdeizıiıe dönüşmüştür. Bu dinlerde bir iyilik tanrısı bir de kötülük tanrısı vardır ve evrensel mücadele bunların ikisi arasında geçer. Kötülük tanrısı gece ve karanlıklara, iyilik tanrısı ise gündüz ve aydınlıklara egemendir. Mazdeizm ve Zerdüşt dini Hristiyanlığın çıkıp yayıldığı dönemlerde tüm Mezepotamya ve Giiney-Doğa Anadolu'da yaygın bir biçimde gücünü sürdürüyordu. Bu din Anadolu'daki mitolojik kişileridirilmiş tanrılar kültleriyle.de bağdaşım içindeydi. İyilik, barış ve sevgi dini olan Hristiyanlık II. ve III. yüzyılda özellikle Roma İmparatorluğu içindeki ezilen ve horlanan, haskıya maruz kalan halk arasında yayılmaya başlayınca, dinler mozaiki olan bu bölgede kuşkusuz kaygıyla karşılandı. Dinsel öğreti iyilik ve doğruluk İlkelerini işlerken mazdeizmin "iyilik tanrısına" hiç de ters düşmemekteydi. Sorun "kötülük tanrısına" bir kılıf bulmaktaydı. Mane's, İsa'nın sesini kendine kitap ettiğini iddia ederek şu tür bir bağdaşımı gündeme getirdi. Zerdüşt dinindeki kötülük tanrısı Ahriman, Şeytan'ın ta kendisidir; iyilik tanrısı Ahura-Mazda ise Hz. İsa'dır. Eski kültlerdeki iyilik-kötülük ikilemi Manikheizmle birlikte Hz. İsa - Şeytan haline dönüştü. ıBu anlayışa göıe Hz. İsa'ya en yakın olan şeyler ışık, güneş, gök-
yüzünün aydınlığıdır. Bu nedenle gökyüzü, güneş ve aydınlık kutsaldır. Orta Asya'dan geldiği iddia edilen Gök Tanrı kültürünün derinliğinde bu tür biı- manikheen anlayışın varlığından söz etmek kanımızca hiç de yanlış değildir. ' Manes'e göre insanoğlu beden kafesi içinde tutsaktır. Ruhunu bu kafesten kurtarması gerekmektedir. Beden onu karanlıklara, ihtilaslara, kıskançlıklara götürür. Eza, cefa, çile ile beden kafesini ezmek, ruhu aydınlıklara götürmek gerekir. Bu yaklaşımla Anadolu dervişlearinin, Hallac-ı Mansur'un tutumları arasındaki parelelliğe dikkati çekmek isteriz. Önemli olan insan içinin aydınlanmasıdır. Tanrı'yla bütünleşme ışığa kavuşmakla olanaklıdır. Manes'e göre önemli olan "batını anlamaktır." İsa'nın Tanrı'nın oğlu oluşu, Tanrı'nın zaman zaman seçilmiş ruhları bu evrene gönderişinin sebeb-i hikmetini anlamak güçtür. Bunu, yani "batını" ancak, aydınlatıcılar (mürşitler), saflar (abdallar), seçilmiş kişiler anlar. Salt hakikat bilgeliktir. Bilgelik "Saltlıkla" yekvücut olmaktır. Bu anlatımlarda da Anadolu Aleviliği'nin motiflerini görmek söz konusudur. Manes'le Anadolu Aleviliği arasındaki farklılık, manikheizmin reinkarnasyona (yeniden bu dünyada diriliş) önemli bir yer vermesidir. Anadolu Aleviliği'nde bildiğimiz kadarıyla reinkarnasyon yaygın değildir. Ancak seyitler ve dedeler olayrEhli Beyt'in günümüze kadar gelişi ölmeyen bir ruh ve anlayışın sürdürülmesi olarak yorumlanabilir. Anadolu Aleviliği üzerinde manikheizmin etkisini haklı olarak belirtmesine rağmen, sayın Melikoffun Manes'i Orta Asya'da aramasının nedeni bir türlmü anlaşılmamaktadır. Manikheizm Mezepotamya'dan, Anadolu'dan Orta Asya'ya da göç etmiştir. Sadece Orta Asya'da değil, Bulgaristan'a, Arnavutluk'a, Bosna'ya, Fransa'nın Albi bölgesine, Kuzey Afrika'ya kadar gitmiştir. İşin en ilginç yanı Balkanlar'da ve Avrupa'da Osmanlı seferleri sırasında müslüman olanların hemen hemen hepsi manikheen kökenlidir. Manikheen kökenli bu yeni müslümanlar Alevi-Bektaşi geleneğini benimsemişlerdir. Arnavutluğun Bektaşi merkezi olması bir rastlantı değildir. Alevi-Bektaşi Arnavutlarla Orta-Asya'nın hiçbir coğrafi ve tarihi ilişkisi yokken onları da Türk-İslam sentezi içine sokmak son derece yanlış olur. Keza Müslüman Boşnaklarla da Orta Asya'nın
hiçbir bağı yoktur. Manikheizm her zaman için kurulu düzenlerle mücadele vermiştir. Resmi teokratik yapılar manikheizme ters düşmüştür. Bu nedenle Hristiyanlık Bogomil denilen Balkan Manikheenlerini ezmiş; bağnaz Fransız hanedanı Albi bölgesindeki Katar Manikheenleri üzerine Haçlı Seferleri düzenlemiş ve katliamlar yaparak çoluk-çocuk demeden hepsini öldürtmüştür. Manikheizm'i ortadan kaldırmak için büyük teolojik çalışmalar da yapılmıştır. Hristiyan dininin en önemli doktrinerlerinden biri olan Kuzey Afrikalı. Magribli Saint. Augustin (M.S. 354-430). tüm yapıtlarında maniklıeizmi eleştirmiş, sapıklık olarak nitelendirmiştir. Oysa onun babası da bir manikheendir. Kuşkusuz Anadolu Aleviliği'nin bir manikheizm uzantısı olduğuni iddia etmiyoruz. İddiamız şudur; Eğer Anadolu Aleviliği üzerinde İrene Melikoff un belirttiği gibi manikheist izler varsa, bu Orta Asya değil Anadolu kökenlidir. Manikheizm Anadolu sayılabilecek bir bölgede doğmuştur; tüm Anadolu kült ve dinlerinin bağdaşımının mirasçısıdir; sonunda gelişip güçlenen Hristiyanlıkla yeni bir bağdaşım kurmuştur. Dinler kitleler tarafından öyle hemen şıp diye benimsenmez. Eski alışkanlıklar, örf ve adetler, eski dinlerle meçzetmek, bireyler açısından psikolojik bir zorunluluktur. Hristiyanlığın güçlenmesiyle mazdeizm, manikheizm olmuştur. Daha sonra müslümanlığın yayılmasıyla birlikte yeni bir bağdaşıma geçmek zorunluydu. Mazdeizm ve Manikheizm X. yüzyıla kadar varlığını Orta Doğu'da sürdürmüştür. Hallac-ı Mansur döneminde (Hicri III. yüzyıl) onun yaşadığı kentlerde yoğun olarak Mazdeist ve Manikheenlerin olduğunu Hallac-ı Mansur uzmanı Louis Massiğnon yazmaktadır (Bknz. MASSİĞNON, Louis: La Passion de Hallaj, Paris 1975, CI, s. 135-138). Ancak unutmayalım ki, Anadolu Aleviliği bugünkü tefekkür boyutuna Hallac-ı Mansur, Mulıiddin-i Arabi ve Horasan Erenlerinin İslama dayalı felsefi ve teolojik çalışmasıyla gelmiştir. Anadolu insanı müslümanlığı benimserken çağların getirdiği tüm hümanist esasları, aydınlığı ışığı, güneşi, Tanrı-doğa içiçeliğini senkretizm içinde biraraya getirmiştir. Bu tür Alevilik özgün bir senkre-
tizmdir. Anadolu ağırlıklı evrensel kültür zinciriyle İslam dininin yüce değerleri yeni bir sentez oluşturmuştur. O: din ki, "kul hakkının yenmemesini" temel alarak insan haklarına saygıyı bir tür amentü olarak kabul etmiştir. Düşünce, akıl, sevgi, adalet, eşitlik, Allah'ı bizzzat Salt Akıl, Salt Sevgi, Salt Hakikat olarak görmek; başka bir anlmatırîıla Vahdet-i Vücud İslamın bu kültür ve anlayışa getirdiği özgün bir bakıştır. Cem Dergisi - Mart 1993
HETEREDOKSI, MANİKHEİZM, KATHARLAR, BOGOMİLLİK ve ANADOLU ALEVİLİĞİ DİN ve MUHALEFET • Yeni kabul edilen dinler, zorlama dışında kabul edilmiş olsalar dahi geleneklere, eski dinin alışkanlıkları ve kültürlerine bağlı olarak bazı tepkilerle karşı karşıya kalırlar. O dini oraya getirenler, yıllar içinde oluşan sistemi ortodoks (doğru yol, doğru inanç) diye tanımlarlar; reaksiyonları da lıeteredoks (karışık yol, yanlış inanç, sapma, sapkınlık) olarak nitelendirirler. Sapma diye adlandırılan bu tutumlar resmi ideoloji-din karşısında bir süre sonra muhalefet konumuna girer. Dinsel özümsememe direnci zamanla politik dirence dönüşür. Siyasal teokratik iktidar onları sindirir; üzerlerine ordular gönderir; engizisyon mahkemelerinin kararıyla işkenceyle çoluk çocuk demeden öldürülür; veya kuyuları kendilerine kazdırılıp içine diri diri gömdürülürler. Siyasal iktidarların kendi ideologları vardır. Bunlar düşünsel gerekçeler bulup onların kutsal kitaplara ihanetini belgelerler (!). Hederedoksların idologları da, ezilmişliğin doğal sonucu olarak sevgi, dostluk, kardeşlik, özgürlük düşüncesini işleyerek şiirlerde, türkülerde, sazda-sözde kurulu din ve düzene karşı koyarlar. Baskılar fazlaysa, mücadele olanaksızsa, düşünür ve ozanlar içe dönüp mistisizmi, tasavvufu yeğleyip, "bu dünyadan" bir anlamda vazgeçip Tanrı aşkına layık olmayı düşlerler. Tanrı'yla bütünleşme onlar için yüce erektir. "Bu dünya" boştur, fanidir; önemli olan öteki dünyaya layık olabilmektir. Hatta ve hatta acı, cefa ve eza çekerek, çile doldurarak bu dünyayı reddetmek çok daha hayırlıdır.
HETEREDOKS MUHALEFET Heteredoks muhalefet cephesinin toplumsal psikolojik yapısının oluşumunda o yörenin coğrafi konumu, etnolojik etmenler, halkın kültür biçimi, töreler, eski dinin ilkeleri ve sistemi, ozan, düşünür, ulular ve karizmalar kitleleri yönlendirir. Heteredoks hareketler tarihin önemli "dinamolarından" biridir. Tarihin dinamosu ne Marx'ın dediği, gibi sadece sosyö-ekonomik altyapı ilişkileri ve sınıflar arası mücadeledir; ne de tutucu düşünür-; lerin iddialaıındaki gibi din ve mezhep mücadelesidir. Irklar mücadelesi gibi safsataları burada zikretmek dahi kuşkusuz yanlıştır. Çünkü, dünyada saf ırk yok denecek kadar azdır. Max Weber'in vurguladığı gibi tarihin dinamosu ekonomidir, dindir, İdeolojidir. Başka bir anlatımla din-ekonomi-ideoloji üçlemi insanlık tarihinin yazgısının yazarıdır. Heteredoks akımlarda yukarıda özetlemeye çalıştığımız etmenler aynen geçirlidir. İşin ilginç, yanı aynı özelliklerin dünyanın birçok değişik yerinde ortaya çıkan tüm heteredoks hareketlerde aynı görünümlerle gündeme gelmesidir. Birçok kimse farkında değil ama bugünkü sosyo-politik olayların kökenlerinde aynı özellik ve yapı varlığını sürdürüyor. Heteredoks din ve mezhepler XX. yüzyılın dünyasında muhalefet cephesi olarak dünyayı sarsmaktadır. Boşnaklar ve Arnavutlar tarih boyunca heteredokstur. Hristiyanlığın en güçlü olduğu çağlarda onlar muhalif Hristiyan olarak Bogomil, Manikheen senkretizmlerini (bağdaşım) benimsemişlerdir. Müslüman Osmanlı geldiğinde resmi Sünni mezhep yerine Alevi-Bektaşi heteredoksisi yeylenmiştir. Bugün de en büyük kargaşalar, gizemli yaklaşımlar, ağır muhalefet, savaşlar bu bölgelerde geleneksel heteredoks etkilerle devam eünektedir. Anadolu Alevileri de heteredokstur. Heteredoks olmalarında en büyük faktör Orta Asya'dan Ön Asya'ya yüzyıllardan beri göç eden Türk boylarının Şaman, Manikheen, Nestorien, Monofizit Hristiyan, Paien, Ortodoks Hristiyan, Musevi değişik din ve mezheplerden sonra Müslümanlığa geçmeleridir. Bu dinlerin kült ve kültür yapıları birbirlerine o derece karışmıştır ki, Gök Tanrı önce Ahura Mazda, sonra İsa olmuştur. Soyut nitelikli, "Söz"e, "Kalem'a" dayalı İslam'dan sonra
yeni bir bağdaşım (senkretizm) kaçınılmazdı. Zaten Anadoliı toprakları, Bizans İmparatorluğu zamanında tümüyle hiç bir zaman tam ortodoks olmamıştı. Tüm Anadolu Kostantinopolis karşısında sürekli başkaldırı içindeydi. Başkaldırı hep heteredoks nitelikte olmuştur. Özellikle Nesturi ve Monofizit herezi (sapma) imparatorluk merkezini her zaman için sarsmıştır. Velhasıl Anadolu'da resmi din karşısında lıer türlii reaksiyon mevcuttu. (MAURICE. Lombard: L'İslam Dans sa Premiere Grandeur, Paris 1971, Flammarion, s. 17). Anadolu Selçuklu Devleti içinde ve Osmanlı'da, Anadolu Alevileri, heteredoks yapılarıyla hanedanların başını bir.hayli ağrıtmıştır. Cumhuriyet döneaminde ve özellikle 1960 sonrasında radikal Marksist muhalefet içinde Anadolu Alevileri ön plandadır. Son yıllarda felsefi bir bilinçlenmeyle Aleviler maddeci Marksizmle bağı koparıp; ideci, inanca dayalı öz ve esaslarına dönmektedirler ama gene de "eski tüfekler" onları yanlarına çekme çabası içindedirler. DEĞİŞİK H E T E R E D O K S M U H A L E F E T L E R ARASINDAKİ BENZERLİKLER İşin çok daha ilginç yanı aynı görünüm ve yapı Anadolu'dan 3000 km. uzaklıktaki Fransa'da da Orta Çağ'da yaşanmıştır. Langdok (Languedoc) denilen Fransa'nın Albi-Katlıar bölgesinde yaşayan, albiua diye adlandırılan, Hristiyan lıeteredokslarla Anadolu Alevileri'nin Balkan Sup, Boşnak bogomil heteredokslannın siyasal, sosyal, felsefi, kültürel açıdan büyiik benzerlikleri vardır. Bir başka heteredoksi de Kuzey Afrika Berberleri arasında yayılmıştır. Manikheen Berberler yayılan resmi Hristiyanlık karşısında başkaldırmışlar ve başları ezilmiştir. IV. yüzyılın ünlü düşünürü Berber kökenli, manikheizmdeıı dönme Saint Augustin eski dinini, doktriner ve teolojik bağlamda yermek ve yok etmek açısından görkemli bir filozofik sistem kurmuştur. Kendisine boşuna "Aziz" sıfatı verilmemiştir.! Bunların büyük bir olasılıkla kökenleri de aynıdır. Albijuların üzerine Fransız hanedanı tıpkı Yavuz'un Anadolu Alevileri'nin üzerine sürdüğü gibi Haçlı orduları sürmüş, Ebussud Efendi benzeri kardinaller fetvalar vermiş ve köklerini kazımışlardır. Bugün de ülkemizde zaman zaman cahil din adamları Alevileri
sapıklıkla suçlamakta onlarla her türlü ilişki kurmanın günah olduğunu söyleme saçmalığını gösterebilmektedirler. Fransa'da da, 1950'lerde bile "Haçlı Seferleri ve Kilise'nin Katedrali" adlı yapıtında tarihçi Daniel Robs Fransa'daki Orta Çağ heretik Hristiyan akımları "toplumu yok.edici,; sapık, ihtirasların yönlendirdiği eğilimler" olarak nitelendirmiştir. Keza 1971 yılında Blanche de Castille "resmi evliliğe karşı olan, intiharla Tanrı'ya ulaşmayı yüce ideal kabul eden, herkesin dilediğiyle birleşmesine hoşgörüyle bakan bu insanlar yılan kadar tehlikeliydiler" demekteydi. Bugün ülkemizde "mum söndü ayinleri" imalarıyla Alevileri karalayan cahil imamlarla Blanche de Castille'lerle, Daniel Robs'lar arasındaki düşünce paralelliğine dikkatinizi çekmek isteriz. KATHARLAR, M A K İ N H E E N L E R "Kathar" antik Yunanca'da "catharos" (saf, temiz) sözcüğünden gelmektedir. Böyle bir anlama sahip sözcüğün XI. yüzyılda bazı evekler (üst düzey rahipler) tarafından "sapkınlık" olarak ele alınması dikkat çekicidir. 1030 yılında Fransa'nın Albi bölgesinde kendilerini "Kathar" diye adlandırılan bir grup insan Kilisesi'nin katliamına maruz kalmıştır. Zaten bu yüzyıllarda Batı Avrupa'da Roma dinsel otoritesine karşı mülalefet gösteren her akım ve bölge sapıklıkla suçlanmış ve Clovis'in gücüyle yerle bir edilmiştir.
XI. ve XII. yüzyılda Kuzey Afrikalı Manikheeıı'lerle mücadele edilmesi için Papalık tarafından emirnameler çıkarılmıştır. Bu yüzyıllarda Avrupa'da resmi Roma dinsel anlayışına en ufak itirazlar dahi sapık Manikheizmle suçlanmış, birçok rahip, papaz, hatta evek dahi afaroz edilmiştir. Onların tek suçu değişik yorumları ileri sürmeleriydi. Bunların bir kısmı diri diri yakılarak öldürülmüştü. Oysa Manikheizmle suçlanan ,bu insanların hepsi "gerçek Hristiyanlığın" kendileri tarafından temsil edildiğini iddia etmekteydiler. Ruhban sınıfı reddediyorlar; herkesin aracı olmaksızın ilahi güçle iletişim kurabileceğini söylüyorlar: esas sorunun iyi-kötü ikileminde yattığını belirtiyorlardı. Aristokratik yapı içinde, tamamiyle teokratik ilkelere bağlı olarak Papalığa dayalı politik pramit kuşkusuz ayrıcalıkla mücadele veren
böyle bir tutumu yok edecekti. Aracı ruhban sınıfı kaldırmak politik sistemi bozmak demekti. Muhalefet cephesine göre Kilise düzeni asıl Hristiyanlığı bozmuştu. Hristiyanlık saflık, temizlik, inanç, sadakat ve Hz. İsa'ya bağlılık dinidir. İlk Hristiyanlar alçakgönüllülük içinde bu ilkelere bağlı olarak yaşamışlardı. Oysa Kilise görkemli bir debdebe içindeydi. Hz. İsa dininde lüks ve dünya nimetlerine kendini kaptırmak "kötü"ye, günaha insanı götürür. Oysa insanın bü dünyadaki görevi iyi-kötü ikilemi içinde "iyi"yi seçmektir. İyi-kötü ikilemi sorunun anahtarıdır. .Gerek dinlerde, gerek felsefede bu ikilem ana uğraş alanını oluşturmaktadır. Zerdüşt dini gibi bazı dinler ise iyi-kötü ikilemi üzerinde o denli yoğunlaşmışlardır ki, Tanrı'yı da İyilik ve Kötülük Tanrısı diye ikiye bölmüşlerdir. Katharizmin temelinde işte bu anlayış yatmaktadır. İkilemci Gnostik (Tanrının bilinebilirliği, ulaşabilirliği) Mazdeist (Zerdüşt dininin bir kolu), M a n i k h e e n , Bogomil ve Anadolu Aleviliği'nin temel felsefesi aynı çizgi içindedir. Sorun şudur: Eğer Tanrı Salt İyi, Salt Güzellik, Salt Doğru ise kötülük nereden gelmektedir ve neden bu kadar yaygındır? .Sonsuz İyilik olan Tanrı'yla kötülük nasıl bağdaşabilir? Dinlerde bu konuya değişik yanıtlar getirilmiştir. Kimine göre iyilik ve kötülük ezelden beri vardı. Diğerine görü kötülük somut maddi evrende vardır;- soyut ruhsal, "idealar evreninde" kötülük olamaz (rieo-Platoncü bir yaklaşım.) Bir başkasına göre ise, Tanrı'nın gözünden düşen, itibarını yitiren bir melek bu dünyada cinleri aracılığıyla kötülük yaptırmaktadır. Değişik izahlar, "iyilik" esasını ağırlıklı bir şekilde vurgulayan, yaşamıyla adeta "Salt İyi" olan Hz. İsa'nın diniyle nasıl bir bağdaşım getirecekti? Bu bağdaşımı M.S. III yüzyılda Mardin'de yaşayan. 216 veya 220 tarihinde doğduğu söylenen Meryem adlı bir anadan doğan Manes veya Mani adlı şahıs gerçekleştirmiştir. Mani bir Hristiyan keşişidir. Ahvaz ve Khuzistah'a, oradan Hindistan'a kadar uzanarak Zerdüşt dini ve onuıı uzantısı olan Mazdeizmi tanımıştır. Zaten doğup yetiştiği yörede Mazdeizm, gelişen Hristiyanlığa rağmen etkisini
sürdürmekteydi. Kendisi, dönemin Sasani Kralları tarafından korunmuş 276 veya 277 tarihinde İran'da ölmüştür.; Mani'nin tüm amacı Hristiyanlık karşısında direnen Mazdeist hanedan ve grupları yumuşak yaklaşımın getirdiği bir senkretizmle Hz. İsa yoluna davet edilmekti. ' Zerdüşt dinin kolu Mazdeizm güneşi ölümsüz, iyilik gücü olan 'Tanrı'ya en yakın bir oluşum olarak görmekteydi. Aydınlık ve aşk Tanrı'nın sıfatlarının başında'gelmekteydi. "İyi'nin" adı "Ahura Mazda"; "Kütii"nün adı ise "Arhiman"dı. Evren Arhiman'la, AhuraMazdaiım savaşıyla sürüp gitmekteydi. Bir gün İyilik, saldıkla galip gelecekti. Maııes de (Mani) bu anlayışı İncil'e adapte etmiştir. Ona göre aydınlık ve iyilik, İyilik Tanrısı'nın tezahürü (bir anlamda oğlu) olan İsa'dan gelmektedir; kötülük ise karanlıklar Tann'sı Şeytan'ın eseridir. Hatta bu maddi dünyayı yaratan şeytandır. İsa, bir gün galip gelecek her şey Salt Güzellik olan Hakikat'e dönüşecektir. Manikheizm Anadolu'dan çıkan bir mezheptir. Doğu'da İran, . Hindistan, Tibet, Çin ve Türkistan'a; Batı'da Anadolu. Bulgaristan, Arnavutluk, Bosna ve Fransa'ya kadar gitmiştir. Bu yolculukları arasında Manikheizm yerel geleneksel ve dinsel özellikleri de o bölge içinde bir potada eritmiştir. Ancak ortak ilkeler hep aynıdır. Örneğin güneş (gök tanrı) kutsaldır; giineş doğarken yalvarıp yakarış önemli bir ritüeldir. İyilik ve İıoşgörü dinde ön planda gelir. Biçimsellik, biçime bağlılık ikinci derecede önem taşımaktadır. Madde geçici ve fanidir, önemli olan aydınlık içinde erimektir. Aydınlık maneviyatın yansımasıdır. Manes'e göre insan beden kafesi içinde tutsaktır. Ruhunu bu kafesten kurtarması, özgürleştirmesi gerekir. Çile çekmek. Tanrı'ya yakarış; onu özgürleştirecektir. Katlıarlar, bu nedenle uzun stiren oruç ve ibadeti uygulamışlardır. Çileyle tutku, ihtiras, kıskançlık duygularından kendilerini arındırabilenler "aydınlatıcı" (mürşit) aşamasına gelirler ve diğerlerine yol gösterirler.Katlıarlar reenkarnasyoııa da inanmaktadırlar. İnsanların kötülüklerden arınabilmeleri için birkaç kez dünyaya gelmeleri gerekir. "Aydınlatıcı" güçler de birkaç kez dünyaya gelip, değişik yerlerde değişikinsanlara hitabederler.
Kathar ve Manikheen ritüeller yukarıda belirttiğimiz gibi basit ve sadedir. El ele tutuşularak ruh birliği sağlanıp Tanrı'ya yakarılır. "Aydınlatıcıların" önünde, herkesin içinde cemaat mensupları suç ve hatalarını itiraf ederler. , Katharlar Roma kilisesinin benimsediği tüm kurallara karşıdırlar. Üçlemi reddederler, dinsel törenleri saçma bulurlar, "haç'ı" kutsal kabul etmenin İsa'ya ihanet olduğunu söylerler. Onlara göre haç, "İyi"yi öldüren bir âlettir; kutsanması kadar yanlış bir tutum olamaz. Kendilerini "İyi İnsan" diye adlandıran Katharlar uzun bir eğitim sürecinden geçerek bu aşamaya gelindiğine inanmışlardır. Küçük yaşta başlayan eğitimde haftada 3 kez oruç tutulurdu. Oruçta akşam-, ları seksüel ilişki de yasaktı. Noel'de ve Paskalya'da büyük perhiz uygulanırdı. Cesaret öğretilir, adalet ve ahlak temel ilke kabul edilirdi. Asla ve asla yalan söylenmezdi. "İyi İnsan" bu aşamalardan geçen insandı. Maddi ve manevi disiplin altında her an dua edilerek Tanrı Sevgisine ulaşma hedeflenirdi. Böylelikle "zahirden" kurtulup "batına" ulaşılabilirdi. Batına ulaşmak, manevi evrenin gizlerini öğrenmek demekti. Katharlar ve Manikheenler gnostiktir. Yani, Yüce Güce, Tanrı'ya ulaşmak, onu bilmek olanaklıdır. Ancak bu, aşamalar içinde gerçekleşir. Çeşitli derecedeki aşamalarla Tanrıyla özdeşleşmek, Anadolu Aleviliği'nin deyimiyle "Vahdet-i-Vücud" mümkündür. Gerçek din. Tanrının, Bilginliğin, Sevginin tanınmasıdır. Bunları gerçekleştiremeyen Kötü'nün, Şeytanın kucağına düşen insanlar Katharlara göre "kayıp kişiler" değildir. Eninde sonunda onlarda doğru yola gelecektir. Çünkü iyi-kötü, aydınlık-karanlık savaşının galibi mutlaka İsa olacaktır; o zaten Mesih'tir, kurtarıcıdır. -B O G A M İ L L E R VE P O L İ S Y E N L E R Manikheen kökten gelen bir başka eğilim de Bogomilliktir, Bogomillikten önce Anadolu ve Bizans topraklarını etkileyen bir başka heteredoksi vardır ki, o da Palisyenizmdi. Bogomillik Balkanlar'a Polisyenizm aracılığıyla gelmiştir, Manikheen etkiyle Antakya'da Paul (Pol) adında bir zatın VI. yüzyılda kurduğu bir
mezhep olan Polisyenizme göre ve maddi evreni önce şeytan kurmuş ve egemenliğini sürdürmüştür. Dünyada.başarıya ulaşanlar Şeytaıı'ın sesini dinleyip, entrika çevirenler, yalan söyleyenler, kötüler ve ahlaksızlardır. Ama İsa'nın sesi d o ğ r u y u , yalan s ö y l e m e y e c e ğ i n i , öldürmeyeceğini, iyi olacağını insana fısıldar. Kötülüğün getirdiği menfaate rağmen "İyi" bir gün galip gelecektir. Polisyen ritüelde de "Güneşin" ayrı bir yeri vardır. Bizansta IX. yüzyıla kadar etkili olan Polisyenizmin 872 yılında kökü kazınmıştır. Bu olaydan sonra büyük Polisyen kitleler Balkanlara kaçarak ikilemci kült ve mezheplerini Bogomil adı altında sürdürmüşlerdir. Bogomil, bilindiği gibi Bulgarca "Tanrı dostu" demektir. Bogomillerin çoğunluğunun Ermeni kökenli olduğu iddiaları da mevcuttur. B o g o m i l l i k X. ve XI. y ü z y ı l l a r d a B a l k a n l a r ' d a y a y ı l m ı ş , Arnavutluk ve Bosna'ya kadar gitmiştir. Aynı yüzyıllarda güçlenen Kathar hareketiyle Balkanlar ve Fransa arasındaki paralellik de bir hayli ilgi çekicidir. Zaten Katharların bir bölümüne Bulgar anlamına gelen "bugr" (bougre) da denmekteydi. 1167 yılında Toulouse kenti y a k ı n ı n d a bir K a t h a r Konsili (dinsel t o p l a n t ı ) y a p ı l m ı ş , Konstantinopolis'den Nisetas adlı bir Bogomil evek toplantıya Çatılarak başkanlık görevini yürütmüştür. Bogomillerde de ibadet biçimleri önem taşımaz. Yalvarış ve yakarışın biçimi yoktur. Onlar da Kilise hiyerarşisine karşıdırlar. Tarafların karşılıklı özgür iradeaieriyle boşanmaya Bogomillikte cevaz verilmiştir. Bogomiller otoriteye ve debdebeye dayalı zenginliğe karşı çıkmışlardır. Bogomilliğe göre önce başlangıçta Salt İyi vardı. Salt İyi Tanrı tarafından yaratılan manevi bir evrendi. Ancak Tanrı'nın oğlu olan Şeytan meleklerin bir bölümünü kışkırtarak ayaklandırdı. Tanrı hepsini Cennetten kovdu, onlar da gelerek dünyayı yarattı. Tanrı'nın diğer oğlu İsa onlarla mücadele görevini üstlenmiştir. Bogomiller Hristiyan olduklarını söylemekteydiler ama Eski Alıid'e inanmazlardı. Onlarda da Kathaılarda olduğu gibi aydınlatan seçilmiş kişiler (mürşit) vardı; ancak mürşitler ruhban sınıfı oluşturmamakta, sadece aydınlatıcı bilgiler vermekteydiler. Seçilmiş bu yetkin kişiler çile yaşamını yeğleyip, vejeteryan bir yemek.tarzını benimserlerdi.
Daha sonra Osmanlı'da XV. y.y.'da ortaya çıkan Şeyh Bedrettin hareketi Bogomil bölgelerde gelişmiştir. Hristiyanlığın teslis (trinite, üçlem) anlayışına karşı çıkaiı Bogomiller, tıpkı Katharlarda olduğu gibi el ele tutuşarak dayanışma bilinci içinde itiraflarını toplum içinde söyleyerek bir tür günah çıkarma törenleri yaparlardı. XIII. yüzyılda Bosna'da 10.000 Bogomil mürşidin Olduğu, Dalmaçya kıyıları ve İtalya'ya da yayıldıkları bilinmektedir. Tüklerin Balkanlar ve Sırbistan'a girmelerinden sonra Müslümanlığı kolaylıkla kabul edenlerin çoğu Bogomildir. Kendilerini "gerçek Hristiyan, yürekli adam" diye de adlandıran Bogomillerin, özde doğruluk, ahlak ve "İyi"den yana olan; ruhban sınıfını reddeden, teslisi kabul etmeyen İslam'ı benimsemeleri kolay olmuştur. Bu demek değildir ki, hala eski inanç kült ve geleneklerini sürdürmemektedirler. Zaten sosyo-historik faktörlere bağlı olarak onlar Sünni değil Alevi-Bektaşi yorumu yeğlemişlerdir.
HETEREDOKS MEZHEPLERİN ORTAK ÖZELLİKLERİ Çalışmamızın başında belirttiğimiz gibi kitlelerin bir dinden diğerine geçişi insanların birdenbire yepyeni bir "Işığa" kavuşarak, eski din, mezhep, töresel özelliklerini hemen "tabula rasa" haline getirmeleriyle olmamaktadır. Sosyal, ekonomik, töresel, iklimsel koşullardan ' kitle yapı ve psikolojisine kadar değişik etmenler yeni dine, yeni özellikler katmaktadır. Yukarıda belirttiğimiz heteredoks akımların en ilginç yanı Uzak Asya'dan, Avrupa'nın batısına kadar yayılan geniş coğrafi bölgede bazı farklılıklara rağmen temelde aynı özellikleri taşımalarıdır. Bunların hepsi Manikheizm kökenlidir. Manikheizm. MazdeizmHristiyanlık senkretizmi kendinden önceki tek Tanrılı dinlerin gizemli' özelliklerini de içine almıştır. Örneğin musevi kabalizm ve esenyenlik bu heteredoksitl eri etkilemiştir. Eseyenlerdeki çilecilik, vejeteryen tutum, reenkarnasyon tüm heteredoksilerde mevcuttur. Işıkla insan arasındaki gizemli (okült) ilişki; ışıktan, aydınlıktan, güneşten yardım dileme katharlarda, bogomillerde ve eseyeıılerde ortak özelliklerdir.
Buraya kadar anlattığımız özellikler Hristiyanlık içindeki heteredoks akımlarda da mevcuttur. Kökenlerinin ayııı olduğu, aynı yerden geldikleri apaçık tarihsel bir gerçektir. Ortak köken Hristiyan ağırlıklı bir bölgelerin daha sonra müslümanlar tarafından ele geçirişlerinden sonra da varlığını sürdürmüştür. Bu kez müslüman olan o yörelerin halkı, .'yönetenler tarafından sistemleştirilen sünni müslümanlığa iltifat göstermemişlerdir. Toplumsal bilinçaltının tepkisiyle değişik bir müslümanlıkta eski alışkanlıklar birkaç ilke hariç aynen sürdürülmüştür. Herşeyden önce bu topluluklar tıpkı kathar ve bogomillerdeki gibi dinde önemli olanın "İyilik", "kul hakkının yenilmemesi" olduğunu belirterek biçim ve ritüelleri bir kenara bırakmışlardır. Onlar için önemli olan Tanrı'yı anmak, varlığına inanmaktır. İbadetin biçimi yoktur; herkes dilediği tarzda ibadet eder. Alevilerde de kathar ve bogomillerde olduğu gibi cemaat biraraya gelmekte ve bir tür yargılama şeklinde; mürşit, dede veya baba önünde itiraflarda bulunulmaktadır. Kathar ve bogomillerde olduğu gibi Alevilerde de ruhban, imam, şehülislam yoktur. Salt Güzellik, Salt Akıl, Salt Sevgiye yanaşıklığı oranda mürşit, dede, baba olunur. Seyitlik (Peygamberler sülalesinden gelme) şia etkisiyle mevcuttur; ancak aydın kesimde önem verilmemektedir. Alevilikte.de güneşe, Gök Tanrı'ya dayalı kültlerin kalıntıları mevcuttur. Bu nedenledir ki, Orta Asya türkologları Aleviliği bir Türk-İslam sentezi olarak nitelendirmektedirler. Horasın erenlerinin Orta Asya, Maveraünnehir'den gelerek Aleviliği yaymaları onların tezini güçlendirir gibi gözükmektedir. Oysa yukarıda belirttiğimiz gibi heteredoks eğilimlerin kurucusu Manes'dir. O da Mardin'lidir; yani Anadoluludur. Anadolu'dan Doğu ve Batı'ya yayılan akım; önce Anadolu'yu etkilemiş; daha sonra Uzak Asya'dan dönüşünde hinduizmin etkileriyle yeni bir boyut getirmiştir. Eğer Alevilik Orta Asya kökenliyse, aynı özellikleri gösteren katharlar, bogomiller, burglar ve Kuzey Afrikalı Berberlerin durumu nasıl açıklanabilir? O dönemlerde dünyanın merkezi sayılabilecek Anadolu, Mezopotamya odak noktası olup bir daire çizilirse görülür ki, Doğu ve Batı'da aynı uzaklıkta heteredoks Hristiyan'akımlar vardır ve bunlar katharlar hariç sonradan müslüman olmuşlardır.
Bogomil ve katlıar dayanışma törenlerine Alevilikle müslüman öğeler getirilmiştir. Kur'an'dan dualar okumaya başlanmış; kurbanlar kesilmiştir. Kurban olayına bogomil ve katharlarda rastlanmamaktadır. Anadolu Alevileri "Cem" dedikleri bu dayanışma ve yakarış toplantılarına saz ve sözde katarak Anadolu kültlerinin törenlerini sürdürmüşlerdir. Cem olayı müslümanlığm özüne uygundur. Bilindiği gibi Hz. Muhammed döneminde cami; bir nevi cem yeriydi. Orada sosyal, ekonomik konular konuşulur sorunlar dile getirilir, ibadet de yapılırdı. Cemaat cem olurdu, toplanırdı. Camilerin ibadet ağırlıklı yerler haline gelişi Emevi Hanedani dönemine rastlar. Katharlar ve bogomiller kendilerini "Tann İıısam, İyi İnsan" diye adlandırırlar, "Enel Hak" diyen Aleviliğin büyük düşünürü Hallac-ı Mansur'da aynı şeyi söylemiyor mu? "Vahdet'i Vücud" felsefesi Tanrıyla bütünleşme, "iyi insan", "Tanrı İnsanı" olmak değil mi? Kathar ve hogomillerden Alevilerin bir farklı yanı Alevilikte reenkarnasyonun olmamasıdır. Kanımızca reenkarıiasyon İslam Felsefesine yabancıdır. Bu nedenle Alevilik reenkanıasyonu benimsemez ama açıkça da reddetmez. Tanrısal nefesin tüm nebi ve peygamberlerde çı kışı; Hallac'ı Mansur'un, Muhiddin-i Arabi'nin, Hacı Bektaş Veli'nin, Pir Sultan Abdal'ın, Hatayi'nin sözleri aynı ruhun değişik zaman ve yer koşullarında görünüm kazanması olarak nitelendirilebilir. Alev'ılikte'de katharlıkta da maddi görünüm gerisindeki anlam önemlidir. Başka bir anlatımla kutsal kitaplar "zahiri" anlatır; ama gerisinde bir anlam vardır. Anlam "batındır"; içte olandır. Herkes onu bilemez. Bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmeyi beceren, kendini eğiten, bilen kişi "batına", öze yaklaşır. HETEREDOKSLARIN BUGÜNKÜ DURUMU Başta katharlar olmak üzere tüm heteredoks akımlar resmi dinin yöneticileri tarafından ezilmişlerdir. Kilise ilk Haçlı Seferlerini katharİar üzerinde uygulamıştır. 21 Nisan 1198 tarihinde Papa III. İnnocent, Albi bölgesinde yaşıyan katharlann üzerine gidilmesi için bir buyruk çıkartır. Rainier ve Guy adındaki iki papazı oraya göndererek her türlü heterodoks hareket içinde olanlan, destekleyenleri, onlarla ilişki dahi kuranları cezalandırmakla görevlendirir. Papa III. İnnocent, katharları "köpek, kör"
olarak tanımlar. Yöredeki bazı dürüst evek ve papazlar Papa'ııın emirlerini tereddütle karşılarlar ama Saint Dominique gibi "aziz" mertebesine ulaşmış bir din adamının fetvalarıyla da ordular kurulur çoluk, çocuk demeden tiim katharlar öldürülür. Kalanlar Saint Dominique'e bağlı dominiken papazları tarafından kurulan'eııkizisyon mahkemeleri kararlarıyla işkenrcelerle öldürülürler. O eııkizisyon mahkemeleri ki, XIX. yüzyıla kadar varlıklarını sürdürmüşler ve resmi dine muhalefet eden herkesi yok etmişlerdir. Yıllar süren kathar katliamından kurtulan yok gibidir. Bugün o yörelerde katharizan denilebilecek kliçük ve basit hareketlere rastlıyoruz. Hatta ve hatta "Calıier d'Etudes Cathares" diye bir dergi de çıkarılmıştı. Ancak bu gruplar reenkarnasyon ağırlıklı çalışmalar yapmaktadırlar. Folklorik mahiyet taşıyan toplantılarda dinsel motiflerden sözetmek şimdilik olanaksız görünmektedir. Balkan bogomil kökenli heterodoks akımlardan yukarıda söz ettik ve müslümanlıkla birlikte bunların Alevi-Bektaşi yorumu yeğlediklerini söyledik. Ancak son dönemlerde özellikle Bosna'da Sünniliğe doğru bir kayış gözlenmektedir. Bunun nedenini dört yanı Hristiyanlarla çevrili bir bölgede tehdit altında olan müslümanların, güçlü Türkiye'den destek alabilmelerinde Sünni ağırlıklı yönetimle iyi geçinme psikozunda aramak gerekir. Bugün Boşnaklar özellikle ortodoks Hristiyanların baskısına maruz kalmaktadırlar. Katolik Hristiyanlar'da ortodokslarca kötü muameleye tabi tutulmakta ve müslümanlarla birlikte öldürülmektedirler. Papalık çeşitli bildirilerle olayı gündeme getirmiştir. Tarihte de Ortodokslar tarafından baskıya uğrayan o dönemlerde bogomil olan boşnaklan, Türkler gelmeden önce papalık korumuştu. Bogomil kökenli Arnavutların, baskıcı komünist rejime rağmen bektaşilerini sürdürdüklerini biliyoruz. Hatta ve hatta Enver Hoca'nın gençliğinde Bektaşi olduğu da iddia edilmektedir. Bugün nispeten serbestleşen arnavutlukta Bektaşi heteredoksi varlığını sürdürmekte, bazılarınca Bektaşi merkezi olarak kabul edilmektedir. Anadolu Alevileri'nin'sorumlarına ve konumuna gelince. Her şeyden önce Alevilik bir müslümanlıktır. Ehli Beyt sevgisi tüm sosyal, ekonomik, tarihnsel faktörlerden çok daha fazla önde gelmektedir. Ancak manikheen ve Anadolu kült ve kültürlerinin etkisi yadsınamaz.
Köklü Anadolu Uygarlıkları Aleviliğe olumlu ve rasyonel öğeler getirmiştir. Tefekkür ve sanat boyutunu güçlendiren Anadolu Kültürü. Alevilik içinde din olgusuna "sevgi" öğesini ve Vahdet-i Viicud'u katmıştır. Dünyanın hiçbir yerinde felsefenin bu denli ağırlık taşıdığı folklor yoktur. İslam gibi yüce bir din, Anadolu'da Alevilikle birlikte insanın bir değer olmasıyla sonuçlanıp özgürlükçü esasları getirmiş bulunmaktadır. Yavuz Sultan Selim, Kuyucu Murat Paşa kıyımlarını yeniden gündeme getirmenin hiçbir anlamı yoktur. Baskı ve kıyımlara rağmen Anadolu Alevileri bir heteredoksi olarak varlıklarını sazla sözle sürdürmektedirler. Politika alanında da parlementoda artık etkin hale gelebildiler. Ancak bazı soru ve sorunlar onları beklemektedir. Bu soru ve sorunların neler olduğuna Cem Dergisi'nde bundan önce yazdığımız tüm makalelerimizde değinmiştik. Yararlanılan Kaynaklar: - HISTORİA (SPECIAL) - LES CATHARES, No. 373 bıs, 1977. - DE VOS MARCEL: Histoire de la Yougoslavie PUF, Que-Saisge Paris 1955 - LOMBARD, Maurice: L.'islam dans Sa Premiere Grandeur, Paris 1971, Flammarion Cem Dergisi - Nisan. Mayıs. Haziran 1993
MARKSİZM VE ALEVİLİK Son dönemlerde marksizmle Alevilik arasında paralellik kurma çabaları içinde olan eğilimlerle karşılaşmaktayız. Panellerde, açık oturumlarda, bazı yayın organlannda marksizmle Aleviliğin benzer nok- . talan olduğu belirtilmekte, iki düşünsel akımın birbirine "müsahip" olduğu iddia edilmektedir. İddianın temelinde devrimcilik, ilericilik, yoksulun yanında yer alma gibi ortak olgu ve öğeler yatmaktadır. Ortak özelliklerin yatsınması kuşkusuz olanaksızdır. Ama sadece Marx değil, kendi bağlamları içinde ele alındığında burjuva filozofları diye adlandırılan Jean Jaçques Rousseau, J. Locke; ütopist sosyalist diye bilinen Proudhon, Saint-Simon, Robert Ovven, Fourier'ler de devrimci, ilerici, yoksuldan yana-idiler. Şimdi bunların hepsini birbirine ve Aleviliğe "müsahip"mi kılalım? Sorunu felsefe bağlamında, sistematik bir içerikle irdelememiz gerekir. Her şeyden önce Alevilik İslam dini içinde yer alan bir koldur ve her dinsel akım gibi felsefi açıdan idealisttir. Varlık ve varoluşun özünü idealist akımlar bir düşünceye, bir "kelama", bir ideye, başka bir anlatımla Tanrıya bağlarlar. Marksizm ise maddecidir; varlık ve varoluş maddi temellere dayanmaktadır. Düşünce ve ide maddenin türevidir. Felsefede idealizm ve materyalizm temel çatışkıdır ve birbirleriyle uyuşmasının çok güç olduğunu taraflar iddia etmektedirler. Başka bir anlatımla bir materyaliste göre idealizm-materyalizm bağdaşımı olanaksızdır; bunu gerçekleştirmeye çalışanlar oportünist çabalar.içindedirler. Marx çok önemli bir düşünürdür. Felsefe, sosyoloji ve iktisata ilişkin konu ve sorunları bu denli geniş bir bakış açısl içinde, tarihsel verilere de dayanarak açıklayan böyle bir düşünür tüm insanlığın oniıru : dur. Marx adeta tüm Batı felsefesine anıtsal bir bütünlük getirmiştir.
Aristoteles'den başlayan realist düşünce çizgisi Marala duruğuna ulaşmıştır. Her düşünül" gibi onun da eleştiriye açık yanları vardır. Örneğin din olgusunun önemi üzerinde durmaması, dini "afyon" kabul etmesi Marx'ın yanılgılarının başında gelir. İleriye yönelik yaptığı açıklamalar da tahminden ibarettir; devletsiz toplum öngörüsü ise kanımızca ütopyadır. Dinin, ekonomiyle birlikte taşıdığı önemi saptayan Max Weber'dir. Kanımızca sosyolojide Weber ve Marx'ı birlikte alarak yapılacak analizler bizleri daha sağlıklı sonuçlara ulaştırır. Evet Marx dine şiddetle cephe almıştır ve tüm dinsel, idealist açıklama şemalarını da reddetmiştir. Ona göre idealizm bilim dışıdır, insanları karanlıklara götürür. Marx'a göre sosyo-ekönomik altyapı ilişkileri hukuk, ahlak ve din gibi üstyapı kurumlarını oluşturur. Bir toplumun ekonomik yapısı, o toplumu yönlendiren kural ve kanunları meydana getirir. Ekonomiyi' ellerinde tutan güçler, sosyal sınıf, yöneticiler kendi çıkarları doğrultusunda kurallar yaparlar. Sömürü düzenlerini sürdürebilmek için egemen'sınıflar kitleleri uyutucu dinsel normları da getirirler. Dinlerin oluşumunda ekonomik çatışmalar, sınıflar arası mücadele en önemli etmendir. Her din belli bir çıkar grubunun hegemonyasını sürdürür. Tarih sınıflar arası savaşın sonucunda yazılu. Egemen güçler karşısında, her zaman için tarih sahnesine yeni güçler gelir ve kendi çıkarları doğrultusunda mücadele verir; yeni bir din anlayışı onların mücadelesinde ideolojik yapı oluşturur ve iktidarı ele geçirirler. Önceleri devrimci olan yeni sınıf daha sonra tüm kurumlarıyla tutucu hale dönüşür. Burjuva sınıfının yazgısı da böyle olmuştur. Burjuvazi devrim öncesi ilerici va atılımcıydı. Büyük Burjuva Devrimlerinden'sonra tutucu ve sömürücü oldu, işçi sınıfını ezmeye başladı. Özetle din olgusu Marx'da ekonomik temellere, sınıf çatışmasının getirdiği öğelere bağlı olarak insanlık tarihine girmiştir. Dine dayalı evren açıklamaları hatalıdır. İnsan aklı, bilimsel verilere bağlı olarak, duyu organlarıyla algıladığı nesnellikte hakikati bulur. Doğa ve toplumun kendine özgü yasaları vardır. Bu yasalar nesneldir, kendisel olarak mevcuttur. Aklımızla onları algılar, anlar, insanlık lehine düzenleriz. Böylelikle doğa ve toplumun efendisi oluruz. Bu evrendeki insanın işl.evi doğa ve toplumun efendisi olma mücadelesidir. Bunun dışı ve ötesine insan aklının gitmesi olanaksızdır. İnsan aklı hiçbir zaman
maddi doğanın üstü ve dışına çıkamaz; fizik ötesini algılaması söz konusu değildir. Fizik ötesiyle ilgili yapılan her türlü düşünsel eylem "abesle iştigaldir", sonuç vermez. Metafizik, din v,e felsefe beyinleri kargaşa ve muğlaklığa götürmekten başka bir işe yaramaz. Kendisi bu nedenledir ki, Proudhon'a cevaben "Felsefenin Sefaleti" yapıtını yazmıştır. Marx'ın evrenin özünü madde olarak kabul etmesinden başlayan açıklamaları doğa ve toplum aşamasına gelene kadar tutarlı bir yol izlemiştir ve o hiçbir zaman sisteminin içine dinsel inançları sokmamıştır. Tamamına katılamamakla birlikte görkemli sistemini, naçizane saygıyla karşılamaktayız. Alevi inanç sistemi ise yukarıda çok kısa olarak özetlemeye çalış- • tığımız marksist materyalist sistemden çok farklıdır. Alevilik idealizm içinde yer alır. Hak-Muhammed-Ali müslüman Alevi yorumunun temel öğesidir. Alevi yeri göğü yaratan Allah'ın varlığına inanır ve inanç sahibi olmayanı kendinden kabul etmez. Alevinin Allah anlayışı sevgiye dayanır, korkuya değil., Alevilikte Tanrı-doğa içiçeliği anlayışı da yer aldığından "erenler" kendinden olmayan inançsızı da sever, saygı gösterir çünkü tüm evren Tanrı'nın görünümüdür. Karşıtlıklar olmasa hakikate ulaşılamaz. Alevilik müslümanlığın Anadolu yorumudur. Anadoludâki tüm dinsel inançlardaki örf ve adet, biçime ilişkin özellikler İslam özii . içinde erimiştir. İslam'ın kul hakkına saygı özü içinde erimiştir. İslam'ın kul hakkına saygı özü, ibadet biçimlerinin bir bölümü sünni resmi yorumdan farklı motiflerle Anadolu'da görünüm kazanmıştır. Devlet dini sünni yorum olunca, muhalefetin'y orumu Alevilik şeklinde gelmiştir. Muhalefet olgusu zaman zaman başkaldırmalara kadar gitmiştir; Alevilik bu nedenle, yani politik etmenlere bağlı olarak devrimci olmuştur. Devrimcilik içinde zaman zaman komütoner bir sistem de savunulmuştur. Örneğin "yarin dudağından başka" her yerde ortak mülkiyeti savunan Şeyh Bedrettin komünoter bir düzenden yanaydı. Şeyh Bedrettin'in kimi desteklediğini unutmayalım. O da bir Osmanlı Şehzadesini savunmuştu. Kaldı ki, bir tek Şeyh Bedrettin ortak mülkiyeti savundu diye tüm Aleviliği "ortak mülkiyetçi saymak" kadar hatalı tutum yoktur. Bu tutum öyle sonuçlar doğurur ki, "yarin dudağına ka-
dar" insanı götürür ve yüzyıllardır kötü niyetli insanların attığı çamurları temizleme çabaları boşa gider. Şeyh Bedrettin ortak mülkiyeti savunurken yerin-göğün sahibi Allah'tır. Kul ancak yararlanmak için, zilyet olarak toprağı işler. Marx ve Bedrettin ayrı gerekçelerle ortak mülkiyeti savunmuşlardır. Marx hümanisttir, Alevilik ve hümanisttir. Ama Batı burjuva felsefesi de hümanisttir. Batı felsefesi ayrıca doğal hukuk felsefesi denilen özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi bir felsefeye dayanmaktadır ki, bu anlayış Batı devletlerinin ideolojik yapı ve çatışıdır. Tüm Batı Anayasaları doğal hukukçudur. Şimdi Batı ideolojisiyle Alevilik arasında özdeşlik mi arayalım? Hümanizm, devrimcilik, ilericilik müslüman Alevi yorumun özellikleri içindedir. Sünni yorumdan farklı olarak Anadolu inanç ve kültürünün çok renkliliği, muhalefette olma olgusu Anadolu Aleviliğine olumlu öğeler getirmiştir. Bu tür olumlu öğeler başka dinlerin değişik yorumlarında, ideolojilerde, ekonomik, sosyal ve siyasal sistemlerde de bulunabilir. Din, felsefe, ideoloji ve politik sistemler arasında ortak ögeleıe her zaman için rastlanmıştır. Ama bunları b.iribirine "müsahip" kılma anlayışı herhalde sadece ülkemize özgii olsa gerek. Herkesi oportünist diye suçlayanlar galiba en ağdalı bir oportünizm içine girdiler. Cem Dergisi - Temmuz 1993
SİVAS OLAYLARI VE "AKL-I SELİM" Tüm insanlarımız sanki "akl-ı selimi" yitirmişler. Hepimiz tütl larin, kaprislerin, çıkarların, önyargıların tutsağı olmuşuz. Kimse : ğukkanlılıkla, nesnel bir bakış açısı içinde olayları ele almamakta; .! ğerlendirme ve yargılamada herkes akıl yerine duygusallığı ve kapı yeğelemektedir. Para, güç, yönetme hırsı tüm gözleri kör, tüm kuk lan sağır etmiş... Kimse nesnel-doğruların peşinde değil.. "Âkl7ı : lim" hepimize yabancı... Çılgın, vahşi, yobaz, gerçek İslamla ilgisi olmayan bir güruh N dımak'ı kundaklıyor. Barbar, vadal, cahil, hayvan demeye bile dilin varamadığı mahluklar Madımak'ı basıyor, kundaklıyor, yakıyor, yi yor. Oysa Tanrı ve onun elçisi "dinde zorlamanın olmayacağım" tk, yürüyorlar. Dostluk, barış hoşgörü dini İslam asla ve asla vahşette yâna olamaz. Bu adamlar sağduyudan uzak, kendi öz inançlarım bil meyen zavallılar, caniler ve alçaklardır. Onlarda "akl-ı selim" olamaz Vahşet Madımak'ııı önünde kıpır kıpır; patladı patlayacak. Asker ler orada müdahale etmeyi bekliyorlar. Ne olduğu bilinmiyor, birdeı bire asker geri çekiliyor. "Akl-ı selim" yok oluyor. Kim emir veriyor' Nerede o emri veren-şahıs? Sorulmuyor mu ona "neden böyle bir emiı verdin?". Yöneticiler Ankara'da olayları öğrenmişler. Hiçbir şey yapmıyorlar. En büyük yönetici '"Ben askerle halkı karşı karşıya getirmem" diyor. Güruh Madımak'taki halkı ezdi ezecek, yaktı yakacak. Asker araya girse, bir iki kez havaya ateş etse güruh dağılacak, nitekim ertesi gün karanfil koyma gösterisi yapanlar karşısında havaya ateş edilince halk dağılmış. Neredesin ey "akl-ı selim?" İkinci büyük yönetici milletvekillerinin önünde, ekranda halkının karşısında Van'la Sivas'ı karıştırıyor. İnanamıyorsunuz dediklerine. Acaba kendileri burada mı yaşıyorlar? "Akl-ı selim" güle güle... Geç-
dar" insanı götürür ve yüzyıllardır kötü niyetli insanların attığı çamurları temizleme çabaları boşa gider. Şeyh Bedrettin ortak mülkiyeti savunurken yerin-göğün sahibi Allah'tır. Kul ancak yararlanmak için, zilyet olarak toprağı işler. Marx ve Bedrettin ayrı gerekçelerle ortak mülkiyeti savunmuşlardır. Marx hümanisttir, Alevilik ve hümanisttir. Ama Batı burjuva felsefesi de hümanisttir. Batı felsefesi ayrıca doğal hukuk felsefesi denilen özgürlükçü, eşitlikçi, adaletçi bir felsefeye dayanmaktadır ki, bu anlayış Batı devletlerinin ideolojik yapı ve çatışıdır. Tüm Batı Anayasaları doğal hukukçudur. Şimdi Batı ideolojisiyle Alevilik arasında özdeşlik mi arayalım? Hümanizm, devrimcilik, ilericilik müslüman Alevi yorumun özellikleri içindedir. Sünni yorumdan farklı olarak Anadolu inanç ve kültürünün çok renkliliği, muhalefette olma olgusu Anadolu Aleviliğine olumlu öğeler getirmiştir. Bu tür olumlu öğeler başka dinlerin değişik yorumlarında, ideolojilerde, ekonomik, sosyal ve siyasal sistemlerde de bulunabilir. Din, felsefe, ideoloji ve politik sistemler arasında ortak ögeleıe her zaman için rastlanmıştır. Ama bunları b.iribirine "müsahip" kılma anlayışı herhalde sadece ülkemize özgü olsa gerek. Herkesi oportünist diye suçlayanlar galiba en ağdalı bir oportünizm içine girdiler. Cem Dergisi - Temmuz 1993
SİVAS OLAYLARI VE "AKL-I SELİM" Tüm insanlarımız sanki "akl-ı selimi" yitirmişler. Hepimiz tütkularin, kaprislerin, çıkarların, önyargıların tutsağı olmuşuz. Kimse soğukkanlılıkla, nesnel bir bakış açısı içinde olayları ele almamakta; , değerlendirme ve yargılamada herkes akıl yerine duygusallığı ve kaprisi yeğelemektedir. Para, güç, yönetme hırsı tüm gözleri kör, tüm kulakları sağır etmiş... Kimse nesnel- doğruların peşinde değil.. "Akl-ı selim" hepimize yabancı... . Çılgın, vahşi, yobaz, gerçek İslamla ilgisi olmayan bir güruh Madlmak'ı kundaklıyor. Barbar, vadal, cahil, hayvan demeye bile dilimiz varamadığı mahluklar Madımak'! basıyor, kundaklıyor, yakıyor, yıkıyor. Oysa Tann ve onun elçisi "dinde zorlamanın olmayacağını" buyuruyorlar. Dostluk, barış hoşgörü dini İslam asla ve asla\ vahşetten yâna olamaz. Bu adamlar sağduyudan uzak, kendi öz inançlarını bilmeyen zavallılar, caniler ve alçaklardır. Onlarda "akl-ı selim" olamaz. Vahşet Madımak'ın önünde kıpır kıpır; patladı patlayacak. Askerler orada müdahale etmeyi bekliyorlar. Ne olduğu bilinmiyor, birden bire asker geri çekiliyor. "Akl-ı selim" yok oluyor. Kim emir veriyor? Nerede o emri veren-şahıs? Sorulmuyor mu ona "neden böyle bir emir verdin?". Yöneticiler Ankara'da olayları öğrenmişler. Hiçbir şey yapmıyorlar. En büyük yönetici '"Ben askerle halkı karşı karşıya getirmem" diyor. Güruh Madımak'taki halkı ezdi ezecek, yaktı yakacak. Asker araya girse, bir iki kez havaya ateş etse güruh dağılacak, nitekim ertesi gün karanfil koyma gösterisi yapanlar karşısında havaya ateş edilince halk dağılmış. Neredesin ey "akl-ı selim?" İkinci büyük yönetici milletvekillerinin önünde, ekranda halkının karşısında Van'la Sivas'ı karıştırıyor; İnanamıyorsunuz dediklerine. Acaba kendileri burada mı yaşıyorlar? "Akl-ı selim" güle güle... Geç-
miş olsun sana... Allah selamet versin. Aydın, ilerici kesimin bel bağladığı yönetici gelişmeler karşısında hiçbir şey yapamıyor. Eli'kolu bağlı sanki... Eğer öğleyse yazık ülkemize. Babası İkinci Adam, Tek Adam Anıt Kabir'de, yattıkları yerde kimbilir ne haldeler? "Akl-ı selim" de onlarda birlikte toprağa gömülmüş. Belediye Başkanı emir aldığını söyler, İçişleri -Bakanı "ben böyle bir emir vermedim" der. Vali inandırıcı sözler söylemez. Emniyet güçleri yetersiz kalır. Kim doğru söylüyor? Hakikat nerede? "Akl-ı selim" sen hakikatin, doğrunun kaynağısın, Ne diyorsun? Diyeceğin hiçbir şey yok, o Iıalde yoksun. Nerelere götürülüyor bu ülke "akl-ı selim?" Tahrik, vs. laflan tabii ki, komik... Gelişmiş ülkelerde herkes dilediğini dilediği şekilde söyler. Bundan da vahşete bahane oluşturulmaz. Dinsizi de imansızı da, dindarı da, tutucusu da dilediği gibi konuşur. Batı devletlerinin varlık nedenleri arasında düşünce ve inanç özgürlüğü başta gelen etmenlerden (faktörlerden) biridir. Rasyonalizmin, yani "akl-ı selim "in doğal görünümüdür özgürlük... Ancak oralarda inanç temeline dayalı bir dernek tutup inançsız bir kişiyi, hatta inançsızlıktan öte inanmayı horlayan bir insanı gel "bizim inancımızı eleştir, hatta aşağıla" diye davet etmez. "Akl-ı selim" ne diyorsun? Pir Sultan'ım bu bir sırdır Sırrı saklayan erdir Ay da sırdır gün de sırdır Allah bir Muhammed Ali
(....) Bu dünyanın evvelini sorarsan Allah bir Muhammed Ali'dir Ali Şen biı yolun sahibini ararsan Allah bir Muhammed Ali'dir Ali
(
Her dörtlüğünde Allah'ı, Muhammed'i, Ali'yi söyleyen, "inkar, edene karşı canları bir olmaya çağırıp onlara kılıç çalmayı" öneren Pir Sultan Abdalı yüceltmek isteyen Ali'nin izinden gidenler. Müslümanlığın bir yorumu olan Aleviliği benimseyenler nasıl oluyor da inanmayan birini, üstelik inanmamasıyla da ün yapmış bir yazarı, hangi nedenle oraya davet ediyor? "Akl-ı selim" lütfen bir açıklama getir. Sadece o değil ki konuşmacıların önemli bir kısmı inançsız. Sen ki. gerçekten XX. yüzyıl Türkiye'sinin en büyük yazarlarından birisin. İnançsız olabilirsin; "akl-ı selim" saygıyı gerektiriyor. İnançsızlığını felsefi maddeci temellere de dayandırabilirsin. Sen değil koca Marx da böyle yapmış. Ama Marx hiçbir zaman kiliseye gidip inançsızlık pıopogandası yapmamış. Veya ilahi sözleri yâzan bir kilise babası ozanın kutlanması törenlerine katılmamıştır. Tutarlı olmak aklın gereği değil mi yoksa ey "akl-ı selim?" "Akl-ı selim" anlaşılan sen buraları terkettin. Sadece buraları değil Bosna-Hersek'i de, Azerbaycanı da bırakıp gidiyorsun. Din ve mezhep savaşları Batı'da yüzyıllar önce sona erdi. Bugün 200 kadar Hristiyan mezhep ve alt mezhep ABD'de varlığını sürdürüyor. Bunlar çok da güçlü baskı gruplarıdır. Avrupa kökenli bu mezhepler XVII. yüzyıla kadar kavga etmişler. Biz de XVI. ve XVII. yüzyıllarda dinsel kavgalar yaptık. Onlar düşünce ve din sürdüşmelerini tarihe gömdü. Bizde ise" daha sürdürülüyor. Onlar sadece Hristiyanlık içinde diyalog kurmuş değiller. Vatikan;da "Pontificium Consiliumpro Diologo Inter Religiones - Dinler Arası Papalık Diyalog Konsili" vardır. Bu kuruluş diğer dinlerle diyalog ortamı hazırlar. Her yıl ülkemize de oradan papaz hocalar gelip İlahiyat Fakültelerinde Hristiyan Teolojisini anlatırlar. Dinler arası seminerler, toplantılar düzenlenir. Evrensel barış için bu gerekmiyor mu bu ülkede de "akl-ı selim?" "Akl-ı selim çık artık ortalara, bu ülkede de bir Descartes yetiştir, Aristoteles'i canlandır, İbni Rüşt'ü uyandır, gel aramıza. Git Kontr-gerillayı, gladioyu, bölücü çeteleri, yobazları, aymazlık içinde olan herkesi yanına çağır. Söyle onlara bölünürse bu topraklar hiçbirimize yararı olmaz. De ki onlara Misak-ı Milli sınırlan içinde tüm sorunlarımızı eşit ve özgür bir ortamda birlikte ç.özümleyelim. İnsan sevgiyle yoğrulur, ne diyorsun ey "akl-ı selim"... Cem Dergisi - Ağustos 1993 i
•
YASAK HAYVAN Bu yazımızda Anadolu Aleviliği'ndeki bir yasaklamanın tarihsel kökeninden hareketle, bu kültürün dayanaklarından biri olan "Anadoluluk olgusunu" perçinlemeye çalışacağız. Bilindiği gibi Anadolu Alevileri tavşan yememektedir. Bu yasaklama nereden geliyor? Şimdiye dek "Cem Dergisi'nde" yayımlanan tüm yazılanınızda örf ve adet, kültür miraslarının din yorumlarındaki etkisini vurgulamaya çalıştık. Dinlerin yüzlerce okul ve tarikatlara bölünmesinin kökeninde politik, sosyal, kültürel etmenlerle önceki dinin inanç biçimlerinin kalıntılan büyük önem taşımaktadır. Anadolu Aleviliği için de aynı olgular biçimde ve yorumda etkili olmuştur. . Değerli ve ciddi bir araştırmacı olan Je'an-Paul ROUX, "Les Traditions des Nomades de la Turquie Meridionale, Paris 1970 - Güneydeki Göçebe Türklerde Örf ve'Adetler" adlı yapıtında "tavşan yememek" olgusunu da incelemiş ve bunun Anadolu kökenli bir dinsel geleneğe bağlı öyküsünü dile getirmiştir. Jean-Paul Roux'nun. incelemesinden hareketle bu yazımızı kaleme almış,bulunuyoruz. Bilindiği gibi sünni müslümanlar arasında tavşanın yenmemesi söz konuşu değildir. Hatta bazı Sünniler için tavşan ayağı uğur getirmektedir.
Tavşan İranlı Şiiler, Ermeniler, Kırım Tatarlan, Slavlar, Bektaşi Arnavutlar tarafından da yenilmemekte, tiksinti duyulmaktadır. Başka bir anlatımla tavşan yasağı Anadolu ve çevresinde söz konusudur. Orta Asya'da ise tavşana neredeyse özel bir önem verilmiştir. Erkeklere tavşan yedirilirek güçlenecekleri inancı Göktürk'lere egemendi. Vezir Tonyukuk, "tavşan ve geyik yiyerek hükümranlığımızı sürdürüyoruz" demektedir. Tavşanın cinsel gücü arttırdığı da iddia edilmekteydi. Ön Asya, Anadolu Antik çok tanrılı dinlerde tavşana mistik, gizemli bir nitelik atfedilmiştir. Sekse dayalı gizemli ayinler önce-.
sinde tavşan yenilmekteydi. Anadolu pagan inançlara göre tavşan Eros'la Afıodit'i biraraya getiren hayvandır. Aşk, seks ve güzellik tav-, şanın "aracılığıyla" biraraya gelmekte, birleşmektedir. Tavşan etinin' kadının ten ve bedenine parlaklık ve güzellik verdiğine inanılmaktaydı. Hristiyanlık Anadolu'ya gelince bu tür bir pagan inancın yıkılması zorunluydu. Kilise VII. yüzyılda tavşan yenilmesini yasaklar. Cinselliği "ilk günaha" dayandıran kilise Babaları böyle buyurmuştur. O halde Anadolu Alevileri'nin tavşan yememesi, kaynağını Anadolu kökenli bir yasaklamadan almış olmaz mı? Paien, çok tanrılı dinin gizemli, tanrısal görevle yükümlü bir hayvanının semavi bir din tarafından lanetlenmesi dinsel psikoloji ve din sosyolojisi bağlamında sık rastlanan bir olaydır. Anadolu inanç yapısında bu yasaklamaya değişik gerekçeler getirilmiştir. Bir anlatıma göre Yezid'in ruhu bir tavşanın bedenine girmiştir. Anavut Bektaşilere göre tavşan et değil, kandır. En yaygın anlatım tavşanın adet gören hayvan olmasıdır. Eski İran'da tavşanın adı dahi, adet görmesi nedeniyle ağza alınmazdı. Oysa tiim memeliler adet görmektedir ve tavşan da sırf kan değildir. Reenkarnasyona (insanın bu dünyaya bir kaç keç gelmesi) inananlara göre kötü ruhlu insanlar öldükten sonra tavşan bedenine girerek yeniden dünyaya gelirler. Politeist (çok tanrılı) dinler tavşanı kutsamakta iken, semavi dinlerin bazı yorumları1 tepki olarak mekruh ve lanetli kabul etmektedirler. Hassas bir konuya değinmiş olmamız bazı okuyucularımızda belli bir "hassasiyet" doğurmuş olabilir. Ancak her zaman için bilim ve akıldan yana olmamız gerekir. İlerici ve çağdaş olmanın koşullarının başında inançları dahi objektif açıdan irdelemeye tabi tutmak gelir. Cem Dergisi - Eylül 1993
HALLACI MANSUR
VE ANADOLU ALEVİLİĞİ Hallac-ı Mansur üzerine yaptığımız çalışmayı yaz aylarında bitirme olanağı bulduk. Louis Massignon'ın "La Passsion de Hallaj-Halac'ın Tutkıısu-Çilesi" adlı tüm yaşamını adadığı ünlü yapıtı araştırmamızın temel kaynağıydı. Massignon'un 4 ciltlik, 2000 sayfayı bulan kitabı bir an önce Türkçiye çevrilmelidir. Biz bir derleme yaptık ve "Anadolu Aleviliği'nin Felsefi Kökenleri-HALLAC-I MANSUR" başlığı altında Ant Yayınları Koleksiyonu içinde yayınlamaya karar verdik. Bu derleme sayesinde Aleviliğin felsefi kökenlerine inme mutluluğuna eriştik. Sadece felsefe değil diııbilimi; dönemin sosyolojik yapısı; Türk-Kürt-Arap siyasal ilişkileri; İslam'ın yayılma evresinde mazdeist, manikheen, Hristiyan öğelerin yeni dini etkileşim boyutları ilginç görünümler sunmaktaydı. Ne tür yanlış ve yalan tarih anlayışıyla kitlelerin koşullandırıldığını bu tiir çalışmalara girdikten sonra anlayabiliyorsunuz. "Anadolu Aleviliği'nin Felsefi Kökenleri-HALLAC-1 MANSUR" başlıklı denememizde Hallac'ın yaşamı, .yapıtları, kavgaları, mahkemesi ve idamı, Türkler açısından taşıdığı önemi, seyahatleri, "Enel Hakk'ın" ne anlama geldiği gibi konulara yer vermiş bulunuyoruz - Hallaç !ın din ve Tanrı anlayışı tamamiyle Anadolu Alevileri'nin kini yansıtmaktadır. Sufi kökenli bu anlayış Allah'ı bir öz, cevher olarak kabul eder. Bu ilahi güç fışkırarak kendini ortaya koyar, sıfatlarını sergiler. Bir monizm, teklik söz konusudur. Yer ve gök. tüm evren Tanrının görünüm vasatıdır. Ancak yaşanan bu evren sadece madde değildir, akıl ve sevgi doludur. Oysa sünni anlayışta yaratan-yaratılan ikilemi vardır. Tanrının niteliği (teodise) bağlamındaki bu ayırım klasiktir, bilinmektedir.
İşin ilginç yanı bir sünni olarak Hallac'ın bu monizmi (tekçi) savunmuş olmasıdır. Hallac'ın monist Tanrı anlayışında Antik Anadolu Felsefesi'nin izlerini görmek olanaklıdır. Kendisinin Antik Yunan ve Anadolu Felsefesini incelediği bilinmektedir. Aneksimenes, Thales, Aneksimandros gibi Anadolu düşünürleri panteist Tanrı anlayışını gündeme getirmekle monizmin öncülüğünü yapmışlardır. Panteist-monist Tekçi Tanrı-Doğa içiçeliği felsefe sadece Ehli Sünnet'e değil, Ehli Beyt'çi Şia'ya da yabancı gelmiştir. Onlar da Tanrı-doğa içiçeliğini zındıklıkla suçlamışlardır. Hallac'ın idamında zaten şii din adamları baş rolü oynamıştır. - Hallaç sünnidir ama Ehli Beyt'e sonsuz saygısı vardır. Bilindiği gibi Kur'an'da XII. İmam olarak Mehdi'nin geleceğine yer verilmemiştir. Oysa" Hz. İsa'nın geri geleceği açıkça belirtilmiştir. Hallaç Melıdüyle İsa'yı özdeşleştirerek önemli bir çelişkiyi bağdaştırmıştır. Şii din adamlarının aşırıları olan İmamiyecilerin Hallac'a yüklen. meşinin nedeni "Enel Hakk" diyerek kendisini kutsal boyuta getirmesidir. Oysa Ehli Beyt dışında kutsal insan olamaz. - Hallaç sünni gelenek içinde olmasına rağmen esaslı bir biçimde sünni dinbiliminden uzaklaşmıştır. Her şeyden önce monist Tann anlayışı Ehli Sünnet'e ters düşmektedir. Öte yandan Tanrı'ya sevgi, aşk ile ulaşmak da klasik İslam'la pek bağdaşmamaktadır. Sufi kökenli aşk daha ziyade sevgi, dini diye adlandırılan Hristiyanlığa yakındır. İslam akıl ve kural dinidir. Dünyadan el ve eteğini çekip çile, eza ve cefa ile Allah aşkı peşinde koşan Hristiyan mistikleri Hz. İsa'nın yolunu izlediklerini iddia etmektedirler. Hz! İsa da insan sevgisi için eza ve cefa çekmiştir. Hristiyan azizlerle, sufiler arasında büyük paralellikler mevcuttur. Sufilerin Hristiyan azizlerden etkilendiği söylenmektedir, . İslam düşüncesinde Platon'cu yorumlarda sevgi ön plana geçmiştir. Mutezili yorum akılla Allah'a ulaşmayı yeğleyerek Aristo'nun yolunu seçmiştir. Ehli sünnet akıl ağırlıklı bir yolda Platonla, bağdaşım kurmuştur. Akılcılara göre sevgi sübjektiftir, görecelidir, muğlaktır, keyfidir. Oysa akıl objektiftir, genel geçerliliği içerir. Hallac'ın idamında etkili olan bir grup da mutezili alimlerdir. Şia da akılı yeğler, oysa Anadolu Alevileri akıl-sevgi sentezinden
yarladırlar. - Hallaç çarnıığa gerilerek öldürülmüştür. 1000 kırbaç darbesiyle dövülmüş, daha sonra elleri ve ayaklan kesilmiştir. Ondan sonra da çarmığa gerilmiştir. Çarmıktan indirildikten sonra, bağlı olduğu "haç"la birlikte yakılmış ve külleri Dicle nehrine atılmıştır (Miladi 922, Hicri 309). . Ölümünden çok önce Hz. İsa gibi öleceğini söylediği rivayet olunmaktadır. Bektaşiliğe girişte "Dare Mansur" denilen bir törenin olduğu söylenir. Bu törende adayın boynuna bir kement geçirilerek allegorik olarak Mansur'un yoluna girdiği belirtilir. Hallac'ın yolu zordur, idama götürür. Yukarıda belirttiğimiz gibi aslında Hallaç asılmamıştır çarmığa gerilmiştir. Çarmığa gerilme, "'haç"a mıhlanma Hz. İsa, dolayısıyla Hristiyanlıkta çağrışım yapacağından müslümanlar Hallac'ın idamını asılma olarak yorumlamışlar ve minyatürlerin çoğuna da böyle geçmiştir. ' İdam şekli nasıl olursa olsun, Hallac'ın ölümü Alevi-Bektaşi töreleri doğrudan etkilemiştir. - Hallaç Anadolu Alevileri'nin ibadet anlayışını da doğrudan etkilemiştir. Hallaç İslam'ın 5 koşulunü kabul etmiştir, ancak hepsinde batini (içsel) bir anlam aramıştır. İçsel anlamın bilincine varanlar açısından biçim Hallac'a göıe ikinci planda kalmaktadır. Hacca' gitmek farzdır, ancak bu ziyaretin amacı Allah katına yaklaşabilmek için yüreğin saflaştırılması, berraklaştırılmasıdır. Kendisi de birkaç kez Hacca gitmiştir. Bir keresinde iki yıl Kabe'nin yanında yaşamıştır. Bununla birlikte o evde uygun bir yerde köşeye çekilerek Allah aşkına dualar okumak, yüreğe temiz duyguları sokmak, kötülüklerden arınmakla manevi Haccın gerçekleştirilebilineceğini söylemektedir. Abdest almada, ibadet etmede en önemli öge niyet etmektir. Dünyanın çıkar ilişkilerinden arınılabilinmesiııin, Allah yoluna gitmeye karar verilmesinin ifadesidir niyette bulunmak. Niyet eden kişi "Cennet'e Köşk" hülyaları dışında, saf Allah sevgisiyle ibadetle koyulur. Niyet etmek ibadetin ön koşuludur.
Abdestte sadece bedeninin değil ruhunda temizlenmesi söz konusudur. Örneğin buruna su çekmek kibir ve azameti atmak anlamına gelir. İbadette rüku Allah ve İnsanlık karşısında boyun eğmeyi, alçak gönüllülüğü belirtir. . İnsanın bu dünyadaki temel işlevi nefsine'egemen olmak, zor durumda kalanlara yardım elini uzatmaktır. Bu nedenledir ki, oruç tutmak, zekat vermek farzdır. Hallac'ın çoğu kez oruçlu olduğunu herkes söylemektedir. Görülüyor ki, Hallaç ibadette öze inmiştir. Biçim onun nezdinde öze götüren bir araçtır. Gerçek Sünni ve gerçek Alevilerin, tümüyle gerçekten inananlara! başka türlü bir anlayış içinde olmaları düşünülemez. t Hallaçla Türkler arasında çok güçlü bir iletişim ağı oluşmuştur. Hallac'ın köken itibariyle Türklükle ahlakası yoktur. Büyük babası Muhamma mazdeist bir İranlıdır. Babası ve annesi müslümandır. Kendisi o dönemlerde Orta Doğu'ya yoğun biçimde gelen Türkleri yakından tanımıştır. Arap ülkelerine gelen Türkler önemli mevkiler elde etmekteydiler. Hallac'ın yaşamında uzun bir dönem Türkleri müşlümanlaştıma faaliyetiyle geçmiştir. HallaC Maveranunehir'e gitmiş ve buradaki kentleri gezerek vaazlar vermiştir. Bu bölgede yaşayan ahalinin çoğu Orta Asya'dan gelen türklerdi. Türklerin bir bölümü henüz müslüman olmamış mazdeist, manikheen, Budist ve Hristiyan gelenekleri sürdürmekteydi. X. yüzyılda kitleler halinde müslümanlığa geçen Türkler, Göktanrı-Yertann kültlerini çoktan terketmişlerdi. Orta Asyacı tarihçiler her nedense bu hakikati yazmamaktadır. VII. ve VIII. yüzyıldan itibaren Türkler manikheizm, ağırlıkta olmak üzere Mazdeizm, Budizm ve Hristiyanfığı kabul etmeye başlamışlardı. Örneğin Uygur Türkleri 762 tarihinden itibaren XIII. yüzyıla kadar manikheen kalmışlardır. Alp Kutluy Külüg Bilge. (759-780) Iraklı manikheen misyonerlerin etkisiyle Mani dillini yeğlemiş ve kendine "Mani'nin Ruhu" adı verilmiştir (Manikheizmle ilgili olarak Cem dergisi'nde daha önce çıkan makalelerimize bakılabilir.) Hallaç henüz müslüman olmamış mazdeist, manikheen Türk top-
Iuluklarına lıitabetmiştir. Bunlar İslamı manikheen ve mazdeist gelenek ve töreler içinde algılamıştırlar. Horasan erenlerinin ataları Hallac'ı manikheenken anlayış içinde tanımışlardır. Bu nedenle, Anadoluya gelen Horasan Erenleri şaman olmaktan ziyade manikheen öğeleri Önasya'ya taşımıştır. Hallac'tan doğrudan etkilenen ilk Türk ozanı Ahmet Yesevi'dir. Yesevi'niıı Hikemleri tamamiyle Hallac'ın etkisinde yazılmıştır. Hallac'ın tüm görüşlerini, "Enel Hak" anlayışını benimseyen Ahmet Ye-, sevi, onun cellatları olan katı mollaları eleştirmiştir. Yesevi düşüncesinin Anadolu'ya gelişi ve halkı etkileyişini; ondan Baba İshak, Baba İlyas ve Hacı Bektaş Veli'ye geçişin öyküsü bilinmektedir. Sonuç olarak görülüyor ki, Anadolu Aleviliği nefesini ve temelini Hallac-ı Mansur'dan almıştır. Bu temelde biçimi ikinci plana atmak ve öze iniş, sevgi belirgin özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Öte yandan Anadolu Aleviliği'nde şaman değil manikheen öğeler ağır basmaktadır. Cem dergisi'nde çıkan diğer makalelerimizde de bu hususu vurgulamaya çalıştık. Bir başka husus da Anadolu Aleviliği üzerinde Şii etkilerin sonradan, bellki de Şalı İsmail'le birlikte ortaya çıkmış olmasıdır. Kaldı ki, bugünün Şia mollaları için Şah İsmail Hatayi hiçbir anlam taşımamaktadır. Bu etkide ortak payda Ehli Beyt sevgisidir. Ehli Beyt sevgisi tüm müslüman yorumlar için söz. konusudur, ancak bazılarında ağırlıklıdır. Ağırlıklı Ehli Beyt sevgisi İsmailiye tarikatı ve Dürzilerde de görülür. Bu "tür bir benzerlikten dolayı Anadolu Aleviliğini, İsmailiyeyi, Dürziliği aynı kefeye koyamayız. Anadolu Aleviliği özde onlardan farklıdır. Hallac-ı Mansur'un yoludur, sevgi doludur. (*) Bizi bu çalışmaya yönelten ve Massiğnon Külliyatını bize sağlayan Ant Yayınlarına teşekkür ederiz. Cem Dergisi - Ekim 1993
1. DİN ŞURASI 1-5 Kasım 1993 tarihlerinde Ankara'da yapılan 1. Din Şurasına biz de konuşmacı-davetli sıfatıyla katıldık. Her şeyden önce böyle bir toplantının gerçekleştirilmesinin Cumhuriyet tarihi açısından büyük bir önem taşıdığını vurgulamak isteriz. Din sosyolojik boyutta çok önemli bir olguyken 70 yıllık "laik" sistem içinde sorunları gündeme getiren bu tür ciddi bir toplantı yapılmamıştı. Demokrasimiz laiktir, ancak "din olgusu" Diyanet İşleri Başkanlığına yani Devlete bağlanmıştır. Cemaatler sistemi içinde olsaydık, her cemaat veya dinsel grubun kendi içinde bu tür toplantılar düzenlenmesi söz konusu olabilirdi. Nitekim ABD ve diğer gerçek laik hukuk sistemi içinde yer alan rejimlerde gerek kendi sorunlarım dile getiren, gerekse diğer din ve mezheplerle diyalog bağlamında ulusal ve uluslararası ciddi toplantılar sık sık gündeme getirilmektedir. Bizim sistemimizde bu görev Diyanet İşleri Başkanlığına düşmektedir; 70 yıllık gecikmeden sonra da olsa Şura'nın toplanması, din ve bilim adamlarının biraraya getirilmesi taktire şayan bir çalışmadır. Toplantıda eksiklikler yok mu? Kuşkusuz eleştirilecek yanlar mevcut... Her şeyden önce Alevilerin Şurada yeterince ve gereğince temsil edilmediği kanısını taşımaktayız. Toplantıya Alevi-Bektaşi geleneğine bağlı olarak sayın Doç. Dr. Fuat Bozkurt ve sayın Doç. Dr. Bedri Noyan davet edilmişler. Sayın Noyan, eşinin rahatsızlığı nedeniyle katılamamıştır. Sayın.Bozkurt ise sadece dinleyici-davetli sıfatıyla katıldığı toplantıya ani çıkan bir mazereti nedeniyle ilk gün terk etti. Alevilerle ilgili görüşler zaman zaman gündeme getirildi. Özellik' le sayın Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolây, sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ve sayın Rüştü Şardağ olumlu yaklaşımlarıyla konuya değindiler. Sayın Abdülkadir Sezgin'in tebliğinin başlığı ise "Anadolu Aleviliği'nin Meseleleri İle İlgili Günümüzde Sunulabilecek Din Hizmet. leri" başlığını taşımaktadır. Demek ki, doğrudan alevilikle ilgili tek
tebliğ sayın Sezgin'e aittir. 50 civarında sunulan tebliğlerden sadece bir tanesinin alevilikle ilgili olması, Aleviliğin Şûrâ'da gereğince temsil edilmemesinden açık kanıtıdır. Türkiye'de 20 milyon civarında aler vinin yaşadığı iddiaları mecutken, sadece 1 tebliğin mevcudiyeti düşündürücüdür. Bendenizin tebliği "Toplumun Dinsel Yönden Aydınlatılmasında Felsefenin Rolü" başlığını taşımaktadır. Konuşmamızda 2 sayfa Anadolu Aleviliğine değinmiş bulunmaktayız. Bu bölümü aşağıda vermekteyiz. Toplantıda bir başka eksiklik de kadın koııuşmacı-davetlinin üç kişi olmasıdır. Değerli ve aydın bilgin Prof. Dr. Beyza Bilgin, bir kadiri olarak İslam Dini içinde kadınlar açısından "içtihat kapısının" aralanmasını öngörmektedir. Özeleştiriyle toplumlar, cemaatler, uluslar, bireyler esenliğe ulaşırlar. Belirtelim ki, gerek kadın ve gerek alevilerin temsil edilememesinin nedenleri içinde bu konularda yeterince bizzat kadınlar ve aleviler cephesinde evrensel boyutta araştırmaların olmamasıdır. Bu nedenle sık sık tekrarladığımız gibi bir kez daha "Alevi Araştırmalar Merkezi veya Enstitüsü" kurulması düşüncesi kısa zamanda gündeme getirilmelidir. Sünni iş adamları inançları uğruna milyarları harcamaktan mutluluk duyarken, Alevi iş adamları mâalesef dâvaları uğruna gereğini yapmamaktadırlar. Enstitünün kurulmasının onuru onlara ait olmalıdır. 1 " , • I. Din Şurası üç komisyon halinde çalıştı. Bu komisyonlar "Din Konularında Toplumu Aydınlatma Komisyonu"; "Din Hizmetlerini Geliştirme Komisyonu"; "Dini Yayınlar Komisyonu" şeklinde ayrı ayrı salonlarda çalıştılar. Bendeniz i. Komisyonun üyesiydim. Bu nedenlediğer salonlarda yapılan konuşmaları izleyemedim. Genelde, bir anlamda Şura "tutucu kanatla", "ilerici kanat"ın çekişmesi biçiminde cereyan etti. Bir yandan diğer din ve mezheplerle diyaloga açık, onların inanç ve kültür yapılarına saygılı öğretim üyesi ağırlıklı din adamları, öte yandan katı, ödünsüz, biçime daha fazla önem veren dinci grup arasındaki açık ve örtülü çekişme Şura'nın ana görünümünü sergilemekteydi. Diğer müslüman ülkelerden gelen delegelerin çoğu zihniyet olarak tutucu kesimin yanında yer almıştı. Öyle ki, dinde içtihat kapısının açılması, Kuı'an'da sosyolojik ve amaca
bağlı (teleolojik) yorumunun muamelata ilişkin hükümlerde gündeme getirilmesini savunduğumuz konuşma esnasında başta Suudi delegeler olmak üzere, çoğu Arap kökenli delege salonu terkettiler. Onların protestosuna sözlü olarak tutucu Türk kesim de katıldı. Değerli ve aydın bilim adamları hocalarımızdan maddi ve manevi desteği almasaydık her halde bir hayli zor anlar geçirebilirdik. Evrensel boyutta kendilerini tanıtan sayın Prof. Dr. Hüseyin Atay, sayın Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, sayın Prof. Dr. Neşet Çağatay, sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın (Selçuk Üniversitesi), Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu gibi hocalarımızla ve önemli' miktarda bilim adamı,, din adamı ve değişik kuruluşların temsilcileri "içtihat kapısının açılması" ve "diğer din ve mezheplerle diyalog" bağlamında destekleyici sözler ettiler. •; Din Şurasının olumlu yanlarının başında aydın din-bilim adamlarının artık Türkiye'nin gündeminde yer aldığını ortaya koyması gelmektedir. Konuşaları genel olarak ele aldığımızda, bir çok din ve bilim adamı cami vaizlerinin büyük bir çoğunluğunun yetersiz; ve bilgisiz olduğunu belirtiler. Bunların söz ve davranışlarının olumsuz sonuçlar doğurduğu ve zaman zaman kışkırtmalara yol açtığı vurgulandı. Küçük camilerde yapılan konuşmaların hoparlörle verilmesinin gürültüye yol açtığı, böylelikle tepki doğurduğu hususu da gündeme getirildi. Sayın Ahmet Kabaklı bu tür sakıncaların giderilmesi için, "derin olmayan" vaiz ve imamların dinsel motifli şiirler ezberleyerek cemaate aktarmalarının yeterli olacağını, daha ileriye gitmemelerinin gerektiğini belirtti. Aydınlatmada bilgili olmak hususu ve tüm kültürleri tanımanın önemine sayın Prof. Dr. Mehmet Aydın (9 Eylül Üniversitesi-İzmir) değindi. ' Şura sonunda bir bildiri yayınlanarak sonuçlar bizzat Diyanet işleri Başkanı sayın Mehmet Nuri Yılmaz tarafından açıklandı. Değişik konularda 37 maddeden oluşan bildiride bizim açımızdan en önemli madde kanımızca 7. maddenin 2. paragrafıdır. Bu paragraf aynen şöyledir: "İslamı asrın idrakine söyletebilmek için günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek yeni yorum ve çözümler üretmeli ve bu maksatla bodern ilmi araştırmalardan istifade edilmelidir," Bundan sonra gene aynı döneme haiz madde 11. maddenin 2. paragrafıdır. Bu paragraf da aynen şöyledir: "İrşad görevini yapan kimseler ve bu görevi organi-
ze eden. Diyanet İşleri:Başkanlığı daha aktif bir yapıya sahip olmalı: dış çevreye açılmalı, farklı hizmet grupları, mezhep ve dinlerle temas ve diyalog kurmalıdır." Din Şurasında alman kararlar arasında yen bir Kur'am Kerim meal ve tefsirinin hazırlanması öngörülmektedir. Bü meal ve tefsirin anlaşılır olması üzerinde durulmuştur. Böyle bir meal ve tefsirin gerekliliğine inanmaktayız, ancak dikkatli olunması da gerekmektedir, çünkü böyle bir eserin Diyanet İşleri Başkanlığ tarafından yayınlanması resmiyet unsuruna ağırlık kazandırarak bireysel özgür çalışmaları gölgede bırakabilir. Bildirinin diğer maddelerinin teker teker yorumu çok uzun olacaktır. Biz aynnülara girmiyoruz. Bazı maddelerine katılamadığımız bu bildiri ve eksikliklerine rağmen gerçekleştirilen bu Şura Türk toplumu için önemli bir aşamadır. Şura'da tabu gibi görünen konulara değinilmiştir, aydın din ve bilim adamlarının tutucular karşısındaki geniş ufku ortaya çıkmıştır. Bu fırsatı yaratan sayın Diyanet işleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ve sayın genel sekreter Doç. Dr. İbrahim Çalışkan'a, kişisel olarak kutlarım. Bu kutlamaya Cem Dergisinin katılıp katılmayacağı kuşkusuz benim iradem dışındadır. Cem Dergisi- Aralık 1993
/
ANADOLU ALEVİLİĞİ'NİN SOSYAL ve ANLAMSAL GÖRÜNÜMÜ Mezheplerin oluşumunda bir yandan sosyo-ekonomik faktörler, öte yandan din bilimci ve filozofların yorumları önemli roller oynamaktadır.
Anadolu Aleviliği'nde de sosyal, ekonomik ve tarihsel koşullar dinin algılanması ve uygulamada maddi faktör olarak belli etkiled ortaya koymuştur. Anlamsal-düşünsel faktör ise Hallac-ı Mansur'a dayanan bir İslam yorumudur. Anadolu Aleviliği İslam düşüncesi içerisinde özgün bir yer tutmaktadır. IX. ve özellikle X. yüzyıllarda yoğun bir biçimde, genelde kendi istekleriyle müslümarilığı seçen Türk boylan eski dinlerinin alışkanlık ve törelerinin etkisi altında yeni dinlerine yeni renkler kat-, mışlardır. Türkler'in Orta Asya'dan sonra ilk vatanları Maveranune-. hir'dir; daha sonra Anadolu'ya geçmişlerdir. Maveranunehir'e gelmeden önce Türkler manikheen, mazdeist (Zerdüşt dininin bir kolu) ve Hint dinleri kültlerinin etkisi altındaydılar. Maveranunehir'e geçiş sürecinde bir bölümü hristiyan olmuştur. Çok tanrılı dinler dönemindeki rahiplere "şaman" dendiğinde, bu dönemle ilgili olarak Türklerin "şamanist" olduğu söylenir. Uygur Türkleri VIII. yüzyılda manikheen olmuş ve 450 yıl bu inanca bağlı kalmışlardır. Bu dini benimseyen Alp Kutluk Külüg Bilge'ye "Mani'nin Ruhu" adı verilmiştir. Bilindiği gibi manikheizm M.S. III. yüzyılda Mardin doğumlu Mani veya Manes adında bir bilgenin ortaya attığı dindir. Amacı hristiyanlıkla zerdüştlük arasında bir bağdaşım sağlamaktır/Ne hikmetse Orta Asya'cı tarihçilerimiz bu konuya pek değinmezler. Onlara göre Türkler Göktanrı Kültü içinde moneteizm'e (tektanrıcılık) yakın bir inanç sürdürmekteydiler;, bundan dolayıdır ki, kolayci müslüman
olmuşlardır. Başka bir deyişle onlar'zaten "teslim olmuştu", "başlangıçtan beri Hakk dinine mensuptular." Oysa GöktanrıYertanrı, Karanlıklar-Aydınlıklar ikilemi mazdeist AhuramazdaAhıiman ve Manikheen İsa-Şeytan ikilemlerinden gelmekteydi. İşte bu inanç içindeki Türkler rilüslümanlaşırken mazdeist, manikheen ve hristiyan geleneklerden bir bölümünü yeni dinlerine aktarmışlardır. Bu aktarma özde bir değişiklik yaratmamış, sadece biçimsel öğeleri etkilemiştir. Onlar Hakk-Muhammed-Ali üçlemi içinde İslam'ı algılamış, dinin özüne sadık kalmıştır. Eski dinlerine bağlı yaşam, tarzları da yeni dinde zenginlik motifi olarak varlığını sürdürmüştür. Halk kitleleri içinde bu tür müslümanlik Anadolu'ya kadar gelmiş ve burada müslümanlığı kabul eden uluslar, İslam'ı bu yorumla tanımışlardır. Anadolu ulusları da değişik yeni motiflerle klasik yorum dışındaki bu eğilimi zenginleştirmişlerdir. Türk yöneticileri Selçuklular, Osmanlılar ise İslam'ın Arap örf ve adetlerine dayalı sünni yorumu yeğlemişlerdir. Tuğrul ve Çağrı Beyler XI. yüzyılda Abbasi Halifesinin hizmetine girdiklerinde ve dalıa sonra yönetimi ele aldıklarında Emevi Abbasi geleneğine bağlı teokratik bir düzeni sürdürmüşlerdir. Gördükleri ve bildikleri bu olduğu kadar, biçim ağırlıklı yorumlar saltanatın sürdürülmesine elverişli ortam sağlamaktaydı. Sünni yorumların hepsinin tutucu olduğunu iddia etmiyoruz, ama siyasal iktidarların elinde tutucu ve biçimci bir konuma geldiği kuşku götürmemektedir. ' Anadolu Aleviliği'nin tarihsel sosyo-ekonomik öyküsü yukarıdaki görünümü sergilemektedir. Anlamsal-düşünsel öykünün kökeninde ise, yukarıda belirttiğimiz gibi Hallac-ı Mahsur yatmaktadır. Ms. 856-922 (Hicri 244-309) tarihleri arasında yaşayan müslüman-arap düşün adamı Hallac-ı Mansur Anadolu Aleviliği felsefesini bir hayli etkilemiştir. Bugün dahi Bektaşi Dergahına girişte "Darı Mansur" denilen bir tören yapılmaktadır ki, burada Hallac'ın idamına allegorik olarak yer verilmektedir, Hallaç inanmış bir müslümandır. İslam'ın tüm koşullarını yerine getirmektedir.. Ancak bunların öze iniş bağlamında araçlardan ibaret buldunduğunu söylemektedir. Örneğin abdest almak ruh temizliği içindir; Namazda rüku ve secde evrenin ve insanın, yani Allah'ın
güzelliği karşısında hayranlık duyma duygusunun ifadesidir. Hac. farzdır ama, önemli olan gönül haccidır. Bir insan kendini dünyanın "hayından, huyundan soyutlayıp" iyilik ve güzelliği gerçekleştiriyor, fakirlere yardım ediyorsa Kabe Haccı yapan kadar Allah indinde makbul kişidir. Hallac'daki Vahdet-i Vücud, panteizm (Tanrı-doğa içiçeliği) gerek Anadolu kültlerine, gerekse Eski Türk inançlarıyla paralellik içindedir. ••.*.. Hallaç zaten ömrünün önemli bir bölümünü seyahatlere ayırmış ve uzun süre Maveranunehir bölgesinde dolaşarak Türkleri mıjslümanlaştırma faaliyetlerinde bulunmuştur. Oğullarından birini Nişapur'a yerleştirerek bu misyonu sürdürmesini istemiştir. Hallac'ın izinde giden en önemli düşünür Hoca Ahmet Yesevi'dir. Yesevi'nin tilmizleri ise Horasan Erenleridir. Bilindiği gibi Horasan Erenleri Anadolu'ya geçerek buradaki halkları müslümanlaştırrha faaliyetlerini üstlenmişlerdir. Baba İshak ye Baba İlyas'ın Ahmet Yesevi geleneği sürdükleri bilinmektedir ki, bunlar da Hacı Bektaş 1 Veli'nin pirleridir. Görülüyor ki, Bektaşi-Alevi geleneğinin kurucusu Hacı Bektaş Veli dinsel yorum olarak Hallac'a bağlıdır. Anlamsal yanın sistemleşmesinde Muliiddin-i Arabi'nin, yerini unutmamak gerekir. Hallac-ı Mansur'u bu nedenle Anadolu Alevileri ve son dönemlerde din olgusuna merak saran Türk Aydını iyi tanımalıdır. Ne yazık ki, Hallaç Türk geleneklerine sadece söylencesel kişiliğiyle girmiştir. Aslında yüzeysel yaklaşımlar, simgesel bağlılıklar, özellikle "köşeyi dönme" felsefesini benimsedikten sonra bu ülke insanının yeğlediği yoldur. Kimse felsefeye, dinin özsel açıklamalarına itibar göstermemektedir. Cem Dergisi - Ocak 1994
NOEL ve YILBAŞI Tik T oel ve Yılbaşı kutlamalanyla ilgili tartışmalar geçtiğimiz ay / W da sürdü. Tutucu kesim Noel ye yılbaşı kutlamalarını her zamanki gibi zındıklıkla suçlamaya devam etti. ' • Oysa gerçek bir Müslüman bu tür bir yargıda bulunmaz, çünkü bizzat Allah'ın peygamberine gösterilen sevgi eleştirilmektedir. Nefes dergisi konuya 3. sayısında gayet olumlu bir yaklaşım getirmiştir. Deniliyor ki, "Öte yandan Noel kutlamalarının diğer bir unsuru da Hz. İsa'nın doğumu olarak kabul görmüş olmasıdır. Hz. İsa gayet iyi bilindiği gibi Kuran tarafından da kabul edilen ve övülen bir peygamberdir. Yani İsa aynı zamanda bir İslam peygamberidir." Kuranı Kerim'e göre o sadece "sıradan" bir peygamber de değildir. O, Âdem Peygamber, gibi babasız doğan biridir. Peygamberler .tarihinde sadece ikisi babasız doğmuştur. Enbiya Suresi'nin 91. ayeti aynen şöyledir: "Irzını iffetle korumuş olanı (Meryemi de an). Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için ibret kıldık." Görülüyor ki, İsa peygamberin ana karnina düşmesinde "Tanrısal ruh" devrededir. Hz. İsa bir anlamda Kuran-ı Kerim'e göre "kutsal ruh" kökenlidir. Al-i İmran Suresi'nin 36. ayeti "insanlığı şeytandan koruması için Hz. İsa'nın gönderildiğini" söylemektedir. Meryem Suresi'nin 17-21. ayetleri de aynen şöyledir: "Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki: Senden çok esirgeyici Allah'a sığınırım. Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen (bana dokunma). Melek: Ben, yalnızca, sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbinin bir elçisiyim, dedi. Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir, dedi. Melek: Öyledir, dedi: (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelden olup bitmiş) bir iş
5
idi." Buradaki meleğin Cebrail Aleiselam olduğu hususunda .görtiş birliği vardır. ,, Diğer birçok ayette de Allah'ın ona Kitap ve Hikmeti, Tevrat İncili öğrettiği (Al-i İmran 48); haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için geldiği (bir önceki ayet 49-57); mucizeler gösterdiği (Meryem Suresi 24-29) İsa'ya gökyüzünden kendisi Ve havarileri için sofra indirdiği (Nisa Suresi 112-115) belirtilmiştir. Kuran'a göre İsa ölmemiştir ve kötülük yapmak isteyenlerin elinden kurtularak göğe yükselmiştir. İsa Peygamber, kıyamet günü tek-. rar yeryüzüne inecek ve insanları kurtaracaktır. O Mesih'tir. "Ehli Kitaptan, ölmeden önce İsa'ya iman etmeyecek hiçbir kimse yoktur. Kıyamet günü o da onlara şalıit olacaktır" (Nisa Suresi 159). Hz. İsa özetle Müslümanlar açısından "kutsallığın mühürüdiir." İsa kurtarıcıdır, Mesih'tir. Tanrı'nın hizmetkârı olarak gönderilmiş bir peygamberdir. Saf, pak, Tanrı'nın kutsadığı,'Tanrı'ya yakın bir kişidir. Tann, onu iyilik yapması için göndermiştir. O tıpkı Adem Peygamber gibi doğrudan Tann tarafından yaratılmıştır. Tanrı'nın nefesi, ru-, hu, sözü olarak Meryem'in karnına bırakılmıştır. Ruhun Meryem'e üflemiş olduğu bir varlıktır. ; . ' Görülüyor ki, Hz. İsa'nın yeri, Kuran-ı Kerim'e göre hemen Hz. Mühammed'ten sonra gelmektedir. Hal böyle iken Müslüman olduğunu iddia edenlerin onun doğum günü kutlanmasını eleştirmeleri anlaşılamamaktadır. Oİsa olsa kutlama şekli eleştirilebilir. İçki içilmesi, sarhoş olunması, zevk-ü sefa içinde kutlamanın yapılması y a d ı r g a n i a M i ^ ^ ^ - S j ^ Bizce Hz. İsa'nın doğum günü kandil haline gkt'irilmelidir. Kandile kim zarar verir bilemeyiz, ama böyle olursa herkes kendince kutlama yapabilir. Kimi içkiyle kutlar, diğeri camiye gider namaz kılarak kutlar." Kanımızca Mevlit de okunabiltoböylelikle Allah-u Teâİa'ıiın birine "habibim", diğerine "ruhum''''dedıği|kı r peygaınber birlikte anılır. Hoşgörü ve diyalog ortamına ancak böyle geçilebilir. Hoşgörü ve diyalogla da evrensel barışın oluşumuna katkılar sağlanabilir; Gerçek Müslüman kanımızca bunlarla değil ve yukarıda belirttiğimiz ayetlerden hareketle Hz. İsa'nın niteliği üzerinde tartışmalara
girmelidir. Ruhundan üflenen bir kişinin acaba kutsallık boyutu nedir? Hz. Meryem, çocuğunu eğer Allah'ın nefesinden edinmişse onun kutsallık boyutu ne olabilir? Kıyamet günü gelecek ve tüm insanları kurtaracak İsa, Allah katında nerede olabilir? Hristiyan âlemi bu konulan yüzyıllar boyu tartışmış ve bundan dolayı da.bölünmeler olmuştur.. İslam buna çözüm getirmiştir, ama lüzumsuz şeylerle uğraşmaktan öze bir türlü inilmemektedir. Kuran-ı Kerim yukarıdaki hususları kabul etmekle birlikte üçlemi (tirinite, teslis) reddeder; Allah'la İsa'yı özdeşleştirme eğilimlerini şiddetle kınar. . . Akıl ve bilim, yukandaki verilerin ışığı altında ciddi bir bilimsel tartışma boyutunun gündeme getirilmesinden yanadır. İslam âlemi belli dönemlerde bu tür tartışmaları yapmaktan kaçmıyordu. Bugün Hristiyan dinbilimi içinde İslam-Hristiyan diyâlogu bağlamında benzer tartışmalar yapılıyor. Kimse kimseyi zındıklıkla, Hristiyanlığa özenme gibi sıfatlarla karalamıyor, I Tabusüz, yakasız, suçlamalann olmadığı aydınlık ufuklar içerisinde olursak basit olaylar nedeniyle biribirimizi kırmayız, barışçı olu. 'ruz. • • • 'Dergisi '• Nefes - Şubat 1994