İSLAM DİNİ AÇISINDAN DİN - DEVLET İLİŞKİSİ (DİN VE LAİKLİK)
Dr. Fahri DEMİR Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek...
307 downloads
1575 Views
11MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
İSLAM DİNİ AÇISINDAN DİN - DEVLET İLİŞKİSİ (DİN VE LAİKLİK)
Dr. Fahri DEMİR Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Üyesi
K Ü R S 0 VRVINCILIK
Her türlü yayın hakkı saklıdır. Yayın hakları © 1999, Kürsü Yayıncılık Ltd. Şti.'ne aittir.
Yayımlayan Kürsü Yayıncılık
İletişim Adresi Kürsü Yayıncılık Ltd. Şti. Turan Güneş Bulvarı 5.Cadde No: 4/2 Yıldızevler/ANKARA Tel: (0.312) 438 02 20 - 442 07 40 Faks: (0.312) 442 49 06
Baskı Kozan Ofset Mat. San. Tic. Ltd. Şti. Tel: (0.132) 341 14 27 - 384 19 67 Ankara, 1999
YAYIMLARKEN ALLAH'A MELİ
HAMDOLSUN Kİ BU ÇALIŞMAM, GECİKDE OLSA, OKUYUCUSUYLA BULUŞMUŞ 'OLMAKT
GÖRÜLECEĞİ GİBİ, ÜZERİNDE UZUN YILLAR ÇALIŞTIĞIM KONU HAKKINDA, KENDİM DAHİL PEK ÇOK MÜSLÜMANIN BİLDİKLERİNDEN OLDUKÇA FARKLI SONUÇLARA ULAŞMIŞ BULUNUYORUM. TAKDİR OLUNUR Kİ, O SONUÇLAR, KONUNUN MAHİYETİ GEREĞİ, İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ "ORTAM" VE "ÇAĞ"DA, HAYATİ ÖNEM ARZETMEKTEEfİR. ÇALIŞMA ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME YAPANLARIN KARAR VERMEKTE ACELE ETMEMELERİNİ; NE DEMEK İSTEDİĞİMİ ANLAMAK MAKSADIYLA, ÇALIŞMANIN TAMAMINI EN AZ BİR KERE OKUMALARINI; İHTİYAÇ DUYARLARSA BİR DAHA, BİR DAHA OKUMALARINI.. TAVSİYE EDİYOR VE DİYORUM Kİ: İLGİLENDİĞİ KONU HAKKINDA DOĞRU SONUÇLARA ULAŞMAK HER MÜSLÜMANIN GÖREVİ OLDUĞUNA GÖRE, ÇALIŞMAMIZIN KONUSU OLAN DİN-DEVLET İLİŞKİSİ KONUSUNDA DA DOĞRU BİR SONUCA ULAŞMAK İÇİN BU ÇALIŞMAYI FIRSAT KABUL EDEBİLİRİZ. BU VESİLEYLE BİR RİCAM DAHA OLACAK: BİLDİKLERİMİZDEN FARKLI ŞEYLER SÖYLENİYOR DİYE PEŞİNEN REDDEDEREK DEĞİL; NİÇİN FARKLI ŞEYLER SÖYLENİYOR DİYE ANLAMAK MAKSADIYLA SORULACAK BÜTÜN' SORULARA CEVAP VERMEK BENİ ÇOK MUTLU KILACAKTIR. BİZE DOĞRUYU GÖSTERMESİNİ, NİYAZ EDERİM. 29 Mart 1999
YÜCE
MEVLA'DAN'
Dr. FAHRİ DEMİR
İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ DİN-DEVLET ÎLÎŞKİSİ PROBLEMİ GÎRİŞ BİRÎNCÎ BÖLÜM 1.Dİ N İnsanın Yaradılışı İnsanın Üstünlüğü . İlk İmtihan İnsan, İlk İmtihanı Kaybediyor Adem İle Havva Bağışlanıyorlar Cennetten Kovulma ve müjde Müjde Gerçekleşiyor.... , 1.1 DİN NEDİR? 1.2 DİNİN MUHTEVASI İKİNCİ BÖLÜM 2. DEVLET 2.1 DEVLET KELİMESİNİN İFADE ETTİĞİ "OTORİTE", KUR'AN-I KERİM'DE "ÜLÜ'L-EMR" OLARAK İFADE EDİLMİŞ OLUP ÜLÜLEMR, ALLAH VE RESULÜNDEN AYRI BİR YETKİ KAYNAĞIDIR 2.2 HER PEYGAMBER HÜKÜMDAR DEĞİLDİR 2.3. HZ.PEYGAMBER"İN VEFATINDAN SONRA GELİŞEN SİYASİ OLAYLAR Bir Değerlendirme
6 9 9 20-50 20 20 21 22 22 23 23 24 25 35 50-111 .......50 ,
.67 70
ı
72 73
i
2.4 PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED AYNI ZAMANDA DEVLET BAŞKANI İDİ 78 2.5 DEVLET OTORİTESİNİN KAYNAĞI VE MAHİYETİ 90 2.6 HİLAFET VE DEVLET BAŞKANLIĞI DEMEK OLAN İMAMET, İTİKAT KONUSU DEĞİLDİR 103 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 112-205 3 .LAİKLİK 112 GİRİŞ 112 3.1 LAİKLİK NEDİR? 127 3.1.1 Kanuni Düzenlemeler, "Şeriat Budur!", "Allah'ın Hükmü Budur!" İddiasıyla Değil; "İhtiyaç" ve "Maslahat" Gerekçesiyle Yapılır 129 3.1.2 Muamelatta Yani Kanunla Yapılan Düzenleme ve Uygulamada Dinimizin Emri, Bunları, "Allah'ın Hükmü Üzre ve Allah Adma" Değil; "Ülke Halkının Hükmü Üzre" ve "Millet Adma" yapmaktır 181 3.1.3 Devlet Başkanı Peygamber de Olsa, Devlet ve Dünya İşlerinde Halkına Danışmak Durumundadır 186 3.1.4 "Din İşleri" Ayrı,"Dünya İşleri" Ayrıdır 195 3.1.5 "İdare ve Muamelat" Konularında, Düzenleme Yaparken "İhtiyaç ve Maslahat" Gözetilir 198 SONUÇ .....206-264 NOTLAR i 265 BİBLİYOGRAFYA 273 EKLER .....276-348 BU ÇALIŞMA NASIL DOĞDU? 349
ÖNSÖZ Birinci akademik çalışmamın ardından 1979 yılında başladığım bu ikinci çalışmamı, uzun sayılacak bir süre içinde de olsa, hamdolsun tamamlamış oldum. Takdir edilir ki küçülen dünyada islam dünyası çok önemli bir dönemeçtedir. Bu dönemeçte, dinimizi doğru tanıyıp doğru tanıtmak var. Eğer bu gerçekleşirse ne mutlu! Ama onu, yanlış anlayıp öyle tanıtmak da var. Allah, bizi de dünyayı da bundan esirgesin! Herkes çok iyi takdir eder ki bir milyarı aşkın mensubu bulunan; Peygamberi devlet başkanlığı yapmış; Kitabı muamelat konularını da öğreten bu Son ve Yüce Din'in doğru tanıtılması, önce müslümanları bu dünyada da mutlu kılacak sonra da bütün insanların mutluluğuna katkıda bulunacaktır. Yanlış tanınıp öyle tanıtılması ise, dünyayı önce Müslümanlara sonra da bütün insanlara yaşanmaz hale sokacaktır. Söylemeye gerek yok ki bu husus ülkemizin; sosyal, siyasi ve manevi huzur ve esenliği ile de yakından ilgilidir. Kırk yıllık mesleki tecrübe bana göstermiştir ki müslümanlar kendi dinlerini doğru tanımamaktadır. Dinini doğru tanımamak, ondan yeterince istifadeye engeldir ve bu bir ölçüde şahsi bir şanssızlık olur. Ondan da çoğu zaman başkasına zarar gelmez. Ama, bazı yanlış kanaatler vardır ki, o sadece sahibi için bir şanssızlık olarak kalmaz; herkese zarar verir. Dinin, dünyaya dönük öğretilerinin yanlış algılanması bu sonuca yol açar. Bu ise en çok DinDevlet ilişkisinde kendisini gösterir. Unutmamalı ki, ilk kurbanı Hz. Ali olan bu yanlış algılayışın günümüzdeki en meşhur kurbanı Enver Sedat olmuştur. Bugün dünya bundan korkmaktadır. Dünyanın bu endişesini bazılarımız, İslam'dan ve Müslümanlardan korkma olarak görmeye ve göstermeye Çalışıyor. Oysa, islam'dan ve Müslümanlardan kimse korkmuyor; korkmaz da! Ama, Hz. Ali'yi "kafir" diyerek öldüren zihniyetten herkes korkar; korkmalıdır da! Bu sebeple, görebildiğim kadarıyla, önemiyle orantılı ciddiyette henüz çalışılmamış olan bu problemi araştırmayı kendime görev bildim. Birinci ilmi çalışmamda, dinimizin konuyla ilgili iki öğretisini tespit etmiştim: 1. Hukukta eşitlik, 2. Din ve vicdan özgürlüğü. Bu çalışmamda da o iki Öğretiyi, araştırma konumuz açısından tamamlayan iki öğreti daha tespit ettim: 3. Devlet Allah adına, din adına değil; millet adına yönetilecektir.
4. Uygulanacak kanunlar "Allah 'm Hükümleri ", "Şeri'at" ve "DinKanunları"..olarakdeğil; "Milletin Kanunları" olarak çıkarılacaktır. Son Dinin Yüce Peygamberi Hz. Muhammed, Peygamber olarak insanlığa en güzel örnekti. O bir insan olarak da en güzel örnekti. Hz • Peygamber aynı zamanda "Veliyyulemr" yani Devlet Başkanı idi. Biliyoruz ki her peygamberde böyle bir fonksiyon yoktu. İşte, Sevgili Peygamberimiz, Devlet Başkanı olarak da en güzel örnek olmuş; Allah'ın kullarına nasıl bir devlet yönetimi öğütlediğini o bize öğretmiştir. Yirmi yılı aşkın çalışmam bana öğretmiştir ki, Sevgili Peygamberimiz, insanlığın ulaşabileceği en mükemmel devlet yönetim şeklini uygulamalı olarak öğretmiştir. Onun öğrettiği devlet yönetim şeklinin 4 ilkesini yukarıda sunmuştum. Onları daha güncel ifade ile ve bir arada tekrar edelim: 1. Hukukta eşitlik, 2. Din ve vicdan özgürlüğü, 3. Dini değil; sivil devlet, 4. Dini değil: sivil kanun! Yüce Allah'ın en büyük eseri insanlığın bugün ulaştığı modern devlet yönetim şekli olan Demokrasi ve Laiklik de, takdir edilir ki, bundan başka bir şey değildir. Bütün bunlar, bu çalışmada sunulmaktadır. Bu çalışmamın yararlı olmasını dilerim. Başarı ancak Allah'tandır. Dr. Fahri DEMİR Ankara,1996
DİN-DEVLET İLİŞKİSİ PROBLEMİ GİRİŞ Önce, problemi ortaya koyalım! Kur'an-ı Kerim'de, kanuni düzenlemelere konu olmayan, İman, İbadet ve Ahlak'a dair emir ve tavsiyelerin yanında, kanuni düzenleme konusu olan Muamelat'a dair emir ve tavsiyeler de vardır. Muamelat'a dair bu emir ve tavsiyeler; - Evlenme-Boşanma (Nikah-Talak) - Ticaret (Buyu1) - Miras (Feraiz) - Ceza (Hudud) - İdare
(İmare, Kaza, Ülülemr)
gibi konularda, açık bir şekilde yer almaktadır. Buna karşılık; asırlardır padişah fermam yoluyla olmak üzere kısmen; son asırda ise Meclis marifetiyle olmak üzere tamamen; nass'lardan ve içtihatlardan yani ayet, hadis ve fıkıhtan bağımsız olarak, ihtiyaca göre kanun yapma uygulamasına gidilegelmiştir. O derecede ki, 1924 yılından bu yana uygulanmakta olan anayasa ve kanunlarımızda; insanlararası ilişkileri düzenleyen muamelat konularıyla ilgili gerek düzenleme (yasama) gerek uygulama (yürütme), Türkiye Büyük Millet Meclisine ve Hükümete ait işler olarak tarif edilmiş; yüce İslam dininin, muamelat konulan dışında kalan itikad ve ibadet'lere ait işleri yürütmek; ibadethaneleri yönetmek ve toplumu din konusunda aydınlatmak üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Artık gerek kanun yapma gerek yürütme konularında tek yetkili merci vardır; o da,
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümettir. Bunun, en az ilk on sene için, adı konulmayan pratiği şu olmuştur: Her hangi bir konuda kanun çıkarılırken ve uygulama yapılırken o konudaki dini nass ve içtihatlara değil; ülke ve insanlarının ihtiyaçlarına bakılacaktır. Daha sonraki yıllarda bunun adı da konulmuştur:
Laiklik.
Konuyu yanlış vaz'etmiş olmamak için şuna hemen işaret etmeliyiz ki, 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla yapılan bu düzenleme, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülke halkının inancı gözetilerek, çok dikkatli ve o derece saygılı bir şekilde yapılmış ve: "Türkiye Cumhuriyeti'nde muamelat-ı nasa dair olan ahkamın teşri ve infazı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup Din-i Mubin-i İslam'ın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkam ve mesalihinin tedviri ve müessesat-ı diniyyenin idaresi için Cumhuriyet'in makarrında bir (Diyanet îşleri Reisliği) makamı tesis edilmiştir." denilmek suretiyle, tarihte ilk defa olarak kanunla adı konulan bu uygulamayla ilgili düzenleme, bir işbölümü üslûbuyla sunulmuştur ki bunun, mü'minler için ifade ettiği teorik değeri açıktır: Ülkenin ihtiyacı olan yasama ve yürütme işlerine, işi kanun yapma ve yürütme olan Büyük Millet Meclisi ve Hükümet; din işlerine ise, bu maksatla kurulan Diyanet îşleri Başkanlığı bakacaktır. Ülke halkının inançlarına saygılı benzer düzenlemeyi, hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanunda da görüyoruz: "Hilafetin mana ve mefhumu, Büyük Millet Meclisinin mana vemefhumunda mündemiç bulunduğundan, Hilafet Makamı kaldırılmıştır." Mamafih, az önce işaret edildiği ve aşağıda tafsilatıyla görüleceği gibi, şu da bir gerçektir ki, esasen tarih boyunca da, günümüzde anlaşılan manada adı konmuş olmamakla beraber, bu, hep böyle olmuş; hemen hiç bir zaman, "Dini nass ve hüküm budur; ülkenin ve insanlarının ihtiyaç ve yararı ne yön ve yolda olursa olsun, kanun budur
ve uygulama dâ böyle olacaktır!" denilmemiştir. Üstelik, bu adı t konmamış uygulama, Hz.Peygamber'den asırlar sonra değil; müellefeyi kulub örneğinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'den hemen sonra, Birinci Halife Hz. Ebu Bekir döneminden itibaren başlamıştır. Halbuki, bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de, sadece emir ve tavsiyelerde bulunulmamakta; "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerdir / fasıklardır / kafirlerdir.." [Maide (5), 44-47 ayetler] buyurulmak suretiyle, Kur'an'ın getirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin, zalim, fasık, hatta, kafir oldukları bildirilmektedir. Bu durum karşısında akla gelen ve cevaplandırılması gereken soru şudur: Konuyu bilen ve bilmeyen, iyi veya kötü niyetli bazı çevrelerin ısrarla üzerinde durduğu gibi, gerek geçmiş çağlarda muhtelif ülkelerde yaşamış gerek bugün ülkemizde yaşayan Müslüman, inandığı Kur'an ile, uymak zorunda olduğu Kanun arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile mi karşılaşmaktadır? Başka bir ifade ile Müslüman, Kanuna/Devlet'e itaat etse, Allah'a isyan etmiş; Kur'an'a uysa, Kanun'a karşı gelmiş mi olmaktadır? İşte, soru ve problem budur! Nitekim, çok eskiden beri, bilerek veya bilmeyerek, el altından veya açıktan, bu tema işlenmektedir. Önce, buna dair en eski örneği hatırlayalım: Bilindiği gibi, İslam'ın ilk asrında, Hariciler adı verilen bir grup ortaya çıkmıştır. Şam Valisi Hz. Muaviye'nin ordusuna karşı, 4 ncü Halife Hz. Ali'nin safında iken, tarihte bilinen Hakem Olayı üzerine, Hz. Ali'den de kopan bu grup, hakem olayını bahane ederek 4 ncü Halife Hz. Ali'ye karşı, "el-Hukmu lillah = Hakimiyet Allah'ındır!" diyerek karşı geliyordu. Hatta, Hz. Ali, Cuma hutbesi irad ederken bile, caminin bir köşesinden onun karşısına dikilir: "el-Hukmu lillah!" diye laf atmak suretiyle onu rahatsız etmeye, kalkışırlardı. Slogan olarak kullanılan bu sözün sahiplerini kısaca tanırsak, ne demek istediklerini daha iyi anlarız: İleride (2.3'de) tafsilatıyla görüleceği gibi, 3 ncü Halife Hz. Osman'ı şehit edenlere karşı takip edilecek yolun belirlenmesi konusuna
farklı yaklaşımdan doğan anlaşmazlık; Dördüncü Halife Hz. Ali ile Şam Valisi Hz. Muaviye arasında savaşa yol açmıştı. Bilindiği gibi, Şam Valisi ve Hz. Osman'ın akrabası olan Hz. Muaviye, Üçüncü Halife Hz. Osman şehit edilmeden önce, "Başına bir hal geldiği takdirde, onun hakkını aramak üzere", Halife'den yetki almış bulunuyordu. Hz. Osman, (Ek-l)'de anlatıldığı gibi, bilinen şekilde şehit edildikten sonra, onun katilleri hakkında hemen bir şey yapılamadı. Hz. Osman'dan sonra 4 ncü Halife olarak işbaşına gelen Hz. Ali (r), muhtelif vilayetlerden kışkırtılarak Medine'ye gelen kalabalıklarca şehit edilen Halife'nin katillerini ortaya çıkarmak ve cezalandırmak için zaman kazanmak istiyordu: Sular durulmalı; suçlular ortaya öyle çıkarılmalıydı. Değilse, kışkırtılan halk, bütünüyle suça sahip çıkabilirdi. Şehit Halife'nin hakkını arama yetkisini almış bulunan Şam Valisi Hz. Muaviye ise o kanaatte değildi: Ona göre, katiller ortadaydı ve hemen cezalandırılmalıydı. İki tarafın kuvvetleri, Sıffin'de karşılaştıklarından, bu savaşın adı tarihe Sıffin Savaşı adıyla geçmiştir. Taraflardan her ikisi de Müslüman olan bu savaşın ilerlediği bir sırada, Valinin ordusu, mızrakların ucuna Kur'an sayfaları takarak, Halife'nin kuvvetlerini Kur'an'm hakem1 ligine davet eder. Tarihçilerin deyimiyle bir taktik olan bu hareketi, Hz. Ali ciddiye almaz ve: Savaşa devam! emrini verirse de ordusuna mensup olanlardan bazılarından: "Bizi Kur'an'a davet ediyorlar. Kur'an'a karşı savaşamayız!" tarzında itirazların yükselmesi üzerine teklifi kabul etmek zorunda kalır. Şam kuvvetlerinin teklifi üzerine gündeme gelen ve aralarında, Halife'nin safında olup, sonradan Hariciler adım alacak olan o grubun da baskısıyla:
"- Savaşmayalım. Aramızdaki anlaşmazlığı götürelim. Bunun için her iki tarafın kabul edeceği tayin edelim!"
Kur*an*a hakemler
formülünü benimsemek suretiyle insanların hakemliğini yani hüküm vermesini kabul ettiği için, Hz. Ali, bu davranışıyla, dinden çıkmak ve kafir olmak (!)'la itham edilir. Hz. Ali'yi böyle itham eden sözkonusu gruba, savaşan tarafların her ikisinden de ayrılmış oldukları için, Hariciler (Hariciyye, elHavaric) adı verilmiştir. Hariciler Hz. Ali'ye: " - Hüküm verme yetkisi ancak Allah'a aitken, insanların hakemliğini / hüküm vermesini kabul etmekle sen kafir' oldun. Evet, bu teklifi benimseyerek ve hatta onu kabul etmeye seni de zorlayarak biz de kafir olmuştuk. Ama, biz hatamızı anladık ve tevbe ettik. Sen de bu davranışınla dinden çıktığını ve kafir olduğunu kabul ve tevbe et. O zaman seni kabul ederiz; değilse kabul etmeyiz/" diyorlardı. Ne anlamda kullanıldığını izaha çalıştığımız bu slogana karşı Hz. Ali, hutbesine kısa bir ara vererek: "Söz doğru ama maksat kötü!" Yani, 'Hakimiyet Allah'ındır' gibi hak bir söz, hiç ilgisi olmayan kötü bir maksada alet edilmek istenmektedir. Bu hareketinizi, sözden ileri götürüp silahlı bir eyleme dönüştürmedikçe, sizi, ne camiden kovarız, ne de sahip olduğunuz haklarınızı elinizden alırız!" tarzında, özellikle fikir özgürlüğü açısından, dünya durdukça değerini koruyacak, siyasi bir beyanda bulunarak örnek bir davranış sergiler; hutbesine devam ederdi.(l) Burada, gözden kaçırılmaması gereken bir husus var: Böyle bir itham, Hz. Ali (r) gibi, dinde yeri bilinen bir İslam büyüğüne karşı söylenmekte ve o, kafirlikle itham edilmektedir. Sanki Hz. Ali (r), Hakimiyetin Allah'a ait olduğu konusunda farklı görüş, inanç ve kanaattedir! Elbetteki yerde ve gökte, dünya ve ahirette, bütün kainatta Hakimiyet, Allah'ındır. O'nun iradesi olmadan rüzgar bile esmez,
yaprak bile kıpırdamaz. Mutlak manada: Neyin güzel, neyin çirkin-, neyin iyi (hasen, husn), neyin kötü (kabıh, kubh) olduğuna; neyin helal (meşru), neyin haram (gayr-i meşru); neyin sevap ve neyin günah olduğuna; dolayısıyla hangi davranışların mükafat'ı, hangi davranışların ceza'yı gerektirdiğine., ancak O hükmeder ve bildirir. Allah Taala'nın bu yüce ve mutlak hakimiyetini, her an değişmeye açık günlük ve gündelik meselelere indirerek, Haricilerin hakem olayı örneğinde yaptığı gibi, insanlar arasındaki herhangi bir meselede hüküm verme olarak anlamak ve istismar etmek isteyenler, açıktır ki demagoji yapmış olur. Öyleleri, o yolla zihin karıştırabilir ve bunda bir dereceye kadar başarılı da olabilir. Nitekim, Türkiye Büyük Millet Meclisinin alnındaki: "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!" ifadesine karşılık, "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır!" ifadesi, bir slogan olarak dikilmek ve istismar edilmek istenmektedir. Bugün istismar edilmek istenen, TBMM'nin alnındaki; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!" ifadesindeki "Egemenlik"in, konu üzerinde iyi niyetle bir an düşünen kimsenin hemen kavrayabileceği gibi, Allah'ın mı, Milletin mi? zemininde yani metafizik zeminde değil; Padişah'ın mı, Milletin mi? zemininde, yani beşeri zeminde değerlendirilmesi gerekmekte iken, Meclisimizdeki bu ifadeye tepki olarak ortaya atılan ve zaman zaman, sözün nereye vardığı düşünülmeden, Cuma hutbelerine bile konu olan; "Hakimiyet, kayıtsız şartsız Allah'ındır!" ifadesinin, Hariciler tarafından Hz. Ali gibi bir İslam büyüğüne karşı bir slogan olarak kullanılan; el-Hukmu lillah/Hakimiyet Allah'ındır! sözünü hatırlatmakta olduğu açıktır. Bu durum, aradan uzun asırlar geçtikten ve genelde insanlık, özelde Müslümanlar, hayli zengin tecrübeler yaşadıktan sonra bile tarihin, çok şanssız bir şekilde tekerrür ettiğine çok canlı ve o derece ibretli bir örnek oluşturmaktadır. Günümüzde karşılaşılan benzer diğer davranışları şöylece sıralamak mümkündür:
bazı slogan
-İnsanların yaptığı kanunlar puttur, bunlara itaat şirktir! (!)
söz
ve
-Anayasa Kur'an'dır! İnsanların yaptığı anayasaları gönülden » benimseyen, kafir olur! (!).. İdeolojik slogan halinde kullanılan bu iddiaların, pratiğe yansıyan örneklerinden bazılarını da şöylece sıralamak, konuyu, daha iyi bir şekilde ortaya koymamıza yardımcı olabilir: -Resmi/medeni nikah, dinen geçerli bir nikah değildir. Dini nikah ise, tek geçerli ve yeterli (!) bir nikahtır.
-Bu devlete, vergi verilmez. Esasen Müslüman, Kur'an'da ve Sünnette sayılan fitre ve zekat ile öşür ve haraç dışında bir vergiyle yükümlü değildir(!) -Bu düzen'in emrinde savaşa giden, şehit veya gazi olmaz: Kore ve Kıbrıs savaşında ölenler şehit; kalanlar gazi, değildir(!) -Bu devlete baş kaldıran teröristlerle çıkan çatışmada ölen polis ve subaylara şehit denmez. Çünkü onlar, "meşru olmayan bir düzeni savunmaktadırlar". Çatışmada ölen teröristler ise "meşru olmayan düzene karşı savaş verdiklerinden" şehit sayılırlar(!).. Dinine bağlı ve fakat bu konular hakkında bilgisiz, masum insanların kafalarını karıştırmayı hedefleyen, bu ve benzeri akıl ve din dışı slogan iddia örneklerini çoğaltmak mümkündür. Görünen o ki, din ve akıl dışı bu ve benzeri iddialara, bir takım çevrelerce, her gün, bir yenisi eklenmektedir. Hedef, ama öyle sanıldığı için bilmeden; ama bilerek ve istismar için, dine aykırı olduğunu öne sürerek mevcut devlet düzenini yıkmaktır! Bunun için, Ramazan ayının başlangıç ve bitişini belirleyecek olan ay'm (hilal, kameri aybaşı) tespitinden öğrenci ve memur hanımların başörtüsüne kadar her şey, devlet ve düzen aleyhine olmak üzere, dini problem olarak gösterilebilmektedir. Gerçekten konu, çalışmamızın başında da işaret ettiğimiz gibi, yanlış anlaşılmaya dolayısıyla da istenirse istismara elverişlidir. Öyle ya, çalışmamızın başında ifade ettiğimiz gibi, Müslüman için sanki ortada, Kur'an ile Kanun; Din ile Devlet arasında kalmak gibi bir
duranı sözkonusudur. Doğrusu, konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan orta halli bir Miisliimanm, bu ve benzeri iddialar karşısında bocalaması ve zorlanması kaçınılmazdır. Böyle bir Müslüman, bu durumda, kendisini, Allah'ın emirleri ile sosyal düzenin gerekleri arasında kalmış sanacaktır. Konu hakkındaki bilgisizliğe bir de: "Müslümanınkisi inanmak!" özdeyişinin anlattığı, Müslümanm, Söylenene inanmaya hazır temiz duygusunu hesaba katmak gerektir. Bu takdirde Müslümanlar,ya Şi'a usulü Takıyye'de bulunmakta; düzenin kanunlarına itaat eder görünerek vaziyeti idare ederken, bunu kalben reddetme gereği duymakta; fırsat bulduğunda ise kanunu çiğnemeyi; mesela resmi nikah kıydırmamayı ve vergi kaçırmayı mubah hatta marifet saymaktadır yahut ne pahasına olursa olsun, düzeni değiştirmeyi, değiştiremezse yıkmayı, dinin gereği samp bunu kutsal amaç kabul ederek veya çıkarlarını o yolda görerek daha çok yeraltı örgütü kurmak suretiyle devlet güçleriyle mücadeleye girmekte; bu yolda kan dökmekte; can vermektedir. Açıktır ki, her iki tutum da, dinin özüyle ve dindarlıkla çelişen ikiyüzlü ve fıtne'ye yol açan bir anlayış sergilemektedir. Dinimizle hiç bir şekilde bağdaşmayan bu tutumun sakıncaları, bununla da sınırlı kalmamaktadır. Bu anlayış, Kanun ve nizamlara uymamayı, hatta karşı gelmeyi, önce fert sonra kamu vicdanında, mazur göstermekte; kanunu çiğnemeyi adeta meşrulaştırmaktadır. Bu ise, kanunlara itaatsizliği, utanılır bir davramş olmaktan çıkarmaya, hatta, "kanunları çiğnemek kahramanlıkmış, cihatmış" gibi görmeye ve göstermeye yol açmaktadır. Şöyle ki: Bir kimse devletten vergi kaçırmak mı istiyor? Manevi kılıfı hazır: -Bu düzene vergi verilmez! Bir kimse devleti soymak mı istiyor? Manevi kılıfı hazır: -Bu devletten ne koparırsan kardır! Bir kimse resmi nikah kıydırmak mı istemiyor? Yine kılıfı hazır: -Bu düzenin kanunlarına göre kıyıları nikah şer'an muteber olnaz!.. Benzer bahanelere diğer ideolojik gruplar da sığınmakta ve ideolojik bütün guruplar:
-"Bu düzen bizim değl!" bahanesine sığınarak ve hiç utanmadan: -Kanunları çiğneyebilmekte; -Vergi kaçırabilmekte; -Devletin malım zimmetine geçirebilmekte; -Devleti zarara sokabilmekte; -Kişilerin hak ve şereflerine saldırabilmektedir. Hatta, -Cana kıybilmekte, cinayet işleyebilmektedir. Bir kere düzene "Meşru değil!" damgası vuruldu mu artık o ülkede ayıp ve günah diye bir şey kalmaz; artık her türlü uygunsuzluğun kılıfı hazırdır: "Bu düzen bizim değildir. Burası darulharp'tir. Arkadaş, Bu düzende, ne yaparsan yap, her şey mubahtır, serbesttir, her şey haklıdır/"(!) tarzında ifadesini bulan hayasızlık ve yüzsüzlük, ülkeyi, Allah etmesin- içinde yaşanmaz hale sokabilir. İşin daha da tuhafı, bu sonucun zeminini hazırlamış bulunan bazı çevreler, ülke bu duruma düşürüldüğünde bu sefer de: "İşte bakın, bu düzende devlet, asayişi ve düzeni sağlamaktan hatta vergi toplamaktan bile aciz kalıyor. Çare, hayattan uzaklaştırılan Dindir!" gibi,feıyad gösterileri sergileyebilir. Allah esirgesin, meydana gelecek böyle bir ortam, şeytanla birlikte, ancak din ve memleket düşmanlarının arayıp bulamadığı ortamdır. Allah memleketimizle birlikte, bütün ülkeleri, böyle kötü ortama sürüklenmekten korusun. Böyle korkunç duruma karşı bizleri uyaran Sevgili Peygamberimiz, bakın ne buyurmuş: "-Bir kimse öldüğünde onun, ama adaletli, ama zalim, bir imam'ı (bir hükümdarı bir. devleti bir düzeni) yoksa, sanki, cahiliye ölümüyle (Müslümanlık öncesi, dinden habersiz bir insanın ölümü gibi bir ölümle) ölmüş gibidir." (2) "-Dinleyiniz, itaat ediniz! Başı kara üzüme benzeyen Habeşli bir köle de başınıza geçmiş olsa, ona itaatsizlik etmeyiniz!" (3) İnsan için din, çok önemli bir kurumdur. Dinden mahrum olarak yaşayan insan, çok şey kaybeder. İnsan için devlet (siyasi otorite) de çok önemli bir kurumdur. Devletten mahrum yaşamaya mecbur kalmış
insan, sadece çok şey değil, -Allah etmesin-, din de dahil, her şeyini kaybeder. Ne evi kalır ne yurdu; ne canı kalır ne malı; ne dini kalır ne namusu!. Atalarımız bunu şu veciz ifade ile dile getirmiştir: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Son derece tehlikeli gördüğüm, üstelik, aklı başında olması gereken bazı çevrelerce de savunulduğuna şahit olduğum sözkonusu anlayış, tutum ve iddialar konusunda, her şeyden önce şahsen tam aydınlanmak maksadıyla, konuyu, enine-boyuna ve derinlemesine araştırma ve inceleme ihtiyacını duydum. Onbeş-Yirmi yılı alan çalışma ve değerlendirme sonunda, Allah'a hamdolsun ki, konu hakkında kendim aydınlandım: Sözkonusu iddiaların Dinimiz İslam ve Kitabımız Kur'an açısından, ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu gördüm. Üstelik dini böyle anlamak ve göstermek, küçülen dünyada dinimizin yanlış tanınmasına da yol açmaktadır. Dünya, İslâm dünyasına ve müslümanlara baktığında gözüne ilk çarpan bu devlet anlayışı ve kılık-kıyafet olmaktadır. Bu iki konuyu da kabul edilemez olarak algılayan insanlar, Allah'ın insanlara bildirdiği son dinin mesajım öğrenme gereği duymamakta; bunun vebali, dini böyle gösteren biz müslümanlarm olmaktadır. Başka bir ifadeyle, biz müslümarılar bu anlayışımızla, dinimizle insanlar arasında kalın ve karanlık bir perde oluşturma durumuna düşmekteyiz. Sözkonusu iddiaların; din için de, devlet için de, millet için de ne derece zararlı ve tehlikeli iddialar olduğunu anlatmağa ve açıklamağa çalışmayı bir görev ve ödenmesi gerekli bir borç saydım. Dinini ve dininin konu hakkındaki hükümlerini anlamış bir Müslüman olarak, sevabını Allah'tan beklediğim açıklamalarıma; beni yanıltmamasını, bana doğruyu gösterip doğruyu söyletmesini ve açıklamalarımı, din kardeşlerime ve konu ile ilgilenen herkese faydalı kılmasını, Cenab-ı Hak'tan niyaz eyleyerek başlamak ve onları,
DİN, DEVLET ve LAİKLİK başlıkları altında sunmak; bir SONUÇ bölümüyle tamamlamak istiyorum. Probleme, Kur'an gözlüğüyle yakından bakınca, kaynağında, Din ve Devlet kavramlarının iyi anlaşılmaması 'ndan doğan kavram kargaşası'nın yattığı görülmektedir. O sebeple biz, İslamiyet açısından Din ve Devlet kavramını doğru bir şekilde tarif edebilir de Dinimize göre Devlet İdaresi'ni iyi bir şekilde anlar ve anlatabilirsek, öyle inanıyorum ki, az önce işaret edileni ve edilmeyeniyle, dini kavramlara dayandırılarak ileri sürülen iddialar sebebiyle ortaya çıkan bu nevi problemler çözüme kavuşacak ve Dinimiz, bizi birleştiren ve kaynaştıran fonksiyonu' nu yeniden ortaya koyacak; inananıinanmayanıyla bütün iyi niyetli insanlar, bu kutsal kuruma daha saygılı olacak; daha çok insan onun hidayetinden yararlanacaktır. Problemin Vaz'ına yardımcı olacağını düşündüğümüz bu kısa girişten sonra, Dinimize göre Din-Devlet ilişkisini incelemeye geçebiliriz.
BİRİNCİ BÖLÜM 1. DİN Allah insanlara Peygamberler ve Kitaplar göndermiş; onlara iyi'yi, kötü'yü; doğru'yu, yanlış'ı öğretmiştir. İlahi öğreti sistemi demek olan bu ta'alim-i ilahiye 'ye, DİN denir. Allah, muhtelif zamanlarda bu öğretilerini, onlara verdiği akıl ve irade ile diğer yaratıklardan farklı kıldığı insanlara göndermiştir. İslamiyet, bu ilahi öğreti'lerden meydana gelen dinlerden biri ve onların sonuncusudur. Allah, bu son dinin öğretilerini, son elçisi Hz. Muhammed'e indirdiği son ilahi mesajı Kur'an-ı Kerim'le bildirmiştir. Allah, daha önce, Peygamberlerden Adem'i, İbrahim'i, Musa'yı ve İsa'yı elçi olarak seçmiş; Tevrat ve İncil'i indirmiştir. Tevrat ve İncil'i indiren Allah, Kur'an'ı da indirmiş; Hz. Musa ve Hz. İsa'yı elçi olarak seçen Allah Hz. Muhammed'i de seçmiştir. (Selam onlara). Bütün bunlar, Allah'ın, ilk insan Hz. Adem'in şahsında bütün insanlığa vaki va'dinin sonucudur. Şöyle ki: İnsanın
Yaradılışı
Allah, yeryüzünde halife yani insan yaratacağım meleklere bildirmiştir. İnsanın değerini tam olarak bilemedikleri için melekler: "-Biz Seni teşbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birini yaratmak niye?" şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bunun üzerine Allah:
"- Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!" buyurarak, insanı yaratmadaki hikmet'& işaret etmiştir. Allah, insanı yaratmış; O'na bütün isimleri yani eşyanın tabiatını, onların fizik ve kimya özelliklerini öğretmiş; onu o yeteneklerle donatmış ve sonra meleklere: "- Hadi, eşyanın tabiatını bana bildirin, bakalım!" buyurmuş; Melekler: "-Subhanallah! Seni teşbih ve tenzih ederiz. Biz ancak Senin bize öğrettiklerini bilebiliriz." diyerek özür beyan etmişlerdir. Bunun üzerine Allah, Adem'e: "-Eşyanın isimlerini sen onlara bildir." buyurmuştur. Adem onlara eşyanın tabiatını bir bir anlatınca Allah meleklere: "-Ben size demedim mi ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim ve açıktan söylediklerinizi de içinizden geçirdiklerinizi de bilirim, diye?" buyurmuş; onlara: "-Adem 'e secde edin!" emrini vermiştir. Meleklerin hepsi secde etmiş; Adem'in karşısında saygı ile eğilmiştir. Aslen cin olup o sırada meleklerin arasında bulunan İblis, Allah'ın bu emrine itiraz etmiş; Allah'ın emrine karşı gelmiş; Allah da onu kovmuş; İblis, Şeytan olmuştur. İnsanın Üstünlüğü Kur'an-ı Kerim'de [Bakara (2), 30-39 ayetler], insanın yaratılışıyla ilgili olarak verilen bu bilgiden anlıyoruz ki Allah insanı meleklerden
üstün özellikte yaratmıştır. Üstünlük sebebini ise insanın, eşyanın tabiatını bilmesi, kısaca, ilim sahibi olması özelliğiyle açıklamıştır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah, yarattığı uçsuz bucaksız kainatı çok büyük bir ilim ve san'at eseri olarak yaratmıştır. Yüce Allah'ın büyüklüğü, yüksek ilim ve san'at eseri olan kainat'm yakından tanınması ölçüsünde görülebilir. Kainatın yakından tanınması ise, ancak, ilim ve tefekkür sayesinde mümkün olur. [Fatır (35), 38] ayetinde işaret edildiği gibi, Dünyayı, diğer gezegenleri, Güneş sistemini, Saman yolunu ve bütün evreni; atomu, çekirdeğini, elektronu ve hücreyi., ayrıca her bir maddenin fizik ve kimya özelliğini, kısaca, eşyanın tabiatını ve evrendeki düzen ve ahengi bilen ilim adamları (ulema), bu kainatı yaratan Yüce Allah'ın ne büyük bir İLİM, SANAT ve KUDRET sahibi olduğunu kavrar; huzurunda tazimle eğilir, saygıyla secdeye kapanır. Eşyanın tabiat özellikleri'nden yararlanarak onlardan alaşımlar ve bileşikler elde etmek; gemi, otomobil, uçak, füze., yapmak, sadece insana vergidir. Allah, bu ilim ve tefekkür gücünü, dolayısıyla bu sanat ve teknolojiyi meydana getirme güç ve kabiliyetini, yarattıkları içinde sadece insan'a vermiştir. İlk İmtihan Allah, Cennette yerleştirdiği Adem atamız ile Havva anamızı: "-Cennetteki bütün nimetler sizin. İstediğiniz gibi yiyin-için, ama, sakın şu ağaca yaklaşmayın, sonra pişman olursunuz" [Bakara (2), 35] diye uyarmıştı. Bu ilk sınavdı! İnsan, İlk İmtihanı
Kaybediyor
Adem'e secde etmediği için kovularak Şeytan olan İblis, Adem'le Havva'ya sokulur ve:
"- Cennette sonsuza dek kalmak istiyorsanız, size yasaklanan ağacın meyvesinden yemelisiniz, o sonsuzluk ağacıdır. Benden söylemesi, siz bilirsiniz!" [Taha (20), 120] diyerek onlara vesvese verir. Adem'le Havva da Şeytanın bu vesvesesine kanarak, yasak ağacın meyvesinden yerler. Yasak ağacın meyvesinden yer yemez, o ana kadar farkında bile olmadıkları, üzerlerindeki tabii elbiseleri patır patır dökülüverir; çırılçıplak kalırlar: Edep yerleri açılmıştır. Adem'le Havva utanır; ayıp yerlerini Cennet yapraklarıyla örtmeye çalışırlar. |Taha (20), 121] Adem İle Havva
Bağışlanıyorlar
Adem ile Havva Şeytanın oyununa geldiklerini ve bu ilk sınavı kaybettiklerini anlamış; pişman olmuş; bağışlanmaları için Allah'a yalvarmağa başlamışlardır. Allah'ın gönüllerine ilham ettiği şu sözlerle af dileyerek: "- Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz, bize acımazsan, biz her şeyimizi kaybettik demektir!" [A'raf (7), 23] diye yalvarmaları üzerine, Allah onları bağışlar. Cennetten Kovulma Ve Müjde Adem ile Havva'nın günahları bağışlanmıştır ama, yasak ağacın meyvesinden yedikten sonra artık Cennette kalamazlardı. Çünkü ilk sınavı kaybetmişlerdi. İkinci bir şans tanımak üzere Allah onlara: "- Hadi inin oradan yeryüzüne! Siz yeni dünyanızda iken size benden yol gösteren mesajlar gelecek. Kim benden kendisine gelen mesajlarıma (hidayet) uyarsa, onların üzüntüsü sona erecek; tekrar Cenneti hakedeceklerdir." [Bakara (2), 28] buyurmuş ve öyle de olmuştur.
Müjde
Gerçekleşiyor
Yeryüzüne inen Adem'e on sayfalık kitap (suhuf, mesaj) gelmiş ve Adem, Allah'ın yeryüzünde İlk Elçisi olmuştur. Allah, Adem'den bırakmamış;
beri kullarını hiç kitapsız,
Adem Peygamber'e
10 sayfa,
Şit Peygamber'e
50 sayfa,
İdris Peygamber'e
30 sayfa,
ibrahim Peygamber'e
10 sayfa
peygambersiz
olmak üzere 100 sayfa (Suhuf-Kitapçıklar), Musa Peygamber'e
Tevrat,
Davud Peygamber'e
Zebur,
Isa Peygamber'e
incil ve
Son Peygamber Hz. Muhammad'e
Kur'an
olmak üzere 4 Kitap indirmiştir ki biz Müslümanlar bunlara "104 Kitap" deriz. Allah'tan insanlara gelen Kutsal Kitaplar ve Peygamberler insanlara hangi davranışların iyi (ma'ruf), hangi davranışların kötü (münker); nelerin yanlış (hata, batıl), nelerin doğru (savab, hak) olduğunu öğretir; kötülülkten sakınarak iyiliğe kendi özgür iradeleriyle yönelmeleri yönünde yol gösterir; iyiliğe ahirette mükafat olarak Cennet, kötülüğe ise yine ahirette ceza olarak Cehennem vaadeder. Gerçi Allah, insana akıl ve vicdan terazisi vermiştir; insan iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan bu teraziyle ayırt edebilir. Ancak, duygulan ve bazı dış tesirler sebebiyle aklı her zaman doğru karar veremeyebilir. Onun için Allah, çok değer vererek yarattığı kullarına, bu imtihan dünyasında yol göstermek ve örnek insanlar olmak üzere, Peygamberler göndermiş; kalıcı rehberler olmak üzere Kitaplar indirmiştir.
Bütün bunlar, ilk imtihanı Cennette kaybetmiş bulunan insana, bu dünyada tanınan İkinci Sınav Şansı 'nm konularıdır. îşte, ilk insan Adem'den beri gelen mesajların öğrettiği bu sisteme, DİN denir. Şimdi, din nedir, onu tarif edebiliriz. 1.1 DİN NEDİR? Dinin bilinen tarifi şudur: "Din; akıl sahiplerini, kendi güzel (özgür) iradeleriyle, mutlak hayra (iyiye, doğruya, güzele) yönelten, İlahi bir kurumdur." Tarifi kısaca tahlil etmek, bizi, dini tanımakta, daha çok aydınlatacaktır. Tarifte geçen; a) Akıl sahiplerini (li zevi '1-ukul = aklı başında insanları), ifadesi, dinin 'muhatabı'nı belirtmektedir: Akıl sahibi şahıslar!. Bu demektir ki; din, aklı olan gerçek kişiler içindir. Buna göre, akıldan mahrum olanlarla gerçek şahıs olmayanlar için mesela tüzel kişiler için, dinli veya dinsiz olmak sözkonusu olmaz! b) "Kendi güzel (özgür) iradeleriyle" (bi'htiyarihimi'lMahmud), ifadesi, bir sözün, bir hareketin, dini açıdan değer ifade etmesi için, onun, bilerek ve isteyerek yapılmış olması gerektiğini, bildirmektedir. Bu ise; bilmiyerek veya zorla yapılan işin dini değeri olmaz, demektir. Dinin tanımından anlıyoruz ki, dinin muhatabı, akıl sahibi gerçek şahıslardır ve hiç şüphe yok ki bu akıl sahibi gerçek şahıs /«san'dır. İnsan davranışlarının dini bir değeri olabilmesi için ise, o davranışların özgür iradeyle bilerek ve isteyerek yapılmış olması gerektir. İnsanın
muhatap ve mükellef olması için akıl-, bir söz veya davranışın dinen değer ifade etmesi için özgür irade şart'tır. Akıldan yoksun şahısların davranışlarının, dini bir değeri olmadığı gibi, baskı altında söylenen bir söz veya yapılan bir iş ve hareketin de dini bir değeri olmaz. Bunlar, dinin tarifinden çıkan sonuçlar! Kısaca, bir söz veya davranışın dini bir değer ifade etmesi için, o sözün veya davranışın, aklı başında gerçek şahıslar tarafından özgür iradeyle yani bilerek ve isteyerek söylenmesi ve yapılması şarttır. Dinin tarifinden anlaşılan bir sonucu hemen burada kaydedebiliriz: Din, gerçek kişi olan insan için sözkonusu olduğuna göre, gerçek kişi olmayan, mesela devlet için, dinli veya dinsiz olmak, sözkonusu olmaz• Devletler hakkında, sadece, dinler karşısındaki durumu itibariyle: - Budist, - Yahudi, - Katolik, - Ortodoks, - Müslüman, - Hiçbiri.. gibi değerlendirmeler yapılır. Bu değerlendirmeler, bazı devletlerin, bazı dinleri, Devlet Dini olarak kabul ettiklerini; bazı devletlerin ise, dinler karşısında aynı mesafede olduklarını anlatır. Hemen işaret edelim ki, Hiçbiri kategorisi, o devletin dinler karşısındaki durumunun negatif olduğunu değil eşit olduğunu anlatır. Bilindiği gibi böyle devletlere bugünün terminolojisiyle laik devletler denir. Bununla beraber, dine karşı durumunu negatif kabul eden devlet tecrübeleri de bilinmektedir.
Dinlerden birini resmi din olarak kabul eden, dolayısıyla, dinlere karşı eşit mesafede olmayan devletlerde, çoğu zaman, başka dinlere mensup insanlara, dini açıdan hayat hakkı yok demektir. İslam Dinine göre, diğer din mensubu vatandaşların müslümanlarla eşit vatandaşlık hakkına sahip oldukları, başka bir ifade ile ülkede yaşama hakkına sahip bütün vatandaşların, kanun karşısında eşit oldukları dikkate alındığında, Müslümanların Devletinin sonuncu kategoride yani bütün dinlere eşit mesafede olması gerektiğini kolaylıkla farkederiz. (4) Esasen İslam dinine göre de modern anlayışa göre de devlet otoritesi, vatandaşlara, güven ve özgürlük içinde yaşama ortamı sağlamak için vardır. Aksine bir tutum, İslam dininin öğretilerine de modern anlayışa da uymaz. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında ve günümüz İslam dünyasında yanlış olarak aksi savunulmuş ve savunulmakta olsa da, din ile ikrah (din ile baskı) bir arada olamaz. Bu demektir ki, bir yerde din varsa orada baskı olmaz; olmamalıdır. Bir yerde baskı varsa orada din olmaz, olamaz! Dinin tarifinden çıkan bir başka sonuç olan bu husus, Esasen, Kur'an-ı Kerim'in sarih öğretilerindendir: "Dinde ikrah/baskı yoktur." [Bakara (2), 256] -İbadeti ve iyi bir davranışı baskı altında ve zorla yapabiliriz. Baskı altında veya başka hesaplarla, "Ben Allah'a ve Ahiret gününe inandım, inanıyorum." diyebiliriz. Bir günahtan, kötü bir işten; baskı veya korku altında ve zorla uzak kalabiliriz.. Fakat, hür irademizle ve kendi tercihimiz sonucu isteyerek yapmış olmadığımız için bu, inandım dememizin de ibadetler dahil davranışlarımızın da dini açıdan bir değeri olmadığı gibi, bunun bize dini açıdan sağlayacağı bir faydası da olmaz! Din ve dindarlıkla dini sorumluluğun mahiyetini, şu örneklerden daha iyi anlayabiliriz: Örnek 1; Kitab-ı Mukaddes'te bir uyarı var: "Komşun kadınla yatmayı aklından geçirdinse, yattın demektir!" Kur'an-ı Kerim'de de benzer uyarı var: "İçinizdekileri açığa vursanız da içinizde
saklasanız da Allah ondan size hesap soracaktır! .."[Bakara (2), 284] Ashab bu ayeti ilk duyduklarında: "- İçimizden neler geçmez ki! Eğer onlardan hesaba çekileceksek, biz bunun altından nasıl kalkarız?" der ve ağlamaya başlar. Ashabın bu, yerinde endişe ve üzüntüsünü gidermek üzere, Mi'rac hediyesi olarak, Amenerrasulü diye başlayan ve o adla anılan, iki sonraki ayet nazil olur. O ayette: "Allah hiç kimseyi, gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılmaz!.." [Bakara (2), 285] buyurulur. Bu ayetin verdiği mesaj açık: Sen, elinden geldiği kadar kalbini temiz tutacaksın. Aklından ve kalbinden geçecek kötü duygu ve düşünceleri ise elinden geldiği kadar zihninden uzaklaştırmaya çalışacaksın. Kısaca, kafanda ve kalbinde günah iş kurmayacaksın. Böyle yaparsan, aklından gelip geçenlerden sorumlu olmazsın. Fakat aklına ve kalbine gelen kötü duygu ve düşünceleri elinden geldiği kadar zihninden uzaklaştırmaz; aksine, onları gerçekleştirmeyi içinde kurarsan, yapmasan da o günah işi yapmış gibi onun hesabını Allah'a verirsin! -însan melek değildir. Kalbini ve kafasını kötü duygu ve düşüncelerden arındırması pratikte mümkün mü? -Mümkün olmak bir yana, mü'min bununla yükümlüdür! Çünkü dindar olmanın asgari şartı, kalp temizliğidir. Kalbi temiz olmayan kimse, gerçek manada dindar olamaz. Eğer mü'min bunda başarılı olamamış, yani, kalbini ve kafasını kötü duygu ve düşüncelerden, kısaca, günah düşünce'den armdıramamışsa, dinden nasibini tam alamamış demektir. Geriye: -Bu nasıl olur, mü'min bunu nasıl başarır? sorusu kalıyor: -Mü'min; kalbini ve kafasını, başka bir ifadeyle, akıl ve imanını, aşağıdaki ikinci örnekte anlatıldığı gibi aktif bir şekilde devreye sokmak suretiyle, bunda başarılı olabilir.
Örnek 2: İkinci örnek Asr-ı Saadetten. Yeni Müslüman olmuş bir sahabi Hz. Peygambere gelir ve: "-Ya Resulallah! Benim kötü bir alışkanlığım var; zina etmeden duramam. Halbuki ben 'bi'at' esnasında, zina etmeyeceğime dair söz vermiştim. Şimdi, ya izin ver, alışkanlığıma devam ediyim, yahut dinimden dönmek zorunda kalacağım!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: -Kiminle zina edeceksin, nerede bulacaksın? diye sorunca, sahabi: -Çook!, cevabını verir ve bundan sonra Hz. Peygamber'le o sahabi arasındaki konuşma, şöylece devam eder. Hz. Peygamber: -Birisi, bu. işi, senin bacınla yapsa razı olur musun? Sahabi: -Hayır, razı olmam efendim! -Birisi bu işi senin ananla yapsa kabul eder misin? -Hayır, etmem efendim! -Kızınla yapsa razı olabilir misin? -Hayır, olamam efendim! -Karınla yapsa? -Hayır Efendim! -Pekiyi, kimsenin anası, bacısı, kızı veya karısı olmayan birini nerede bulacaksın? Kendin için razı olmadığın şeyi başkaları hakkında nasıl kabul edeceksin? -Bunu hiç düşünmemiştim, Efendim! Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber: -Ya Rabbi, bu kulunun arzusunu ondan al! diye dua eder. Sahabi der ki:
-Bu görüşmeden ve Resulullah'ın o duasından sonra artık bir daha öyle bir arzu duymadım.(5) Bu örnek bize iki gerçeği açık bir şekilde öğretmektedir: (1) Olgun bir mü'min, kendi eşinden başka hiç kimseye, karşı cins gözüyle bakmaz; bakmamalıdır: -Erkek mü'min, eşinden başka her kadına anası, bacısı veya kızı gözüyle bakar ve onlara karşı, sadece, evlatlık, kardeşlik ve atalık duyguları besler. -Kadın mü'min de eşinden başka her erkeğe babası, kardeşi veya oğlu gözüyle bakar ve onlara karşı sadece; evlatlık, bacılık ve annelik duyguları besler. Kısaca olgun mü'min, başkasının namusunu kendi namusu bilir; saygı duyar ve korur. Psikolojik bir gerçektir: -İnsan, bir şeyin doğruluğuna ve iyiliğine aklı yatarak inanırsa, o şeyi, gönüllü olarak yapar. Bir şeyin yanlışlığına ve kötülüğüne aklı yatarak inanırsa, o şeyi yapmaktan uzak durmakta zorlanmazdı) Aksiyonlarda, telakkilerin rolü büyüktür. Bu gerçeğe, Hz. Peygamber, bir güzel sözünde şöyle işaret eder: "- Mü'min, günahını, üzerine düşecek şekilde duran büyük bir kaya gibi görür; kayanın, üzerine düşüp altında ezileceğinden korkar. Kafir ise günahını, burnu üzerinde dolaşan sinek gibi önemsiz görür." (6) Bu bir-iki örnekten anlıyoruz ki insan: -Bir şeyin, niçin kötü olduğunu ve kötülüğün de cezasız kalmayacağını, -Bir şeyin neden iyi olduğunu ve iyiliğin de karşılıksız kalmayacağını iyice bilirse, onun, kötülükten uzak durması ve iyiliğe koşması kolaylaşır! Sadece kötülükten uzak durması ve iyiliğe koşması değil; kalbinin kötü niyet ve duygulardan temizlenmesi ve iyilik yapma duygularıyla dolması da kolaylaşır.
Esasen din de işte budur! Nitekim Hz. Peygamber: "Bu dünyada dört tip insan vardır: (1)
Allah ona servet ve bol imkan vermiş, bunun yanında ilim/akl-i selim de nasib etmiştir. O, ilmi sayesinde, elindeki imkanları 'iyi' yolda kullanmaktadır. Bu kişiden iyisi yoktur!
(2)
Allah ona ilim vermiş ama servet nasib etmemiştir. Ancak, 'Elimde imkanım olsa da ben de onun gibi yapabilsem!' diye düşünmek suretiyle birinci şahsa imrenmektedir. Bu kişi, Allah katında, birinci ile eşit konumdadır!
(3)
Allah ona servet ve bol imkan vermiş; ilim yani akl-'ı selim nasib etmemiştir. Elindeki imkanları, 'kötü' yolda kullanmaktadır. Durumu, bu kişiden fenası yoktur!
(4)
Allah ona servet ve imkan vermediği gibi ilim de nasib etmemiştir ve 'Ah, benim de imkanım olsa da ben de onun gibi yapsam!' diye üçüncü tipe heves etmektedir. Bu kişi de Allah katında üçüncü ile eşit konumdadır!" (7)
Açıkça görülebildiği gibi, kişi, dini-imanı sayesinde kişi olarak ruhen olgunlaşmışsa, dini-imanı ona fayda sağlamıştır, demektir. Kısaca, dindarın temel kaygısı, her şeyden önce, kendi şahsi olgunluğu olmalıdır. Nitekim, büyük bir savaştan dönüşte Hz. Peygamber: "Küçük cihaddan döndük; şimdi sıra büyüğünde!" buyuruduğunda, büyük savaştan yorgun-argm dönmekte olan ashab, büyük bir kaygıyla: -Ya Resulallah! Önümüzde bundan daha büyük savaş mı var? diye sorunca Resulullah: -Evet, var! Daha büyük savaş, kalbin savaşıdır!" buyurmuştur. (8)
"-Allah sizin görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz; kalblerinize ve niyetlerinize bakar." (9) Hadisi de bu gerçeği ifade ettiği gibi, bu söz, dinin bütün prensip ve mesajlarının özüne de uygundur.
Ne gariptir ki pek çok insan, dini, şekil ve merasim olarak algılar da şekil ve merasim ölçüsünde dinine bağlılık ifade ettiğini zanneder; kendisi şekil ve merasime önem verir; başkalarım da kılığma-kıyafetine ve görünüşüne göre değerlendirir. Dinde şekil ve merasim hiç yok değil. Ancak, şekil ve merasim, ruhi olgunluğa katkı sağlıyorsa ancak, onun dolaylı bir değeri vardır. Katkı sağlamıyor ve aksine Allah esirgesin, gösteriş veya kendini beğenme gibi bir duyguya yol açıyorsa, din dilinde riya ve ucub adını alan o şekil ve merasimin dini değeri negatif yani şirk mertebesinde çirkin bir günah olur. Eskiler bunu: "İçin, görüntünden güzel olsun!" "Görüntüsü içinden güzel olan, gösteriş yapmıştır." anlatırlardı.
diye
"İnsanın alacası, içinde; hayvanın alacası, dışında" atasözümüz de bunu anlatır. Şu bir gerçektir ki: "Merdiven basamak, basamak!" Herkesin ruh olgunluğuna bir anda ve aynı seviyede yükselmesi ne mümkündür, ne de gerekli! Nitekim, biri dağda çoban, diğeri şehirde ayakkabıcı, ermiş iki kardeşle ilgili şu temsili menkıbe, bu noktayı çok güzel anlatır: Dağda çobanlık yaparken ermişlik mertebesine kavuşan kişi, şehirde ayakkabıcılık yapan kardeşini ziyaret eder. Çam sakızı çoban armağanı deyişine uygun bir tarzda, kardeşine süt getirir. Ama mendil içinde! Kardeşinin işyerine girince, biraz da kerametim gösterme arzusuyla, elindeki süt dolu mendili duvara asar; kardeşinin gösterdiği yerde oturur. Hoş-beşten sonra ayakkabıcı kardeşine, ölçü vermek üzere bir bayan gelir. Bayan, ölçü verirken eteğini biraz toplayınca, çobanın gözü, bayanın beyaz baldırına takılır. Ölçü almakta olan kardeşi, başını kaldırmadan, misafir kardeşini uyarır: Dikkat eyle, süt damlamaya başladı!
Anlaşılan, şehirde ayakkabıcılık yapan kardeş de ermişlik mertebesine kavuşmuştur. Ama bir farkla: Çoban kardeş, kendi şartlan içinde; ayakkabıcı kardeş, kendi şartları içinde; ermişlik mertebesindedir! Bu örnek bize, insanlardan, yetiştikleri çevre şartları ölçüsünde ahlak ve fazilet beklemek gerektiğini, ermişlik mertebesindedir diye, dağdaki çobandan da şehirdeki esnaftan da, her şartta aynı ahlak ve fazileti beklemenin doğru olmadığını anlatır. Yukarıda sunduğumuz: Herkese, anası-bacısı, kardeşi-evladı.. gözüyle bakma fazilet ve olgunluğunu, insanların aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevre şartları içinde değerlendirmek, gerçekçi bir değerlendirme olur ise de, iyi bir müslümanın, Dağda çoban da olsa, şehirde öğretmen, din görevlisi ve esnaf da olsa fark etmemek üzere, her şartta, elinden geldiği kadar dürüst ve kalbi temiz bir kişi olmakla yükümlü olduğunu, tespit etmemiz gerekmektedir. Güvenilir insan hakkında yapılan, Ona namusunu bile emanet edebilirsin! Değerlendirmesi, olgun bir mü'min kişiyi anlatan bir değerlendirmedir. Açıktır ki mü'min kişi, böyle bir güvene layık olduğu ölçüde olgun mü'mindir. "Müslüman, elinden, dilinden kimseye zarar gelmeyen kişidir." (10) hadis-i şerifine, bu açıdan bakınca, onu daha iyi değerlendirmek mümkün olur. Bir diğer önemli nokta da şudur ki: Görüntü olarak dindarlık taslamaktan sakınmak, aklı başında her Müslümanın asgari görevidir. Başka bir ifadeyle: Dini ve ruhi olgunluğun ilk ve asgari şartı, kendisini, dıni-manevi açıdan, kimseden üstün görmemek; hele, dindarlık taslamaktan sakınmaktır! Bir ayet-i kerime'de: "Sizin en değerliniz, takvaca en üstün olanınızdır." [Hucurat (49), 13] buyurulurken, Hz. Peygamber de bu ayet-i kerime'yi açıklama sadedinde, kalbine işaret ederek: "Takva, işte buradadır!" (11) buyurmak suretiyle, kalp dürüstlüğünün ve temizliğinin önemine işaret etmiş; atalarımız da bunu: "Her geçeni Hızır bil!" özdeyişiyle kültürümüze mal etmiştir. "Takva, işte buradadır!"
hadisinde: "Kardeşini hakir görmek, kişiye, günah olarak yeter!" ifadesi de geçer ki, konumuza daha da ışık tutar. Öyle ya, görüntüsü ne olursa olsun, karşımdaki insanın, Allah katında benden daha değerli biri olmadığını ben nereden bilebilirim? Kaldı ki, karşımdaki insana değer vermekle ben ne kaybederim? Hiçbir şey! Aksine çok şey kazanırım. Zira, hüsn-i zan'da bulunmuş olurum. Buna karşılık: Karşımdakine değer vermez, üstelik hakir görürsem, bundan hiç bir şey kazanmam; çok şey kaybederim. Ne güzel demişler: "Hüsn-i zan vilayettir. Sii-i zan cinayettir!" diye! Kısaca din: -Allah'ı, Peygamber'i tanımak; öbür dünya'ya inanmaktır. -İbadettir. -Alçak gönüllülüktür, -Sevgidir. -Saygıdır. -Başta insan, yaratılanlara değer vermektir; -Kimseyi küçük görmemektir. -Hak ve hukuku gözetmektir. -Kalp ve ruh temizliği ve olgunluğudur.. Namaz da bunu sağlamışsa güzeldir; oruç da, hac ve zekat da! İbadette kusur eden, sevap kaybeder; günah kazanır. Ama, şu sayılan şeylerden mahrum olan, dinden nasibini alamamış demek olur. Din, bir hidayet mes'elesidir. Din böyle bilinir, tanınır ve yaşanırsa, ancak o zaman, benimseyeni benimsemeyeniyle herkesin saygı duyacağı kurum olur. Din, başkasına karışma ve onları yargılama aracı olarak algılanırsa o zaman da mü'minler dahil, herkesi rahatsız eden bir kurum olarak görünür. "Ey inananlar, Siz kendinize bakın. Siz doğruyu bulduktan sonra, başkasının sapkınlığından size zarar gelmez." [Maide (5), 105] mealindeki ayet-i kerime, bütün bu söylediklerimizi öz olarak anlatır.
1.2 DİNİN MUHTEVASI îslam dininin muhtevasını biz, Kur'an-ı Kerim'den (Kitap) ve Hz. Peygamber'in uygulamalarından (Sünnet) öğreniriz. Cibril Hadisi adıyla bilinen Hadis-i Şeriften, dinin muhtevasını özet olarak öğreniyoruz. Hadis-i Şerif şöyle: "Günün birinde Resulullah ile birlikte, bir meydanlıkta, bir açık havada bulunuyorduk. Baktık, karşıdan biri geliyor. Yaklaştıkça . far kettik ki, bir genç! Simsiyah saçları, bembeyaz elbisesi var; yoldan gelmişe benzemiyor ama içimizde onu tanıyan da yok. Derken Resulullah'ın dizi dibine kadar yaklaştı.Dizler ini, Resulullah'ın dizlerine dayayarak yani Resulullah'a çok yakın, oturdu; hemen soru sormaya başladı: İslam nedir, ya Resulallah? Resulullah cevap verdi: İslam, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna Şehadet etmen; farz olan Namaz'ı kılman; farz olan Zekat'ı ödemen; Ramazan Oruç'unu tutman; gücün yeterse Ka'be'yi ziyaretle Hacc'etmendir! Genç: - Doğru! diye tasdik etti. Biz de, hem soru soruyor hem tasdik ediyor diye hayretle bakıştık. Derken ikinci sorusunu sordu: - İman nedir, ya Resulallah? Resulullah cevap verdi: - İman: Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inanmandır! Genç yine:
- Doğru! diye onayladı ve üçüncü sorusunu sordu: İhsan nedir, ya Resulallah? Resulullah cevaben: - İhsan, Allah'a, O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu göremesen de O seni görüyor! buyurdu. Genç, bunu da, Doğru! diye onayladı ve dördüncü sorusunu sordu: - Ya Resulallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır? Resulullah cevap verdi: - Bu soru kendisine sorulan, bu konuda, o soruyu sorandan daha çok şey bilmez! Genç: -Öyleyse alametlerini bildir, deyince, Resulullah: - Köle kadının, efendisini dünyaya getirmesidir; ayağı çıplak, başı kabak, koyun çobanı kimselerin, yüksek yüksek binalar yapma yarışına girmeleridir! Başka rivayetlere göre: Emanet, ehil olmayanların eline düştü mü kıyameti bekle! buyurdu. Genç, bunu da onayladıktan sonra kalktı, yürüdü. Peşinden bakakalmıştık ki Resulullah: - Kimdi o? buyurdu. Biz: - Allah ve Resulü daha iyi bilir/biz bilmiyoruz! dedik. - Çağırın onu bana! buyurdu. Bakındık ama kimseyi Bunun üzerine Resulullah:
göremedik.
- O Cebrail'di. Size dininizi öğretmeye geldi! buyurdu."( 12) Cibril hadisinden öğreniyoruz ki din: -İmandır; -İbadettir; -Ahlaktır! Yine başka bir Hadis-i Şerif de şöyle: "Uzaktan gelen bir bedevi, Resulullah'a sorar: -Senin elçin olduğunu söyleyen birisi bize geldi; Senin, Allah'ın elçisi olduğunu söylüyor. Doğru mu? Resulullah cevap verir:
-Evet, doğru! Bundan sonra o Bedevi ile Resulullah arasında şu konuşma geçer: Bedevi: -Yeri kim yarattı? Resulullah: -Allah! -Gökleri kim yarattı? -Allah! -Yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için soruyorum: Seni Allah mı gönderdi? -Evet! -Senin elçin, günde beş vakit namaz kılmamız gerektiğini söylüyor. Şimdi soruyorum: Bunu Allah mı emretti, yoksa, sen mi uygun gördün? -Allah emretti! -Senin elçin, mallarımızın zekatını vermemiz gerektiğini söylüyor. Bunu, Allah mı emretti yoksa sen mi gerekli gördün? - Allah emretti! -Senin elçin, yılda bir ay Ramazan'da oruç tutmamız gerektiğini söylüyor. Onu Allah mı emretti yoksa sen mi öyle istedin? -Allah emretti! -Senin elçin, gücümüz yeterse haccetmemiz gerektiğini söylüyor. Seni Hak ile gönderen Allah hakkı için soruyorum: Bunu da Allah mı emretti yoksa sen mi istedin? -Allah emretti. -Anladım. Allah'a yemin ederim ki bunlardan ne bir eksik yaparım; ne bir fazla! dedikten sonra Allahaısmarladık dedi ve ayrıldı; gitti. Bunun üzerine Resulullah bize hitaben: -Cennetlik bir adam görmek isteyen, işte, şuna baksın! Bir başka rivayette: -Sözünde durursa, Cennet'i haketmiştir! buyıırdu."(13)
v
Burada sunmayı yararlı gördüğümüz bu iki Hadis-i Şeriften Cibril hadisinde Hz. Peygamber: "-0 Cebrail'di; size dininizi öğretmeye geldi."; Bedevi hadisinde ise, ibadetler hakkında bilgi alan bedevi'nin, "Vallahi ne bir eksik yaparım ne bir fazla!" demesi üzerine: "Sözünde durursa Canmti haketmiştir!" buyurmuştur. Mütevatir olmasa bile ona yakın şöhret ve sıhhatte olan bu iki hadis bize, dinin muhtevasını öğretmektedir: İman, İbadet ve Ahlak!. Esasen bu hadislerle verilen mesaj bütün ayetlerle paralellik arzetmektedir. îşte bir örnek: "Erginlik değil; yüzlerinizi Doğu veya Batı yönlerine çevirmeniz. Asıl eren o kimsedir ki Allaha, Ahiret gününe, Meleklere, Kitaba ve bütün Peygamberlere inanıp yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altındakilerin kurtulmasına malını seve seve verir; Namazı kılar; Zekatı verir; andlaşınca andını yerine getirir; darlıklar hastalıklar ve savaş sırasında katlanmasını bilir. îşte doğru kimseler bunlardır ve takva sahibi olanalar da ancak onlardır!" [Bakara (2), 177] Dinin muhtevasını belirlerken, aynı zamanda îslam Dinine giriş beyannamesi demek olan bi'at şartlarını bildiren Ayet-i Kerime'yi de hatırlamamız, özellikle konumuz açısından yararlı olacaktır: " Ey Peygamber! İnanmış kadınlar: Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak; hırsızlık yapmamak; zina etmemek; çocuklarını öldürmemek; elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ortaya sürmemek; ma'rufta/iyi işte Sana karşı gelmemek., hususunda Sana bi'at etmeye geldikleri zaman, bi'atlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile! Şüphesiz Allah, çok Bağışlayıcıdır; çok Esirgeyicidir." [Miimtehine (60), 12] Görüldüğü gibi bu ayette de başta şirk olmak üzere; hırsızlık, zina, cana kıymak, iftira ve ma'rufta asi olmak., gibi, aynı zamanda suç da olan günah ve haramlardan kaçınma konusunda bi'at esnasında söz verilmesi gerektiği bildirilmektedir.
Dinin muhtevası hakkında yeterli bilgiye ulaşmış olmak için, iki ayet meali daha kaydetmemiz yararlı olacaktır: "De ki: Allah'ın kulları için yarattığı güzelliklerle helal, hoş ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar dünya hayatında müzminlerindir. Ahirette ise sırf mü'minlerindir. îşte, bilen kimseler için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz." [A'raf (7), 32] " De ki: Bana vahyedilenler arasında; Leş veya akıtılmış kan Yahut domuz eti -ki o murdardır- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmişten başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulmuyorum." [ En'am (6), 145] Gerçekten, Hak bir dinde: a) İnanç esasları, b) İbadetler, c) Ahlak prensipleri ve d) Helal-Haram konuları, 1 vardır. Kutsal kitaplardan bazılarında ve son Kutsal Kitap Kur'an-ı Kerimde, bunların yanında, evlenme-boşanma (nikah-talak), alım-satım (bey'-şira), borçlar (duyun, müdayene), şahitlik (şahade), vasiyyet ve miras (veraset), suç ve ceza (hudud) gibi konular demek olan; e) Muamelat'a ait hükümler de vardır. Bunlardan: İnanç esasları, kişinin hayat anlayışını ve dünya görüşünü belirler ve bunlar dinin özü'nü oluşturur: O kadar ki, bir kişi, dinin inanç esasları'nı benimsiyorsa o kişi o dine mensuptur; benimsemiyorsa değildir, demektir. İbadet konuları, kişinin, mensubu olduğu dinin öğretilerine uygun olarak Allah'ı ta'zim ve O'na şükür görevini yerine getirmesi demektir: Öyle ki, ibadet görevini yerine getirerek Rabbine ta'zim ve şükür görevini de yerine getiren mümin; mükafatını ahirette görmek üzere sevap kazanırken, yerine getirmeyen mümin; Allah onu bağışlamadığı takdirde, cezasını Ahirette çekmek üzere günah'a girer. Ancak, Allah'ı ve Peygamberini tanıdıkça ve Allah'ın emirlerini inkar etmedikçe o yine mü'mindir.
Helallar, kişinin günlük hayatında, yararalanabileceği konuları ifadeeder.
gönül
rahatlığı
ile
Haramlar, kişinin günlük hayatında sakınması gereken konuları anlatır. Haram işleyen kişi, tevbe etmeden öldüğü ve Allah tarafından bağışlanmadığı takdirde, cezasını ahirette çekmek üzere günah işlemiş olur. Ne var ki, haram işleyen, ne kadar günahkar olursa olsun, haramı, haram biliyorsa ve dinin inanç esaslarım benimsiyorsa, o yine mü'mindir. Ama, günahkar mü'mindir. Çünkü o, işlediği kötülüğün farkında olduğundan er-geç ondan kurtulma şansına sahiptir. Ahlak prensipleri, dinin gayesini oluşturur. Öyle ki, Güzel Ahlak, İmanın da İbadetin de gayesi ve semeresidir. Nitekim Hz. Peygamber: "Yalanı ve sahte işi terketmeyen kişinin oruç tutmasının, Allah katında bir değeri yoktur." (14) buyurur. Kur'an-ı Kerim'de: "Namaz insanı, çirkin ve kötü davranışlardan alakor." buyurulur. [Ankebut (29), 45] Açıktır ki, bir kimse hem namaz kılıyor ve oruç tutuyor hem sahte, çirkin ve kötü işlere devam ediyorsa, kıldığı namazın da, tuttuğu orucun da ona bir faydası olmamış, demektir. Buna göre: Dinin öğretilerine ve akl-i selim ilkelerine uyarak ahlaki davranışlarda bulunan kimsede din, meyvesini vermiş olur. Böyle kimselerden, kimseye zarar gelmez; böyle kimseler, topluma yararlı kişiler olur. Buna karşılık, hangi düşünce ve gerekçe ile olursa olsun, toplumu veya fertleri rahatsız eden kişi, dinden nasibini alamamış demektir. Muamelat konu ve hükümleri ise, insanların, sosyal hayatla ilgili düzenlemelerinde ihtiyaca göre yararlanacakları hükümlerdir. Öyle ki ihtiyaç ve şartlara göre bu hükümlerden yararlananlar, aralarındaki ilişkileri sağlıklı bir şekilde düzenlemiş ve çözmüş olurlar. Bu hükümlerden ihtiyaca rağmen yararlanmayanlar ise kendilerini böyle bir nimetten mahrum etmiş ve muhtemelen bazı hakların kaybolmasına yol açmış olurlar. Açıktır ki, -İman esasları, insanın hayat anlayışını ve dünya görüşünü belirler. Mümin, her hal ve şartta iman esaslarına bağlı kalmak durumundadır. Hayati bir baskı veya tehdit sebebiyle bu bağlılığını açığa vurma imkanından mahrum kalan kişiler bile inançlarını tam bir kalb huzuru
içinde gönüllerinde taşımak ve korumakla yükümlüdür. Ancak, böyle bir baskı ve tehdit altında, kalbinde koruduğu inancına aykırı beyanda bulunması ve mesela: "Ben Müslüman değilim, ben Allah'a inanmıyorum" demek zorunda kalması ise, onun imanına zarar vermez. [Nahl (16), 106] -İbadetler, belirtildiği gibi, mü'min kişinin, mensubu olduğu dinin kurallarına uygun olarak Rabbine karşı tazim ve teşekkür ödevini yerine getirmesi; kulun Yüce Allah'a şükretmesidir. Allah insanlara çok çeşitli nimetler sunmuştur. Bu nimetlerden yararlanan insanlar, o nimetleri sunan Allah Taala'ya teşekkür etmeli; şükür vazifelerini yerine getirmelidir. Teşekkür ise nimetin cinsinden olmalıdır. Nimetler çok genel bir tasnifle 3 grupta toplanabilir: Birinci grup nimetler,^düşünen kafa ve duyan kalb gibi, insanı insan yapan nimetlerdir. İkinci grup nimetler, sağlıklı bedene; gören göz, işiten kulak, konuşan dil, tutan el ile sağlıklı çalışan mide, kalb ve böbrek gibi nimetlere sahip olma nimetidir. Üçüncü grup nimetler, sahip olduğumuz diğer maddi ve manevi nimetlerdir: Allah bize akıl ve sağlık yanında, temiz hava ve temiz su; yiyecek ve giyeceklerimiz başta olmak üzere, mal-mülk gibi pek çok nimet, ihsan etmiştir. Nimetlere teşekkür ise, nimetlerin cinsinden olmalıdır. Şöyle ki: Elinde ihtiyacından fazla olarak altın-gümüş, para-pul, mal-mülk bulunan kimse, "Allahım! Sen bana bu nimetleri verdin; Sana çok şükür!" dese, bu da, nimetin sahibini bilmek olup bir teşekkürdür, şükürdür. Ancak, bu nimetleri Allah'tan bilmenin yanında bir de bu nimetlerden bir kısmını, muhtaç kimselere verirse, şükür vazifesi demek olan teşekkürü, hakkıyla yerine getirmiş olur. Böylelikle, esasen bütün insanlar için ortak mubah olarak yaratılmış olduğu halde, ama çok çalışmakla ama miras gibi başka imkanlarla, ihtiyacından fazla olarak elinde bulundurduğu servetteki, "Muhtaç insanların hakkını" da ödemiş olur. [Zariyat (51), 19; Me'aric (70), 25] Tıpkı bunun gibi, düşünen kafaya ve duyan kalbe sahip olan kimse de, "Allahım, sana çok şükür; düşünen kafam, duyan kalbim var."
derse, bu da bir çeşit şükür olur ama bu kimse, Allah'ın, bu uçsuz bucaksız evrendeki sanat ve kudreti üzerinde akıl yürütür ve: " Allahım, düşünen aklım ve duyan kalbimle ben idrak ediyor, anlıyor ve herkese de bildiriyorum ki beni ve her şeyi yaratan biri var. Allah'ım, O, Sensin; Ben şahadet ederim ki, Sendan başka tanrı yoktur! Sen bize yol gösterecek elçiler gönderdin. Hz. Muhammed (s.a.v.), Senin en son Elçindir! Ben şahadet ederim ki Muhammed Senin kulun ve elçindir!" anlamında; "Eşhedu en la ilahe illallah Ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resulüh" derse, akıl ve kalb nimetine karşı, olması lazım gelen şekilde teşekkür etmiş; Allah'a şükür ödevini yerine getirmiş olur. Yine bunlar gibi, sağlıklı bir bedene sahip olan kimse, "Allahım, sana çok şükür! Bana sağlıklı bir beden verdin: Elim ayağım tutuyor; gözüm görüyor; kulağım işitiyor; dilim dönüyor; kalbim, böbreklerim çalışıyor." derse, sağlıklı beden nimetine karşılık Allah;a bir nevi teşekkür etmiş olur ama, günün hemen her saatinde kendi şahsi iş ve ihtiyaçları yolunda kullandığı bedenini, günün belirli saatlerinde de Allah'ın emrettiği şekildeki bir ibadette kullanırsa, beden nimetine karşılık, olması lazım gelen şekilde teşekkür etmiş; şükür ödevini, olması lazım geldiği gibi yerine getirmiş olur. Nimetlere şükür görevini yerine getirmek demek olan ibadet ödevini yapan kimse, bir yandan Allah'a kulluk görevini yerine getirirken öbür yandan ahiret sermayesi olacak sevap kazanmış olur. Bu görevi yapmayan veya yapamayan ise, sevaptan mahrum olduğu gibi, meşru bir mazereti olmaksızın yerine getirmemişse, Allah tarafından bağışlanmadığı takdirde cezasını ahirette çekmek üzere günaha, girmiş olur. Ancak, ibadet konu ve esaslarını red ve inkar etmedikçe, dini ile bağı devam eder. Ahlaki prensipler ise; "İbadet ve odun kırma dahil, yaptığı her işi, Allah'ı görüyormuşçasına dürüst ve < özenerek yapmak" şeklinde tarif edilebilecek ve: "Allah'a tazim, halka sevgi" olarak özetlenebilecek bu prensiplere uyan kimse, hem Allah ve Resulü'nün hem de beraber
yaşadığı insanların sevgi ve hoşnutluğunu kazanır. Bu sayede de dünya ve ahiret mutluluğuna erer. Muamelat hükümlerine gelince, bunlar, sosyal (hukuki) ilişkilerle ilgili örnek düzenlemeler demek olup bunları uygulamak, duruma ve şartlara göre, insanlararası hukuki ilişkilerin düzgün yürümesine yardımcı olur. Ancak, bunları sırf uygulamak sevap artırmadığı gibi, uygulamamaktan da sevap eksilmez. Açıklayalım: Kur'an-ı Kerim'in ikinci suresi olan Bakara Suresi'nin müdayene adıyla tanınan 282 nci ayeti, borç ilişkilerini, tafsilatlı bir şekilde düzenler: " Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın.. İki de şahit bulundurun..." [2, Bakara, 282] Bu ayet-i kerime'ye göre, belirli bir va'de ile borç alış-verişinde bulunan mü'minler bunu: a) Yazılı bir sened'e bağlayacaklardır, b) Bu yazılı senedi, katib-i adilnoter düzenleyecektir. c) Bu muameleye iki de şahit tutulacaktır. Dikkat edilirse, Kur'an-ı Kerim bu Ayet-i Kerimeyle, mü'minlere, insanoğlunun tecrübeyle ulaşabileceği en modern ve dolayısıyla en sağlam sistemi öğretmekte ve öğütlemektedir. Nitekim bugün, en gelişmiş ülkelerdeki uygulama, büyük bir kısmıyla bu ayette tarif edildiği şekildedir: Önemli sözleşmeler, geçerliliği kanunla tarif edilen yazılı belgelere bağlanmaktadır. Gidiş onu göstermektedir ki, zamanla, en basit borç ilişkisi ve en basit sözleşme bile, noterce, veya o güvende birilerince; şahitli ve yazılı belgeye bağlanacaktır. Borç alış-verişi örneğinde olduğu gibi, hukuki muameleye şahit tutmak ve onu hukuki geçerliği olan bir senede bağlamak, bir Kur'an emridir. Ama, uygulamaya bakınca görüyoruz ki, îslam dünyasında sanki hiç hayata geçmemiş bir emir olarak kalmış; hatta, söz senettirl ilkesi, öne geçmiştir. Kur'an'm bu emri hayata geçmemiş de ne olmuş?
Çoğu zaman bir şey olmamış ama zaman zaman da ihtilaflara, anlaşmazlıklara ve bir takım hakların kaybolmasına sebep olmuştur. Öyle ise sonuç nedir? Bu ayete uyularak senet düzenlenmemiş ve bir hak da kaybolmamışsa, dinen de bir şey lazım gelmemiş; emrin gereğini yerine getirmemekten ötürü bir esvap eksilmesi olmamıştır. Bu durumda Senet düzenlenmiş olsaydı da artı bir sevap kazanmak sözkonusu olmayacaktı. Kısaca ifade etmek gerekirse, muamelatla, ilgili emirler, ancak, sonuçları itibariyle dini bir değer ifade ederler. Yoksa, bu emre uymuş olmak için uymak sevap artırmadığı gibi, uymamış olmak da sevap eksiltmez. Kaynaklarımızda karşılaştığımız taabbüdi tabiri bunu anlatır. Bir şey ki taabbüdidir; onun sebep ve hikmetinin ne olduğuna bakılmaksızın o şey yerine getirilir. Verilen borç parayı senede bağlama işini, bu açıdan, herkesin kolaylıkla anlayacağı şekilde şöyle anlatalım: -İhtiyaç duyan kişi, bir mü'minden borç para istemiş; o da vermiştir. Mü'min kişi, ödünç vermekle sevap kazanmıştır. Verdiği ödüncü, Allah'ın emir ve tavsiyesine uyarak ayrıca sağlam bir senede bağlamışsa, ne güzel! Ama, senede bağlasın-bağlamasın, o, ödünç vermekle sevap kazanmıştır. Senede bağlaması, onun sevabını arttırmayacağı gibi, senede bağlamaması da sevabını azaltmaz. İmam Gazali'nin, el-Mustesfa adlı Usul-i Fıkha dair meşhur ve muteber eserindeki, "şahit tutmakla ilgili emre uymak sevap artırmaz; uymamak eksiltmez" (1/419) değerlendirmesini böyle anlamak gerektir. Bu değerlendirmeler ışığında, dinin muhtevasını teşkil eden 4 maddeyi, bir şema üzerinde görmek, konuyu daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir:
Şemada görüldüğü gibi; * İmarı esasları, dinin özünü meydana getirir. O sebeple:İman var, Din var; İman yok, Din de yok demektir. * İbadet konuları, dinin özü olan İman'ı çevreleyen birinci halkayı oluşturmaktadır. Buna göre: İbadet var, din daha iyi var; ibadet yok, din yine var, demektir. Ehl-i Sünnet'in: "Amel imandan cüz değildir!" prensibi bunu anlatır. * Ahlak prensipleri, ikinci halkayı oluşturmaktadır. Dolayısıyla: Ahlak varsa, din daha iyi var; demektir. Nitekim Peygamberimiz: "Ben, giizel ahlakı tamamlamak için gönderildim." (75) "Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olanımzdır." (16) buyurmuş; Kur'an-ı Kerim'de: "Sen en yüksek ahlak üzre bulunuyorsun." [Nun (68), 4]buyurulmuştur. Üçüncü halkayı oluşturan: * Muamelat hükümleri ise, üçüncü halkayı oluşturan ve aşağıda tafsilatıyla izah edileceği gibi, sosyal düzeni sağlama ve insanlararası hukuki ilişkileri düzenleme konularında yol gösteren örnek normlar olup, bunların doğrudan dini değeri yoktur. Bunlar; ihtiyaç ve şartlara
göre, gerek fert gerek toplum olarak insanların ihtiyaçlarına hakkaniyet üzere cevap verdiği ölçüde dinen de güzeldir. Ancak, dini ve ahlaki hükümlerde olduğu gibi, uyulması ve uygulanması kişilerin ferdi sorumluluklarına emanet edilmiş bulunmayan bu hükümlere uymak; sevap arttırmadığı gibi, bunları uygulamamak; sevap eksiltmez. Bu hükümlerin terkinden veya tatbikinden çıkan sonuçlara göre ancak, bunlar dinen iyi veya kötü diye bir değer kazanır. Sevabı ve vebali de tatbik veya terk edenin niyetine ve pratik sonuçlarına göre takdir edilir. Bilindiği gibi, muamelat hükümlerinin, ihtiyaca göre düzenlenmesinden ve uygulanmasından, doğrudan sorumlu olan, fertler yani gerçek kişiler değil; ülülemrldevlet yetkilileri yani tüzel kişilerdir. Buna göre, fertlerin, hukuki düzenlemelerde ve uygulamalardaki sorumluluğu, ferdi-dini bir sorumluluk değil, sosyal-medeni sorumluluktur. Yukarıdaki şemadan kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, dinin muhtevasını oluşturan konuların dini değeri eşit değildir: İman konularının değeri en yüksektir. O kadar ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi: İman var, din de var; iman yok, din de yok! demektir. İbadet konularının değeri de diğerlerinden üstündür ancak iman mertebesinde değil! Öyle ki: İbadet var, din daha iyi var; ibadet yok, din yine var! demektir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz: "La ilahe illallah diyen Cennete girer." buyurduğunda, orada bulunan sahabilerden Ebu Zer: -Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı ya Resulallah? diyt sormuş; Hz. Peygamber: "-Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" diye cevap vermiş; Ebu Zerr'in soruyu, üç kere tekrar etmesi üzerine: "-Evet, Ebu Zerr'e rağmen bu böyle!" buyurmuştur. (17) Burada hemen bir hususa işaret edelim. Peygamberimizin sözündeki, "Allah'tan başka tanrı olmadığına inanan Cennete girer; zina ve hırsızlık etse de!" ifadesi, zina ve hırsızlık gibi günahların önemsizliğine işaret olarak değil; imanın önemini vurgulama olarak anlaşılmalıdır. Yoksa, dinimizde zina ve hırsızlık, İslam'ın kapısından içeri girerken verilen söz demek olan bi'at şartları arasında sayılan ve
işlenmeyeceği konusunda ta baştan söz verilen büyük günahlardandır. [Mümtehine (60), 12) Ancak, günah ne kadar büyük olursa olsun, günah olduğunu inkar etmedikçe, kişiyi dinden de çıkarmaz; küfre de sokmaz! Hal böyle iken ve bu husus hiç şüphesiz böyle bilinirken, günümüz Müslümanlarının dini çok iyi bilmemelerinden istifade etmek isteyen bazı çevreler, yukarıdaki şemayı aşağıdaki şekilde takdim etmekte ve dinin muhtevasını meydana getiren her dört konuyu eşit değerde imiş gibi göstererek, ülkemizde sadece iman ve ibadet konularının bulunduğunu, dolayısıyla dinin sadece bir yarısının bulunduğunu, ukubat ve muamelattan ibaret diğer yarısının bulunmadığını iddia edebilmekte; zihin bulandırmaya çalışmaktadır:
Dikkat edilirse bu şemada, iman, ibadet'le; bunlardan her biri, muamelat ve ukubat'la eşdeğerde gösterilmek suretiyle, temiz zihinler karıştırılmak istenmektedir. Üstelik, dinin muhtevasını oluşturan dört unsurdan biri olan muamelat hükümleri; muamelat ve ukubat diye iki kategoride gösterilip Ahlak ise, yok sayılarak! Bu anlayışa göre; Allah'a ve peygambere inanmamakla hırsızın elini kesmemek arasında bir fark yoktur; bu iki şey dinen birbirine eşittir: O da küfürdür; o da! Böyle sapık düşünceden Allah'a sığınmak gerek.
Ancak, bilinmektedir ki bu yaklaşım, bugün yeni ortaya çıkmış bir yaklaşım değil; yukarıda doğuşunu kısaca anlattığımız Hariciler'le ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. O kadar ki, "ameli imanla eşit sayan" bu yaklaşım, belli başlı mezheplerin ayırıcı özelliği olmuştur. Şöyle ki: (1) Hariciler: "Büyük giinah işleyen kafir olur!" derken, (2) Mutezile: "el-Menzile beyne 'l-Menzileteyn!" ilkesini benimser. Yani, "Büyük günah işleyen dinden çıkar ama kafir olmaz. O, ne miı'min'dir ne kafir; ikisi arası bir yerdedir", derler. (3) Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi: " Büyük günah işlemek, kişiyi, dinden de çıkarmaz; küfre de sokmaz. Böyle kişiler sadece günahkar Müminlerdir!" ilkesini benimser. Bir Müslüman, dinin alfabesi mesabesindeki bu bilgilere sahip olursa, karşılaşacağı kafa karıştıran benzer propagandalardan kolaylıkla korunur. Tekrar edelim ki tevhidim önemini bildiren Hadis-i Şerifin öğretmek istediği, imanın çok yüksek bir değer olduğu, gerçeğidir: İmanı tam olan kişi, ibadette kusur etse veya günahlar işlese de o mümindir. İman'm değerini anlatan bu Hadisin yanında başka bir hadisi daha hatırlamakta yarar var: "-Katil, mü'min olduğu halde adam öldürmez; Hırsız, olduğu halde hırsızlık yapmaz!" (18)
mü'min
Bu Hadis-i Şerif de imanın pratik hayata olan etkisini anlatmaktadır. Demektir ki iman kişiyi kötülükten alakor. Tıpkı namazın kötülükten alakoyması gibi.
-Kişi hem mü'min hem kötülük işliyorsa veya hem namaz kılıyor hem kötülük işliyorsa onun durumu nedir? -Onun durumu ortada: Günahkardır! Bu ikinci Hadis'e göre, günahkarlığın da ötesinde sahip olduğu imanı o kişiyi kötülükten alakoyamamıştır. Bu demektir ki imanı o kadar sağlam değil. Namaz örneği de öyle. Kişi hem namaz kılıyor hem kötülük işleyebiliyorsa demektir ki namazı ona fayda sağlamamaktadır. Başka bir ifade ile imanı tam iman; namazı tam namaz, olmamamktadır. Kısaca iman ve ibadeti, mü'mini, kötülükten alakoymalı; iyilik yarışına yöneltmelidir. Dinin insandan istediği budur! Bir yandan iman ve ibadet edip öbür yandan bir takım densizlikler yapma maskaralığı değil! Kul beşerdir şaşar. Doğru. Ama, aklı başında mümin, arada bir şaşar olmalıdır. Hep şaşan kimsenin ya akıl ve iradesi yahut din ve imanı eksik, demektir.
İKİNCİ 2.
BÖLÜM
DEVLET
Devlet kavramı, görebildiğim kadarıyla, en iyi şekilde AnaBritannica'da özetlenmiştir. (İstanbul, 1994, devlet maddesi). Bu maddede devletin serüvenini takip etmek mümkün olmaktadır. Maddenin başında: "devlet, çağdaş anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme. Günümüzde ulusal devletle özdeşleşen devlet kurumunun tanımı, niteliği, işlevleri ve toplumla olan ilişkisi çağlar boyunca değişik biçimler almıştır." denildikten sonra alt başlıklarla bilgiler verilmiştir. Bu maddede bir de "Türklerde ve İslamda devlet" diye bir ara başlık açılmış ve şu bilgilere yer verilmştir: "İslamın doğuşunda, Arapların kabile örgütlenmesinden devlete ve çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa sıçrayışları tek bir toplumsal gelişme uğrağı içinde bir araya gelir. Bu çakışma, Batı'da görülen kilise ve devlet ikilemine yer bırakmaz. Mülkün asli sahibinin Tanrı olduğu inancına dayanan îslami devlet düşüncesi, mülkü yönetenleri de Tanrı'nın vekilleri olarak görüyordu. İslamın ilk kez ulusal bir güç olarak ortaya çıktığı Medine'de kurulan devleti kendini Allah'a inananlar topluluığu olarak tanımlayan ve oluşturan İslam cemaatinin önderi konumundaki Hz. Muhammed yönetiyordu. Bir site örgütlenmesi niteliğindeki bu devleti onun ölümünden sonra da halifeleri yönetti. İslam Dini Arap Yarımadasının dışına taşmaya başlayınca devletin niteliği de değişmeye yüz tuttu. İlk halifeler bütün İslam topluluğunun onayıyla (biat) başa geçmişlerdi. Bu bir tür sözleşmeydi. Ama Emevilerle (661-750) birlikte siyasal egemenliğin ele geçirilmesinde zor ön plana geçti. Artık devlet başkanlığı (halife-
si
imam) genel bir onaya dayanmadığı gibi, devletin örgütlenmesi de Bizans ve Sasani etkilerine açıldı. Bu oluşum, henüz oluşum dönemindeki İslam Hukukunun kısırlaşmasına yol açtı. Devletle ilgili tartışmalar yalnızca halifenin meşruluğu ve nitelikleriyle sınırlı kaldı. 8. yüzyıldan sonra İslam dünyasında birden fazla devlet ortaya çıkınca, halifeliği ellerinde tutan Abbasiler bu yeni yönetimlere (emirlere) meşruiyet sağlayan bir makam durumuna düştü. Abbasilerin iyice güçsüzleştiği ve İslam dünyasındaki parçalanmanın uç noktalara vardığı 10. Yüzyıldan başlayarak güçlü bir yönetime olan gereksinmenin de etkisiyle İslam devletinin niteliğiyle ilgili görüşler ortaya atıldı. Farabi, elMedinetu'l-Fazıla'da Platon'u anımsatan bir biçimde ideal bir devlet düzenini belirlemeye çalıştı. 11. Yüzyılda Nizamülmülk, yönetimin bir Kur'an buyruğu olduğunu, hükümdarın da Tanrı'nın görevlendirdiği seçkin bir kişi olduğunu savunarak zorla ele geçirilen iktidarı meşrulaştırmaya çalıştı. Gazali de özellikle hadislere dayanarak güçlü bir imamın (hükümdar) gerekliliğini savundu. Ona göre hukuk Tanrı'nın emtettiği adaleti yerine getirmek için vardı; insanların birbirlerine adaletle davranmaları durumunda hukuka da gerek kalmazdı. Ama İslam dünyasının durumu adaleti uygulayacak güçlü bir devletin ve adil bir hükümdarın varlığım zorunlu kılıyordu. 14. Yüzyılda İbn Haldun, Farabi'de de görülen organizmacı devlet görüşünü geliştirdi. İslami bir devlet kuramı oluşturmaya yönelik bütün bu çabalar, aslında çok değişik gelenekler üzerinde kurulmuş devletlere şer'i temeller, meşruiyet dayanakları bulmayı, İslamiyetin temel ilkelerini devlet yönetimine de uygulamayı amaçlıyordu. Devlet uygulamaları ve kurumlarının bu şekilde gelişmekte olduğu İslam dünyasında egemenliği 11. Yüzyıldan başlayarak ele geçiren Oğuz Türklerinin kurduğu Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri, artık kabile konfederasyonu değil gerçek birer devletti ve Batı ortaçağına temel oluşturan RomaGermen sentezine denk düşen bir Tiirk-İslam sentezini
simgeliyordu. Selçuklularda Türk askeri aristokrasisinin egemenliği, şeriatın yanı sıra geniş bir örfi hukuk alanının açılmasında somutlanıyordu. Osmanlılarda da devlet bütünüyle örf temelleri üzerine kurulmuştu. İslam dünyasında daha önceleri de görülen siyasetname türü kurumsal yapıtların benzerleri, Osmanlı döneminde de yazıldı. Osmanlı yönetimi örf kaynaklı fermanlar, kanunnameler yoluyla devleti istediği gibi düzenledi. Bazen öylesine ileri gitti ki şeriatın açıkça öngördüğü cezaları bile kanunnameler yoluyla değiştirdi. Osmanlılar, Abbasiler döneminden beri var olan halife-sultan ikiliğini uzun yüzyıllar önemsemediler. 1. Selim'in (Yavuz) Mısır'ı ele geçirmesinden (1517) sonra padişahın hilafeti de devraldığı yolundaki düşünce, ancak 18. Yüzyıl sonlarında ortaya atıldı ve Osmanlı Devleti'ni İslam dünyasının koruyuculuğu rolünü benimsetmeye yöneltti. Ama 19. Yüzyılın yeni karmaşık oluşumları karşısında bunun fazla bir etkisi olmadı. 20. Yüzyılda beliren, tek bir İslam devleti olduğu (ya da olması gerektiği) yolundaki düşünceler ise, Hz. Muhammed ve dört halife dönemindeki ideal İslam devleti modeline yönelik özlemler olarak canlı bir tartışma ortamı yarattı ve zamanla İslam dünyasındaki gelişmeleri etkileyecek akımlara dönüştü."(19) Aktardığımız bu bilgi, başta da belirttiğiniz gibi bir ansiklopedi maddesinden. Bu maddede verilen bilgilerde ilk bakışta göze çarpan bir yanlışlık yok. Çünkü tarihe göz atan, burada anlatılanları görür. Konuya yakından bakınca ise bazı noktalar kendisini gösterir. Şöyle ki: Aşağıda geniş bir şekilde sunacağımız gibi, Medine Site Devleti'nin başında Peygamber Hz. Muhammed'in bulunması ile onun vefatından sonra bu devleti halifelerinin yönetmesinin, kaynağımızda belirtildiği gibi "Mülkün asli sahibinin Tanrı olduğuna dayanan İslami devlet .düşüncesi"ne dayandırılması ve bundan "Mülkü yönetenleri Tanrı'nın vekilleri olarak görme" sonucunun çıkarılması, ilk ciddi yanılgıyı oluşturmaktadır.
Ama hemen belirtelim ki bu yanılgı, sadece madde yazarına ait bir yanılgı değil, ilk dört asırdan sonra, ulema dahil pek çok müslümanın yanılgısıdır. Bunların günümüzdeki en ciddi örneği Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'tır. Üstad, İslam'da Devlet İdaresi adıyla İngilizce ve Fransızca olarak yayımladığı ve Türkçemize de çevrilerek yayımlanan konu hakkındaki müstakil eserinde: "Devlet, beşer cemiyetlerinde çok eskiden beri mevcut olagelmiş ve kendi fonksiyonları pek değişmemiştir. Devletin resmi şahsiyetleri, başta bulunanından en aşağı kademeye kadar ve hatta en küçük memur bile, kendi şahsi kabiliyeti ölçüsünde, halk tabakaları üzerinde, mevkileriyle mütenasip, az çok otoritelerini kullanmışlardır .Otorite 'nın menşei meselesi, muhtelif fikir ekollerine göre, tartışmalı bir meseledir: Bazıları onu, siyasi grupların kollektif iradesi olarak tasvir ederler. Bazıları onun İlahi bir vurudyahut İlahi bir hulul olduğunu iddia ederler. İslâm'ın bu mevzudaki görüşüne gelince, klasik müellifler, bunun, İlahi vahye mazJıar olan Peygamberler zinciri vasıtasıyla, İlahi otoritenin bir vekaleti olduğu hususunda müttefiktirler. Buna, modern batı alemindeki manasında olmamak üzere, Teokrasi denebilir. "(20) demek suretiyle, alıntı yaptığımız Ansiklopedi maddesinde verilen bilgileri teyid eden görüş belirtiyor. Açıklamasını, çalışmamızın ileriki safhalarına bırakarak bu anlayışın, niçin yanılgı olduğunu hemen kısaca belirtelim: Her şeyden önce Hz. Muhammed, peygamberlik misyonu yanında devlet başkanlığı fonksiyonunu yüklenen ilk peugamber değil! Ondan çok önce Hz. Davut ve Hz. Süleyman da aynı zamanda birer devlet başkanı idi. Buna karşılık, peygamberlik misyonunun bir gereği olmadığı içindir ki pek çok peygamber bu arada Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi büyük peygamberler devlet başkanı değillerdi. Mülkün sahibinin Tanrı olduğu inancı da, İslam dini ile başlamış bir inanç değil, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'den bu yana bütün dinlerin hatta Kureyş müşrikleri dahil bütün insanların ortak düşünce ve inancıdır.
Dolayısıyla, hükümdarın, Tanrı'nın vekili olarak görülmesi, tamamen yanlış değerlendirmeden kaynaklanan bir yanılgıdır. Nitekim bu yanılgıyladır ki I. Halife Hz. Ebu Bekir'e Allah'ın Halifesi anlamında olarak Halifetullah denilmek istendiği; Hz. Ebu Bekir'in bunu, Hz. Muhammed'in halifesi anlamında olarak Halifetu Resulillah olarak düzelttiği, Hz. Ömer'in ise kendisine, Müslümanların Başkanı anlamında olarak E miru'l-Mü'mitlin denilmesini tercih ettiği ve ondan itibaren müteakip halifelerin bu ünvanla anıldığı çok iyi bilinmektedir. Şu da bir gerçektir ki, Hz. Peygamber'den sonraki ilk başkanlara biz, Dört Halife ve/veya Hulefayı Raşidin deriz ama Hz. Ebu Bekir hariç, onlara, kendi günlerinde Halife değil, Emirulmü'minin denilmiştir. Belirttiğimiz gibi Birinci Halifeye, Allahın Halifesi anlamında olarak Halifetullah demek isteyenler olmuş; onu, Hz. Ebu Bekir de Hz.Ömer de hemen düzelterek Allah'ın Halifesi demlemeyeceğini öğretmişlerdir. Bütün bu olan bitenlerin içinde önemli olan o ki halifelerden hiç biri kendisine Allah'ın Halifesi/Vekili anlamına gelecek şekilde Halifetullah denilmesini doğru bulmamıştır. Sonraki, hele yakın zamanlardaki farklı algılama ise açıktır ki yanlış anlayıştan kaynaklanan algılamalardır. Dikkat etmek gerektir ki bu yanlış anlayış ve algılama sadece İslam dünyasında ve Müslümanlar arasında olmamıştır. Aktarma yaptığımız ansiklopedi maddesinde de belirtildiği gibi Dante bile, Evrensel barışın ancak dünyevi bir monarşi tarafından sağlanabileceğini ve hükümdarın gücünü Papa aracılığıyla değil, doğrudan Tanrı'dan aldığını öne sürmek suretiyle benzer yanlışa düşmüştür. Dante burada belki Papa'yı devreden çıkarmak istiyordu ama gücün kaynağı olarak doğrudan Tanrı'yı gösterme yanılgısından kendini kurtaramamıştır. Aktarma yaptığımız ansiklopedi bilgisindeki ikinci yanılgı ise, sonraki asırlarda meydana geldiği zannedilen değişik uygulamaların dinde değişiklik olarak algılanması ve o intibaın verilmesidir.
Bununla beraber birinci yanılgı farkedilirse, çok şey düzeleceği için bu konuda ayrıca bir şey söylemeye gerek kalmaz. Ancak, geniş açıklaması, çalışmamızın ileriki bölümlerinde sunulmak üzere şu kadarını söyleyelim ki İslam'm öğrettiği devlet ve yönetim sistemi hiçbir şekilde teokrasi kategorisine girmeyeceği gibi nass'lardan farklı gibi görünen uygulamalar da asırlar sonra değil, ilk dört halife döneminden başlamıştır. Çünkü idare ve muamelat konuları, iman ve ibadet konuları gibi değişmez konular değil; şartların ve ihtiyaçların değişmesiyle değişmeye açık konulardır. Alıntı yaptığımız ansiklopedi maddesinden ve bu maddede temas edilen diğer maddelerden bir şey daha, o günki Batı'ya Müslümanlar eliyle geçen bazı düşünce, eser ve şahısların Modern Batı'nın Evrensel Değerleri'ne temel oluşturduğunu öğreniyoruz. İşte bir örnek: "Ortaçağda uzun süre gözardı edilen devlet düşüncesi, Kilise Babaları'nın katkısıyla yeniden önem kazandı. Salisbury'li John, Roma'nın merkezi devlet anlayışını savunurken, Aquino'lu Aziz Tomasso, kent devletinin en yetkin topluluk olduğu konusunda eski Yunan düşünceleriyle aynı görüşteydi. Devletin amacı toplumun ortak çıkarlarını gözetmek biçiminde tanımlayan Tomasso'nun çağdaş devlet düşüncesine genel katkısı, devleti yönetenlerin güçlerini yönetilenlerden akdıkları yolundaki görüşü oldu. Toplamsal alandaki tutuculuğuna karşın, bir hükümdarın ancak gücünü halktan aldığı v e bu gücü doğru bir biçimde kullandığı sürece meşru sayılabileceği yolundaki görüşleriyle çağdaş hukuk devleti kuramına da öncülük etti. Tommasso'ya göre yönetenler barışı, insan yaşamını ve devleti korumakla yükümlüydü. (21) Kaynağımızın bu maddesinde sözü edilen Tommasso ile ilgili maddede de şu bilgiye rastlıyoruz: "Tomasso.. Küçük yaşta keşiş olarak yetiştirilmek üzere evinin yakınındaki Monte Cassino Manastırına gönderildi. Burada dokuz yıl eğitim gördükten sonra, imparatorun papaya aşırı
bağlılıklarından dolayı keşişleri manastırdan uzaklaştırması üzerine ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı. Ardından imparatorun yeni kurmuş olduğu Napoli Üniversitesine gönderildi. Arapça ve Yunancadan çevrilen bilimsel ve felsefi yapıtları okuma fırsatı bulduğu bu ortamda yeni bir tarikat olan Dominikenlere katılmaya karar verdi. Böylece doğduğundan beri içinde yaşadığı feodal dünyanın ve yetiştiği tinsel manastır düzeninin dışına bir adım attı. Tarikatın yetkilileri tarafından hemen Paris'e görevlendirildiyse de kararına şiddetle karşı çıkan ailesinin girişimiyle yolda yakalandı. Bir yıl ailesince gözaltında tutulan Tommasso kararında direterek 1245 sonbaharında Paris'te Saint-Jacques Manastırına gitti. Döminikenlerin üniversite niteliğindeki büyük öğrenim merkezi olan bu kurumda (Paris Üniversitesi) Albertus Magnus'un öğrencisi oldu. Yaşamındaki bu büyük değişiklik yapıtlarına da yansıdı; Hıristiyanlığın ilk oniki yüzyılı boyunca Kilise Babaları'nın Hıristiyan öğretisine kattığı platonculuğun karşısında yer alan bir Aristotescilik felsefi görüşünün temelini oluşturdu. Tommasso Paris'e geldiğinde Arap düşüncesiyle Aristotesci düşüncenin yaygınlaşması dindar Hıristiyanlar arasında tepkilere yol açıyordu. Kilise yetkilileri gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle bu tür doğacı ve usçu düşüncelere karşı savaş açmışlardı. Ama bu düşüncelerden korkmayan Tommasso, öğretmeni Albertus Magnus gibi Aristoteles'in yapıtlarını inceledi ve bunlar üzerinde ders vermeğe başladı. Hıristiyan dünyası ve ilahiyatçıları tarihinde ilk kez bilimsel usçuluğun talepleri ile karşı karşıya gelinmişti. Bu arada teknik gelişmeler kent yaşamına geçişi hızlandırıyor, yeni kuşaklar dünyevi yaşayışı aşağılayan geleneksel anlayışa tepki gösteriyor, us aracılığıyla doğa güçlerine egemen olmaya çalışıyordu. Zihinsel etkinliği ön plana çıkaran yapısıyla Aristoteles felsefesi böyle bir ortamda çok sayıda yandaş buldu. Tommasso 1248 yılında Albertus ile birlikte Paris'ten ayrılarak Köln'de Döminikenlerin kurduğu yeni fakültenin çalışmalarma katıldı. 1252'de Paris'e
dönerek ilahiyat uzmanlığı sınavları için çalışmaya başladı. 1256 yılı başında öğretmenlik yetkisini (licentia docendi) aldı ve hemen ardından bütün eğitim koşullarını yerine getirerek uzmanlığa hak kazandı. Böylece 1256 yılında Paris Üniversitesine bağlı Dominiken okullarından birinde ilahiyat dersleri vermeye başladı. 1259'da ilahiyat danışmanı olarak Curia Romana'ya atandı. İtalya'da iki yıl Anagni'de, dört yıl da Papa IV. Urbanos ile birlikte Orvietto'da kaldı. 1262-67 arasında Roma'da Santa Sabina Manastırı'nda ders verdi. Daha sonra Papa IV. Clemens'in isteği üzerine Vitrebo'daki Curia Romana'ya gitti. Kasım 1268'de ise ansızın Paris'e geri gönderildi ve orada kendini yeni ateşlenen şiddetli polemik ortamının içinde buldu. Arap felsefesinin önemli temsilcilerinden îbn Rüşd'ün yapıtları Paris'te yeni yeni etkili oluyordu. Görüşleri, yorumlan ve ussal düşünce yapısı 1266'dan sonra Paris Üniversitesi'nde yandaş bulmaya başladı."(22) Uzun sayılabilecek bu alıntıdan sonra hemen bir noktaya daha dikkat çekmemiz gerekiyor: O çağlarda, İslam dünyasından gelen akılcı ve aydınlık düşüncelere karşı sözde "dindar" Hıristiyanlarca savunulan görüşler bugün kendisini "dinin savunucusu" sayan Müslümanlarca savunulmaktadır! Ne tuhaf benzerlik değil mi? Görünen o ki, tarih tekerrür ediyor. Esasen bu çalışmamızın bir yerinde (3.1.5) işaret ettiğimiz gibi Hz.Peygamber bizi bu konuda uyarmıştır. Bu çalışmamızı bütünüyle inceleyenler görecektir ki Son Peygamber Hz. Muhammed ile onu izleyen Dört Halife'nin şahsında sergilenen idare ve muamelat uygulamaları, insanoğlunun ulaşabileceği en modern yönetim anlayışına ışık tutacak nitelikte ve mucize çapında örneklerdir. Şu kadarına işaret edelim ki Hz. Peygamber, yönetimin; dinilik - ilahilik iddiasıyla değil, sivil devlet - beşeri yönetim anlayışıyla yapılmasını öğretmiş ve mü'minlerden bunu istemiştir. Bu bölümdeki alıntılarımıza yukarıda alıntı yaptığımız Üstad Hamidullah'tan, başka bazı alıntılarla devam etmeyi yararlı buluyoruz:
"Kur'andan bazı tipik iktibaslar bu noktayı açıklar: (a)"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. O'na, kullarından, kimi dilerse varis kılar". [A'raf(7), 128] (b)"Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak yaratacağım.' demişti." [Bakara (2), 30]
ben
bir halife
(c) "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hakla hükmet. Heva ve hevesine tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır". [Sad (38), 26] (d) "De ki: Ey mülkün sahibi Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin ve mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye Kadirsin". [Al-i İmran (3), 26] "Diğer bir çok ayetler, Hz. Peygamberin hadisleri (mesela, Serahsi tarafından, Şerhu's-Siyeri'l-Kebir I, 15'te zikredilen, "esSultanu zıllullahi fi'l-Ard - Sultan (hükümran otorite hükümdar), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir.") ve Ehli Sünnetin amelleriyle müeyyed her şey, Allah'ın, dünya ve ahiret sultanı olduğunu ve doğrulukla idare etmek üzere, insana otoritesini emanet ettiğini ve insanın iktidarı, O'nun hükmüne göre kullandığını göstermeye vesile teşkil eder. Biraz evvel işaret edildiği gibi, devletler, filozoflardan ve siyaset bilginlerinden önce de mevcuttu. Müslüman alimlerine göre devlet nedir; Allah'ın yeryüzünde bir nevi vekaleti olan hilafetin esasları ve bununla ilgili ince meseleler üzerinde sözü uzatmaya gerek görmüyorum. Bunlar, daha ziyade ve daha yerinde olarak, İslam'ın siyasi düşünceleri tarihinde münakaşa edilmelidir. Burada iki nokta üzerinde ısrarla durmak kafidir: (1) Bir zamanda birden fazla müstakil devletin tanınması ve (2) Birden fazla Müslüman devletin tanınması. Radiyyu'd-Din es-Serahsi, Ebu Yusuf un ve eş-Şeybani'nin mütalâalarını şu şekilde kaydediyor: "Lehuma: ed-Dar, innema tunsebu ila ehliha, lısubuti yedihimu'l-Kahira aleyha ve kıyami yedihimu'l-Hafiza
aleyha" (el-Muhit, li Radiyyi'd-Din es-Serahsi, Hattiyye Veliyyuddin fi İstanbul, Varak, 60B) Yani, her ikisi şu kanaattedirler: "Bir ülke, halkının o ülke üzerinde kontrolü olduğundan ve orada koruyucu bir otorite kurmuş olduklarından ötürü, halkına nisbet edilir." (Radiyyud-Din es-Serahsi, elMuhit, Yazma, Veliyyuddin Kütüphanesi, İstanbul, Varak: 60 B). İkinci noktaya, Müslüman devletlerinin ayrılığına gelince, şunu. söylemek lazımdır ki, sözün tam manasıyla İslam topraklarında yaşamasalar dahi, bütün Müslümanlar, esas itibariyla, bir tek millet, teşkil ederler. (Bakınız: İbn Hişam, s.341; Hz.-Peygamber zamanında İslam Devletinin Anayasası, $ 2 : (İnnehunı ummeturı vahideh min düni'n-Nas) Yani, "Onlar, diğer insanlar karşısında bir bütün ümmet teşkil ederler".(23) Günümüz İslam araştırmacılarının en dirayetlilerinden ve konu hakkında müstakil eser sahibi olan Muhammed Hamidullah'tan, çalışmamızın bu yerinde yaptığımız bu iktibas, Üstad Hamidullah'ın: -İslamiyete göre devlet şeklinin bir nevi teokrasi olduğu ve -İmanın iktidarı, Allah'ın hükmüne göre ve O'na vekaleten kullandığı iddiasını ortaya attığını göstermekte ise de, Kur'an nass'ları, Hz. Peygamber'in uygulamaları, tarihi gerçekler ve bizzat üstadın naklettiği bilgiler karşısında bu iddiaları, böylece kabul etmek mümkün görünmemektedir. Niçin mümkün görünmediğini açıklamağa geçmeden önce, üstadın bu görüş ve kanaati üzerinde bazı mülâhazalar arzetmek, konumuzu daha vazıh bir şekilde vaz'etmek açısından, faydalı olacaktır. Her şeyden önce, Medine Anayasasından iktibas edilen bu 2 nci maddenin verdiği mesajı gözden kaçırmamalı; iyi algılamalıdır: Onlar, yani bugi'ınki dilde Anayasa adını verdiğimiz bu sözleşme metninde tarif edilen; Medine'nin sınırları içinde yaşayan; kabile adlarıyla tek tek sayılan ve muhtelif kabile ve dinlere mensup olan halk, kendileri dışında kalan bütün insanlar karşısında bir ümmet / bir millet oluştururlar.
Dikkat edilirse burada, dinleri ve ırkları ne olursa olsun, bir devlete vucut veren ülke halkı demek olan millet tarifiyle karşılaşıyoruz. Bu mesajı doğru algılayamayanların;"hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar bütün Müslümanların, bütün dünya insanları karşısında bir millet oluşturdukları" gibi, Hz. Peygamber'in bu maddeyle vermiş olduğu mesajla, uzaktan-yakından hiçbir ilgisi bulunmayan bir değerlendirmeye gittikleri bilinmektedir. Hem de Hz. Peygamber'e: (el-Küfru, Milletun Vahideh!) yani, "Bütün kafirler bir millettir!" gibi bir söz de izafe ederek! Ayrıca üstadın, bir nevi diyerek ortaya attığı bu Teokrasi kavramını ele almakta yarar vardır. Üstadın ortaya attığı bu Teokrasi kavramı, kötü niyetli ve/veya konuyu bilmeyen pek çok kimsenin eline koz verirken, iyi niyetli kimseleri yanıltmakta ve sonuçta Müslümanların zihnini karıştırmaktadır. Kanaatimizce, günümüz Müslümanlarının içinde bulundukları yakışıksız durum, biraz da, bu bir nevi vuzuhsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Gariptir ki; -Kur'an Miibindir. -Peygamber Mübeyyindir (Açıklayıcı). -İslam Apaçıktır. ama, günümüz Müslümanı, apaçık Dini konusunda, ALACAKARANLIKTA' dır. Özellikle günümüz Müslümanından Kur'an'ın mesajı adeta saklanmakta; ona:-"Sen, ben, onu anlayamayız!" denilmekte ve Müslüman, Güneş gibi ışık saçan Kur'an yerine, elden ele gezdirilen petrol lambasının cılız ışığında, adeta, el yordamıyla yürümeye mahkum edilmektedir. Kendilerine çok saygı duyduğumuz ve kendisini çok sevdiğimiz Üstad Hamidullah, bu konuda, tarihteki ve günümüzdeki ulemanın tipik ve masum örneğidir. Şöyle ki: Üstadımız; ya, çağımızın bu kavramı konusunda, Kur'an'ın Güneş gibi aydınlığını yakalayamadığı için, aydınlanamamıştır; -Teokrasi nedir? -İslâm'ın bu konudaki görüşü nedir?., onu tam görememektedir,
dolayısıyla, "bir nevi" demekle, kendisinin, konu hakkında alacakaranlıkta olduğunu itiraf etmektedir, yahut, teokrasidir dediği takdirde, bazı Müslümanların; teökrasi değildir dediği takdirde, diğer bazı Müslümanların tepkisinden çekinmektedir. Bunu ifade ederken, maksadımız, bu satırların yazıldığı sırada, oldukça ilerlemiş yaşında, sağlık bakımından da zor şartlar içinde bulunduğunu bildiğimiz ve iyi niyetinden hiç şüphe etmediğimiz değerli ve sevgili üstadı üzmek değildir. Bir ömür boyu ilme yaptığı çok değerli hizmetlerinden dolayı kendisine, bu vesile ile, Allah'tan afiyet, yardım ve bol ecir dilerim. Bunları söylemekten maksadımız, günümüzde dinimizin; günümüz konuları hakkında ve genel manada bizzat dinimiz hakkında, kendileri aydınlıkta olmayan veya aydınlıkta olsalar bile, şu veya bu sebeple doğru bildiğini söylemekten çekinen hocaların elinde, başka bir ifade ile, zayıf ümmet elinde, kalmış olduğuna işaret etmektir. îlk asırlardaki Müslüman alimlerin büyük bir ekseriyetine bakıyoruz; kendi zamanlarının mes'eleleri hakkında, "bir nevi" diyen yok. Üzerinde düşünen herkes kabul eder ki, bu bir nevi yaklaşımı, ifade ettiğimiz gibi, iyi niyetli insanları, alacakaranlıkta bırakırken, maksatlı kimselerin eline koz vermektedir. Bu koz; kendilerini, dini savunuyor, zannedenlerce: -Bak, Üstad Hamidullah bile "Teokrasi" demiş, "Allah'ın hükmüne göre" demiş, şeklinde kullanılırken, kutsal din müessesesine temelden karşı olanlarca: -Hayatını bu konuya vakfetmiş asırlık üstad bile ki ne olduğunu bilemiyor ve bir nevi diyor, öyle ise, uğraşmayın, dini konular anlaşılır konular değil şeklinde kullanılabilmektedir. Bu tutum sonuçta, herkesin, özellikle müslümanlarm, mutlak aydınlık içinde bulunmaları gereken devlet kavramında bile, karanlıkta kalmalarına ve devlet gibi, günlük hayattaki en önemli konuda dahi aralarında kördöğüşüne sebebiyet vermektedir.
Elimizde, Allah'ın insanlara en büyük ve en son hediyelerinden olan Kur'an varken, alacakaranlıkta kalmak ne acı! Bu kördöğüşü, sadece bir tek meselede kalmamaktadır. Kalmaması da gayet tabiidir. Başka meselelerde aydınlıkta olmamanın zararı, büyük ölçüde kişilere raci olurken ve çoğu zaman onunla sınırlı kalabilirken, Devlet ve kamu düzeni konusunda karanlıkta olmanın zararı, bütün topluma yansımaktadır. Çalışmamızın giriş kısmında işaret ettiğimiz gibi, hangi düşünceyle olursa olsun bir kere, yok Teokrasi idi, yok Demokrasi idi diye düzen kavgasına girildi ve dini gerekçe ile mevcut düzen reddedildi mi artık gerisi gelir: - Bu düzen bizim değil, - Bu düzene vergi verilmez, - Bu düzenin emrinde savaşa katılan veya çatışmaya giren ölürse, ona şehit denmez, - Bu düzenin kanunlarına itaat gerekmez. Aksine, düzenin kanunlarına itaat şirktir, - Bu düzene karşı savaş verirken ölenler şehittir(!).. Bu ve benzeri, akıl almaz iddialara her gün bir yenisi eklenir. Hedef ise; "Düzen düşmanlığı" adı altında, Devleti yıkmak olur. Allah göstermesin, devlet yıkılırsa; -Bu, kimin işine yarar? -Bu esnada, ne canlar yanar? -Mal; can ve namus, nasıl ayaklar altında çiğnenir, ezilir?.. Öyle görünüyor ki, bütün bunlar hesap edilmemekte; akla bile getirilmemektedir. Milletimiz büyük millet; vatanımız şehitler yurdu, kutsal vatan! Allah bu milleti korumaktadır. Ders almamız ve korunmamız için tarihte
ülkemizde, günümüzde başka ülkelerde yaşanan acı tecrübeler, gözlerimizin önündedir. Başka birçokları bir yana, günümüzde en çarpıcı tecrübe, 15 yılı aşkın zamandır, Afganistan'da yaşanmaktadır. Bilindiği gibi, Kral Davud'u iktidardan uzaklaştırmak üzere harekete geçen mücahiti}.) gruplar, illa da başarı(!)ya ulaşmak için, komünist gurupla da işbirliği yaparak, 1979 yılında kral Davud'u uzaklaştırmayı başardı. Ne var ki iş, kendilerine mücahit diyenlerin umdukları ve bekledikleri gibi olmadı; komünist gurubun lideri Babrak Karmal, o günkü Sovyet gücünü de arkasına alarak el çabukluğuyla, devletin başına geçti. Sovyet faktörü sebebiyle, başından beri mücahitlere arka çıkan ABD sayesinde, uzun yılları alan mücadeleden sonra komünistler işbaşından uzaklaştırıldı. Ne var ki, işe 6 gurup halinde başlayan mücahitler, bu sefer, iktidarı bölüşemiyorlardı. Halbuki, bunlar mücahit ise ve davaları Allah rızası ve din ise, Allah Bir-Din Bir olduğuna göre, birleşip yekvücut olmaları, ülkeye ve insanlarına hizmet etmeleri ve halka rahat nefes aldırmaları beklenirdi. Öyle olmadı! Mücahitler, 6 grup iken 7 oldular. Çareyi, bakanlıkları bölüşerek hükümet etmekte buldular. Bu yanlış yolda pek çok başarısız denemeler yaptılar. Bugünlerde (1996'nın başı), Cumhurbaşkanı Burhanettin Rabbani'ye bağlı kuvvetlerle Başbakan Hikmetyar'a bağlı mücahit(!) kuvvetler birbirini ve çeşme başında su doldurmaya çalışan masum halkı kırmakla meşgul! Bu yolda, 15 yılı aşkın zamandır akan masum kanının, halka çektirilen işkence ve eziyetlerin hesabını kim nasıl verecek? Yine görünen o ki, onu, aklına getiren bile yok! Aklına getiren bile yok, çünkü, bu gibi guruplar, yaptıklarının, cihad yani din için kutsal savaş(!) olduğuna inanıyor; Kur'an-ı Kerim ayetlerinde [Kehf (18), 103-104) işaret edildiği gibi, "iyilik yaptıklarını" zannediyorlar. En tehlikeli davranış ise, Mısır'lı yazar Ahmed Emin'in Fecru'lİslam'mdaki ifadesiyle, kötülüğü, iyilik zannederek sevap niyetine yapmak; Allah rızası için(!) adam öldürmektir.
Ders almak için, yeteri kadar tecrübeyi gözlerimizle gördüğümüz ve yeteri kadar zaman geçtiği halde ders almaz; kendimize çekidüzen vermezsek, Allah etmesin, Allah'ın özel yardımı ve koruması kesilir de ilahi kanun bizim için de işlemeye başlayabilir. O zaman da, Allah korusun: Millet, vatan ve din düşmanlarının istediği olur; milletin birliği ve dirliği bozulur; dahilde herkes birbirini boğazlamakla meşgulken, hariçteki düşman, Cennet vatanımıza göz dikmeye cesaret bulur. Allah etmesin, o şartlar, savaştan da beterdir ya! Yine hemen kaydedelim ki, milletimiz, engin tarihi tecrübeye sahip büyük bir millettir. Büyük deıya misali, fırtınalar onu dalgalandırabilir ama yerinden oynatamaz. Ne var ki, o deıyada yaşayanlar tedirgin olur. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğu için Allah'ın en büyük nimeti olan dini, insanları tedirgin etme ve onları huzursuz etme aracı sanmak ve öyle kullanmak ne kötü! İşte, bu çalışmamızın giriş kısmında da sunduğum bu endişe ve mülahazalarla konu üzerinde, uzun yılları alan çalışmalarımdan sonra, Yüce Allah'ın lütfuyla, konu hakkında aydınlanmış biri olarak diyorum ki: İslâm'ın, konu hakkındaki görüşü; bir nevi olmak bir yana, hiç bir şekilde, TEOKRASİ değildir. Teokrasi değilse, nedir? Onun da cevabını peşinen verelim ve konuyu açıklamaya öyle başlayalım. Umarım, böylesi, daha yararlı olur: Herkes aynı kanaattedir ki, Otorite (devlet), bir vekalet işidir. -Kime vekalet? -İşte soru budur! Çalışmamızda açıklayacağımız gibi, İslami açıdan bakınca, görüyoruz ki, "Otorite" (Ülül Emr, Devlet Başkanı); Allah'ın değil; temsil ettiği halk'ın vekilidir, Allah adına değil; temsil ettiği halk (millet) adına, iş yapmakta; hükmetmektedir. Dolayısıyla, devletin şeklini, ülke halkı (millet) tayin ve tespit eder. Devletin idare şekli, modern tabirle;
- Monarşi (Saltanat, Mutlak krallık) mı olacaktır, - Oligarşi (Meşrutî krallık, Meşrutiyet) mi olacaktır, - Demokrasi mi olacaktır ve nasıl bir demokrasi olacaktır? onu, ülke halkı belirler. Açıklamalarımızda, açıkça görebileceğimiz gibi, İslamiyet bunu halka bırakmıştır. -İnsana lazım olan her konuda olduğu gibi, bu konuda da, Kur'an'ın emir ve tavsiyeleri yok mudur? -Yoktur! Evet, "belirli bir devlet idare şekli için", yoktur! Yani Devlet; bilinen idare şekillerinden mutlakıyetle mi, meşrutiyetle mi cumhuriyetle mi yönetilsin? O konuda açık bir emir yoktur. Ne var ki, aşağıda geniş bir şekilde sunmaya çalışacağımız gibi, Hz. Peygamber (s)'in, üzerine aldığı Devlet Başkanlığı görevini kimseye devretmeden bu dünyadan ayrılmış olduğuna ve ilk halifeyi, Müslümanların (halkın) kendi kararlarıyla belirlemiş bulunduğuna bakılarak, bugün bilinen yönetim biçimlerinden demokrasinin, dinimize göre de ideal bir yönetim biçimi olduğu söylenebilir. Esasen, Başka türlü bir iddia, başta Ashap, 15 asırlık bir tarihi geçmişimizi itham, hatta mahkûm etmek olur. Zira çok iyi biliyoruz ki, 15 asırlık tarihi geçmişimizde, çoğu krallık ve saltanat olmak üzere, çeşitli idare şekilleri uygulanmıştır. Aşağıda görülecektir ki, uygulanan o idare şekillerinden hiç biri, sanıldığının aksine, dinin gereği olmadığı gibi, bunların dine aykırılığı da iddia edilemez. Onlar, zamanın icaplarına göre ortaya konmuş; ülke ve insanları için iyi veya kötü, doğru veya yanlış yönetim biçimleridir. Ancak, ister mutlakıyetle, ister meşrutiyetle ister cumhuriyetle yönetilsin,Kur'an'dayöneticilere emir ve tavsiyeler vardır: Adalet ve meşveret; kısaca, hakkaniyet!.
Bu emir ve tavsiyelere uyan idareciler de uymayan idareciler de, hesabını, dünyada, muhtemelen halka, ahirette mutlaka Allah Taala'ya vereceklerdir. Hangi şekilde olursa olsun, vekaletlerini vererek meydana getirdikleri otorite'ye (ulülemr) itaat etmek ise, mü'minlere, Allah'ın emridir. Tıpkı, ana-babasına itaat etmek, mü'minlere, Allah'ın emri olduğu gibi. Ana-baba günahkar hatta kafir veya müşrik de olsa, onların, kendi ihtiyaçlarıyla ilgili istekleri yerine getirilecektir. [Lokman (31), 15] Tıpkı böyle, devletin (otorite), ülke ihtiyaçlarının gerektirdiği emir ve kanunlarına itaat edilecektir. Devlet yetkililerinin bazen hukuka uygun olmadığı düşünülen emir ve kanunlarına karşı hukuki yollara başvurma yollarının açık olduğu ve nasıl olacağı aşağıda (2.5) anlatılmaktadır. Burada, sadece Abdullah Yusuf Ali'nin, içinde açıkça laik otorite terimi geçen mütalâasını kaydetmeyi yararlı buluyorum. Pakistanlı bir ilim adamı olan Abdullah Yusuf Ali, bol dipnotlu, dolayısıyla Tefsir denecek kadar geniş açıklamalı çok değerli bir Meal hazırlamış ve 1934 yılında neşretmiş; Suud Hükümeti bu meali 1946 yılında, Maliye Bakanlarının, Amerika Birleşik Devletlerine ziyaret hatırası olmak üzere bastırmıştır. Abdullah Yusuf Ali, "The Holy Qoran" adıyla bazen iki bazen tek büyük cilt halinde muhtelif baskıları yapılmış bulunan bu İngilizce mealde, iilül-emr'e itaati emreden Nisa, 59 ayetinde geçen: "Ve uli'l-Emri minküm/içinizden ülülemr'e" ifadesinin mealini: "And those charged with autority among you." yani "Ve içinizden kendilerine otoriteyi kullanma görevi yüklenenlere." olarak verdikten sonra şu açıklamada bulunur: "İslam stili expects secular authority to be exercised in righteousness, and in that condition, enjoins obedience such authority." (24)
" İslam, laik otoriteden; adalet ve hakkaniyet ilkelerini gözeten bir uygulama bekler. Bu durumda da böyle bir otoriteye itaati emir ve tavsiye eder." Ülkemizde, yeni bir moda akım başladı: Laik ve laiklik başka; seculerve seculerism başka imiş! Halbuki batı dillerini bilen bilir ki bu terimler, aynı kavramı Fransızca'da ve ingilizce'de ifade için kullanılan kelimeler olup farklı kavramları anlatmak için kullanılıyor değildir. Laikliğin farklı ülkelerde az çok farklı uygulanmasını, seculer ve laik terimlerinin taşıdığı anlam farkı olarak algılamak, temel bir yanılgı olsa gerektir. İşin özüyle ilgili olmayan böyle bir yaklaşım, kanaatimizce, konu hakkındaki kavram kargaşasının yeni ve tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Gelelim açıklamalarımıza! 2.1 DEVLET KELİMESİNİN İFADE ETTİĞİ "OTORİTE", KUR'AN-I KERİMDE "ÜLÜLEMR" OLARAK İFADE EDİLMİŞ OLUP ÜLÜLEMR, ALLAH VE RESULÜNDEN AYRI BİR "YETKİ KAYNAĞI"DIR Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin, iilülemrinize de. Sonra, bir şeyde anlaşmazlığa (niza) düştünüz mü hemen onu Allah'a ve Resulütıe arzedin: Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanır mü'minlerseniz, o hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir." [Nisa, (4), 59] Açıkça görüldüğü gibi bu ayet-i kerime'de, Allah ve Peygamberin yanında, ülülemr'e de itaat etmeleri, mü'minlerden istenmektedir. Dikkat edilirse, bu ayette ülülemr'e yani otorite'ye Resul'ünden.ayrı bir şahsiyet, ayrı bir varlık verilmiştir.
Allah ve
Ülülemr'e o kadar ayrı bir şahsiyet verilmiştir ki, şayet mü'minler, ülülemr ile bir anlaşmazlığa düşerlerse, bu anlaşmazlığın çözümü için, Allah ve Resulüne başvuracaklardır. Açıktır ki, ülülemr (devlet başkam, imam) şayet, Şi'a'nm iddia ve itikad ettiği gibi, Allah tarafından tayin edilmiş ve Allah adma hükmeden masum (yanılmaz, günahsız) bir şahsiyet olsaydı, böyle bir şahsiyetle anlaşmazlığa (niza) düşmek sözkonusu olmazdı. Niza farzedilse bile, büyük müfessir ve imam fakih Cassas'ın da, bu ayetin tefsirinde isabetle belirttiği gibi- bunu, "adına hükmettiği Allah'a ve Resulüne götürmenin bir manası olmazdı".(25) Görüldüğü gibi, bu ayette zikredilen ülülemr, Allah ve Resulünden ayrı bir kaynak olarak, yetkilidir ve yetkiyi de başka bir yerden almaktadır: o^/ ^ r cU^ -Açıktan veya zımnen vekaletlerini aldığı ve o sayede kendilerini yönettiği toplumdan! o ^ ^ (o^^^ J Öyle olunca, hemen sonucu baştan söyleyebiliriz: Kur'an'a göre, otorite yani devlet, yetkiyi toplumdan alan, sivil bir hükmi şahsiyettir. Onun şekli ise, Allah adına hükmetme iddiasında bir teokrasi değil; ülke halkının benimsediği sivil (dini olmayan) bir yönetim şeklidir. ^„ ^ , \ d, V J Bu sivil hükmi şahsiyet'le toplum bireyleri arasında zaman zaman anlaşmazlık çıkabilir. Yani bu hükmi şahsiyet, kendi adlarına hükmettiği toplum fertlerine haksız bir yükümlülük getirebilir. O takdirde, toplum fertlerine düşen, itaatsizlik etmek, kaba kuvvetle karşı gelmek., değil; Allah ye Resulü, modern tabirle, Hukuk nezdinde dava etmektir, e L
Bazı kimseler bu "sizden" kaydını, sizin dininizden olan; müslüman olan; Allah'ın emirlerine itaat eden; dindar; günahsız-• idareciler, olarak anlamak istemekledir. Bir kere, hangi toplum olursa olsun, onun ülülemr'mm kendinden olmaması düşünülemez; o sosyal kanunlara aykırıdır. Tarihte de hiç görülmemiştir. Öylesi ülülemr, olsa olsa işgal kuvvetleri olur. -Öyle ise, "minküm"/sizden kaydının anlamı nedir? -Anlamı gayet açık: Dünyada çok ülke ve çok yetkili vardır. Siz, içinde yaşadığınız ülkenin ülülemrine, yani kendi ülülemr iniz' t itaat edeceksiniz. Biraz daha alt gruplara indirirsek, herkes kendi amirine, kendi komutanına., itaat edecektir. Açıktır ki buradaki min edatını zaide olarak görüp "ve üli'l-emri minkiim" ifadesini, ve üli emriküm olarak anlamak mümkün, hatta gereklidir. (Ve etı'u za emrikum, tedhulu Cennete Rabbikum.) /Ülülemrinize itaat ederseniz; Cennete girersiniz" (26) Hadis-i Şerifi'ndeki "za emriküm" tekil ifadesinin manası, bilindiği gibi ülülemriniz yani yetkiliniz demektir. Bu ifadenin çoğulu, "üli emriküm" olup, bizim burada "minküm" ifadesindeki "min" edatıyla ilgili yorumumuza açık bir örnek-delil teşkil etmektedir: (Ve üli'l-Emri minküm) ifadesi, "İçinizden ülülemr'e" olarak tercüme edilirken; (Ve üli emriküm) ifadesi, doğrudan, "Ülülemriniz'e"/yetkililerinize olarak tercüme edilir. Böyle bir tercüme ise ayet'in, mealimizdeki manasını yansıtmış olur. Esasen Ayette geçen "minküm"/sizden kaydını, bazı kimselerin anladığı anlamda yorumladığımız takdirde, Haricilerin yaptığı gibi sübjektif bir sizden-bizden problemi karşımıza çıkar ve içinden çıkılamaz. Zira, yukarıda kısaca gördük ki, o anlayışa göre, Hz. Ali bile kafir olmuştur ve Hariciler onu kendilerinden saymamıştır. Bilmem ki, bu anlayışa bilerek katılacak, Haricilerden başka bir müslüman çıkar mı?
Kaldıki, bir yönetim veya yönetici, şu veya bu şekilde iş başına geçmiş veya getirilmişse o kimse, ülülemr olmuştur ve artık ona itaat, Allah'ın emridir. Tıpkı ana-babaya itaat Allah'ın emri olduğu gibi! Anababa günahkâr hatta müşrik de olsa, onların, kendi ihtiyaçlarıyla ilgili istekleri yerine getirilecektir. Tıpkı öyle, devlet yetkilileri de kusurlu ve günahkar olsalar da onların kanunlar çerçevesindeki emirlerine itaat edilecektir, tyttljo'' ' ^/i^C- f i t " \ 2.2
HER PEYGAMBER HÜKÜMDAR DEĞİLDİR.
Kur'an-ı Kerim'den öğreniyoruz ki, her peygambere hükümdarlık nasib olmamıştır. Peygamberlik ile hükümdarlığı şahsında toplayan peygamber ise azdır. Mesela büyük peygamberlerden Hz. İbrahim de, Hz. Musa ve Hz. İsa da hükümdar değildir ama Hz. Süleyman ve Hz. Davud aynı zamanda hükümdardır. Biliyoruz ki hükümdarlık, peygamberlik misyonu için ne artı ne de eksi anlam ifade eden bir fonksiyondur. Hükümdarlık, peygamberlik misyonu gereği değil; o misyonun yanında yürütülebilen ek bir fonksiyondur. Büyük Türk Müfessiri Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın, tefsirinde belirttiği gibi: "Peygamberimiz, 'İtaat, itaat! İtaatta zorluk da vardır. Fakat Allah dilemiş olsaydı, emr'i hep Enbiyada kılardı.' buyurmuştur. Yani Allah, Peygamberler mevcutken bile, hükümdarlara 'emr' (otorite) nasib etmiştir. Ve nitekim, Yahya Aleyhisse lam'ın katline hüküm bile etmişlerdir. Yine bunun gibi, Ebu Hureyre'den rivayet olunduğu üzre, Hz. Peygamber buyurmuştur ki: 'Benden sonra size bir takım valiler (yetkililer, hükümdarlar) velayet edecektir. İyi, iyiliği ile velayet edecek; facir de fücuru ile velayet edecektir! Hakka muvafık (hukuka uygun) olan her hususta onları dinleyin, itaat edin ve arkalarında namaz kılın.
İyilik yaparlarsa hem sizin hem onların lehinedir. Kötülük yaparlarsa, sizin lehinize; onların aleyhinedir'. Keza, Abdullah b. Ömer hazretlerinden rivayet oluııduğuna göre, Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: 'Müslüman olan kişinin, itaat, vecibesi (görevi) dir; hoşlandığında da hoşlanmadığında da! Meğer ki masiyetle emredilmiş (kanunsuz ve günah bir işle emredilmiş) olsun. Masiyetle emrolunana itaat yoktur. "(27) Hadis'te geçeıı hakka muvafık olan-olmayan emirler konusunda aşağıda (2.4 ve 2.5)'te bilgi sunulmaktadır. Oraya bakılabilir. [Bakara (2) 246-252] Ayetlerinde bildirilen Talut-Calut-Davud kıssası da, konumuza ışık tutar. Bu ayetler, açıkça göstermektedir ki: -Tarihte bir toplum, ülkelerini savunmak üzere, Peygamberlerinden, bir melik (kral, hükümdar) tavsiye etmesini istemiştir. -Peygamberleri de, bu topluma Talut adında, bu işe ehil birini ), tavsiye etmiştir. -Bu toplum, kendilerine göre bazı görüşler öne sürerek, Talut'un hükümdarlığını uygun karşılamamış ise de, peygamberleri tarafından ikna edilmişlerdir. -Hükümdar, işin başında, halkın bağlılığım denemiş; bağlılarıyla giriştiği savaşı kazanmıştır. -Bu savaşta, düşman kumandan Calufn öldüren asker Davud'a, Allah tarafından, bir yandan hükümdarlık nasib (kısmet) edilirken, öbür yandan da Peygamberlik verilmiştir. Sonuç olarak, Kur'an-ı Kerim'de bildirilen bu kıssadan açık olarak anlıyoruz ki, aynı mekanda, aynı toplumda ve süre farkıyla da olsa aynı zamanda; 1) Hükümdar olmayan bir peygamber vardır. (Kur'an'da adı açıklanmış olmayan bu peygamberin kim olduğu hakkında çeşitli rivayetler mevcut.) 2) Peygamber olmayan bir hükümdar vardır: Talut.
3) Hem hükümdar, hem peygamber olan biri vardır: Hz. Davud. Peygamberimiz Hz. Muhammed de, kendisinde, Peygamberlik ve Hükümdarlık sıfatları birleşen, bir kaç peygamberden biridir. Aynı zamanda son peygamber olan Peygamberimizin halifesi Hz. Ebu Bekir (r), açıktır ki, O'nun, hükümdarlık şahsiyetinin halefidir; Peygamberlik şahsiyetinin değil. Bu konuda, siyasi bir hareket olarak ortaya çıkan ve Müslümanlar arasında, tarih boyunca daima küçük bir azınlık olan Şi'a hariç, bütün Müslümanların görüş ve kanaati gayet açık ve nettir: - Peygamberimizden sonra, Müslümanlara hükümdar olacak kişiyi belirleme işi, halka aittir. Halk kime bi'at ederse, yani halk, kimin imameti (hükümdarlığı) üzerinde, doğrudan veya dolaylı olarak, oybirliği ile veya çoğunluğun kararı ile anlaşırsa, o, hükümdar olur. Nitekim, Peygamberimizin vefatından sonra halife (siyasi başkan) belirleme işinde, cereyan eden müzakereler ve uygulama, bunu açıkça göstermektedir. 2.3 HZ. PEYGAMBER'İN SONRA GELİŞEN
VEFATINDAN
SİYASİ OLAYLAR
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekr'in nasıl Birici Halife olduğunu; O'nun peşinden Hz. Ömer'in Halifeliğe nasıl getirildiğini; O'nun peşinden de Hz. Osman'ın nasıl Üçüncü Halife seçildiğini; En son olarak da Hz. Ali'nin nasıl Dördüncü Halife olduğunu; Daha sonra bu işin, nasıl saltanata dönüştüğünü., en eski ve en muteber kaynaklardan biri ve bu konuda yazılmış müstakil bir eser olan; İbn-i Kuteybe ed-Dineveri (ö. h.213-278)'ye ait olup Ezher Üniversitesi Profesörlerinden Dr.Taha Muhammed Zeyni tarafından tahkik edilerek, Halebi Yayınevi tarafından 1968 yılında Kahire'de neşredilen, "El-ÎMAME VE'S-SÎYASE" adlı eserden tercüme ederek bu çalışmamıza Ek olarak sunduğumuz metinden (Ek-1) takip edebiliriz.
Bir Değerlendirme İlk 49 sayfasına ait kısmının tercümesi (Ek-l)'de sunulan bu tarihi metni dikkatle okuduktan sonra onun kısa bir değerlendirmesini de değerli okuyucularımızla birlikte yapmakta yarar vardır. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber'in vefatından sonra devlet başkanı seçerken cereyan eden müzakerelerde ortaya atılan görüşler ve öne sürülen gerekçeler, devlet başkanı seçme işinin, dinimize göre, halka ait mesele olduğunu, hiç bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Müzakerelerin bütün safahatını ed-Dineveri'den aynen naklettik. Oradan takip ettiğimiz olayları, görüş ve gerekçeleri hatırlayalım: Hz. Peygamber'in rahatsızlığı artıp halka namaz kıldırmak üzere yerine Hz. Ebu Bekr'i görevlendirince Hz. Abbas, Hz. Ali'ye : "Resulullah vefat etmek üzeredir. Git sor; eğer kendisinden sonra emr (devlet başkanlığı) bize aitse, onu açıkla; bizden başkasına aitse, bize hayır tavsiyelerini bildir, de" diye hatırlatmış; Resulullah vefat edince de yine HzAli'ye; "Uzat elini bi'at edeyim, ta ki : "Resulullah'ın amcası, Resulullah'ın amcazadesine bi'at etti" denir ve ehl-i beytin sana bi'at eder. Bir kere bi'at edildi mi de bir daha geri alınmaz" demiştir. Hz. Ali de : "Bu işe bizden başka kim talip olacak ki" cevabını vermiştir. Hz. Ali ile Hz. Abbas arasında geçen bu konuşmalardan açıkça anlaşılmaktadır ki, aynı zamanda devlet başkanı olan Hz. Peygamber'den sonra emr'in (devlet başkanlığı) kime ait olacağı, Hz. Peygamber tarafından bildirilmemiştir. Nitekim bir yandan vefat eden Hz. Peygamber'in nereye defnedilmesinin daha uygun olacağı meselesi müzakere edilirken diğer yandan Ensar'm, Beni Saide
yurdunda,
Devlet
başkanlığı
işini
görüşmek
iizere
toplandıkları
görülmektedir.
Hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber henüz defn edilmeden, Ensar'm devlet başkanlığı işini görüşmek üzere toplanması, yadırganacak bir husus değildir. Bir kere, devlet başkanlığı meselesi, otorite meselesidir. Otoritenin ise boşluğa tahammülü yoktur.
Dolayısıyla acil meseledir. Hz. Abbas'm konu ile ısrarla ilgilenmesi de bunu gösterir. Ayrıca, bilindiği gibi Ensar, Medine'nin yerlisidir. Dolayısıyla, ev sahibi olarak bu yetkinin kendilerine ait olması gerektiğini düşünmüşler ve bir an önce halletmek istemişlerdir. Sa'd b. Ubade'nin konuşması, bu hususu yeterince dile getirmektedir. Sa'd b. Ubade'nin: "O halde bu iş'e (devlet başkanlığı işi) iyi sahip çıkınız. Ura buna en çok hak sahibi ve en layık olan sizsiniz." sözleriyle biten uzunca konuşmasını Ensar hep bir ağızdan: "Görüşte haklı, sözünde isabetli oldun. Senin, bu işin başına getirildiğim görmeden buradan ayrılmayız. Kanaatler senin üzerinde toplanmıştır. Salih mü'minler de senin liderliğini gönülden benimsemektedir, "diyerek tasdik etmişlerdir. Bu görüşmeden haberdar olan, Hz. Ömer'le birlikte harekete geçen ve yolda rastladıkları Ebu Ubeyde b.el-Cerrah'Ia birlikte, Ensar'm toplantı halinde bulunduğu Beni Saide yurduna giden Hz.Ebu Bekir'in burada yaptığı konuşmada söylediği sözler ise, Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanı olacak kişinin Müslümanlar arasında birliği sağlayacak bir kişi olması lazım geldiğini vurgulamaktadır: "Biz Resulullah'ın yakın çevresi idik. Ve biz bunun yanında Araplar arasında nesep bakımından orta yerde bulunuyoruz• Arap kabilelerinden hiçbir kabile yok ki Kureyş'in onda doğmuş bir çocuğu bulunmasın." Ensar'm ısrarı karşısında Hz.Ömer'in söylediği söz de aynı noktayı, Arapların birliğini sağlamanın önemini, teyid ediyordu: "Araplar sizin emirliğinizi kabul etmez." Ensar'ın teklifleri arasında, biri ensardan diğeri muhacirlerden olmak üzere iki emir (iki başkan) teklifi de vardı. Buna karşılık muhacirler de bizden emir, sizden vezir teklifinde bulunmuşlardı. Dikkati çeken şu ki, müzakereler sırasında konuşan herkes, devlet başkanlığı konusunda, kendince makul olan çözümü teklif etmektedir. Ama hiç kimse konu hakkında ne bir ayet ne bir hadis öne sürmektedir. Sadece müzakerelerin sonuna doğru Hz.Ebu Bekir'in: "Ben size bu iki zattan birini tavsiye ediyorum.: Ebu Ubeyde b.El-Cerrah veya Ömer. Bunlardan istediğinize bi'at ediniz", demesi üzerine Hz. Ömer: "Namazda onun halifesisin. Namaz dinin en önemli rükünlerindendir .
Bu durumda kimin senin önüne geçmeye ve bu işi üzerine almaya (velayet) hakkı olabilir?" demek suretiyle Hz. Ebu Bekir'in halka namaz kıldırmak üzere Hz. Peygamberin yerine görevlendirilmiş olmasını, bir adı da imamet-i kübra (büyük imamlık) olan devlet başkanlığı için işaret saymıştır. Hz. Ebu Bekr'in vefatına yakın söylediği sözler de bu mesele hakkında Hz. Peygamber'in bir beyanda bulunmuş olmadığını göstermektedir: "Keşke Hz. Peygamber'e sorsa idim; bu işin kime ait olduğunu da, hiç münakaşaya konu olmasaydı ve keşke sorsaydım; Ensar'ın bu işte bir hak ve salahiyeti var mıydı." Hz. Ali'nin: "Bu işe bizden başka kim talip olacak ki?" Sözü ise, o günkü gelenek ve göreneğe göre devlet başkanına, en yakın akrabasının varis olması gerektiği düşüncesini
dile getirmiş olmaktadır. Nitekim
Hz. Ali,
Hz.
Fatıma'nm vefatından sonra Hz. Ebu Bekr'e bi'at ederken de bu duygu ve düşüncesini ifade etmiştir: "Seni kıskandığım veya bıı işe layık görmediğim bu giine kadar sana bi'atta gecikmiş değilim. Ancak, bu işte bizim bir
için
hakkımız
var, kanaatinde idik. Ne var ki sen bizi yendin."
Hz. Ebu Bekir'in Hz. Fatıma'ya olan şu sözü de devlet başkanlığının veraset yolu ile Hz. Peygamber'in en yakınma geçmesi gerektiğine dair olan düşünceye cevap teşkil etmektedir.: "... Ne dersin, senin üstünlüğünü bile bile hakkından ve Resulullah'-ın mirasından seni mahrum edebileceğimi düşünebiliyor musun? Bunun sebebi şu ki, kendim işittim, Resulullah, şöyle buyurmuştu: "Biz peygamberlere varis olunmaz. Bizim bıraktıklarımız sadakadır." Hz. Ömer'den yerine birisini istihlaf etmesini istemeleri üzerine O'nun söylediği sözlerde bu işin halkın yetki ve sorumluluğunda bir iş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: "Hayatta taşıdığımı gibi öldükten sonra da bunun sorumluluğunu taşımak istemem." Israr edilmesi ve Hz. Ayşe'nin de bir vesileyle haber gönderip istihlaf etmesi ve Ümmet-i Muhammed'i başsız bırakmaması konusunda ricada bulunması üzerine: "Eğer istihlaf etmezsem, -Resulullah'ı tastederekbenden hayırlısı da istihlaf etmemiştir. İstihlaf edersem, -Ebu Bekr'i kasdederek- benden hayırlısı da istihlaf etmişti. Her
iki halde de benden hayırlı seleflerime uymuş olurum." demiş ve kendisinden sonra devlet başkanlığı işini üç gün içinde -bir karara bağlamak üzere, aralarında Hz. Osman ve Hz. Ali'nin de bulunduğu altı kişilik bir danışma meclisi (şura) tayin etmiştir. Hz. Ömer'in tayin ettiği altı kişilik bu danışma meclisi, Hz. Ömer'in vefatından sonra yaptıkları üç günlük çalışma sırasında bir sonuca varamayınca şura üyelerinden Abdurrahman b.Avf bir çözüm teklif etmiş; teklif kabul edilmiştir. Buna göre, Şura üyelerinden her biri bir kişiyi kendi adına seçecek ve 6 aday 3'e inecekti. Bu yolla adaylar Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman'dan ibaret 3 kişiye inince Abdurrahman: "Burada beni bekleyiniz. geleceğim."
Ben dışarıya çıkıp
demiş ve tebdili kıyafet ederek halkın adeta tek tek nabzını
yoklamıştır. Abdurrahman görüştüğü herkesin görüşünü alıp, Ömer'den sonra devlet başkanlığı için herkesin tercihinin Hz. Osman olduğunu tespit edince Şura üyeleriyle yaptığı tek tek uzun görüşmelerden sonra Hz. Osman'a bi'at edip halkı da O'na bi'ata davetle işi bitirmiş oldu. Abdurrahman'ın yapmış olduğu bu kamu oyu yoklaması, üzerinde durulacak önemli hususlardandır. Nihayet, Hz.Ebu Bekir'in; hilafetinin 75. gününde, Hz. Ali'nin bi'atmdan önce Hz. Abbas'la yaptığı görüşmede söylediği ve Hz. Abbas'ın da cevabî konuşmada baş tarafını aynen tekrar ettiği şu sözler, Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanlığı meselesinin, tamamen, halkın irade ve ihtiyarlarına bırakılmış bir mesele olduğunu, hiç bir tereddüde yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymaktadır:
"Allah Hz. Muhammed'i Nebi; Müminler için de Veli olarak gönderdi. Aramızda bulunmasını Allah bize ihsan etti. Ta ki nezdindekini (cennetini, cemalini, lika'yı...) kendisi için ihtiyar buyurdu. Böylece insanların işlerini kendilerine bıraktı. (Fa Halla Ala'n-Nasi Emrehum.) Kendileri için gerekli seçimi; ihtiyaç ve maslahatları yönünde yapmak üzere. (Liyahtaru Li Enfüsihim Fi Maslahatihim.) Hz. Ali'nin, 75 gün sonra da olsa bi'at etmesini müteakip Hz. Ebu Bekir, 3 gün süre ile mescitte oturmuş ve "isteyenin bi'atmdan cayabileceğim, bi'atını geri alabileceğini" bildirmişti. Hz. Ebu Bekir'in
btı hareketi üzerine Hz. Ali'nin: "Vallahi, ne bi'atımızdan vaz geçeriz, ne de bunu senin istemene razı oluruz. Resulullah seni dinimizi birleştirmek için takdim buyurdu (öne geçirdi), dünyalık için seni kim tehir edecek (geri çekecek) tir " sözü: Devlet başkanlığına irade-i
cüz'iyelerine
seçmenin
mevdu
bir
de seçilmenin iş
olduğunu
de
kulların
açıkça
etmektedir. Eğer öyle olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekr "isteyen
ispat bi'atdan
vazgeçebilir" diyebilirdi ne de Hz. Ali 75 gün müddetle karşı durup sonra bi 'at edebilir; bi'at ettikten sonra Hz. Ebu Bekr'in o, dünyada benzeri az görülebilir demokrat jesti üzerine: "vallahi, ne bi'atımızdan vaz geçeriz ne de bıınıı istemene razı oluruz." diyebilirdi.
Hz. Ömer'in: "Resulullah seni dinimizi birleştirmek üzere takdim buyurdu; dünyalık için seni kim tehir edecek?" sözünde ise, devlet işinin, din işi değil; dünya işi olduğu nüktesi dikkat çekicidir. Bu konuda, uzun yıllar Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak ch okutulmuş kelam kitaplarından olan, Devvani'nin el-Celal'inin şerhi Cemal efe yer alan aşağıdaki ibare bu tespitimizin açık bir teyidi mahiyetindedir.
"Özellikle imamet meselesi, itikat prensiplerinden değildir. Aksine "Efal-i mükellefin"le ilgili furudandar. Zira imam (siyasi başkan) nasbetmek, ümmet'e, şer'i delillerle vacip kılınmış bir konudur." (29) Prof. Dr. Muhammed Tavit et-Tanci merhumun: "Ashab-ı kiramın hilafet mevzuunu münakaşa tarzı, halife tayinindeki metotları ve bu arada ileri sürdükleri deliller vs., göstermiştir ki, Resulullah (s.) şahıs olarak her hangi bir halife tayin etmemiş, bu işi, devlet işlerini yönetmeye muktedir olan bir kimseyi seçmek üzere, Müslümanlara bırakmıştır. Sahabenin çoğunluğu hilafeti böyle anlamıştır." (30) şeklindeki değerlendirmesi de bizim değerlendirmemizi teyid eder.
2.4 PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED AYNI ZAMANDA DEVLET BAŞKANI İDİ. Şimdiye kadar bir kaç yerde ifade ettiğimiz gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed (s), aynı zamanda Devlet Başkanı idi. Dolayısıyla O'nun tasarrufları ve ona gelen mesajlar da: (a)
Peygamberlik misyonu gereği olanlar,
Devlet başkanlığı fonksiyonu gereği olanlar diye iki kategoride değerlendirilmek durumundadır. Açıktır ki: - Peygamberlik misyonu gereği olanlar, dinin değişmez prensiplerini ,
ilke ve
- Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği olanlar, günün şartlarına ve ihtiyaçlara göre değişmeye açık ilke ve prensipleri oluşturmaktadır.. Hemen peşinen söyleyelim ki, böyle bir sınıflama yapılmadığı takdirde, Ahır Zaman Peygamberinin o Ebedi Risaleti'm de, O'nun bize getirdiği Tanrı Buyruğu Kur'an-ı Kerim'e de, en büyük haksızlık yapılmış olur. Zira Din, Değişmez gerçeklerden oluşur. Onlar da çalışmamızın birinci bölümünde sunduğumuz gibi iman, ibadet ve ahlak'& ait ilke ve prensipler olup Din deyince onlar anlaşılmak gerektir. Muamelat hükümleri ise, Mecellenin 39 uncu maddesinde de ifade edildiği gibi, günün değişen ihtiyaç ve şartlarına göre değişmek durumundadır: Madde 39 - Ezmanın tegayyiiriyle ahkam'ın tegayyürü inkar olunamaz. -Muamelat hükümleri tamamen mi değişir; Kur'an'da yer aldığına ve/veya Hz. Peygamber uyguladığına göre onların da değişmeyen yönleri olmak gerekmez mi? -Olmaz olur mu? Elbette var! O ahkamın öğrettiği ilkeler ve prensipler değişmez ilke ve prensiplerdir: Adalet, eşitlik ve hakkaniyet gibi ilkeler, değişmez ilkeler; hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi haklar, değişmez prensiplerdir. Buna göre: -Hiç kimseye; dili, dini, rengi sebebiyle farklı muamele yapılamaz..
-Kimsenin dokunulamaz.
canına,
malına
ve
hürriyetine,
haksız
olarak
-Ticaret dahil, çalışmak ve meşru yoldan kazanmak helal; haksız kazanç haramdır. -Adam öldürmek, hırsızlık, zina ve iftirası suçtur ve en büyük günahlardandır. -Suç önlenmelidir. Suçu önlemek için, belli prensipleri korumak ve belli ölçüleri aşmamak üzere, ceza verilebilir. -Ölenin geride bıraktığı servet demek olan miras'ta, kadın varislerin de erkek varislerin depay'ı vardır!.. İşte, Kur'an'ın muamelat sahasında bize öğütlediği değişmez ilke ve prensipler! Gerek Hz. Peygamberin söz ve tasarruflarında gerek bizzat Kur'anı Kerim'de, bu prensipler'in uygulamasıyla ilgili hükümler de sonsuza dek örnek norm olma değerini korurlar. Ancak, bu hükümler, bunların dayandığı prensipler gibi değişmez hükümler değildir. Zira, bunlar, Hz. Peygamber'in söz ve tasarruflarıdır veya bizzat Kur'an-ı Kerim'de yer alan hükümler'dir diye, bunları da değişmez hükümler olarak algılamak ve öyle sunmak.. İşte, Ebedi Risalet'e de Bizzat Kur'an-ı Kerim'e de yapılabilecek en büyük haksızlık, bu olur! Açıktır ki, öyle bir yaklaşım, Kur'an'ın mesajını anlamamak ve insanlarla hidayet arasına kalın bir perde çekmek olur. Şu noktaya tekrar işaret edelim ki, Kur'an-ı Kerim'de yer alan bir şey, değil iman ve ibadet konusu, muamelat konusu da olsa, kıyamete kadar değerinden hiç bir şey kaybetmez. Yeter ki mesaj iyi algılansın. Mesajı doğru algılayan görür ki: -Cana, mala, hürriyete, şeref ve namusa saldırı haram ve suç 'tur! -Meşru kazanç helal; haksız kazanç haram.'dır! -Miras; kadın-erkek her varisin hakk'ıdırl -Adam öldürmek, hırsızlık, zina ve iftirası haram ve suç 'tur!
Dikkat edilirse, bunlar, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın, gelişmişliği ölçüsünde hayata geçirdiği evrensel ilkelerdir. Bu evrensel ilkeleri, -El kesme ve -Seksen veya yüz sopa vurma gibi, adı üstünde, limit bildiren hudud sınırları içinde hapsetmek, mesaj'ı anlamamak olur. Hele mirastan; erkek kardeşe, kız kardeşine göre iki misli payı öngören hüküm gibi, kadını, hiç yoktan en az yarı yarıya hak sahibi kılan bir reform hükmü, üstelik vetireyi dikkate almadan sanki, Kadının daha az hak alması yönünde bir düzenleme imişcesine ele alarak mesajı gölgelemek.. îşte, Kur'an gibi İlahi Bir Mesaj'a yapılabilecek en büyük haksızlık, olsa olsa böyle yapılır! -Hepsine evet, ama, şu da bir gerçek ki, Kur'an-ı Kerim'de el kesme hükmü var! Onun da bir açıklaması var mı? diye bir soru sorulabilir. -Evet, en doğrusunu Allah bilir, ama, anlayabildiğimiz açıklaması var: Bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim'in indiği sırada bazı toplumlarda hırsızlık suçuna ölüm cezası veriliyordu. Kur'an-ı Kerim, bu suça verilebilecek a'zami (tavan) cezayı bildirmiştir: El kesmek! Bütün müçtehit fakihlerin bu gibi cezalara hudud (tekili hadd) adını vermeleri, suçlulara verilecek cezaların bu azami (üst sımr/limit/tavan) niteliğine, hikmetli bir işaret sayılmalıdır. Her ne kadar hadd't, menetme manası da veriliyorsa da bilindiği gibi, bu sözcüğün ilk ve en yakın manası sınır'dır. Buradaki sınır'ın tavan manasında üst sınır/Mmû olduğu açıkça görülmektedir. Otoriteye başkaldıran eşkıyaya verilecek cezayla ilgili ayet ve sebeb-i nüzulü de bu açıklamayı destekler. Şöyle ki: Ureyne oğullarından bir takım kimseler Medine'ye gelir ve Müslüman olurlar. Bir müddet sonra da, Medine'nin havasından şikayet
eder ve: "Biz tabiatla iç içe yaşamaya alışmışız; bize buranın havası yaramadı; hep hastalandık!" derler. Bunuıı üzerine Hz. Peygamber (s.), bir mikdar zekat devesi ile istedikleri yerde yaşamaları konusunda kendilerine yardımcı olur. Bunlar gittikleri yerde kendilerini toparlayınca zekat develerinin başına katılan çobanı öldürür; develeri sürer götürürler. Bu durumdan haberdar olan Hz. Peygamber (s.), bunları yakalatır; Medine'ye getirtir ve cezalandırılmalarını ister. Suçlular, Medine'nin dışına çıkarılırlar; el ve ayakları kesilmek ve gözleri dağlanarak kızgın kum üzerinde ölüme terk edilmek suretiyle cezalandırılırlar. (31) Bu olay üzerine nazil olan ayetler, bu kabil suçlulara verilecek cezayı bildirir: "Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak; Ya öldürülmeleri, Ya asılmaları, Ya el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, Ya da hapsedilmeleridir! Bu onların dünyadaki rusvaylığıdır. Onları ahirette daha büyük azap bekliyor. Ancak, siz kendilerini yakalamadan önce pişman olup tevbe edenler müstesna; biliniz ki Allah, Çok Bağışlayıcı ve Çok Esirgeyicidir." [Maide (5), 33-34] Görüldüğü gibi bu ayetler, eşkıyalık suçuna verilebilecek cezaları saymaktadır. Hem de ancak anlamındaki innema hasr edatıyla. Dikkat edilirse, eşkıyalık suçuna, üst sınır idam olmak üzere, çeşitli cezalar öngörülmektedir. Ama, bir şey yok: İşkence! Ayetlerin iniş sebebini bildiren rivayette gördük: Suçlular; el ve ayakları kesilip gözleri dağlandıktan sonra açık arazide ölüme terk edilmişlerdi. Demek, işlenen suç ne kadar büyük ve ne kadar çirkin olursa olsun, böyle bir cezaya yani işkenceye izin yok! Nitekim Hz. Peygamber (s.), savaşta öldürülenlere bile; burun ve kulaklarının kesilmesi demek olan miisle (hakaret) ve işkence hususlarında daima uyarmıştır.
Konuyu başka bir açıdan daha değerlendirmekte yarar vardır: Hakkında nass yani ayet-hadis bulunanları dahil, muamelat konularının hepsi içtihadı'dir. Nitekim görüldüğü gibi, Maide süresinin meali sunulan 33 ve 34 ncü ayetleriyle, idam'dan haps'e kadar değişen; birbirinden çok farklı 4 ceza bildirilmiş; pişmanlık duyanların ise artık cezalandırılmaması istenmiştir. Nüzul sebebebiyle ilgili rivayetle de birleştirilince görülecektir ki bu İlahi Mesaj smir/limit/tavan bildiren bir irşad, bir öğretme ve bir aydınlatmadır. Suçlulara, bildirilen birbirinden çok farklı bu 4 cezadan hangisinin verilebileceğine ise ancak içtihatla yani durumun gereklerine göre yorumla hükmedilecektir. Bu konudaki içtihatları görmek, bizi, konu hakkında daha fazla aydınlatacaktır: (1) İmam Ebu Hanife ve İmam Şafii, bu eylem sırasında: -Adam öldüren, idam edilir; -Mal gasbedenin el ve ayakları çaprazlama kesilir; -Bunlardan hiç birini yapmamış olanlar, nefyedilir /hapsedilir! diyor. (2) İmam Malik, bu eylem sırasında: -Cinayet işleyenin cezası belli: İdamdır! Tahyir yani ayette ev, ev, ev, / ya, ya, ya diye buyurularak bildirilen seçenekler, bu ölüm cezasının uygulama biçimiyle ilgilidir; -Mal gasbeden hakkında, idam ile el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi arasında tahyir vardır; - Adam öldürmüş ve mal gasbetmiş olmasa da, bu terör suçunu işleyenler hakkında; idam ile, el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ve nefyetme arasında tahyir vardır. Bu seçeneklerden birine karar vermek, otorite'nin yetkisindedir! diyor.
(3) Diğer müçtehidler ise: -Tahyir, mutlak'tır. Zira ayette "ev", "ev", " ev"/ya, ya, ya buyurulmaktadır. O halde duruma göre. Ölilm'den haps'e kadar değişen cezaların takdiri, otorite'nin yetkisindedir! Şartlar öyle gerektirmişse, adam öldüren bile sadece hapis gibi bir ceza ile cezalandırılabilir. Buna karşılık, sadece "ihafe-i tark"te bulunan yani korku salarak terör yapan, ölüm cezasına çarptırılabilir! diyor. Dikkat edilirse görülür ki, İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî', suçun muhteva'sına; İmam Malik ve diğerleri ise, suçun mahiyet'ine bakmaktadır. İmdi: -Hakkında sarih nass yani Ayet-i Kerime bulunan bu konuda; kanun yapan veya hüküm verenler, bu görüşlerden hangisini benimserse ona: "-Bu, Allah'ın hükmüdür!" denilecektir? Müçtehit ilmi içtihat da yapsa, siyasi içtihat da yapsa, içtihatında hata da isabet de edeceği hususu kesin kabullerden olduğuna göre, hata ihtimalinden kurtulması hiç bir zaman sözkonusu olmayan içtihadı hükümlere. "Bu Allah'ın hükmüdür!" demek, Allah'a iftiraya varan bir cür'et olmaz mı? İşte, bu sorunun cevabı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, ilk seriyyelere verdiği talimatta var: "Bir yerleşim birimini kuşattığınızda, sizden, kendilerine Allah'ın hükmü uygulanmak üzere bir antlaşma isterlerse, bunu kabul etmeyiniz! Onlarla, kendilerine, kendi hükmünüzü uygulamak üzere antlaşma yapınız! Çünkü, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? Siz onu bilemezsiniz!" Tam metni, bu çalışmamızın bir sonraki bölümü olan Üçüncü Bölümünde, ayrıca, çalışmamıza ek olarak (Ek-2) sunulmakta olan bu talimat, açıktır ki: Eşkıyaya verilecek ceza örneğinde olduğu gibi, ölümden hapse kadar değişen ve mecburen içtihad yoluyla tercih edilerek belirlenecek cezalardan birine, "Allah'ın Hükmü!" demenin, bir
cür'et olacağı konusunda bizleri uyarmaktadır. Buradan, açık bir sonuca ulaşıyoruz: Kanuni düzenleme konusu olan muamelat hükümleri, hakkında nass bulunanları dahil, tamamı içtihadidir. Dolayısıyla, muamelata ait hükümlere; "Şeriat budur!", "Dinin hükmü budur!", "Allah'ın hükmü budur!"., demek; Allah'a iftiraya varan bir cür'et olur. Hal böyle olunca, Günümüzde görüldüğü gibi, "İslam Devleti", "İslam Cumhuriyeti" "Şeriat kanunları" gibi, tarihte hiç görülmemiş gereksiz iddialarla ortaya çıkmak ve üstelik bunun "İslam Dininin Gereği" ve "Allah'ın emri" olduğunu savunmak; her halde bir dinin, mensupları eliyle tahrifi böyle olsa gerektir. Öyle olunca, Hz. Peygamber'in, Velayet yani Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği olan uygulamalarının da O'na, bu fonksiyonu gereği gelen mesajların da, bütünüyle içtihadi olduğunu farketmek müslüman alimlerin boynunun borcudur. O zaman herkes mutlu! Çünkü: (1) Her şeyden önce, çıkarılacak kanunlar yoluyla Allah'a iftira etme gibi cür'etli bir riskten kurtulunacaktır. Zira, çıkarılacak kanunlara, Allah'ın Kanunları değil; Milletin Kanunları! denilecektir! (2) Yasama organı, elbetteki sadece kendi halkının tecrübeleriyle tarihi ve kültürel değerlerinden değil; bütün insanlığın tecrübe ve değerlerinden yararlanacaktır. Bu bir ihtiyaçtır. Ne var ki bunu yaparken kendisini, Kur'an'a rağmen bir iş yapıyor durumunda hissetmeyecektir. Zira, onun görevi, elinden geldiği kadar, ihtiyaca cevap verecek bir düzenleme yapmaktır! Hz. Peygamber (s.)'in, Nübüvvet asli misyonundan ayrı olarak sahip olduğu bu Velayet fonksiyonu çok iyi görülmek; gerek tasarrufları gerek aldığı mesajlar ona göre değerlendirilmek durumundadır. O'na inanmanın, O'na bağlı olmanın ve O'nu sevmenin, ancak, O'nu, doğru anlamak ve doğru yorumlamakla sergilenebileceği; O'nu, olduğundan farklı görmek ve göstermenin, O'na olan imanla da bağlılıkla da
sevgiyle de bağdaşmayacağı açıktır.! Hz. İsa'yı tanrılaştıranlar, O'na karşı doğru bir iş mi yapmışlardır? Kur'an-ı Kerim, Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed'in bir beşer bir insan olduğunu söylüyor; Peygamberimiz kendisi de her vesileyle bunu tekrar ediyor. Ama nedendir, anlamak zor, biz bir türlü bunu sanki O'na yakıştıramıyor, gibi bir havaya bir tavra giriyor ve O'nun yaptığı her şey din'dir, O, hiç bir konuda yanlış yapmaz; O'nun bildirdiklerinde hiçbir değişiklik olmaz!., diye kıyamet koparıyor gibiyiz. Halbuki O, muhtelif rivayetlerle metinlerini gelecek bölümde sunacağımız söz ve davranışlarında hep, kendisinin de bir beşer, bir insan olduğunu ısrarla belirtmiş; din olarak bildirdiklerinde yanlış olmayacağını ama dünya ile ilgili söz ve davranışlarının değil değişmez olması onlarda hatta yanılabileceğini açıklamıştır. Hz. Peygamber'in bu tavrı, bazılarının ısrarla savunduğu gibi, öyle, sadece bir hurma aşılamasıyla; zirai bir konuyla ilgili ve onunla sınırlı da değildi. O: -Bedir savaşı öncesinde orduyu koyduğu savaş düzenini, uzman bir sahabinin görüşü yönünde değiştirmekten, Hendek savaşı sırasında düşmana her yıl ödemeyi teklif ettiği Medine hurmasını verme düşüncesinden yine Sahabilerin görüşü yönünde vazgeçmeye kadar, Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği pek çok konuda, kendi tercih ve düşüncelerini ihtiyaç ve şartlar yönünde değiştirmiştir.
Kadı Iyaz'm; meşhur eseri Şifa'da vukufla belirttiği gibi, elbette O, en az her insan kadar akıllı ve müdebbirdi, ama, sonuç olarak o da bir insandı ve her konunun uzmanı değildi. O'nun diğer insanlardan farkı, Allah'tan vahyi mesaj almasıydı. Üstelik O, Peygamberlik misyonuna ek olarak yüklendiği velayetidevlet başkanlığı fonksiyonu gereği de işler yapıyor; mesajlar alıyordu. Dolayısıyla, O'nun, gerek kendi uygulamaları gerek aldığı mesajlar da, din'i bildiriyorsa değişmez karakterde mesajlarken dünya işleriyle ilgili olanlar, günün ihtiyaç ve şartlarına göre değişmeye açık ama onlar
da tıpkı değişmez mesajlar gibi, dünya durdukça örnek olma değerini koruyacak kutsal mesajlardır. Biz bütün bunlara rağmen kalkar da dini öğreten değişmez karakterdeki mesajlarla, dünya işlerini öğreten ve değişen ihtiyaçlara göre her an değişmeye açık karakterdeki konularla ilgili mesajları eşit olarak değişmez olarak algılar ve bunda ısrar edersek, ne durumda olacağımızı her halde kavrayabiliriz. Hz. Peygamber (s.)'in, Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği tasarruflarıyla ona bu fonksiyonu gereği gelen mesajlar, öyle sadece bir kaç konuda kendisini göstermez. Az önce de işaret ettiğimiz gibi, yakından bakınca, bu ayırımı, pek çok konuda görebiliriz. Bir örnek olmak üzere, Bi'at Ayetini [Mümtehine, (60), 12] ele alabiliriz: "Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, marufta/iyi işi işlemekte sana karşı gelşmemek husussunda sana biat etmeye geldikleri zaman, Hatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir." Bir kere bu ayet, sadece İslam'a girme merasimiyle ilgili değil; Hz. Peygamber'in başında bulunduğu Medine Site Devleti Vatandaşlığına girme merasimiyle ilgilidir. Bunu şuradan anlıyoruz: Ayette, Arap yarımadasında hayat hakkı tanınmayan Şirk başta olmak üzere, hırsızlık, zina, cana kıyma ve iftira gibi, her biri, büyük birer günah olması yanında, aynı zamanda suç oluşturan davranışlardan sakınma konularından sonra, Hz. Peygambere Ma'rufta karşı gelmemek hususu, sözleşme maddelerinin son konusu olarak zikredilmiş ve bunlar üzerinde b/to/sözleşme yapılması emredilmiştir. Bilindiği gibi, dinimizin haram ve günah olarak bildirdikleri, bi'at ayetinde sayılanlardan ibaret değildir. Yalan söz, ana-babaya isyan, leş, domuz eti ve alkollü içkiler hemen bir çırpıda akla geliveren diğer haram
ve günahlar'Aıı. Ama, bunlardan hiç biri, bi'at ayetinin konulan arasında zikredilmemiştir. Sebebi gayet açık: Bi'at ayetinde zikredilenler, kanuni düzenleme konusu olan fiillerken; başta yalan söz, işaret ettiğimiz diğer haram ve günahlar, dinimize göre kesin haram ve günahlar olmakla beraber, normal şartlar altında suç oluşturan veya failden başkasım ilgilendiren, dolayısıyla kanuni düzenlemeyi, başka bir ifadeyle devlet müdahalesini gerektiren konular değildir de ondan! Hele bi'at konularının son maddesi olan, Sana ma'ruf'ta karşı gelmemek maddesi, bu merasimin, sıradan bir İslam'a girme merasimi değil; devlete vatandaş olma merasimi olduğunu yüksek sesle ilan etmektedir. Burada bir hususa daha dikkat çekmemiz gerekmektedir: Ülülemr yani yetkili, Peygamber de olsa, ona itaat ma'ruf olma yani hukuken meşru olma şartına bağlanmıştır. Ma'ruf olmak ne demek? Bildik; tanıdık; örfe/kanuna/hukuka uygun olmak demek! -Ne buyurulmuş oluyor, düşünebiliyor muyuz? -Sana ma'rujta karşı gelmeyecekler! -Hiç Hz. Peygamber'in, ma'ruf olmayan bir şeyi emretmesi düşünülebilir mi? -Düşünülemez, ama, Kur'an, evrensel bir prensip öğretmektedir: Ma'ruf olmayan yani hukuken meşru olmayan emir, Peygamber bir Başkan'dan da gelse, ona itaat gerekmez! Bunu görünce, şunu anlıyoruz ki, gerek Hz. Peygamber (s.)'in buyruklarında, gerek başta Hz. Ebu Bekir (r.), Hulefayı Raşidin'in göreve başlama konuşması demek olan ilk hutbe'ltfmâe belirttikleri: İtaat ma'ruf tadır! Ma'ruf olmayan şeyde itaat gerekmez! şeklindeki beyanları, Bi'at Ayetinde bildirilen, "Ma'rufta sana karşı gelmemek!" şartının tekrarından başka bir şey değildir. Bazı okuyucularımın: -Bu da nereden çıktı; hiç senden önce böyle diyen kimse var mı? diye bir soru sorduklarını, bu satırları yazarken duyar gibi oluyorum.
Böyle bir soruya cevaben ben de o soruyu soran okuyucuma sormak isterim: -Son asırlarda, dini, kendi şahsi düşüncelerine göre yorumlamak isteyen kimselerden değil; ilk dört asırda yaşamış müçtehitlerden her hangi birinin, bundan farklı bir şey söylediğini biliyor muyuz? Yine de soruyu bir soruyla cevaplandırmak yerine, biz okuyucularımızı konu hakkında aydınlatmaya devam edelim. Bizim üzerinde durduğumuz: a) Nübüvvet yani Peygamberlik misyonu gereği olan mesajlar, b) Velayet yani Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği olan mesajlar ayırımını, Hanefi fıkhını tedvin mertebesinde şerh eden Büyük Fakih Serahsi'nin (ö.490h 1097m) Mebsut adlı büyük eserinde açık bir şekilde görüyoruz. Şöyle ki: "Hz. Peygamber (s.): 'Kim bir düşmanı öldürürse, o düşmanın üstünde çıkan onundur!' buyurmuştur. İmam Şafii, bu Hadis'e dayanarak: 'Öldürülen düşman askerinin üstünden çıkan, onu öldürenin hakkı olduğu' görüşünü savunurken; Hanefiler: 'Hayır! Devlet Başkanı veya komutan savaştan önce böyle bir şey bildirmemişse, öldürenin hakkı olamaz!' diyor ve görüşlerinin gerekçesini şöyle açıklıyorlar: Hz. Peygamber (s.)'in: 'Kim bir düşman askerini öldürürse, oıuın üstünden çıkan onundur!' sözü, tenfillteşvik kabilinden söylenmiş bir sözdür; teşri!şeriat koymak için söylenmiş bir söz değildir. Medine'deki Mescid'inde söylediği zaman ancak teşri olur. Halbuki Hz. Peygamber'in bu sözü, Bedir savaşı öncesinde, askerin teşvikine ihtiyaç duyulan ortamdan başka yerde söylediği bilinmemektedir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber, bu sözü, bir Peygamber olarak teşri için yani şeriat koymak üzere değil; bir komutan olarak teşvik için söylemiştir." (32) Demek oluyor ki, îmam Şafii'nin yaptığı gibi, "Peygamber sözü, Peygamber sözüdür. Öyleyse, ne olursa olsun hüküm için değişmez delildir." diye düşünmek teorik olarak mümkünse de, Hanefilerin
değerlendirmeleri, konunun bu inceliğini yakalayan bir değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır. Benzer farklı görüş, "Kim ölü bir toprağı imar ve ihya ederse o toprak onun olur!" mealindeki hadis üzerinde de belirtilmiştir. îmam Şafii: "Ölü araziyi ihya yoluyla ona malik olmak devletin iznine tabi değildir" derken; Hanefıler: "Hz. Peygamberin o sözü, Devlet Başkanı sıfatıyla söylediği bir sözdür. Dolaysiy la o konuda yetki, o zaman da her zaman da Devlet'e aittir." diyorlar. Hz. Peygamber (s.)'in, Devlet Başkanlığı fonksiyonu üzerindeki mütalâamızı, tam metni ve tafsilatı, uygulamaların ele alındığı gelecek bölüme havale edip burada kısaca bir iki hususa değinerek tamamlayalım: ( I)
Bedir savaşı öncesinde orduyu yerleştirme ve karargah seçme konusunda Ashaptan Habbab sorar: -Bu yerleşme vahy gereği bir yerleşme mi yoksa tabya gereği bir yerleşme mi? Hz. Peygamber cevap verir: -Vahy gereği değil; tabya gereği! Bunun üzerine Habbab: -Öyleyse, bu yerleşme uygun değil! Biz kuyulara yakın yerde mevzilenelim ve kıyıda- bucaktaki küçük kuyuları taşla dolduralım: Biz sudan yararlanırken düşman yararlanamamış olur.
Hz. Peygamber, bu görüşü kabul eder ve yeni yerleşme, zafere ulaşmada etkili olur. (2)
Hendek savaşı sırasında, kuşatma uzayınca, Müslümanlar çok zor durumda kalır. Bunu hisseden Hz. Peygamber, düşman komutana haber salar ve görüşmeye davet eder. Onlara, kuşatmayı kaldırarak çekilip gitmelerine karşılık, her yıl Medine hurmasının üçte birini teklif eder. Düşman kumandan, üçte biri yeterli bulmaz ve yarısını ister. Antlaşma yapmak üzere çağırılan Ashap durumdan haberdar olunca sorarlar: -Bu teklif, vahy gereği mi? Vahy gereği olmadığını öğrenince: -O zaman diyeceklerimiz var! Biz ve onlar, asırlardır, onlar orada biz burada yaşarız. Onlar, bugüne kadar bizim hurmamızı, misafirimiz olarak
ikramımız hariç, ancak paralarıyla yemişlerdir. Bizim kendilerine kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!" derler. Dikkat edilirse, Nübüvvet ve Velayet'in saha ve sınırlarını çok iyi bilen Ashap, Peygamber Başkanlarına, rahatlıkla: -Bu söz veya tasarrufunuz vahyldin gereği mi? diye sorabiliyorlardı. Ne gariptir ki, bunca tecrübeden sonra bugünün Müslümanı, sanki o Peygamber'in sünneti hatta Kur'an'ın beyanı onu ilgilendirmiyormuş gibi, günün modası o olduğu için veya ideolojik yaklaşımların etkisiyle oluşan bilgi ve kanaatlerini irdeleme zahmetinde bulunmadığı için olsa gerek, ne Din ve Devlet; ne Din ve Dünya; ne hatta Dünya ve Ahiret ayırımına bir türlü yanaşmamakta; değişmez gerçeklerle değişmeye açık konuları birbirine karıştırmaktan çekinmemektedir. 2.5
DEVLET OTORİTESİNİN KAYNAĞI VE MAHİYETİ
Ayet-i Kerime'lerdeki: "İnsanın yeryüzünde halife kılınması", "Allah'ın, mülkü dilediğine vermesi"., gibi İlahi tasarrufları, Kur'an-ı Kerim'in, genel uslubu içinde değerlendirmek gerektir. Üzerinde biraz düşününce hemen farkediyoruz ki; mülk ve saltanat hakkında sözkonusu olan bu ilahi tasarruflar, mülkiyet ve servet konularında da aynen variddir. Bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim'e göre; -İnsanın mülkiyet hakkı var mıdır, yok mudur? -Mülkiyet hakkı denilen şey, malm-mülkün Gerçek Sahibi Allah'a vekaleten ifa edilen vazife manasında bir hak mıdır, yoksa, kula tanınan yetki manasında bir hak mıdır? -Mülkiyet hakkı topluma mı aittir yoksa ferdin de mülkiyet hakkı var mıdır?., soruları, üzerinde tartışılmış ve cevaplandırılmış sorulardır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de: a) Yerde gökte ne varsa her şeyin Allah'ın olduğunu bildiren ayetler vardır. Mesela: (1) "De ki: Göklerdeki ve yerdeki şeyler kimindir? Allah'ınl" [En'am (6), 12]
De ki:
(2) "Musa kavmine dedi ki: Allah'tan yardım dileyiniz ve dayanınız (sabrediniz). Şüphesiz 'Arz' Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar". [A'raf (8), 128] b) Malm-mülkün topluma ait olduğunu bildiren ayetler vardır. Mesela: (1) "Andolsun ki, Zebur'da da zikirden sonra yazmıştık ki, her halde Arz'a, benim salih kullarım varis olacaktır." [Enbiya (21), 105] (2) "Eski sahiplerinden sonra bu Arz'a varis olan kimseleri hala irşat etmedi mi, şu hakikat ki, eğer dilemiş olsak, onların da günahını başlarına çarpardık." [A'raf (8), 100] (3) "Ve arazilerini, yurtlarını ve mallarını size miras kıldı. Bir de bir arz'ı ki, daha önce ayak basmadınız." [Ahzab (33), 27] (4) "Ve hırpalanıp ezilmekte olan kavmi, 'Mahud Arz'ın bereketlerle donattığımız maşrıklarına ve mağriplerine (doğusuna-batısına bir baştan bir başa) varis kıldı." [A'raf (8), 137] Bunların yanında: c) Mülkiyetin (malın-mülkün) kişilere ait olduğunu bildiren ayetler de var. Bunlardan da bir kaç ayet mealini, örnek olarak sunalım: (1) "Bırak bana o herifi ki yarattım da tem tek, hem uzun boylu mal verdim ona." [Müddessir (74), 12-13] (2) "Yetimin malına yaklaşmayın. Ancak rüştüne erişinnceye kadar en giizel şekilde ilgilenmek başka." [En'am (6), 152] (3) "Ve onlara iki adamı temsil getir: Birine her türlü üzümden iki bağ vermiş ve ikisinin de etrafım hurmalıklarla donatmışız..." [Kehf (18), 32-33] Görüldüğü gibi, birinci grupta misallerini gördüğümüz ayetler, "Göklerde ve yerde ne varsa onların hepsinin Allah'a ait olduğunu" bildirmekte; ikinci grupta misallerini gördüğümüz ayetler,
"Malların topluma ait olduğunu" ifade etmekte; üçüncü gruptaki ayetlerde ise, "Mal sahibi kişiler"den söz edilmekte ve "Kişilere mal verildiği" bildirilmektedir. Kur'an-ı Kerim'in uslubunu ve getirdiği temel ilkeleri bütünüyle gözönünde bulundurmadığımız takdirde, işin içinden çıkamaz; malın ve mülkün Allah'a mı, toplum'a mı, yoksa, ferd'e mi ait olduğu meselesinin, Kur'an-ı Kerim'e göre kapalı olduğu, en azından açık olmadığı kanaatine varabiliriz. Halbuki biz bugün, hiç bir şüpheye yer olmayacak açıklık ve kesinlikle biliyoruz ki, dinimize göre, şahısların mülkiyet hakkı vardır. Hem de hayat ve hürriyet haklarıyla birlikte, doğuştan sahip oldukları en temel ve yetki anlamında bir hak olarak vardır.(33) Nasıl kişinin, doğuştan sahip olduğu bir hak olarak hürriyet ve mülkiyet hakkı var ve öbür dünyada hesabını Allah'a vermek üzere bu dünyada istediği gibi hareket etmekte ve malında tasarrufta serbest ise ve bu dünyada bu hürriyet'ine ve malında tasarruf hakkına sadece, başkalarının hak ve hürriyetlerini ilgilendirdiği ölçüde sınırlama getirilebiliyorsa, ülülemrrm de, emretme ve tasarruf etme yetkisi vardır. Kamu tiizel kişiliğine ait bu yetkiyi kullananlar da tıpkı kendi yetkisini kullanan gerçek şahıslar gibi, hesabını, öbür dünyada Allah'a vermek üzere, bu dünyada, sahip oldukları yetkileri kullanacaktır. Ne var ki kamu tüzel kişilğine ait o yetkileri kullanmak durumunda olan «7w/e/?zr/yetkililer, bu yetkilerini kullanırken, kişilerin kendi irade-i cüz'iyelerini kullanmakta serbest olduğu kadar serbest olmayabilir. Zira kişiler, sahip oldukları temel haklara doğuştan ve doğrudan sahipken ülülemr, emretme ve tasarruf etme yetkisine, ülke halkınca kendilerine devredilmiş yetkiler yoluyla dolaylı olarak sahiptir. Dolayısıyla, ülülemr'in sahip olduğu yetki (vekalet-velayet), dünyevi açıdan, mutlak olabildiği gibi, bir anayasa çerçevesinde meşrutî hatta tamamen sınırlı da olabilir. O takdirde iilülemr/yetkililer, hesabı, sadece öbür dünyada Allah'a vermez; bu dünyada da milletine vermek durumunda olabilir. Mesela, modern tatbikatta olduğu gibi, Yüce Divan'da yargılanabilir.
Ülülemr'in sahip olduğu yetkinin kaynağının, yönettiği ülke insanlarının iradeleri (şahısların irade-i cüz'iyeleri) olduğu düşünülünce, konuyu kavramak, biraz daha kolaylaşır. Bilindiği gibi,fıkıhta yani İslam Hukuku İstılahında bir Velayet-i Amme müessesesi vardır: "Velayet-i amme, tasarruf-ı aınm*a istihkaktır" demişler. Bu nasıl olur? Genel manada Müslümanlar üzerinde tasarruf-ı amm yetkisine sahip bir kimse var mıdır? Bunları bildiğimiz takdirde, konuyu, biraz daha yakından tanımamız mümkün olur. Bu hususu, zamanın adalet bakanı, aynı zamanda fıkıh alimi Seyyid Bey'in, 3 Mart 1340 (1924) tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, "Hilafet'in Mahiyet-i Şer'iyyesi" hakkındaki konuşmasından takip edebiliriz: "İslam alimleri, 'velayeti, (Tenfizu'l-kavl ala'l-gayr; şa'e ev eba.) diye tarif ederler. Manası: "İster muvafakat etsin, ister etmesin, başkası üzerinde söz geçirmektir." Velayet'in manası budur. İslam Hukukuna göre böyle; İster muvafakat etsin ister etmesin, başkası üzerine söz geçirmek hakkını haiz kimse var mıdır? Zira biz biliyoruz kU dinimizde, hiç bir ferdin diğer bir fert üzerinde, kendiliğinden, bizatihi, velayet hakkı yoktur ve hiç bir kimse diğerine, cebren söz geçirmek hakkını haiz değildir. Hiç bir kimse diğerine, öyle, cebren: şunu yap, bunu yapma, şurada otur, oraya gitme, diyemez. Herkes hürdür; istediği yerde oturur, kalkar; istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar vermedikçe, kimse ona karışamaz. Keza, herkesin hayatı, ırz ve namusu taarruzdan masundur. Mülk edinme hakkı da böyledir. Herkesin malı-miilkü, taarruzdan masundur. Başkasına zarar vermedikçe, hiç kimsenin müdahaleye hakkı yoktur. Herkes, hukuk karşısında eşittir. Öyle, sınıf ve zümre imtiyazları yoktur. İslamiyet, tam manası ile, modern tabirle demokratik bir sistemi tarif etmektedir. Hiç kimseye imtiyaz tanınmaz. Kur'an-ı Kerim; (İnne ekremeküm indallahi etkaküm) buyuruyor. Yani, Allah indinde, sizin en mükerrem olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır.' [Hücürat
(49), 13], diyor. İslamiyette yalnız bir kişinin diğeri üzerinde velayet'i, yani, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da baba'dır. İşte, yalnız baba'nın evladı üzerinde söz geçirmek hakkı vardır ki o da velayettir: Baba çocuğun velisidir. Bu velayet, babanın, babalık vasfından doğar ve çocuk hakkında tam bir şefkate sahip olduğundandır. Ortada bir çocuk var: Bakılmak ister. Kendisine miras olarak intikal eden malları, korunmak ister. Çocuktur; kendisine bakamaz ve mallarını koruyamaz. Buna kim bakacak? Mallarını kim koruyacak? İslam Hukuku, çocuğa bakmak, diğer bir tabirle, çocuk üzerinde velayet hakkını haiz olma hususunu; çocuk hakkında en çok şefkate sahip olan kişiye veriyor ki o da baba'dır. İşte, baba'nın bu velayet'ine, velayet-i zatiye denir. Babanın zatından, iibiivvet (babalık) vasfından doğan bir velayet'tir. Babadan başka ve baba hükmünde olan büyük babamdan başka hiç kimsenin diğer fert üzerinde, böyle, velayet-i zatiyesi yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve malında velayeti, diğer deyişle tasarruf hakkı vardır. Onun bu velayet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İşte, bu esasa binaendir ki; 'Herkes kendi aleminin padişahıdır' denir. Bir kişi, diğer şahıs hakkında velayet'e ve hakk-ı tasarrufa sahip olabilmek için mutlaka o şahıstan velayet hakkı'nı (yetkisini) alması lâzım gelir. Mesela, bir kimse diğerinin malını bir başkasına satabilmek için mal sahibinden izin almış olmak gerekir. Daha evvel öyle bir izin almamış ise, o satış muteber olmaz. Bu hususta mezuniyet almak ne demektir? O malı satmak velayetini (yetkisini), onun rızası ile ondan almak demektir. İşte, o velayeti alan kişiye vekil denir. Ona o vekaleti veren kişiye de müvekkil denir. Vekil, böyle bir velayet almamış ise ona vekil denmez; fuzuli denir. Fuzuli'nin tasarrufları ise muteber olmaz, meğer ki mal sahibi ona sonradan muvafakat etmiş olsun. Bu surete de: 'İcazet-i lahika vekalet-i sabıka hükmündedir' denir ve o itibar ile fuzulinin tasaırufu muteber olur. Hakem meselesi de böyledir. Kısaca, her kim olursa olsun, diğer bir kişinin leh veya aleyhine tasarruf edebilmesi için, o kişiden kendi rızası ile velayet almış olması,
tasarruf hakkı almış olması, zaruridir. Babanın çocuk hakkındaki velayetine, 'velayet-i zatiyye' denir, başka bir şahsın diğer bir şahsa velayet vermesine ve o şahsın bu suretle velayet'i (yetkiyi) haiz olmasına 'velayet-i tefviz' denir. Demek oluyor ki, velayet iki kısımdır: Biri, velayet-i zatiye'dir ki 'baba'nın velayet'idir. Diğeri, velayet-i tefviz'dir ki akıl ve baliğ olan her şahsın diğer bir kişiye vermiş olduğu velayet'tir. Vekilin, vasinin, mütevellinin ve hakemlerin haiz oldukları velayetler/yetkiler hep velayet-i tefviz cümlesindendir. Hiç kimsenin, kendiliğinden veya veraset yolu ile vekil veya halife olmak hakkı yoktur. Fukahanın tarifinden anlıyoruz ki, halife olmak demek, tasarruf u amm'a müstahak olmak demektir. Bu istihkak ise, millet tarafından bir şahsa bıı, tasarrufu amm salahiyeti verilmekle meydana gelir ki vekalet demektir. Umuru amme (kamu işleri, kamu görevi) denilen şey, milletin kendi umur-ı müşterekesidir/kendi ortak işidir. Bir memleketin idaresi demek, o memlekette, millete ait olan işlerde tasarruf etmek, demektir. Bu ise, milletin doğrudan doğruya kendi işidir; milletin hakkıdır/yetkisidir. Millet bu hakkı başkasına vermedikçe, hiç bir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa mebnidir ki, fukaha yani İslam Hukukçuları; 'Hilafet, millet ile halife arasında mün'akid vekalettir.' derler ve bu hususta tamamen, kaide-i vekalet ahkamını tatbik ederler. Mesela vekalet, mutlak olabileceği gibi mukayyed. de olabilir. Ve vekil olan zat, müvekkilinin tevkilde ortaya koyduğu kayıt ve şartlara uymaya mecburdur. O şarta riayet etmezse tasarrufu muteber olmaz. Bunun gibi, hilafet de vekalet cinsinden olduğundan, halife, seçim veya bi'at esııasında ortaya, konulan kayıt ve şarta uymaya mecburdur." Dönemin Adliye Vekili merhum Seyyid Bey'in, "Hilafetin Mahiyet-I Şer'iyyesi" adlı Meclis Konuşmasından aktarmakta fayda gördüğümüz bu konuşmanın metni, konuşmanın yapıldığı tarih olan 3 Mart 1340/1924 günki Zabıt Ceridelerinde bulunabileceği gibi, ayrı basım olarak neşredilmiş bulunan nüshada jla görülebilir. Bu konuşmayı biz, elimizde mevcut ayrı basım nüshasından aktarmış olduk.
Bilindiği gibi, konuşmada işaret edilen kayıt ve şartlar, günümüzde, Anayasalarla belirlenmektedir. Bir Anayasa'da belirtilen esaslar çerçevesinde işbaşına gelen yetkililer de, o Anayasa'da belirtilen şartlar ve kayıtlar çerçevesinde millete ait yetkiyi kullanırlar. Şayet Anayasa'ya aykırı hareket ederlerse, yine Anayasa'da tarif edilen yolla sorguya çekilebilirler. Şu hususu unutmamak gerekir ki; ama mutlak, ama şartlı ve sınırlı olarak, bir kere yetki devr edildi mi, bu yetkiyi alan kimse, Ülülemr (hükümran otorite/hükümdar) olmuştur. Artık o, yeni bir yetki kaynağı'dır: Verdiği emirlere, çıkardığı kanunlara itaat edilecektir. Zira, Ülülemr'e itaat, Allah'ın emridir. [Nisa (4), 59], Nizam-ı alem de bunu gerektirmektedir. Bu noktada, okuyucularımıza başka bir açıdan ışık tutması bakımından, bir aktarma daha yapmak yararlı olacaktır. O zamanki adıyla Sırat-ı Müstakim daha sonraki adıyla Sebilurreşad neşriyatı arasında çıkmış, Usul-i Fıkh'a dair bir eser var: "Usul-i Fıkıh Dersleri ve Merhum Büyük Haydar Efendi" adıyla 1326/1908 tarihinde İstanbul'da neşredilmiş bir eser. Yazarı, Selanik Mekteb-i Hukuk muallimlerinden Hacı Adil. Bu eserde şöyle deniyor: "Burada, hitabullah'tan maksat, Kelam-ı Nefsi-i Ezelidir. İşte, Kelam-ı Nefsi'nin eseri; onun üzerine terettüp eden netice ve fayda, bir hüküm'dür; hükmi şer'idir. Ve şu halde, Masivallah'ın eser-i hitabı, muarreften hariç kalır. Şu kadar ki, mazhar-i (vema yentıku 'ani'l-heva in huve illa vahyim yuha) Efendimizin, Sahib-i Şeri'at olan Nebi Zişanımızın, asar-ı hitabatına da hüküm denileceği azade-i beyan olduğu gibi, Evamir ve iradatının mııta' olması taraf i Şari'den varid olan emir'le sabit olan Sultan'ın asar-ı hitabatına da hüküm tesmiye olunur. Zira bunların muta' olması da Hitab-ı Şari'le sabittir. Tarafı Şari'den böyle emrolunuyor. Şu halde, bunlar dahi, hem hükümde hem emirde dahildir." (s.414) Özetle Türkçesi: Hükümdar'ın emri de hüküm ifade eder. Zira, hükümran otoritenin emirlerine itaat da Allah'ın emridir.
Dikkat edilirse, bu açıklamada, hükümdar hakkında, ululemr gibi, yoruma açık kelime değil; ne demek olduğu tartışmasız ve tereddütsüz anlaşılan sultan kelimesi kullanılmıştır. Saltanat'm, otorite; sultan'm ise, otoritenin başı demek olduğunu söylemeğe her halde gerek yoktur. Esasen bu açık ifadeyi, çok daha eski kaynaklarda, günümüzden 900 yıl kadar önce vefat etmiş Bir Türk Alimi olan İmam Serahsi (ö. 490h, 1097m)'nin, Fikha dair el-Mebsut adlı, yukarıda da adı geçen, meşhur ve muteber eserinde görüyoruz: "Bize ulaşan bilgiye göre Hz. Ömer, 'Dengi dengine olmadıkça, kadınların nikahına mani olacağım.' demiştir. O, menetme işini kendi şahsına izafe etmiştir. Bunda, 'Nikah' konularında ' Sultan'ın yetkili olduğuna 'delil' vardır. Bu yetki ise 'velayet-i saltanat'tan yani 'saltanat yetkisi'nden gelmektedir." (34) Büyük Hukukçu Serahsi'nin bu ifadesinden sadece sultan ve saltanat terimlerini görmüyoruz. Aym zamanda saltanat'in bir velayet olduğunu ve bu velayet'in de bir yetki kaynağı olduğunu öğreniyoruz. Ülülemr'e itaati emreden ayette, ülülemr'le niza'a/anlaşmazlığa düşme durumuna da işaret edilmiş; bu durumda, ihtilafın halli için, "Allah ve Resulü"ne, modern tabirle "Hukuk"a başvurma__yolu gösterilmiştir. Büyük İslam Hukukçusu Serahsi, Şerhu 's-Siyeri'lKebir'inde, bu konuya da açıklık getiren bir hadis kaydetmektedir: "Başınızda yetkili olan herkesi, 'münker' yani kötü/kanunsuz bir şey olmadıkça dinleyin, itaat edin. Münker'de, ne dinleme ne de itaat gerekir." (35) Bu münker konusunu, günümüz şartlarında, biraz açma ihtiyacı vardır. Şöyle ki: Münker, hadisin tercümesinde de işaret edildiği gibi, kötü ( günah, kanunsuz) iş demektir. Bir kere, modern uygulamalarda, münker sayılacak bir konuda emredici bir düzenleme, dolayısıyla o konuda itaatitaatsizlik sözkonusu olmaz:
^
-Her vatandaş vergi verecektir; askerlik yapacaktır; kanunlara riayet edecektirl.. diye kanunlar vardır ve düzenlenebilir. Hiç şüphe yok ki bu ve benzeri konular, hiç bir şekilde münker manası içeren konular değildir. Ama, -Her vatandaş içki içecektir; domuz eti yiyecektir; riba yiyecektir; zina edecektir, puta tapacaktırdiye kanunlar yoktur ve böyle bir düzenleme esasen kanun konusu da değildir; olmaz da! Örnek bir soru ve cevabı: -Bir İslam ülkesinde kanunlar, İslam Dininin haram kıldığı, mesela, alkollü içki imaline ve ticaretine emredici olmasa da,izin veren bir düzenleme yapabilir mi? -Ülkede, vatandaşlık hakkına sahip gayr-i müslim varsa, verebilmek bir yana, vermek zorundadır! Açıklayalım:
izin
Bir kere bir İslam ülkesinde vatandaşlık hakkına sahip gayri müslim varsa, o ülkede, dini gerekçe ile yani dinen haram olduğu için, kanunla, mutlak bir "içki üretme ve tüketme yasağı" getirilemez. Çünkü, İslam Hukukuna göre Müslüman vatandaş için su, süt ne ise, gayrLmüslim vatandaş için şarap (alkollü içki) odur. Buna göre, bir Müslüman ülkede Müslüman vatandaşa dini gerekçe öne sürerek kanunla: "Su, süt içemezsin; bunları üretemez ve tüketemezsin", demlemeyeceği gibi, gayri müslim vatandaşa da, dini gerekçe öne sürülerek "İçki üretemez ve tüketemezsin", denilemez. Denilirse, vatandaşlık hakkı, dini kurallara aykırı olarak, üstelik din adma, ihlal edilmiş olur. Ne var ki, genel ahlak, kamu düzeni ve genel sağlık gereği olursa, böyle bir kısıtlamaya gidilmesinin bir hak ihlaline yol açtığı öne sürülemez. Nitekim, 1985 yılında Sovyetler Birliğine yaptığımız bir ziyaret esnasmda, ha|kın._ve özellikle gençliğin sağlığını. koruma gerekçesiyle alkollü içkinin büyük ölçüde yasaklandığını -ve içki imal eden yerlerin tedricen meyve suyu imaline dönüştürüldüğünü evsahipleri bize anlatmışlardı.
Gerçekten, ön günlük ziyaret sırasında yaptığımız 30'dan fazla görüşme esnasında, görüşme yaptığımız masaların her birinin meyve ve meyve suyu meşrubat ile donanmış olduğunu ve meşrubat şişelerinin, daha çok, pahalı içkiler için kullanılan rengarenk, kaliteli şişeler olduğunu müşahede etmiştik. Söylemeye gerek yok ki, böyle bir düzenleme ve uygulama, dini . gerekçeyle yapılmış bir düzenleme ve uygulama değil; sosyal gerekçeyle yapılmış bir düzenleme ve uygulamadır. Kısaca, bir îslam ülkesinde vatandaşlık hakkına sahip bir tek gayri müslim varsa, dinimizin haram kıldığı mesela içki konusunda ya hiç bir kanuni düzenleme yapılmaz ve iş, genel hükümlere bırakılır; yahut bir kanuni düzenleme yapılacaksa, gayri müslim vatandaşa istisna getiren kayıtlarla yapılır ki bunun da hukuken, Müslüman vatandaş aleyhine bir ekonomik eşitsizlik doğuracağı tartışılabilir. Ayrıca modern kanunlarda:"Kanuna aykırı emirlerin dinlenmeyeceği; verilen kanunsuz emirlere uyarak haksız/kanunsuz iş yapanların, sorumluluktan, ancak belli kanuni şartlarla kurtulabilecekleri" ilkesi yer almaktadır. Şu halde, Hadiste geçen, "Miinkerde itaat yok" prensibini, yukarıda da belirtildiği gibi, kanuni düzenlemeye konu olan işlerle ilgili olarak görmek ve öyle anlamak gerektir. Nitekim, modern toplumlarda din ve vicdan özgürlüğü anayasa teminatı altındadır. Dolayısıyla, kural olarak, genel ahlakı ve kamu düzenini ilgilendirmedikçe, temel hakları kısıtlayacak veya kişilerin şahsi dini hayatını olumsuz yönde etkileyecek amir/bağlayıcı bir kanun, bir emir, çıkmaz. Çıktığı farzedilse veya bazı şahıslar bu emir ve kanunların, temel haklarını veya onlardan bazılarını elinden aldığını görse veya kendi dini hayatını olumsuz yönde etkilediğini düşünse bile; Allah'ın emrine itaati, her şeyin üstünde tutan dindarın yapacağı iş, şayet bu emir ve kanun, kendince, kamu yararı (maşlaha) gereği değilse ve katlanmasını gerektirecek bir durum da yoksa, hakkını, hukuki yoldan aramaktır. Ayette emredilen ve "Böylesi davranış, daha iyi ve daha hayırlıdır" [Nisa (4), 59] diye tavsiye edilen yol budur! Davayı kazanırsa ne mutlu. Fakat, davayı kaybederse ve mutlaka sonuç almak
istiyorsa, yapacağı iş, doğru bildiği yoldaki mücadelesini, yine hukuki yoldan ve iyi niyetle sürdürmektir. Ancak, devletine bağlı kalarak ve hangi sebeple olursa olsun otoriteye karşı gelmeden ve hakkım zorla almak üzere, kaba kuvvete, silahlı mücadeleye başvurmaktan kaçınarak ve onu aklından bile geçirmeden! Çünkü bundan, çoğu zaman sonuç alınamayacağı gibi, otoritenin zayıflığından istifade ederek binde bir sonuç alınacağı farzedilse bile, o sonucu almak; pek çok masumun malına, canına ve namusuna malolacağmdan, din adma böyle bir yola kalkışmaya, din izin vermediği gibi hiç bir dindarın imanı da buna müsaade etmez. İmam-ı Azam Ebu Hanifenin; talebesi ve zamanın başkadısı Ebu Yusuf'a yazdığı ve Vasiyyetname olarak kitaplara geçen mektubu, bizi, konu hakkında aydınlatacak çok güzel örneklerden biridir. Bu mektup özetle şöyledir: " Bu memuriyete, daha önce ben davet edilmiş; kabul etmemiştim. Sen kabul ettin. O senin bileceğin bir iş. Allah utandırmasın. Ancak, ben sana bazı şeyleri hatırlatmak istiyorum: Memuriyet kabul ettiğine göre, halkın gözünde, artık sen yönetimin içindesin ve yönetimin bir parçası oldun. Her yönetim, pek çok iyi işler yanında, hatalı işler de yapabilir. Senin içinde yer aldığın yönetim de, yanlış bir karar alabilir ve yanlış bir uygulamada bulunabilir. Sen, yönetimin içinde bulunduğun için, dışarıdan bakan halk, yönetimin o yanlış kararının veya uygulamasının; hakka ve dine uygun olduğunu sanır ve yanlış bilgi ve kanaate sahip olabilir. O zaman da sen, oradaki varlığınla, halkı yanıltmanın vebalini yüklenmiş olursun. Böyle bir durumda sana tavsiyem şudur: Hükümdarın/yönetimin, yanlış bir karar aldığını veya haksız bir uygulamasını görürsen; hükümdardan, kendisini ziyaret etmek üzere, randevu iste. Görüşme isteğin kabul edilirse, ziyaretine git; saygılarını arzet; kendisine bağlılığını ifade et ve bir hususta, görüş arzetmek istediğini bildir .Görüşünü arzetmene izin verirse, saygılı bir ifade ile ve uygun bir uslupla, o hatalı karar veya uygulamanın yanlışlığını anlat. Kabul ederse
ve düzeltirse ne iyi. Şayet düzeltmezse, uygun bir vesile ile bir daha hatırlatırsın. Kabul eder, eder. Etmezse, "yetki de sorumluluk da kendisine ait" olduğu cihetle, sen görevini yapmış olursun. Daha fazla bir şey yapmak, sana gerekmez". Özetini verdiğimiz bu mektup, önemine binaen, muteber bazı kitapların sonunda, mesela, İbn. Nüceym'e ait, el-Eşbah ve'n-Nezair adlı eserin bazı baskılarının son kısmında,"İmam Ebu Hanife'nin, Ebu Yusuf a Vasiyyeti" (Vasiyyetu'l-îmam, li Ebi Yusuf) adıyla yer almaktadır. Bu mektup, idarenin icraatı konusunda, Müslüman alimlerin sorumluluk çizgisini belirtmek bakımından, çok önemli bir kaynaktır. Bu mektuptan, açıkça iki şey öğreniyoruz: (1) Sorumluluk, Ülülemre/yetkililere ait olduğu gibi, yetki de onlara aittir. (2) Dinen yanlış ve/veya haksız görülen bir karar veya icraat karşısında, gereken hatırlatmayı (uyarı değil, hatırlatma), her önüne gelen değil; Başkadı Ebu Yusuf Örneğinde olduğu gibi, sorumlu mevkide bulunan kimseler, yetkili ve sorumlular nezdinde, usul ve adabı çerçevesinde yapacak; tarih boyunca ve günümüzde bazı kötü örnekleri görüldüğü gibi, cami kürsü ve minberlerinden veya basın yoluyla, otoriteyi tahrik edecek veya onu yıpratacak davranışlardan kaçınacaktır! Hal böyle olunca, ortada dinen yanlış görülen bir düzenleme, bir uygulama varsa Müslümana düşen, o konuda, yetkililer nezdinde, usûl ve adabına uygun tarzda gerekli girişimlerde bulunmak; hak ararken veya görevi yerine getirirken, saygıda kusur etmemeye, sadakat ve bağlılık içinde olmaya özen göstermektir. Hele, günümüzdeki bir kısım çevrelerin beklentileri yönünde; cami kürsü ve minberlerini kullanarak veya basın ve benzeri yollarla kamuoyu'nun karşısına çıkıp; "Ey Müslümanlar, şu şu şu düzenleme ve/veya icraat, dinimize aykırıdır!" gibi kışkırtıcı açıklamalarla, toplumda kargaşaya yol açacak davranışlardan kaçınmaktır. Zira biliyoruz ki, fitneye yol açacak böyle
bir davranışa; gerek fert gerek toplum için huzur kaynağı olan Din izin vermez. Dinlerine hayatları pahasına hizmet ettiklerini zanneden bazı heyecanlı Müslümanlar, dinin alfabesi sayılacak kadar temel olan bu bilgiye sahip olsa; bugün dünyaya verdikleri görüntünün aksine, dostdüşman herkesin gözünde sevilen ve imrenilen konuma gelir ve, kalbleri iman ve sevgi ile dolu temiz ve dürüst örnek hayatlarıyla, dinin daha çok sevilmesine ve sonuç itibariyle insanların daha çok hidayetlerine sebep olabilirler. Ne yazık ki, bugün dünyada, bunun aksi bir görüntü sergilenmektedir. Üstelik, öylesi davranışın, dinin gereği bir cihad olduğu zannedilerek ve o imaj verilerek. Çalışmamızın 2.1 maddesinde belirtildiği gibi, Ülülemr'in; Allah ve Resulünden ayrı bir yetki kaynağı olduğu; 2.3 maddesinde belirtildiği gibi, Hz. Peygamber (s.)'in vefatı üzerine, Hz. Ebu Bekir ®'ın, "Bu işin, maslahatları yönünde, kendileri için gerekli seçimi yapmak üzere, imanların kendilerine bırakıldığına" dair beyanı, bir de 2.5 maddesinde belirtildiği gibi, Ülülemr'in yetkisinin, velayet-i tefviz cümlesinden bir yetki olduğu., dikkate alındığında: a) Devlet Başkanlığı işi demek olan Eııır'in, İmanların ihtiyarları ve irade-i cüz'iyyeleri demek olan kendi hür iradelerine bırakılmış bir konu olduğu, b) Başta Devlet Başkanı Olmak üzere, Yetkililer demek olan "Ülülemr"in; insanların kendi hür seçimleriyle "doğrudan" veya bir emr-i vakiyi ister istemez kabul etmekle "dolaylı" olarak devredilmiş yetkilerden doğan velayeti"lyetkiyi!otoriteyi temsil ettiği, kolayca anlaşılır. Elbetteki, nasıl mülkiyet hakkı temelde, mutlak bir hak olarak fertlere verilmiş bir yetki olmakla beraber, bir takım takyid'leri var ve malik bu konuda, gerek Allah'a gerek kamuya karşı sorumlu ise, tıpkı öyle, velayet yani otorite demek olan Emr de, temelde, mutlak karakterli bir hak (yetki) ise de, yetkililer demek olan Üliilemr için de, bu yetkiyi
kullanma konusunda, bazı takyid'ler vardır ve o hakkı kullanan yetkililer, gerek Allah'a gerek kamuya karşı sorumludur. Ancak, mülkiyetin takyidleri, onu, yetki manasında bir hak olmaktan çıkarmayacağı ve Allah'a vekaleten kullanılan bir vazife manasında bir hak haline dönüştürmeyeceği gibi, Ülülemrin velayeti için sözkonusu olan takyidler de onu yetki olmaktan çıkarmaz; Allah'a vekaleten ve O'nun adına kullanılan bir görev haline dönüştürmez. (36) Kaldı ki, ülülemr'in sahip olduğu yetki, öyle, ezeldeki misak'la, Allah tarafından kullarına doğrudan ve doğuştan verilmiş bir hak değil; ülke insanlarının doğrudan veya dolaylı olarak devrettikleri kendi yetkilerinden doğan, üstelik, şahsi değil kamuya ait bir yetkidir ve yukarıda açıklaması geçen velayet-i zatiye değil; velayet-i tefviz cinsinden bir velayettir. 2.6
HİLAFET VE DEVLET BAŞKANLIĞI DEMEK OLAN İMAMET, İTİKAT KONUSU DEĞİLDİR
Sahabe Başta olmak üzere, Müslümanlar, konuyu, baştan beri hep böyle değerlendirmiştir. Hz. Peygamberin vefatından sonra, Ashab'ın konuyu nasıl çözüme kavuşturduklarını, yukarıda, 2.2 maddede, hiç bir tereddüde yer bırakmayacak şekilde, çok ayrıntılı olarak gördük. Klasik devirdeki değerlendirme de, aynı maddede geçmişti. Ashaptan itibaren, -temelde siyasi bir akım olan Şi'a hariçMüslümanların görüş ve kanaati odur ki, hilafet yani devlet başkanlığı demek olan imamet, itikad konusu değildir: -Devlet Başkanı kim olacaktır, -Onu kim, nasıl belirleyecektir, -Tayin mi edilecektir; istihlaf mı edilecektir, -Yoksa seçilecek midir? sorularının, itikadı ilgilendiren cevabı yoktur. İşaret ettiğimiz gibi, sadece Şi'a hareketi, bu soruları, itikad konusu saymakta ve imamet mes'elesini, iman'ın şartlarından biri olarak kabul etmektedir. Onlara
göre, Allah, Devlet Başkanlığı demek olan imamet gibi önemli bir konuyu, insanlara bırakamaz. Allah, Hz. Peygamberden sonra kimin imam olacağım tayin etmiştir: Hz. Ali! Nitekim halen îran'a hakim anlayış olan İmamiye Şi'a'sına göre Allah, sadece Hz. Ali'yi değil, ondan sonra gelecek 11 imam'ı da tayin etmiştir. Onlara göre, Allah'ın tayin ettiği bu 12 imam, aynı zamanda masumdur yani günahsızdır ve yanılmazlar. Çünkü Şi'i anlayışa göre onlar, Allah adına iş görmektedir.. Tamamen siyasi mahiyette olan, konunun ciddiyeti ölçüsünde ciddi hiç bir delile dayanmayan ve Müslümanlar arsında, sadece küçük bir azınlığı teşkil eden Şi'a'ya ait bulunan böyle bir anlayış bir yana, tarih boyunca bütün Müslümanlar, konuyu hep izah ettiğimiz tarzda anlamış ve uygulamıştır. Hal böyle olunca, Devlet Başkanlığı demek olan hilafet ve imamet-i kübra konusu, Müslümanın itikadını ilgilendiren dini-manevi bir konu olarak değil; halkın yetki ve iradesine bırakılmış dünyevi-siyasi bir konu olarak değerlendirilmek gerektir. Osmanlı medreselerinde uzun yıllar yüksek seviyedeki eğitimde kelam konusunda ders kitabı olarak okutulmuş bulunan ed-Deyyani'ye ait meşhur ve muteber, Cemal ale'l-Celal adlı eserde, imamet mes'elesinin itikad konusu olmadığı ifade edildikten sonra, - "İmamet konusu itikad konusu değilse, neden bu konu Kelam kitaplarında ele alınmaktadır?" diye bir soru sorulmakta ve şu cevap verilmektedir: - "Şi'a bu konuyu itikad konusu olarak ele aldığından, bu iddiaya cevap vermek için konu, ilgili disiplin olan Kelam'da ele alınmaktadır da ondan!" (37) Hemen belirtelim ki, adı ister imamet ister hilafet olsun hükümran otorite, İslamiyete göre de gerekli bir kurumdur. Ancak bu gereklilik, dini-itikadi bir gereklilik değil; dünyevi-sosyal bir gerekliliktir. Zira insan, Mecelle'nin mukaddimesinde de ifade edildiği gibi; Medeniyyun bittab' yani doğuştan sosyal bir varlıktır: Yalnız
yaşayamaz; toplıim halinde yaşar. Yerinde bir deyimle, "Yalnızlık Allah'a mahsustur!." Toplum halinde yaşayan insanların, birbirleri ile ve diğer toplumlarla karşılıklı, şahsi ve/veya sosyal münasebetleri o arada ihtilafları hatta birbirlerine zararları, suçları; karşılıklı hak ve hukukları olacaktır. Hepsinden önemlisi, içinde yaşadıkları ülke, düşmana karşı korunacak ve imar edilecektir. Bu işlerden herkes, haddi zatında, tek tek şahsen sorumludur. Zira sorumluluk temelde şahsidir. Ancak, toplum hayatında işbölümü, gelişmiş insan cemiyetlerinde, en temelli ve vazgeçilmez bir kurumdur. Çiftçilikten terziliğe, bir takım meslek toplulukları, bu işbölümünün, belli başlfve en eski temsilcileridir. Ülülemr ise, yukarıda açıklandığı gibi, işaret edilen işlerle ilgili yetkileri, toplum adma kullanmak üzere üzerine alan veya o yetkileri toplum adına kullanmak üzere görevlendirilen yani tevkil edilen/yetki devredilen, hükmi şahsiyettir. Buna göre, devlet, sosyal ihtiyaçtan doğan bir müessesedir. Dolayısıyla devlet, dini değil; sosyal bir zarurettir. Ancak, her hangi bir sosyal zaruret değil, yukarıda geçtiği gibi, Peygamberimizin: "Bir kimse öldüğünde, onun, ama adil ama zalim bir imamı/bir hükümran otoritesi yoksa, o kimse, "cahiliye" ölümüyle ölmüş demektir." (38) buyurmak suretiyle, önemine işaret buyurduğu, çok gerekli bir ihtiyaç ve zarurettir. Atalarımız da bunu; "Ya devlet başa; Ya kuzgun leşe!" özdeyişleriyle, gayet veciz bir şekilde ifade etmişlerdir. İşte bu noktada, konumuz itibariyle, dinen cevap arayacağımız iki soru var: (1) Ülülemr nasıl belirlenecektir? (2) Ülülemr'e itaat gerekli midir? Yukarıdan beri sunduğumuz bilgiler bize göstermektedir ki, ülülemr'i belirleme şekli de itikadı ilgilendiren bir konu değildir. Dinimize göre bu iş, irade-i cüz'iyeleri demek olan kendi hür iradeleriyle, yetki demek olan velayet 1 devredecek olan halka
bırakılmıştır. Halk ya teklif edilen/aday gösterilen veya kendiliğinden aday olan kimse veya kimseleri kabul ve ona bi'at eder/bağlılık sözü verir, veya önceden koyacağı başka bir usul ve yöntemle ülülemfı belirler. Nitekim, İslam tarihindeki uygulamalara bakınca görüyoruz ki: (1) Hz. Peygamber (s.), Medine'ye hicretinden sonra, bir yandan Medine Şehir Devleti'ni kurarken ortaya koyduğu yazılı metnin -ki bu metni, Dr. Salih TUĞ, İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, 1967 İstanbul, adlı değerli çalışmasında, Dr.Muhammed Hamidullah ile birlikte "dünyada ilk yazılı anayasa" olarak değerlendirmektedir ve biz bu değerlendirmeye katılıyoruz- muhataplarınca kabul edilmesiyle dolaylı olarak; bir yandan da kabul ettiği bi'aflarla doğrudan devredilen yetkilerle, Peygamberlik asli görev ve misyonu yanında, Devlet Başkanlığı görevini de Peygamberlik misyonundan ayrı ve ona ek bir fonksiyon olarak üstlenmiştir. (2) Hz. Ebu Bekir, aynı zamanda Devlet Başkanı olan Hz. Peygamberin, yerine kimseyi bırakmadan vefatı üzerine, o günün teamüllerine ve beklentilerine aykırı olarak ve tam bir inkılab sayılacak tarzda -zira, o günkü teammüllere göre, devlet başkanı ölünce yerine, en yakın akrabası geçerdi ve nitekim yukarıda geçtiği gibi, Peygamberimizin amcası Hz. Abbas ile yeğeni Hz. Ali, böyle bir beklenti içinde olduklarını açıkça ifade etmişlerdir-, yukarıda tafsilatını gördüğümüz gibi, çetin müzakerelerden sonra bi'atltam katılımcı hür seçim yolu ile halife!devlet başkanı seçilmiştir. (3) İkinci Halife Hz. Ömer, Birinci Halifenin istihlaf. ve halkın topyekün bi'atılk&bulüylt Başkan olmuştur. (4) Üçüncü Halife Hz. Osman, II. Halife Hz.. Ömer'in tayin ettiği ve içlerinde Hz. Osman ve Hz. Ali'nin de bulunduğu 6 kişilik Şzra/Daruşma Meclisi'nin kararı üzerine halkın topyekün bi'atıyla işbaşına getirilmiştir. (5) Dördüncü Halife Hz. Ali ise, III. Halife Hz. Osman'ın, kışkırtılan halk tarafından şehid edilmesi üzerine, halkın çoğunluğunun doğrudan bi'atıyla işbaşına geçmişiir.
(6) Hz. Ali'den sonra ise, hükümdarlık, babadan oğula intikal eden saltanat şekline dönüşmüştür. O tarihten itibaren, Osmanlılar tarafından 19. yüzyılda (1876) kabul ve ilan edilen Meşrutiyete, kadar, İslam ülkelerinde , mutlak monarşi (saltanat) devam etmiş; bu tarihten sonra, ülkemizde, kesintilerle de olsa meşrutî monarşi denenmiş; Kurtuluş Savaşından sonra, 1923 yılında Cumhuriyefm ilanı ile monarşiden/saltanattan vazgeçilmiş; 1946'dan itibaren de çok partili Demokrasiye geçilmiştir. Halen, muhtelif İslam Ülkelerinde monarşiden demokrasiye kadar değişen çeşitli idare şekilleri uygulanmaktadır. Buraya kadar verdiğimiz
izahtan
anlaşılabileceği
gibi,
boyunca ve günümüzde gördüğümüz bu idare şekillerinden dinin
gereği
olmadığı
gibi,
zannedildiği
bunlardan her hangi birinin, diııe aykırı
ve
iddia
hiç
edildiği
tarih biri, gibi,
olduğu da öne sürülemez.
Çünkü, başından beri sunduğumuz örnekler ve bilgiler göstermektedir ki devleti, Müslüman toplum için, olmazsa olmaz mertebesinde gerekli sosyal bir kurum olarak gören İslam Dini, onun için bir şekil tayin etmemiştir. Ancak, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Birinci Halife Hz. Ebu Bekir (r.)'in seçilme şekli dikkate alındığında, İslam Dininin öğretilerine en uygun şeklin, Hürriyetçi Demokrasi/Liberal Demokrasi olduğu söylenebilir. İkinci hususa, yani, ülülemr'e itaat hususuna gelince, evet, dinimizin öğretileri göstermektedir ki, Ülülemr/Hükümran Otorite, ülkede yaşayan kişilerin, hür iradeleriyle devrettikleri vekaletler veya ister-istemez kabullendikleri fiili durumla vücut bulmaktadır. Yani devlet, ülkede yaşayan halkın iradeleri ile meydana gelen sivil bir hükmi şahsiyettir; kutsal bir dini varlık değil! Ama, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ne suretle olursa olsun, bir kere vücut buldu mu artık o bir otorite'dir; bir teşri bir yetki kaynağıdır: Verdiği emirlere itaat edilecek; çıkardığı kanunlara uyulacaktır. Bu, Allah Taala'nın kullarına emridir:
" Ey iman edenler! Allah'a ve Peygambere itaat edin. Ülülemrinize/yetkililerinize de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah'a ve Resul'e götürün. Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha iyidir." [Nisa (4), 59] Bazen gözden kaçan ve hiç bir şekilde dikkatten kaçırılmaması gereken husus odur ki, Allah'a ve Resulüne itaat, Allah'ın emri olduğu gibi; ülülemr'e itaat da Allah'ın emridir. Tıpkı ana-baba'ya itaat Allah'ın emri olduğu gibi. Anlaşmazlığa düşme durumunda ise, başvurulacak merci, Allah ve Resulüdür! -Allah ve Resulüne nasıl başvurulacaktır? -Allah'ın Kitabı Kur'an-ı Kerim'e ve O'nun Resulü'nün Sünnetine müracaat ederek! Açıktır ki bu müracaat, pek çoğumuzun algıladığı gibi, kişilerin anlayış ve takdirlerine bırakılmış Allah ve Resul'ünün Emirlerine değil; O emirleri Yorumlama Merciine-, modern tabirle Hukukadır l -Bu merci kimdir veya neresidir? -Elbette ki ilk akla gelen, ilim adamlarıdır, bilirkişidir! -Hangi bilirkişi? Bilirkişiyi kim belirleyecektir? -Her halde, devlet yönetimi için önceden belirlenen kurallar içinde mesela Anayasada bu husus belirlenmiş olmalıdır. -Belirlenmemiş olduğu durumlarda, bilirkişiyi, kim belirleyecektir? -Mahkeme! İlk uygulama örneklerinde görülen Kadı ve Kadı-Müfti örneği, bu mahkeme ve Bilirkişiyi temsil etmektedir. I876'da yürürlüğe konularak onunla meşrutiyet ilan edilen Kanun-ı Esasi'de yorumla, ilgili 115-117 maddeler, bu konuya, bir örnek olarak ışık tutacağı için, onunla alakalı bilgiyi buraya kaydetmekte yarar var. Bu maddelerde:
"Kanun-ı EsasVye ait bir maddenin tefsirinin, Ay an Hey'etine; adli kanunların, temyiz mahkemesine, mülki kanunların ise Şurayı Devlete ait olduğu" tasrih etilmektedir. (39) Açıktır ki, böyle durumlarda, mahkeme ne derse ona uyulacaktır. Mahkeme kararı işimize gelmese de itaatsizliğe, hele isyana, yer yoktur. Ayet-i kerimenin son kısmında vurgulandığı gibi, Anlaşmazlık durumunda, isyan yerine "Allah ve Resulü"ne, başka bir tabirle "hukuk"a başvurmak, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inananlar için daha hayırlıdır. Uzun tarihi tecrübelerden sonra, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Allah, mü'minlerden otoriteye itaat etmelerini istemekte; ne sebep ve bahane ile olursa olsun, otoriteye başkaldırma demek olan isyan'dan, dünyada da ahirette de hiç kimseye hayır gelmiyeceğini bildirmektedir. Müslümanların 3-4 asırlık tarihi tecrübesinden sonra, Hicri 5. yüzyılda yaşamış olan Büyük Hukukçu Serahsi, (ö. 490/1097), dünyaca ünlü ve muteber eseri el-Mebsut'unda, Kitabu's-Siyer, Babu'lHavaric'in başında bu hususta bize şöylece ışık tutmaktadır: "Fitne ve anarşi ortamında Müslüman, evine çekilir, fitne ve anarşiye karışmaz• anarşi onu evinde bulursa, anarşiye katılıp katil veya maktul olmak yerine, evinde haksız yere hayatına kastedilmiş olmayı tercih eder. Şayet Müslümanlar bir baş etrafında birliklerini sağlamış olursa yani kurulu bir devletleri bir düzenleri varsa ve bu devletleri sayesinde mal ve can güvenliği içinde olurlarsa ve sokak da güvenlik içinde ise yani anarşi olmadığı gibi, isteyen istediği yere serbestçe gitme hak ve hürriyetine sahipse, bu durumda, şayet bir grup Müslüman çıkıp böyle bir devlete-düzene karşı başkaldıracak olsa, bu takdirde, her Müslümana farz olan, Devlet güçlerinin yanında yer alarak devlete baş kaldıranlara karşı savaşmaktır." İmam Serahsi, bu görüşün hikmet ve felsefesini, En muteber akaid kaynaklarından olan şerhi Mevakıf'tan naklettiği şu sözle açıklıyor: "Kasr yapacağım derken mısr yıkma durumuna düşmemek için." (40) Yani, Devlete ve düzene baş kaldıranların iyi niyetle ve hak için
başkaldırdıkları farzedilse bile, onların bu yaptığı, kendilerince, belki, ideal bir düzen kurmaya yöneliktir ama şirin bir köşke benzetilen bu hayali ideal düzem yapma uğruna kıyılacak can, telef edilecek mal ve çiğnenecek namus, bir beldeyi (mısr) hatta bir ülke yi yıkma ölçüsünde felaketlere ve kötülüklere yol açacağı için, devlete ve kurulu düzene başkaldıranların, idealist oldukları farzedilse bile, yaptıkları o iş: "Kasr yapacağım derken Mısr yıkmak", atalarımız deyimi ile "Kaş yapacağım derken göz çıkarmak" olacaktır. Onun içindir ki her din, özellikle Müslümanlık, kurulu düzenden yana muhafazakardır Dindar insan, temel haklarını koruma uğrunda can verir. Temel haklarının teminatı demek olan vatan'mı ve devlet'ini her türlü düşmana karşı koruma uğrunda savaşır; canını bile seve seve feda eder; şehit olmayı göze alır. Bu bağlamda unutmamak gerekir ki, iyi niyetli veya maksatlı bazı çevreler, halkın din duygularını istismar edip onları tahrik ederek milletin bütünlüğünü ve devletin birliğini zedelemek isteyebilir. Bu yolla Otoriteyi!Devleti, ideal diizen kurma hayal ve va'di ile zayıflatmak ve sonunda parçalamak hatta yıkmak isteyebilir. Böyle durumlarda, dinine bağlı Müslümanlar, hangi maksatla olursa olsun, milletin birliğini bozmaya ve devleti yıkmaya yönelik her türlü tahrik ve propagandalar karşısında uyanık olmak ve oyuna gelmemek borcundadır. Şunu da ilave edelim ki, UlulemrfYetkililer kanun yaparken, kamu yararını çok iyi bir şekilde gözetmek durumundadır. Kamu yararını gözetmek, dinin de en önemli prensiplerindendir. Buna Mesalih-i Amme denir. Ancak, maslahata uygunluk-aykırılık, o işle görevli ve yetkili, dolayısıyla sorumlu olmayan bir kişi veya merci tarafından öne sürülürse, ona itibar etmek mümkün değildir. Zira o takdirde, herkes, kendine göre uygunluk, veya aykırılık iddia eder ki bu durumda iş, içinden çıkılmaz bir hal alır; kargaşa ve anarşiye yol açar. Elbetteki kabul etmek başka, kulak vermek başkadır. Yetkililer, ülke insanına kulak verecek; haklı isteklerine cevap verecektir. Bunu
yapmayan zulmetmiş olur. Onun için, her vatandaşın sesine kulak verilecek; düşüncesi ve isteği değerlendirilecek; makul ve haklı bulunan isteklerin yerine getirilmesine çalışılacaktır. Bu, işin yetkililere düşen yanı! Vatandaş da her düşüncesini rahatlıkla açıklayacak; bütün isteklerini serbestçe dile getirecektir, ama, düşüncesi gerçekleşmedi, istekleri yerine getirilmedi diye otoriteye karşı bir tavrın içine girmeyecektir. Aksine, her şeye rağmen devletine ve kanunlarına sahip çıkacak; yetkililere yardımcı olacak; yetkililerin zulmettiği kanaatine sahip olsa bile, otoriteye karşı kalkışmayı aklından bile geçilmeyecek; hakkını, hukuki yoldan arayacaktır. Bu da işin vatandaşa düşen yönü! Bu itibarla, modern uygulamada olduğu gibi, ülkede, o işle görevli Bir Anayasa mahkemesi benzeri bir kurum varsa, merci bu kurumdur. Şayet ülkede böyle bir kurum yoksa, merci, normal mahkemelerdir. Ama, her hal ü karda mahkemedir yani hukuki mercidir. Mahkemelerden alınacak sonuç ne olursa olsun, saygıyla karşılanacak ve ona uyulacaktır. Buraya kadar, Din ve Devlet kavramlarını, çok genel hatları ile tahlile çalıştık. Şimdi de Din-Devlet ilişkisiyle bu ilişkiyi anlatan modern kavram olan ve çalışmamızın da esas konusunu teşkil eden laiklik kavramını değerlendirebiliriz.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
3. LAİKLİK (jIRLŞ Laiklik, tıpkı Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Demokrasi gibi modern kavramlardandır. Gerçi, 1789 Fransız ihtilalinden itibaren bu adla fiilen hayata girmiş olduğu ve ülkemizde de 1924 yılından itibaren Fiilen ve 1937 yılından itibaren adı da konularak hayatımıza girmiş olduğu dikkate
alındığında, laikliği, artık
tarife gerek olmaksızın anlamı bilinen kavramlardan
olarak kabul etmek
mümkünse de, bu kavramı dinimiz İslamiyet açısından değerlendirmekle meşgul olduğumuza göre, işin başında bir tanımını yapmak yararlı olacaktır. Bunun için önce bazı uzmanların konu hakkındaki değerlendirmelerini görelim:
Ord. Prof. Dr. Ali Fuad BAŞGÎL, Din ve Laiklik adlı eserinde, Laiklik Nedir? başlığı altında şu bilgiyi verir: "Layık kelimesinden ve bunun lügatteki manasından başlayalım.. (Laic = laique) Lâtince (Laicus) aslından alınmış Fransızca bir kelimedir ve lügat manasıyla, ruhani olmayan kimse, dini olmayan şey, fikir, müessese, sistem, prensip., demektir. Katolik dünyasında Hıristiyanlar ikiye ayrılır. Bir kısmına (clerge = klerje) denir ki, bunlar din adamlarıdır ve ruhaniler sınıfını teşkil ederler. Bu sınıf da kendi içinde tekrar (regulier) ve (seculier) diye iki zümreye ayrılır. Birinci zümreye dahil oları ruhaniler, hayattan uzak yaşayan ve manastırlara kapanıp ömürlerini ibadetle geçiren zahidler (=tekkenişinlerydir. İkinci zümre ise papaz ve piskopos gibi, halk içinde ve herkesle birlikte yaşayan kilise hadimleri ve dini vazife gören ayin rahipleridir.
İşte, layık diye, ruhaniler sınıfının bu iki zümresinden hiç birine mensup olmayan; zahid veya papaz sıfatı olmayan Hıristiyanlara denir. Kelimenin bu ilk ve asli manası genişletilerek, dini olmayan ve ruhani bir mahiyet taşımayan fikir, müessese, prensip, hukuk ve ahlaka da layik denilmiştir. Şu halde layik deyince bundan dini olmayan, esaslarını dinden almayan hukuk; laik devlet deyince de dini akide ve esaslara dayanmayan devlet anlamak lazım gelir. Layik kelimesi hukuk ıstılahları arasına Fransız Büyük İhtilali ile girmiştir. İhtilalde Fransa Devleti ve hukuku Kiliseden ayrılıp dinilikten çıkınca yeni doğan çocuğa bir ad vermek lazım gelmiş ve layik devlet, layik hukuk denilmiştir." Başgil, "Din hürriyetini koruma çaresi ve laiklik prensibi" başlığı altında da şunları söyler: "Bu hürriyeti hem dini hem de siyasi taassuba karşı korumak için alınacak tedbir, bir kelime ile laikliktir. Geçen devirleri bir tarafa bırakalım. Bugün için yaşadığımız devirde ve bugünkü hayat realiteleri karşısında, din hürriyeti ancak layik bir devlette gün görüp yaşayabilir." "Garp hukukunda laiklik" başlığı altında ise şu bilgileri verir: "Bugünün garp memleketleri hukukunda laiklik, din ile devletin ayrılması ve devletin din, dinin de devlet işlerine karışmaması; memlekette mevcut ve maruf bir vaziyet alması; bunlardan hiç birinin diğeri aleyhine olarak, hususi surette imtiyazlarıdırılmaması; buna mukabil dinin de devlete karşı nispî de olsa bir muhtariyet içinde ahlaki ve manevi hayatın nazımı olarak hüküm sürmesidir. Laik bir devlette hükümet ve idare işleri ve bunları tanzim eden kanun ve kaideler, prensiplerini dini mülâhazalardan değil, sırf ihtiyaçlardan ve hayat realitelerinden alır. Halbuki laik olmayan devlette kanunlar dini esaslara dayanır. Şu halde laiklik ne münkirliktir ne de hususiyle din düşmanlığı demektir! Sadece devlet hayatında ve amme
münasebetlerinde dini kaide ve esasları ferdi vicdanlara bırakarak sırf hayatın akışına ve münasebetlerin mantığına uymaktır." "Laiklik miinkirlik değildir" başlığı altında ise: "Laiklik sırf devlet hayatına ait bir hareket ve faaliyet prensibidir. Binaenaleyh ferdin hususi ve manevi hayatı ve ailesi içindeki vaziyeti ile tenakuza girmez ve dindarlığı asla nefyetmez. Laikliği dinsizlik sanmak, onu yanlış anlamaktır. İnsan iş ve münasebetler hayatında laik olur yani işin ve münasebetlerin devletçe vaz'edilen kanunlarına göre hareket eder de, diğer taraftan, ferdi ve hususi hayatında dindar olarak yaşar. Tekrar edelim ki, laiklik sadece devlet faaliyetlerine ve amme faaliyetleri sahasına ait bir prensiptir. Ferdin hususi ve manevi hayatı, ailesi ve sevdikleri muhiti bu prensibin dışında kalır. "(41) der. Osman ERGİN, Türk Maarif Tarihi adlı eserinde, Laiklik kelimesi hakkında sözlüklerden bazı nakiller yaptıktan ve kelimenin sırf Batı'ya ait olduğunu ve Hıristiyan Kilisesi yüzünden ortaya çıktığını; batı dillerinden dilimize giren bu kelimenin bir türlü doğru kullanılmadığım; bilhassa halk tarafından daha çok, "dinsizlik" manasında kullanılmağa başlandığını; bu türlü kullanışın, söylemeye bile gerek yok ki manasız, ve yanlış olduğunu., belirttikten sonra, Bu kelime hakkında, biri, son Osmanlı Sadrazamlarından Müşir Ahmet İzzet Paşa'ya diğeri de "Garbı da Şarkı da hem gezmekle hem de okumakla ve mukayese etmekle çok iyi öğrenmiş olan" diye tanıttığı Ubeydullah Efendi'ye ait olan şu iki görüşü nakleder: "Son Osmanlı Sadrazamlarından Ahmet İzzet Paşa, Din ve İlim adiyle yazmış olduğu eserde diyor ki: Ladini tabiri, Fransızca Laik kelimesine mukabil olarak, Ziya Gökalp tarafından vaz'edilmiştir. Halbuki Lâtince'den alınma olan laik lafzının iştikak itibariyle sözlük manası, "Her hangi bir fen ve mesleğe yabancı" demektir. Hatta Almanlar lay şeklinde olarak, bu kelimeyi suret-i umumiyede "gayr-i mütehassıs" ve "acemi" manasında kullanırlar. Fransızlar ise "Hey'et-i ruhbaniyyeye dahil olmayanlar"a tahsis etmişlerdir. Şu halde laik kelimesi,
"la dini" yerine "la rehbani" diye tercüme edilseydi daha sahih olur ve "La rehbaniyyete fi 'l-İslam" mısdak-1 münifince (manasına uygun olarak) dinimizde bu hal esasen mevcut olduğundan, laik olmak için dinsiz olmağa mahal kalmazdı. Ubeydullah Efendi diyor ki: "Laik lafzı bizde iyi anlaşılmadığı için tuhaf, garip lafızlarla tercüme olunuyor. Mesela 'la dini', 'gayr-i dini' gibi tabirler ki, bir kısmımız bunu 'dinsiz hükümet' veya 'din aleyhinde hükümet' manasına almak gayreti güdüyor. Halbuki laik kelimesi Türkçe'mize 'İş Hükümeti' yahut 'Ortamalı Hükümet' yani 'Halk Hükümeti' gibi tabirlerle tercüme edilmelidir. Fransızca'da laik olmayan hükümet için kullanılan lafızlar, 'Kilise hükümeti' veya 'papazlar hükümeti' manasına gelir. Ve laik olan hükümetler münhasıran din işleriyle değil; münhasıran halk işleriyle meşgul olan hükümetlerdir. El hasıl 'laik hükümet' demek münhasıran 'Mesalih-i İbad' ile uğraşan ve bir 'Sınıf-ı Mahsusun Malı Olmayıp Umumun Malı Olan Hükümet' demektir "(42) Prof. Dr. Hamza EROĞLU, laiklik hakkında, sonuç olarak şunları söyler: "Genel ve orta anlamıyla laiklik dini ve dünyevi otoritelerin yekdiğerinden ayrılmasını; din işlerinin ferdi, hususi sayılarak ferdin vicdanına terk edilmesi ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak din hürriyetini sağlaması diye anlaşılır. Gerçek bir laiklikte din düşmanlığı değil; dinlere tarafsız bir davranış mevcuttur. Laik devlette "devlet dini" olamaz; olmamalıdır. Çiinkü hukuk devleti fikri ile mevcut dinlerden birinin tercihi fikri kabil-i telif değildir. "Devlet Dini" ayrı dinlere mensup veya inanmayan vatandaşların kanun önünde eşitliğine aykırı düşer. Din, gerçek şahıs olan insan vicdanına mahsus olup fertle Allah arasında mukaddes bir varlıktır."(43) Bernard Lewis ise, Modern Türkiye'nin Doğuşu adlı eserinde şöyle
"Ziya Gökalp'in, aşina olunmayan Fransızca "Laıque" deyimini anlatmak için, "dinsiz" anlamına gelebilecek "la dini" sözcüğünü kullanmak zorunda kalması belki bir talihsizlikti. Laiklikle dinsizliğin birbirine karıştırılması, başta Şeyhülislâm olmak iizere Müslüman din adamlarını hasım bir tutuma yöneltmekte çok rol oynadı."(44) Prof. Dr. Niyazi ÖKTEM, şu değerlendirmeyi yapar: "Müslümanlıkta Mutezile akımı, Anadolu Alevileri ve İbnv Razi kökenli
Sünnî
yorumlar dışında laik devleti benimseyen
rastlamak çok güçtür. Teokratik devlet anlayışının (usçuluk-akılcılık).
görüşlere
kökenindeki
iradenin yerini laik devlette akıl ve bilime dayalı yönetim rasyoımlivndir
Rüşt-Fahrettin tanrısal
almıştır.
İnsanın, doğanın ve toplumun
Laiklik kural ve
yasalarını kendi aklı ile algılaması, kavraması ve yine kendi gücü ve aklı ile doğa ve topluma egemen olması, akılcılıktır. Aklın rehber alınması; hurafe, bilim dışı açıklamaların, irdelenmemiş davranış modelleridir. Devlet yönetiminde
"nakillerin" atılması
bu yöntem
izlenirse
safsata, akılcı
onun adı
laikliktir." (Köprü, Üç Aylık Fikir Dergisi, No. 51, Yaz, 1995, s.49)
Dr. Mukbil ÖZYÖRÜK: "Laiklik, din işleriyle dünya işlerinin ayrılması' gibi MUHTEVADAN YOKSUN bir takun tekerlemelerle izah edilir bir mesele değildir. Din İşleri ile dünya işleri birbirinden ayrılmaz. Çünkü bütün dinler 'Dünyadaki insanların dünyadaki hayatlarını tanzim için' gönderilmiş DÜNYA İŞLERİ'dir. Laiklik, din ve vicdan hürriyeti demek de değildir. Herkesin istediği din ve mezhebe inanç sahibi olmak ve ibadette bulunabilmek hürriyeti de laiklik demek değildir. Osmanlı İmparatorluğunda bu vardı, fakat İmparatorluk bir "Şeriat Devleti idi. Laik devlet değildi." dedikten sonra: "Laiklik, Bir devletin hukuk nizamında, sırf herhangi bir dinin emir ve icabı olmasından dolayı bir hukuk kuralının bulunmamasıdır." şeklinde bir tarif verir ve ekler: "Tarif işte
budur ve bu tarifin manası, muhtevası vardır." der. (Teciiman Gazetesi, 1.2.1992 tarihli nüshasının "Karar Sizin" köşesinde.) Hemen belirtelim ki, değerli ilim adamı Mukbil Özyörük, kendisinin efe ifade ettiği gibi, nisbeten farklı bir tarif vermiştir. Tariften önceki mütalâaları, tarifi daha da anlaşılır hale getirmektedir. Ne var ki, o mütalâalar içinde geçen dinle ilgili değerlendirmesinin ihtiyatsız bir değerlendirme olduğunu söylememiz gerekecektir; "Laiklik, din ve vicdan hürriyeti demek de değildir." görüşünün de. Hoca: "Din İşleri ile Dünya işleri birbirinden ayrılmaz.
Çünkü
bütiin dinler
'Dünyadaki insanların dünyadaki hayatlarını tanzim için' gönderilmiş
dünya
işleridir." diyor; ilk nazarda haklı gibi de görünüyor, ama, yakından bakınca işin öyle
olmadığı
anlaşılır.
Doğrudur:
Bazı
dinlerde, "insanların.
dünyadaki
hayatlarım tanzim" de vardır. Ancak, din, ondan önce ve aslen, Yüce Yaratan'ı tanıtmak için vardır. Yoksa, Yüce Yaratan, insanlara öyle bir akıl ve yetenek vermiş ki, o akıl ve o yeteneğiyle insan, "dünyadaki hayatını çok mükemmel bir şekilde tanzim edebilir." Ama, Yüce Yaratan'ı tanımamışsa, onun bir dini olmuş olmaz.
Başka bir ifade ile, insan sırf dünya için yaratılmamıştır ki dinler sırf 'dünyadaki insanların dünyadaki hayatlarını tanzim için' olsun. Kainat ağacının meyvesi olarak yaratılan insan, ebediyet için: kâinatı tanımak; o sayede kendisini de kainatı da yaratan Yüce Tanrı'yı tanımak ve O'na tazimde bulunmak suretiyle ebedi hayata hazırlık yapmak için yaratılmıştır. Dünya, insan hayatına göre, duraklardan sadece biridir. Gerçi, ebedi hayatı kazanacağı sınav sahası bir durak olması itibariyle Dünya, en önemli duraklardandır. Ama, ne kadar önemli olursa olsun, insan için son durak değil, ara duraktır. Dolayısıyla, dinlerin öğretileri, Yaratan ve yaratılanlar bilgisi başta olmak üzere, insan için gerekli bilgileri kapsar. O arada dünyada işlenen ibadetler'ı ve bazen de insanlararası ilişkileri düzenleyen hukuk'u da kapsar. Ne var ki, ibadetler'le ilgili öğretiler, dinlerin asli öğretileri arasında yer alan ve tamamen din işi öğretilerken "hukuk", kategorik olarak dünya işidir. îşte, "Laiklik, din işleriyle dünya işlerinin ayrılmasıdır"
dendiğinde, "Devlet din işi olan ibadetlerin düzenlenmesine karışmaz; dünya işi olan hukuki düzenlemeleri de belirli bir dinin kurallarına dayandırmaz!" prensibi ifade edilmiş olur. Daha açık bir deyişle, çıkaracağı kanunlar hakkında, "Bunlar, dinin hükmüdür; şeriattır; Allah'ın kanunudur!", gibi, dine de Allah'a da iftiraya varan cür'etli iddialarda bulunmaz, demek olur. Zira, aşağıda geleceği gibi, Allah'ın o konudaki hükmü nedir? İnsan onu bilemez; bilmesi gerekli de değildir. Esasen Hocanın laiklik tarifi de, işaret edilen ihtiyatsız ifadeler bir yana, bundan başka bir şey olmuyor. Prof. Dr. Mehmet AYDIN da: " İslâm'da (en azından tarihi Sünnîlikte) Batı tarihinde olduğu anlamda teokrasi yoktur." der. (Köprü, Üç Aylık Fikir Dergisi, No. 51, Yaz 1995, s.50) Laikliğin tarifine ve anlaşılmasına yardımcı olacağını umduğumuz bu nakillerden sonra laikliğin, adıyla ve uygulamasıyla ülkemizde hayata geçirilmesinde öncülük etmiş bulunan Cumhuriyetimizin Kurucusu Atatürk'ün bu terimi nasıl yorumladığını görelim. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığının, Atatürk adıyla neşrettiği kitapta, Atatürk'ün laikliği nasıl anladığına dair şu bilgiler veriliyor ve açıklamada bulunuluyor:
"Atatürk, bazı ilkelerin incelendiği ve değerlendirildiği bir yazı üzerindeki kendi notlarıyla, laiklik anlayışını şöyle belirtmektedir: 'Layiklik, yalnız birbirinden ayrılması yurttaşların vicdan,ibadet etmektir
din ve dünya demek değildir. ve din hürriyetini
işlerinin Bütün tekeffül
Bu tanımlamanın ikinci anlam ve amacı, bütün yurttaşların, vicdanlarının emrettiği şekilde, dine karşı durumlarını kararlaştırmakta serbest olmalarını; din seçmekte ve ibadet konusunda da aynı kişisel iradelerine bağlı kalmalarını; kişilerin ve
toplulukların birbirine müdahale etmemelerini; karşılıklı kınamada bulunmamalarını fakat aynı zamanda devletin bu hak ve özgürlükleri koruyacak, yürütecek güvenceyi getirmesini ve uygulamasını belirtmektedir. Mustafa Kemal'in bu anlayış ve tanımlaması, gerçekçi ve bilimsel olduğu kadar, milli çıkarlarımıza da uygundur. Bugün ki anayasamızın, vicdan hürriyeti ve din bakımından getirdiği ilke ve yargılarda, aşağı yukarı aynı kapsam ve nitelik bulunmaktadır ."(45) Laiklik konusunda, bunlardan daha önce, eşzamanlı veya daha sonra yapılan değerlendirmeler, yaklaşık olarak, buraya aldığımız değerlendirmeler çerçevesi içindedir. Adı konmuş olmasa da insanlık, laik uygulamayla, oldukça eskiden beri tanışıktır. İşin bu yönü bir yana, insanlık, yüzyılı aşkın zamandır, adı konmuş bir uygulama olarak lâikliği tanımaktadır. Ülkemizde de Cumhuriyetle birlikte fiilen; 1937 yılından beri de adı konmuş olarak; laiklik uygulamasına şahittir.
Bu terimi ilmi olarak tanıtanların değerlendirmelerini yukarıya kaydettik. Buna rağmen, her halde, insandaki farklı bir şey söyleme içgüdüsünün eseri olsa gerek, oldukça eskiden beri tanıdığımız laikliğin, son zamanlarda, özellikle ülkemizde, sanki, tanınmaz hale sokulmak istenmekte olduğu dikkat çekmektedir. Halbuki, tarihen bildiğimiz ve Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği gibi, Hıristiyanlar, dinin aslında olmayan bir kurum olarak ruhbanlık ihdas etmiş; onun da hakkına gereğince riayet edememişlerdi. [Hadid (57), 27] İşte bu ruhbanlıktır ki, Hıristiyan din adamlarını, bir yandan dünyadan el-etek çekme, öbür yandan devlet otoritesine ortak olma, hatta onu belirleme eğilimine sokmuştu. Bu anlayıştır ki, özellikle ortaçağ Hıristiyan dünyada bir otorite kavgası; kilise-devlet/papazkral kavgası yaşanmıştır. Müslümanlıkta ise, Kral'ın, Sultan'ın,
Devlet'in kısaca Otorite'nin
işine,
fonksiyonu gereği karışma durumunda bir Ruhbanlık ve Ruhban sınıfı yoktur.
Dolayısıyla, İslam Dünyasında, Hıristiyan Dünyada görülen: Papaz-Kral / Kilise-Devlet / Din-Devlet.. kavgasına benzer kavgaya yol açacak bir ortam ck yoktu. Bilindiği gibi, İslâmiyet'te, din alimleri ve din görevlileri demek olan ulema'nm fonksiyonu:
"Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları gerekli değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde (din ilimlerinde) derin bilgi edinmek ve ordular döndüklerinde onları uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar."(Tevbe (9), 122] mealindeki ayette bildirildiği gibi, dini daha iyi anlamak ve anlatmaktan ibarettir. Yoksa, papazın ve kilisenin fonksiyonuna benzetilerek sanıldığı gibi ulemanın,
-Padişah tayin etmek-azletmek; -Kanun
çıkarmak-değiştirmek..
gibi bir fonksiyonu yoktur. İslâmiyet'i iyi anlayan ve bilen alimlerin bulunduğu uzun asırlar boyunca, İslam dünyasında, devleti/otoriteyi rahatsız edecek din kaynaklı hareketler, devlet otoritesinden önce, daima dini otorite kayasına çarpmış; yüz bulamadığı için, devleti de toplumu da rahatsız edecek meydan ve fırsat bulamamıştır. Çalışmamızın 2.5 maddesinde, Serahsi'den naklettiğimiz anlayış, bunu en güzel şekilde açıklar. Ne var ki, dinimizi iyi bilen dirayetli alimlerin azaldığı ve dolayısıyla diııi otorite'nin zayıfladığı son asırlarda, devlet otoritesinin de zayıflığından yararlanarak, Şer'iat sloganıyla ortaya çıkıp Devlet otoritesini de toplumu da rahatsız eden bir takım hareketler başgöstermiştir. Zayıf ellerde kalan tasavvuf ve tarikat hareketini de kısmen arkasına almayı başaran bu hareketler, ortaçağ Hıristiyan dünyasında görülen çapta olmasa da devlete bağlı din alimlerinin, din görevlilerinin hatta bizzat devletin otoritesini, bir ölçüde de olsa sarsmayı başarmıştır. Ünlü: ulemayı rusum tabiri büyük ölçüde bu devrin ve bu hareketlerin eseridir ve bu tabir, devlet otoritesine saygılı ve bağlı din alimleri için
kullanılmıştır. O iddiaya göre bu alimler, dinin emirlerine göre değil; devletin keyfi isteklerine göre fetva verir; hareket ederler. Bugün gördüğümüz benzer hareketler, işaret edilen o hareketin, meydanı daha da boş bulmuş uzantısı hareketlerdir. Osmanlı İmparatorluğunun ıslahat hareketleri döneminde, Batı'dan daha çok askeri ve idari sahada alman bazı kurumlara karşı bu kabil hareketler, daha da güçlü olarak ortaya çıkmış; otoriteyi de halkı da ciddi şekilde rahatsız edecek boyutlara ulaşmıştı. Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanında, 19 uncu yüzyılda, konumuz açısından önemli hareket olan kanunlaştırma hareketine şahit oluyoruz. Daha önceleri, Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman gibi güçlü Padişahlar dönemindeki
güçlü
devlet otoritesi
tarafından
çıkarılan
kanunlar, o devre layık tarzda güçlü olan dini otoritenin:
"Şer'i Şerife muvafıktır." (Dine uygundur.) veya, daha sonraları, "Şer'i Şerife mugayir değildir." (Dine aykırı değildir.) veya, daha sonraki devirlerde daha da gerçekçi ifade kullanılarak, "Şer'i maslahat değildir." (Dini bir konu değildir.) gibi ön değerlendirme cümlelerinden sonra daima; "Ol babta emr ü ferman, men
lehü'l-emrindir."
demek suretiyle, kanunlaştırılmak istenen Padişah iradesinin kamuoyunda hüsnü kabul görmesine yardımcı olduğu görülegelmiştir. (46) Cumhuriyet devrindeki kanunlaştırma hareketi ise, Cumhuriyet taraftarı olan/Hilafet ve Saltanat taraftarı olan diye ikiye ayrılmış bulunan, üstelik, çok daha zayıf durumdaki dini otorite mensuplarından Cumhuriyet taraftarı olanlarının bile, değil samimi, açık desteğini bile alamamak bir yana, daima, muhtelif kesimlerce açıktan açığa veya el altından yürütülen dinsizlik ithamıyla karşılaşmıştır.
Bu genel değerlendirmenin yanında, son iki asra baktığımızda şunları görüyoruz: 1857 tarihli ceza, 1864 tarihli Ticaret-i Bahriyye, 1880
tarihli Usul-i
muhakemat-i Cezaiyye ve 1881 tarihli Usul-i Muhakemat-ı Hukukiye kanunları; Batı mevzuatı, özellikle Fransız kanunları model alınmak suretiyle hazırlanıp kanunlaştınlırken, Medeni Kanunun bir bölümü
demek olan
Mecelle'nin
Kanunlaştırılması ise, 1869-1876 yılları arasında 7-8 yılı bulan bir zaman almış; Ancak Komisyon Başkanı Cevdet Paşa'mn inisiyatifi ele alması sayesinde kanunlaştırılabilmiş; Medeni Kanunun bir diğer bölümünü teşkil eden Aile Hukuku ise kanunlaştırılamamış; 1917'de ancak bir kararname/tüzük olarak yürürlüğe konulabilmiştir. Kurtuluş savaşından sonra kurulan Yeni Devletimizin
kanunlaştırma
çalışmaları sırasında, Medeni Kanun'un hazırlanması için ulema'dan komisyonun
aylar süren çalışmaları sonunda, çıkarılacak kanunun
kurulan hangi
mezhebin hangi görüşüne göre düzenleneceği konusunda bile bir anlaşmaya varılamadığı görülünce, 1850'Ierde görüldüğü gibi, tercüme yolu tercih edilmiş ve en yeni kanunlardan biri olması itibariyle tercih edilen İsviçre Medeni Kanunu tercüme ve kısmen adapte edilerek Türk Medeni Kanunu
olarak
kanunlaştırılmıştır.(47) Kanunlaştırmanın tarihi ile ilgili bu kuşbakışı seyahatten sonra şimdi de, konumuz hakkında bize ışık tutacak bazı ön bilgiler ve tarihi uygulamalar aktaralım:
(1) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Merhum, [Maide (5) 48] ayetinde geçen söylemektedir:
Şir'a ve Minhac'ı açıklarken şunları
"Tahkiki budur ki, ayette geçen Şir'a ve Minhac, bir manadan ibaret değildir. Şir'a: Zaman, mekan ve şartların değişmesiyle değişebilen 'furu'u din'; Minhac da değişmeyen, açık ve sonsuza dek kalıcı olan 'usul-i din'dir. Her milletin mensup olduğu peygambere indirilen 'Ahkam-ı mahsusa' (muamelat) birer 'şir'a'; 'Allah'a, Peygamber'e,
Ahirete.. imân' gibi, bunların hepsinin ortak ve bir oldukları 'usul' de 'minhac'dır. Bu ayet bize gösteriyor ki: Gerek geçmiş tarihte yaşamış gerek günümüzde yaşayan milletlerden çeşitli milletlere, 'hevaya uymamaları'/keyfi bir şekilde kanunsuz hareket etmemeleri için onlara, hallerine münasip birer şir'a ve minhac verilmiştir. "(48) (2) İslam Ansiklopedisinin kanun-name maddesinde şu bilgilere rastlıyoruz: "Moğollar ve Timurlar devrinde, Türk Milli Devlet teşkilatının ve 'yasa'nın, şeri'atten ve İslamî denilen devlet nizamlarından ayrı olarak hükümran olduğu görülmüştür. Bu devletlerde, şer'i öşür ve zekat ile uzlaşan gayr-i İslami Türk ve Moğol vergileri ile birlikte, şeri'ate tamamiyle aykırı olan vergiler de cari oldu. İlhanlılar ile birlikte Selçuklular devletinin bir devamı demek olan Osmanlı İmparatorluğunun kurulduğu yerlerdeki mali ve idari sistemlerde ise, eski Türk Devlet geleneklerinin kuvvetle hükümran olduğu, gün geçtikçe dalıa iyi anlaşılmakta olan bir hakikattir ."(49) "Böylece, şer'i hukuk kaidelerinin yanıbaşında 'örfi' veyahut 'laik' diyebileceğimiz bir şekilde mevcudiyetine şahit olduğumuz ayrı bir hukuk sahasının doğum şekli ile böyle bir hukuku yaratan faktörleri tetkik edecek olursak, burada, memleketin eski örf ve adetleri ile merkezi devlet bürokrasisinde salahiyet ve tecrübe sahibi idare amirlerinin takip ettikleri idarecilik an'ane ve usullerini ve nihayet bunların hepsine bir şekil vermekte olan hükümdarları işbaşında görmek mümkündür. Gerçekten bu tetkiklerin ilerlediği nispette daha iyi anlaşılabileceği gibi, Osmanlı İmparatorluğunda, ona hususi şekil ve çeşni veren esas teşkilat ve idare kanunlarının, ne şeri'at kaidelerinden istidlal ve istihraç yolu ile ve ne de derhal sistemli ve her saltaya ait şümullü, mufassal kanunlar çıkarmak suretiyle vaz'edilmiş değildir. Bu hususlara ait mevzuat ve ahkam, an'ane ve tecrübeden alınan ilhamlara göre, idari tedbirler ve emirler
halinde verilmiş fermanlar vasıtasıyla, yavaş-yavaş ve parça-parça ilan edilmiştir."(50) "Padişahlar tarafından çıkarılan kanunların ayrıca Şeyhülislâm Makamına gönderilerek oranın da onayı alındıktan sonra yürürlüğe girdiğine dair bir teamül veya bir anayasa kaidesi mevcut değildir. Yukarıda açıklanan sebepler dolayısıyla, sonraları, Şeyhülislâmlar tarafından bu emir ve kanunlara uygun bir takım fetvalar tertip edildiği takdirde dahi, 'Şer'i maslahat değildir. Nasıl emredilmiş ise, öylece hareket etmek lazım gelir.' şeklindeki ifade tarzlarından da anlaşılacağı gibi, Türkiye'deki Şeyhülislâmlık makamı, kanunlarla halledilen meseleleri, yüksek bir Devlet işi ve bir siyasi mesele sayarak onları her hangi bir şekilde cerh ve münakaşa etmekten kaçınmışlardır."(51) "Hammer'in bile, bazı kanunnamelerdeki fetvalara bakarak', Sultan Süleyman devri kanunlarının tedvininde Şeyhülislâm Ebussııud Efendi fetvalarının büyük bir rol oynamış olduğunu ve ancak onun hükümleri ile padişahın emir ve iradelerinin kanuni bir kudret kazandığını kabul ve iddia etmiş olması (1,74), fikrimizce, eserinde bizzat kendisinin prensip olarak koyduğu esaslar ile çelişki halinde bulunmaktadır."(47) Ansiklopedide verilen bu bilgilerden de anlaşılabildiği gibi, yerliyabancı pek çok çevrede yanlış anlamadan doğan şöyle bir kanaat vardır: Sanki Padişah, ihtiyaç duyup çıkarmak istediği kanunu önce Şeyhülislâma gönderiyor; Şeyhülislâm'ın onayından veya en azında olumlu görüşünden sonra ancak, yürürlüğe koyabiliyor! Belirtmeye çalıştığımız gibi İslam tarihinde, bu anlamda bir anlayış sözkonusu değildir. Tarihteki bazı uygulamaların, Hammer örneğinde olduğu gibi, yanlış değerlendirildiği açıktır. Esasen böyle bir anlayışın teorik temeli de yoktur. Kanunlar üzerinde Şeyhülislâmın mütalâası yok değil; var! Ancak bu mütalâa, sanıldığı gibi, kanunun yürürlüğe girebilmesi için değil; kanunun kamuoyunda daha içten kabul görmesine yardımcı olmak içindir. Zira Şeyhülislâmın o mütalâası, Müslüman
kamuoyuna, o kanunun dine uygun olduğu veya en azından, dine aykırı olmadığı kanaatini vermektedir. Gerek doğuda gerek batıda, daha çok din mensuplarının içtihatlarına dayanan hukuk anlayışlarının hakim olduğu o devir için bu tarz uygulama, izaha gerek yok ki, devlet otoritesinin oldukça güçlü olmasına rağmen, bir ihtiyaçtı. Ancak, sözkonusu uygulama bu anlamda ne kadar ihtiyaç idiyse, öne sürüldüğü anlamda olarak bunun aksini düşünmek, yani Hükümran Otorite'nin, en bariz fonksiyonu olan kanun yapma konusunda Şeyhülislâm'a bağımlı olduğunu farzetmek, Hükümran Otoriteyi/Ülülemr'i tartışmalı hale getirir: Padişah kim? sorusu gündeme gelir. Bu ise, Müslüman dünyada hiç bir zaman görülmüş değildir. Dolayısıyla, Padişahla Şeyhülislâm arasında görülen karşılıklı saygı ve işbirliğinin, öyle, yetki yarışı veya bölüşülmesi olarak yorumlanmasının, çok büyük bir yanılgı olduğu açıktır. Tarihte yaşanan tecrübeler, devlet adamlarına, ülkenin ihtiyacı olan kanunların, Kanun yapma mercii olan Millet Meclisi gibi bir kurumca, bugün artık bilinen manasıyla laiklik prensibine benzer bir tarzda, dinden bağımsız olarak çıkartılması gereğini hissettiriyordu. Nitekim, Şer'iyye ve Evkaf Vekaletinin kaldırılarak Diyanet îşleri Başkanlığının kurulmasını düzenleyen 3 Mart 1340 (1924) gün ve 429 sayılı Kanun, bu yolda, ilk adımı oluşturmuş; daha sonra, 1928 yılında, "Devletin Dini Din-i İslâmdır" ifadesi Anayasa'dan çıkartılmış; en sonunda da, 1937 yılında adı konularak Laiklik ilkesi, Anayasa maddesi olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında görülen bu düzenlemeyle yeni devletin düzenleme ve uygulamalarının dine uygunluk-aykırdık açısından ele alınıp istismar edilmesinin önüne geçilmiş olduğu söylenebilir. Görüldüğü gibi, bütün bu gelişmeler, bir ihtiyaçtan doğmuştur: -Ülkeyi yönetmek için, kanun gerek. -Kanunu kim yapacaktır? -Geçmişte Padişah; bugün Millet Meclisi.
-Kaııun yapıcı kanun yaparken dini otorite'ye danışacak mıdır? -Her kesimden alınması doğal olan görüş çerçevesinde evet! Fakat, cevaz anlamında olumlu mütalâa demek olan fetva için, hayır! Esasen danışırsa, Mecelle çalışması sırasında görülmüştür ki bir kanun yapmak için, 5-10 sene beklenecek ama belki yine sonuç alınamayacaktır. Ülkenin ihtiyacı olan Kanunu çıkarmak için 5-10 sene beklemek, mümkün müdür ve niçin? Sözii kanun olan Padişahın başta olduğu dönemlerde beklemek belki mümkündü, ama, zamanımızda mümkün müdür?. Üstelik, Beklemekte ülkenin ve halkın bir yararı yok pek çok zararı varsa! Kaldıki , hemen hiç bir ülkede sadece tek bir dinin mensupları yaşamadığına göre hangi dine veya mensuplarına danışılacaktır? Kanunlaştırma konusu içtihat konusu olduğuna ve her dinde içtihadın ortaya çıkardığı mezhepler bulunduğuna göre, dinin hangi mezhebine danışılacaktır? Öyle ise, tarih boyunca uygulanagelen ama adı konmayan uygulama yönünde bir düzenlemeye gidilecek; ülkenin ihtiyacı olan kanunlar, Kanun yapma mercii olan Millet Meclisinin hür ve bağımsız iradesiyle yapılacaktır. -Ya kanun koyucu, dine aykırı bir düzenleme yaparsa? -Böyle bir düzenleme hür dünyada modern anayasa ilkelerine aykırı olacağı için yapılmaz; Yapılamaz, çünkü din ve vicdan özgürlüğü bizzat bu Anayasalların teminatı altındadır. İşte, bunun adı: Laiklik'tir. Laikliğin pratik tarifi bu olmakla beraber, kamuoyunu
aydınlatmak
bakımından, bu kavramı, İslamiyet açısından biraz daha yakından değerlendirmek gerekmektedir.
Laiklik kavramını, İslamiyet açısından değerlendirmeye geçmeden önce, onun, ne olduğunu-ne olmadığını çok iyi tanımak ve tarif etmek gerekecektir. Zira, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü sırasında mevcut olmayan bir kavramı değerlendirirken hata etmek, bir içtihat hatası olarak kalmaz;
dini yanlış tanıma ve yanlış tanıtma olur ki bu, küçülen dünyamızda, Allah esirgesin- dini tahrife varan bir cinayet olur. -Herkes değerlendirmelerinde isabet etmek zorunda mıdır? -Evet, bir kavram ki onun hakkındaki değerlendirmede, İslam'la bağdaşır — bağdaşmaz; İslâm'a uygundur — aykırıdır; Müslüman olan, bunu böyle kabul etmek zorundadır., gibi sonuçlara varılmaktadır; böyle bir değerlendirmeyi yapanın, ya kesin dini delillere dayanarak görüş belirtmesi yahut bilmiyorum deme cesaret ve faziletini göstermesi gerektir. Hele sözkonusu kavram, laiklik gibi, Devlet Düzeni/ Ülülemr/Hükümran Otorite., ile ilgili bir kavramsa ve konu hakkındaki değerlendirme, mü'min kişiyi, iki otorite/ Din ve Devlet arasında bırakıyorsa, değerlendirmedeki sorumluluk, bir kat daha artar. Üstelik, bu kavramı sağlıklı bir şekilde değerlendirme konusunda bir takım zorluklar ve yanıltıcı faktörler mevcutsa! Bir kere, uzun zamandır hayata girmiş ve uygulanagelmiş olmakla beraber, "laiklik" kavramının, üzerinde konsensüs sağlanmış bir tarifi yapılmış değildir. Bunun yanında, ülkeden ülkeye değişen farklı uygulamalar vardır. Bu durumda, bu kavramı, İslamiyet açısından değerlendirmek isteyen kimse,
bu
sistemin,
sadece,
bazı
ülkelerdeki
uygulamalarına
bakarak
değerlendirme /isa'sından sakınmak zorundadır.
Tıpkı, bizzat İslamiyet'i de, Kur'an gibi apaçık ilahi mesaja rağmen, tarih boyunca ve günümüzdeki Müslümanların sergiledikleri hayata bakarak değerlendirmenin, çok yanıltıcı olacağı gibi. Bu kısa girişten sonra, laikliğin tanımına geçebiliriz. 3.1 LAİKLİK NEDİR? Maddemizin girişinde yaptığımız nakillerden de açıkça anlaşılacağı gibi, kökü Lâtince olan laik kelimesi sözlük anlamı itibariyle, ruhban sınıfı ile ilgisi
olmayan; halka ait; dini değil; dünyevi., diye tanımlanır. Özellikle ülkemizdeki uygulamayla kazandığı terim anlamı itibariyle ise laiklik:
İnsanlararası hukuki ilişkiler demek olan muamelat konularında, Devlet tarafından yapılacak düzenlemeleri, herhangi bir dinin kurallarına göre ve/veya dinin gereği olduğu için ve en önemlisi, Allah adına, Din adına değil; günün ihtiyaçlarım cevap vermek üzere, aklın ve ilmin gereklerine göre ve ülke halkı adına yapmaktır, şeklinde tarif edilebilir ve en genel manasıyla: Din ile Devlet otoritesini birbirinden ayrı tutmak; vatandaşların din ve vicdan özgürlüklerini teminat altına almak; Devlet tarafından yapılacak düzenleme ve uygulamaları dine dayandırmamak; 1982 Anayasamızda ifade edildiği gibi, "Kutsal din duygularını, politikaya ve devlet işlerine karıştırmamaktır." diye anlaşılabilir. Laiklik kavramının zıddı (opozıtı) olan Teokrasi kavramını da tarif edersek, her halde laikliği daha iyi tanımış oluruz. Bilindiği gibi teokrasi, her türlü kanuni düzenleme ve uygulamayı, "Şeri'at hükmü yani Allah'ın hükmü, budur!" iddiasıyla ve "Allah adına" yapmak; din ve devlet otoritesini birleştirmektir. Buna göre: -Ülkede, Devlet başkanını belirleme işi başta olmak üzere, bir konuda bir kural belirlenecek, bir kanun mu çıkarılacaktır? -Allah'ın iradesine uygunluk iddiasıyla ve Allah adma yapılacaktır! -Savaşa veya barışa karar verilecek; bir antlaşma mı yapılacaktır? -Allah'ın iradesine uygunluk iddiasıylaa ve Allah adına yapılacaktır! -Evlenme ve boşanmayla ilgili bir düzenleme mi yapılacaktır?
-Allah'ın iradesine uygunluk iddiasıyla ve Allah adına yapılacaktır! Burada soru şudur: -Acaba, kanuni düzenleme konusu olan muamelat'la ilgili düzenleme ve uygulamaları, "Allah'ın iradesine uygunluk" iddiasıyla ve "Allah adına" yapmak dinen gerekli midir? Gerekli olmak bir yana, bu iddia dinen mümkün ve caiz midir?
Görüldüğü gibi, önümüzde iki konu var: (1) Allah'ın hükmii budur, bu düzenleme O'nun iradesine uygundur, iddiası,
(2) Allah Adına yapma-etme iddiası. Önce birinci iddianın dinen mümkün ve caiz olup olmadığını görelim. 3.1.1
Kanuni Düzenlemeler, "Şeriat Budur!", "Allah'ın Hükmü Budur!" İddiası İle Değil; "İhtiyaç" Gerekçesi İle Yapılır.
Peşinen belirtelim ki, kanuni düzenleme konusu olan muamelat konularında yapılacak düzenlemeler, "Bu konuda nass var; Şeri'at'ın hükmü budur; Allah'ın/Dinin hükmii budur!" iddiasıyla değil; "İhtiyaç bunu gerektirmektedir" gerekçesi ile yapılır. Yukarıda, çeşitli vesilelerle ifade etmeye çalıştığımız gibi, Allah, insanlara Peygamberler ve mesajlar göndermiştir.
O'nun son Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği son mesajı olan Kur'an-ı Kerim'de îtikad, İbadet ve Ahlak'a dair mesajların yanında, Muamelat'a dair mesajlar da sarih bir şekilde yer almaktadır. Dolayısıyla nasıl İtikad, İbadet ve Ahlak konularında, konu hakkındaki nassları oluşturan o mesajların dışına çıkmak sözkonusu değilse, muamelat konularında da öyle olmak gerektir. İlk akla gelen budur! Ancak, Hz. Peygamber (s)'den itibaren uygulamaya baktığımızda görüyoruz ki, konu İtikat ve İbadet olunca, nassl&r üzerinde her hangi bir farklı görüş, müzakere ve tartışma sözkonusu olmazken, konu muamelat olunca, gerek Hz. Peygamber'in.görüş ve uygulamaları gerek nass\ax üzerinde her vesileyle farklı görüş müzakere ve tartışma olagelmiş; bu konularda, Hz. Peygamber (s)'in bile kendi görüş ve tercihini değiştirdiği görülmüş ve nass'a rağmen gibi görünen düzenleme ve uygulamaya gidilegelmiştir. Daha önce sunulduğu için tekrar da olsa bazı örnekleri hatırlatmak yararlı olacaktır:
(a)Bizzat Hz. Peygamber (s)'iıı uygulamalarına baktığımızda şu örnekleri hemen hatırlamamız mümkündür: (1) Hurma tozlaştırması olayı münasebetiyle: "Onda faydaları var idtyseT~keşke~~devam~Stselerdi. Ben bir zanda bulunmuş oldum. Beni zannımdan dolayı sorgulamayınız. Fakat ben size Allah'tan bir şey bildirirsem, ona sahip çıkınız. Çünkü ben Yüce Allah'a karşı yalan söylemem.(52) buyurmuştur. Aliyyül Kari, bu hadisin, Nesai hariç olmak üzere Alü Hadis Alimince de rivayet edildiğini bildirir. (53) Müslim'in Enes'ten rivayetine göre ise: "Ben de insanım. Size, dininizle ilgili bir şey söylersem, onu, elinizden geldiği kadar yapınız. O konularda yanlışlık olmaz. Ama size, dünyevi konularda kendi görüş ve kanaatim olarak bir şey söylersem, biliniz ki ben de bir insanım.(4) Yine Müslim'in Talha'dan olan rivayetine göre: "Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz."(55) buyurmuştur. Olayı hatırlayalım: Hz. Peygamber Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine'de halkın hurma ağaçlarını tozlaştırdığmı görür. Mekke'de hurma yetişmediği için, daha önce böyle bir şeye şahit olmamıştır; sorar: "Ne yapıyorlar?" Hurma tozlaştırdıkları cevabını alması üzerine: "Yapmasalar, karışmasalar, daha iyi olmaz mı?" diye bir kanaat belirtir; Hz. Peygamber (s)'in bu sözünü duyan halk, o uygulamalarından vazgeçer. O sene hurma ürününde kıtlık görülür; tozlaştırılmayan hurma meyve vermemiştir. Halk: "Tozlaştırma yapmadık da böyle oldu", demeye başlar. Bu söz Hz. Peygamber'in kulağına gider ve az önce rivayet farkları ile sunduğumuz açıklamasını, yapar. (1) Tebük seferi sırasındaki tahmin olayıyla İlgili olarak İbn-i Abbas Hadisinde Hz. Peygamber (s): "Ben bir beşerim. Size, Allah'tan bir şey bildirirsem, o haktır! Kendimden bir şey bildirirsem, ben de insanım; Hata da edebilirim; isabet de!" buyurmuştur. Aliyyül Kari, Şifa'da zikredilen bu Hadis-i Şerifin, Bezzar tarafmdan,sened-i hasen'le rivayet olunduğunu Şerhu'şŞifa'sında kaydeder. (56) Olay şudur: İbn-i Abbas hadisinde Ebu
Humeyd'den rivayete göre, Tebük seferi sırasında, Vadi'lKura'da bir bahçeye Resulullah ile birlikte uğrarlar. Bahçe bir kadına aittir. Resulullah (s): "Bu bahçeden ne kadar hurma çıkar? Tahmin edin bakalım." buyurur. Ravi, biz de bazı tahminlerde bulunduk; Resulullah da. O, on ölçek olarak tahmin etti. Dönüşte tekrar aynı yere gelince Resulullah (s), ne kadar hurma çıktığını kadına sordu. Kadın hayret ifadesiyle: On ölçekl deyince Resulullah: "Ben bir beşerim. Ben size Allah'tan bir şey bildirirsem, o haktır. Ben bir konuda şahsi görüş ve kanaatimi söylersem, ben de insanım; hata da edebilirim, isabet de!" buyurdu., der. Niçin bu tarz bir açıklama ihtiyacı duyulduğunu anlamak için, bahçe sahibi kadının, Hz Peygamberin tahminindeki isabeti karşısında, bunun vahye müstenit "yanılmaz" bir bilgi olduğu zehabına kapılmış olması tavrını dikkate almak gerekecektir. (2) Hz. Peygamber, Bedir savaşı öncesindeki savaş düzenini, Medineli Sahabi Habbab b. el-Münzir'in görüşü yönünde değiştirmiştir. Şöyle ki: "Hz. Peygamber (s), Bedir savaşı öncesinde Bedir kuyuları çevresinde askeri yerleştirip karargahını kurduktan sonra durumu gören Ashaptan Habbab b. el-Münzir sorar: -Ya Resulallah! Bu yerleşme "vahy" gereği bir yerleşme mi yoksa savaş san'atı gereği bir yerleşme mi? Hz. Peygamber cevap verir: -Vahiy gereği değil! Bunun üzerine Habbab: -İzin verirseniz bu savaş san'atı bakımından uygun değil. Biz kuyuların başını tutalım; diğerlerini taşla toprakla dolduralım; biz sudan yararlanırken düşman bundan yararlananlasın, der. Hz. Peygamber bu teklifi makul görür ve savaş düzenini değiştirir .(57) Aliyyül Kari; Kadı Iyaz'ın îbn-i îshak'tan naklen bildirdiği bu olayın, Beyhaki ve Zühri tarafından Urve'den rivayet olunduğunu kaydeder. (58)
(4)Hz .Peygamber, Bedir esirleri hakkında ne gibi bir işlem yapılacağı konusunu ashabı ile istişare etmiş; içlerinden sadece Hz. Ömer, esirlerin öldürülmeleri gerektiği yönünde farklı görüş belirtmiştir. Bu olaydan sonra inen Ayet-i Kerime [Enfal (8),67 ayeti], Hz. Ömer'in görüşü yönünde gelmiştir. (59) Şöyle ki: Bedir savaşı, Hz. Peygamber (s)'in başında bulunduğu Devlet'in ilk savaşıdır. Bu savaşta esirler de alınmıştır. Esirler hakkında ne yapılacağı hakkında bir bilgi o güne kadar yoktur. İstişare edilir: Kimi, bunları öldürmemiz lazım; yoksa başımıza iş getirirler, derken; kimi de, öldürmeyelim de bunlara köle muamelesi yapalım, bir kesim de: Bizim de onların elinde esirlerimiz var; esir değişimi yapalım, der. Hz. Peygamber de öldürülmemesinden yana kanaat belirtmiştir. Derken, gelen ayet, tam hakimiyet kurmadan esir alınamayacağı/ esir muamelesi yapılmasının doğru olmayacağı yönündedir. [Enfal (8), 67]
/ \
(5)Peygamberimiz, Uhud savaşı, öncesinde şehirden çıkmadan savunma durumunda kalma yönündeki düşüncesini, genç sahabilerin ısrarları karşısında değiştirerek düşmanı Uhud'da karşılamıştır J~
(6) Hendek savaşı öncesinde, Ashabıyla yaptığı istişare sonucu, ashaptan Selman-ı Farisi'nin "şehir etrafında, düşmanın geçişini engelleyecek tarzda hendek kazılması" yönündeki görüşünü benimsemiş ve uygulamıştır.
rl
(7) Yine, Hendek savaşında, Medine'yi kuşatan Mekkeli müşriklere, Kuşatmanın uzaması üzerine Şehirdeki müminlerin, "İşte orada iman sahipleri sınavdan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntı geçirmişlerdi." [Ahzab (21), 11] ayetinde bildirildiği gibi çok zor durumda kaldıklarını gördüğünden; "Kuşatmayı kaldırıp geri gitmeleri karşılığında her yıl Medine hurmasının üçte birini vermeyi teklif etmiş; düşman komutan, yarısını istemiştir." Antlaşmaya sıra geldiğinde durumu öğrenen Ensarm ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Sa'd b. Ubade'nin: "Ya Resulallah! Bu, vahy'in gereği ise, emrolunanı yap, ama, şahsi görüş ve kanaatiniz ise, deriz ki: Biz onlarla uzun asırlardır
beraber yaşarız. Biz onlara sen aramızda yokken bile böyle bir şey vermedik. Onlar bizim hurmamızı, misafirlerimiz olmuşlarsa ikramımız olarak yeme durumu hariç, ancak paralarıyla almışlardır. Onlara hiç bir şey vermeyelim; savaşalım!" demeleri üzerine: "-Çok zor durumda kaldığınızı gördüğümden bu çözümü sizin için düşünmüştüm. Siz öyle diyorsanız, öyle olsun." buyurarak, o konudaki görüş ve kararını değiştirmiştir.(60) (8) Bir sahabinin isteği üzerine ona bir yer Tahsis (ikta) etmiş; yanında bulunan ashap tarafından, o yerin, çevre halkının ihtiyaçları açısından önemine işaret edilmesi üzerine, o sahabinin de gönlünü alarak bu tahsisi iptal etmiştir.(öl) Bu örnekleri Kadı Iyaz, Şifa adlı ünlü eserinde, "Hz. Peygamber'in, bir konuda bir kanaat beslemesi veya görüş açıklaması, sonra da bunun aksi çıkması, 'dünyevi' konularda mümkündür; 'dini' konularda değil! Bu ise onun hakkında bir kusur, bir eksiklik ifade etmez" başlığı ile açtığı bir bahiste topluca zikretmiş ve değerlendirmiştir. Kadı Iyaz, değerlendirmelerinde, Hz. Peygamber (s)'in esas misyonunun Dini öğretmek olduğunu; dünyevi konuları da en az herkes kadar bilse de o konulara yoğunlaşmış, hele o konuların uzmanı olmadığını; onun için o konularda yanılmasının gayet tabii olacağını; bu yanılmaların ise onun hakkında bit kusur bir eksiklik sayılamayacağını anlatır. (62) Gariptir ki, Rivayetlerde de görüldüğü gibi Resulullah (s), büyük bir rahatlıkla ve gayet tabii olarak: "-Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!" "-Dünyevi konulardaki şahsi edebilirim, isabet de!
kanaatlerimde hata da
"-Ben size, dini konularda Allah'tan bir şeyler bildirirsem, onda yanlışlık olmaz; onlara iyi sahip çıkın!"
buyurduğu halde ve bunları büyük bir vukufla değerlendiren Kadı Iyaz, böyle dediği halde, onu şerheden dirayetli alim Aliyyül Kari, Kadı Iyaz'ın, bu bilgilere kaynak olarak sunduğumuz Şifa adlı ünlü eserin şerhinde, kendisinden hiç beklenmeyecek bir değerlendirme yapmaktadır. Şöyle ki: Aliyyül Kari'ye göre, hurma tozlaştırması konusunda Ashap, telkininin kıymetini bilememişlerdir.
Resulullahhn
Eğer Ashap, o telkinin kıymetini
bilseler
ve bir kaç yıl az üriine razı olsalarmış, hurma, o güne kadar tozlaştırma
yoluyla
meyve verme alışkanlığını değiştirir; çok daha bol iirün verirmiş. Üstelik onlar, tozlaştırma zahmet ve külfetinden de
kurtulurlarmış\(63)
-Resulullah ne buyurur? Aliyyül Kari ne der? Gerçekten ne tuhaf! Değil mi? Diğer pek çok konularda da benzer değerlendirmelerdir ki Allah'ın son mesajı Yüce Kitabımızı da son dini Yüce Dinimizi de cidden tanınmaz hale sokmuştur. (b) Ashabdan itibaren Müslümanların
tarih
boyunca
uygulamalarına
baktığımızda da şunları görüyoruz:
(1) Birinci Halife Hz. Ebu Bekir (r) devrinde -ki hilafeti sadece iki yıl sürmüştür-, bazı kabileler, vergi ve zekattan muaf tutulmalarını istemiş; Hz. Ebu Bekir bunu kabul etmemiştir. Ashap kendisini iknaa çalışmışsa da: "-Resulullah'a ödedikleri bir kebiç de olsa, onu almak için, gerekirse savaşı göze alırım!" I demek suretiyle, Devlet alacaklarının zorla tahsili gibi, önünde uygulama örneği bulunmayan bir konuda, büyük bir dirayet ve kararlılık göstermiştir.(64) Unutmamak lazım ki, bugünkü tabirle, yastık
altındaki
veya sandık
gözündeki altın, gümüş ve nakit paraların zekatı, sırf ibadet manası taşıdığı için onu ödemek kişilerin kendilerine bırakılabilirken,
meyveler
dahil,
tarım
ürünleriyle canlı hayvanların ve ticaret mallarının zekatı, onlarda
mü'netlvergi
manası
yetki
da
bulunduğundan,
sorumluluğundadır.
bunların
tahsili
Devlet'in
ve
Onun içindir ki, ödenen gümrük vergileriyle genel manada ticaret vergilerinin bu arada öşür ve harac'ın zekattan sayılıp sayılmayacağı konusu, doktrinde tartışmalıdır. (2) [Tevbe (9), 60] ayeti, zekatın sarf yerlerini bildirmektedir. Bunlardan biri de müellefeyi kulub olarak belirtilmiştir. Bunlar, adları sanları belli şahıslardı. Hz. Peygamber (s), bu şahıslara, her yıl, zekat gelirlerinden, bu ayet gereği, belirli miktarda bir ödemede bulunuyordu. Bu şahıslar, Hz. Peygamber'den sonra, mevsimi gelince, I. Halife Hz. Ebu Bekir'e başvurarak ödeneklerini isterler. Halife onları, o işle görevli yardımcısı Hz. Ömer'e gönderir. Hz. Ömer (r), "Allah İslâm'ı ve Müslümanları o kadar güçlü kıldı ki artık size böyle bir ödemede bulunmağa gerek kalmadı." diyerek onları geri çevirir. Bunlar, Tekrar Halifeye giderek şikayette bulunurlarsa da Halife, uygulamayı tasvip eder ve artık müellefeyi kuluba ödemede bulunulmaz.(65) (3) Kur'an'da, "Ehl-i Kitaptan olan iffetli hanımlarla evlenmenin helal kılındığı^ ^bildirilmektedir. [Maide (5),5] İkinci Halife Hz. Ömer: "Bakıyorum da ehl-i kitaptan olan hanımlara çok rağbet eder oldunuz", diyerek, Müslümanların, ehl-i kitapla evlenmelerine izin vermemiştir. Bir Yahudi ile evlendiğini işittiği Yemen Valisi Hz. Hüzeyfe'ye: "Onu boşa!" emrini vermiş; Hüzeyfe'nin: "Haram mi?" sorusu üzerine: "Değil ama endişelerim var!" cevabını vermiştir.(66) (4) Bakara (2) süresi 228-229. ayetleri, boşanma ve aynı eşle tekrar evlenme konusunu kurala bağlamıştır. Buna göre, boşanan eşler karar değiştirirlerse, tekrar ., birbirleri ile evlenebilirler. Şayet ikinci defa tekrar boşanırlar da yine pişman olurlarsa, ikinci defa yine birbirleri ile evlenebilirler. Şayet bir daha boşanırlarsa, pişman da olsalar, artık eski eşlerin tekrar evlenmeleri şarta bağlanmıştır: Başka bir eşle evlilik tecrübesi geçirmek. ö J
Bu düzenlemedeki hikmet gayet açık: Öyle ya, evlen-boşan; evlenboşan.. nereye kadar? Aile yuvası kutsal olduğu kadar eşlerden başkasını da ilgilendiren sosyal bir kurumdur. Çocuklar, Bu kurumun ayrılmaz unsurlarıdır .Bu kurum sınırsız bir evlen-boşan kararsızlığı ile dejenere edilmemeli; eşlerle beraber çocukların perişanlığına meydan verilmemelidir.Öyle ise, boşanmak zorunda kalan eşlerin pişmanlık duymaları halinde tekrar birbirleri ile evlenmelerine bir sınır getirilmelidir. Bu sınır, 229 uncu ayetle, en çok 2 olarak getirilmiştir. Boşanma da evlenmek gibi hukuki düzenleme konusudur. O günkü uygulamada, evlenmede, iki şahit huzurunda sözlü akit; boşanmada ise sözle ifade edilen irade, yeterli kabul ediliyordu. Boşanmak isteyenler, uygulamada, bir kere boşanmak demek olan bir talak ile boşanıyor; bir temizlik müddeti geçtikten sonra istenirse ikinci ve yine bir temizlik müddeti sonunda üçüncü talak ile boşanılarak tamamen ilişik kesilebiliyordu. Kurallar, her toplumda her zaman doğru anlaşılıp uygulanmaz. O günkü Müslüman toplumda da öyle olmuştur: Üçüncü boşamadan sonra yine pişman olanlar, eski eşler olarak tekrar birbirleri ile evlenebilmek için, ayette bildirilen başka bir eşle evlilik denemesini, başka bir şahısla sadece usulen nikahlanma olarak anlamıştır. Nitekim, Hz. Peygamber (s) hayatta iken bile ashap arasında görülen bu yanlış anlayış, Hz. Peygamber'in: "Hülle yapana da yaptırana da Allah lanet etmiştir." tarzındaki uyarısına rağmen (67) devam etmiş ve hülle adıyla maalesef kültürümüze de girmiştir. Evlilik gibi kutsal birlik bitirilmek isteniyorsa, dönüşe açık kapı bırakmak üzere, yalnız bir boşanma ile; dönüşü olmayan tarzda bitirilmek isteniyorsa, üç temizlik müddeti boyunca -ki normalde her biri bir ay sürer- düşünüp taşınarak bitirmek varken ve öyle de tavsiye edilmişken, bazı kimselerin, bir sözde üç talak (üç boşama) birden zikrettiğini, pişman olarak Hz. Peygambere başvurduklarını ve Hz. Peygamber'in, bir sözde ve/veya bir mecliste ifade edilen boşamayı, sayı kaç olursa olsun, bir kere boşanma olarak saydığını ve bunun, I.
Halife Hz. Ebubekir devri boyunca ve II. Halife Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında böylece devam etmiş olduğunu görüyoruz. II. Halife Hz. Ömer,7 bir sözde ve bir mecliste birden fazla boşama a alışkanlığının yaygınlaştığını ve bu yolla, kutsal aile yuvasının zedelendiğini görünce, "Öyle görüyorum ki siz bu işi eğlenceye çevirdiniz, üç derseniz, üç sayacağım." demiş ve ondan itibaren, bir celsede ve bir lafızla da olsa, birden fazla olarak ifade edilen boşanma iradesi öylece sayılmaya başlanmıştır.(68) (5) Kuran-I Kerim'de: "Hırsızlık yapan gerek erkek gerek kadın kimselerin ellerini kesiniz" [Maide (5), 38] buyurulmak suretiyle, hırsızlığın bir suç; cezasının da el kesme olduğu bildirilmektedir. Hz. Ömer (r), bir kıtlık senesinde hırsızlara bu cezayı tatbik etmemiştir. Yukarıda da açıklandığı gibi, burada da hemen işaret etmeliyiz ki esasen hırsızlık suçunun önleyici cezası olarak bildirilen el kesme cezasını, her şartta ve mutlaka uygulanması gereken bir ceza olarak görmek konuyu yanlış değerlendirmek olur. Peygamberimiz'in: (Îdreu'l-Hudude, me'steta'tum.) "Cezaları, elinizden geldiği kadar düşürmeye bakini" başka bir rivayete göre: (Îdfe'u'l-Hudud, ma vecedtum lehu medfe'a) "Düşürmek için bir çare bulduğunuz takdirde, cezaları düşürünüz." (69) buyurmuş olması, cezaların, modern telakkide de olduğu gibi, amaç değil, suç işlemeyi önlemek için emir ve tavsiye edilen bir araç, olduğu kolayca anlaşılır. Eğer Kur'an'da bildirilen cezalar, her şartta uygulanması gereken cezalar olsaydı, Hz. Peygamber (s)'."Düşürmek için bir .çare bir yol bulduğunuz takdirde ..düşürün!" buyurmazdı. Öyleyse Kur'an Ayetleri ile bildirilen cezaları ne olarak anlayacağız? Adı üstünde, hudud (Sınır, Limit) olarak! Nitekim hadislerde ifade buyurulduğu ve Fakihler tarafından da terim (ıstılah) olarak aynen kullanıldığı gibi, cezaların adı, hudud yani smırlar'dır. Buradaki sınırın, arsanın sınırı anlamından çok a'zami had yani limit-tavan olduğu anlaşılmalıdır. Zira biliyoruz ki Kur'an'ın indiği sırada hırsızlığa ölüm cezası veren sistemler de vardı; hırsızlığı marifet
sayan toplumlar da. Kur'an, hırsızlığın bir marifet olmadığını; aksine Müslümanın, İslam'a giriş kapısında bırakması gereken yüz kızartıcı bir suç olduğunu bildirmiş; insanlık hali, her şeye rağmen bu suçun işlenmesi durumunda, bu suçun önlenmesi için tavan ceza olarak el kesmeyi bildirmiştir. Az önce aktardığımız Hadis-i Şerifler bunu gösterdiği gibi Hz. Ömer'in, kıtlık yılında bu cezayı uygulamaması da bunu anlatır.
c
ı -
(6) [Enfal (8) süresi, 1] ayeti, savaş yolu ile kazanılan şey demek olan ganimetlerin taksimi konusunda takip edilecek yolu bildirmektedir: "Beşte biri Allah ve Resulünün (devletin); kalan, savaşa katılanların (gazilerini)" Savaş yolu ile elde edilen şeyler hakkında bu kural, Hz. Peygamber tarafından uygulanmış, herkesin bildiği bir kuraldır. II. Halife Hz. Ömer (r) zamanında Sevad-ı İrak (İran-Irak Toprakları / Mezopotamya) fethedilmiştir. Savaşta ele geçen menkul (taşınır eşya), bu ayette bildirilen şekilde taksim edilirken, sıra gayr-i menkule (arazi) geldiğinde, Kumandan Ebu Musa: "Arazinin taksimi konusunu Halifeye sormam gerekl" deyince, gazilerden, içlerinde Bilal b. Rebah'ın da bulunduğu bazılarının itirazı ile karşılaşır. Bunlar, Enfal, 41 ayetine işaretle: "-Allah'ın bize tanıdığı hakkı bize vermek için kim kimden ne soracakmış?" derler. Tartışma uzar ve sonuçta komutan, içlerinde Bilal b. Rebah'm da bulunduğu bir hey'eti, Halife'nin, konu hakkındaki karar ve talimatını almak üzere Medine'ye gönderir. Hz. Ömer konuyu bir gün boyunca Ensarla, bir gün boyunca da Muhacirlerle, üçüncü gün de hep birlikte olmak üzere topyekün Ashapla yaptığı ve üç gün süren toplantı ve uzun müzakerelerden sonra kararını verir: "Savaş yolu ile zaptedilen bu topraklar, kıyamete kadar bütün Müslümanların ortak malı olmak üzere dağıtım dışı tutulacak; belirli vergi karşılığında işletilmek üzere, eski sahiplerinin zilyetliğinde bırakılacaktır." (70) (7) Anveten (silah zoruyla) fethedilen toprakların, gazilere taksimi veya ahalisinin elinde bırakılarak onlardan belirli vergi alınması
konusundaki karar da, savaş esirleri hakkında ne gibi bir işlem yapılacağı konusundaki karar da devlet başkanına aittir. Arazı konusundaki bilgi, bir önceki fıkrada kısaca sunuldu. Savaş esirleri konusuna gelince, bilindiği gibi, savaş esirleri hakkında, duruma göre, şu beş alternatiften biri uygulanır: (a) Kendilerine, savaş sebebi ne ise o ve İslamiyet, güzelce anlatılmak suretiyle tebliğde bulunulur ve salıverilebilirler. (b) Düşman elinde esirlerimiz varsa, onlarla mübadele edilebilirler, (esir değişimi) (c) Para karşılığında salıverilebilirler. (malla mübadele) (d) Köleleştirilebilirler. (e) Öldürülebilirler. Duruma göre bu şıklardan hangisinin uygulanacağına karar verme (hükmetme) yetkisi, Devlet Başkanı'na aittir.(71) (8)İslâmiyet'ten önce, Arabistan'da, hata'en (tedbirsizlik ve dikkatsizlik sebebiyle) ölüme sebebiyet verenlerin ödemeleri gereken diyet (kan bedeli) ile ilgili bir uygulama vardı. O uygulamaya göre, diyet, katil ile beraber, Akile adı verilen yakın akraba çevresi tarafından ödenirdi. Bu uygulamanın iki önemli yararı vardı: (a)Yaşlı-genç, zengin-fakir.. kim olursa olsun, hata'en öldürülen kimse için- ödenecek 100 deve gibi herkesin kolay kolay altından kalkamayacağı ağır diyet yükünü, katilin yakın akraba çevresine bölüştürmek suretiyle, bir yandan, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sebebiyle adam ölümüne yol açanı, altından kalkamayacağı yük altında bırakarak onu, ölümden beter bir ceza ile cezalandırma durumundan korumak; öbür yandan, ölüme sebebiyet verenin yakın aile çevresini, yükümlülüğe ortak etmek suretiyle, kişilerin daha sorumlu davranmalarına yardım edecek otokontrol'ü sağlamak.
(b) Diyet'i, ödenebilir hale getirmek suretiyle kalmasını önlemek.
kanın yerde
Hz. Peygamber (s), bu uygulamayı aynen devam ettirdi. Bu uygulama, Birinci Halife Hz. Ebu Bekir zamanında ve İkinci Halife Hz. Ömer'in ilk yıllarında da aynen devam ettirildi. Sevad-ı Irak (İran-Irak toprakları/ Mezopotamya) fethedildikten, oradan gelen gelirlerin bir kısmı gazilere maaş olarak bağlandıktan ve bunların kaydedildiği kütük defterleri demek olan Divanlar teşkil edildikten sonra, Hz. Ömer, diyet yükünü, akraba çevresinden aldı; divan mensupları için, bu Divan çevresine yükledi. Buna göre artık hata'en adam öldürenlerin ödeyeceği diyet yükü, aynı divanda kayıtlı olanlar arasında bölüştürül/neye başlandı. Akile müessesesi ile ilgili değerlendirmeyi, Serahsi'nin büyük eseri Mebsut'tan takip edebiliriz: "Hata'en veya şibh-i amdyanı öldürme kasdı olmaksızın, mesela trafik kazası veya ava ateş edeceğim derken yanlışlıkla insana ateş etme gibi bir fiil ve davranış, sonucu adam öldürme durumunda diyetin, Akile tarafından ödenmesi gerektiğine temel alınan delil, Hz. Peygamber'in verdiği hükümdür. Nitekim, Hamel b. Malik'ten rivayet olunan hadiste bildirildiğine göre Hz.Peygamber (s), fail'in velilerine: "-Fidyesini ödeyin!" talimatını vermiştir. Buna karşı fail'in kardeşi Ümran b. Uveymir: "Henüz aklı olmayan, sesi çıkmış olmayan, su içmiş olmayan, yemek yemiş olmayan..için diyet? Böylesi kan hükümsüzdür!" tarzında bir görüş belirtmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s): "-Kahin gibi söz düzdün!" veya "-Arapların palavra laflarını karşıma getirme!" gibi bir ihtarda bulunduktan sonra: "-Hadi, fidyesini ödeyin!" talimatını tekrar etmiştir. Bunun üzerine, failin kardeşinin tekrar söz alarak: "-Bu fail kadın'ın bir hanesi yar ki, hane halkı, kabilesinin en zenginidir; benden önce onların ödemesi gerekir." diye itirazını sürdürmesi üzerine Hz. Peygamber (s): "-Bilakis, sen ödemekle mükellefsin, öde hadi!" buyurmuştur. Bu delil'e ilaveten, diyetin meşruiyetine delil olmak
üzere, şu da makıdattandır: Hata'en adam öldüren kimse mazurdur. Çünkü bir kasdı yoktur. Onun mazur olması ise öldürülen nefs'in hürmetini (can dokunulmazlığı) ortadan kaldırmaz• Ama, ona ceza verilmesine engel teşkil eder. Öyle olunca şeri'at (hukuk), maktulün kanının heder olmaması (yerde kalmaması) için, diyet'i gerekli kılmıştır. Diyetin tamamını katil'e yüklemek ise, onu, kaldıramayacağı yükün altına sokmaktır ki bu, onu cezalandırmak demek olur. Halbuki mazur olması sebebiyle ondan ceza düşmüştü. İşte, bu sebeple şeri'at (hukuk), onun yanına Akile'yi ekledi ki, cezalandırma durumu ortadan kalkmış olsun.. Şayet diyet, Akıle"ye, bütün bu sebeplerle gerekmiş olmasa bile, şunu düşünmek gerektir ki, hiç kimse, böyle bir kazanın kendi başına da gelmeyeceği konusundan emin olamaz. Başına gelmesi halinde ise, başkasının yardımına muhtaç olacaktır. O halde, bir başkasının başına gelince ona yardım etmeli ki, kendi başına gelince de onlar ona yardım etsinler. Nitekim, halk arasında yardımlaşma ve dayanışma konusundaki geleneğin özü budur; Bugün bana yarın sanadır. İşte, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunan toplumun portresi ve işte, Allah için şahitler olarak adaleti ayakta tutan; iyilik ve takva iizre yardımlaşan milletin yapısı! Bu ise, Allah'ın bu ümmete emridir. Sonra, İslâmiyet'ten önce Araplarda, karşılıklı yardımlaşma sebepleri vardı: Akrabalık (karabet), karşılıklı velayet sözleşmesi (muvalat), antlaşma (hilf), düşmana karşı dayanışma (mumalaha).. bunlardan bazılarıdır. Nitekim bu gelenek Hz. Peygamber zamamna kadar yaşamış; dedesi Abdülmuttalip'le halif olanlar, onunla olan antlaşmaları (hilf) sebebiyle O'na da dost (halif) olmuşlardır. Be/croğulları da Kureyş ile halif olmak maksadıyla böyle bir antlaşmaya dahil olmuştur. Onlar, antlaşma içinde bulundukları kimselerin, tazminat gerektirecek taksirleri karşısında, tıpkı kendi taksirleri gibi, yardımlaşma yoluyla, ödemeye ortak olurlardı. Hz. Ömer devrine gelinip Divan'lar teşkil edilince, aralarındaki yardımlaşma artık divan esasına göre uygulandı; aynı divanda kayıtlı olanlar,
soy sop itibariyle farklı kabilelere mensup da olsalar, kendi aralarında yardımlaşıyorlardı. Nitekim İmam Muhammed konuyu şöyle vazetmiştir: Bize ulaşan bilgi odur ki, Hz. Ömer (r), tazminatı ('ukl), divan mensuplarına yüklemiştir. Nitekim ilk divan teşkil eden de akıle'yi divan'a bağlayan da O'dur. Ondan önce bu, akraba arasında idi. Alimlerimiz bunu böyle kabul etmiş ve: "'Ukl (Tazminat), divan mensupları üzerinedir", demişlerdir. Bunu İmam Şafii kabul etmemiş ve: "Tazminat, akraba üzerinedir. Çünkü Hz. Peygamberden sonra nesh (iptal, tağyir, tebdil..) sözkonusu olamaz." demiştir. Fakat biz buna karşılık deriz ki: Hz. Ömer buna hükmetti. Ashap oradaydı. Kimse buna, "bu yanlıştır", diye karşı çıkmadı. Bu uygulama onların icma'ı olmuş oldu. Eğer denilirse ki: -Nasıl olur da Ashap, Hz. Peygamber'in uygulamasına aykırı bir uygulamada ittifak edebilir? Deriz ki: -Bu, Hz.Peygamber'in uygulamasına aykırı değil; aksine, uygun tarzda bir icma'dır. Zira onlar biliyorlardı ki, Hz. Peygamber'in, akraba çevresini akile olarak kabul etmesi, aralarındaki yardımlaşma prensibinin, o giin için, akrabalık'tan ibaret olması sebebiyledir. Hz. Ömer divanlar teşkil edip yeni dayanışma vesilesi ortaya çıkınca, herkes onu, akile için uygun prensip olarak kabul etmiş oldu." (72) (9) İmam-ı A'zam Ebu Hanife, Abbasi Hükümdarı Harun Reşid tarafından Başkadılık görevine davet edilmiş; kabul etmemiştir. Aynı daveti alan talebesi İmam Ebu Yusuf ise kabul etmiştir. Yukarıda da geçtiği gibi Ebu Hanife, Ebu Yusuf a yazdığı bir mektupla, şu tavsiyede bulunmuştur: "Sen görev kabul ettin. Aynı daveti ben almış; kabul etmemiştim. O senin bileceğin iş. Hayırlı olsun. Allah utandırmasın. Yalnız sen görevi kabul edip idarenin içinde yer alınca bir sorumluluğun altına girmiş oldun. Sana o sorumluluğu hatırlatmak isterim: İcraat yapan herkes hata edebilir. Senin içinde bulunduğun idare de dinen hatalı bir karar alabilir ve yanlış uygulamada bulunabilir.Sen idarenin içinde olduğun için, halk, alırıan yanlış kararın da yapılan yanlış uygulamanın da dinen de doğru
olduğunu sanır ve senin orada varlığın kamuoyunu yanıltabilir. Onun için: Yanlış alınmış olduğunu sandığın bir karar veya haksız bir uygulama görürsen, Hükümdardan randevu iste. Kabul ederse, görüşmeye git. Saygılarını ve bağlılığını ifade ettikten sonra bir konuda maruzatının olacağını söyle. İzin verirse, kararın veya uygulamanın yanlışlığını uygun bir üslûpla anlat. Düzeltirse ne giizel. Düzeltmezse, bir başka uygun vesile ile bir daha ve yine uygun bir üslûpla hatırlatabilirsin. Kabul eder, eder. Etmezse, sen sana diişen görevi yapmış olursun. Zira, sorumluluk da yetki de onundur."(73) (10) Hanefi fıkhının en muteber kaynaklarından Mebsut'ta, Hz. Ömer'in Nikah'la ilgili bir sözü münasebetiyle yapmış olduğu değerlendirme, konumuza ışık tutması bakımından önemlidir. Hz. Ömer'in sözü ve Serahsi'nin Değerlendirmesi şöyledir: "Bize ulaşan bilgilere göre Hz. Ömer (r): '-Dengi dengine olmadıkça kadınların evlenmelerine mani olacağım!' demiştir. Hz. Ömer 'menetme' işini kendi şahsına izafe etmiştir. Bunda, nikah konularında, sultanın / otoritenin düzenleme yetkisine sahip olduğuna, delil vardır. Bu ise, 'velayet-i saltanat'tan (otorite olmaktan gelen) bir yetkidir. "(74) (11) Yine aynı kaynakta, devlet başkanına tanınan bir başka yetkiden söz edilir ki, Devletin temel fonksiyonlarından birini yerine getirmeyi ilgilendirdiği için önemlidir. Nakledelim: "Beytulmal'da (devlet hazinesi) mal bulunmaz ve savunma giderlerini karşılamak için ihtiyaç olursa, devlet başkanı, ihtiyaç duyduğu kadar bir vergiyi halktan almaya hükmetme/karar verme yetkisine sahiptir. Zira Devlet başkanı, Müslümanların (halkın) işini görmeğe memurdur. Eğer savunma gereklerini yerine getirmezse, düşman saldırdığıma halkın sadece malını değil; çoluk çocuğunu ve hatta canını bile alır. Dolayısıyla, gerektiği ölçüde vergi yüklemek, vergi olarak ödenen meblağ sayesinde geri kalan her şeyin güvenliği açısından giizel bir tedbir olur."(75)
Ne gariptir ki bu kadar açık ve gerekçeli içtihat mirasımız varken, Pakistan'da, Eyüp Han zamanında, İslam'a uygun bir Anayasa hazırlamakla görevlendirilen bir komisyonda, devletin vergi alma yetkisine sahip olup olmadığı konusundaki tartışma merhum Dr.Fazlurrahman'ın, ülkesini terketmesine sebep olduğu bilinmektedir. Amerika'da yerleşen Merhum Hoca, orada da büyük ilmi hizmetler verdikten sonra orada vefat etmiştir. (12) Devlet düzeninin oldukça gelişmiş şekilde kurulup işletildiği Osmanlılar döneminde, Hükümdarlar tarafından ihtiyaç duyulan düzenlemeler, yazılı metin haline gelmişti: Fatih'in ve Kanuni'nin kanunnameleri meşhurdur. Maddemizin başında da işaret edildiği gibi, bu devirdeki, dinini bilen ve dinine olduğu kadar devletine de bağlı olan Şeyhülislamlar, Padişah tarafından ihtiyaç duyularak çıkarılan kanunlara, kamuoyunda manevi destek kazandırmak için, gerekçeler düzenler ve düzenlenen gerekçelerin sonuna: "Şer'-i Şerife muvafıktır." (Dine uygundur.) devirlerde:
Sonraki
"Şar'-i Şerife mugayir değildir." (Dine aykırı değildir.) Daha sonra ise, "Şer'i maslahat değildir." görüşünü kaydettikten sonra:
(Dini
konu
değildir.)
"Ol Bapta emr ü ferman, men lehii'l-Emr'indir; Zat-ı Şahane'nindir" Yani, Bu konuda bütün söz, yetki sahibi olan Yüce Padişah'ındır, mütalâasıyla ilmi neşriyat arasında yayımlarlardı .(76) (13) Afallarla bildirilen hükümlerin; örf ve adetlerin değişmesiyle değişeceğine dair, Hanefi fıkhının muteber kaynaklarından el-Bahru 'r-Raik'te şöyle bir ihtilaf/tartışma ile karşılaşıyoruz: "Buğday, arpa, hurma ve tuz; sonsuza dek mekile yani hacim ölçen ölçekle!kile'yle alım-satıma konu olan maddelerdir. J Çünkü konu hakkında Resulullah'ın nass'ı vardır. Nass hic 3 bir
zaman değişmez. Dolayısıyla bunlardaki eşitliği belirlemede, ölçek şartı aranır; tartı değil! Öyle ki, buğdayı ölçerek değil de tartarak buğdayla satsa bu caiz olmaz. Altın ve giimiiş de sonsuza dek mevzune yani ağırlık ölçen tartı ile alım-satıma konu olan maddelerdir. Altını tartarak değil de ölçerek altınla satsa bu caiz olmaz. Gümüşü, gümüşle satmak da böyle. Zira Hz. Peygambere itaat bize vaciptir; boynumuzun borcudur. Ve çünkü nass, örften daha kuvvetlidir. Daha kuvvetli olan ise, daha zayıf karşısında terk edilmez. Bir şey ki o konuda bir nass yoktur; o konular, insanların adetlerine havale edilmiş demektir. Zira o konuda bir nass olmaması, bunun cevazını gösterir. Ebu Yusuf ise, bu konularda, nass'a rağmen, örfe uyulacağı görüşündedir. Zira diyor, Ebu Yusuf, nass, o gün insanların adetleri yönünde varid olmuştur. Onun için de o dikkate alınmıştır. Bu ise değişmiştir."(77) Dikkat edilirse bu tartışmada, İmam Ebu Yusuf'un, hakkında nass bulunan konularda bile içtihat yapılabileceğini yani içtihadî konularda nass'ın bağlayıcı değil; yol gösterici olduğunu savunduğu, açıkça görülmektedir. (14) Kamu yararı demek olan maslahat'ı gözetmenin ne derece önemli olduğunu gösteren bir örneği daha hatırlamakta yarar vardır. Fıkhın temel kaynaklarından olduğu için en çok başvurduğumuz kaynaklardan olan Serahsi'nin Mebsut'unda, şöyle bir mütalâa ile karşılaşıyoruz: "Düşman, Müslümanların ülkesini kuşatsa da savaşı sona erdirmek için Müslümanlardan yıllık belirli bir şey -vergiödemelerini istese, bunda aşağılayıcı ve alçaltıcı bir mana bulunduğu için, Devlet Başkanının bunu kabul etmesi doğru olmaz. Ancak, zaruretizorunluluk hali müstesna. Zaruret hali ise, bu vergi verilmediği takdirde, Müslümanların topyekün yok olmaları endişesi ile Devlet Başkanı 'nın halkın iyiliğini, bu teklifi kabulde görmesidir. Nitekim müşrikler Hendek savaşı sırasında Medine'yi kuşatmış ve Müslümanlar, Cenab-ı Hakkhn:İşte orada
müzminler, zor bir imtihandan geçirilmiş ve şiddetii bir sarsıntıya uğramışlardı." [Ahzab (33), 11) buyurduğu gibi zor duruma düşmüşlerdi de Hz. Peygamber (s), düşman kumandan Ubeydullah b. Hısn'a elçi göndererek; ondan, 'Her sene Medine hurmasının üçte birini vermek üzere' ordusuyla çekilmesini teklif etmiştir. Düşman kumandan ise, üçte biri kabul etmeyip yarısını istemiştir. Düşman kumandanın elçileri barış antlaşmasını yazmak üzere Resulullah'ın huzuruna geldiklerinde Ensar'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Mu'az ve Sa'd b. Ubade (r) ayağa kalkarak şöyle dediler: 'Ya Resulallah! Eğer bu, vahyin gereği ise, emrolunanı yürüt (o konuda bir diyeceğimiz yok). Eğer bu, şahsi görüşünüz ise (o zaman diyeceğimiz var): Biz cahiliye döneminde de (onlar orada, biz burada) yaşıyorduk. Onların da bizim de bir dinimiz yoktu. Onlar bizim hurmalarımızı ancak ya parası ile alırlardı yahut misafirlerimiz olarak bir ikram olarak. Allah bizi bir dinle aziz kıldıktan ve bize Resulünü gönderdikten sonra onlara borçlanıp vereceğiz ha? Onlara kılıçtan başka vereceğimiz bir şey olamaz!'Bunun üzerine Resulullah (s): 'Ben bütün Arapları birleşmiş, üzerinize çullanır gördüm de onları sizden uzaklaştırmak istedim. Kabul .etmezseniz, işte onlar iste siz!' (elçilere dönerek de:) Gidebilirsiniz. Size kılıçtan başka verecek bir şeyimiz yok!' buyurmuştur. Görüldüğü gibi, Resulullah (s), Müslümanlarda zayıflık hissedince, başlangıçta, barış'a meyletmiştir. İki Sa'd'ın sözlerinden, onların azimli ve kararlı oldukları kanaatine varınca, bundan vazgeçmiştir. Nitekim Resulullah (s), Müellefeyi Kulub'a da, onların zararını önlemek için, zekat'gelirlerinden bir pay veriyordu. Bunlar şuna delil teşkil etmektedir ki, zarar korkusu olduğunda, bunda yani onlara verilecek vergi veya tazminat karşılığında düşmanla barış antlaşması yapmakta dinen bir sakınca yoktur." (78) Bu maddede verilen örnekte geçen müzakereler ve varılan karar çok iyi değerlendirilmek durumundadır: -Her şeyden önce, düşmana, yıllık vergi karşılığında barış teklif eden Devlet Başkam, Resulullah'tır.
-İkinci olarak, bir Peygamber olan Devlet Başkanına karşı bile halkı; savaş ve barış gibi, devletin en temelli fonksiyonu konusunda görüş belirtmekte ve Peygamber Devlet Başkanı da, o görüş üzerine kendi görüşünü değiştirmektedir. Modern yönetim ilkesinin öngördüğü de bundan başka bir şey olmadığı açıktır. (15) Muamelat konularında alternatif çözümlerden hangisinin yürürlüğe konulacağına dair tercih hak ve salahiyetinin hiikümdar'a (devlet) ait olduğunda icma vardır. Bu husustaki değerlendirmeyi olduğu gibi nakledelim: "-Allah, kulları üzerinde hükmetmek üzere her hangi bir kimseye yetki mi tanımıştır? -Şu husus, bütün imamların kesin icma'ıdır ki: İçtihadi konularda Allah'ın hükmü, hakimin (otoritenin) verdiği hükümdür. "(79) Bunun ifade ettiği mana çok iyi değerlendirilmelidir. O değerlendirmeyi yaparken tekrar hatırlayalım ki, kanuni düzenlemeye konu olan işler, muamelat konularıdır ve muamelat konularının tamamı, içtihadı konulardır. Öyle olunca, isabetli olması veya olmaması bir yana, -ki içtihat ederken hata ihtimali daima vardır ve isabet de ihtiyaç ve maslahata uygunlukla ölçülür-, ülkede mevcut usule uygun olarak yürürlüğe konulan kanun, dinen de meşrudur ve o kanuna itaat dinin emridir. Bir soruyu burada tekrar sormamız gerek: -Ya kanun dine aykırı ise? -Her şeyden önce, muamelat konuları içtihat konuları olduğu için, mutlak manada dine aykırılık sözkonusu olmaz. Zira muamelat konuları, her şeyden önce içtihadi konulardır ve dolayısıyla mutlak isabet iddiası da mutlak hata iddiası da sözkonusu olmaz. Ayrıca bu konular, dinin asli muhtevasından değil; fer'i muhtevasındandır. Dolayısıyla, nass'lara uygun düzenleme yapılması, hatta, muamelatla ilgili emirlere uyulması veya terk edilmesi, doğrudan sevap veya
doğrudan günah kazandırmaz; maslahata (kamu yararı) uygunluk, bir de amaç açısından dinen de bir değer ifade eder.(80) Ayrıca, özellikle hür rejimlerde, kişilerin dini inanç ve kanaatlerine aykırı, amir hükümler kanunlaştırılmaz; kamu düzeni ve genel ahlak gereği olmadıkça, böyle bir uygulama, anayasalara da aykırı düşer. Konumuzu aydınlatmada yardımcı olacağı için hemen bir parantez açarak ülke kavramı ve kölelik konularına da kısaca değinelim: a) Ülke Kavramı Kur'an öğretilerine göre ülke, hukuki statü itibariyle üçe ayrılır: (1) Daru'l-İslam yani Müslümanların ülkesi (2) Daru'l-Harb yani Müslümanların savaş halinde bulundukları ülke, Ayetteki ifadesiyle: "Min kavmin aduvvin lekum." [Nisa (4), 92] (3) Daru's-Sulh yani Müslümanlarla aralarında saldırmazlık veya dostluk antlaşması bulunan ülke. Ayetteki ifadesiyle: "Min kavmin beynekum ve beynehum misak" [Nisa (4), 92] Ne gariptir ki hakkında bu kadar açık nass bulunan ülke kavramı, fıkhın en karışık konularındandır. Bunun böyle olmasında, bir İslam ülkesinde yaşayan ve müslüman olmayan vatandaşların sahip oldukları sosyal statünün, Müslümanlık gibi yeni bir dinin mensupları tarafından, İslami açıdan çok iyi görülemediği veya o yerlerinin tolere edilemediği sosyal gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Bilindiği gibi İslam Ülkesinde yaşayan ve Müslüman olmayan vatandaşlar da tam bir din ve vicdan özgürlüğü hakkına ve tam bir hukukta eşitlik hakkına sahiptir. Konu hakkında, ilk akademik çalışmamız olan "İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Ankara, 1985" adlı eserimizin, 111 numaralı dipnotuyla refere edilen bilgiye bakılabilir. (b) Kölelik. Bilindiği gibi İslam tarihinin çok uzun dönemlerinde yürürlükte kalan kölelik konusu, dinimizi iyi anlamak isteyenlerin de eleştirmek isteyenlerin de anlamakta zorlandığı konulardandır.
. Dillimize göre, köleliğin bir tek kaynağı vardır: Savaş esirliği! Savaş esirinin köleleştirilebilmesi için de savaşın, meşru ve Allah yolunda (fi Sebilillah) bir savaş olması lazımdır. Meşru ve fi Sebilillah! savaş ise, savunma amaçlı savaktır. Yayılmacı (emperyalist) savaş; meşru olmadığı gibi, böyle bir savaşta ele geçirilen mallar ganimet dolayısıyla dinen helal olmadığı gibi, savaş tutsakları demek olan esirlerin köieleştirilmesi de dinen meşru ve caiz olmaz. [Bakara 2, 190] Sonra, savaş meşru ve fi sebilillh bir savaş da olsa, savaş esiri de esir olur olmaz köle sayılamaz. Savaş esirleri hakkında 3.1.1.b/7 nci bentte geçtiği gibi, üzerinde ittifak edilmiş olanları 2 olmak üzere 5 alternatiften biri uygulanır: (1) Savaşın amacını anlatarak onları salıvermek (menn), (2) Esir karşılığında salıvermek (fida, mübadele), (3) Para karşılığında salıvermek (fida), •t) (4) Köleleştirmek (istirkak), (5) Öldürmek (kati). Bu alternatiflerden hangisinin uygulanacağına, durumun gereğine göre karar verme yetkisi, Devlet Başkanına aittir. Devlet başkanı o yönde bir karar vermeden, savaş esirine köle veya cariye muamelesi yapılamaz. (81) Dolayısıyla, bazı kimselerin sandığı ve öne sürdüğü gibi, değil gayr-i müslim ülke insanının malına ganimet, erkeğine köle; kadımna cariye gözüyle bakmak; savaş halindeki. ülke demek olan daru'l-harp insanlarına hatta bizzat savaş esirlerine bile, haklarında karar alınıncaya kadar köle muamelesi yapılamaz. İslâmiyet'in hedefi köleliği kaldırmaktı. Nitekim: (1) Köleleştirmek için kaynak, tek'e, savaş esiri olmaya, indirilirken, savaş esiri de hemen köle sayılmamış; durumun icabına göre köieleştirilmesi de, beş alternatiften sadece biri olarak sözkonusu olmuştur.
(2) Kölelere iyi davramlması konusu üzerinde o kadar ısrarla durulmuştur ki, uygulamada kısmen sözde de kalsa, bu husus: "Köle almak, köle olmaktır." Şeklinde ifadesini bulmuştur. (3) Yemin, oruç ve hataen ölüme sebebiyet verme Kefaretleri'nde, elinde köle bulunanlarla satınalma imkanı olanlar için, köle azad etmek, daima bir alternatif olarak, çoğu zaman da ilk alternatif olarak bildirilmiştir. Bilindiği gibi, işlenen kusuru örtmek demek olan kefaretler: -Köle azad etmektir; -Sadaka vermektir. -Oruç tutmaktır. Kur'an-ı Kerim'de konu hakkında şöyle buyurulmaktadır: "Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin, bir mümin köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir. Meğer ki ölenin ailesi o diyeti bağışlamış ola.." [Nisa (4), 92] "Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kejfareti, on fakiri, aile fertlerine yedirdiğinizin orta hallisinden yedirmek, yahut onları giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kejfareti işte budur. Yeminlerinize sahip çıkın; onlara riayet edin." [Madde (5), 89] Öyle ise, kölelik niçin ayetle kökten kaldırılmadı? diye bir soru akla gelebilir. Kölelik, iki sebeple kökten kaldırılmamıştır: (a) Bir kere her din idealisttir: İnsanı en doğruya, en iyiye ve en güzele eriştirmek, dinin hedefidir. Son din İslamiyet, aym zamanda, realisttir de. O kadar realisttir ki, barışı sağlayıp koruyabilmek için, savaşa bile izin vermiştir. Açalım:
Diıı ve Savaş! Birbirlerine çok yabancı duran iki kavramdır. Çünkü savaşta ölmek ve öldürmek var. Halbuki dindar kimseden, kimseye zarar gelmemelidir. Dindar kişi karınca bile incitmek istemez. Bu, işin ideal yönü! Ancak, din insan için olduğuna ve dindar insan da duruma göre kendisini savunma durumunda kalabileceğine göre, ona savunma hakkı tanınması, gerçekçi bir yaklaşım olur. Bu da dinin realist yönü! İslamiyet, Müslüman'a, bu savunma hakkım tanıyan bir dindir: "Kendileriyle savaşılanlara, haksızlığa uğramış olmaları sebebiyle, savaş konusunda izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içlerinde Allah'ın ismi çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler, mutlak surette, yıkılır giderdi. Allah, kendisine yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir." [Hac (22), 39-40] Bu konuda dinlere baktığımızda şunu görüyoruz: -Yahudilikte, göze-gör, dişe-diş bir anlayış hakim. (=Öç almada aktif) -Hıristiyanlıkta, "Biri senin sağ yanağına bir tokat vurursa, öbür yanağını da çevir; vursun" anlayışı hakim. (=Öç almada pasif) -İslâmiyet'te ise, "Haksızlık edene, verilen zarardan daha ileri gitmemek şartı ile, karşılık verme izin ve yetkisi" yanında, duruma göre. bağışlama'nm fazilet olduğu anlayışı mevcut. (=Öç almada ikisi ortası bir tutum) Kısaca, en temel hak olan yaşama hakkına mümin de sahiptir. Hem de en az herkes kadar sahiptir. Onun yaşama hakkının ve yaşamak için gerekli olan malının veya yurdunun veya kişiliği demek olan hürriyetinin, haksız olarak elinden alınmak istenmesi durumunda ona, savunma hakkı tanınmıştır:
"'..Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz halde Allah yolunda neden savaşmayalım1.." [Bakara (2), 246] Onunla da kalınmamış; düşmana karşı kuvvet hazırlamakla
ı
1
emredilmiş; Müslüman'a, hazırlıklı olması ve caydırıcı gücün elde bulundurulması tavsiye edilmiştir: " Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş için beslenen atlar hazırlayın. Onunla hem Allah düşmanını korkutursunuz hem sizin düşmanınızı hem de onlardan başka diğerlerini ki onları siz bilmezsiniz, Allah bilir. Ve Allah yolunda her ne masraf yapsanız, ecri size noksansız ödenir. Hiç de ziyan etmezsiniz. Ve eğer barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a güven.Çünkü işiten, bilen, Ancak Odur." [Enfal (8), 6061]
Atalarımız bunu: "Hazır ol cenge, ister isen sulhu salah!" özdeyişiyle ifade etmiştir ki; barış ve esenlik istiyorsan, savaşa hazır ol, demektir. Demek, savaşa izin verilmesinden ve düşmana karşı savaş hazırlığı yapılmasından maksat, barışı sağlamak ve onu korumaktır. îşte, savunma ihtiyacı sebebiyle izin verilen savaş'ta, düşmanın elinde bulunan muhtemel silahı mümin'in elinden almamak için Müslümanlara, esirleri köleleştirme dahil, savaşla ilgili her imkan tanınmıştır. Öyle ya: Düşman senin esirini köleleştirebilecek ama sen düşman esirini köleleştirme imkanından dinin ve inancın gereği mahrum olacaksın! Bu durum, düşmana karşı gerekirse kullanabileceği silahlardan birini Müslümanın elinden almak olurdu. İslamiyet, savaş esirini köleleştirmenin yaygın olarak uygulandığı o gün için önemi büyük olan bir savaş silahını, müslümanın elinden almış olmamak için, köleliği, doğrudan kaldırmamış, ancak, köleleştirmeyi: (1) Kaynağını, meşru savaş esirliğinden ibaret olan tek kaynağa indirmek, [Bakara (2), 190]
:
(2) Köleleştirmeyi, savaş esirlerine uygulanacak beş alternatiften sadece biri kılmak. (82) (3) Köle ve cariyelere iyilik etmek; onlara hürriyet sağlamayı teşvik etmek; bunlara insanca muameleyi, ev halkından biri gibi davranmayı, yediğinden yedirmeyi, giydiğinden giydirmeyi, barındığı yerde barındırmayı ve eziyet etmemeyi şart koşmak,(83) (4) Yemin, oruç ve hataen katil keffaretleri gibi keffaretler için köleyi hürriyetine kavuşturmak demek olan azad etmeyi, bazen alternatiflerden biri bazen da birincisi olarak bildirmek,(84) (5) Hürriyetlerini satın almak isteyenlerin bu isteklerinin karşılanmasını emretmek., suretiyle, dolaylı olarak kaldırmanın yolunu açmıştır. [Nur (24), 33] (6) Şu da önemli bir gerçek ki, savaş sonrası durum, diğer alternatiflerden hiç birine elverişli olmazsa, savaş esirleri ne olacaktır? Bunlar hayatlarını nasıl sürdüreceklerdir? İşte, gerektiği takdirde köleleştirme, bu ihtiyacı da karşılayacaktır. Bilindiği gibi köle,, kimin olmuşsa, artık o ailenin bir ferdi gibi olacak; onun barınması, yemesi, içmesi, eğitimi, çalışması., hep, sahibine ait olacaktır. Hem de ailenin kan yakını statüsünde mahrem bir ferdi sayılarak! Yukarıda da belirtildiği gibi, sahibi: -Ona evin bir ferdi olarak yediğinden yedirecek; giydiğinden giydirecek; barındığı şartlarda, onu da barındıracaktır. -Ona eziyet etmeyecek; kaldıramayacağı yükü yüklemeyecek; kötü muamele yapmayacaktır. Kölelerin, ev halkından biri sayılması sadece yeme, içme barınma olarak değil; onlara mahremiyet statüsü verilmesiyle, bir insan için gerekli maddi ve manevi huzur ortamına kavuşturulmuş olması, gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir yaklaşımdır. Bilindiği gibi, İslâmiyet'te bir mahrem-namahrem meselesi vardır: Evlat, ebeveyn ve kardeş gibi, birbirlerinin mahremi olanlar, rahat ev kıyafetleri içinde birlikte yaşarlar; belli saatler hariç,
birbirlerinin odalarına rahat girip çıkarlar. Birbirinin mahremi olmayanlar ise, birbirine karşı kıyafetlerine çekidüzen verirler. Köleler de işte böyle, sahiplerinin ev halkından kabul edildiklerinden, evin bir ferdi gibi, sadece aralarında kan veya süt bağı bulunan insanların sahip oldukları mahrem statüsüne sahip olarak yaşarlar. Dikkat edilirse, öyle icap etmiş ve savaş esiri köleleştirilmişse, onlarla ilgili düzenlemelerde onlara, barınabilecekleri bir aile ortamının hazırlanması amaçlanmış bulunmaktadır. Ayrıca:
(1) Köle veya cariye kendine güvenir de hürriyetini satın almak ister ve bunda başarılı olacağına güvenilirse, sahibi kölesinin bu isteğini kabul etmek zorundadır.Kölenin özgürlüğünü bu yolla satın alma sözleşmesinin Kur'an'daki adı mükatebedir: "Elinizin altında bulunan köle ve cariyelerden mükatebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır; kabiliyet ve güvenirlilik görüyorsanız, hemen mükatebe yapın." [Nur (24), 33] (2) Kendisine kötü davranılan veya hürriyetini satın alma teklifi kabul edilmeyen köle veya cariye, mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Hakim: -Köle veya cariyesine kötü davranan sahibini, onları azad etmeye veya, -Hürriyetini satın almak isteyen köle veya cariyeyle, mükatebe yapmak istemeyen sahibini onlarla mükatebeye, zorlayabilir.(85) Kısaca, İslâmiyet'e göre bizzat savaş gaye -olmadığı gibi, köleleştirmek
de,
esirlere uygulanacak tek alternatif değildir. Açtığımız parantezi burada kapayarak konumuza dönebiliriz. Yukarıda, Ashaptan itibaren Müslümanların uygulamalarına ait olarak sunduğumuz gelmektedir:
örnekleri ve konulan kuralları gördükten sonra şu sorular akla
(1) Nasıl olur da, Resulullah'm ilk halifeleri ve ashab, bizzat Hz. Peygamber tarafından uygulanmış bulunan ayetlere rağmen gibi görünen, farklı bir uygulamada bulunma cesaretini gösterebilir ve/veya ses çıkarmaz; bunu tasvip edebilir? (2) Nasıl olur da Müslüman Padişahlar ve son olarak da Cumhuriyetimizin kurucuları, Ashap zamanında görülen, nass'lara, farklı yorum getirerek yapılan farklı uygulamaların da ötesine geçerek, bu uygulamaları, kanunlaştırabilirler? Yoksa:
(3) Ashab ve onlardan sonra gelenler, nasslarırı tasnif edilerek bazı ayetlerin farklı yorumlanıp farklı uygulanması gerektiğine dair bir bilgi ve kanaate mi sahipti? Zira, her Müslüman bilmektedir ki, ortada nassların, Hz. Peygamber'in uygulamalarından farklı bir biçimde uygulanması olayı varsa, -ki bir kısım örneklerini sunduğumuz gibi vardır- bu uygulamanın bir dayanağı ve bir açıklaması olmalıdır. Bir dayanağı ve bir izahı olmadan böyle bir uygulama, hiç bir Müminin cesaret edebileceği bir davranış olamazdı. Bunu: "Hz. Ebu Bekir gibi Hz. Ömer gibi, İslâmiyet'i iyi bilen İslam büyükleri, ayetin ruhunu biliyordu; ümmetin maslahatını o yolda görmüşlerdir." şeklindeki bir düşünceyle açıklamak, hiç bir mümini tatmin etmez. Çünkü, işaret ettiğimiz gibi, ortada, Allah sözü demek olan ayet ve Hz. Peygamberin uygulaması demek olan sünnet, kısaca nass varsa, kim olursa qlsun, o kimse Hz.Ebu Bekr ve Hz. Ömer de olsa, bir delili, bir dayanağı, kısaca, bir yetkisi olmadan, Allah Kelamı Ayeti, Hz. Peygamberden farklı olarak anlama ve uygulama cesaretini gösteremez. Gösterirse, bu davranış, az önce de ifade ettiğimiz gibi, cesaretten de öte, cür'et olur ki hiç bir Müslüman, ashaba, böyle bir cür'eti yakıştıramaz. Ortada, bazı ayetleri, Hz. Peygamberin uygulamalarından farklı bir şekilde uygulama olayı var olduğuna göre, bu farklı uygulamanın bir delili olmalı; bu uygulama bir yetkiye dayanmalıdır.
İşte bize, bu delili ve bu yetkiyi bulmak ve öğrenmek görevi düşüyor. Esasen bu çalışmanın gayesi de odur. Öyle ise o delil, o yetki
nedir? Onu bulmaya çalışalım. Burada, hemen bir tespit yapmalıyız. Şöyle ki: Bu uygulama örnekleri üzerinde düşününce, şunu rahatlıkla görebiliyoruz ki, Muamelat konuları, o konuda nass ne ise öylece, her zaman ve zeminde, "Allah'ın bu konudaki emri ve iradesi budur", "Dinimizin bu konudaki hükmü budur." "İslam şeri'atının bu konudaki hükmü budur!."..diyerek uygulanmış ve kıyamete kadar öylece uygulanacak konular değildir. Esasen bizzat Hz. Peygamber (s)'in, yukarıda, maddeler halinde sunduğumuz uygulamaları, dünya işi olan muamelat konularında, işin gereği ne ise ona bakılması gerektiği yönünde bir ipucu oluşturmaktadır. Zira, yukarıda geçtiği gibi, görüyoruz ki: (1) Hurma aşılama olayı üzerine, "Dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz." buyuran Hz. Peygamber (s), Bedir'deki ordu yerleştirme düzeninde, Bedir esirleri konusunda, Uhud savaşı öncesi, Hendek savaşı öncesi ve esnasında., görüldüğü gibi, şahsi kanaatlerim açıklamış olduğu halde, bir Peygamber Başkan olarak, şahsi görüş ve kanaatinde ısrar etmemiş; Ashabının, işin gereğine daha elverişli bulduğu görüşünü benimseyip uygulamak suretiyle, bizim için pratik değeri çok büyük, örnekler bırakmıştır. Üstelik: "Siz dünya işerinizi daha iyi bilirsiniz", "-Ben de bir beşerim: Hata da isabet de edebilirim.", "-Beni şahsi görüşlerimden dolayı sorgulamayınız" gibi,değşen kararlarının gerekçesini açıklayan ve konu hakkında farklı bir yoruma yer bırakmayan irşad ve açıklamalarıyla. (2) Hz. Peygamberden sadece bir sene sonra, müellefeyi kuluVla ilgili ayeti [Tevbe (9), 60], Hz. Peygamberin uygulamasından farklı bir biçimde uygulanmış; ashap karşı çıkmamakla icma oluşmuştur. (3) Helal olduğu ayetle [Maide (5) 5 ayeti] bildirilen Ehl-i Kitaptan olan hanımlarla evliliğe, Hz. Peygamberden asırlar sonra değil, sadece bir kaç sene sonra, İkinci Halife Hz. Ömer tarafından
müsaade edilmemiş; Ashap buna karşı çıkmamış ve konu kakkında icma oluşmuştur. (4) Hz. Peygamberden beş-on sene sonra, boşanma ile ilgili olarak Hz. Peygamberin ve Birinci Halife'nin uygulamalarından farklı bir düzenleme getirilmiş ve uygulanmış; ashap karşı çıkmamış ve icma oluşmuştur. (5) Hz. Peygamberden beş-on sene sonra, ganimet'in taksimi konusunda farklı düzenleme ve uygulama getirilmiş; ashap kabul etmiş ve icma oluşmuştur. (6) Hz. Peygamberden sadece beş-on sene sonra, bir kıtlık yılında, [Maide (5), 28] ayetiyle emredilmiş görünen, hırsızların ellerinin kesilmesi cezası uygulanmamış; Ashap karşı çıkmamış ve konu hakkında da icma oluşmuştur. (7) Hz. Peygamberden sadece beş-on sene sonra Akile, akraba çevresinden çıkarılmış; divan çevresine nakledilmiş; Ashap kabul etmiş ve konu hakkında icma oluşmuştur. (8) Devletin, "nikah" konularında düzenleme yetkisine sahip olduğu ve bu yetkinin saltanat velayetinden/otorite yetkisinden doğduğu doktrinde açıkça ifade edilmiştir. (9) Ülkenin ihtiyaçlarının gerektirdiği vergi 'yi yüklemenin devletin yetkisinde bulunduğu, doktrinde gerekçeleriyle açıklanmıştır. (10) Şartlar onu gerektirmişse, Müslüman ülkenin, düşmanlarıyla, yıllık belirli bir vergi ödemek şartıyla barış antlaşması yapabilecekleri doktrinde kabul edilmiştir. Bu düzenleme ve uygulamaların felsefesini açıklayarak bir bakıma adını ilk koyan, yukarıda da geçtiğiğ gibi, "Sorumluluk da yetki de onundur!" diyen îmam-ı A'zam Ebu Hanife olmuştur. Daha sonraki devirlerde gördüğümüz, "Ol bapta emr ü ferman men lehu'lemr'indir" ifadesi de, İmam A'zam'm o görüşünün uygulaması olmaktadır.
Büyük Hukukçu İmam Serahsi'nin; yukarıda örnekler arasında saydığımız Akıle'nin uygulamasıyla ilgili olarak naklettiği ihtilaf ve değerlendirmelerle evlenecek eşler hakkında Hz. Ömer'in, küfüv'le ilgili sözünü açıklama sadedinde yaptığı değerlendirme, bütün sorulara açıklık getirir niteliktedir: "Hz. Ömer: 'Dengi dengine olmadıkça, kadınların evlenmelerine mani olacağım' demiştir. Hz. Ömer 'menetme' işini kendi şahsına izafe etmiştir. Bu ise 'sultan'ınJotoritenin nikah konularında düzenleme yetkisinin bulunduğuna delil teşkil eder. Bu ise 'velayet-i saltanattan' yani velayet-i amme demek olan 'hükümdarlık' yetkisinden, kısaca 'otorite' olmaktan gelen bir yetkidir. "(87) Görülüyor ki: Sultan ve saltanat kelimeleriyle ifade edilen ve ükümran otorite demek olan devlet'in, nikah konularında "kanuni düzenleme" yetkisi, en geç 5 inci yüzyılda ifadesini bulmuştur. Hem de, ülülemr veya hilafet gibi yorum ve tartışmalara açık bir ifadeyle değil; hiç bir yoruma açık olmayacak biçimde, velayet-i saltanat ifadesi kullanılarak. Sulta'dan gelen saltanat teriminin, bugünkü dilde otorite'yi yani devlet otoritesi'm ifade ettiğini ayrıca hatırlatmış olalım. Serahsi'nin, Akile müessesesiyle ilgili, yukarıda değerlendirmesi ise daha da çarpıcı! Yeniden hatırlayalım:
geçen
"Hz. Ömer (r), Divan mensuplarını, birbirlerine karşı Akile yaptı. Nitekim İmam Muhammed konuyu şöyle vaz'etmiştir: 'Bize ulaşan bilgi odur ki, Hz. Ömer (r), 'ukl'u (diyet), divan mensuplarına yüklemiştir. Nitekim ilk divan teşkil eden de Akile'yi divan'a bağlayan da O'dur. Ondan önce bu, akraba arasında idi.' Alimlerimiz bunu böyle kabul etmiş ve ukl, divan mensupları üzerinedir, demişlerdir. Bunu İmam Şafii kabul etmemiş ve: 'ukl (diyet), akraba üzerinedir. Çünkü Resulullah'tan sonra nesh (değişiklik) sözkonusu olamaz!' demiştir. Fakat biz buna karşılık diyoruz ki: 'Hz. Ömer buna hükmetti. Ashap oradaydı. Kimse ona, bu yanlıştır, diye karşı
çıkmadı. Bu uygulama onların icma'ı olmuş oldu. Eğer denilirse ki: '-Nasıl olur da Ashap, Hz. Peygamber'in uygulamasına aykırı bir uygulamada ittifak edebilir?' Deriz ki: '-Bu, Hz .Peygamber 'in uygulamasına aykırı değil; uygun bir tarzda icma'dır. Zira onlar biliyorlardı ki, Hz. Peygamber'in, akraba çevresini akile olarak kabul etmesi, aralarındaki yardımlaşma prensibinin o gün için akrabalıktan ibaret olması sebebiyledir. Hz. Ömer divanlar teşkil edip yeni dayanışma vesilesi ortaya çıkınca, herkes onu, akile için uygun prensip olarak kabul etmiş oldu."(88) Hz. Ömer'in; ilgili ayette helal olarak bildirilen Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmeyi yasaklamasının da, talak konusunda, Hz. Peygamberden ve Birinci Halife'den farklı uygulamasının da açıklamasını, İmam Serahsi'nin bu izah'larında bulabiliyoruz: Otorite'nin düzenleme yetkisi. Devlet, muamelat konularında, ihtiyaca göre düzenleme yetkisine sahiptir. Hem de, İmam Şatıbi'nin ifadesiyle, o konudaki nasslara bile takılıp kalmadan: "ŞarV, 'adat' yani muamelat ile ilgili teşri'inde hükmün 'illet' ve 'hikmet'leri üzerinde geniş bir şekilde durmuştur. Çoğu illet'ler ise, akla vurulduğunda, akıl ona yatar. İbadetler konusunda ise böyle yapmamıştır. Bundan anlıyoruz ki, 'muamelat' konularındaki teşri'de; 'mana' ve 'maslahat'ın gözetilmesi 'amaç'tır; 'nass'lara takılıp kalmak değil!" (89) Muamelat konularının anlam olarak ibadete, en yakın olanı, nikah ve talak konularıdır. Öyle ki, nikah hakkında, İbnulhumam, "Nikah, ibadetlere en yakındır...Onun içindir ki, müellif bu bahse, ibadetlerden hemen sonra yer vermiştir. "(90) derken, Hidaye'nin diğer şerhi elînaye'nin müellifi Baberti de, "İbadetler bahsini tamamlayınca muamelat konularına başladı; onlardan da 'nikah' bahislerini başa aldı. Zira onda, hem 'dini' hem 'dünyevi' maslahat ve menfaatler var." demiştir. (91)
Fıkıhtaki bu açıklamada gördüğümüz gibi, devlet'iıı, ibadetlere en yakın olan muamelat konularından olan nikah konusunda düzenleme yetkisi olduğuna göre, bütün muamelat konularında, hiç şüphesiz vardır, demektir. Dolayısıyla: -Müellefeyi Kulubla ilgili uygulamanın da, -Kıtlık yılında hırsızın elini kesmeme uygulamasının da, -Fethedilen Sevcıd-ı Irak arazisinin taksim dışı tutulması
uygulamasının
da,
-Talak konularındaki farklı uygulamaların da.. izahını, hep bu, velayet-i saltanat / Devletin Yetkisi açıklamasında bulabiliriz. Zira dikkat edilirse: "-O, Ömer'di; dini de ümmet'in maslahatını da iyi bilirdi. Onun için, nikah konusunda böyle sınırlamalar getirebilmiştir." denilmiyor; "-Bu düzenlemeyi, Velayet-i Saltarıat'la yani Hükümdar olmanın ona verdiği yetkiyle yapmıştır." (92) deniliyor. Hatta, sadece o yetkiyle yaptığı belirtilmiyor; bu uygulama, hükümdar otoritenin nikah konularında düzenleme yetkisine sahip olduğuna delil olarak kabul ediliyor. Akile konusunda da: "Zira onlar biliyorlardı ki, Hz. Peygamber'in, 'akraba' çevresini 'akile' kabul etmesi, aralcu-ındaki yardımlaşma prensibinin 'o gün için' akrabalıktan ibaret olması sebebiyledir. Hz. Ömer divanlar teşkil edip yeni dayanışma vesilesi ortaya çıkınca, herkes onu, 'akile' için uygun prensip olarak kabul etmiş oldu." (93) deniliyor. Bütün bunlardan sonra, konuyu daha net görebiliriz: Bir kere, muamelat konularına ait olanlar dahil, nassların hepsi, hiç şüphesiz, Bütün zaman ve mekanlar ve bütün insanlar için irşad eden ve yol gösteren ilahi mesajlardırl Ancak, o günün toplumu için ideal normlar olan bu mesajların öğrettiği hükümler, başka veya sonraki toplumlar için örnek normlardır.
Dolayısıyla, bu konularda düzenleme ve uygulama yapmakla yetkili ve görevli olanlar yani ülülemr ve hükümran otorite demek olan devlet yetkilileri ve kanun koyucular: Günün
ihtiyaç
ve maslahatlarım
dikkate almadan,
"-Konu hakkında
budur!", diyerek, her zaman ve her şartta nass'ları olduğu gibi uygulamak yanlışa düşmemek;
gibi bir
hakkında nass bulunanları dahil, düzenleme yapacakları
konuda daima; ülke ve
insanlarının ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak,
düzenlemeleri ona göre yapmak,
nass her gerekli
durumundadır.
Unutmamak gerektir ki onlar Bu konularda, sorumlu
oldukları
gibi aynı zamanda yetkilidir.
Yetkililer böyle yapmaz da, ama nasslarda, ama çok yanlış bir anlayışla hatta fıkıh metinlerinde mevcut hükümleri: "Bunlar şerVattır. Bunlar Allah'ın Kanunlarıdır" diyerek olduğu gibi uygulamaya kalkışırsa, Dine ve Şeri'ata uygun bir iş yapmış olmak bir yana, dine ve Şeri'ata, sonuçta Allah'a iftira etmiş olur. Zira biliyoruz ki din insanların, gerek ruhi-manevi, gerek sosyalmaddi ihtiyaçlarını karşılamak, o yolda insanlara yol göstermek için vardır. İnsanların ihtiyaç ve maslahatlarına uymayan bir hüküm, dinin, dolayısıyla Allah'ın hükmü olarak öne sürülemez. Böyle bir şey öne sürülürse, bu tutum, dine ve Allah'a iftira olur. Şunu da hatırlatalım ki işin kolayına kaçan bazı kimseler, İnsanların ihtiyaçlarını, onları yaratandan daha iyi kim bilecek? Meclisteki okuma yazma bilmeyen üyeler hatta üniversitelerdeki Prof.lar mı? gibi, konunun uzmanı olmayanları ilk anda çarpan hatta sarsan tarzda görüş belirtebilirler. Bu kabil görüşler karşısında, bir kısmını bu çalışmamızda örnek olarak sunduğumuz uygulama ve değerlendirmeleri hatırlayarak konu hakkında aydınlanabiliriz. Uygulama örnekleri üzerinde yapılan değerlendirmelerde görüyoruz ki muamelat konularında, nasslardan farklı uygulamaları, hiç kimse, o uygulamaları yapanların, insan ihtiyaçlarını, -haşa- Allah'tan daha iyi bildikleri, iddiasıyla açıklamamıştır. Açıklayanlar, O nasslardan
maksadın insan ihtiyaçlarım karşılamak olduğu; insanların ihtiyaçları değişmişse, artık o nasslara takılıp kalmanın yanlış olacağı, görüşüyle açıklamıştır. Her halde: "İnsanların ihtiyaçları bellidir; onlar da hiç değişmez!" diyecek, aklı başında bir kimse yoktur. İbadet konulan ise, bu manada, esasen içtihat konusu değildir. Bu husus yani muamelat konuları hakkındaki düzenleme ve uygulamaların, Devlet'in yetki ve sorumluluğunda olduğu hususu, buraya kadar sunduğumuz bilgiler ışığında kolayca görülebileceği gibi, ta baştan beri, hep böyle anlaşılmış; ifade edilmiş ve uygulanmıştır. Ancak, belirli zamandan itibaren (hicri 4 üncü yüzyıldan sonra) içtihat kapısının fiilen kapandığına hükmedildikten sonra, kim bu konularda, doğru yönde bir değerlendirme yapmışsa, daima hücuma uğramış; konular, ehil hakemi olmayan o tartışma içinde, konu hep ALACAKARANLIKTA kalmış, hatta, ters yönde gelişmiştir. Bir örnek vermek gerekirse: Hicri Yedinci Yüzyılda yaşamış Hanbeli Alimlerinden Necmeddin et-Tufı, (657-716h/1259-1316m) İmam Nevevi'nin (ö. 676/1277) meşhur kırk hadisi üzerine yaptığı şerhte, "Zarar da, zararla mukabele de yoktur." (la darara vela dırar.) hadisini açıklama sırasında, konu hakkındaki çalışmasını ilerleterek "Maslahatı Gözetme" konusunda yazdığı, "Risale, fi Riayeti'l-Maslaha" adlı çalışmasında; "Şer'i hükümler ikiye ayrılır: (1) Aklın detaylı bir şekilde manalarını kavrayamayacağı ibadetler ve miktarları belirlenmiş hususlarla ilgili hükümler. Bu hükümlerde itibar ve itimad Kur'an nassları, sünnet ve müçtehitlerin icma'ınadır. (2) Aklın manalarını ve kendilerinden gözetilen maksatları kavrayabileceği muamelat" ve "dünyevi siyasetle" ilgili hükümler. Bunlarda itibar ise, faydanın celbi, zararın defi demek olan 'maslahat'adır. (3) Şari' Teala'nın her hangi bir olay hakkında hükmü yoksa, o konuda biz,- maslahatı gerçekleştirecek bir düzenlemede
bulunuruz. (4) ŞarVln her hangi bir olay hakkında bir hükmü bulunur da, akıllarımızın idrak etmekte olduklarıyla uyum arzederse, bu durumda da nassı uygularız. Ama nass'ın ve icma'ın hükmü, bizim akıllarımızın kavramakta olduğu maslahatla uyum arzetmez ve aralarım birleştirmek de mümkün olmazsa, bu durumda itibar maslahatadır." dediği için, ona bir çok kimse tenkid yöneltmiştir.
Kendi zamanına yakın tenkitler, "Mezhebe tam bağlı kalmamak." ve "Şiilik ve rafiziliğe meyletmek." gibi, nisbeten anlaşılabilir tenkidlerken, zamanımıza yaklaştıkça, başka bir ifadeyle ilmi ehliyet azaldıkça bu tenkidler dozunu arttırmış; Kevseri'de (Ö.1952) doruğa ulaşmıştır. Kevseri'ye göre, kendisinden 700 yıl önce yaşamış bu alimin, "Her şeyden önce, dini emanetine güvenilemez!" miş. O, "Rafızi" imiş. "Mülhid" imiş! Bu arada şuna da işaret etmeliyiz ki, Muhammed Ebu Zehra gibi,
"Maslahata itibar konusunda aşırı gidenlerin bayraktarlığını yapar." gibi, makul bir değerlendirme yaptığı dikkat konusunun ehli alimin,
çeker.(94) Dikkatle baktığımızda görürüz ki Tufı, Müçtehit imamlardan mesela İmam Muhammed'den veya İmam Ebu Yusuftan veya İmam Malik'ten farklı bir şey söylemiş değildir:
îmam Muhammed'in, Akile müesesesi münasebetiyle gerek îmam Şafii ile gerek îmam Ebu Yusufla olan farklı değerlendirmelerini yukarıda, Serahsi'den naklen gördük; biliyoruz. İmam Ebu Yusufun da, ölçü ve tartılarla ilgili olarak, Bahr'dan (5/140) naklen sunduğumuz ve "cumhuru ulemadan" farklı olduğu bildirilen görüşlerini de gördük; biliyoruz. Ne var ki, İmam Muhammed'e ve İmam Ebu Yusuf a, ya dediklerini anlamadıkları için yahut kamuoyundan korktukları için dil uzatamayan Kevseri gibiler, onların söylediklerini, kendi zamanlarının
diliyle söyleyenleri, gavurluğuna gavurluk demek olan mulhidlikle suçlayabilmektedirler. Üstelik bu insanlar, taassup derecesinde bağlı bulundukları kendi mezheplerinin klasik ve muteber kaynaklarındaki benzer münakaşaları da görmeze geliyorlar. Hanefi fıkhının en muteber alimlerinden îbn-i Nüceym'e ait meşhur ve muteber el-Bahru 'r-Raik adlı eserdeki Örneği tekrar hatırlayalım: " Buğday, arpa, hurma ve tuz; sonsuza dek mekile yani hacim ölçen ölçekle alım-satıma konu olan maddelerdir. Çünkü konu hakkında Resulullah'ın nassı vardır. Hiç bir zaman değişmez. Dolayısıyla bunlardaki eşitliği belirlemede ölçek şartı aranır; tartı değil! Öyle ki, buğdayı ölçerek değil de tartarak buğdayla satsa bu caiz olmaz. Altın ve gümüş de sonsuza dek mevzune yani ağırlık ölçen tartı ile alım-satıma konu olan maddelerdir. Altını da tartarak değil de ölçerek altınla satsa bu da caiz olmaz. Giimiişü, gümüşle satmak da böyle. Zira Hz. Peygambere itaat bize vaciptir; boynumuzun borcudur. Ve çünkü nass, örften daha kuvvetlidir. Daha kuvvetli olan ise, daha zayıf karşısında terk edilemez. Bir şey ki o konuda bir nass yoktur; o konular, insanların adetlerine havale edilmiş demektir. Zira o konuda bir nass olmaması, bunun cevazını gösterir. Ebu Yusuf ise, nassa aykırı olarak, bu konularda, örf'e uyulacağı görüşündedir. Zira diyor, Ebu Yusuf, nass, o gün insanların örf ve adetleri yönünde varid olmuştur. Onun için de o dikkate alınmıştır. Bu ise değişmiştir." (95) Anlayan için, İmam Ebu Yusufun bu görüşü veya İmam Şatıbi'nin yukarıda nakledilen görüşüyle, kafirlikle suçlanan İmam Tufi'nin görüşü arasında bir fark var mı? Elbette yok! Gariptir ki fark olmamak bir yana, sorumluluğu da dikkate alınmadan tekfir edildiği görülmektedir. Bilindiği gibi, bir kimseyi kafirlikle suçlayan kimsenin bu sözü havada kalmaz: Bu suçlama gerçeği ifade ediyorsa gider sahibini bulur; değilse, suçlayana döner.
Esasen, Allah'a ve O'nun bildirdiklerine inanan kimseyi, Allah'ın indirdikleri üzerinde farklı yorum yaptı diye kafirlikle itham etmenin, çok büyük bir "sorumsuzluk" olduğu açıktır. Kaldı ki, işin ta başında, Bizzat Hz. Peygamber (s) tarafından konulmuş, uygulanmış ve sorumuza cevap ve delil teşkil edecek önemli düzenleme ve uygulamalar biliyoruz. Şöyle ki: Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.), Peygamberlik asli misyonu yanında, her Peygambere nasib olmayan şekilde, aym zamanda, Devlet Başkanlığı (Ülülemr) fonksiyonu'na sahipti: Medine Site Devleti'nin Başkanı idi. Yine bilindiği ve çalışmamızın 2 nci maddesinin başında sunduğumuz gibi, her Peygamber
Devlet
Peygamberlik misyonu
Başkanı
değildi.
Devlet
Başkanlığı
gereği bir fonksiyon değil; bazı
fonksiyonu,
Peygamberlerin,
Peygamberlik misyonları yanında ve ona ek olarak sahip oldukları
bir
fonksiyondur.
Nitekim, mesela Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa devlet başkanı değildi ama, Hz. Davud ve Hz. Süleyman aynı zamanda Devlet Başkanı idi. Aynı zamanda Devlet Başkanı da olan Hz. Muammed (s.), bir yandan Peygamberlik misyonu gereği tebliğ görevini yerine getirmek, öbür yandan, Başkanı bulunduğu Medine Site Devleti'nin hakimiyet hududu'nu belirlemek üzre, muhtelif kabile ve toplumlara karşı gazve'ler tertip ediyor; seriyye'ler (müfreze'ler/askeri birlikler) sevk ediyordu. Sevk edilen birlik, gittiği kabile veya topluma, sefer sebebini ve İslamiyet'i anlattıktan sonra: (1) İslâmiyet'i kabul ediniz. O takdirde mü'minlerle eşit haklara sahip olmuş olursunuz. (2) Müslüman olmak istemezseniz, Medine Site Devletinin hakimiyetini tanımak üzere vergi (cizye) vermeyi kabul ediniz. O takdirde de, Devletin, Müslümanların sahip olduğu haklara eşit hakka sahip asli vatandaşı olmuş olursunuz.
(3) Bunu da kabul etmek istemezseniz, savaşa hazır olun. tekliflerinde bulunur; ikinci teklifi kabul edenlerle, vatandaşlık sözleşmesi demek olan zimmet akdi yapılırdı. Bu sözleşmenin asgari gereği, ödemeyi kabul ettikleri bu vergi karşılığında, bu yeni vatandaşların can ve mal güvenliğini taahhüt etmekti. Tam metni va kaynaklan (Ek-2)'de sunulan bu bilgiye göre, bir keresinde, seferden dönen birlik komutanı, Hz. Peygambere: "-Gittiğimiz kabile ile, ve Resulü
adına zimmet
akdi
yaptık,
geldik",
Allah
diye tekmil verir. Bunu
işiten Hz. Peygamber irkilir:
"-Ne? Allah ve Resulü adına mı? Eğer siz, sözleşme şartını yerine getiremezseniz, (ve mesela onların can ve mal güvenliğini sağlamakta kusur ederseniz,) yaptığınız bu sözleşmeye göre kusur, onlar nazarında, Allah ve Resulüne ait olacaktır, öyle değil mi? Halbuki bunda Allah ve Resulünün bir kusuru olmayacaktır. Onun için, bir daha zimmet akdi yaptığınızda, Allah ve Resulü adına değil; kendi adınıza ve arkadaşlarınızın adına yapınız. Zira, kendi sözünüzü yerine getirmekte kusur işlemeniz, Allah ve Resulü adına verilen sözü yerine getirmekte kusur işlemekten ehvendir!" buyurur ve o olaydan sonra, bu hususu, harp talimatı'mıı asli maddeleri arasına derceder. Hz. Peygamber (s), bu tecrübeden sonra, bu tecrübenin hatırlattığı bir maddeyi daha davet ve savaş talimatı maddeleri araşma koyar: "Kuşattığınız yerleşim yeri halkı, 'kendilerine Allah'ın hükmünü uygulamanız şartı ile antlaşma yapmak' isterlerse bunu da kabul etmeyin. Onlara kendi hükmünüzü ve arkadaşlarınızın hükmünü uygulamak üzere onlarla antlaşma yapın. Zira Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? onu siz bilemezsiniz."
Davet Hadisi.diye de anılan ve tam metni Ek-2'de sunulan talimatın metnini burada da görmekte yarar vardır: Muteber Hadis mecmualarından Müslim, Cihad, 3, H. No: 1731; Tirmizi, Siyer, 48; İbn-i Mace, Cihad, 38 ve Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/358'de kayıtlı Süleyman b. Büreyde Hadisine göre Hz. Peygamber, bir ordunun başına tayin ettiği kumandana şu talimatı verirdi: "Allah'tan Askerlere
kork ve yanlış iş yapmaktan karşı da haksızlık
yapma;
sakın!
onlara
iyi
davran! Bismillah! mübarek ola!
deyin; çıkın Allah yoluna.
Küffarla (düşman) haksızlık etmeyin! Sözünüzü düşmanlarınızın
savaşın!
çiğnemeyin;
ama,
ölen
burun ve kulaklarını
kesmeyin (cesetlere hakaret çocukları
savaşta
Savaşın
Gazanız
etmeyin);
öldürmeyin!
Düşmanla karşı karşıya
geldiğinde,
onlara şu üç teklifte bulun; hangisini kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlardan elini çek! (1) İslâm'a davet et! Kabul ederlerse,
onlardan
elini çek!
Peşinden onları, 'hicret yurduna' (Medine Vatandaşlığına) katılmaya çağır ve de ki: '-Kabul ederseniz, haklarınız; muhacirlerin olacaktır!'
muhacirlerin hakları, ödevleri, sizin de
Devleti sizin de ödeviniz
Medine'ye katılmak istemezlerse, de ki: '-0 takdirde, çölde kendi başlarına yaşayan Müslüman Araplar durumunda olursunuz. Bu durumda ihtiyaç duyar da din konusunda bizden yardım isterseniz size, kendileriyle aramızda andlaşma bulunan bir topluma karşı olmamak şartıyla, elden gelen yardım yapılır.' (2) İslâm'ı kabul etmezlerse, (Medine Site Devletinin hakimiyetini kabulün bir sembolü ve yapılacak antlaşma!zimmet akdi ile onlara verilecek koruma taahhüdünün bir bedeli olmak üzere), 'cizye' (vergi) ödemeleri gerektiğini söyle ve bildir ki: 'Bu takdirde, haklarımız hakları; vazifelerimiz vazifeleri olacaktır!' yani Müslümanlarla eşit vatandaşlık haklarına sahip olacaklardır. Kabul elini çek!
ederlerse,
sen de kabul
(3) Bunu da kabul etmezlerse, yardımına ve onlarla savaş! (4) Bir kaleyi, bir yeri senden;
'Allah ve Resulünün
et ve
onlardan
sığın,
Allah'ın
kuşattığında, zimmetini
(Allah ve Resulü adına zimmet)' isterlerse; onlara, Allah ve Resulü adına zimmet verme! Zimmeti, kendi adına ve arkadaşların adına ver! Zira kendi zimmetinizi ihlal etme durumunda kalmanız, Allah ve Resulü adına verilen zimmeti ihlal etmekten, ehvendir! (5) Bir kaleyi, bir yerleşim
yerini
kuşattığında, senden, kendilerine; 'Allah'ın hükmü' uygulanmak üzre antlaşma isterlerse, bunu da kabul etme! Onlarla antlaşmayı, kendilerine. 'kendi hükmünüz' ve 'arkadaşlarınızın hükmünü' uygulamak
üzre yap! Zira, Allah'ın onlar nedir? Siz onu bilemezsiniz/"
hakkındaki
hükmü
Bu bilgiyi bize ulaştıranlardan îmam Müslim, bu hadisin, Süleyman b. Büreyde'den başka, Numan b. Mukarrin ve Şu'be (r) tarafından da aynen rivayet edildiğini haber vermektedir.(96) Bu Haber'in bildirdiği uygulama üzerinde İmam Ebu Yusuf ve îmam Muhammed arasındaki farklı değerlendirme ile ilgili bilgileri Serahsi'nin Mebsut'unda görmek mümkündür: Şöyle ki: "İmam Muhammed, bu hadise dayanarak, teslim olmayı kabul edenlerle, '-Kendilerine, Allah'ın hükmü uygulanmak iizere antlaşma yapmanın hiç bir zaman caiz olmayacağı' görüşünü savunurken, İmam Ebu Yusuf, 'Bu talimat, henüz vahyin devam etmekte olması itibariyle hükümlerin an be an değişmekte olduğu ve uzak mesafelerdeki savaş akınlarından Hz. Peygambere ulaşmanın kolay olmadığı o günkü şartlarla ilgilidir. Bugün ise, hüküm değişkenlikten çıkmış; müşriklerle ilgili hüküm bellidir: İslâm'a davet edilirler. Kabul ederlerse, üzerlerine gidilmez; kabul etmezlerse, cizye vermeye davet edilirler. Bunu da kabul etmezlerse, savaşanları öldürülür, savaşamayanları esir edilir.' gerekçesiyle bunu caiz görmektedir. Buna karşılık İmam Muhammed: 'Allah'ın hükmü üzre, diye antlaşma doğru olmaz. Nitekim hadiste: Allah'ın, onlar hakkındaki hükmü nedir? Siz onu bilemezsiniz!' diye bildirilmiştir. Ebu Yusuf un sözünü ettiği hüküm, muhasara edilip teslim alınanlarla ilgilidir. Direnmeye devam edip, Kendilerine Allah'ın hükmü uygulanmak üzre antlaşma yapmak isteyenler hakkında ise Allah'ın hükmü nedir? biz onu bilemeyiz,' demektedir." Bu görüşleri nakleden ve değerlendiren İmam Serahsi devamla:
"Bu ifade, Ehl-i Sünnet'in, 'Müçtehit, içtihadında, hata da isabet de eder.' Tarzındaki görüşüne delil teşkil eder. Zira Hz. Peygamber: 'Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? Bilemezsiniz', buyurmaktadır. Şayet her müçtehit içtihadında
isabet ediyor olsaydı, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü içtihatla bilinirdi." demektedir. (97) Öyle görünüyor ki Davet Hadisi'nde geçen, "Allah'ın onlar hükmü nedir? Siz onu bilemezsiniz!"
de
hakkındaki
uyansındaki mesajı, îmam Muhammed
algılayabilmiş; İmam Ebu Yusuf bunu yakalayamamıştır. Zira, İmam Ebu Yusuf un gerekçesinde "yerleşmiştir" dediği hükümler, İmam Muhammed'in ds işaret ettiği gibi, esasen ilk seriyyelerden itibaren verilegelen talimatla bilinen maddelerdir.
Burada şu hususa da işaret edelim ki, üzerinde durduğumuz ve bizi konu hakkında aydınlatan en önemli delillerden biri olan bu Davet Hadisi, öyle, sadece rivayet edilmiş ve hadis kaynaklarında kalmış bir haber değil; Serahsi'nin Mebsut'undan naklettiğimiz değerlendirme de göstermektedir ki, imam müçtehitlerce enine boyuna değerlendirilmiş; maruf ve meşhur bir uygulamadır. Çalışmamızda, bundan sonra yeri geldikçe, Davet
Hadisi
anacağımız bu talimat bize, Kanuni düzenleme konusu olan konularındaki düzenleme ve uygulamaların, Allah'ın hükmü Adına
adı ile muamelat
üzre ve
Allah
iddiasıyla yapılmasının, değil gerekli olması, dinen caiz ve mümkün
olmadığım göstermektedir.
Öyle ya, günün ihtiyacı gereği bir kanuni
düzenleme ve uygulama yapacaksınız ve buna:
-Bu, Allah'ın hükmüdür; Bu, Allah'ın kanunudur; Bu, Allah adma bir düzenlemedir! diyeceksiniz! Hz. Peygamber (s)'in bu uyarısı, hiç bir tereddüde yer bırakmayacak açıklıkla bildirmektedir ki, bu doğru değildir! Esasen akıl var mantık var:
-Ne biliyoruz, o düzenlememizin, içinde bulunduğumuz şartlarda, Allah'ın iradesine uygun olduğunu ve ne hakla iddia ediyoruz ki bu düzenleme ve uygulama Allah adınadır diye? Bu yetkiyi nereden alıyoruz? Bu satırlar yazılırken (2 Kasım 1995), Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Patent Kanunu Tasarısı görüşülüyordu. Bir milletvekili,
TRT 3 kanalından canlı olarak verilmekte olan müzakereler sırasında maddenin müzakeresi üzerine aldığı söz sırasında: "-Sayın Milletvekilleri, Verdiğimiz önergelerle; yaptığımız konuşmalarla ve yoklama isteklerimizle size eziyet ediyoruz. Onun farkındayız. Ama, inanın ki biz size eziyet olsun diye yapmıyoruz. Biz, Hakkın destekçisi, batılın düşmanı bir teşekkülüz. Biz inandığımız hakkı savunmak için bunu yapıyoruz. Batılı engellemeye çalışıyoruz. Biz Zabıt Katipleri ile beraber Kiramen Katibinin de yazdıklarını biliyoruz. Hakkı müdafaa sorumluluğumuzu yerine getirdiğimizin tescili için, hem zabıt katiplerince hem de Kiramen Katibin tarafından yazılması için bunu yapıyoruz!" tarzında bir konuşma yaptı.Bu konuşmayı yapan ve aklı sıra hakkı/dini savunduğunu sanan bu Milletvekili, niyeti ne olursa olsun, Hz. Peygamber'in; ümmetini uyardığı ve az önce işaret ettiğimiz cür'etli iddiada bulunuyor; bilerek veya bilmeyerek büyük yanlış yapıyordu. O sayın milletvekili, savunduğunun hak olduğunu nereden biliyordu? Üstelik savunduğu da düpedüz yanlıştı. Çünkü, o Kanun Tasarısıyla getirilmek istenen, imalata disiplin getirmek; patent hırsızlığım ve haksızlığı önlemekti. Konuşmacı gerekçesinde: "-Benim esnafım, kanunu anlamaktan aciz; Siz ona ağır cezalar getirmek
istiyorsunuz.
Biz
bu esnafımızı
korumak
istiyoruz/"
diyordu. İddiası doğruysa, düşünemiyordu ki, onun görevi, kanunun anlaşılır halde çıkmasına katkıda bulunmak; bilmeyenlere öğretmenin tedbirlerini almaya çalışmaktı. O öyle yapmıyor; kanunun çıkarılmalını engelliyordu. Üstelik, hakkı savunduğunu ve bu gayretinin zabıt katipleri ile birlikte Kiramen
Katibin
tarafından tescil edilmesine yönelik olduğunu, öne sürerek.; Bilmiyor veya düşünmüyordu ki Hz. Ömer: "-Kurallarımızı bilmeyen,
pazarımıza
girmesin!"
(98) buyurmak suretiyle, alış-veriş pazarına girenin, kural ve öğrenmeleri gerektiğini bildirmiştir.
Esasen, yaptığı
işi
en
iyi
kanunları şekilde
yapabilmek demek olan ehliyet, doğrudan bir Kur'an emridir. LNisa (4), 58] Atalarımız bunu:
Yarım doktor candan eder, Yarım hoca dinden eder; Yarım dülger maldan eder! diye ifade etmiştir. Ne tür bir iş olursa olsun, iş yapan, onu, en sağlam, en doğru şekilde yapmalıdır. Hele hiç hile yapmamalıdır. Dinimize göre de evrensel hukuka göre de hedef, doğru iş yapılmasını sağlamak; hile ve haksızlığı önlemektir. Nitekim Peygamberimiz (s): "Bizi aldatan bizden değildirl" buyurmuştur. (99) Demek ki patentle ilgili düzenleme, prensip olarak, Hakka aykırı bir düzenleme değil, uygun bir düzenlemedir; bu tartışılamaz. Tartışılacak olan bu düzenlemenin, maksada hizmet için en güzel nasıl yapılacağıdır, yoksa, "Biz, hakkı savunuyoruz!" iddialarıyla engellemek değil!. Açıktır ki o Sayın Milletvekili, bilerek veya bilmeyerek, hak iddiasıyla yanlışı savunuyordu. Bu taze örnek bile, Hz. Peygamber'in, kanuni düzenlemeyle ilgili olarak, ta baştan yaptığı uyarının, ne kadar değerli ve gerekli bir irşad olduğunu ortaya koymaktadır: "-Allah'ın hükmü nedir? Siz onu bilmezsiniz!" Buna, Kur'an'da ilkeleri öğretilen konularla ilgili pratik bir kaç örnek verelim: Bilindiği ve yukarıda geçtiği gibi, savaş esirlerine, üzerinde ittifak edilmiş 2 alternatiften biri veya duruma göre, üzerinde ihtilaf edilmiş 5 alternatiften biri uygulanır. Üzerinde ittifak edilen 2 alternatif, salıverme veya öldürmeden ibarettir. Buna göre savaş esiri, ya salıverilecek yahut öldürülecektir. Bu şıklardan birine karar vermek, yukarıda geçtiği gibi, Ülülemr'e yani Hükümran otorite demek olan Devlet'e aittir. Bu şıklardan birine karar verecek/hükmedecek olan Devlet bu kararı, durumun icabına göre kendisi verecektir. -Acaba, vereceği bu kararda, isabet şansı nedir? -Hiç şüphesiz, her içtihadda olduğu gibi, yüzde elli! İsterse yüzde dojssandokuz isabet şansıyla bir karar vermek durumunda olan yetkililer, savaş esirlerinin salıverilmelerine de
öldürülmelerine de o konuda ya isabet etmiş yahut en az yüzde bir ihtimalle yanılmış olarak, karar verecektir. İmdi, ülülemrin yüzde yüz isabetle vermesi sözkonusu olmayan bu kararına: -Bu, haktır; bu, Allah'ın hükmüdür! denebilir mi? Hiç şüphesiz, denemez, denmemelidir. Ya ne demelidir?
-Bu konuda bizim içtihatımız, görüşümüz, kararımız budur. İnşaallah bu karar, maslahata ve hakka uygun, doğru bir tercihtir! demelidir. Zira yetkililerin, içinde bulundukları şartları dikkate alarak vermek durumunda oldukları hükme, "Bu hüküm Allah'ın hükmüdür." demek, büyük bir cür'et ve sonuçta, büyük bir iftira olur. Hakkında nass bulunan, hırsızlık ve cezası konusunu da değerlendirelim: Bilindiği gibi, bir fiilin hırsızlık suçu sayılması.için, gerek hırsız hakkında gerek çaldığı mal hakkında bazı nitelik ve şartlar belirlenmiştir. Varsayalım ki, çalan da çalınan mal da, Fakih dediğimiz İslam Hukukçusu alimlerin belirlediği ve İslam Hukuku Külliyatı demek olan Fıkıh'ta kayıtlı nitelik ve şartlara uymaktadır. Bu durumda hakim, bu hırsızın elinin kesileceği yönünde bir karar verirse, bu hüküm, kimin hükmü olacaktır; Allah'ın mı hakim'in mi? Ondan da önce, Fıkıh kitaplarında yer alan o nitelik ve şartlara bağlanmış hüküm kime aittir; Allah'a mı fakih'e mi? İşte, cevabı verilirken iyi düşünülecek soru budur! Evet, fıkıhtaki düzenlemede, başka bir ifade ile kanuni düzenlemede nitelik ve şartların belirtilmesi bir ihtiyaçtır ve gereklidir. Verilen ceza kararında da, şekil şartları aranmalıdır. Ancak, -Yapılan düzenleme ve verilen hüküm, acaba ne derece isabetlidir; Allah'ın emir ve iradesine ne derece mutabıktır? Soru budur! Zira, yukarıda da geçtiği gibi, biliyoruz ki Hz. Peygamber (s) "Elinizden geldiği kadar cezayı düşürmeye bakın!" buyurmuş; Hz. Ömer, bir kıtlık yılında, hırsızlığın cezasını uygulamamıştır. Öyle olunca,
- Allah tarafından, sırf kamu düzenini (nizam-ı alem) temin maksadıyla, bu dünyada uygulanması
için öğretilen ve
izin
verilen
bir
cezanın
(hadd)
uygulanması yönünde yapılacak bir düzenlemeye ve o düzenlemeye dayanarak hakimin
vereceği bir hükme,
"Bu
Allah'ın
hükmüdür!"
demenin
doğru
olmayacağı açıktır. Buna gerek de yoktur.
Burada, hemen işaret edilmesi gereken bir nokta var. Bu açıklamalar, şöyle bir soruya yol açabilir: -Fıkıhtaki düzenlemelere de "Bu, Allah'ın hükmüdür!" demeyeceğiz, hakimin vereceği hükme de! Dinin hükümleri, öyle belirsiz bir şey midir? -Hayır! Dinin hükümleri apaçıktır. Belirsizlik sözkonusu değildir: * Allah Vardır ve Birdir; *Peygamber Haktır; *îmanın şartı altıdır; *İslâm'ın şartı beştir; *Haramlar da helaller de apaçık bellidir: *Hırsızlık, adam öldürme ve zina haram; *Çalışıp alm teri ile kazanmak ve nikah helaldir. *Hırsızlık, adam öldürme ve zina aynı zamanda suçtur ve bu suçları işleyenler cezalandırılmalıdır; *Cezalar suçu önlemek içindir. *Miras haktır ve kadın erkek ayırımı yapılmadan bütün yakınlara pay verilmelidir; *Evlenmek meşru; evlilik dışı ilişki haramdır;
Bu apaçık örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örnekler, dinimizin öğrettiği hükümlerin belirsiz hükümler olmadığını anlatmağa yetebilir. Dikkat edilirse bunlar, ya mutlak gerçeklerdir yahut evrensel diyebileceğimiz ilkeler! Bu ilkelerin uygulamalarına ilişkin hükümler ise:
a) İbadet hükümleri, b) Muamelat hükümleri diye iki kategoriye ayrılır. Bunlardan, ibadet hükümleri, değişmez hükümlerdir ve bunlara "Allah'ın hükmüdür." denir. Muamelat hükümleri ise, içinde bulunulan şartlara göre değişmeye açık hükümlerdir ve hakkında nass bulunanları dahil, bunlarla ilgili düzenlemelere "Allah'ın hükmüdür." denemez. Çünkü: a) İbadet hükümleri, Yüce Yaratan'ı tanıma ve O'na şükür için öğretildiğinden ve bunlar, ruh temizlik ve olgunluğunu sağlamaya yönelik davranışlar olduğundan, bunlar tamamen, Hz. Peygamber (s)'in öğrettiği gibi uygulanır. Bu hükümler, prensip olarak içtihada konu olmazlar. Bunlarda içtihat yok değil. Ancak, bunlarda içtihat, sadece, bunların nasıl öğretildiğini ve nasıl yapıldığını tespit amacına yönelik bir çalışmadan ibarettir. b) Muamelat hükümleri ise, insanların, bu dünyaya yönelik ihtiyaç ve maslahatlarını karşılamak için öğretildiğinden, bu konularla ilgili öğretiler, ihtiyaç ve maslahat'a bakılmaksızın, olduğu gibi uygulanacak hükümler değildir. İhtiyaç ve maslahatlar, günün şartlarına göre belirlenecek konular olduğundan, hakkında nass bulunanları dahil, muamelat hükümlerinin tamamı, prensip olarak içtihadı konulardır. Açıktır ki, ibadet konularında yapılacak içtihadın menatı yani içtihatla varılacak hükmün dayanak noktası nass yani ayet ve hadis iken; muamelat konularında yapılacak içtihadda hükmün menatı, maslahat-ı nas yani insan ihtiyaçlarıdır. Dinin; İtikad ve ibadet konularından ibaret hükümlerinin değişmez hükümler olmasının sebep ve hikmeti de budur! İçtihadi konular olan muamelat konuları da belirsiz değil ama, bunlara: "Bu Allah'ın hükmüdür." veya, "Allah'ın hükmü budur!" diyecek kadar da kesin hele değişmez değildir. Zira, bunlar, zamana, zemine, içinde bulunulan şartlara, ihtiyaç ve maslahata., bağlı ve onların
değişmesiyle değişecek hükümlerdir. İşte: "Müçtehit içtihatında, hata da eder isabet de. Hata ederse bir sevap; isabet ederse iki sevap alır." şeklinde, Usul-i Fıkh'ımızda da yer alan kuralı böyle anlamak gerektir. "Allah'tan başka tanrı yoktur." ifadesi bir hükümdür. Bu hükmü Yüce Allah, elçileri vasıtasıyla bize bildirmiştir. Kendimize ve dış dünyaya bakarak, aklımız da bize bunu söyler: Bizi, anamızı, babamızı, yeri göğü., her şeyi, yaratan; yaşatan; koruyup gözeten biri vardır.O'nun eşi, emsali benzeri yoktur. O Biricik Tanrı olan Allah'tır. Allah'tan başka tanrı yoktur.
Bu hüküm zamana, mekana, şartlara ve şahıslara göre değişmeyen ve: "Bu, Allah'ın hükmdür; mutlak gerçektir." diyeceğimiz, kesin bir hükümdür. "Muhammedün Resulullah = Muhammed
Allah'ın Elçisîdir." ifadesi de bir
hükümdür. Bu hükmü de Allah; Elçisi Hz. Muhammed ve Kitabı Kur'an vasıtasıyla bize bildirmiştir. İşte, bu hüküm de Allah'ın hükmüdür. Allah, Hz. Muhammed'i insanlara Son
Elçisi
Yüce
olarak göndermiş; O
Son
Elçi'sine, vahiy yolu ile Kur'an indirmiştir. Yüce Allah'ın Son Elçisi Hz. Muhammed,
Hz.
Adem'den
bu
yana
bilinen
din
olan
İslam
dinini
tamamlamıştır.. Bu hüküm de zamana, mekana, şartlara ve şahıslara göre değişmeyen ve: "Bu hükümler, mutlak gerçektir; Allah'ın hükmüdür." diyebileceğimiz kesin bir hükümlerdendir. "Hırsızın
elini kesin. Yaptıklarına ceza ve Allah'tan
önleyici
bir tedbir
olarak!" [Maide (5), 39) emri de bir hükümdür. Bu hükmü de yine Kur'an-ı Kerim yoluyla Allah bildirmiştir. Dolayısıyla, Bu hüküm de bir Kur'an ayeti olarak hak ve gerçektir.
Ancak, dikkat edilirse, insanların kendi kendilerine, kendi şahsi hayatlarında uygulayacakları bir hüküm değil; yetkililer tarafından başkalarına uygulanacak bir hükümdür. Açıktır ki bu hüküm yani el kesme, doğrudan dini mükellefiyet doğuran dolayısıyla şahısların kendi nefislerinde uygulayacakları bir
hüküm değildir. Nitekim ayette, "..önleyici bir tedbir olarak." diye bildirilmiş bir hükümdür. Yani mutlak bir hüküm değil; mana ve hikmeti açıklanmış, kayıtlı bir hükümdür. Mutlak hükümler değişmez; kayıtlı hükümler, kayda tabidir. Onun için de içtihat konusudur. Ayrıca, az önce de işaret ettiğimiz gibi: Hırsız kime denir? Bir şey çalana! Çalman şeyin cins ve miktarı ile çalanın durumu ve içinde bulunduğu şartlar., ceza uygulayabilmek için, bi'l-icma yani müçtehit alimlerin oybirliği ile sözkonusu olduğu ve bunları belirlemek, insan işi bir içtihat konusu olduğu için, bu hüküm, nassla sabit bir. hüküm olduğu halde, içtihadı yani kanuni düzenleme konusu bir hükümdür. Burada, yukarıda da geçen bir örneği daha hatırlayalım. Kur'an-ı Kerimde "savaş esirleri" hakkında: "..Sonra da artık ya menn ya fida.." buyuruluyor. [Muhammed (47), ayrt, 4] Yani muhayyersiniz: Ya lütfeder onları karşılıksız salıverirsiniz, yahut bir fidye karşılığında salarsınız. Harp esiri hakkında, mesela bu iki hükümden birinin uygulanması, Yüce Allah'ın bize, Kur'an yolu ile bildirdiği hükmüdür. Dikkat edilirse esirler ya, onlardan hiç bir şey alınmadan salıverilecekler, yahut, onlardan fidye alınacak ve öyle salıverileceklerdir. Maamafıh, konu ile ilgili başka ayetlerin bildirdiği diğer alternatiflerle bunlar 5'e kadar çıkmaktadır. Onları yukarıda da gördük. Şimdi, savaş esirlerine, bu şıklardan biri uygulanacağına göre, duruma göre, mecburen içtihatla verilen bu konudaki hükme: "Allah'ın hükmü budur." deme imkanı var mıdır ve böyle demek doğru olur mu? Demek, konu muamelat konusu ise, hakkında nass bulunanlar da içtihat, yani kanuni düzenleme konusudur. Çarpıcı bir örnek daha görelim: Kur'an-ı Kerim'de, terörist eşkıyaya verilecek cezayı bildiren ayet var. Ayetin meali şöyle: "Allah ve Resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da hapsedilmeleridir. Bu onların dünyadaki riisvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır." [Maide (5), 33]
Dikkat edilirse bu ayette, terörist eşkıyaya verilecek ceza değil, cezalar bildirilmektedir.
Bu
Ayet-i
Kerime'nin
uygulaması
hakkında
İmamların telifi mümkün olmayan farklı içtihatları var. Şöyle ki:
a) îmam Ebu Hanife ve îmam Şafii, bu eylem sırasında: "-Adam öldüren, idam edilir; -Adam öldürmemiş de sadece mal gasp etmişse, el ve ayakları çaprazlama kesilir. -Adam öldürmediği gibi mal da gaspetmemişse, nefyedilir yani hapsedilir." diyor. b) îmam Malik, bu eylem sırasmda: "-Cinayet işleyenin cezası belli: İdamdır. Muhayyerlik, bu idam cezasının uygulama biçimindedir; -Mal gasbeden hakkında, idam'la el ve ayaklarının kesilmesi arasında muhayyerlik vardır; -Adam öldürmemiş ve mal gasbetmemiş de olsa, bu terör suçunu işleyenler hakkında ise, idam; el ve ayaklarının kesilmesi ve nefyetme arasında muhayyerlik vardır. -Bu cezalardan birinin tayini otorite'nin yani Devlet'in yetkisindedir!" diyor. c) Diğer Bazı müçtehitler ise: "Tahyir yani muhayyerlik mutlaktır. Zira
,
Müçtehit
ayette ev, ev, ev yani veya, veya, veya buyurulraaktadır. O halde duruma göre: İdam'dan Haps'e kadar değişen cezaların takdiri otoritenin yani Devlet'in yetkisindedir. Şartlar öyle gerektirmişse: -Adam öldüren bile sadece hapis cezası ile cezalandırılabilir; -Adam öldürmüş veya mal gasbetmiş olmayıp sadece yol kesmiş olsa da, ihafe-i tarikte bulunmuş yani yollara korku salıp terör yaptığı için ölüm cezasıyla cezalandırılabilir." diyor.(lOO) Dikkat edilirse İmam-ı A'zam Ebu Hanife ile İmam Şafii, terörist eşkıyanın eylemleri sırasındaki fillerinin yani suçun muhtevasını dikkate alırken, İmam Malik ve diğerleri, onların eylemleri sırasındaki fillerini değil, doğrudan eylemlerini yani suçun mahiyetini dikkate almaktadır. Akıl için yol bir. Terörist eşkıyaya bu ayette bildirilen dört cezadan hangisinin uygulanacağına, içtihatla karar verilecektir; bu kesin! Bu konudaki içtihat ise her halde: Ya, İmam-ı A'zam ve İmam Şafii'nin yaptığı gibi suçun mahiyetine; yahut, İmam Malik ve diğerlerinin yaptığı gibi suçun muhtevasına bakılarak yapılacaktır. Açıktır ki bu iki içtihat arasında büyük fark vardır: Suçun muhtevasına bakarak yapılan içtihada göre terörist eşkıyaya ölüm cezası ancak adam öldürmeleri durumunda verilebilecekken; suçun mahiyetine bakarak yapılan içtihada göre, terörist eşkıya, adam öldürmüş veya mal gasp etmiş olmasa da, ortam ve şartların durumuna göre, sadece yol kesip korku salmaları yani terör
yapmaları sebebiyle ölüme mahkum edilebilecek hatta, ortam ve şartlar onu gerektirmişse adam öldüren eşkıyaya bile, sadece hapis cezası verilebilecektir. Şimdi soru şudur: -Hak bir olduğuna ve içtihatla varılan birden fazla hükmün her biri hak olamayacağına göre; suçun muhtevasına bakılarak varılan hükümlere mi Allah'ın hükmü anlamında olarak ŞerVat diyeceğiz; suçun mahiyetine bakılarak varılan hükmlere mi ve hangisine? Bu sorular bize anlatmaktadır ki, içtihatla belirlenmek durumunda olan kanuni düzenlemelere "Dini Hüküm" anlamında olarak ŞerVat demek mümkün olmadığı gibi, az önce Davet Hadisinden de öğrendik ki dinen doğru da olmamaktadır. Bu noktada şöyle bir soru sorulduğunu duyar gibiyim: -Efendim, Ülülemr hangi hükmü uygulamaya karar vermişse artık o, Allah'ın hükmü oluyor. Öyle değil mi? Dolayısıyla müçtehid de hükmetse sonuçta ona Allah'ın hükmü demekte ne sakınca var? -Bu husus, kavranması dikkat isteyen çok ince bir konudur! Doğrusu, içtihadî hükümlerde hükümran otorite bir tercih yapmışsa o hüküm artık Allah'ın hükmü gibi lazimurriayedir, lazimulittiba'dıv yani ona itaat Allah'ın emridir. Ancak, bu lüzum, o hüküm Allah'ın hükmü olduğu için değil; içtihadî konularda "otorite"nin tercih ve kararına itaat Allah'ın emri olduğu için! Böyle olmasaydı da tüzel kişi olarak Otorite'nin, gerçek kişi olarak mü'min'm, tercih ettiği her içtihat Allah'ın HükmülDinin hükmü olsaydı, karşımıza iki sakınca çıkardı: (1) Hak bir; Din bir! iken Hakkı da Dini de çoğaltmış olmak! O zaman ortada, sabit hiç bir gerçek kalmadığı gibi, hak aramanın da bir manası kalmazdı! ' (2) Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği ve pratik önemi çok büyük bir realiteyi de ifade eden: "Müçtehit içtihatında bazen hata bazen isabet eder!", prensibi reddedilmiş olurdu.
Bu her iki sakıncadan, hele birincisinden, Allah'a sığınmak lazım! Ondört asırlık tarihimiz boyunca görülmeyen "İslam Devleti",
"İslam
Cumhuriyeti",
"Şeriat Devleti" gibi, günümüzdeki iddialı isimlendirmeler, aklımız yetmemişse bile, Resulullah'in uygulamasını bize anlatan bu Davet Hadisi ve üzerinde yapılan değerlendirmeler sayesinde kolaylıkla anlarız ki bunlar, cür'etli iddialar olup böyle cür'etli iddiaya gerek olmadığı gibi buna hakkımız da yoktur. Demek oluyor ki, "Şeri'at'ın gereği budur; Allah'ın hükmü budur!" diyerek kanuni bir düzenleme yapmak, dinen gerekli olmak bir yana doğru
A
olmamaktadır.
İkinci soruya, Allah adına yapma-etme iddiasının dinen mümkün ve caiz olup olmadığına gelince: 3.1.2
Muamelatta
Yani Kanunla Yapılan
ve Uygulamada
Dinimizin
Emri,
Düzenleme Bunları,
"Allah'ın Hükmü Üzre ve Allah Adına" Değil; "Ülke Halkının Hükmü Üzre ve Millet Adına"
Yapmaktır.
Çalışmamızın İkinci Bölümünü teşkil eden 2. Maddesinde ayrıntılı ve açık bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi; Ülülemr (Devlet Yetkilileri), tasarruf ıt amm diye de ifade edilen umumi velayete (hükümran otorite) sahiptir. Ancak, bu velayet, Allah Taala'nın, doğrudan vermiş olduğu bir yetki değil; yönettiği ülke halkının, doğrudan veya dolaylı olarak verdiği vekaletlerden doğan bir velayet bir yetki' dir.
Dolayısıyla Ülülemr, Allah adına değil; yönettiği ve vekaletlerini vermiş bulunan ülke halkı adına iş yapmaktadır. Çıkarılacak kanunları, yapılacak düzenleme ve uygulamaları; Allah adına yapma iddiasının doğru olmadığının şer'i (hukuki) izahı, velayet'le ilgili bu tespitte saklı olup ülülemr'in, kanuni düzenleme ve uygulamaları, Allah Adına, Din Adına değil; vekaletlerini aldıkları Ülke halkı adına yaptıkları, yapmaları
gerektiği açıktır. Buniın aksi bir iddia, vakıa mutabık olmadığı cihetle, dinen de yanlış olur. Müçtehit imamların Davet Hadisi üzerindeki değerlendirmelerini, yukarıda (3.1.1), Serahsinin Mebsut'undan naklen sunmuştuk. Orada bu hususu, çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Esasen davet hadisindeki gerekçeli emir ve tavsiye, başka hiç bir delile ihtiyaç bırakmadan konuya açıklık getirmektedir: " Sizinle, Allah ve Resulü adına zimmet akdi yapmak isterlerse, bunu yapmayın; sözleşmeyi, kendi adınıza ve arkadaşlarınız adına yapın! Zira, kendi adınıza yaptığınız akdin icaplarını yerine getirmekte bir kusur etmeniz, Allah ve Resulü adına yaptığınız sözleşmenin gereklerini yerine getirmekte kusur etmenizden ehvendir." Bugün bunun pratiği şudur: -Şi'anın asırlardır itikad edip bugün İran'da uygulamaya koyduğu gibi, devletimize İslam Devleti diyeceğiz ve ülkeyi, Allah adına yönettiğimiz iddiasında bulunacağız. Ne cür'etli iddia! Hangi yetki ve salahiyetle ve niçin? Maamafıh Benzer isimlendirmeyi İran'dan sonra Pakistan gibi kayda değer bazı diğer ülkeler de yapmıştır. Bu tespiti de yaptıktan sonra, şimdi de, Hz. Peygamber (s)'den itibaren bilinen ve büyük bir kısmına yukarıda işaret ettiğimiz uygulamalardan bazı örnekler üzerindeki değerlendirmeleri görelim. Çok iyi biliyoruz ki: Hz. Peygamber, Peygamberlik
Misyonunu
yerine getirirken, Allah'tan
aldığını, ne eksik ne fazla, olduğu gibi tebliğ eder; uygulamalarıyla örnek olurdu. O, bunu yaparken, hiç kimseye bir şey danışma durumunda değildi.
O, ne İmanın Şartı'nin kaç olduğunu, ne Namaz'ın günde kaç vakit kılınacağını, ne Oruç'un yılda kaç gün tutulacağını, ne de Hacc'ın kaç kere yapılacağını., sorardı. Sormak bir yana, kendisi bile, bilinen yollarla Allah'tan aldığı mesaj'a (vahye) göre hareket etmek durumundaydı ve ümmetine de ancak onu bildirirdi. Herkes çok iyi bilmektedir ki, O, dinin usulü olan İman ve İbadet konularım, ümmetine danışarak belirlemek üzere gelmiş değildi. Esasen
böyle bir şey bir Peygamber için sözkonusu da olamaz. Peygamberler, tebliğ etmekle memur ve mükellef oldukları dinin iman ve ibadet prensipleriyle ahlak ilkelerini bildirmek ve yaşayışlarıyla örnek olmak durumundadır. Bunun yanında, bir şeyi daha çok iyi biliyoruz ki, yüce Allah, Elçisi Hz. Muhammed (s)'e, O'na indirdiği Kitab'ı Kur'an-ı Kerim'de:
"Emr konusunda, onlarla meşveret danış!" (Ve Şavir hum fi'l-Emr)
et I
onlara
buyurmaktadır. [Al-i İmran (3),159] Hz. Peygamberin, Peygamberlik
misyonu gereği tebliğ buyurmakta olduğu
Din İşleri'nde ümmetine danışması sözkonusu olmadığına göre, açıktıı" ki bu ayetle emredilen
meşveret
(danışma), O'nun
yürütmekte olduğu Devlet ve Dünya İşleri'yle
ululemr
fonksiyonu
gereği
ilgilidir. Esasen ayette: ( f i ' l -
Emr) buyurulmak suretiyle danışma konusu tayin edilmiştir: "Emr"
yani
Devlet İşleri!. Zira biliyoruz ki Allah her peygambere Ülü'l-Emr (Devlet Başkanı) olmayı nasib etmemiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s) ise,
Peygamberlik
misyonu yanında, aynı zamanda Ülü'l-Emr yani Devlet Başkanlığı fonksiyonuna sahipti: Medine Site Devletinin Başkanıydı.
O sebepledir ki, O'nun düzenleme ve uygulamaları da buyurduğu mesajları da; "-Peygamberlik "-Ülü'l-Emr
misyonu gereği
fonksiyonu
gereği
tebliğ
olanlar" olanlar"
diye iki kısımda değerlendirmek, doğru bir değerlendirme olur. Nitekim Kadı Iyaz (460-545 h, 1083-1149 m), Şifa adlı onlarca şerh yapılmış meşhur ve muteber eserinde: "-Hz. Peygamber, dünyevi konularda bir görüş belirtebilir ve onun aksi çıkabilir; dini konularda değil!" başlığı ile bir fasıl açmış ve:
a) Medineyi Münevvere'ye hicret ettiklerinde, halkın hurma aşıladıklarını (tozlaştırdıklarım) görünce, karışmasalar, yapmasalar? tarzında görüş belirtmiş; halk tozlaştırmayı bırakmış; mevsimi gelince ürün'de kıtlık görülmüş; halkın: '-Hz. Peygamber'in sözü üzerine tozlaştırmayı bıraktık ve böyle oldu.' tarzındaki yakınmalarının kulağına gelmesi üzerine: '-Ben de bir insanım. O benim şahsi kanaatimdi. Beni, şahsi kanaatimden dolayı muahaze etmeyiniz. Ben size dininizden bir şey bildirirsem, ona, elinizden geldiğince uyunuz. Şahsi görüşüm olarak bir şey söylersem, biliniz ki ben de bir beşerim.' (İnnema ene beşer. İnnema zanentu zanna. Fela tuahizuni bi'z-Zann. İza emertuküm bişey'in min diniküm fehuzu bih. Ve iza emertuküm bişey'in min re'yin fe innema ene beşer.) 'Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!' (Entum a'lamu bi amr-i dünyaküm) buyurduğuna, b) Tebük Seferi sırasındaki "tahmin" olayına ait İbn-i Abbas Hadisinde Hz. Peygamber: 'Ben bir beşerim. Ben size Allah'tandır, diye bir şey bildirirsem, o haktır. Ama kendi görüşüm olarak bir şey söylersem, ben de bir beşerim; hata da isabet de edebilirim.' (Fema haddestukum 'Aniliah Ta'ala fehuve hakkun; Vema kultu fıhi min kıbeli nefsi, feinnema ene beşer; Uhtı'u ve Usib!) buyurduğuna. c) Bedir muharebesi için Bedir kuyuları yanında Hz. Peygamberin talimatı ile savaş düzeni alınmıştır. Bu yerleşme şeklini gören ashaptan Habbab b. el-Münzir bunun, vahiy eseri bir yerleşme mi savaş stratejisi gereği bir yerleşme mi olduğunu sormuş; Hz. Peygamberden: 'savaş stratejisi gereği olarak şahsi kanaati eseri olduğunu' öğrenince, 'bunun savaş stratejisine uygun bir yerleşme olmadığı' görüşünü belirtmiş ve: 'Aşağıya, suların (kuyuların) yakınına kadar inip savaş düzenini orada alalım; diğer kuyuları ise taş-toprakla doldurup kullanılmaz hale getirelim; biz sudan istifade ederken düşman bu avantajdan mahrum kalsın.' tarzında bir teklifte
bulunmuştur-. Hz. Peygamber bu görüşü, 'uygun bir görüş' olarak tasvip etmiş ve teklife uygun şekilde yeni bir yerleşim düzenine geçtiğine., dair örnekler verdikten sonra: "Bu örneklerde görüldüğü gibi, Hz. Peygamberdin, dini olmayan konularda, beslediği kanaatin aksinin çıkması, O'nun hakkında bir nakısa bir eksiklik ifade etmez. Zira bunlar ihtisas ve konsantrasyon işidir." diyerek, bizi, konu hakkında aydınlatacak yorumda dır.(lOl)
bulunmakta-
Görüldüğü gibi, bizzat Hz. Peygamber, "Dünya işlerinizi siz daha iyi bilirsiniz!" (Entum a'lemu bi emr-i dünyakum) buyurmakla, "Din İşleri"m "Dünya işleri"nden esasen ve açıkça ayrı olarak mütalâa ettiğini göstermiştir. Hz. Peygamber (s.)in, ululemr fonksiyonu gereği devletin, ülkenin kısaca halk'ın işleri konusunda, örneklerden başka, konumuzda bize ışık tutacak diğer larından, aynı kaynakta ve aynı yerde zikredilen bir örnek de
yürüttüğü yukarıdaki uygulamaşudur:
"d) Hendek savaşı sırasında Hz. Peygamber, kuşatmayı kaldırıp çekilmeleri karşılığında, düşmanla, Medine hurmasının üçte biri üzerine antlaşma yapmak istemiş; ashabın: 'Bu, vahyin gereği ise, emrolunanı yap; şahsi görüş ve kanaatin ise, biz savaşmayı tercih ederiz.' tarzındaki görüşleri üzerine kararını değiştirmiştir. Dikkat edilirse, gerek Bedir'deki askeri yerleşme olayında gerek Hendek'teki barış antlaşması olayında ortak nokta, Resulullah'a: "Bu teklifiniz vahiy eseri ise başüstüne ama şahsi rey v e kaııaatsa diyeceğimiz var." denmiş olmasıdır. -Kime deniliyor? -Aynı zamanda Allah'ın Elçisi olan bir Devlet Başkanına! Anlayana, ne büyük demokrasi dersi!
Burada bir noktayı gözden kaçırmamak gerektir. Ashap, Resuiuilah'a: "Bu, vahyin gereği mi?" diye sorarken "Bu, dinin gereği mi?" diye sormuş olmaktadır. Zira, bir şey ki dinin gereğidir, başka bir ifadeyle Peygamberlik Misyonu gereğidir, Resulullah'm o konudaki açıklama veya uygulamasının da vahyin gereği olduğu, Kur'an-ı Kerim'de açıkça bildirilmiş bulunmaktadır: "O, kendi arzusuna göre konuşmaz. O konuştuğu, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir." [Necm (53),3] Öyle olunca, teklif edilen: -Nübüvvet
misyonu gereği olan
-Velayet fonksiyonu
mesajlar;
gereği olan
mesajlar,
tasnifi, Hz. Peygamberin vahiy eseri olup olmadığı açıklamaya muhtaç bazı söz ve uygulamaları için sözkonusu olsa bile, vahiy mahsulü olduğunda hiç şüphe bulunmayan Kur'an Ayetleriyle bildirilen emir ve hükümler için söz konusu olmamak gerektir." gibi bir düşünceye yer kalmaz. Bu örnekler ve üzerinde yapılan yorumlar, bize, Hz. Peygambere verilen, "Halka danışl" [Al-i İmran, (3), 1591 mealindeki emrin, hangi konularla ilgili olduğunu açıkça anlatmaktadır:
Devlet ve Dünya işleri!
Bu değerlendirmeler ışığında, şunu, açık bir şekilde görebiliyoruz: 3.1.3
Devlet Başkanı Peygamber de Olsa , Devlet ve Dünya İşlerinde Halka Danışmak Durumundadır.
Az önce kaydettiğimiz gibi Kur'an-ı Kerim'de; "..iş (el-Emr) hakkında onlara danış!.." [AI-i İmran (3), 159] buyurulmaktadır. Bir önceki maddemizde geçtiği gibi, bu ayetle Hz. Peygamber'e (s.), danışma emri verilmiştir. Bu emir, sarih bir nassla verilmiştir; bu açık! Soru şu: -Kime danışacaktır? -Elbetteki halkına danışacaktır! -Ne danışacaktır?
-Her halde, iman ve ibadet konularında, mesela,İman'ı ve islam'ın ne olduğunu; islam şartı'nın kaç olduğunu; namazın kaç vakit, kaç rek'at ve ne zaman kılınacağını; orucun yılda kaç gün ve ne zaman tutulacağını., danışmıyacaktır. Çünkü bunlar, az önce de belirttiğimiz gibi, Peygamberlik Misyonu gereğidir ve bu konularda Hakim (Hüküm Kaynağı) tektir ve O da Allah'tır. Değil halk, Hz. Peygamber bile bu konularda hakim (hüküm kaynağı) değil; Elçi'dır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "De ki,..Ben sadece bana vahy olunana uyarım." [En'am (6), 50] "Peygamberlere, açık açık tebliğden başka bir şey düşer mi?" [Nahl (16), 35] "Biz seni ancak miijdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." [Furkan (25), 56] " Eğer yüz çevirirlerse bilesin ki biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece duyurmaktır.." [Şura (42), 48/ buyurulmaktadır. Ayrıca, [En'am (6), 66,104, 106 ve 107]; [Yunus (10), 49 ve 108]; [Hud (11), 12]; [Ankebut (29), 50] ve [Ahkaf (46), 9] ayetlerine bakılabilir.
Esasen, hangi hususlarda danışacağı konusu da ayette sarahaten bildirilmiştir: "iş" (el-Emr). Açıktır ki, buradaki iş't&n kasdedilen, devlet ve dünya işleridir. Nitekim: "..Onların iş'leri aralarında danışma iledir ..[Şura (42), 38] ayetinde geçen "iş" (emr) de aynı manadadır. Demek oluyor ki; bir Peygamber, aynı zamanda Devlet Başkanı (Ülülemr) ise, Devlet Başkanlığı Fonksiyonu Gereği yapacağı işlerde yani peygamberliğin asli misyonu gereği olmayan devlet ve dünya işlerinde, ülke halkına danışacaktır. Peygamber devlet başkanları bile, devlet işlerinde ülke halkına danışmak durumunda olduğuna göre, ülke idare ederken halkına danışmak durumunda olmayacak kimse düşünülebilir mi?
Ülkeyi yönetme sorumluluğunu yüklenenler, ülkenin ve insanlarının ihtiyaçlarına aklın ve ilmin gerektirdiği çözümler üretmeye çalışacak; ülkenin ve halkın ihtiyaçlarına çözüm getirecek düzenleme ve uygulamalarda bulunacaktır. Her hangi bir ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu taşıyan kimselerin, kendileri Peygamber de olsa, yapacakları düzenleme ve uygulamalarda halka danışması demek, onların kendi işleri konusunda halkın görüşünü alması demektir. Açıktır ki; Kur'an-ı Kerim'm bu emri; akim da, ilmin de, işin de gereğidir. Burada, hemen şu hususa işaret etmeliyiz ki, Kur'an-ı Kerim'de, idare ve muamelat konularına ilişkin açık nasslar vardır. Gerçi bunlar, Hz. Peygamberin Devlet Başkanlığı Fonksiyonu gereği nazil olmuş ve o günki toplumun ihtiyaçlarına çözüm getiren ayetlerdir. Dolayısıyla devlet ve dünya işleriyle ilgilidir. Ancak, yukarıda belirttiğimiz gibi bunlar da Tanrı Buyruğu (Kelam-ı Kadim) olmaları itibariyle, değeri hiç bir zaman eksilmeyecek ve sonsuza dek insanlara ışık tutacak örnek norm değerinde mesajlardır. Cemiyetin problemlerine çözüm getirmek isteyen hiç bir düzenleme, tarihi tecrübeden müstağni değildir; "Benim ona ihtiyacım yok", diyemez. Hal böyle olunca, bu örnek norm'lar da, başta Müslümanlar, bütün insan cemiyetleri için, her zaman ve mekanda, aktüel problemlerin çözümünde başvurabilecekleri ve yararlanabilecekleri, çok değerli birer tarihi tecrübe'dir. Nitekim, geçmiş insan topluluklarında görülen; başta dinler, çeşitli kaynakların şekii verdiği tarihi tecrübeler, bir muhassala teşkil etmiş ve günümüzde, "Evrensel Değerler" olarak insanlığa mal olmuştur. Bu değerlerin başında /«san hakları gelmektedir. "Bu hakları
insanlığa,
dinler, son olarak Kur'an-ı Kerim öğretmiştir", dersek mübalâğa etmiş olmayız. Bilindiği gibi, dinlerin gerçekleştirmek istediği ortak hedefler var. Bu hedeflere, "Makasıd-ı Hamse" yani beş temel amaç denir. Bunlar:
-Nefsi muhafaza (can güvenliği) -Malı muhafaza (mal güvenliği),
-Nesli muhafaza (aile güvenliği), -Aklı muhafaza (sağlık güvenliği), -Dini muhafaza (din ve vicdan özgürlüğü)'dür. Bunlar, başlangıçta, dini ve ahlaki üslûpla ifade edilmiştir. Bunları, Müslüman hukukçular sonradan hukuki norm formu'na kavuşturmuşlardır. Biz, Mülkiyet Hakkı konusundaki birinci çalışmamızda, Temel İnsan Haklarının, Hz. Peygamber (s)'m Veda Hutbesindeki, bütün dinlerle ortak hedeflere benzer tarzda "Peygamber üslûbu" ifadesinden sonra, "hayat", "hürriyet" ve "mülkiyet" olarak hukuki norm formu'nda ilk defa Müslüman hukukçular tarafından, hem de insanın bu dünyaya gelişinden çok önceye giden ve Kur'an Ayetinde bildirilen bir metafizik sözleşmeye dayandırılarak ifade edildiğini tespit etmiştik. (102) O çalışmamızda tafsilatı görülebileceği gibi, Müslüman hukukçulardan Ebu Zeyd ed-Debbusi (Ö.428/1036), "Hem Rabbın Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendilerine şahit tutarak: '-Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye işhad ettiğinde '-Bela, dediler: Şahidiz!'. Kıyamet günü bizim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz, yahut: '-Önceden atalarımız şirk koşmuşlar. Biz ise onlardan sonra gelen nesildik! Şimdi o batılı tesisi edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?' demeyesiniz diye." [A'raf (7), 172] ayetinde bildirilen metafizik mukavele'Attı, insanların, Yüce Yaratanlarını tanıma yükümlülüklerine karşılık temel haklara sahip olduklarını, bunların: -Hayat (el-isme), -Hürriyet (el-Hurriyye) ve -Mülkiyet (el-Malikiyye) olduğunu belirtir. Debussi'nin bu tespiti, kendisinden sonraki bütün alimlere kaynaklık etmiş ve bu haklar, Usulü Fıkha dair kitapların Ehliyet bölümünde, işlenegelmiştir.
Debussi'nin 428h/1036m'de vefat ettiği dikkate alındığında, Müslüman alimlerce en geç 11 nci yüzyılda hukuki ifadesine kavuşturulan bu haklar, İslam Dünyası dışında ilk defa 1776 tarihinde, Virjinya İnsan Hakları Beyannamesinin Birinci maddesinde dile getirilmiş; bunu takiben 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesinde yer almış; nihayet 1949'da Birleşmiş Milletler İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi ile, en azından nazari planda, bütün insanlığa mal olmuştur.
Bir kere, Müslüman alimlerin, Kur'an ışığında kaydettikleri o gelişme, büyük başarıdır. Bunu baştan tespit edelim. Ancak: İslam Dünyası dışında görülen Dünya çapındaki bu gelişmenin, son zamanların modasına uyularak küçümsenbilecek bir gelişme olmadığını da kabul edelim. Gerçekten bu gelişme, Yüce Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın gösterdiği, mucize çapında çok önemli bir gelişmedir. Mucize çapındaki bu gelişmeyi, çevremizde müşahede ettiğimiz gibi, son zamanların modasına uyarak çifte standart ve benzeri sloganlarla küçümsemeye hatta inkara kalkışmak, kanaatimiz odur ki, Yüce Allah'ın o gerçekten büyük eserine saygısızlık olur. Bunun ise o büyük eserin Yaratıcısına saygısızlık olacağım söylemeye gerek yoktur. Esasen bu gelişme, tamamen Müslüman dünyanın dışında ortaya çıkmış olsaydı da Müslümanlar bunlara kendi malı gibi sahip çıkmak ve onları benimsemek durumunda olacaktı. "İlim ve hikmet müminin yitiğidir; Onları nerede bulursa alır/onlara sahip çıkar!( 103) mealindeki Peygamber sözü bunu gerektirir. Kaldıki, az önce okuyucularımızın bilgisine sunduğumuz gibi, Temel İnsan Haklarını Müslüman alimler, Kur'an-ı Kerim'e dayanarak, çok erken sayılacak çağda tespit etmiş ve öğretmişlerdir. Gönül arzu ederdi ki, bu gibi sosyal ve hukuki konular dahil, her konuda, ellerinde Kur'an gibi Son İlahi Mesaj bulunan Müslümanlar, bütün insanlara hep öncü ve örnek olsalar ve onlara hizmet sunsalardı. Bilindiği gibi Sevgili Peygamberimiz (s):
"İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydası dokunandır!" (Hayrumıas, enfa'uhum liıınas!) Başka bir rivayete göre: "Halk, bütünüyle lyalullahtır/bir büyük ailedir. Halkın Allah'a en sevimlisi, lyaline/o ailenin mensuplarına iyilik edendir." (el-Halku küllühüm ıyalullah. Fe ehabbu'l-Halkı İlallah, men ahsene ila lyalih!) buyurmııştur.(104) Ama ne yazık ki, Müslümanlar ilk asırlarda, hemen her konuda gösterdikleri başarıyı sürdürememiş; zaman içinde hepten geri kalmıştır. İnsan haklan gibi evrensel değerler, İslam Dünyası dışından insanlığa mal oldu/oluyor diye, onlan küçümsemeye veya yok saymaya hiç kimsenin hele Müslümanların hakkı olmamak gerektir. Bazı kimsler, "Bu evrensel değerler, bunları savunan Batı tarafından, sadece kendileri için kabul ediliyor da başkalarına hak tanınmıyor; çifte standart uygulanıyor!" diye düşünebilir. Buna, gözümüzün önünde yaşanan bazı olumsuz örnekler verilebilir. Ne var ki, bu durumda bir şeyi unutuyor oluruz: Bugün Batı'dan beklenenleri, İslam dünyası yapmak durumunda olmalı değil miydi? Unutmamak lazım ki, şayet gelişmiş ülkeler, sahip oldukları imkanları, bazılarımızın değerlendirmelerine göre, haksız kullanıyorlarsa, öyle düşünenlere düşen, o imkanlara fazlasıyla sahip olmak ve onları doğru şekilde insanlığın hizmetinde kullanmak, Kur'an'm öğütlediği gibi, iyilikte yarışmaktır. [Maide (5),2] O zaman müslümanlar olarak vazifemizi yapmış; Allah'ın bize en büyük nimeti Kur'an-ı Kerim'ın elimizde bulunmasının hakkını ödemiş olurduk. Zira biliyoruz ki, Kur'an-ı Kerim sayesinde, hukuki ve sosyal konularda da en mükemmel örneklere sahibiz, ilim ve teknik sahasında da.(105) Yüce Allah, Bütün dünyaya Rahmet olarak gönderdiği son elçisine, her peygambere nasib eylemediği Ülülemr fonksiyonunu nasib ederek ona; Devlet Başkanlığı foknsiyonu gereği emir ve tavsiyelerini de bildirmiş ve O'nu, asli misyonu olan din konusunda olduğu gibi, ek
fonksiyonu olan idare ve muamelat konularında hasene"/güzel örnek [Ahzab (33), 21] kılmıştır.
da
"üsve-i
İfade etmeye çalıştığımız gibi, devlet başkanlığı fonksiyonu gereği nazil olan bu emir ve tavsiyeler, gerçi o günün problemlerine çözüm getirmekteydi. Ancak bunlar, aynı zamanda gelecek devir insan ve toplumları için de, hiç bir zaman
değerinden
bir
şey
kaybetmeyecek
örnek
norm' Iar
hazinesini
oluşturmaktadır. Burada, gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var:
-O günün toplumu ve meseleleri için ideal çözümler olan bu norm'lar, gelecek toplumların değişen şartlarında da, aynen uyulacak ve uygulanacak değişmez kurallar değil; örnek norm'lardır. İdare ve muamelat'la ilgili bu nass'ları, bu emir ve tavsiyeleri böyle anlamaz da, onları, iman ve ibadet konularındaki değişmez dini emir ve tavsiyelerle aynı kategoride değerlendirir ve onların da tıpkı iman ve ibadetlerle ilgili emir ve tavsiyeler gibi, her zaman, her mekan, her toplum ve her şartta hiç bir değişiklik sözkonusu olmaksızın, olduğu gibi algılanması ve uygulanması gerektiğini zanneder ve öyle iddia edersek önce: (l)Yukarıda örneklerini gördüğümüz uygulamaların, Kitap ve Sünnete rağmen uygulanmış örnekler olması gibi yakışıksız bir değerlendirmede bulunmuş olma durumuna düşmez miyiz? Öyle ya, yukarıda gördüğümüz gibi, önümüzde; -Bir, Müellefeyi Kulub'a, ayette sözü edilen ve Hz. Peygamber tarafından ödenmekte olan ödemenin yapılmaması, -Bir, "Ehl-i Kitap'tan olan hanımlarla evlenmeye, ayette helal olarak bildirildiği halde izin verilmemesi, -Bir, "Kıtlık yılında, hırsıza ayetteki bildirilen cezayı etmeme",
tatbik
-Bir, "Evlilikte, küfüvvet'in, nass 'larda yokken şart kılınması"
-Bir, "Zaptedilen ülke topraklarının, ayette bildirilen ganimet fen£al)'den ayrı mütalâa edilerek taksim dışı tutularak gazilere taksim edilmemesi" -Bir, "Akile müessesesinin, çevresine nakledilmesi"
akraba çevresinden alınıp
divan
-Bir, "Boşanma konusunda Hz. Peygamberden itibaren bilinen uygulamadaki değişiklik.. gibi örnekler var. Yukarıda tafsilatıyla anlatılmaya çalışıldığı gibi, her biri hakkında nass ve Hz. Peygamber (s)'in uygulamaları bulunan bu konularda, I. Halife Hz. Ebu Bekir'den itibaren görülen o farklı düzenleme ve uygulamalara, Ashap karşı çıkmamış; icma oluşmuştur. Bu durumda: -Nasıl olur da, başta Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.), Allah'ın emirleri karşısındaki hassasiyetleri bilinen İslam büyükleri ve Ashap, nasslara ve Hz. Peygamber'in uygulamalarına rağmen bir düzenleme ve uygulamada bulunulabilir veya ses çıkarmazlar? -Acaba, bu örneklerde görülen düzenleme ve uygulamalar, görünüşte olduğu gibi nasslara rağmen ve nasslaraa aykırı bir uygulama mıdır? Bu nassa rağmen gibi görünen düzenleme ve uygulamalar, ibadetler dahil, her konuda da sözkonusu mudur? gibi, bir takım sorular, karşımıza çıkmaz mı? Sonra da: (2) Hz. Peygamberin Peygamberlik misyonu gereği tebliğ buyurduğu Ebedi Hidayet Nurları'nı da tartışmalı hale getirme; dolayısıyla, son İlahi risalet'e en büyük ihaneti yapmış olma durumuna düşülmez mi? Öyle ya: -İman,
ibadet ve ahlak esasları da Kur'an'da bildirilmiştir;
evlenme-
boşanma, alış-veriş, miras ve ceza gibi muamelat hükümleri de!
Bu durumda, "Hakkında nass bulunan konularda içtihada yer yoktur" prensibine göre, iman ve ibadet konularında içtihat ederek günün icap ve ihtiyaçlarına göre bir değişiklik sözkonusu olamayacağı
gibi, hakkında nass bulunan muamelat konularında da içtihat ederek günün ihtiyaç ve icaplarına göre bir değişiklik sözkonusu olamayacaktır. Halbuki, yukarıda örneklerini gördük ki, muamelat konularında, ilk halifelerden itibaren içtihat edilerek, hakkında nass bulunan pek çok konuda, zamanın ihtiyaç ve icaplarına göre değişik düzenleme ve uygulama yapılmıştır. Bu durumda: -İman ve ibadet konularında da içtihat edilebilir; zamanın icap ve ihtiyaçlarına göre değişiklik yapılabilir mi denilecektir? Bu şekilde düşünmek, öyle büyük bir yanlışa götürür ki, böyle düşünüldü mü, ortada "sabit gerçek", "değişmeyen değer" kalmaz: Ne din kalır, ne iman; ne ahlaki değerler kalır ne fazilet ölçüleri! Bundan Allah'a sığınmak lazım. Hal böyle olunca, son ilahi mesaj Kur'an-ı Kerim'in emir ve tavsiyelerini, Peygamberimize: - Nübüvvet
misyonu gereği nazil olan emirler,
- Velayet fonksiyonu gereği nazil olan emirler, diye iki ayrı kategoride görmek ve değerlendirmek gerektiğini; -Peygamberlik misyonu gereği nazil olan ayetlerin,
din'i;
-Devlet Başkanlığı fonksiyonu gereği nazil olan ayetlerin, idare ve muamelat kuralları 'nı öğrettiğini; -Din kurallarının değişmez kurallar olduğunu; -Muamelat'a. ait kuralların ise değişmeye açık kurallar olduğunu., görmek ve anlamak durumundayız.
3.1.4 "Din İşleri" Ayrı, "Dünya İşleri"
Ayrıdır.
Günümüzde, bilerek veya bilmeyerek, üzerinde çok tartışılan, çoğukez tartışmasız olarak reddedilmek istenen "din işlerinin ayrı, dünya işlerinin ayrı" olduğu hususu, hemen belirtelim ki, geçmişte, hiç tartışma konusu bile olmamıştır: -"Umur-i Din /Umur-i Dünya", (106) -"Kaza'en/Diyanet en", (107); -"Mesalih-i Diniyye ve Diinyeviyye" (108) -"Sevab-ı Ahiret/Maslahat-ı
Dünya".. (109)
Tabirlerinin, çok yaygın bir şekilde kullanılagelmesi yanında, yukarıda da belirtildiği gibi, hükümdar tarafından yürürlüğe konulan kanunlar üzerinde, Osmanlı Şeyhülislâmlarmca; "Şer'i Şerife muvafıktır!"; "Şer'i Şerife mugayir değildir!"; "-Şer'i maslahat değildir!" gibi mülahazalardan sonra: "Ol bapta emr u ferman, men lehu'l-Emr'indir!"; "Nasıl emredilmiş ise öyle hareket etmek lazım gelir!" tarzında mütalâa belirtilirdi. Bu mütalâalarda da, Şer'i (Dini) olan ve olmayan maslahattan açıkça sözedildiği görülmektedir. Bütün bunlara rağmen, günümüzde, öne sürülen; "Dinimize göre bir, Din İşi/Dünya İşi ayırımı yoktur; dinimize göre, dini olmayan hiç bir iş yoktur!" gibi iddiaları anlamak ve haklı görmek mümkün görünmemektedir. Evet, odun kırma gibi, yüzde yüz dünyevi olan bir işe bile, niyet'le sevap ve günah gibi bir dini değer yüklemek / kazandırmak sözkonusudur: Evini ısıtmakta kullanmak gibi iyi bir niyetle• odun kıran kimse, bu hareketine dini bir değer olan sevap özelliğini, yahut, geceyarısı gürültü ederek başkasını rahatsız etme gibi kötü bir niyetle yine dini bir değer olan günah özelliğini kazandırabilir. ed-Dürrü'l-Muhtar'daki örnekte olduğu gibi, "Kur'an okumak prensip olarak ibadettir. Onu, riya için gösteriş için okumak gibi arızi bir sebep ibadet olmaktan çıkarır ve masiyet haline sokur.. Keza, yolculuk, prensip olarak ibadet değildir.
Ama, hac ve cihad gibi bir maksat ona ibadet manası kazandırırken eşkıyalık gibi bir maksat onu masiyete çevirir".(110) Ancak, bir harekete nasıl bir özellik kazandırılırsa kazandırılsın, onu, asli karakterinden çıkarmaz; bir işin asli karakteri dini değilse, ona, ne kadar dini değer kazandırılırsa kazandırılsın, o iş, dini bir iş olmaz. Açıktır ki, ne kadar sevap işleme niyetiyle yapılırsa yapılsın, odun kırmak, ibadet sevabı kazandırabilir ama ibadet olmaz. Bu hususu, daha açık bir örnekle açıklayalım: -Ödünç vermek, bir karz-ı hasen olarak, dinen sevap bir iştir. Kur'an-ı Kerim de belli va'de ale alınıp verilen borçların, iki şahitli sağlam bir senede bağlanmasını öğütlemektedir. Bilindiği gibi karz-ı hasen, karşılığında, sevaptan başka bir menfaat beklenmeden verilen ödiinç'tiir ve böyle bir ödünç, bir Hadis'te bildirildiği gibi sadakadan/ bağıştan iki kat daha sevaptır (111). Çünkü sadaka her zaman ihtiyaç için alınmış olmayabilir ama ödünç mutlaka bir ihtiyaç için alınmış olmaktadır: İhtiyacı olmayan ödünç almaz.
Kur'an- Kerim'in belli bir va'de ile alınıp verilen borçları senede bağlama emri, İmam Gazali'nin tasnifine göre, "konusu maslalmt-ı dünya olan bir emirdir ve irşad içindir". Dolayısıyla, yine Gazali'nin ifadesi ile, "Kur'an'ın bu emrine uyarak borcu senede bağlayanın sevabı artmadığı gibi, senede bağlamayanın da sevabı eksilmez." (112) Bu bilgilerden sonra bu ödünç, senet ve şahit konusunun din işi ve dünya işi yönlerini görelim: Kişi, sevabından başka bir menfaat beklemeden bir ödünç vermiş; niyetindeki samimiyetine göre bir sevap kazanmıştır. İşin bu yönü, ahiret sevabı'na ilişkindir ve din zj/'dir. Bu kişi, bu ödünç işini, sağlam bir yazılı senede bağlamış olsa, bundan artı bir sevap kazanmamakta; yazılı belgeye bağlamamış da olsa sevabı eksilmemektedir. Çünkü işin bu yönü maslahat-ı dünya yani dünya işi yönüdür. Başka bir ifadeyle:
Sevaptan başka bir şey beklemeden ödünç veren, iyi bir iş yapmış; sevap elde etmiştir. Çünkü o bu davranışıyla bir insanın ihtiyacım karşılamıştır. Bu ise başlıbaşına sevap kazandıran iyi bir iştir. Bunu senede bağlayan ise, işin maslahat-ı dünyaldünya işi yönünü yerine getirmiştir. Çünkü, onun bu davranışı, ölümlü dünyada aradaki hakkın kaybolmaması ve tarafların anlaşmazlığa düşmemesi için senede bağlamış olmakla güzel bir tedbir almıştır. Ancak, konunun özünü ilgilendirmeyen bu muamele, ödünç vermekle yapılan iyi işe artı bir değer eklememektedir. Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim'in bu öğüdüne uyarak senede bağlayan, bundan artı sevap kazanmadığı gibi, senede bağlamayanın da sevabı eksilmez. Daha yalın bir ifade ile söylemek gerekirse, Kur'an'ın, muamele ile ilgili bu emri, yol gösterme demek olan irşad için olup emrin gereğini yerine getirerek verilen ödüncü senede bağlayanın sevabı artmaz; bağlamayanın eksilmez. Çünkü emrin konusu olan muamele, sevab-ı ahiret'e değil; maslahat-ı dünya'ya ilişkindir. Belki gereğinden uzun sayılabilecek bu tahlil ve mülâhazadan sonra, din işi ve
dünya
işi
konusundaki
örneklerle
ilgili
değerlendirmeleri
yeniden
hatırlayabiliriz: Yukarıda iki yerde işaret ve ifade edildiği gibi, konu hakkındaki örnekleri, devrinin dirayetli alimi Kadı Iyaz (ö:542h/l 149m)'ın Şifa
adlı muteber ve
günümüze kadar onlarca şerh yazılan ve elden ele dolaşan ünlü eserinden yukarıda sunmuştuk. Kadı Iyaz bazı örnekleri verdikten sonra şu
değerlendirmeyi
yapmıştı:
" Hz. Peygamber, dünyevi konularda da en az herkes kadar doğru ve isabetli görüş ve kanaate sahiptir. Her Peygamber gibi O da en az herkes kadar akıllı ve zekidir. Ancak,, bu konularda, O'nun, bazen, beklenenin aksine, isabetsiz bir kanaat belirtmesi ihtisas ve konsantrasyon meselesiyle ilgilidir. Çünkü O, biltün himmetini, esas misyonu olan dini-manevi konulara yoğunlaştırmış bulunmaktadır. Bu itibarla, esas misyonuyla ilgili olmayan dünya işlerinde böyle durumların olması, O'nun,
Peygamberlik misyonu hakkında da şahsi durumu açısından da bir nakısa, bir eksiklik ifade etmez" (113) Bu vesileyle şunu düşünmekte yarar var: Galiba biz, dine daha çok fonksiyon kazandıracağız derken, onu, bütün bütün dünyalaştırdık, hatta, devletleştirdik. Halbuki o ne dünyadır; ne devlet. O, Din'dir! 3.1.5
"İdare ve Muamelat" Konularında, Yaparken,"İhtiyaç
ve Maslahat"
Düzenleme Gözetilir.
Önce konu ile ilgili örnekleri gözden geçirelim:
Çalışmamızın Birinci bölümünde, detaylı ve açık bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi, Hz. Peygamber (s.)'in vefatından sonra, O'nun, velayet fonksiyonu demek olan Devlet Başkanlığı fonksiyonuna halef olacak kişi'yi yani Devlet Başkanı'nı belirlemek üzere yapılan müzakereler sırasında, hiç kimse, kendi görüşünü destekleyecek, "dini bir delil" (ayet veya hadis) ortaya koymamış; koymaya da teşebbüs etmemiştir. Görüş ve kanaatlerini ise, sadece: "Araplar, ancak bir Kureyşli'nin etrafında birlik olabilirler. Şu Arap Yarımadasında, hiç bir hane yoktur ki onda Kureyş'le bir ilişik bulunmasın " gibi, işin icabı'm (maslahat) yönelik şahsi görüşlerine dayandırmışlardır. Üstelik Kureyşlilik üzerinde o kadar durulmuş ve o kadar kuvvetle vurgulanmıştır ki, bu Kureyşlilik görüşü, muteber hadis kitaplarına ve kelam kitapları dahil konu ile ilgili klasik dini metinlere, yanlışlıkla; "İmamlar, ancak Kureyş'ten olur!" (elEimmetu min Kurayş!) tarzında bir "Hadis"(!) olarak geçmiş; Kureyşlilikle hiç bir ilgisi bulunmayan Osmanlıların Medreselerinde bile asırlarca böyle okutulmuştur. Bu yanlışlık, ancak, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden, Değerli Hadis Alimi Prof: Dr. Mehmet S. Hatipoğlu'nun araştırması sonucunda, günümüzde farkedilebilmiştir.(l 14)
Şurası bir gerçektir ki; aynı zamanda Devlet Başkam olan Hz. Peygamber (s.)'in, "Kendisinden sonra, halkın başına kimin geçeceğini veya geçmesi gerektiğini bildirmeden", ebediyete intikal etmiş bulunduğunu pek çok müslüman aklına ve imanına sığdıramamaktadır. Ancak, sebep ve hikmetini öğreninceye kadar aklım ve imanını bir ölçüde zorlasa da, konuyu, anlamak maksadı ile ve iyi niyetle soran, öğrenen ve değerlendiren kimse, bu olayda, ne büyük bir hikmet ve maslahatın saklı olduğunu kavrar ve aklını da imanım da rahatlatabilir. Şöyle ki: I
Bir Peygamber olarak Üsveyı hasene/mükemmel örnek olan [Ahzab (33),21] Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.), bu iş'i, Müslümanlara/halka, bırakmak suretiyle, bu çok önemli ve hayati konuda da, bir Devlet Başkanı olarak mükemmel bir örnek bırakmıştır. Ahir Zaman Peygamberinin bundan 15 asır önce sergilediği bu örnek uygulamasına, insanlık, kısmen de olsa, ancak, günümüzde kavuşmuştur: Demokrasi! Hz. Peygamberin bu uygulamasının, ne derece
önemli ve hikmetli
bir
örnek uygulama olduğunu anlamak için, genel manada insanlık tarihini, özel olarak İslam tarihini dolduran iktidar ve saltanat kavgalarına bir göz atmak yeterli olabilir. Bu konuda, en kolay ulaşabileceğimiz bir kaynak olmak üzere, Diyanet Vakfı'mızın yayınlamakta olduğu İslam Ansiklopedisinin
"culus"
maddesine (C.8'de), bakılabilir. Bu maddeyi okuyan görür ki:
Saltanat davasıyla ortaya çıkma ihtimal ve endişesiyle ve nizam-ı alem için; Osmanlılarda bile, amca, kardeş, yeğen veya evlat kanma girmeyen padişah yok denecek kadar azdır. Nitekim, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey de amcası Dündar'ı katlettirmiştir. Bu acı olayları, kimse, atalarımızın yaptıklarını ve tarihimizi kötülemek için kullanmaya kalkışmamalıdır. Zira, bir yakınını öldürtmeye mecbur olmak; iktidar ve saltanat uğruna, kolay katlanılacak bir davranış değildir. Biliyoruz ki, onlar bu yola, çaresizlikten dolayı başvurmak zorunda kalmıştır. Çünkü, o günkü şartlarda, iktidar'ın, kansız-kavgasız el değiştirmesi de korunması da, hemen hemen mümkün değildi ve:
-"İktidar
ve saltanat uğruna daha çok masum kanların akmasını
önlemek"
(defi mefsedet) maksadıyla; -
"Devletin birliğini
korumak suretiyle
halkın
huzur
ve
güvenini
sağlamak" (celb-i maşlaha) üzere;
- "Bu kavgaya sebep olacak potansiyel tehlikeyi ortadan kaldırmak" (sedd-i zeray') için; -Evlat ve Kardeş demeden, en yakınlarını öldürtmeyi göze almak, kötülenecek basit bir uygulama olarak değil, aksine; insanlık tarihinde emsaline nadir rastlanan, yüksek fedakarlık örneği olarak görülmek gerektir. Ne var ki, o günün şartlarında, çaresizlik
sebebiyle başvurulan
bu
fedakarlık, padişahlar için, bu yönüyle takdir edilecek bir davranış olarak görülse bile, toplum vicdanının hazmedebileceği bir hareket olamaz; nizam-ı alem'i sağlamanın başka yolu ve çaresi olmalıydı! Nitekim olmuş; Hz. Peygamberin vefatından sonra, Beni Sa'ide yurdunda, Ensar'ın öncülüğünde yapılan toplantıda, uzun ve çetin müzakereler sonucu bu göreve seçildikten sonra, Hz. Ebu Bekr'ın sergilediği örnek hoşgörü;
herkese
karşı tek tek duyduğu sevgi ve saygı bir de, gösterdiği sabır ve
temkin..
sayesinde, İstisnasız her ferdin bi'atı (kabulü, bağlılık yemini) tam katılımlı hür bir tercih sonucunda, kansız-kavgasız
ile gerçekleşen
işbaşına gelmiş
örneğinde olduğu gibi, günümüz insanı da, Halkın görüş ve kararının
olması hakim
olduğu sistem demek olan demokrasi'yi, fiilen
veya en azından nazari olarak,
büyük
nihayet, bu örnek
bir çoğunlukla
benimsemek
suretiyle,
çözüm'e
kavuşmuştur.
Buraya kadar sunulan bilgiler ve açıklamalar, her halde, İslamiyeti de Demokrasiyi de anlamadan: "İslam'la Demokrasi bağdaşmaz(!)" kanaat ve iddiasında olan iyiniyetli kimselere ışık tutabilir. Zira, başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi, gerçi Demokrasi, insanların bulduğu ve adını koyduğu yeni bir sistemdir. Onu, son Peygamber dahil, hiç bir peygamber, dini veya dünyevi diğer hükümler gibi, sarahaten öğretmiş; daha doğru bir deyişle onun adım
koymuş değildir.. Ancak, aym zamanda Devlet Başkanı olan Son Peygamber Hz. Muhammed'in, -Kendisinden
sonra kimin
"halife"
olacağını
bildirmeden vefat ettiği ve İlk Halife'nin, belirlendiği, göz önüne alındığında, -Bu işin, kalk'ın hür iradesiyle
halkın
iradesiyle
çözüme
kavuşturulması gereken bir iş olduğunu, bu davranışıyla göstermek suretiyle, zımnen öğretmiş olduğu, söylenebilir;. Esasen, O'na verilen danışma emri de uygulamada verdiği örnekler de başta Müslümanlar, O'nun şahsında insanlığa, adı konmamış bir demokrasi tecrübesini sunmaktadır. Burada bir şey akla gelebilir: -Öyleydi de, demokrasi'yi neden Müslümanlar keşfetmedi? -Nedeni açık. Yukarıda Temel İnsan Hakları münasebetiyle işaret ettiğimiz gibi, devlet yönetimi, sadece teorik bilgi konusu değil; pratik gelişme konusudur da ondan! İnsanlığın, bu ileri ve gelişmiş sisteme erişmek için bir tarihi tecrübeye ihtiyacı vardı. O tecrübeden sonra ancak bu ileri ve gelişmiş sisteme erişebilirdi. Buna Müslümanların erişmiş olması beklenirdi. Ancak, bu gibi tecrübeler insanlığın ortak değerleri olma özelliği taşır. Hikmet hadisinde işaret edildiği gibi, bu tecrübeye Çin'de de erişilmiş olsa, onu Müslüman kendi malı gibi alıp benimseyecektir. Gariptir ki,
bu husus bu kadar vazıh iken, bu ileri
ve gelişmiş
tecrübenin/sistemin, sırf, İslam Dünyası dışında gelişmiş/adı konulmuş olması sebebiyle, daha doğrusu, Temel İnsan Haklan konusunda görüldüğü gibi, belki de bahanesiyle, İslam dünyasında bugün, Dinimizin; Peygamberimizin şahsında, başta Müslümanlar, bütün insanlığa öğrettiği bu sistemin inkarı için yapılmadık iş bırakılmamaktadır. Hem de Müslümanlık davası güdenler tarafından! Bu Müslümanlar, bu tavırlarıyla, kendilerini sanki, Hıristiyan
Batının
Ortaçağ
Şartlarını yaşamaya zorlar gibidir. Bu tutum, bir Hadis'i hatıra getirmektedir. Peygamberimiz:
"-Siz, sizden öncekilerin yolunu, adım-adım, karış-karış izleyeceksiniz. O kadar ki onların, bir keler deliğinden sürttüğünü görseniz siz de aynısını yapmaya uğraşacaksınız!" diye uyarmış; Ashabın: "-Sizden öncekiler buyurduğunuz, mıdır, Ya Resulullah?"
Yahudiler ve Hıristiyanlar
diye sorması üzerine: "-Başka kim olacak?" buyurmuştur."(115) Tarihe baktığımız ve İslam dünyasının durumunu göz önüne getirdiğimizde, bugün İslam dünyasının problemlerinin, Hıristiyan dünyamn Ortaçağdaki problemlerinin benzeri hatta aymsı olduğunu görürüz. - O çağın belirgin özelliği ne idi? - Din/Devlet; Papaz/Kral kavgası! Bugün de Müslümanların, din adma, adeta, tek kavgası var: Devlet ve düzen! Bugünün
Müslümanı
öyle
zannediyor
ki,
din
adına
iktidarı
ele
geçirmek/geçirtmek, onun iman borcudur. O, öyle zannediyor ki, din adına iktidarı ele geçirirse, veya din adına iktidarı kontrol edebilirse ancak o zaman Müslümanlık görevini yapmış olacaktır.
Demek ki Hz. Peygamber (s), Ortaçağ'da Hıristiyan dünyada görülen ve Müslümanların günümüzde sergilediği bu tutumu çağlar ötesinden görmüş ve bizi uyarmıştır: - Siz de, Yahudi ve Hıristiyanların
yaptığı
din adına, devlet ve düzen kavgasına
gibi,
kalkışmayın!
BİR ARA SONUÇ Buraya kadar sunduğumuz bilgilerden kolaylıkla anlıyoruz ki, idare ve muamelat konularında, gerek bizzat Hz. Peygamber tarafından gerek Hz. Peygamber (s.)'in vefatından sonra, Birinci Halife Hz. Ebu Bekr (r.) zamanından itibaren, bir kaç yıl gibi kısa zaman içinde, üstelik, hakkında nass bulunan konularda ortaya çıkan yeni durum ve değişen şartlar karşısında, belli başlı örnekleri yukarıda (3.1.1), geçtiği gibi, ihtiyaç
ve maslahat'm
gerektirdiği
durumlarda, nasslardan ve Hz. Peygamber (s.)'in düzenleme ve uygulamalarından farklı bir takım düzenleme ve uygulama örnekleri verilmek suretiyle:
(1) Devletin yapacağı düzenleme ve uygulamalarda, konu hakkında nass da bulunsa, o konudaki ihtiyaç ve maslahat'm gözetileceği öğretilmiştir. (2) Devletin Allah adına değil; millet adın yönetileceğini, Ülkede uygulanacak kanunların Allah'ın Kanunları diye cür'etli ve gereksiz iddialarla değil; Milletin Kanunları gibi mütevazi ve gerçekçi bir anlayışla düzenleneceğini; düzenlenmesi gerektiğini öğretmiştir. Hemen hatırlayalım ki Hz. Peygamber (s), Davet Hadisi'nde, yapılacak vatandaşlık sözleşmesi demek olan zimmet akdi'nin Allah ve Resulü adına değil; kumandan ve askerler, dolayısıyla arkalarındaki halk (millet) adına yapılmasını (Fe a'tıhim zimmeteke ve zimeme ashabik!); kendilerine uygulanacak hükümleri, -modern tabirle uyacakları yasaları- belirleme sözleşmesinde, kendilerine, Allah'ın Hükmü'nün değil; Milletin kanunlarının uygulanacağının belirtilmesini (Fe enzilhum 'ala hukmike ve hükmi ashabik!) istemiştir. Artık açıkça görünen o ki, Yüce Rabbimiz, Peygamberi Hz. Muhammed (s) eliyle, bir yandan "Dini kemale erdirirken" (ikmal) [Maide (5), 3] öbür yandan Devleti de öğretmiştir: - Allah'ın değil; Millet'in Devleti; - Allah'ın değil; Millet'in Kanunları!
İnsanlığın ulaştığı Evrensel Değerlerin, tıpkı Temel İnsan Hakları konusunda olduğu gibi, Devlet ve Yönetim konusunda da Son Peygamber Hz. Muhammed'in öğretisi ile örtüştüğünü (tetabuk) görüyoruz. Laikliğin anlamını da tariflerini de yukarıda gördük. Farklı anlatım, tarif ve uygulamalara rağmen özü ve özeti: -Dini otorite ile Devlet otoritesinin ayrılması; -Yapılacak kanuni düzenlemelerin, Allah adına, din adına değil;
halk
adına, millet adma yapılmasıdır.
Dikkat edilirse burada, Son Peygamber'in bugün hayata geçmiş yeni bir mucizesiyle karşılaşıyoruz: İnsanlığın ulaştığı modern yönetim ilke ve biçimi olan, laiklik! Söz buraya gelmişken, laikliğin, İslam ülkelerinde, özellikle ülkemizde, yanlış anlaşılmış ve zaman zaman bazı yerlerde yanlış uygulanmış olmasının, büyük bir şanssızlık olduğunu tesbit edelim. Bu şanssızlıklardan biri, Ziya Gökalp gibi, Cumhuriyetimizin kültür mimarlarından biri tarafından bu kavramın, -bu bölümün başında, laiklikle ilgili olarak sunduğumuz bilgilerde görüleceği gibidinsizlik anlamım düşündürecek la dini terimiyle ifade edilmiş olmasıdır. Hiç şüphemiz yok ve eminiz ki Ziya Gökalp, ne laikliği dinsizlik olarak anlıyor ve kabul ediyordu ne de bu terimi dinsizlik anlamında olarak kullanmıştır. O, Prof. Başgil'in verdiği bilgide de geçtiği gibi, "dinle ilgili değil, dünyevi; kiliseyle ilgili değil, sivil"! anlamında olarak "la dini" demektedir. Esasen Ziya Gökalp'i okuyan ve tanıyanlar, onun, laikliği dinsizlik olarak algılamış olmadığını görür ve bilirler. Laikliği la dini terimiyle karşılamak ve onu da çok yanlış olarak dinsizlik anlamında olarak algılamak, o yıllar için belki bir dereceye kadar mazur görülebilir. Ancak, gariptir ki, 1979 yılından beri faaliyet gösteren İslam Ülkeleri Din İşleri ve Vakıflar Bakanları Konferansının Sekreteryasma ait yeni metinlerde de bu kavram, dünyada bir asrı, bir
İslam ülkesi olan Türkiye'de yarım yüzyılı aşan, adı konmuş uygulamasına rağmen, "dinsizlik" anlamında olarak "la dini" terimi ile ifade edilmekte; bu kavramın Arapça karşılığı olarak kullanılan llmaniyye" terimi için de: "İlmilik maskesi altında sinsice yürütülmeye çalışılan sapık bir dinsizlik hareketini ifade ettiği" öne sürülmektedir. Öyle görünüyor ki Müslümanlar, Peygamberimizi de Kitabımızı da doğru anlamamak için sergiledikleri tutumlarında daha uzun yıllar bocalayıp duracaklar. Allah herkese doğruyu göstersin. (Amin)
4. SONUÇ Bu anlatmağa
çalışmamızın çalıştığımız
Birinci gibi
Bölümünü
İslam
Dini,
oluşturan Yüce
Birinci
Allah'ın,
maddesinde
Peygamberleri
vasıtasıyla insanlara öğrettiği dinlerin sonuncusudur.
İslam Dininin Kur'an'dır.
Peygamberi,
Hz.
Dinlerin ortak konuları; itikad, haramlardır.
Muhammed ibadet,
ahlak,
(s);
Kitabı,
helallar ve
Dinin İman, İbadet ve Ahlak konuları, Cibril hadisinde topluca anlatılmış ve Müslümanlar bunları İmanın Şartları, İslamın Şartları ve İhsan olarak bilmektedir. Helal-Haram konuları da dinin en temel konularıdır. Allah, bütün bir kainatı insanların hizmetine sunduğunu [Casiye (45), 12-13] dolayısıyla bütün nimetlerin, prensip olarak helal; başta şirk, her türlü haksızlık ve hayasızlığın ise haram olduğunu bildirmiş [A'raf (7), 3233] insanın sorumluluğunu 90 ncı sure, Beled ve 103 ncü sure Asır surelerinde özetlemiştir. Kur'an-ı Kerim'de, bu konuların yanında, muamelat konuları da oldukça geniş bir şekilde yer almaktadır. Bu durum, İslam dininde, "din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceği" gibi bir kanaata yol açmış bulunmaktadır. Bu kanaat, çoğu zaman bir sakınca doğurmamakla beraber, Kur'an-ı Kerim'de yer alan muamelat konularıyla ilgili hükümlerin de itikad ve ibadet konularıyla ilgili hükümler gibi değişmez hükümler olması gerektiğini düşündürdüğü için, ortaya ciddi bir problem çıkarmaktadır. Hz. Peygamber'in davranış ve uygulamalarıyla O'nun vefatından itibaren yaşanan olayların dini açıdan açıklamasının zorluğu da problemin bir başka yönünü oluşturmaktadır. Tafsilatı ve kaynakları önceki bölümlerde sunulduğu gibi: a) Hz. Peygamber (s), Mekke'den Medine'ye göç eder etmez ilk iş olarak sözleşme mahiyetinde bir metin yayımlamış ve sonradan İlk
Yazılı Anayasa kurmuştur.
olarak anılacak bu metinle, Medine Site
Devleti'ni
b) Hiırma aşılaması münasebetiyle: "Karışmasalar, daha iyi olmaz mı?" anlamında bir görüş belirtmiş; halk da aşılamayı bırakmıştır. O sene mevsiminde hurmada kıtlık olunca halk: "Aşı yapmadık böyle oldu!" demiş; bunu Hz. Peygamber işitmiş. Bunun üzerine: "- Faydası oluyorduysa yapsalardı. Ben bir zanda bulundum o kadar. Beni şahsi kanaatimden dolayı sorgulamayınız. Fakat size Allah'tan bir şey bildirirsem onu tutun. Çünkü onda yanlış olmaz." (116), diğer rivayette: "-Ben de bir insanım. Ben size dininizden bir şey emredersem onu tutun. Ben size şahsi kanaatim olarak bir şey söylersem, ben de bir insanım." (117), başka rivayette ise, " Dünya işlerinizi siz daha iyi bilirsiniz!" (118) buyurmuştur. c) Hz. Peygamber (s), Bedir savaşı için vardığı Bedir kuyuları yakınında karargahını ve askerini savaş düzeninde yerleştirmişken Medineli Sahabi Habba b. el-Münzir, "Bu yerleşme vahyin (dinin) gereği bir yerleşme midir?" diye sorup bunun, "Savaş stratejisi gereği, şahsi tercih" olduğunu öğrenmesi üzerine, savaş düzeni için daha uygun bir teklifte bulunmuş; Hz. Peygamber bunu kabul etmiş; tabyasını değiştirmiştir. d) Hz. Peygamber (s), Hendek savaşı sırasında, Medine'de kuşatma altındaki Ashabın çok zor durumda olduğunu hissetmesi üzerine, düşman kumandanı çağırarak muhasarayı kaldırmalarını istemiş ve karşılığında her yıl Medine Hurmasının üçte birini vermeyi teklif etmiştir. Ashaptan Sa'd b. Ubade ile Sa'd b. Muaz, "bu teklifin vahiy gereği olup olmadığını" sormuş, vahyin gereği değil; Hz. Peygamber'in şahsen düşündüğü bir tedbir olduğunu öğrenince, bu yolu tercih etmeyeceklerini açıklamış, Hz.Peygamber de kendi tercihinden vazgeçmiştir. e)Aynı zamanda Devlet Başkanı bulunan Hz. Peygamber (s), kendisinden sonra yerine kimin geçeceği konusunda bir açıklama yapmadan bu dünyadan göç etmiştir. Hz. Peygamber'den sonraki İlk başkan Hz. Ebu Bekir, seçimle; ikinci başkan Hz. Ömer, birinci
başkanın istihlafi yoluyla; üçüncü başkan Hz. Osman, ikinci başkanın tayin ettiği 6 kişilik Şura (Danışma Meclisi) ve dördüncü başkan ise, üçüncü başkanın bilinen şekilde şehit edilmesinden sonra Hz. Ali'nin etrafında birleşilerek seçilmiştir. Bu seçimlerden her biri Ashabın tercihiyle gerçekleşmiştir. f)Kur'an-ı Kerim'in (Tevbe (9), 60] ayetinde, zekat gelirlerinin sarf yerleri arasında Müellefeyi Kulub sayılır. Bunlar, o gün için adlarısanları belli hakiki şahıslardı ve bunlara Hz. Peygamber (s), her yıl zekat gelirlerinden bir pay veriyordu. Birinci Halife Hz. Ebu Bekir (r)'den itibaren bu ödeme yapılmamış; Ashap buna karşı çıkmamıştır. g)Kur'an-ı Kerim'in [Maide (5), 5] ayetinde, Müslümanların, daha önce kendilerine Kitap verilmiş bulunan Yahudi ve Hıristiyanlar demek olan Ehl-i Kitap'tan olan hanımlarla evlenmelerinin helal olduğu bildirildiği halde, İkinci Halife Hz. Ömer (r), buna izin vermemiştir. h)Kur'an-ı Kerim'in [Enfal (8), 41] ayetinde, savaş geliri demek olan ganimetlerin beşte biri hariç, savaşa katılan gazilerin hakkı olduğu bildirildiği halde, yine İkinci Halife Hz. Ömer (r), Sevad-ı Irak adı verilen İran-Irak toprakları zapt olunduğunda, Ashapla yaptığı uzun müzakerelerden sonra, Hz. Peygamber'in (s) uygulamalarından farklı olarak, toprakları dağıtım dışı tutmuştur. i) Kur'an-ı Kerim'in [Maide (5), 38] ayetinde hırsızın cezası el kesme olarak bildirildiği halde, yine İkinci Halife Hz. Ömer (r), bir kıtlık yılında bu cezayı uygulamamıştır. Örnek olmak üzere sunduğumuz bu ve benzeri uygulamaların izahında, Ashap'tan sonra gelen Müslümanlar zorlanmış ve bundan farklı görüşler, farklı mezhepler doğmuştur. Ayrıca, itikad esasları ve ibadet prensipleri gibi değişmez karakterli olması gereken konularla, değişen hayatla birlikte her gün değişmeye açık durumda olması gereken muamelat hükümlerinin, hakkında nass var diye değişmez karakterde kabul edilmesi, pek çok konuyu çözümsüz hale getirmenin yanında, dinin itikad ve ibadet gibi değişmez kutsal değerlerinin de tartışılabileceği ihtimalini gündeme getirmekte; sanki o konular da içtihada acıkmış gibi bir kanaate yol açmaktadır.
Görünen o. ki, müçtehit alimlerden bir kısmı, bu farklı uygulamalara ve muamelat konularındaki nasslara, kendi çağlarından beklenmeyen çapta açıklama getirebilmiş; bir kısmı da çok zorlanmıştır: Hz. Peygamber'in, kendisinden sonra kimin başkan olacağına dair bir açıklamada bulunmuş olmamasını, Ashap, Devlet Başkanını belirleme işinin, halka ait bir iş olduğu, şeklinde yorumlarken ve bu anlayış, Müslümanların büyük bir çoğunluğunca savunulagelmişken; dini olmaktan çok siyasi bir hareket olarak sonradan ortaya çıkan ve tarih boyunca daima küçük bir azınlık görüşü temsil eden Şi'iler, "Allah'ın, Devlet Başkanlığı gibi önemli bir konuyu halka bırakmış olması, düşünülemez!" görüşünü savunarak, Hz. Peygamberden sonra kimin başkan olacağının Allah tarafından belirlenmiş ve Hz. Peygamber tarafından bildirilmiş olduğunu öne sürmüştür. Bunlar ayrıca, devlet başkanı demek olan imam'ın masum/yanılmaz olması gerektiği tezi ile birlikte bunlardan mesela bugün İran'da hakim mezhep olan İmamiye kolu, "Yüce Allah, Hz. Ali'den başlamak üzere ilk 12 imamı belirlemiş; bunları, Hz. Peygamber bildirmiştir. 12 nci İmam Muhammed Mehdi'nin, 265h/878m yılındaki Gaybubet-i Suğra'sından sonra da bu işi, İmam Mehdinin yeryüzündeki temsilcileri, onun emir ve talimatlarıyla yürütürler. İmam Mehdi gelecek ve görevi kendisi üstlenecek; dünya, o zaman düzelecek!" görüşünü savunagelmiştir. Şi'a'nın bu mehdi görüşü, bütün İslam Dünyasına, özellikle Türk Müslümanlar arasına, "Meğer ki Mehdi gele, bu işler düzele!" şeklinde yansımıştır. Bilindiği gibi Gaybubet-i Suğra, kısa bir müddet için ortadan kaybolma demektir. Bunun bir sonucu olarak, belki gerekçeleri aynı değil ama, beklenen fonksiyonu aynı (bozulan dünyayı yeniden düzeltmek) olan Mehdi beklentisi, İslam dünyasının küçümsenmeyecek bir bölümünde vardır. Anadolu'nun muhtelif kesimlerinde, bir takım kimselerin, zaman zaman Mehdi diye ortaya çıkması, bu beklentinin dışa vurmasıdır. Diğer muamelat konularından mesela, savaş yoluyla zaptedilen toprakların dağıtımı konusunda, Hanefıler ve Malikiler:
"-Zaptedilen ülke toprakları'nin dağıtımı konusu, Hükümran Otoriteyi temsil eden Devlet Başkanı 'nin takdir ve yetkisindedir. Nitekim, savaş esirleri hakkında da, salıverme, esir veya inal karşılığında mübadele, öldürme veya köleleştirme şıklarından hangisinin uygulanacağı konusu da Devlet Başkanının takdir ve yetkisindedir." şeklinde bir görüş savunurken; Şafiiler: "-Zaptedilen topraklar da ganimet mallarına dahildir ve ayet [Enfal (8), 41] gereği, beşte biri hariç, gazilerindir. Hz. Ömer'in, toprakları dağıtım dışı tutmuş olması, gazilerin gönlünü alarak yapılan bir uygulamadır." gibi bir açıklama getirmeye çalışmıştır. Ayetlere ve Hz. Peygamber'in uygulamalarına rağmen gibi görünen bu farklı uygulamalar ve bunlara ait farklı görüş ve açıklamalar ne olursa olsun, bir problem'i ortaya koymaktadır. Problem şudur: -Nasıl olur da, hiç şüphesiz tamamı Allah Sözü olan Kur'an ayetlerine ve Allah'ın Son Elçisi Hz. Muhammed (s)'in uygulamalarına "rağmen" bir iş yapılabilir? Buna kim, niçin cesaret edebilir? Öyle ya, eğer ayet belli bir zaman için gelmişse, o da bildirilirdi. Nitekim, "Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.." [Bakara (2),106] buyuran ayette bildirildiği gibi, bir önceki ayet neshedilmişse yani bir ayetin hükmü kaldırılmışsa, yerine başka bir ayet gönderilmiş; yeni mesajla, eskisinde bazı değişiklikler yapılagelmiştir. - Kur'an son mesaj olduğuna ve ondan sonra başka bir mesaj beklenmediğine göre, onun mesajlarının artık, değişmez olması gerekmez mi? Bu sorular ve bu değerlendirmeler, hiç şüphesiz çok haklıdır. Ama, bu çalışmamızın İkinci Bölümünde daha çoklarını kaynaklan ve
detaylarıyla gördüğümüz, az önce de bir kaçına işaret ettiğimiz farklı uygulama örnekleri de ortada! Kimse bunları red ve inkar etmiyor; sadece bunlara kendine göre yorum getirmeye çalışıyor. Bu durumda yapılacak iş, ortadaki probleme çözüm bulmaktır. Bu mütevazı çalışmanın gayesi, işte bu olmuştur.
Örneklerini sunduğumuz farklı yorum ve uygulamalar; problemin çözümü için, büyük ölçüde ipuçları vermektedir: Bazı konular var ki onlar insanların yetkisindedir! Yani Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de bildirilen bazı konularda, işin gereği demek olan maslahat'a göre düzenleme ve uygulama yapma yetkisini, o işlerden sorumlu olanların yetki ve sorumluluğuna vermiştir. O konudaki düzenleme ve uygulamanın yetkilisi de sorumlusu da onlardır. Doğru iş yaparlarsa, onların da halkın da iyiliğine olur; yanlış iş yaparlarsa hesabını verirler, demektir. Açıktır ki bu yorum, prensip mertebesinde bir yaklaşımı sergilemektedir: *- Bazı konular var ki o konularda düzenleme ve uygulama yetki ve sorumluluğu, Allah tarafından, Devlet'in yetki ve sorumluluğuna emanet edilmiştir! O zaman da: - O bazı konular nelerdir; hangi konular yetkisindedir? sorusu akla geliyor.
otoritenin
Dikkatle bakıldığında bu sorunun cevabı, sunduğumuz farklı uygulama örneklerinden sezilebilmekte; kısmen nasslarda, kısmen de tali kaynaklarda bulunabilmektedir.. Ne var ki, kaynaklarımızda bunları bir sistem içinde görmek mümkün olmamakta; muhtelif bahislerde ve hiç beklenmedik farklı meseleler münasebetiyle görülebilmektedir. Bu da, fıkıh alimlerimizin takip ettikleri metod'dan ileri gelmektedir. Biliyoruz ki, Müslüman müçtehitler kazuist metod takip etmiştir. Bu metod, bir takım genel kurallar koyup konuları o kaideler ışığında
değerlendirmek yerine, ortaya çıkan veya çıkması muhtemel tek tek meselelerle ilgili çözümler (fetva-kaza) üretmeyi tercih eder. Hukukun donup kalmamasına hizmet eden bu metodla Müslümanlar çok zengin bir hukuki hazineye sahip olmuşlardır. Fıkhın metoddan gelen bu müspet yanma karşılık, hiç olmazsa belli bir olgunluğa eriştikten sonra ele alınması gereken
hukuk
nazariyatına/teorilerine
yönelinmemiş
olması,
bir
kayıp
sayılabilir.
Biz ilk çalışmamızda Mülkiyet Nazariyesi'ni ortaya koymuştuk.^ 19) Bu çalışmamızda ise, Din ve Devlet ilişkisini açıklayan Yönetim Nazariyesi'ni ortaya koymaya yöneldik. Bu çalışmamızın ilk iki bölümünde sunduğumuz örnek hüküm, kural ve uygulamalarla bunlara ait yorumlar, amacımıza ulaşmamızı kolaylaştırdı.
Çalışmamızın
her üç
sunduğumuz
değerlendirmelerden
bir
bölümünde kaç
örnek
büyük
okuyucumuzun bize
ölçüde
bilgisine
aradığımız
ışığı
sunmaktadır. Şöyle ki:
a) İkinci Halife Hz. Ömer'in, zaptedilen topraklar hakkındaki, Ashabın icma 'zra/tasvipini alan uygulaması üzerinde yapılan değerlendirmeleri bu bölümde tekrar görmüştük. En azından Hanefi ve Maliki Alimlerin içtihatma göre, Bu konularda karar vermek, devletin yetkisindedir! b) [Muhammed (47), 4] ayeti, savaş esirleri hakkında menn veya fida yani bunların ya karşılıksız ya bir karşılıkla salıverilmelerini öğütlemektedir. [Enfal (8), 67] ayeti, tam hakimiyet sağlanmadıkça savaş esirinin elde tutulamayacağını bildirmektedir. Bu ve..diğer ilgili ayetler ışığında müçtehit alimler, savaş esirleri hakkında, ölümden salıverilmeye kadar değişen bazı seçenekler üzerinde görüş belirtmiş; bu seçeneklerden hangisine karar verileceği işinin, hükümran otorite'nin yani devlet'in yetkisinde olduğunda ittifak etmişlerdir. Serahsi'nin konuyla ilgili değerlendirmesi yeterince açık ve aydınlatıcıdır. Örnek olarak görelim: " Devlet başkanının; ( esir askerleri katletme Veya elde tutup gaziler arasında taksim etme yetkisi vardır. Başkan bu konuda, "nazar"
yoluyla yani işin icabına ve şartların gereklerine "bakarak", bunlardan hangisini halk için daha yararlı görüyorsa, ona karar verecektir. Nitekim Hz. Peygamber (s), Beni Kurayza esirlerinin katledilmelerine; Evtas esirlerinin ise taksimine karar vermiştir. Bundan anlıyoruz ki, bu uygulamalardan ikisi de caizdir. Esasen devlet başkanı, bu işlere baksın diye vardır. Yerine göre katletmek, yerine göre esir tutmak daha doğru bir uygulama olabilir. Onun içindir ki, Devlefin kararı olmadan esir katletmek askere helal olmaz." (120) Benzer görüşü, İmam Şafii'ye ait el-Ümm'de de görüyoruz.(121) Buna göre: Savaş esirleri hakkında ne gibi bir işlem yapılacağına karar verme yetkisinin devlet'e ait olduğunda icma edildiği, kaynaklarımızda-açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır. c) Hirabe Ayeti adı ile anılan [Maide (5), 33] ayeti, otoriteye başkaldıran ve yeryüzünde bozgunculuğa kalkışan teröristlere verilecek cezayı bildirmektedir. Böylelerinin cezası: Öldürülmektir; idam edilmektir; el ve ayakları çapraz olarak kesilmektir; hapsedilmektir! Görüldüğü gibi bir suç karşılığında, ölümden hapse kadar değişen ölçülerde, birbirinden çok farklı dört ceza bildirilmiştir. İmdi, böyle bir suçluya, ayette bildirilen cezalardan hangisi uygulanacaktır? İmam Ebu Hanife ve İmam Şafii'nin içtihadına göre:
- Bu suçu işleyen, bu sırada teslim olmak yerine çatışmaya girmişse öldürülebilir; - Teslim olan veya yakalananlardan, bu eylemleri sırasında adam öldürmüş olan idam edilir; - Bunlardan mal gasbedenin el ve ayakları çaprazlama kesilir; - Eylemleri sırasında adam öldürmediği gibi mal da gasp etmeyen nefyedilir yani hapsedilir.(122) İmam Malik'in içtihatına göre, Ayette ya, ya, ya (ev, ev, ev) buyurulduğu için ortada bir tahyir / tercih sözkonusudur:
-Bu eylem sırasında adam öldürmüş bulunan, ya boynu vurularak yahut asılarak idam edilir; Buradaki tahyir, idam'ın şeklindedir.
-Bu eylem sırasında adam öldürmemiş ama mal gasbetmiş olanlar ya idam edilirler, yahut elleri ve ayakları çapraz olarak kesilir. Buradaki tahyir de idamla el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi arasındadır. -Bu eylem sırasında adam öldürmedikleri gibi mal da gasbetmiş olmayanlar ise, terör suçu işleyerek ortaya korku saldıkları için, duruma göre ya idam edilirler; ya elleri ayakları çapraz olarak kesilir, yahut hapsedilirler! Buradaki tahyir ise; idam, el ve ayakların çaprazlama kesilmesi ve hapsedilmeleri arasındadır. -Bu cezalardan hangisinin uygulanacağına, Hükümran Otorite yani Devlet karar verir!
duruma
göre,
Diğer içtihatlara göre ise, ayette mutlak olarak (ev, ev, ev) buyurulmuştur. Bu demektir ki, ortalığa korku salmak suretiyle kurulu düzeni bozmaya kalkışan bu gibi suçluların cezası, duruma göre, idamdır; el ve ayaklarını çaprazlama kesmektir; hapsetmektir. Bu cezalardan hangisinin uygulanacağına ise, ülkenin içinde bulunduğu şartlara göre hükümran otorite (devlet) karar verir. Bunlara göre, bu eylem sırasında: - Cana kıyılmış ve soygun yapılmış olmasa da terör eylemiyle ortalığa korku salındığı ve böylece fitneye/kargaşaya yol açıldığı için eylemciler ölüm cezasına çarptırılabileceği gibi, - Cana kıyan veya soygun yapanlar da, fitnenin önünü almak için yeterli görülüyorsa, sadece hapis cezası ile cezalandırılabilir! Doktrindeki bu değerlendirmeler, her mezhebin kendi kaynaklarında aynen mevcuttur. Hepsinin bir arada bulunabileceği ve en kolay ulaşılabilecek kaynak olarak îbn Rüşd, Bidayetü'l-Müctehid'e bakılabilir.(123) Bu değerlendirmeler sırasında önemli bir nokta dikkat çekmektedir: Görüldüğü gibi, hakkında Nass/Ayet bulunan bir konunun uygulanması bile içtihat konusu olmuştur. Yani ayette bildirilen birbirinden çok farklı dört cezadan
hangisinin uygulanacağına içtihatla karar verilecektir. İster İmam Ebu Hanife ile İmam Şafii'nin, ister İmam Malik'in, ister diğer müçtehitlerin içtihatma göre düzenleme yapılsın; isterse ulaşılacak başka bir içtihatla bir düzenleme ve uygulama yönüne gidilsin; her durumda, içtihatla belirlenen bu hükme kimin hükmü denilecektir? Bunlara, Allah'ın hükmü demek mümkün mü? d) Vergiyle ilgili içtihatlara baktığımızda şunları görüyoruz: "Yol, köprü, geçit ve kışlalarla ilgili masraflar devlete aittir. Büyük akarsuların bent ve ıslah çalışmaları da öyle. Devlet bu masrafları, "hazine" demek olan beytulmaldan karşılar. Hazinede yeteri kadar imkan yoksa, halka vergi salar. Bu vergileri vermek istemeyenden devlet zorla alır. Zira bu işlerin yararı kamuyadır. Devlet ise kamuya ait bu işler için vardır. Öyle olunca devlet, bu konuda zor kullanmak yetkisine sahiptir." (124) "Beytulmalde (hazine) yeterince imkan mevcut olmaz ve savunma hazırlığı için ihtiyaç duyulursa, devlet halka, ihtiyaç duyulan ölçüde "vergi" yükleyebilir. Zira devlet, halk adına bu işleri görmek için vardır. Eğer böyle yapılmaz ve gerekli savunma hazırlığında kusur edilirse, düşman gelir ve sadece halkın malını değil canını ve çoluk çocuğunu da alır götürür." (125) Görüldüğü gibi, ülkenin savunma ve imarı'nın\ devletin yetki ve sorumluluğunda olduğu, dolayısıyla devletin; benzer nitelikteki kamu hizmetleri için gerekli harcamada bulunmak üzere, ihtiyaç ölçüsünde halka vergi yükleyebileceği ve bu vergileri zorla tahsil edebileceği, açıkça ifade edilmektedir.. Bu bir kaç örnekten sonra diğer örnekler üzerindeki değerlendirme ve yorumları hatırlayabiliriz: e)"Bize ulaşan bilgiye göre Hz• Ömer: 'Dengi dengine olmadıkça, kadınların nikahlanmalarına izin vermeyeceğim' demiştir. O, izin vermeme işini, şahsına izafe etmiştir. Bunda, Sultan'ın, nikah konularında düzenleme yetkisi olduğuna delil vardır. Bu ise, Velayet-i Saltanat'tan kaynaklanan bir yetkidir. "(126)
f)Hanefı fakihlerin ileri gelenlerinden Cessas, Ahkamu'l-Kur'an adlı ünlü tefsirinde, Hz. Peygamber (s)'in, eşi ümmü Seleme'nin oğlu Seleme'yi Hamza'nın kızıyla, onlar daha küçük yaşta çocuklarken evlendirdiğine dair rivayeti kaydettikten sonra: "Hz. Peygamber (s), bu çocukların ne babaları ne de dedeleri olduğu halde onları evlendirmiştir.. Bu da şuna delil olur ki, hakim yani Devlet, yaşı küçük olan çocukları evlendirmeye yetkilidir." (127) görüşünü savunur. Nitekim Fıkıhta,"Velisi olmayanın velisi Devlettir." (es-Sultanu veliyyu men la veliyye leh) diye bir kuralın varlığım, konuyla ilgilenen herkes bilir. Bu son iki örnek açıkça, Otorite'nin ve onu temsil eden hakim'in, nikah konularında düzenleme ve uygulama yetkilerine sahip olduğunu göstermektedir. Dikkat edilirse bu değerlendirmelerde, yetkililerin kimler olduğu doktrinde tartışma konusu olabilen velayet ve ülülemr gibi genel terimler değil; tartışmasız olarak hükümran otorite yani Devlet veya temsilcisi demek olan sultan, saltanat ve kadı terimleri kullanılmıştır. Devletin; nikah gibi, onda ibadet yönünün bulunduğu kabul edilen, başka bir ifadeyle, "muamelat"tan olmakla beraber onda ibadet manası da bulunan bir muamelede, düzenleme yetkisi olduktan sonra, diğer muamelat konularında yetkisinin bulunacağı açıktır. g) "Emrden çıkan hükümler, görüldüğü gibi 25'i buluyor. Bunları; Vucub, Nedb, İrşad, ve İbahadan ibaret dört maddeye irca edebiliriz. Nitekim, bunlardan 'İrşad' ile 'Nedb' arasında derece değil; mahiyet farkı vardır: Emr'in konusu 'sevab-ı Ahiret'le ilgiliyse, ona nedb için; 'maslahat-ı dünya'yla ilgiliyse, ona da irşad için, denir." (128) Söylemeye gerek yok ki bu örnekte, sevab-ı ahiret'le ilgili olan emirlerin nedb; maslahat-ı dünya'yla ilgili olan emirlerin irşad için olduğu gibi temelli bir tasnif verilmektedir. h) "Şari, 'adat'/muamelat konularında hüküm koyarken, daha önce örnekleri sunulduğu gibi, hükmün illet ve hikmetlerini geniş ve ayrıntılı bir şekilde açıklamıştır, üstelik öyle illet ve hikmetler ki, bunların büyük
bir kısmı, akla vurulunca akıl ona yatmaktadır. İbadetler konusunda ise böyle yapmamıştır. Bundan anlıyoruz ki Allah, 'muamelat' konularında mana ve maslahatı gözetmemizi istemiştir; nass'lara takılıp kalmayı değil! (129) Dikkat edilirse bu örnekte açıkça: "İllet ve hikmetleri ayrıntılı olarak nasslarla bildirilmiş olması sebebiyle taabbiidi hükümler olmadığı açıkça bilinen muamelat konularındaki düzenlemelerin, konu hakkındaki nasslara takılıp kalmadan, ihtiyaç ve maslahata göre yapılması gerektiği" anlatılmaktadır. i) "Usul-i Fıkhın faydası, gerek dini gerek dünyevi mutluluğa erebilmek için gerektiği gibi davranmak üzere; Rabbani (ilahi) hükümleri, insan gücü ölçüsünde öğrenmektir. (130) j) "Sonra, bu nikah akdi, 'Dini' ve 'Dünyevi' pek çok maslahatla ilgilidir." (131) k) "Zira nikah muamelattandır. Öyle ki Müslümanın nikahı da kafirin nikahı da sahih ve geçerlidir. (132) Bu son üç örnekte açıkça dini ve dünyevi maslahat ve mutluluktan söz edilerek nikahın muamelat'tan olduğu tasrih edilmekte; nikah akdinin dinle doğrudan ilgisinin olmadığına, kafir kişilerin nikahlarının sahih olduğuna nitekim bunlar müslüman oldukları takdirde yeniden nikah kıydırmaları gerekmeyeceğine işaret edilmektedir l) '"Tilavet yani Kur'an okumak ibadettir. O ancak, gösteriş için okunmuş olması gibi arızi sebeple ibadet olmaktan çıkar. Sefer ise mubah bir fiildir. O da ancak, hac veya cihad için olması gibi arızi bir sebeple "taat" yani sevaplı bir iş; yol kesmek için olması gibi başka bir arızi sebeple "masiyet" yani günah yükleyen bir iş olur." (133) Bu örnekte de fiillerin taat ve adet özelliklerine işaret edildikten sonra, bir ffılin hangi hallerde taat veya masiyet ifade edeceği konusu tahlil edilmektedir. m) "'Ma leha ve ma aleyha' derken; sıhhat, fesad, vucub, hürmet gibi gerek dünyevi gerek uhrevi olarak kendisinden faydalanılan veya zarara uğranılan hükümler anlatılmak istenmektedir. Vacibi ve mendubu i
217
işlemek sevap kazandırır; haramı ve tahrimen mekruhu işlemek bir de vacibi terk etmek ahiret cezası demek olan ikab'ı gerektirir. Bunların dışında kalanlar ise ne sevap kazandırır ne günah!" (134) n) Vacibi ve mendubu işlemek, sevap kazandırır; haramı ve tahrimen mekruhu işlemek bir de vacibi terk etmek, ahiret cezası demek olan ikab'ı gerektirir.Bunların dışında kalanlar ise, ne sevap kazandın, ne günah.( 135) Bu iki örnekte, sevap ve ikap kazandıracak fiillerin dünyevi ve uhrevi özelliklerine işaret edilmektedir. o) " Hüküm deyince, Şari'in, insan fiilleri ile ilgili hitabı ile sabit; farziyet, vucub, nedb, ibaha, kerahet, hürmet, sıhhat, fesad ve butlan'la akitlerin tamam olması-olmaması, geçerli olması-olmaması, gerekli olması-olmaması bir de rükün, şart, illet, sebep ve mani olma gibi vaz 'i şeyler anlaşılır. Bazı Şafiiler, hükmü, sadece, Allah Taala'nın, mükellef insanlara yönelik iktiza veya tahyir gerektiren hitabına ait olan şey, olarak tarif eder ve 'vucub', 'nedb', 'ibaha' 'kerahet' ve 'hürmet'ten başkasını 'hüküm' olarak kabul etmezler. Yani onları şer'ildini hüküm olarak değil; akli hüküm olarak kabul ederler." (136) Bu örnek, konumuz açısından çok önem ifade eden bir noktaya dikkatimizi çekmektedir:
Batıda en yalın manasıyla; "Dini değil; dünyevi!" manasında olmak üzere hayata geçirilen laiklik, Arapça'da, ilim kökünden olarak ilmaniyye veya telaffuz kolaylığı bakımından almaniyye olarak ifade edilmektedir. Arapça'daki bu isimlendirmenin manası açık: Laik hüküm, nass ve nakil kaynaklı değil; akıl ve ilim kaynaklı demektir. Dikkat edilirse, Molla Husrev'den yaptığımız bu nakil, tamamen, Arapça'da Laiklik için kullanılan ilmaniyye sözcüğünün anlattığı bu manayı ifade etmektedir. p) "Buğday, arpa, hurma ve tuz; bunlar, ebediyyen mekile'dir. Yani bunlar, hacim ölçen ölçek'le ölçülerek alım satıma konu olur. Çünkü konu hakkında Resulullah'ın (s), nass'ı vardır. Nass ise hiç
bir zaman değişmez'. Dolayısıyla bu maddelerin alım ve satımında ölçek olarak eşit olma şartı aranır; tartı yani ağırlık ölçüsü değil. Öyle ki, buğday buğdayla, ağırlık ölçen tartı ile alınıp satılsa, bu caiz olmaz! Altın ve gümüş ise, sonsuza dek mevzune'dir. Yani bunlar, ağırlık ölçen tartı ile tartılarak alım-satıma konu olur. Çünkü, bunların vezni olduğu hakkında nass vardır. Onun için 'ağırlıkta eşit olmalarından başka yol yoktur. Öyle ki, altın altına, ağırlık olarak değil de imcim olarak eşit olsa, bu alım-satım caiz olmaz. Gümüş-giimiişe de böyle! Zira, Resulullah'a itaat bize farzdır. Ve çünkü nass, örften daha kuvvetlidir; kuvvetli delil ise, zayıf delille terk edilemez. Bir şey ki o konuda nass yoktur, o konu, insanların örf ve adetlerine bırakılır. Ebu Yusuf a göre ise, Bunlarda, Nass'a rağmen, örfe itibar edilir. Yani örf değişmiş de halk mesela buğdayı tartılla alıp-satmaya başlamışsa, artık buğday, tartı ile alınıp satılır. Zira Hz. Peygamber (s), bu maddeler hakkında mekile veya mevzune demişse, o gün için örf öyle olduğundandır. Örf değişince hüküm de değişir." (137) Bu örneklerde de hükümlerin örfi ve dini katakteri ifade edilmektedir. r) Bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz: "Siz bana davalarınızı arzediyorsunuz. Olur ki bazınız kendi davasını daha güçlü bir şekilde savunur da ben yanlışlıkla onun lehine hükmederim. Bilesiniz ki kim böyle bir yolla bir şeye haksız olarak bir karış yer elde ederse o yer yedi kat yerin dibine kadar olan kısmıyla ateşten Mika olur ve kıyamet gününde boynuna dolanır." (138) buyurmuştur. Peygamberimiz bu uyarıcı sözleriyle bize bir şey öğretmektedir: -Hakim peygamber sahibini değiştirmez.
de
olsa
onun
hükmü
hakkın
Esasen biliyoruz ki hakimin hükmü bazı konularda kazaen yani dünyevi hükümler bakımından geçerlidir, ama, diyaneten yani ahiret bakımından geçerli değildir. Bunun pratiği şudur:
İlgilileri tatmin etmese de, mahkemelerin kesinleşen hükmü tartışılmaz; tartışılmamalıdır. Bunun kimseye faydası olmaz; aksine kamu düzenine zararı olur. Bunun yanında, ahiret gününe inanan kimse, kendi hakkı olmayan şeyin peşine düşmez; düşmemelidir. Mahkeme de hükmetse, hakkı olmayan bir şeye sahip çıkmaz; çıkmamalıdır. "Mahkemenin hükmü zahiren geçerlidir ama batinen değil" değerlendirmesinden anlaşılacak mana da budur. Bazı konular da vardır ki o konularda mahkemenin hükmü zahiren de batinen de; başka bir ifadeyle kazaen de diyaneten de geçerli olur: Bir konu ki mahkemenin hükmü o konuda inşai yani kurucudur; o konudaki hüküm kazaen de diyaneten de geçerli olur. Nitekim: Evlenme ve boşanma gibi akit ve fesihler konusunda hakimin verdiği hüküm inşai yani kurucudur. Dolayısıyla, mahkemenin karıkoca olduklarına hükmettiği kişiler kazaen de diyaneten de evli; boşanmış olduğuna hükmettiği kişiler kazaen de diyaneten de boştur. Bu konularda hüküm, yalancı şahit beyanına dayanmış da olsa, o hüküm diyaneten de kazaen de geçerlidir ve mahkemenin evli olduklarına hükmettiği kişilerin karı-koca hayatı yaşamaları dinen de caiz olur. Bu son örnekte de hükümlerin karni ve diyani özelliklerine işaret idilmektedir. Bu örneklerde, konuların tasnif edildiğine şahit oluyoruz: * - Dini-Dünyevi, * - Dünyevi-Uhrevi, * - Şer'i-Akli, * - İbadat-Muamelat, * - Dini-Örfi, * - İbadet-Masiyet, * - Mubah-Taat/Mubah-Ma'siyet..
* - Kazaen-Diyaneten... Bütün bu düzenleme, uygulama ve değerlendirmeler bize iki şey öğretmektedir: (1) Kitap ve Sünnet'le bildirilen hükümler, konuları itibariyle: İster, Serahsi (ö. 490/1097)'de gördüğümüz gibi, -"Dini - Dünyevi"; İster, Gazali (ö. 555/1 l l l ) ' d e gördüğümüz gibi, -"Sevab-ı Ahiret - Maslahat-ı Dünya"; İster Şatıbi (ö. 790/1388)'de gördüğümüz gibi -"İbadat - adat" şeklinde tasnif edilsin; İsterse İbn-i Nüceym (ö. gördüğümüz gibi
970/1562)'de
-"Örfi - Dini" densin, isterse Mir'atta bildirildiği gibi, -"Şer'i-Akli" diye adlandırılsın, isterse dava hadisinde işaret edilen hükmü örneğinde olduğu gibi,
mahkemenin
-"Kazaen-Diyaneten" densin, onları: * - "Değişmez konular" ve * - "Değişmeye açık konular" olmak üzere iki kategoride düşünmek ye ona göre değerlendirmek gerekecektir. Söylemeğe gerek yok ki, bunlardan, en geniş manası ile; ® -"İman ve İbadet"lere ilişkin olanlar, "değişmez hükümler" i; •
- "Muamelat"a
ilişkin olanlar ise,
açık hükümler"i oluşturmaktadır.
"değişmeye
(2) Muamelat kategorisine giren ve değişmeye açık olan konular, hakkında nass bulunanları dahil, tamamı içtihadî olup, bunlarla ilgili konularda, içinde bulunulan şartlara göre gerekli düzenleme ve uygulamalarda Jbulunma yetki ve sorumluluğu, Otorite'yelDevlet'e aittir. Bu demektir ki: - Hakkında nass bulunanları dahil, tamamı içtihadi olan muamelat konularında, ihtiyaç ve maslahatın gereklerine göre gereken düzenleme ve uygulamalarda bulunmak; savunma hazırlığı yapmak, ülkeyi imar etmek, bunlar için vergi salmak, akitler hakkında kurallar koymak, haklıyı-haksızı ayırd etmek üzere mahkemeler kurmak., devlet'in yetki ve sorumluluğundadır. Prensip olarak içtihada konu olmayan îman ve ibadet konuları ise, değişmeye açık olmadığı gibi, kanuni düzenlemeye de konu olmazlar. Bu konularda otoriteye düşen, inanç ve ibadet hürriyetini güvence altına almaktan ibarettir. Buraya kadar ki bilgilerin ışığında, problemimizin ilk ve basit cevabım alabiliriz:
* -Gerek Kur'an-ı Kerim'in gerek onu bize tebliğ buyuran Hz. Peygamberin, kısaca Dinimizin öğretilerini, bir tasnife tabi tutmadan, hepsini bir kategoride düşünerek öyle değerlendirmek, önce yanlış, sonra da haksızlık olur. Çünkü, bir kısım hükümlerin değişmez; bir kısım hükümlerin ise değişmeye açık olduğuna, bizzat Kur'an-ı Kerim işaret etmiş; bazı konuların dini bazı konuların dünyevi olduğunu Bizzat Hz. Peygamber bildirmiş; başından beri uygulama da hep bu yönde olmuştur. Şimdi de ikinci soru karşımıza çıkmaktadır: -Niçin? -Niçini açık: Bir takım değerler vardır ki, değişmez değerlerdir. Elbette ki onların hükümleri de değişmez hükümler olacaktır. Bir takım işler de vardır ki, değişen ve gelişen hayat şartlan ile birlikte değişmek
durumundadır. Onların
hükümleri de değişmeye açık olmak durumundadır da ondan! Nitekim:
- Allah vardır ve birdir. Her şeyi Rahmeti, İlmi ve Kudreti ile yaratan yaşatan, koruyup gözeten O'dur. (Kur'an: 2/255, 112/1-4, 2/20, 28..) - O, kainatın meyvesi olmak üzere özenerek yarattığı; çok değer verdiği ve akılla, iradeyle donattığı imana yol göstermek üzere, insanlar arasından seçtiği peygamberlere melekleri aracılığıyla ulaştırdığı mesajlar göndermiş; bu imtihan dünyasında sınava tabi kıldığı bu insan kullarına ahirette iyi veya kötü davranışlarına göre karşılık vaadetmiştir.(Kur'an: 2/38,16/36,28/59) İnsanlar: - Kendilerini ve her şeyi büyük bir san'atla yaratan Rabb'ı tanıyacak; O'na ve O'nun bildirdiklerinin hak olduğuna inanacak; O'na teşekkür demek olan ibadetlerini O'nun öğrettiği şekil ve şartlarda yapacaklardır.[Kur'an: Al-i İmran (3), 191-194] - Başta Yüce Yaratan olmak üzere her şeyi sevecek; doğruluktan ayrılmayacak; kimseye zarar vermeyecek; herkese yararlı olmaya çalışacaklardır.[Kur'an: Bakara (2) /177]; [Al-i İmran (3), 133-136] - Başta mal ve canları olmak üzere her şeyi emanet kabul edecek; kimsenin malına, canına, ırz ve namusuna göz dikmeyecek; emanetin hakkını vereceklerdir.[Kur'an: Nisa (4), 54] - Başta kamu yönetimi olmak üzere her türlü iş ve hizmeti, büyük emanet olarak görecek; işe ehil olacak; işi ehline verecek; her türlü yetkilerini kullanırken adaleti gözeteceklerdir.[Kur'an: Nisa (4), 58] - Başkasının hakkını çiğnemeyi [Kur'an: Nisa, (4),10], bazı zararlı ve murdar şeyleri yemeyi [Kur'an: A'raf (7), 157], çok yakın akraba ile evlenmeyi [Kur'an: Nisa (4), 23], cana kıymayı [Kur'an: Maide (5), 32,33], fuhuş [Kur'an: A'raf (7), 33] ve ribayı [Kur'an: Bakara (2), 275] haram; ticareti [Kur'an: Bakara (2), 275] helal; mirası [Kur'an: Nisa (4), 7] hak., bilecektir İşte, bu ve benzeri değerler değişmez değer ve hükümlerdir. Bunların hiç bir şartta değişmesi sözkonusu olmadığı gibi geçici olağanüstü sosyal ortam hariç, değişime ihtiyaç da duyulmaz. Kaldı ki bunların değişmesi, kimsenin ihtiyacı
olmadığı gibi kimseye de bir yarar sağlamaz. Dolayısıyla bunların değişmesi düşünülmez; düşünülemez. Buna karşılık, hukukun üstünlüğü demek olan özü korumak ve kimseye zarar vermemek şartıyla nikah ve talak'tan alış verişe., her türlü sözleşmenin şart ve şekillerinde, miras'tan ceza'ya her türlü düzenlemede, ihtiyaca göre değişiklik, her zaman mümkün hatta gerekli olabilir.
Söylemeye gerek yok ki bu öz, "Yoksa onlar cahiliyye hükmünü mü istiyorlar?" mealindeki ayette [Maide (5), 50] işaret buyurulduğu gibi, haksızlık yapmamaktan ve adamına göre muamelede bulunmamaktan yani adalet ve eşitliği gözetmekten başka bir şey değildir. (142) Bütün bu tespit ve mülâhazalar bize bir şey düşündürmektedir: Hz. Peygamber'in asli misyonu'nu ve ek fonksiyonu'nul Zira biliyoruz ki her Peygamber devlet başkam değildi. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s) ise aynı zamanda Devlet Başkanı'ydı. Öyle ise, Hz. Peygamber'i, kendi açık ifadesiyle Beşer ve Resul olarak ayrı ayrı değerlendirmek durumunda olduğumuz gibi, onu Beşer olarak değerlendirirken de Şahıs olarak Hz. Muhammed; Devlet Başkanı olarak Hz. Muhammed diye ayrı ayrı değerlendirmek durumundayız. Konuya bu gözle bakınca görüyoruz ki, bu husus, ihtiyaç sebebiyle ilk defa günümzde
bizim
aklımıza
gelmiş
değil; ta
baştan
beri
böyle
değerlendirilmiştir. İşte çok açık bir örnek:
"Hz. Peygamberden naklolunan, 'Kim bir düşman askerini öldürürse, onun üzerinden çıkan eşya önün olur!' sözü, Hz. Peygamber'in, 'tenfil' yani teşvik ödülü yollu söylenmiş sözdür; 'nasb-ı şer' yani şeri'at koyma yollu değil! Hz. Peygamber o sözü, Medine'deki Mescidinde söylemiş olsaydı o zaman nasb-ı şer' olurdu. Halbuki böyle bir söz ondan sadece Bedir Savaşı günü, askerin teşvik edilmesi gereken şartlarda söylediği nakledilmiştir. Bundan anlıyoruz ki, Hz. Peygamber bu
sözü, teşvik için ödüllendirme yollu söylemiştir; nasb-ı şer' yollu değil. Bu konuyu böyle değerlendirmeyi gerektiren prensip, Hz. Peygamber (s)'in, 'îmamı'nın yani Devlet Başkanının izni olmayan hiç bir şey, hiç kimsenin hakkı olmaz.' sözüdür." (143) Bilindiği gibi benzer değerlendirme, "Sahipsiz topraklar Allah ve Resulünün, sonra sizindir.!" mealindeki Hadis-i Şerif münasebetiyle de yapılmıştır. (144) Bu kaynağımızdaki değerlendirmede, terminolojiyle ilgili önemli bir açıklamayla da karşılaşıyoruz: " Bir şey ki 'Allah ve Resulü'ne izafe edilmiştir; o konuda tasarruf yetkisi Devlete aittir. Dolayısıyla o konularda Devletin izni olmaksızın hiç kimsenin tasarrufu geçerli olmaz." (145) Arazi hakkındaki hadisin değerlendirilmesiyle ilgili olarak daha geniş bilgi için İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı adlı eserimize bakılabilir. (146) Hz. Peygamberin sözlerinin, Peygamber olarak söylediği sözlerin yanında, hurma ve tahmin hadislerinde geçtiği gibi bir Beşer
olarak söylediği sözler
olarak değerlendirilmesi gerektiğini yukarıda görmüştük.
Bu son iki örnekte ise onun sözlerinin bir Devlet Başkanı olarak söylediği sözler diye değerlendirilmesini gerektiren başka bir kategori ile karşılaşıyoruz. Esasen Bedir savaşı öncesinde savaş düzeni olayında da Hendek savaşı sırasında düşmana, kuşatmayı kaldırmaları karşılığında Medine hurmasinm üçte birini vermeyi teklif etme olayında da. Ashab'ın Hz. Peygamber'e sordukları soru, bizi bu konuda aydınlatacak değer ve açıklıktadır: * - Bu, vahyin mi gereği yoksa şahsi kanaat mi? Zira Ashap, Medine'ye hicret'in ilk günlerinde, Resulullah'ın, bu konudaki açık tavrını görmüş; gereken eğitimi almışlardı:
"-Siz dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!" "-Ben size dininizden bir şey söylersem onda yanlışlık olmaz! Dünya işleri hakkında şahsi bir kanaat belirtirsem, ben de bir insanım; hata da isabet de edebilirim!" Bu kadar gerçekçi bir Peygamber'in eğitimini alan Ashap, Bedir savaşı öncesinde ve Hendek savaşı sırasında görüldüğü gibi
hep aynı
soruyu
sormuşlardır:
-Bu konuda bir vahiy mi var? -Bunun böyle olmasını Allah mı istedi?
Hz. Peygamber'in verdiği bu eğitimdir ki, az önce Serahsi'de gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber'in söz ve uygulamalarını: -Peygamber olarak şeriat koyan, -Devlet Başkanı olarak kural koyan şeklinde bir değerlendirmeye tabı tutma cesaretini vermiştir. Bilindiği gibi, bir söz ki ayettir veya Hz. Peygambere aittir, ona nass denir. Hz. Peygamber'in sözleri olan nassları, nasıl böyle, O'nun
Peygamber
olarak, Başkan olarak veya Şahıs olarak söylediği sözler ve yaptığı işler diye farklı kategorilerde değerlendiriyorsak, tıpkı öyle, O'na gelen Vahy'i de öyle, kategorilere ayırarak değerlendirmemiz gerekecektir. Böyle bir değerlendirme ise, Bütün problemlere çözüm getirirken; aynı zamanda Devlet Başkam olan Hz. Peygamberin; suçları önleme ve insanların mağduriyetini giderme yönündeki talimat ve uygulamalarıyla O'na, Allah tarafından verilmiş olan ve özleri itibariyle kıyamete kadar değerlerinden hiçbir şey kaybetmeyecek emirleri, îmam İbrahim Şatıbi'nin yukarıda geçen ifadesiyle, onlara takılıp kalarak, Kur'an gibi o büyük ve o son İlahi mesajı gölgeleyecek, haksız bir değerlendirmeden ( t korumuş olur. Şunu kesin olarak biliyoruz ki, Devlet Yönetimi, velayet
kategorik olarak
konusudur. Velayet ise, Kur'an-ı Kerim'de hem doğrudan
olarak [Enfal (8), 72] hem ülülemr olarak [Nisa (4), 59] ifade edilir.
velayet
Hz. Peygamber (s), Başkanı
aynı
zamanda Veliyyu'l-Emr
yani
Devlet
idi ve Devlet Başkanlığı, her Peygambere nasip olmamıştır. Mesela
Hz. Süleyman (s) ve Hz. Davud (s), aynı zamanda Devlet Başkanı idi ama mesela Hz. İbrahim (s) ve Hz. îsa (s), Devlet Başkanı değildi. Peygamberlik
misyonu,
fonksiyonu ise, Velayet
Nübüvvet
misyonu;
Devlet
fonksiyonudur. Dolayısıyla, aynı zamanda Devlet
Başkanı olan peygamberler, Nübüvvet
asli misyonlarına ek olarak Velayet ek
fonksiyonuna sahip peygamberlerdir. Söylemeğe gerek yok misyonu, dini
Başkanlığı
misyon; Velayet fonksiyonu, siyasi
ki
Nübüvvet
fonksiyondur. Demek
oluyor ki:
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s)'in, ülülemr fonksiyonu olan Velayet fonksiyonu, Onun diııi değil; siyasi fonksiyonudur. Söylemeğe gerek yok ki, siyasi bir fonksiyon olan velayet yetki ve fonksiyonu, nübüvvet fonksiyonuna dahil değildir. Başka bir ifade ile her peygamberin böyle bir fonksiyonu yoktur. İşte bir kaç ayet-i kerime: "Peygambere düşen, yalnız açık bir tebliğdir."
velayet!siyaset
[Ankebut (29), 18]
"Sen sadece bir uyarıcısın." [Fatır (35), 23] "Biz seni müjdeci ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik." (35), 247
[Fatır
"Sen onların üzerinde bir bekçi değilsin." [Gaşiye (88), 21] "De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım: Tek ve Kahhar olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur." [Sad (38), 65] Bundan anlıyoruz ki, Nübüvvet yani Peygamberlik asli misyonuna dahil olmayan velayet yani devlet ve siyaset işleri, peygamberlerin doğrudan görev ve yetki alanına girmemektedir. Bir şeyi daha biliyoruz ki, peygamberlerin hepsi değilse bile bir kısmı, bu arada Son Peygamber, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s), aynı zamanda ülülemr yani Devlet Başkanı idi. Bu noktada cevaplandırılması gereken yeni bir soru var:
-Aynı zamanda ülülemr olan peygamberler acaba bu yetkiyi kimden veya nereden almıştır? -Hiç şüphesiz, her ülülemr'in aldığı yerden! -Her ülülemr bu yetkiyi kimden ve nasıl alır? Şimdi, bu sorunun, tafsilatını bu çalışmamızda (2.5) sunduğumuz kısa cevabını verelim: Ülkenin halkından! Şimdi bunu biraz açalım: Bilindiği gibi velayet, bir kimsenin başkası üzerinde tasarruf hak ve yetkisidir. Velayet, (Tenfızu'1-Kavl ale'l-Gayr; şae ev eba) diye tarif edilir. Manası: "İster muvafakat etsin ister etmesin, başkası üzerine söz geçirmek", demektir. Velayet'in manası budur. -Müslümanlıkta, böyle, ister muvafakat etsin ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek hakkına sahip kimse var mıdır? Zira bu, zorla söz geçirmek demektir ki tahakkümden başka bir şey değildir! Tahakküm dinen caiz midir? -Bir kimsenin başkasına zorla söz geçirmeye kalkışması, gayr-i meşru olursa ona tahakküm denir ki bu dinen caiz değildir. Meşru olursa o zaman ona vekalet denir ki bu caizdir. Şöyle ki: Bu çalışmamızda bir kaç kere sözünü ettiğimiz "İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı" konulu akademik çalışmamızda tespit ettiğimiz gibi, bazı temel haklar vardır ki o haklara herkes doğuştan sahiptir: . * Hayat, * Hürriyet, * Mülkiyet! Bu haklar, kişilerin elinden hiç bir şekilde alınamayan Temel İnsan Hakları'dır. Bu haklar, İslâmiyet'in de öğrettiği temel haklardandır. Diğer bütün haklar bu üç haktan doğar. Bu üç hak bütün hukukun anası ve kaynağıdır. Müslümanlıkta: a) Herkesin can güvenliği vardır; cam, ırz ve namusu tecavüzden masundur. Dokunulamaz.
b) Yine böyle, herkes hürdür. Hiç bir kişinin diğer bir kişi üzerinde kendiliğinden ve doğrudan velayet hakkı yoktur. Hiç bir kimsenin diğerine zorla söz geçirmek hakkı yoktur. Hiç kimse diğerine öyle zorla: "Şunu yap; bunu yapma! şurada otur; oraya gitme!" diyemez. Herkes hürdür; istediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar vermedikçe kimse ona karışamaz. c)Malik olmak, mal-mülk edinmek demek olan mülkiyet hakkı da böyledir. Herkes mülkiyet hakkına sahiptir. Herkesin malı-mülkü de dokunulmazdır. Herkes kendi malında ve mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Başkasına zarar vermedikçe hiç kimsenin ona bir müdahale hakkı yoktur. d) Herkes kanun karşısında eşittir. Öyle sınıf veya zümre imtiyazları/ ayrıcalıkları yoktur. İslâmiyet'te, yalnız bir şahsın başkası üzerinde cebren söz geçirme hakkı demek olan velayeti vardır ki o da ebeveyn yani ana ve/veya babadır. İşte yalnız ana-babanın çocuğu üzerinde doğrudan söz geçirmek hakkı vardır ki bu velayettir. Ana-Baba çocuğunun veli'sidir. Bu velayet ana-babanın ana-babalık sıfatından gelmektedir ve çocuk hakkında şefkat-i tamme dediğimiz tam bir sevgi ve ilgiye sahip olduğundandır. Ortada bir çocuk var; bakılmak ve eğitilmek ister. Çocuğun miras veya hibe yoluyla sahip olduğu malı mülkü vardır; korunmak ve işletilmek ister. Çocuk küçüktür; bunları kendisi yapamaz. -Bütün bunları kim yapacaktır? -Varsa ve muktedirse, ana-babası! Âna-Babası yoksa veya elinden gelmiyorsa, çocuğun başka bir veli veya vasisi! Ana-Babanm bu velayetine velayet-i zatiye denir. Ana-Babanm zatından, onların ana-babalık sıfatından kaynaklanan ve münhasıran çocukları hakkında geçerli olan bir velayettir. Ana-Babadan başka ve onlar hükmünde olmak üzere kanunen tayin edilmiş veli veya vasiden başka hiç bir kimsenin başkaları üzerinde böyle bir velayet-i zatiyesi yoktur. Bir kişinin diğer bir kişiye ait
tasarruflar hakkında velayete ve tasarruf hakkına sahip olabilmesi için mutlaka o şahıstan velayet hakkını alması gerekir. Mesela bir kimse başka bir kimsenin bir malım başka bir kimseye satabilmesi için malın sahibinden izin almış olması gerekir. Daha önce öyle bir izin almadan satmış olsa, o satış geçerli olmaz. -Bu hususta izin almak ne demektir? -O malı satma velayetini o kimseden kendi rızasıyla almak demektir!
işte bu velayeti alan kişiye vekil denir. Ona o velayeti veren kişiye de vekaleti veren anlamında müvekkil denir. Vekil böyle bir velayetlyttkı almamışsa ona vekil denmez; fuzuli denir. Fuzuli'nin tasarrufları ise geçerli olmaz. Mal sahibinin sonradan o tasarrufu kabul etme durumu müstesna. Bu duruma da "icazet-i lahika, vekalet-i sabıka hükmümdedir" yani, yapılan tasarrufu kabul, önceden verilen vekalet yerine geçer, denir ve fuzulinin tasarrufu öylece geçerlilik kazanır. Hakem konusu da böyledir. Yani bir kimse başkası ile olan davasında başka bir kimseyi kendi rızasıyla hakem olarak kabul etmedikçe, o şahsın o kimse aleyhinde vereceği hüküm geçerli olmaz. O da fuzuli olur. Bir kimse kendi hakkında hükmetme hakkını başkasına vermeli ki o şahsın/hakemin o kimse aleyhindeki hükmü geçerli olabilsin.
Dediğimiz gibi, ana-babamn velayetine velayet-i zatiye denilir. Bir kimsenin başka bir kişiye velayet vermesine ve o şahsın bu yolla velayete sahip olmasına ise velayet-i tefviz denir. Demek oluyor ki velayet ikiye ayrılır: Biri velayet-i zatiyedir ki ana-babamn velayetidir. Diğeri velayet-i tefvizdir ki kanuni ehliyeti haiz bir kimsenin başka bir kişiye vermiş olduğu velayettir. Vekilin, vasinin, mütevellinin ve hakemlerin sahip oldukları velayetler hep velayet-i tefviz cümlesindendir. Konumuz olan ülülemrin!devlet yetkililerinin sahip olduğu velayet de bu velayet-i tefviz nev'indendir.
Ülülemr olmak demek, genel tasarruf hakkına sahip olmak demektir.
Kamuya ait işler milletin ortak işleridir. Bir ülkenin idaresi demek, o ülkede, millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise milletin doğrudan doğruya kendi işidir. Milletin kendi hakkıdır. Millet bu hak ve yetkisini başkasına vermedikçe hiç kimse o hakka sahip olamaz. İşte bu sebepledir ki, Fakihler/İslam Hukukçuları, "hilafet, millet ile halife arasında akdolunan vekalettir" derler ve bu hususta tamamen "vekalet"le ilgili kuralları uygularlar. Başkan seçerken veya ona bi'at ederken şart koşulmamışsa velayet mutlak; şart koşulmuşsa meşruti velayet olmuş olur. Çocuğun velayetinde olduğu gibi, ortada vatan var, millet var, ülke var. Ülkenin korunması ve imarı; ülkede yaşayan insanlar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulması gerek. -Bu işleri kim yapacak? -Aslında, az önce dediğimiz gibi ülkede yaşayan herkes! Herkes ama, birden fazla kimsenin sağlıklı bir iş yapabilmesi için bir yöneticiye, bir başkana ihtiyaç vardır: "Bin işçiye bir başçı gerek!" denilmiş. -Yöneticiyi/Başkanı kim belirler? -Yine, ülkede yaşayan halk!
Bu, işin tabii şekli. Ama, tarih boyunca çoğunlukla böyle olmamış. Bir kişi, bir aile çıkmış; bu işi üstlenmiş, ülke halkı da bunu bazen gönüllü olarak bazen ister istemez benimsemiş. Bundan da krallıklar, sultanlıklar doğmuş. İnsanlık, ancak uzun tecrübelerden sonra, Başkan belirlemenin başka yolunu bulmuş: Demokrasi! Bilindiği gibi Demokraside halk, vekillerini / milletvekillerini seçer. Vekil seçmek, vekalet vermektir. Milletvekilleri, Millet Meclisini oluşturur. Meclis, Başkan'ı / Devlet Başkanı'nı
seçer. Devlet başkanı, hükümet tayin eder.
Hükümet, Meclisten güvenoyu ister. Meclis, hükümete güvenoyu verirse, tayin edilen hükümet devam eder.
Görüldüğü gibi, ana-babamn velayeti, ana-babalıktan gelirken, Devlet Başkanının velayeti, ülke halkının verdiği bu vekaletlerden gelir. Hz. Peygamber (s), Mekke'den Medine'ye hicret edince orada, otoriteden yoksun, başsız bir toplum buldu. Kabileler vardı; birbirleri ile savaş halinde!
Mekke'den beklenen Peygamber, savaş halindeki kabileler tarafından, aynı zamanda, hakem veya yanlarında yer alacak potansiyel güç olarak bekleniyordu: Kim onun desteğini alırsa, ötekilere üstün gelebilirdi. Böylece Hz. Peygamber'den, peygamberlik misyonu yanında, bir bakıma otorite boşluğunu doldurması da bekleniyordu. Denebilir ki Medine halkı, büyük bir çoğunlukla, Hz. Peygamber'in Nübüvvet/Peygamberlik misyonu yanında Velayet/Otorite fonksiyonunu kabule hazırdı. Bu boşluğu, bu beklentiyi, bu ihtiyacı gören Hz. Peygamber (s), Medine'ye vardığı ilk aylarda (620m), bir beyanname yayımladı. Bu beyanname, Medine sınırları içinde yaşayan kabileleri tek tek sayıyor; onların hak ve ödevlerini tarif ediyordu. Müslüman olam olmayanı ile Medineli herkes tarafından kabul gören bu beyanname, yerinde (2.6) geçtiği gibi, tarihte "İlk Yazdı Anayasa" oldu. Hemen işaret edelim ki bu Anayasa, kendisine Kur'an inmekte olan ve onu insanlara tebliğ etmekle görevli bulunan bir Peygamber (s) tarafından ve Kur'an-ı Kerim'den ayrı bir metin olarak ortaya konulmuştur. Demek ki "Anayasa Kur'andır!" sözü, devlet Anayasası anlamında olarak doğru bir iddia olmamaktadır. Doğru; Kur'an, Anayasa'dır! Ama, devlet'in değil; dinin Anayasasıdır! Eğer Kur'an, sanıldığı gibi, Devlet'in Anayasası olsaydı, kendisine Kur'an inmekte olan Hz. Peygamber (s), kurduğu Medine Devleti için ayrıca bir Anayasa yayımlamazdı.
Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim ki Kur'an, Devlet Anayasaları için de temel prensipler öğretir. Onda, insanların ihtiyaç duyacağı her konuda yol gösteren mesajlar vardır. O anlamda Kutsal Kitaplar her şeyin anayasasıdır. Zira onlar, İnsanı Yaratan Allah'tan insanlara yol göstermek (hidayet,irşad) için gelmiş kutsal mesajlardır. Bu ulvi mesajları, değişen şartlara göre her gün değişmeye açık durumda olmak durumunda olan kanuni düzenlemeler olarak görmek, o mesajların değerini tanımamak, anlamamak olur. Bu da bize göstermektedir ki Hz. Peygamber (s), Velayet fonksiyonunu, kendisine yapılan bıatlardan bir de yayımladığı anayasayı, Medine halkının benimsemesi yoluyla ortaya çıkan vekaletlerden almıştır. Bi'at şartlarına dikkatle bakıldığında, sanıldığının ve yaygın kanaatin aksine, bunların, İslâm'a giriş şartları değil; vatandaşlığa giriş ve kabul şartlan olduğu kolaylıkla farkedilir:
Bir kere bu ayette, sakınılacağma dair söz verilen konular; hırsızlık, zina, çocuk öldürme ve iftira gibi, dinen günah olmaları yanında, aynı zamanda suç oluşturan konulardır. Bu yasaklar içinde, başka bazı kesin haramlar yoktur. Mesela domuz eti yemek yoktur; mesela murdarı yemek yoktur. Çünkü bunlar, İslam Dinine göre haram ve günah olmakla beraber, prensip olarak suç oluşturan ve devletin müdahalesini gerektiren işler değildir. Bu ayette bir de isyan etmeme, itaat etme sözü verilmektedir. Üstelik itaat, ma'rufta olmakla kayıtlanmış bulunmaktadır. Hem de aynı zamanda Peygamber olan Devlet Başkanına karşı itaat, ma'rufta olmakla kayıtlanmıştır. -Hz. Peygamber'in, ma'ruf sözkonusu mudur?
olmayan
bir istekte
bulunması
-Elbetteki hayır! Ama, Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s)'in şahsında insanlığa evrensel
mesaj
vermekte olduğundan, itaat prensibini, devlet
başkanının şahsına bakmaksızın bildirmektedir: "İtaat,
ma'ruftadır!"
Ma'ruf; örfe uygun, bilinen, tanınan, makul, meşru., demek olduğuna göre, bugünkü dilde ifade edersek, kanuni ve meşru emirlere itaat istendiği, açıkça görülür. Gerek Hz. Peygamber (s)'in, gerek ondan sonra gelen halifelerin ma'rufta itaat hakkındaki emirleri, hep bu çerçevede değerlendirilmek gerektir. Esasen ülülemr'e itaati emreden [Nisa (4), 59] ayetmdeki 'anlaşmazlık' anlamındaki niza konusuna, bi'at ayetmdeki bu ma'ruf kaydı açıklık getirmektedir. O halde burada, Kur'an-ı Kerim'in mucize ifadesi ile karşı karşıya bulunuyoruz: *- Devlet Başkanı Peygamber de olsa ona itaat kayıtlıdır.
ma'rufta olmakla
Yani Devlet Başkanı kim olursa olsun, Allah'ın emri, ona mutlak itaat değildir. Açıktır ki bu ayette istenen itaat, O'nun nübüvvet misyonuna değil velayet fonksiyonuna ait konularla ilgilidir. Esasen şayet burada Hz. Peygamber'in nübüvvet misyonu sözkonusu olsaydı, ona itaat, ma'ruf olma şartı ile kayıtlı olamazdı. Bir Peygamberin ümmetine denecek ki, Peygamberinizin ma'ruf olan emirlerine karşı gelmeyin! Bir peygamber'in Allah'tan getirdiğini bildirdiği emirlerin iyi veya kötü olduğuna o peygamberin ümmeti mi karar verecek? Bu mümkün de olmaz; makul de! Maamafih, Allah insanın akıl ve iradesine o ölçüde önem ve değer vermektedir ki, ayette: "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığında, Allah ve Resulüne uyun.." [Enfal (8), 24] buyurulmak suretiyle, değil Devlet Başkam'na mutlak itaat; Allah ve Resulünün davetine bile mutlak bir gözü kapalı icabet emredilmemekte; kendilerine hayat veren emirlere icabet emredilmektedir. Nitekim mümin, sağlığı elverişli değilse, temel ibadet konularından olan orucu bile tutmakla yükümlü kılınmamakta; [Bakara (2),185] murdar olduğu için kesin haram olan domuz etini bile, çaresizlik (iztırar) durumunda ölmeyecek kadar yemeye mezun bulunmaktadır. [Maide (5), 3] Maamafih şu noktayı gözden kaçırmamak gerektir ki, iman ve ibadetle haram
ve
helal
konularında, çaresizlik, imkansızlık
ve
zorlanma
gibi
. durumlardaki istisna ve muafiyet de Allah tarafından bildirilmekte; insanların içtihat ve takdirlerine bırakılmamaktadır.
Hz. Peygamber (s), Perygamberlik misyonu yanında yüklendiği bu, ve/ayef/başkanlık fonksiyonu gereği, en yakınından başlayarak, Medine çevresine, 4-5 yüz kişilik müfreze/silahlı birlik demek olan seriyyeler göndermeye başladı. Yerinde geçtiği gibi bu seriyyelere başlangıçta üç maddelik talimat verilmişti: (1) İslam'a davet, (2) Cizye ödemeye davet, (3) Savaş'a davet! Peygamberimiz, ilk tecrübelerden sonra, bu üç maddelik talimata iki madde daha eklemiştir: (4) Yapılacak zimmet akdini, Allah ve Resulü adına değil; ülke halkı adına yapmak, (5) Kendilerine Allah'ın hükmü tatbik edilmek şartıyla teslim olmak isteyenlerle, kendilerine Allah'ın hükmü uygulanmak üzere değil; ülke halkının hükmü uygulanmak üzere antlaşma yapmak. Tafsilatı, bu çalışmamızın üçüncü bölümünü teşkil eden 3 ncü maddesinde (3.1.1) geçen "davet"le ilgili bu bilgi, bu naçiz çalışmamızın omurgasım oluşturduğundan,
onu
bu
sonuç
bölümünde
tekrar
hatırlatmada
yarar
görülmektedir:
Müslim, Cihad, 3, Hadis No. 1731; Tirmizi, Siyer, 48; İbn-i Mace, Cihad, 38 ve Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/358'de kayıtlı Hadis-i Şeriflerde bildirildiğine göre, Hz. Peygamber (s), gönderdiği seriyye'ye şu talimatı verirdi: "Allah'ın izniyle çıkın yola; gazanız mübarek ola! Bir yerleşim yerini anlatın ve onları:
kuşattığınızda,
-İslam'a davet edin. Kabul Onlardan elinizi çekin.
ederlerse,
onlara
İslam'ı
İslâm'ı kabul edenleri, Hicret Yurdu'na (Medine Site Devletinin Şemsiyesi davet edin ve onlara deyin ki:
altına
Kabul ederseniz, Muhacirlerin hakları haklarınız; Muhacirlerin ödevleri sizin de olacaktır.
girmeye) sizin de ödevleriniz
Kabul etmezseniz, çölde kendi başlarına yaşamayı tercih eden Müslüman Araplar durumunda (Ke A'rabVl-Müslimin) olacaksınız. İstediğinizde, size sadece elden gelen yardım yapılabilecektir. -İslam'ı kabul etmezlerse, onları, cizye!vergi vermeye davet edin ve onlara bildirin ki: Bunu kabul ederseniz, haklarınız;
ödevlerimiz,
Haklarımız, ödevleriniz
olacaktır. Kabul ederlerse, onlardan
elinizi
çekin ve onlarla zimmet akdi yapın. -Cizye vermeyi de kabul onlarla savaşmak olduğunuzu
etmezlerse,
durumunda
bildirin ve savaşın!"
îşte, böyle bir talimatla sefere çıkan bir müfreze, muhasara ettiği yerleşim biriminin, ikinci teklifi yani vergi demek olan cizye vermeyi kabul etmesi üzerine, onlarla vatandaşlık sözleşmesi demek olan zimmet akdi yapar ve dönüşte Hz. Peygamber'e tekmil verir: "- Gittiğimiz kabile ile Allah ve Resulü adına zimmet akdi yaptık; geldik!" Bunun üzerine Hz. Peygamber irkilir ve buyurur: "-Ne? Allah ve Resulü adına mı? Ya zimmet akdi yolu ile yüklendiğiniz sorumluluğu yerine getirmekte bir kusur işlerseniz, onlara göre o kusur kime ait olacaktır? Allah ve Resulüne, öyle
değil mi? Aman ha! Bir daha zimmet akdi yaptığınızda, Allah ve Resulü adına değil; kendi adınıza yapınız. Zira kendi adınıza yaptığınız bir sözleşmenin gereğini yerine getirmede kusur işlemeniz, AUah ve Resulü adına yaptığınız bir sözleşmenin gereğini yerine getirmede kusur işlemenizden daha ehvendir!" Bilindiği gibi vatandaşlık sözleşmesi demek olan zimmet
akdinin asgari
gereği, devlete ödemeyi kabul ettikleri vergiye karşılık vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamayı taahhüt etmektir. Hz. Peygamber (s), bu uyarısıyla, antlaşma ile yüklenilen bu görevi yerine getirmede, elde olmayan sebeplerle meydana gelebilecek kusura işaret buyurmuş olmaktadır:
"-Ya onların mal ve can güvenliklerini gereği gibi sağlayamazsanız/sağlayamazsak?" Sözleşme Allah ve Resulü adına yapıldığı takdirde; istenmeyen böyle bir durumda, akdin gereğini yerine getirmeyen onlara göre kim olmuş olacak? -Allah ve Resulü! -haşa- Halbuki insanlar, taahhütlerini yerine getirmede bazen kusur işlerler. Bu kusur bazen elde olmayan sebeplerle olabilir. Ancak, Allah için elde olmayan bir sebep sözkonusu olmaz. Zira insanlar acizdir ancak Allah, acizlikten münezzehtir. Demek ki insanların akitlerini Allah ve Resulü adına yapmaları sakıncalıdır ve dinen buna izin verilmemiştir. Hz. Peygamber, bu tecrübeden sonra, o günden itibaren gönderdiği müfrezelere verdiği üç maddelik talimata iki yeni madde daha eklemiştir: "-Bir yerleşim yerini kuşattığınızda, sizden, kendileri ile Allah ve Resulü adına zimmet akdi yapmanızı isterlerse, bunu kabul etmeyiniz. Zimmet akdini kendi adınıza ve arkadaşlarınız adına yapınız. Zira, kendi adınıza yaptığınız akdin gereğini yerine getirmede kusur işlemeniz, Allah ve Resulü adına yaptığınız akdin gereğini yerine getirmede kusur işlemenizden daha ehvendir. -Bir yerleşim yerini kuşattığınızda, kendilerine, Allah'ın Hükmü uygulanmak üzere antlaşma yapmak
isterlerse bunu da kabul etmeyiniz. Onlarla, kendilerine, kendi hükmünüz uygulanmak üzere antlaşma yapınız. Çünkü, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? Siz onu bilemezsiniz." Her konuda olduğu gibi, devlet yönetimi konusunda da üsveyi hasene yani en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimizin [Ahzab (33), 21] bu örnek uygulaması hakkındaki bilginin, Hicri 5 nci, Miladi 11 nci yüzyıldan daha berideki, başta fıkıh, dini kaynaklara, dolayısıyla İslam dünyasında, başta hukuk, pratik hayata yansımamış olması; hatta o asırdan önce tedvin edilmiş bulunan hadis koleksiyonları ile bazı fıkıh kaynakları hariç tutulursa, hayata, teorik olarak bile yansımamış olması, bir şanssızlık sayılmalıdır. Hz. Peygamber'in devlet yönetimi konusundaki örnek
uygulamalarını
yansıtan bu çok önemli bilginin, İslam Hukukçuları demek olan Fakihler tarafından,
görebildiğimize
göre
en
son
değerlendirildiği
eser,
Serahsi
(ö.490h/1097m)'nin Mebsut'udur. (147)
Bu kaynakta görülebileceği ve yerinde geçtiği gibi, imam Ebu Yusuf, özellikle: "Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? Siz onu bilemezsiniz/" uyarısının o güne mahsus geçici bir uyarı olduğunu iddia ederken, İmam Muhammed bunun geçici olmadığım, her zaman "geçerli" bir "prensip madde" olduğunu savunmakta, İmam Serahsi de: "Bu Hadis, Ehl-i Sünnet'in: 'Miictehid hata da eder, isabet de.' prensibinin delilidir" demektedir. Hz. Peygamber (s)'in bu uyarısını, bütün peşin hükümlerden uzak tarzda değerlendiren herkes, Müslümanların, "Allah Adma ve Allah'ın Kanunları ile hükmetme." iddiasıyla Devlet yönetmekle, değil memur olmak, böyle bir iddiaya mezun bile olmadıklarını; buna mecbur olmak şöyle dursun, böyle bir iddiada bulunma konusunda onlara izin bile verilmediğini., kolaylıkla kavrar. Öyle ya: -Ama Padişah/Ksal ama Şura/Millet Meclisi, bir kanun çıkaracak ve çıkardığı kanuna, "Bu, Allah'ın Hükmü!Allah'ın Kanunu!" diyecek,
-Bir ülke, kendi kurduğu Devletine, "İslam Devleti" diyecek ve çok muhtemel olan pek çok yanlış düzenleme ve uygulamalarını, Din'e, dolayısıyla Allah'a mal edecek!.. İşte, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s)'in, uygun görmediği ve ta işin başında düzelttiği ve yasakladığı anlayış ve uygulama budur! Görüldüğü gibi, Hz. Peygamberin bu uyarı ve uygulaması, bugünki dilde ifade edersek, çok açık bir şekilde:
"Milletin Devleti." ve " Devletin Kanunları!" ilkesini anlatmaktadır.
(1)İslam'a davet, gereğidir.
Açıktır ki, bu talimatta yer alan:
Hz. Peygamber'in, Nübüvvet
Misyonu
[Müddessir (74), 1-2; Maide (5), 67] (2) Vergi demek olan "cizye "yi teklif, Fonksiyonu gereğidir. [Tevbe (9), 29]
onun
Velayet
(3) Savaş ise, dostu-düşmanı, dolayısıyla Medine Devletinin sınırlarını belirlemek/çizmek içindi. [Tevbe (9), 29] îlk tecrübelerden sonra talimata eklenen: (4) Dördüncü madde, Devlet Başkanı Peygamber de olsa, antlaşmaların Allah ve Resulü adına değil; komutan ve arkadaşları, kısaca ülke halkı adına yapılması gerektiğini, başka bir ifade ile Devlet'in, Allah adına değil; Millet adına yönetileceğini göstermekte, (5)Beşinci madde ise, ülke insanlarına uygulanacak kanunların, Allah'ın Hükmü/Allahm Kanunları iddiası ile değil; Milletin Kanunları olarak çıkarılıp uygulanacağını öğretmektedir.
Bu arada, Talimatın birinci maddesini oluşturan İslam'a Davet maddesinde, fazla göze çarpmayan ama gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir detay var: "- İslam'ı kabul edenleri, Hicret Yurdu'na (Medine Site Devletinin Şemsiyesi Altına Girmeye) davet ediniz ve onlara bildiriniz ki, bunu kabul ederlerse, Muhacirlerin hakları onların da hakları; Muhacirlerin ödevleri onların da ödevleri olacaktır! Kabul etmezlerse, Çölde kendi başlarına buyruk yaşayan Müslüman Araplar gibi olacaklardır. (Devletin koruyucu şemsiyesi altında olmayacaklardır.) İhtiyaç duyarlar da din konusunda yardım isterlerse, aramızda andlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyla kendilerine imkanlar ölçüsünde yardım edilebilecektir!" Dikkat edilirse, ayrıntı gibi duran bu bilgi, değerini görebilen için, zihinlerde şimşek çaktıracak derecede önemli bir bilgidir. Şöyle ki:
(1) Müslüman, başında Peygamber de bulunsa, belirli bir Devletin (mesela Hilafet) şemsiyesi altına girmek zorunda değildir. (2) Belirli bir devletin şemsiyesi altına girerse, o devletin, başta himaye, eşit vatandaşlık hak ve ödevlerine sahip olur. Girmezse, o devlete karşı bir takım yükümlülükleri olmayacağı gibi, o devletin himayesini de hak edemez. (3) Bu durumda onun hakkında, o devletle ilgili bir vatandaşlık hak ve ödevleri sözkonusu olmaz. İhtiyaç duyunca, şemsiyesi altına girmediği devletten yardım isteyebilirse de kendilerine ancak, arada antlaşma bulunan bir devlete karşı olmamak şartıyla ve "imkanlar" ölçüsünde yardım edilebilir!
Bu konuyu, bir örnekle açalım: Komşumuz, dostumuz ve kardeşimiz Azerbaycan, aralarında ihtilaf bulunan Ermenistan'a karşı ülkemizden yardım istese, yine bir komşumuz olan Ermenistan'la aramızda, karşılıklı iyi münasebet veya saldırmazlık anlamında bir antlaşma (misak) varsa, bu ülke aleyhine olmak üzere Azerbaycan'a yardım etmek doğru olmamaktadır. Bu durumda yapılacak şey, her iki ülkenin de yararına olacak bir dostluk politikası izleyerek her iki ülkeye birden yardımcı olmaktır. Belirttiğimiz gibi Davet Hadisi'nde ayrıntı gibi duran bu bilgi, pratikte, konumuz açısından çok önemli mesajlarla yüklüdür. Üstelik bu bilgi sadece hadisteki bir rivayetten ibaret değil; Kur'an'da da bildirilmiş ve prensip bildiren çok temelli bir mesajdır: "îman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip de hicret etmeyenler ise hicretlerine kadar sizin için onlara velayet namına bir şey yoktur. Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, yardım etmek de üzerinize borçtur. Ancak, sizinle aralarında misak bulunan bir kavim aleyhine değil. Allah amellerinizi gözetiyor. [Enfal (8), 72] Görüldüğü gibi Davet Hadisi de bu Ayet-i Kerime de, "Bir ülkenin, kendisinden yardım isteyen ülkelere, ancak, kendisiyle arasında antlaşma (misak) bulunan ülkelere karşı olmamak şartıyla yardım yapabileceği" evrensel prensibini öğretilmektedir. Bilindiği gibi bu prensip, Devletler Hukukunun en temelli ilkelerindendir. Kanaatimiz odur ki, Devlet'i, ülkede yaşayan halkın oluşturduğu sivil bir kurum olarak değil de "Dini-İlahi Bir Kurum" olarak; Hilafet'i de, Hz. Peygamber'in Velayet/Devlet Başkanlığı fonksiyonuna halef olma işinden yani devlet işlerini O'ndan sonra yürütme işinden ibaret olağan bir iş olarak görmeyip onu, "Kutsal Bir Dini Kurum" olarak görerek onun Müslümanlar için, yaygın düşüncedeki şekil ve manasıyla dinen gerekli olduğunu
sananlar, küçük bir ayrıntı gibi duran bu bilgi sayesinde konu hakkında aydınlanabilir ve: Değil belirli bir devlet olarak Hilafetin, bizzat H z . Peygamber'in başında bulunduğu Devlet'in şemsiyesi altına girmenin bile dini bir gerek olmadığını kavrayarak sadece devleti değil bizzat İslam'ı da yanlış algılamaktan ve yorumlamaktan kurtulmuş olurlar. Bu arada, Hilafeti, dinen gerekli bir kurum sanarak onun davasını gütmekten de! Hemen belirtelim ki, çölde dağınık yaşayanlar için Devlet, sosyal olarak o derece önemli olmasa da, büyük topluluklar halinde yaşayan insanlar için Devlet, dinen de adeta olmazsa olmaz çapta önemli bir ihtiyaçtır. Nitekim Hz. Peygamber (s): " Bir kimse ölür ve onun, ama adil ama zalim bir İmamı/Devleti bulunmazsa, o kimse, Cahiliyye ölümü ile ölmüş gibidir." buyurmuştur. (148) Onun için: -Vatanı koruyacak; asayişi sağlayacak; kişiler arasında çıkacak anlaşmazlıları çözüme kavuşturacak; ülkeyi imar edecek; eğitimden sağlığa her türlü kamu hizmetlerini düzenleyecek., bir devlet, dinen de gereklidir. Devletsizlik ve kanunsuzluk anarşidir. Anarşinin sakıncaları ise saymakla bitmez. Ancak, hemen farketmeli ki bu, dini karakterli bir gereklilik değil; sosyal karakterli bir gerekliliktir. Müslümana Ahirette, "Niçin şu veya bu kişiyi İmam olarak tanımadın; niçin şu veya bu devletin vatandaşı olarak yaşamadın? Niçin Hilafet kurmadın veya şemsiyesi altına girmedin?" gibi bir soru değil; şayet devletsiz yaşamış ve güvenlik içinde yaşayamayıp kulluk görevini yapamamışsa, "Niye başıboş yaşayıp kendini tehlikeye attın?" diye sorulacaktır. Tıpkı: "Niçin, sağlık tedbirlerini almadın da sana 'emanet' olan sağlığını korumadın ve kulluk görevini yapamadın?" diye sorulacağı gibi. Burada bir parantez açarak hemen belirtelim ki: -İslam,
-Cizye, -Savaş! Bu üç maddeden ibaret davet şartları sebebiyle, "Müslümanların, onlar Müslüman olmadıkça veya vergi vermeyi kabul etmedikçe müslüman olmayanlarla daimi savaş durumunda oldukları" şeklinde bir intiba, hem Müslüman hem gayr-i müslim çevrelerde yaygın bir kanaattir. Bu intiba ve kanaat tamamen yanlış da sayılmaz. Zira, bu intiba ve kanaat, "Ceziretu'l-Arab" denilen Arap Yarımadası ve o gün için bir dereceye kadar doğru; başka bölgeler için ise yanlış bir intiba ve kanaattir. Zira biliyoruz ki Müslümanlara verilen savaş izni, savunma savaşıyla ilgilidir. Savaş ilan etmiş olmayanlara karşı savaşa izin olmadığı gibi, savaşa tutuştuktan sonra bile barış isteyenlerle barış yapılması; müşrik
de olsa
sığınanın korunması, emredilmektedir:
"Kendileri ile savaşılanlara (Müslümanlara), haksızlığa uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardıma mutlak surette kadirdir." [Hac (22), 39] "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü O, İşitendir, Bilendir." [Enfal (8), 61] "Eğer müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah'ın sözünü dinlemesi için onu koru. Sonra onu güvenlikte olacağı yere kadar ulaştır. İşte bu onların bilmeyen kimseler olmalarındandır." [Tevbe (9), 6] Yine biliyoruz ki bu konularda özellikle o günki şartlarda, Arap yarımadası için bir dereceye kadar farklı statü ve hükümler vardır. Nitekim, vergi demek olan cizye Arap. yarımadasında yaşayanlardan sadece Ehl-i Kitap olanlardan yani Yahudi ve Hıristiyanlardan kabul edilmekte; putperest demek olan müşriklerden kabul edilmemektedir. Buna göre, bu bölgede yaşayan Ehl-i Kitap'tan başkası için sadece iki seçenek vardır: Ya İslam, ya savaş! Ehl-i Kitap için ise, tekrara gerek yok ki üç seçenek var: İslam, Cizye ve Savaş!
Yani O gün Arap yarımadasındaki müşrikler ya Müslüman olacaklar yahut savaşı göze alacaklardı. Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar ise, İslâm'ı kabul etmek istemedikleri takdirde, vergi vermek suretiyle devletin şemsyesi altına girmeyi kabul ederek eşit vatandaşlık hakkı elde edebilecek ve dinlerini kendi inandıkları gibi yaşayabileceklerdi. Şunu da hatırlatalım ki Mecusiler de Ehl-i Kitap muamelesi görmüştür. (149) Şu hususu gözden kaçırmamalıdır ki, Arap yarımadası dışındakilere, Hz. Peygamber (s) tarafından, Peygamberlik misyonu gereği, elçiler yoluyla, İslam'ı tanıtıcı davetler yapılmış; mektuplar yollanmıştır. Ama, onlardan bir saldırı veya ciddi bir tehdit olmadıkça onlara hiç bir zaman savaş açılmamıştır.
Kısaca, Hz. Peygamber (s)'in, Allah'tan aldığı mesajı insanlara tebliğden ibaret olan misyonunu [Bkz: Kur'an-ı Kerim, Ankebut (29), 18; Fatır (35), 23, 24; Sad (38), 6 5 , 70], Dünya'ya Hakimiyet olarak anlamak ve yorumlamak, Hz. Peygamber (s)'i de Kur'an-ı Kerim'i de İslam Dini'ni de yanlış tanımak ve yanlış tanıtmak olur. Açıktır ki böyle bir davranış, Kur'an'a da İslam'a da en büyük haksızlık olur. Esasen bilindiği gibi, Hz. Peygamber'in mektuplarındaki ortak ifade, "Müslüman olursan, işinin başında kalmaya devam edersin!" ifadesidir. Bu ifade ilk nazarda İslam'a davet edilen Devlet Başkanına, "Korkma, senin saltanatına dokunulmayacak!" şeklinde, şahsi bir teminat gibi anlaşılmakta ise de, Davet Hadisi'ndeki ayrıntı gibi duran ve Enfal ayetinde [Enfal (8), 72] yer alan bilgi, Müslümanlığı kabul edenlerin, siyasi manada bir hakimiyetin altına girmek zorunda olmadıklarını çok açık bir şekilde göstermektedir. Hal böyle iken, İslam'ın davasını "dünyaya hakimiyet" gibi anlamak ve anlatmak, az önce ifade ettiğimiz gibi, İslam'ı çok yanlış anlamak olur.
Çalışmamızın İkinci maddesinde üstad Hamidullah'tan naklettiğimiz Otoritenin Kaynağı ve onun pratiği olan aynı anda birden
fazla devlet konusundaki tartışmanın da altında bu noktanın gözden kaçması yatmaktadır. Açtığımız parantezi kapayarak devam edelim. Hz. Peygamber (s), 23 yıl kadar (610-632m) süren Peygamberlik hayatı içinde on yıldan biraz fazla (620-632m) süren Siyasi Başkanlık hayatından sonra, ebediyete intikal etmiş; vefat etmeden önce, o gün için bilinen adet ve uygulamadan farklı olarak, yerine kimseyi bırakmamıştı.
İnsanlık için, Peygamber olarak örnek şahsiyet olduğu gibi, Siyasi Başkan olarak da örnek şahsiyet olan Sevgili Peygamberimiz, bu davranışıyla, başta Medine halkı, Arap yarımadasında yaşayan halkın şahsında bütün insanlığa bir örnek bırakıyordu: Halk, Kendi Siyasi Başkanlarını
kendileri
seçmeli!
Bu çalışmamızın ekinde (Ek-1) ilk 50 sayfasının tercümesini sunduğumuz, Meşhur Alim İbn-i Kuteybe ed-Dineveri (ö.276h/889m)'ye ait el-İmame ve's-Siyase adlı eserde belirtildiği gibi, Hz. Peygamber (s) vefat edince, başta, Hz. Ali (r) olmak üzere yakın akrabası teçhiz ve tekfinle meşgulken, Medineli Müslümanlar demek olan "Ensar", başkan seçmek üzere, Sakifeyi Beni Saide'de yani Ensar'm ileri gelenlerinden Sa'd b. Ubade'nin Hanesinde toplandı. Hemen belirtelim ki, Ensar'ın bu teşebbüsünde bir yanlışlık, yadırganacak bir tutum, sözkonusu değildir. Zira, aynı zamanda Siyasi Başkan olan Resulullah'ın vefatı ile ortaya çıkan otorite boşluğu derhal doldurulmalıydı. Otorite boşluk, kabul etmezdi. Esasen konuşmalar sırasında Haşr ayetine de işaretle vurgulandığı gibi, Ensar, "Yardımcılar" oldukları gibi aym zamanda "Evsahipleri" idiler: (Vellezine Avev ve Nasaru.) [Haşr (59), 9] Durumdan haberdar olan Hz. Ebu Bekir (r), işin
bir oldu
bittiye
getirilmesinden çok telaşlandı. Hz. Ömer'le (r) birlikte toplantı yerine gitmek üzere yola koyuldu. Yolda kendisine rastladıkları Muhacirlerden Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'ı
da
yanlarına
alarak
toplantıya
katıldılar.
Toplantı
yerine
vardıklarında, Ensar, Sa'd b. Ubade'yi (r) Başkan seçmek üzereydi. Hz. Ebu Bekr (r)'in söz alıp konuşmasıyla devam eden çetin müzakerelerden sonra: Arapların bir Medineli veya başka bir yerli etrafında birleşmeyecekleri; Arapların ancak bir
Kureyşlinin
başkanlığında birleşebilecekleri, gerekçesiyle H z . E b u
Bekir (r)
üzerinde karar kılındı."
Hz. Ebu Bekr'in, Devlet Başkanını seçmek üzere Ensar'ın toplantı yaptıkları hakkındaki haberi alınca telaşlanmasının sebebini çok iyi anlamak gerektir. Bir kere o, Hz. Peygamber (s) tarafından, namaz kıldırmakla görevlendirilmişti. Dolayısıyla onun, Hz. Peygamberden sonra, kendi üzerinde farklı bir sorumluluk hissetmesi anlaşılmayacak bir tutum değildir. Ayrıca o, Muhacir Müslümanlardan, üstelik ileri gelen ilk ve yaşlı Müslümanlardan biri olarak, konu hakkında, en az herkes kadar sorumluluk duyma durumundaydı. Toplantı halindeki Ensar'm, oldu bittiye getirilecek bir tercih ve kararla, halkın, sağlanmış bulunan birlik ve düzenine zarar verecek ve telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açmaları muhtemeldi. Hz. Ebu Bekr'in, Hz. Ömer'le birlikte hareket etmesinin ve yolda rastladıkları Ebu Ubeyde b. el-Cerrah'i yanlarına almalarının da aynı gerekçelerle açıklanması gereken tutum ve davranış olduğu açıktır. B ö y l e c e ilk Halife/Sivasi
B a ş k a n seçilen H z . E b u B e k i r (r). k e n d i s i n e h e n ü z
bi'at
e t m e m i ş b u l u n a n l a r l a ilgili o l a r a k H z . P e y g a m b e r ' i n a m c a s ı H z . A b b a s ' l a fr) g ö r ü ş ü r k e n ç o k önemli bir k o n u ş m a yapmış: o k o n u ş m a s ı n ı n başında şunları s ö y l e m i ş t i :
"Allah Hz. Muhammed'i Nebi-, mü'minlere Veli olarak gönderdi. Allah, onun için ebediyeti seçinceye kadar Hz. Peygamber aramızda kaldı. O aramızdan ayrılınca, halk beni Vali olarak seçti. İşlerine bakayım diye.." Dikkat edilirse, Hz. Ebu Bekir (r) de, nebi ve veli kelimeleriyle, Hz. Peygamber (s)'in nübüvvet misyonu ile velayet fonksiyonuna, ayrı ayrı işaret etmiştir. Tekrar edelim: Nübbüvvet, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in Peygamberlik misyonu; Velayet ise, O'nun ülülemr yani Siyasi Başkanlık fonksiyonu demektir.
Hz. Ebu Bekir (r), bu konuşmasında, "Beni ' V a l i ' yaptılar; bakayım
diye."
demek
fonksiyonuna haleflhalife
suretiyle,
kendisinin,
Resulullah'm
işlerine velayet
olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Hz. Peygamber (s)'in vefatından sonra yerine geçecek "Siyasi Başkan" demek olan "Halife"yi seçme işi, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dahil, Muhacir Müslümanların bilgisi dışında olarak "Ev sahipleri" Ensar'm inisiyatifinde başlamış; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde'den ibaret üç muhacir sahabinin katkıları ile gelişmiş ve bir gecede tamamlanmıştır. Bu nokta, bazı kesimlerin tarih boyunca öne sürdüğünün aksine, bu işte, ne Hz. Ebu Bekr'in ne de Hz. Ömer'in; "Hz. Ali ve Ehl-i Beyt cenaze hizmetleriyle meşgulken, işi oldu bittiye getirmesi" gibi bir tertibinin, kesinlikle sözkonusu olmadığını gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir. Tekrar hatırlatalım ki, toplantı, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dahil, Muhacirlerin bilgisi dışında, tamamen Ensar'ın inisiyatifinde başlamıştı ve durumdan haberdar olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer toplantı yerine gitmeselerdi, o toplantıda, ev sahibi Sa'd b. Ubade veya Ensar'dan başka biri seçilecekti. Esasen Sa'd seçilmek üzereydi. Dolayısıyla, Hz. Ali'nin seçilme konusu hiç bir şekilde ihtimal dahilinde değildi. Seçim işi bittikten ve birine Başkan olarak bi'at edildikten sonra ise artık dönüş yoktu.
t Hz. Ali'nijı ®; Hz. Fatıma fr)'nın vefatına kadar geçen bir kaç ay süreyle bi'atta gecikmiş olması; Hz. Peygamber'in (s) Amcazadesi ve Damadı olduğu'ışiiı "bu hakkın kendisine ait olduğunu" sanmasındandı, yoksa, sanıldığı veya iddia edildiği gibi konu hakkında sahip olduğu özel bir bilgiden dolayı değil! Esasen Eğer Hz. Ali (r), sanıldığı gibi özel bir bilgiye sahip olsaydı onu açık açık söyler; onu herkes kabul eder ve hiç kimse de itiraz etmezdi. Hz. Ali (r), hiç bir zaman, böyle bir bilgi ile ortaya çıkmadığı gibi, Birinci Halife'ye de İkinci Halife'ye de hem bi'at etmiş hem hep yardımcı olmuştur. Konu hakkında, sonradan ortaya atılmış iki iddia
var: "Kağıt Kalem" ve Kalem olayı şudur:
"Gadîrhum" rivayetleri. Bunlardan, Kağıt
Rivayete göre Hz. Peygamber (s), vefat edeceği zaman yanındakilere, "Bana kağıt kalem getirin; vasiyetimi yazdıracağım!" diye buyurmuş da yanındakiler, "Hz. Peygamber çok hastadır; yormayalım; Onun bize tebliğ buyurduğu Kur'an, elimizde; sünneti, aramızda, onlar bize yeter!" diyerek O'nun bu isteğini yerine getirmek istememişler. Gadirhum iddiası da şudur: Rivayete göre,Hz. Peygamber (s), Mekke-Medine yolunda, Gadir Hum adını taşıyan bir yerde, kendisinden sonra Hz. Ali'nin İmam/Devlet Başkam olacağını vasiyet etmiş. Burada bir parantez açarak bu rivayetleri değerlendirmekte yarar vardır. Bu rivayetlerden: a) Gadirhum rivayeti: -Sadece bir kaç kişiden nakledilen (haber-i vahid) bir bilgi olduğu ve bu kadar önemli bir konu, öyle, sadece bir kaç kişinin verdiği iddia edilen, üstelik bunca olaylara rağmen herkes tarafından duyulmuş olmayan bilgiye dayandırılamayacağı için, -Bir de Birinci Halife Hz. Ebu Bekr'e (r) bi'atta, Eşi Hz. Fatıma'nm (r) vefatına kadar gecikmekle beraber, Hz. Ali ® tarafından Hz. Peygamber'e (s) atfen, böyle bir haber bildirilmiş olmadığı ve sonunda bi'at ettiği için, savunulması ve delil olarak başvurulması mümkün olacak bir rivayet niteliği taşımamaktadır. b) Kağıt Kalem olayı ise: -Yine mütevatir haber olmaması (haber-i vahid olması) yanında, Haber olarak doğru olduğu farzedilse bile, Hz. Peygamber'in ne yazdırmak istediği bilinmediği için, bunun da konu hakkında delil değeri taşımadığı ortadadır.
Kaldıki Hz. Peygamber'iıı (s) yazdırdığı öne sürülen vasiyyet, kendisinden sonra başkan olacak kişiyle ilgili olduğundan, konunun k e n d i s i , - d e ğ i l ; ümmetin maslahatını ilgilendiren sosyal-siyasi bir konu olduğu için yine de bağlayıcı olmayacaktı. Görüldüğü gibi, konu hakkında delil bulunmadığı gibi Ashaptan çok sonra ortaya atılmış bulunan iddialar makul de görünmemektedir. Zira: -Bir kere, şayet Hz. Ali (r), böyle bir haber bildirmiş olsaydı, az önce de ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (s)'in vasiyetine karşı gelecek tek kişi bile bulunmazdı. Ama, biliyoruz ki, Hz. Ali (r), böyle bir iddiayla ortaya çıkmamıştır. -Esasen eğer Hz. Peygamber (s), böyle bir şeyi, Allah'tan aldığı bir görevle bildirmek veya yazdırmak durumunda olsaydı, buna kimse engel olamazdı. -Hele Hz. Ali (r), bizzat kendisi, Birinci ve İkinci Halifeler dönemi boyunca on yıl gibi uzunca bir müddet, buna katlanmazdı; katlanamazdı. -Kaldı ki böyle bir şey farzedilse bile, işi, yapılan siyasi bir yanlışlığa üzülmenin ötesine vardırarak acısıyla tatlısıyla tarihe mal olmuş siyasi karakterdeki farklı anlayışları günümüze taşıyarak toplumda kavga konusu olarak devam ettirmek, herkes çok iyi bilir ki, kimseye bir şey kazandırmaz ama herkese de ülkeye de çok şey kaybettirir. Açtığımız parantezi burada kapayarak esas konumuza devam devam edebiliriz. Dördüncü Halife Hz. Ali'nin (r) Hariciler tarafından şehit edilmesi üzerine iş, eski adete, babadan oğula intikal eden saltanata dönüştü.
Emeviler,
Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar hep bu geleneği sürdürdü. Bu arada, ayrı olarak kurulan başka devletler de oldu: Asya'da Karahanlılar, Afrika'da Fatımiler, Avrupa'da Endülüs Emevileri ve Anadolu'da Selçukulular ve Osmanlılar gibi.
Tarih boyunca, Müslümanların en güçlü ve en uzun ömürlü Devleti olan Osmanlılar'm 1879 yılında ilan ettiği meşrutiyete kadar saltanat, mutlakiyet şeklinde devam etti. Osmanlı İmparatorluğu'nun, Birinci Dünya Savaşımn peşinden dağılma noktasına gelmesi üzerine, Anadolu halkınca gerçekleştirilen kurtuluş savaşından sonra Saltanat, bütünüyle kaldırıldı; 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla, babadan oğula intikal eden saltanattan vazgeçilmişti. Artık halk, idarecilerini kendileri belirleyecekti. Herkesin bildiği gibi bu sistemde: Halk, Millet Meclisi üyeleri demek olan Milletvekillerini seçer; Milletvekilleri, Devlet Başkanını seçer; Devlet Başkanı, Hükümeti tayin eder; Hükümet, Millet Meclisinden güvenoyu ister; Millet Meclisi güvenoyu verince Hükümet görevine devam eder.
Kolayca görülebileceği gibi bu yol, velayetin; ülkede yaşayan insanların/vatandaşların tek tek verecekleri vekaletler demek olan oy verme yoluyla, birilerine devredilmesi yoludur. Yukarıda da belirtildiği gibi, Hz. Peygamber (s) de, tek tek bağlılık yemini demek olan bi'at almak suretiyle ve yayımladığı Anayasa'nm, Medine halkı tarafından benimsenmesi yoluyla halktan bu vekaleti/velayeti almıştı. İslam Tarihi'nde Yönetim'in/Devlet'in tarihçesi, kısaca böyle!
Özeti bu bölümde, tafsilatı İkinci bölümde görüldüğü gibi ortada, çok farklı uygulamalar var: (1) Hz. Peygamber (s), yerine kimseyi bırakmazken, (2) Birinci Halife Hz. Ebu Bekir (r), istihlaf etmiş;
(3) İkinci Halife Hz. Ömer (r) ise Hz. Peygamber'den de Birinci Halife'den de farklı bir tercihle işi, altı kişilik bir Danışma Meclisi'ne (Şura'ya) bırakmış; (4) Üçüncü Halife Hz. Osman'ın (r) şehid.edilmesi üzerine halk Hz. Ali'ye (r) bi'at etmiş; (5) Dördüncü Halife Hz. Ali'nin (r) de şehid edilmesi üzerine iş, babadan oğula intikal eden saltanat'a dönüşmüş; (6) Sonra Meşrutiyet'e geçilmiş; (7) En Sonunda Cumhuriyet kurulmuştur. Şimdi soru şudur: -Bunların hangisi doğru; hangisi yanlış? "-Hepsi doğru!" demek mümkün değildir. Çünkü, doğru bir olur. Ama, "-Hiçbiri yanlış değil!" demek mümkündür. Zira, işin mahiyet ve karakteri, şartlara göre farklı tercihleri haklı kılabilir. Açıktır ki, şartların gerektirdiği farklı tercihler, olması gereken ideal ölçüye uymasa da pratikte yanlış sayılamaz. Bunu en veciz şekilde Hz. Muaviye (r) ifade etmiştir. Kendisinden sonra oğlu Yezid'i Veliaht olarak tayin ettiği için kendisine itiraz edilmesi üzerine: "Arkadaşlar! Biliyorsunuz ki: Hz. Peygamber (s), kimseyi istihlaf etmeden vefat etmiş; Halk, Hz. Ebu Bekr'i Halife seçmeyi uygun görmüştür. Ona bi'at, 'doğru bir bi'at' (Bi'atu Hüden) olmuştur. O, işleri, Allah'ın Kitabı ve Resulünün Sünneti üzre yürütmüştür. Ebu Bekir vefat edeceği zaman, Ömer'i istihlaf etmenin doğru olacağını düşünmüştür. Ömer de işleri, Allah'ın Kitabına ve Resulünün Sünnetine uygun şekilde yürütmüştür. Ömer, vefat edeceği zaman, işi altı kişilik 'Şura'ya havale etmeyi uygun bulmuştur. Bu altı kişiyi ise, Müslümanlar arasından seçmiştir. İmdi: Birinci Halife, Hz. Peygamber'den
farklı bir tercih yaptı. İkinci Halife ise Hz. Peygamber'den de Birinci Halife'den de farklı bir tercih yaptı. Ben de her üçünden farklı bir tercih yaptım. Ben, halkın yararını bunda gördüğüm için böyle yaptım. Bunda yadırganacak ne var?" tarzında bir konuşma yapmıştır. Dolayısıyla, Hilafetten Cumhuriyete, tarihte gördüğümüz bu yönetim biçimlerinden hiçbiri, yanlış sayılmamakla beraber, "dinimize göre en doğrusu nedir?" diye bir soru soracak olursak, alacağımız cevap, şüphesiz, Hz. Peygamber (s)'in uygulamasıdır! olacaktır. Hz. Peygamber (s)'in uygulaması ise, gördüğümüz gibi, İşi, halkın hür iradesine bırakmaktır ki o seçimdir. Dikkatli bir tahlil, İlk Dört Halife'nin de, farklı metodlarla da olsa, halkın hür iradesiyle belirlendiğini gösterir. Çünkü her dördünde de, bugünkü seçim sistemindeki evet anlamında, halkın tek tek bi'atı vardır. Onun içindir ki bu dört halifeye, Hulefayı Raşidin denmektedir. Hz. Peygamber (s)'in: "Benden sonra hilafet 30 yıldır; Daha sonra, can saltanat başlayacaktır!" (150)
yakan
mealindeki sözleri de, bu gerçeğin önceden tescili gibidir. Hz. Peygamber (s)'in devlet yönetimi konusundaki bu örnek uygulaması, her halde, bugün insanlığın bildiği ve adına Demokrasi dediğimiz yoldan başkası olmasa gerektir. Nitekim biliyoruz ki, insanlığın bulduğu bu yol, bugüne kadar bilinen yolların en güzelidir. Ve nitekim, daha iyisi ortaya konulamadığı için, kendi dönemi için çok takdir ettiğimiz Osmanlı sisteminde bile, yukarıda tafsilatıyla geçtiği gibi, devlet'in kurucusu Osman Bey'den itibaren, kardeş veya evlat kanına girilmek durumunda kalınmıştır. "Nizam-ı alemi muhafaza" ve "fitneyi önleme" gibi yüksek gayelerle de olsa, Devlet Başkanının "potansiyel tehlike" gördüğü bir yakınını öldürtmek zorunda kalması her halde kimsenin hoşlanacağı bir
şey değildir. Onlar, başka çare bulamadıkları için ve hiç şüphesiz, içleri kan ağlayarak böyle bir uygulamaya gitmek zorunda kalmışlardır. İnsanların, Allah'ın lütfü ile ulaştıkları demokrasinin işletilmesi sırasında da görülebilecek yanlışlar ve aksaklıklar, bu yolu kötülemek ve ondan vazgeçmek için bahane olamaz; olmamalıdır. Nitekim, Allah Kelamı Kur'an-ı Kerim, en mükemmel Kitap ve Dinimiz İslamiyet, en mükemmel Din'dir. Fakat, Müslümanların tarih boyunca uygulamaları ve sergiledikleri hayat tarzları en mükemmel değildir! Öyle olunca suçu, sistemlerden önce uygulamada aramak ve sistemdeki aksaklıkların önünü almaya çalışmak en doğru yol olsa gerektir. Demokrasinin, Hulefayı Raşidin'den sonra İslam Dünyasında değil de Batı'da hayata geçmiş olması da Müslümanları yanıltmamalıdır. Her şeyden önce, bir şey değerli ise, hikmet ise, onun nereden ve kimden çıktığına bakılmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s): "İlim ve Hikmet yerden alır!"
mü'minin
yitiğidir;
onları
bulduğu
buyurur. (151) Ayrıca, insanların bulduğu/ulaştığı bu sistem, Hz. Peygamber'in (s) uygulamasına ve Hulefayı Raşidin dönemine uygun bir sistem olarak görünmektedir. Şimdi ikinci soru sorulabilir: -Anladık: Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet.. Bunlar, ülke şartlarına ve halkın anlayış seviyesine göre tercih edilebilecek yönetim biçimleridir; ideali, Hz. Peygamberin (s) uygulamasına da benzediği için, Hür Seçimi de içeren Demokrasi'dir. Ancak, demokrasi, sadece temsilci ve yöneticileri belirlemekten ibret olmadığına, halkın kendi kendisini yönetmesi olduğuna ve bu, halkın muhtaç olduğu kanunları, kendi ihtiyaçlarına göre çıkarmasını. içerdiğine göre, muamelat hükümleriyle ilgili nasslar; emir ve tavsiyeler ne olacaktır? Kur'an-ı Kerim'in; muamelat hükümlerini ihtiva eden bunca nass ortada olduğuna göre, Müslümanları bağlayıcı görünen o emir ve hükümler yok mu farz edilecektir?
Buna
cevap olarak
hemen
belirtelim
ki:
Hayır!
Asla
yok
farz
edilmeyecektir! Yerinde geçtiği gibi, muamelat hükümleri de dünya durdukça değerinden hiç bir şey kaybetmeyecek değerde hükümlerdir. Ancak, her şartta mot a mot kanunlar olarak uygulanacak hükümler değil; örnek
alınacak
normlardır.
Tarihte, Ashaptan itibaren görülen ve önemli bir kısmını bu çalışmamızda örnek olarak sunduğumuz, nass'lara rağmen gibi gözüken uygulamalar bunun böyle olduğunu göstermektedir. Ayrıca, yukarıda bir kaç kere işaret edildiği gibi: Kur'an-ı Kerim'deki Muamelata ilişkin hükümler, hakkında nass bulunanları dahil, bütünüyle içtihadidir. Bunlar, şartlara (eş-Şurut/ezZuruf/el-Maslaha) göre belirlenecek ve uygulanacak hükümlerdir. Allah'ın emri, o konularda yapılacak kanuni düzenlemelerin halkın ihtiyacına rağmen nasslara uydurulması değil; bütün düzenleme ve uygulamaların, halkın ihtiyalarına uygun bir şekilde yapılmasıdır. Dolayısıyla, halkın ve ülkenin ihtiyaçları ne ise ona göre yapılacak düzenleme ve uygulama, Allah'ın da emrine uygun düzenleme ve uygulamalar olup bu gibi düzenlemelerde kanun koyucu, nasslardan önce halkın ve ülkenin ihtiyaç ve yararı ile örfünü gözetecektir. Tekrar da olsa, daha açık ifade etmek gerekirse, Kur'an-ı Kerim'in "Nass"larıyla bildirilen hükümler, dünya durdukça değerinden hiç bir şey kaybetmeyecek değerde hükümlerdir. Ancak, bu hükümlerin kanunlaştırılarak uygulanması içtihat konusu olduğundan, ayet ve hadislerin, olduğu gibi, kanunlar olarak uygulanır, şeklinde algılanması, büyük yanılgı olur. Niçin öyle algılanıp uygulanmayacağı, üçüncü bölümde de bu bölümde de örnekleriyle açıklandı. Onları tekrar etmeyeceğiz. O açıklamalardan anlıyoruz ki, Kur'an-ı Kerim'de öğretilen: (1) Cezalardan maksat, yine Kur'an'da önlemek'tir (nekal). [Maide (5), 38]
bildirildiği gibi suçu
(2) Miras hükümlerinden maksat, başta eş ve çocukları, ölenin yakınlarına, cahiliye döneminde olduğu gibi bir kadın-erkek ayırımı yapmadan, mirastan pay vermektir. [Nisa (4), 7] (3) Gerek ceza hükümleri gerek pay nisbetleri, hudud yani bir takım limitler bildirir yoksa her şartta aynen kanun olarak uygulanacağını değil! (4) Bu yöndeki düzenleme ve uygulamaya, ülkenin ve insanlarının ihtiyacına göre, Devlet yetkilidir. (5) Devlet yetkililerim halkın tek tek iradeleri belirler. Bu konuda konsensüs matlup ise de bunun sağlanamadığı yerde çoğunluğun kararı belirleyici olabilir. Hz. Ömer (r)'m "Şura" üyelerine talimatı, bu noktaya ışık tutar. (6) Devlet, Allah adına değil; halk adına yönetir. Çıkarılan kanunlara Allah'ın kanunları değil; halkın kanunları denir. (7) Devlet'e, vatandaşlık bağı ile bağlı her vatandaş kanun karşısında eşittir, hiçbir vatandaşın veya zümrenin diğerlerine karşı bir ayrıcalığı olamaz; her konuda fırsat eşitliği vardır; bütün vatandaşlar için din ve vicdan özgürlüğü esastır. (8) Devlet, dinin özünü oluşturan itikad esasları ve ibadet prensipleriyle ilgili kanuni bir düzenleme yapmaz; bunlarla ilgili uygulamaya ise, kamu düzeni gerekleri müstesna, müdahalede bulunmaz. Aksine, müdahaleyi önler. (9) Değişmez değerler, kanuni düzenlemeye konu olmadıklarından, Devlet, o konularda her hangi bir düzenlemeye esasen gitmez. Kanuni düzenleme konusu olan değişmeye açık konularda Devlet, gerekli düzenlemeleri, kamu yararı ve ihtiyaç gereklerine göre yapar. (10) Devlet, çıkardığı kanunlara Şeri'at yani Allah'ın kanunları demeyeceği gibi, yaptığı uygulamalara da Allah adma veya Din adına uygulamalar, demekten kaçınır.
Bunlardan ilk
ikisi, ayetlerde; müteakip sekiz maddenin özeti, Hz.
Peygamber (s)'in, ilk "seriyye"lere verdiği talimatta mevcut. (Ek-2). Yerinde geçtiği gibi: -Müslümanlar, kendi devletlerine islam Devleti diyecek ve çok muhtemel bir takım yanlışları dine dolayısıyla Allah'a mal edecekler. Olacak iş değil! Tıpkı bunun gibi:
-Ama Padişah ama meclis bir kanun çıkaracak ve ne konuda olursa olsun, isterse hakkında sarih nass bulunan bir konuda çıkardığı kanuna Şer'at! diyecek; Dinin hükmü, Allah'ın Kanunu! denilecek. Bu da olacak iş değil! Elbetteki padişah da yasama meclisleri de başta kendi halkının, -din dahilbütün değerlerine saygı gösterecek, hatta o değerlerden yararlanacaktır, ama, hiç bir zaman yaptığı düzenlemeleri de uygulamaları da dine ve Allah'a mal etme cür'et ve cesaretini göstermeyecektir.
Biz, bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, birinci çalışmamızda, Mülkiyet Nazariyesini ortaya koymuş; o çalışmamız sırasında bu ikinci çalışmamızın konusuyla ilgili çok önemli iki prensip madde tespit etmiştik: a) Hukukta eşitlik, b) Din ve vicdan özgürlüğü! Bu iki prensip için o çalışmamadaki 111 numaralı dipnotla refere edilen bilgiye bakılabilir.
Bu çalışmamızda da Devlet ve İdare Nazriyesini ortaya koymaya çalıştık. Bu nazariyenin özeti: c) Devleti Allah adına yönetme iddiasında bulunmamak; d)Yapılan kanuni düzenleme ve uygulamaları Din'e, dolayısıyla Allah'a mal etmemektir.
Bu noktada tekrar soralım:
-Kur'an-ı Kerim'deki muamelat ve idare ile ilgili hükümler ne olacak, Onlar yok mu farzedilecektir? -Hayır! Asla yok farz edilmeyecektir. Ancak, nasslar:
a) Değişmez konulara ilişkin olanlar; b)
Değişmeye açık konulara ilişkin
olanlar!
diye iki kategoride değerlendirilecek; halkın değişen ihtiyaçlarıyla ilgili olan değişmeye açık konularda kanuni düzenleme ve uygulama yapılırkan, onların ihtiyaçları gözetilecek; nasslara uydurma bahanesiyle, ihtiyaçlara rağmen bir düzenlemeye kalkışılmayacaktır. Bu konuda bize, Hz. Peygamber (s)'in muhtelif vesilelerle yaptığı: " -Size dininizden bir şey bildirirsem, onda hata olmaz. Diinya işlerine ait konularda ise yanılabilirim
de isabet edebilirim de." anlamındaki açıklamaları ve Bedir ve
Hendek savaşı sırasında, kendi görüş ve kanaatini Ashabının görüş ve teklifleri yönünde değiştirmesi bir de: "-Savaşta bir asker öldüren, o askerin üzerinden çıkanlara sahip olur!" mealindeki hadisi şerif üzerinde müçtehitlerin: "O söz Hz. Peygamber'in, Peygamber sıfatıyla söylediği ve kumandan
sıfatıyla
'teşvik'
Peygamber (s)'in, 'Hiç kimseye,
olsun
diye
'teşri' maksatlı sözü değil; başkan söylediği
sözdür.
Esasen
Hz.
Devletinin izni olmadan hiç bir şey helal ve
hoş olmaz!' anlamındaki buyrukları bunun böyle olduğunu gösterir."
(152)
tarzındaki değerlendirmeleri., yukarıda da belirtildiği gibi, Hz. Peygamber'in (s), kendi talimat ve uygulamalarını:
a) Bir insan olarak, b) Bir Siyasi Başkan olarak ve c) Bir Allah'ın Elçisi olarak.. talimat ve uygulamaları olarak değerlendirilmesi gerektiğini; tıpkı böyle, Kendisine gelen mesajlar demek olan Kur'an ayetlerinin de: a) İtikad ve ibadetlere ait olanlar, b) Tabiat olayları ile ilgili olanlar ve
c) İdare ve muamelatla ilgili olanlar.. şeklinde değerlendirilmek gerektiğini; Hz. Peygamber (s)'in: -Allah'ın Elçisi sıfatıyle ve Din olarak bildirdiği konulardaki içtihatta menafin, nass'tan çıkarılacağım; -Ülülemr sıfatıyla İdare ve muamelat konularında bildirdikleri hakkındaki içtihatta ise menafin, maslahat-ı nas'dan çıkarılacağını öğretir. Bütün bunların yanında bir de Hz. Ömer'in (r), "Dengi dengine olmadıkça kadınların nikâhına izin vermeyeceğim." "Hz.
Ömer,
göstermektedir
izin
vermeme
işini
sözü üzerine müçtehitlerin yaptıkları,
kendi
şahsına
izafe
etmiştir.
ki, Sultan'ın yani Siyasi otoritenin nikah konularında
Bu
düzenleme
yetkisi vardır. Bu ise 'velayet-i saltanat'tan yani siyasi otorite olmaktan bir yetkidir!"
tarzındaki değerlendirmesi, Devletin, nikah
eh
gelen
gibi onda ibadet
manası da bulunan konular dahil her konuda ihtiyaca göre düzenleme yapma yetkisine sahip olduğunu gösterir. Tekrar edelim ki, çalışma konumuz olan İdare ve Muamelat
konularında,
Hz. Peygamber'in (s) öğrettiği prensipler şu bir kaç maddede özetlenebilir:
* - Adalet, * - Meşveret, * - Din ve vicdan özgürlüğü, *
- Din, dil, ırk ayırımı gözetmeksizin kanun karşısında eşitlik,
* - Devleti Allah adma değil; ülke halkı adına yönetmek, * - Kanuni düzenlemeleri, her hangi bir dinin gereği ve Allah'ın hükmü olarak değil; ülke ihtiyaçlarına göre ve milletin kanunları olarak yapmak! Yakından bakınca görülür ki, bugün modern dünyanın benimsediği demokrasi ve laiklik ilkelerinin prensipleri de bundan başkası değildir.
Ama, ne gariptir ki bu satırların yazıldığı gün, gazetelerde: "Komşumuz İran'da, Büyükelçiliğimizin önünde bazı guruplar gösteri yapmış ve gösteri sırasında 'Laiklik Siyonizmin çocuğudur!' gibi sloganlar atılmış; Cumhuriyetimizin Kurucusuna dil uzatılmıştır." tarzında haberler yer aldı. Sergilenen saygısızlığı değil ama laiklikle ilgili yaklaşımı, İran'ın dini mezhebi olan Şi'a anlayışındaki Müslüman için anlamak mümkündür. Zira Şi'a itikadına göre Devlet Başkanını halk seçemez; Allah tayin eder. Dolayısıyla Şi'i anlayışta değil Laikliğin, Demokrasinin de yeri yoktur. Ancak, görünen o ki, Şi'a dünyası dışındaki Müslümanlardan da bu Şi'i görüşü savunur görünenlerin sayıları her gün biraz daha artmaktadır. Aradan 15 asra yakın bir zaman geçtikten ve insanlık bunca tecrübe yaşadıktan sonra, tam aksi yönde bir gelişme beklenirken böyle gelişmelere şahit olmak.. İşte anlaşılması zor ve çok garip olan durum bu! Maamafih, İslam dünyasının bugün, Hıristiyan dünyanın Ortaçağını yaşadığı düşünülürse bu gelişme çok da tuhaf sayılmaz. Dua edelim de küçülen dünyada bu çağı çok uzun yaşamayalım. Birinci akademik çalışmamızda, dinimizin öğretileri çerçevesinde ortaya konulan Mülkiyet Nazariyesi'nde öngörülen prensiplere, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın, Temel İnsan Haklarını kavrayıp benimsemekle ulaştığım görmüştük. Bu çalışmamızda da; Devlet ve İdare Nazariyesi'nde öngörülen prensiplere, insanlığın; Demokrasi ve Laiklik ilkeleriyle tanışmakla ulaştığını gördük. Bugün Müslümanlara düşen, Yüce Allah'ın biz kullarına, Son Elçisi Hz. Muhammed (s) eliyle ulaştırdığı Yüce Kitabı Kur'an-ı Kerim'in öğretilerini doğru anlamak ve O Yüce Emaneti din adına gölgelememektir.
Sözkonusu evrensel prensipler, Hz. Adem'den bu yana Peygamberlerin, Kutsal Kitapların kısaca Dinlerin bu dünya hayatı için öğretmek istediği prensiplerdir. Eğer bugün Müslümanlar, o evrensel değerleri yeterince tamyamıyorsa, bizzat kendi değerlerini iyi bilmediğinden ve iyi tarumadığındandır. Biz kendi değerlerimizi tanıdığımız ölçüde, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın ulaştığı ve hayata geçirdiği evrensel değerlerin ortak malımız ve ortak değerlerimiz olduğunu kavrarız.
Nitekim, Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği temel muamelat konularından Nikah, Talak, Miras, Borçlar, Ceza ve Tazminat.., konuları, hemen bütün medeni dünyada, Roma Kanunları örneğinde olduğu gibi bir kısmı Kur'an-ı Kerim'den önce olmak üzere, Mer'i Kanunlar olarak hayata geçirilmiş bulunmaktadır. Burada öz gözden kaçırılmamalı; konu, içtihatla belirlenen detaya kurban edilmemelidir. Mesela: -Her insan hür doğar. Bu imtihan dünyasında kimseye baskı yapılamaz. Hiç kimsenin, başkasına zarar vermeyen davranışları engellenemez. -Herkesin malı, canı, ırz ve namusu kutsaldır; savaş ve ceza durumu hariç, hiç kimsenin malına ve canına dokunulamaz. -Başkasının dünya ve ahiret iyiliğini istemek insanlık borcudur. Nasihat demek olan Emr-i bilma'ruf da Nehy-i anılmünker de bu manada anlaşılmalı ve yapılmalıdır. -Ülkenin ve toplumun ortak işleri birer kutsal emanettir; emanet ehline verilmeli; ehil olmayanlar ise emanete talip bile olmamalıdır. -O emaneti yüklenenler; işi daima meşveretle yürütmeli; adalet ve eşitlik ilkelerini gözetmeli; kimseye haksızlık etmemeli; kamunun malını iyi korumalı; onları iyi değerlendirmeli; ülkeyi savunmalı; çıkarlarını korumalı ve imar etmelidir. -Ana-baba ve kardeşler başta olmak üzere yakın akraba evliliği yasaktır.
-Evlilik kutsal bir sözleşme olan nikah akdiyle gerçekleşir. - Evlenmek gibi boşanmak da haktır. - Ölen kimsenin geride bıraktığı mallar, geride kalan yakın akraba demek olan varislerin hakkıdır. Bu haktan kadınların da erkeklerin de payı vardır; Miras haktır. - Kimse kimsenin malını haksız yere yiyemez; Ödünç alınan mal, zamanında geri ödenmelidir. Mülkiyet haktır. - Mala, cana, ırza saldırı suçtur. Suça göre önleyici cezalar uygulanır. - Mala, cana, şerefe saldırı olmuş veya zarar verilmişse, meydana gelen maddi ve manevi zarar tazmin edilmelidir. Haklar korunur. - Zarar da mukabele bi'z-Zarar da yoktur. Yani, zarar görmüş olsa bile zarar vermemelidir, (la drara vela dırar!) Biliyoruz ki, Kur'an-ı Kerim'deki muamelatla ilgili emir ve tavsiyelerin özü bunlardır. Çevremize baktığımızda görüyoruz ki, muamelatın özünü oluşturan bu prensipler, medeni dünyada, hem de hemen hemen ideal anlamda hayata geçmiş bulunmaktadır. Müslüman ülkeler de medeni dünyanın bir ailesi olarak, elden geldiği ölçüde bu özü koruyarak, ülke ve insanları için ihtiyaç duydukları düzenleme ve uygulamalarda bulunabilirler; bulunmalıdırlar. Üstelik, dirayetli alim İbrahim Şatıbi'nin ifadesi ile: "Nasslara takılıp kalmadan" ve kendi başarısızlığımızı nasslara yüklemeden! Söz buraya gelmişken bu satırların kaleme alındığı gün basma yansıyan iki önemli olayın düşündürdüğü soruyu duyar gibi oluyorum: -Olur şey mi? 14 Çocuk 40 torun sahibi 57 yaşındaki bir adam 13 yaşındaki komşu kızına tecavüzden suçlu bulunup hüküm giyecek ve iki yılı bile bulmayan az bir hapis cezasıyla kurtulacak! -Yine olur şey mi? Bir kamu görevlisi 3.5 milyon dolar rüşvetten hüküm giyecek ve o gün için yaklaşık 250 milyar liralık bu rüşvete karşılık 62 milyar TL ve 6 seneden az bir hapis cezası ile kurtulacak!
-Bu cezalar kimi tatmin eder? Bunlar işte insanların o sizin dediğiniz maslahat gereği yaptığı düzenlemeler! Allahaşkma bu cezalar kimi tatmin eder? ihtiyaca uygun kanunlar bunlar mı? Doğru! Bu cezalar vicdanları tatminden uzaktır. Bu tecrübelerden sonra ümit edelim ki bu ve benzeri konularda herkesi tatmin edecek yeni kanuni düzenlemer yapılsın.
Ancak, unutmamak gerekir ki yapılacak yeni düzenleme, suçlan önleme yönündeki ihtiyacı karşılama ve konu hakkında vicdanlan tatmin etme gerekçesiyle yapılmalıdır yoksa, Allah'ın Hükmü ve ŞerVat iddiasıyla değil. Zira Sevgili Peygamberimizin uyardığı gibi, o konuda Allah'ın hükmü nedir? Biz onu bilemeyiz. Üçbuçuk Milyon Dolar rüşvetin şer'i diyebileceğimiz cezası nedir, onu bilemeyiz. Ama, kamu vicdanını tatmin edecek cezayı günümüz şartlarında tahmin edebiliriz. Üstelik bu tahminde hata da isabet de edebiliriz. Ve bu prensip düşencenin ışığında, rüşvet konusundaki düzenlemeyi: -Alınan rüşvetin tamamım suçlunun elinden almak; elinde yoksa, bütün malvarlığına el koymak; ömür boyu haciz altuıa almak ve ömür boyu kamu hizmetinden menetmek., şeklinde; komşu çocuğa tecavüz edeni ise: -îdama varan ceza ile cezalandırmak! şeklinde bir cezai düzenleme akla gelebilir.
Ama tekrar edilim ki bu düzenlemeler Şeri'at ve Allah'ın Hükmü iddialanyla değil; kamu vicdanını tatmin etme ve suçu önleme yönünde ihtiyacı karşılama kaygısıyla yapılacak, "sivil" (dini değil) düzenlemeler olacaktır. Çalışmamızın başındanberi anlatmağa çalıştığımız gibi Peygamberimizin bize öğretisi bu yöndedir.
SON BİR KAÇ SÖZ Allah, son elçisi Hz. Muhammed (s)'e aym zamanda velayet yani Devlet Başkanlığı nasip etmiş; O'nu Veliyyü'l-Emr (ülülemr) kılmıştır. Allah O'nu, Peygamber olarak Üsveyi Hasene yani en güzel örnek kıldığı gibi, Devlet Başkam olarak da en güzel örnek kılmıştır. Bu sunuşumuzda gördüğümüz gibi O:
- Devlet'in, Allah adına değil; millet adına yönetilmesi, - Çıkarılan kanunların, "Şeriat" yani Allah'ın kanunları iddiasıyla değil; milletin kanunları olarak çıkarılması, gerektiğini, ta baştan öğretmiştir. O, bir şey daha öğretmiştir: Ülülemre itaat, Allah'a itaattir. Tıpkı Peygambere ve ana-babaya itaat, Allah'a itaat olduğu gibi! Ülülemrin, Yetkililer anlamında siyasi otorite olduğunda bunların da sivil yöneticiler olduğunda şüphe yoktur. Bu otorite, hiç bir şekilde din adamları otoritesi veya dini otorite değildir. Esasen din adına otorite kavgası, Kur'an-ı Kerim'in öğrettiği ve Hz. Peygamber'in gösterdiği öğreti ile hiç bir ölçüde bağdaşmaz. Allah bize bu kadar açık bir yönetim bilgisi vermişken ve insanlık olarak bunca tecrübe yaşanmışken, kalkıp din gibi kutsal emaneti devlet ve idare uğruna istismar etmek, işte bu yüce dine, en büyük ihanet bu olsa gerektir. Böyle bir davranış, dini de batırır; devleti de. Dini kendi sahasında, Devleti kendi sahasında tuttuğumuz an, din de yücelir devlet de!
Bu sunuşumuzda açıkça görüldüğü gibi, Kitabımız Kur'an-ı Kerim'in, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in kısaca Dinimiz îslam'm bize öğrettiği yönetim şekli, Allah'ın en büyük eseri olan insanlığın bugüne kadar keşfetmiş bulunduğu en modern yönetim biçimi olan Demokrasi ve Laikliktir. Bundan sonra daha iyisi bulunursa odur!
Laiklik prensibidir ki dini de devleti de kendi sahasında tutmamıza yardımcı olur. Bugün îslam dünyasıyla birlikte ülkemizde görülen din adına siyasi kavga, Müslümanlara yakışan kavga değildir. İş, bu manada mecrasından çıktı mı, değil Mısır'da öldürülen Enver Sedat, Büyük Sahabi Hz. Ali (r) bile kafir olmakla itham edilebilir. Bilindiği gibi, Hz. Ali'yi öldürenler de onu, kafir oldu diye ve İslam'a hizmet olsun için şehid etmişlerdi. Hz. Ali (r) gibi, dinde yeri bilinen bir Müslüman, İslâm'a hizmet için öldürülecek! Şaşkınlığın böylesi,' Müslümana değil ancak yamyamlara yakışsa gerektir! Bugün İslam Dünyasında yaşayan Müslümanlar, küçülen dünyamızda, Dinimizi doğru anlayıp doğru sergilememekle, Kur'an'a da Dinimize de gölge ve kalın perde oluşturmaktadır. Maamafih, Kur'an, bütün dünya kütüphanelerine ulaşan. Kutsal Metni ve hemen bütün dillere olan tercümeleriyle bütün insanlığa mal olmuş durumdadır. Allah'ın en büyük eseri insanlık, Elindeki Kur'an'a ve yaşadığı bunca tecrübeye rağmen, Hıristiyan Dünyanın Ortaçağ şartlarına dönecek kadar akılsız değildir. Öyle görünüyor ki insanlık, Kur'an-ı Kerim'in hidayetinden, Müslümanlara rağmen yararlanacaktır. Ve öyle görünüyor ki biz Müslümanlar verildiği ve uyarıldığı gibi, Hıristiyan ve geçtikleri karanlık geçitlerden geçmeğe zorlamaya da devam edeceğe benzeriz.. yanlış bir tutumda ısrar etmekten korusun. Başarı ve hidayet ancak Allah'tandır!
da bir Hadis-i Şerifte haber Yahudilerin, tarih boyunca kendimizi zorluyoruz ve Allah Müslümanları böyle
NOTLAR 1) Bu bilgi için bir referans verme ihtiyacı duyulmaktadır. Zira, İslam tarihine ait bütün
muteber kaynakların
"Sıffın Savaşı"
ve
"Hariciler"le ilgili bölümlerinde bu bilgileri görmek mümkündür. En derli toplu bilgi ise, İbn-i Kuteybe ed-Dineveri (ö.267h)'ye ait el-îmame ve's-Siyase, Kahire 1387/1967 adlı eserden tercüme ederek bu çalışmamızda yer verdiğimiz EKLER bölümüne bakılabilir (Ek-1)
2) Müslim, Sahih, İmare, 58 3) Buhari, Ahkam, 4; Müslim, Sahih, îmare, 38 4) îslam Dinine göre, bir İslam ülkesinde yaşama hakkına sahip bütün vatansaşların eşit vatandaşlık hakkına ve din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduklarına dair geniş bilgi için, İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Ankara, 1985 adlı çalışmamızın, 111 numaralı dipnotla refere edilen bölümüne (s .28) bakılabilir. 5) Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/256 6) B uhari, Daavat, 4 7) Tirmizi, Zühd, 17 8) Acluni, Keşfu'l-Hafa'da (1/424-25, Hadis No: 1326), Hafız İbn-i Hacer'in Tesdidü'l-Kavs adlı eserinde: "Dillerde dolaşan bu meşhur söz, İbrahim b. Ayle'ye ait- sözlerdendir!'' Şeklindeki değerlendirmesini naklettikten sonra kendi değerlendirmesini şu şekilde belirtmiştir: "Hadis, İhya'da mevcuttur. Bu hadis hakkında Iraki, 'Beyhaki, Cabir'den zayıf bir senetle rivayet etmiştir.' demiştir. Bu hadisi, Hatip, tarihinde, yine Cabir'den şu ifadeyle rivayet etmiştir: 'Hz. Peygamber bir seferden dönüşte, Hayırlısıyla döndünüz. Döndünüz ama küçük cihattan büyük cihada döndünüz! buyurdu. Ashap: Büyük cihad nedir? Diye sorunca Resulullah: Kişinin kendi nefsani arzu ve kaprisleriyle savaşmasıdır! buyurdu.
Halk arasında ise sadece küçük cihaddan büyük cihada döndük! İfadesi meşhur olup devamı söylenmez." 9) Müslim, Birr, 32 10)Buhari, îman, 4,5; Müslim, îman, 64,65; Ebu Davud, Cihad, 3; Tirmizi, Kıyamet, îman, 13; Nesai, îman, 8-11; Ahmed b. Hanbel, 2/16, 3/154 11) Müslim, Birr, 32; Tirmizi, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, 2/277 12) Buhari, îman, 37; Müslim, îman, 1 13) Buhari, İman, 34; Müslim, İman, 8; Ahmed b. Hanbel, 3/143 14) Buhari, Savm, 2 15) İmam Malik, Muvatta', Husnu'l-Huluk, 8 16) Buhari, Edeb, 39 17)Buhari,Tevhid, 33; Müslim, İman, 153; Tirmizi, İman, 18; Ahmed b. Hanbel, 5/152 18) Müslim, İman, 100 19) AnaBrittannica, İstanbul, 1994, C.10, s. 85 20) Muhammed Hamidullah, îslam'da Devlet İdaresi, Tercüme, Kemal Kuşçu, İstanbul, 1963, s. 144-45 21) AnaBrittannica, C.10, s. 84 22) AnaBrittannica, C. 30, s. 113 23) Muhammed Hamidullah, a.g.e. a.y. 24) Abdullah Yusuf Ali, The Holy Qoran, s.158 25) Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, 3/177 26) Tirmizi, Cum'a, 81; Ahmed b. Hanbel, 5/251,263 27) Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1936 İstanbul, 3/1375-76. (Hakka muvafık olan-olmayan emirler konsundaki problemler hakkında (2.5)'te bilgi sunulmaktadır. Oraya bakınız. 28)İbn- Kuteybe ed-Dineveri, el-İmame ve's-Siyase, Taha Muhammed Zeyni tahkik ve neşri, Kahire 1968,1-46 sayfalar.
29) Deyyani, Cemal Ala '1-Celal, s.21 30) Muhammed Tavit et-Tanci, A.Ü. İlahiyat Fakültesi 1970-71 ders yılı Mezhepler Tarihi Ders Notları, s. 13 31) Buhari, Hudud, 28, Muharibin, 3 32) Serahsi, Mebsut, 10/47-49 33) Konu hakkında daha geniş bilgi için "İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, Ankara, 1985" adlı çalışmamıza bakılabilir, ss. 134-144. 34) Serahsi, Mebsut, 4/196 35) Serahsi, Şerhu's-Siyer, Osmanlıca Tercüme, Diyanet Kütüphanesi, 1/76 36) Konu hakkında daha geniş bilgi için İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1988, bir önceki çalışmamıza bakılabilir, s.239 v.d. 37) Deyyani, Cemal ala '1-Celal, s. 21 38) Müslim, İmare, 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/96 39) İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, Kanuni Esasi Maddesi. 40) Serahsi, Mebsut, 10/124 41) Başgil, Ali Fuad, Din ve Laiklik, s. 151-162. 42) Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 1/1668 v.d. 43) Eroğlu, Hamza, Atatürkten düşünceler, s. 140-41 44) Levis, Bernard, Modern Türkiyenin Doğuşu, s. 399 45) Genelkurmay Askeri Araştırmaları, s.577-580 46) İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, Kanunname Maddesi, C.6, s. 192/2 47) Arsebük, Prof. Dr. Esat, Medeni Hukuk I İstanbul, 1938, s.42 v.d.; Berki, A. Himmet, Hukuk Mantığı ve Tefsir, Ankara 1944 ; Velidedeoğlu, Prof. Dr. Hıfzı Veldet, Türk Medeni Hukukunun Umumi Esaesları, İstanbul 1951, ss. 61-90
48) Elmalık, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 169798; III, 209 49) İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, 6,185,2
Kanunname Md.
50) a.g.e.6,186,1 51) a.g.e. 6,192,1 52) Müslim, Fedail, 139 53) Aliyyü'l-Kari, Şerhu 'ş-Şifa, 2/338 54) Müslim, Fedail, 140 55)
"
"
141
56) Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifa, 2/338 57) Kadı Iyaz, Şifa, (Şerhu'ş-Şifa li Aliyyi'l-Kari'de), 2/339. (İbn-i İshak ve Beyhaki'ye atfen.) 58) Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifa, 2/339 59) Kur'an-ı Kerim, Enfal (8). Bkz. Serahsi, Mebsut, 10/24 60) Serahsi, Mebsut, 10/87; Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifa, 2/339 61) Ebu Davud, İmare, 36; Kadı Iyaz, Şifa, 2/338-339 (Şerhu'ş-Şifa'da) 62) Kadı Iyaz, Şifa, 2/237 (Şerhu'ş-Şifa'da) 63) Aliyyü'l-Kari, Şerhu'ş-Şifa, 2/338 64) Buhari, İ'tisam, 2 65) Serahsi, Mebsut, 3/9 66) Cessas, Ahkam, 3/323 67) Molla Husrev, Mir'at, "Emir" bahsi. 68) Müslim, Talak, 151 69) Tirmizi, Hudud, 2 70) Serahsi, Mebsut, 10/37; Demir, Fahri, İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, s. 202 v. d.
71) Serahsi, Mebsut, 10/37^0 72)
"
"
27/124
73) İbn-i Niiceym, el-Eşbah ve 'n-Nezair, İstanbul, Tarihsiz, sonunda. 74) Serahsi, Mebsut, 4/196 75)
"
"
10/20
76) İslam Ansiklopedisi, 6/192 77) İbn-i Niiceym, el-Bahr, 5/40 78) Serahsi, Mebsut, 10/87 79) Karafı,el-İhkam, 20-23; Serahsi, Mebsut, C.10, s.33 80) Gazali, el-Mustesfa, C.I, s.419 81) Serahsi, Mebsut, C.10, s. 21,63; Şafii, el-Umm, C.4, s.238) 82) a.g.e. a.y. 83) Ebu Davud, Edeb, 133 84) Kur'an-ı Kerim, 4,Nisa,92; 5,Maide,89 85) Müellif İbni Rüşd, Bidayetü'l-Müctehid, C.2, s.374 86) Müslim, İmare, 36 87) Serahsi, Mebsut, C.4, s.196 88)
"
"
C. 27, s.124
89) Şatıbi, el-Muvafekat, 2/225 90) İbnülhümam, Feth, C.3, s. 184 91) Baberti, İnaye, (Feth kenarında) C.3, s. 184 92) Serahsi, Mebsut, 4/196 93)
"
"
27/124-125
94) Erdoğan, Dr. Mehmet, İslam Hukukunda Ahkamın s.92 95) İbni Nüceym, Bahr, C.5, s.40 96) Müslim, Cihad, 3
Değişmesi,
97) Serahsi, Mebsut, 10/78 98) Tirmizi, Vitr; 21; Kurtubi, Tefsir, 5/28 99) Müslim, İman, 164 100) Müellif İbnürrüşd, Bidayetülmüctehid, C.2, s.254-458 101) Kadı Iyaz, Şifa, (Şerhu 'ş-Şifa'da) 2/339 102) Temel İnsan Haklan konusunda daha geniş bilgi için Bkz. İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı adlı çalışmamız, s. 196 v.d. 103) Acluni, Keşfu'l-Hafa, H.No. 1766 104) Buhari, Enbiya, 50 105) Kur'an-ı Kerim ve Müsbet İlim adlı konferansımız, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Ankara, 1990,ss.10-15 106) Msl. Kadı Iyaz, Şifa, 2/178 107) Msl. Kasani, Bedayi, 7/15 108) Msl. Serahsi, Mebsut, 4/192 109) Msl. Gazali, el-Mustesfa, 1/419 110) Msl. İbn. Abidin, ReddU'l-Muhtar, 1/577 111) İbn. Mace, Sadakat, 19 112) Gazali, el-Mustaesfa, 1/419 113) Kadı Iyaz, Şifa, 2/179 114) Hatiboğlu, Mehmet S., Hilafetin Kureyşiliği, İlahiyat Fak. Der. 23/121 115) Buhari, Enbiya, 50 116) Müslim, Fedail, 139 117)
"
"
140
118)
"
"
141
119) Daha geniş bilgi için Bkz. İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı adlı çalışmamız, s. 199 120) Serahsi, Mebsut, 10/63 121) İmam Şafii, el-Ümm, 4/238 122) Ayetin değerlendirilmesi için Bkz. Serahsi, Mebsut, 10/63; İmam Şafii, el-Ümm, 4/238 123) İbn. Rüşd, Bidayetu'l-Müctehid, 2/454-58 124) Serahsi, Mebsut, 23/175 125)
"
"
10/20
126)
"
"
4/196
127) Cessas, Ahkamu'l-Kur'an, 2/344 128) Gazali, el-Mustesfa, 1/419 129) Şatıbi, el-Nuvafekat, 2/225 130) Molla Husrev, Mir'at, s. 24 131) Serahsi, Mebsut, 4/192 132)
"
"
4/194
133) İbn. Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1/577 134) Molla Husrev, Mir'at, s. 26 135)
"
"
"
s. 26
136) Molla Husrev, Mir'at, s. 26 137) İbn. Nüceym, el-Bahr, 5/40 138) Buhari, İlim, 6 139) Müslim, Fedail, 139 140)
"
"
140; AIiyyu'1-Kari, Şerhu'ş-Şifa li
Kadı Iyaz, 2/238-39 141) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 2/1697-98
142) Konu hakkında daha geniş bilgi için Bkz.'Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, 2/1702 143) Serahsi, Mebsut, 10/49 144)
"
"
23/167
145)
"
"
23/167
146) Konu hakkında daha geniş bilgi için bkz. İslam Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı adlı çalışmamız, s. 199 v.d. 147) Serahsi, Mebsut, 10/4-8 148) Müslim, İmare, 58 149) Bu son bilgi, konunun uzmanları için kaynak belirtmeye gerek olmayacak kadar iyi bilinen konulardandır. Kolay ulaşılabilecek bir örnek olmak üzere, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili adlı çok değerli Türkçe Tefsirinin "Dinde zorlama yoktur" mealindeki [Bakara (2), 256] ayetinin tefsirine bakılabilir, s. 1/867 150) Ebu Davud, Sünen, Sünnet, 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/22 151) Tirmizi, İlim, 19 152) Serahsi, Mebsut, 10/49
BİBLİYOGRAFYA Kur'an-ı Kerim Buhari, Ebu Abdiilah Muhammed b. İsmail b. İbrahim (ö.256h, 869m), -el-Caim'u's-Sahih, I-VIII, Matbaayı Amire, 1315, İstanbul Müslim, Ebu'l-Hüseyn el-Kuşeyri en-Nisaburi (ö.261h,874m), -el-Cami'u's-Sahih, Tah. M.Fuad Abdülbaki, 1374h,1955m Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre (ö.279h,892m), -el-Caim'u's-Sahih (Sünen Tirmizi), Tah. Ahmed Muhammed Şakir, I-V, Mektebetu'l-İslamiye, Tarihsiz. Ebu Davud, (ö.275h,888m),
Süleyman
b.
el-Eş'as
es-Sicistani
el-Ezdi
-Sünen Ebi Davud, Tah. Uzeyr Abdu'd-Da'as, I-V, Tarihsiz. Ahmed b. Hanbel, (ö.241h, 855m) -el-Musned, I-VI, Beyrut 1389h,1969m Baberti, Ekmelüddin Muhammed b. Mahmud (ö.786h,1384m), -Şerhu'l-'İnaye AJe'l-Hdaye (Fethulkadir ile), Mısır 1389h, 197 Om Başgil, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat, -Din ve Laiklik, İstanbul 1982 Elmalık, Muhammed Hamdi Yazır, -Hak Dinini Kur'an Dili, I-IX,İstanbul 1936 Erdoğan, Dr. Mehmet, -İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul 1994 Ergin, Osman, -Türk Maarif Tarihi, İstanbul ,1977
Gazzali, Ebu Hamid Muhammed b. 'Muhammed (ö.505h, İllim), -el-Mustesfa, Bulak 1322 Hamidullah, Prof. Dr. Muhammed, -İslam'da Devlet İdaresi, Tere. Kemal Kuşçu, İstanbul 1968 İbni Abidin, M. Emin (Ö.1252h, 1836m), -Reddu'l-Muhtar Ale'd-Dürri'l-Muhtar, İstanbul 1306 İbnulhumam, Kemaleddin Muhammed b. Abdülvahid es-Sivasi (ö.861h,1457m), -Şerhu Fethi'l-Kadir Ale'l-Hidaye, Mısır 1389h, 1970m İbni Nüceym, Zeynuddin (ö.970h, 1562m), -el-Bahru'-Raik Şerhu Kenzi'd-Dekaik, I-VII, Kahire 1333 İbni Rüşd, Abdülvelid Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi (ö.505h, 1198m), -Bidayetu'l-Müctehid ve Nihayetu'l-Muktesid, I-II,Darulma'rife 1398h,1978m Maverdi, Ali b. Muhammed b. Habib ey-Basrı 1057m),
(ö.450h,
-el-Ahkabu's-Sultaniye, Kahire 1978 Molla Husrev, Muhammed b. Feramuz b. Ali (ö.885h, 1480m), -Mir'atu'l-Usul, İstanbul Serahsi, Muhammed b. Ahmed Ebi Sehl (ö.490h, 1097m), -Kitabu'l-Mebsut, I-XXX, Mısır 1331 baskısından Beyrut, Tarihsiz.
ofset,
eş-Şafıi, Ebu Abdillah Muhammed b. İdris (ö.204h, 819m), -el-Umm, Beyrut 1393h, 1973m eş-Şatıbi, Ebu İshak İbrahim b. Musa (ö.790h, 1388m), -el-Muvafakat Fi Usuli'l-Ahkam, Ezher Mtb. 1947 Tuğ, Prof. Dr. Salih,
-İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1968 Velidedeoğlu, Ord.Prof .Dr .Hıfzı Veldet, -Türk Medeni Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul 1951 Wensick A.J., Mensink , -Concordance et Indices de la Tradition Musulman, I-VII, Brill 1936-1969
EKLER (Ek-1)
HZ. PEYGAMBER'İN VEFATINDAN SONRA GELİŞEN SİYASİ OLAYLAR HAKKINDA İBN-İ KUTEBE ED-DİNEVERİ (213 256h)'YE AİT EL-İMAME VE'S-SİYASE, KAHİRE,1968 ADLI ESERİN İLK 49 SAYFASINA AİT TERCÜME METİN Hz. Peygamber'in
Hastalığı
Ve Vefatı
Resulullah (s.) vefat buyurduğu hastalığında Fadl b. Abbas ile Sevban adlı hizmetçisine dayanarak mescide çıktı, sonra tekrar evine geri döndü. Hizmetçisine kapıda oturmasını, Ensar'dan hiç kimsenin içeri girmesine engel olmamasını tembih etti. Ensar kapıda toplandılar. Hizmetçiye, "İzin ver de Resulullah'ın yanına girelim" dediler. Hizmetçi, "Yanında hanımları var" dedi. Resulullah onların ağlaştıklarını işitti. "Kimdir?" diye sordu. Kendisine: "Ensardır, ağlaşıyorlar!" dendi. Bunun üzerine Resulullah, Hz. Ali ile Hz. Abbas'a dayanarak Mescid'e yeniden çıktı. Halk, huzurunda toplandı. Resulullah şöyle bir konuşma yaptı: "-Hiç bir peygamber geriye bir terike (miras) bırakmadan ölmez. Benim terikem de Ensar (Medineli Müslümanlar) dır. Onlar, benim yanlarında barındığım cemaatimdir. Allah'tan korkmanızı ve onlara iyilikte kusur etmemenizi tavsiye ederim. Çok iyi biliyorsunuz ki onlar her şeylerini sizinle bölüştüler. Gerek darlık gerek bolluk zamanında
hep size iyilikten geri kalmadılar. Gerek iyi gerek kötü zamanlarınızda hep size yardım ettiler. Öyleyse haklarını, kadir ve kıymetlerini biliniz; iyilik edenlerin iyiliğini kabul ediniz, kötülük eden olursa onları da hoş görünüz!" Bundan sonra Resulullah (s.), şiddetli başağrısından başı sargılı olduğu halde tekrar hanesine döndü. Namaz vakti gelince Müezzin Bilal (r.) geldi ve O'nu namaza çağırdı. Resulullah gözlerini açtı ve hanımlarına: "Dostumu bana çağırın!" dedi. Hz. Ayşe, O'nun Ebu Bekr'i istediğini anladı ve kendi kendine: "Ömer'i çağırtacağım, çünkü Ebu Bekir yufka yürekli adamdır. Resııllullah'ın makamına geçerse ağlamaktan müşkil duruma düşer, mahçup olur. Ömer ondan daha metindir." dedi ve Ömer'e haber saldı. Ömer geldi. Selam verdi. Hz. Peygamber selamını- aldı ve başını çevirdi. Ömer, kendisini çağırmadığını anladı ve dışarı çıktı. Resulullah yine hanımlarına dönerek: "-Bana dostumu çağırın!" dedi. Bunun üzerine Hz. Ayşe: "-Ya Resulallah, Ebu Bekir yufka yürekli bir adamdır. Halka namazı kıldırmasını Ömer den istedim." âzdı. Bunun üzerine Resulullah: "-Sizi Yusuf un arkadaşları sizi!" dedi ve ekledi: "Bana dostumu çağırın, zira ben aldığım emri yerine getiriyorum." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir çağrıldı. Ebu Bekir gelince O'na: "- Müezzinle git, halka namazı kıldır!" buyurdu. Resulallah'ın vefat ettiği güne kadar namazları hep Ebu Bekir kıldırdı. Resulallah, Pazartesi günü vefat etti. Gömüleceği yer konusunda görüşme açıldı. Bazıları, namaz kıldırmakta olduğu yere (mihrabın bulunduğu yer) gömülmesini istedi. Hz. Ebu Bekir: O'nu kendisine tapılan put yapmaktan Allah'a sığınırım." dedi. Kimisi: O'nu, muhacir ve ensar ashabının gömüldüğü yer olan Baki mezarlığına gömelim, dedi. Hz. Ebu Bekir'in: O'nu aramızdan dışarıya, Baki mezarlığına çıkarmak hoş bir şey olmaz" demesi üzerine: O olmaz, bu olmaz, görüşünüz nedir? denilince; Ebu Bekir: Ben O'ndan işittim, şöyle buyurmuştu: '- Her peygamber, nerede ruhunu teslim etmişse oraya gömülür', dedi. Bunun üzerine ashabı: "- Vallahi ne diyorsan biz ona razıyız ve ikna da ediyorsun" dediler.
O arada Hz. Abbas, Hz. Ali ile görüşerek ona: "Resulallah vefat etmek üzeredir. Git sor; eğer emir (kendisinden sonra devlet başkanlığı) bize aitse onu açıkla; bizden başkasına aitse, bize hayır tavsiyelerini bildir, del", demiştir. Resullullah vefat edince, Hz. Abbas Hz. Ali'ye: "-Uzat elini, bi'at edeyim, ta ki; 'Resulullah'ın amcası Resulullah'ın amcazadesine bi'at etti', denir ve ehli beytin sana bi'at eder. Bir kere bi'at edildi mi bir daha geri dönüşü olmaz." Bunun üzerine Hz. Ali: "-Bu işe bizden başka kim talip olacak ki? dedi. Hz. Abbas ayrıca Hz. Ebu Bekr'e giderek: "-Resulullah sana her hangi bir vasiyette bulundu mu?" diye sormuş, Hz. Ebu Bekir: "-Hayır!" demiştir. Yine Abbas Hz. Ömer'e gitmiş aynı şeyi sormuş; Hz. Ömer de: "-Hayır!" demiştir. Bunun üzerine Hz. Abbas, Hz. Ali'ye : "-Uzat elini bi'at edeyim, ehli beytin de bi'at etsinler!" dedi. Hz.Ebe
Bekir'in
Halife
Seçilmesi
Abdullah b. Abdurrahman el-Ensari anlatıyor: - Resulullah vefat edince Ensar, Sa'd b. Ubade'nin yanında toplandılar ve: - Resulullah vefat etti, dediler. Sa'd, oğlu Kays'a: -Hasta olduğum için sesimi halka duyuramam. Benim söylediklerimi halka duyur, dedi. Sa'd konuşuyor; oğlu, yüksek sesle halka duyuruyordu. Sa'd, Allah'a hamd ve senadan sonra ez cümle şunları söyledi: Ey Ensar, sizin, dinde önemli bir geçmişiniz, İslâmiyet'te önemli ve üstün bir yeriniz var. Sizden ba'şka hiç bir Arap kabilesinde böylesi bir özellik mevcut değildir: Resulullah, kendi kavmi arasında on küsur yıl kaldı; onları, Rahman olan Allah'a ibadete ve putları terk etmeye davet ediyordu. Ama ona kavminden pek azı iman etti. Allah'a yemin ederim ki onlar Resulullah'ı koruyacak ve dinini tanıtacak hatta kendi kendilerini savunacak durumda bile değillerdi. Ta ki Allah sizin için fazilet murat edip kerameti size yönlendirdi; nimeti size tahsis etti ve imanı da Resulunu de; O'nu ve ashabını korumayı da; dinini yüceltmeyi
de; düşmanlarına karşı savaşmayı da size nasib etti. Ve siz, içinizden O'na yüz çevirenlere karşı insanların en çetini; O'nun düşmanlarına karşı en ağırı oldunuz. Ta ki diğer insanlar sizin bu güçlü desteğiniz karşısında ister istemez Allah'ın emrine yönelmek durumunda kaldılar. En uzak yerdeki bile liderliğini onayladı da sizin sayenizde Allah, Peygamberinin gücünü dünyaya kabul ettirdi; sizin kılıçlarınızla Araplar O'nun dinine girdi. Nihayet Allah O'nu vefat ettirip aranızdan aldığı zaman o sizden hoşnuttu ve siz O'nun gözünün nuru idiniz. O Halde bu işe (Devlet Başkanlığına) iyi sahip çıkınız. Zira buna en çok hak sahibi ve en layık olan sizsiniz." Sa'd'm bu konuşmasına Ensar hep bir ağızdan şu karşılığı verdiler: "-Görüşte haklı; sözünde isabetli oldun. Senin bu işin başına getirildiğini görmedikçe buradan ayrılmayız. Kanaatlar senin üzerinde toplanmıştır. Salih mü'minler de senin liderliğini gönülden benimsemektedir!" Derken, bu gelişmeden Hz. Ebu Bekir haberdar oldu. Büyük bir endişeye kapıldı. Hz. Ömer de kendisi ile harekete geçti. Beni Saide yurduna gitmek üzere sür'atle çıktılar. Yolda, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah ile buluştular. Üçü beraber yürüyerek Beni Saide yurduna girdiler. Orada ashabtan ileri gelenler vardı. Yanlarında Sa'd b.Ubade vardı. Hz. Ömer, Ebu Bekr'in söylenmesi gerekeni noksan bırakacağından endişe ederek kendisi konuşmaya niyetlendi. Tam Hz. Ömer söze başlayacaktı ki Ebu Bekir O'na, hele dur, konuşmam kafi gelecektir, dedi. Ebu Bekir, şehadet kelimesi ile söze başladı. Herkes O'nu dinlemek üzere sustu. Ebu Bekir şöyle konuştu: "-Yüce Allah, Muhammed (s.)'i hidayetle ve hak din ile peygamber olarak gönderdi. Hz. Peygamber, İslam'a davet etti. O konuda insanlar bize tabi idi (yani bizden sonra gelmişlerdi). Biz ise Resulullah'ın aşireti (yani yakın çevresi) idik. Ve biz bunun yanında, Araplar arasında nesep bakımından orta yerde bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiç bir kabile yok ki Kureyş'in onda doğmuş bir çocuğu bulunmasın. Ve siz Allah için kucak açan; yardım edenlerdensiniz. Siz
dinde bizim vezirlerimizsiniz. Ve siz Allah'ın kitabında kardeşlerimiz ve Allah'ın dininde iyi ve kötü her durumda arkadaşlarunızsınız• Allah'a yemin ederim ki hayır namına ne görmüşsek siz daima bizimle olmuş bulunuyorsunuz. İmanlar içinde bizim en çok sevdiğimiz ve en çok değer verdiğimiz, dolayısıyla Allah'ın hükmünü benimsemeye ve Allah'ın emrine boyun eğmeye en layık olan sizsiniz. S'ızın ve muhacir kardeşlerinizin önüne bir şey çıkmışsa ve onlar herkesten çok hak sahibi ise ona hased etmeyiniz. Siz ki ihtiyaç anında bile başkalarını kendinize tercih (isar) edersiniz. Allah için siz, muhacir kardeşlerinize karşı, daima işarda bulundunuz. Hal böyle olunca, bu iş (devlet yönetimi) konusu, sizin içinizde bir konu olmamalıdır. Ve Allah'ın kardeşlerinize nasip ettiği bu hayır konusunda siz hiç hased etmemelisiniz. Ben sizi, Ebu Ubeyde veya Ömer'e bi'ata davet ediyorum. Her ikisi de gerek sizin için gerek bu iş (Başkanlık) için beğendiğim ve bu işe ehil kimselerdir!" Bunun üzerine Ebu Ubeyde ve Ömer: Ey Eba Bekr, imanlardan hiç kimsenin senin üstünde bir mevkiye çıkması uygun olmaz. Sen ki Sevr mağarasında iki kişiden ikincisisin. (Tevbe Suresi, 40. ayete işaret ediyor) ve sen ki Resulullah, rıamazı kıldırmayı sana emretmiştir, bu işe herkesten çok, sen hak sahibisin." Ensar şöyle konuştu: "- Allah'a yemin ederiz ki Allah'ın sizin önünüze çıkarmış olduğu bir hayra haset etmeyiz. Biz elhamdülillah, senin bizi tanımladığın gibiyiz. Ey Eba Bekr, imanlar içinde bizim, sizden daim yakın, sizden daha çok hoşnut olacağımız ve daha hayırlı göreceğimiz kimse yoktur. Fakat, bu işin geleceğinden korkar; bu işin ne sizden ne bizden olan birilerinin ele geçirmesinden endişe ederiz. Dolayısıyla bugün bir bizden bir sizden iki kişi olsun derseniz, size bi'at eder, kabul ederdik. Şöyle ki biri vefat ettiğinde yerine Ensar'dan; diğeri vefat ettiğirıde yerine Muhacirlerden birini seçerdik. Ve bu ümmet yaşadıkça bu böyle sürüp giderdi. Bu çözüm Ümmeti Muhammed arasında adaletle iş görmeye ve bir kısmımızın bir kısmımıza tabi olmasından
daha uygundur. Sonuç olarak Kureyşli hata ettiği takdirde Ensari'nin hesap sormasından; Erısari hata ettiği takdirde Kureyşli'nin hesap sormasından korkar (ve hatalı yönetimden kaçınırlar)". Bu konuşmanın peşinden Ebu Bekir ayağa kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle konuştu: Allah, Muhammed (s.)'i halkına elçi (resul); ümmeti üzerine şahit olarak gönderdi. Ki Allah'a ibadet etsinler; Onun birliğini ikrar etsinler; diye. Onlar o sırada bir takun putlara tapıyor; putları kendileri için şefaatçi biliyor; onlardan bir fayda veya zarar geleceğini umuyorlardı. Halbuki onlar, elleriyle yonttukları taşlardan, oydukları ağaçlardan ibaretti. Şu ayetleri hatırlayıp okuyabilirsiniz: "Siz ve sizin taptıklarınız..."(21/98), "Allah'tan başka, onlara ne fayda ne zarar verebilecek şeylere tapıyorlar ve bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçılarunızdır, derler." (10/18), "Ve dediler, biz bunlara sırf bizi Allah'a yakınlaştırsınlar diye tapıyoruz" (39/13)... Atalarının dinini terk etmek, Araplara zor geldi. O'nu tasdikte, O'na imanda, O'na destek verip kavminden gördüğü baskı, küçültme ve yalanlamaya karşı sabretmekte Allah, ilk muhacirleri seçti. Bu durumda biitün herkes onlara karşı ve hakaretli bir tavrın içinde bulunuyordu. Buna rağmen ve sayılarının azlığına karşılık halkın kendilerine cephe almasını önemsemediler. Onlar (muhacirler), yer yüzünde bir Allah'a ilk ibadet eden; Allah'a ve Resul'üne ilk iman edenlerden oldu. Onlar Hz.Peygamber'in en yakın dostları ve yakınlarıydı. Dolayısıyla O'ndan sonra bu işe, insanlar içinde en çok hak sahibi bulunuyorlar. Bu konuda onlarla ancak haksız (zalim) kimse çekişmeye girebilir. Ve siz ey faziletleri ve İslâmiyet'te sahip oldukları nimetler inkar edilmeyen Ensar topluluğu, Allah sizi dinine ve Resul'üne yardımcılar (Ensar) olarak beğendi; Resul'unun hicretini size gerçekleştirdi. Dolayısıyla bize göre ilk muhacirlerden sonra sizden daha yakın mertebede kimse yoktur. O halde biz emirleriz, siz vezirlersiniz. Daima size danışır, kararınız olmadan hiç bir icraatta bulunmayız." Bu konuşmadan sonra, El-Habbab b. el-Münzir b. Haram kalktı ve şöyle konuştu:
Ey Ensar topluluğu, iradenize sahip olun. Halk sizin çatınız altındadır. Sizin kararınız hilafına hiç kimse hareket edemez. Halk görüşünüzden çıkmaz. Üstünlük sizin, servet sizindir. Çoğunluk sizde, kuvvet sizdedir. Halk sizin ne yapacağınıza bakacaktır. Hal böyle olunca, ihtilafa düşmeyiniz ki görüşleriniz karışmasın, işleriniz paramparça olmasın. Barındıranlar (ehl el-İva) ve yardım edenler (ehl el-Nusret) sizsiniz. Hicret size olmuştur. İlk muhacirlerin (Sabikun-ı Evvelin) sahip oldukları imtiyaza siz de sahipsiniz. Siz kendilerinden önce "dar"a ve "iman"a sahiplersiniz. (Haşr Suresi, Ayet 9'a işaret ediyor.) Allah'a yemin ederim ki onlar, açıktan ibadeti, ancak sizin memleketinizde yapabildiler. Cemaatle namazı da ancak sizin mescitlerinizde kılabildiler. Araplar İslâmiyet'e ancak sizin kılıçlarınızla boyun eğdi. O halde siz bu işte insanlar içinde en büyük paya sahipsiniz. Eğer kabul etmezlerse, nihayet bizden bir emir, onlardan da bir emir!" Bunun üzerine, Hz. Ömer ayağa kalkarak dedi ki: "- Olacak iş değil. Bir kuıa iki kılıç sığmaz. Şurası muhakkak ki Peygamber sizin kavminizden değildir. Araplar sizin emirliğinizi kabul etmez. Fakat Araplar bu işin ancak Peygamberleri hangi kavimdense onlardan birine ait olmasını, Ülü'lemr'in onlardan olmasını kabul eder. Araplardan bu konuda bize muhalefet edeceklere karşı kuvvetli ve açık delilimiz var: Biz O'nun yakın dostları (evliya) ve çevresi iken Hz. Muhammed'in yetki ve iktidarını bizimle kim bölüşmeye kalkışır. Ancak batılın ardına düşen, günaha yönelen yahut helake sürükleyen hataya düşen kimse!" El-Habbab b. el-Münzir tekrar ayağa kalktı ve şöyle konuştu: "-Ey Ensar topluluğu, Ellerinize (iradenize) sahip çıkın. Bu zatın ve arkadaşlarının sözlerini dinlemeyin ki bu işte sizin nasibinizi elinizden almasınlar. Eğer istediğinizi kabul konusunda direnirlerse, onları yurdunuzdan sürüp çıkarın. Ve onlara karşı bu işi üzerinize alın. Allah için bu iş sizin hakkınızdır. Çünkü, kılıçlarımıza boyun eğmeyen, bu işin karşısında (iktidara karşı) boyun eğmiştir. Dikkat ediniz, Allah'a kasem olsun ki eğer isterseniz, kılıçlarımızı güçlü bir şekilde ortaya koruz. Allah'a yemin ederim ki söylediğime karşı koyanın burnunu kılıçla koparırım." Bu konuşma üzerine Hz. Ömer dedi ki:
-Bana cevap veren el-Habbab ise, benim ona sözüm yoktur. Zira onunla aramızda Resulullah hayatta iken bir tartışma geçmişti de Resulullah beni ondan menetmişti. Ve onun üzerine bir daha Habbab'ın hoşuna gitmeyecek bir söz söylemeyeceğime yemin etmiştim." Sonra Ebu Ubeyde ayağa kalktı ve şöyle dedi: "-İlk yardım eden ve ilk kucak açan sizsiniz. İlk değiştiren ve bozan siz olmayınız!" Kavminin Sa'd b. Ubade üzerinde ittifak ettiklerini görünce, Hazrec'in ileri gelenlerinden Beşir, Sa'd b. Ubade'nin emirliğini kıskanarak şöyle konuştu: "-Ey Ensar topluluğu. Dikkat ediniz., eğer bizim müşriklerle cihadda bir faziletimiz ve dinde şerefli bir yerimiz, geçmişimiz varsa, inşaallah bundan Rabbimizin rızasından ve peygamberine itaatten ve kendimize iyilikten başka bir maksadımız yoktur. Bunları dile dolayarak halkın karşısına çıkmak bize yakışmaz. Biz her halde buna karşılık dünyevi bir mükâfat beklemiyoruz. Zira sahip olduğumuz nimetin sahibi Allah'tır. Ve minnet O'nadır. Sonra, Allah'ın Resulu Muhammed (s.), Kureyşli bir zattır. Kavmi ise mirasına ve yetkisine sahip olmaya daha ziyade hak sahibidir. Allah'a yemin ederim ki hiç kimse bu konuda benim çekişme içine girdiğimi görmeyecektir. Allah'tan korkun da onlarla nizaa girmeyiniz. İhtilafa düşmeyiniz!" Bundan sonra Ebu Bekir, Ensara yönelerek ayağa kalktı. Allah'a hamd ve senadan sonra, onları birliğe davet edip ayrılığa düşmekten nehyederek şöyle bir konuşma daha yaptı: " - Ben size bu iki zattan birini tavsiye ediyorum: Ebu Ubeyde b. el-Cerrah veya Ömer. Bunlardan istediğinize bi'at ediniz!" Bunun üzerine Ömer: - Allah etmesin. Sen aramızda iken böyle bir şey olamaz. Sen bu işe hepimizden daha ziyade layıksın. Hz. Peygambere sohbette (sahabe olmakta) en kıdemlimizsin. Mal mülk konusunda da bizden üstünsün. Sen muhacirlerin en faziletlisi ve iki kişiden biri (Saniye'sneyn)sin. (Tevbe Suresi, ayet 40'a işaret ediyor.) Namazda O'nun halifesisin. Namaz dinin en önemli riikünlerindendir. Bu durumda senin önüne
kimin geçmeye ve bu işi üzerine almaya (vekalet) hakkı olabilir? Uzat elini bi'at edeyim! Ömer ile Ebu Ubeyde bi'ata yönelince Ensar'dan Beşir, bi'atta onları geçti ve Ebu Bekir'e bi'at etti. Bunun üzerine el-Habbab b. elMünzir, Beşir'e şöyle seslendi: O
a
"-Ey Beşir b. Sa'd: Senin karşı gelmen pek acı geldi. Bu yaptığına seni mecbur eden sebep nedir? Amcazadenin başkanlığını mı kıskandın? Bunun üzerine Beşir: "-Vallahi hayır, fakat bir kavme karşı, kendi haklarını münakaşa etmek hoşuma gitmedi!" diye cevap verdi. Hazreciler, Beşir b. Sa'd'ın yaptığını -ki Beşir Hazrec'in ulularındandır- ve Evs'lilerin Kureyşten olan Muhacirlere yaptıkları çağrıyı ve Sa'd b. Ubade'yi Emir yapma hususundaki kararlılıklarını görünce, içlerinde Useyd b. Hudayr olduğu halde aralarında şöyle bir müzakerede bulundular: "- Eğer Sa'd'ı bir kere bu işin başına geçirir iseniz artık Ev s'in her zaman sizin üzerinize üstünlükleri olacaktır. Artık bir daha bu iş (devlet başkanlığı) konusunda size hiç bir hak tanımazlar. Öyle ise kalkınız ve Ebu Bekr (r.)'e bi'at ediniz! Gittiler, Ebu Bekir'e bi'at ettiler. Bunun üzerine el-Habbab b. el-Münzir kılıcını eline aldı. Hemen üzerine yürüdüler. Ve kılıcını elinden aldılar. O da başladı onların yüzlerine elbisesini savurmaya. Bi'at bitinceye kadar bu böylece devam etti ve sonunda: "-Ey Ensar topluluğu! Demek böyle yaptınız ha. Dikkat ediniz, kendimi, sizin çocuklarınızla, onların çocuklarının kapısında duruyor ve el açmış onlardan bir şeyler istediklerini ve fakat kendilerine su bile verilmediğini görür gibi oluyorum!" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekr: "- Ya Habbab, bizden mi korkuyorsun? " deyince Habbab: Senden korkmuyoruz. Fakat, senden sonra gelecekten korkuyoruz." dedi. Bunun üzerine Ebu Bekr:
"- Eğer öyle bir endişe içinde isen, sen ve arkadaşların bilir (siz bilirsiniz). Bize bi'ata mecbur değilsiniz" dedi. Bunun üzerine Habbab: Çok geç ya Ebu Bekir, çok geç. Sen ve ben gidince, senden sonra bize anamızdan emdiğimizi burnumuzdan getirecek biri gelir." Sa'd b. Ubade şöyle seslendi: Dikkat ediniz, eğer gücüm yetseydi, şu Medine'nin her tarafından benim öyle bir horultu ve gürültümü (fırtına mı) işitirdiniz ki seni ve arkadaşlarını dışarı atardı. Ve seni, daha önce, metbu değil tabi; üstün değil basit bulunduğun kavmine geri gönderirdim!" Halk bütünüyle Ebu Bekr'e yöneldi; bi'at etti. İzdihamdan neredeyse Sa'd'ı çiğneyeceklerdi. Bu sırada Sa'd: "-Öldürdünüz, beni!" diye seslendi. Denildi ki: "-Öldürün onu. Allah canını alsın onun!" Bundan sonra Sa'd: "-Beni buradan götürün!" dedi. Alıp evine götürdüler ve günlerce evinde kendi başına kaldı. Daha sonra Ebu Bekir kendisine: - Buyur gel, bi'at et. Kavmin dahil bütün herkes bi'at etmiş bulunuyor" diye haber gönderdi ise de Sa'd cevaben: - Gözünüzü açın. Vallahi, torbamdaki okların tamamını atıp okumu da mızrağımı da kanınıza bulamadıkça ve elimde olduğu müddetçe size kılıç sallamadıkça, böylece ailemden ve kabilemden benimle savaşanlarla birlikte savaşa devam etmedikçe (bu mümkün olmayacaktır). Ve Allah'a yemin ederim ki hayır! İnsanlarla beraber cinler de bir araya gelip size bi'at etseler de, Rabbimizin huzuruna varıp hesabım görülünceye kadar hayır! dedi Bu cevap Ebu Bekir'e gelince Ömer şöyle dedi: Sana bi'at etmedikçe onu kendi haline bırakmamalısın!" Bunun üzerine Beşir b. Sa'd: "-0 direnmiş ve bunda İsrar etmiş bulunuyor. Öldürülmedikçe bi'at etmez. Çocukları, aile efradı ve kabilesi halkı da kendisiyle birlikte öldürülmedikçe kendisi de öldürülmüş olmaz. Şurası muhakkak ki topyekün Hazrec'i öldiirmedikçe onları; Evs'i de öldürmedikçe Hazreci öldüremezsiniz. Öyle ise iş sizin hesabınıza düze çıkmışken işi berbat
etmeyiniz. Bırakın yakasını, onu kendi haline terketmenizden size bir zarar gelmez• Şu anda o bir tek kişidirr dedi. Beşir b. Sa'd'ın görüşünü benimseyerek kendi haline bıraktılar ve Beşir'i konu hakkında nasihatçı buldular. Sa'd arkalarında namaz kılmıyor. Cuma namazlarına ve Haclarına katılmıyordu. Eğer aleyhlerine işbirlikçi bulabilse derhal saldırıya geçebilirdi. Şayet birisi onlarla savaşmak üzere ona bi'at etse onlarla birlikte savaşa kalkışabilirdi. Ebu Bekir vefat edinceye kadar Sa'd böylece devam etti. Ömer iş başına geçince Şam'a gitti ve hiç kimseye bi'at etmeden orada vefat etti, Allah rahmet eylesin. Ensar bi'at ederken, Haşimoğulları da Ali b. Ebi Talib'in yanında toplandı. Ez-Zübeyr b. el-Avvam da onların yanında bulunuyordu. Zübeyr'in annesi Safiyye Abdülmuttalib'in kızıydı. Dolayısıyla kendisini Haşimoğullarıdan sayardı. Hz. Ali (r.) şöyle derdi. "Oğulları yetişinceye kadar Zübeyr daima bizden olmuştur. Çocukları onu bizden ayırdı." Bu esnada Umeyye oğulları Osman'ın yanında; Zühre oğulları Sa'd ve Abdurrahman b. Avfın yanında toplanmışlardı. Hepsi Mescid-i Şerifte toplanmış bulunuyorlardı. Halk kendisine bi'at etmiş vaziyette Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde mescid'e çıkıp gelince Ömer oradakilere hitaben: "-Ne o, öbek öbek toplanmışsınız, kalkın ve Ebu Bekir'e bi'at edin. Ben ve Ensar bi'at etmiş bulunuyoruz!" dedi. Osman b. Affan ve beraberindeki Ümeyye oğulları kalktı bi'at etti. Sa'd ve Abdurrahman b. Avf ile beraberindeki Zühre oğulları kalkıp bi'at ettiler. Ali ve Abbas b. Abdülmuttalip ile beraberindeki Haşimoğulları ve Zübeyr b. el-Avvam kalkıp evlerine gittiler. Bunun üzerine Ömer, içlerinde Useyd b. Hudayr ve Seleme b. Eşlem de bulunan bir heyetle onlara gitti ve: "-Varın Ebu Bekir'e bi'at edin!" dedi; kabul etmediler. Zübeyr b. el-Avvam kılıçla dışarı çıktı. Ömer (r.): "-Şu adama sahip olun, onu
tutun!" dedi. Seleme b. Eşlem atıldı ve kılıcım elinden aldı, duvara çaldı. Zübeyr'i götürdüler, bi'at etti. Beni Haşim de gitti ve bi'at ettiler. Sonra Hz.Ali, Hz. Ebu Bekir'in yanına götürüldü. Hz. Ali şöyle diyordu: "-Ben Allah'ın Kulu, Resul'unun kardeşiyim!" Kendisine: - Ebu Bekir'e bi'at et!" denildiğinde: - Bu işe ben sizden daha hak sahibiyim. Size bi'at etmem. Sizin bana bi'at etmeniz daha evladır. Bu işi Ensar'dan aldınız. Bunu alırken de Resulullah'a olan yakınlığınızı delil olarak öne sürdünüz. Ve onu biz ehli beytten gasben alıyorsunuz. Siz değil misiniz ki Ensar'a karşı • konuşurken Hz. Muhammed sizden olduğu için sizin bu işe onlardan daha evla olduğunuzu iddia etmiştiniz de onlar da bu sebeple liderliği size verip emaneti size teslim ettiler. Şimdi ben size karşı tıpkı sizin Ensar'a karşı ihticacta bulunduğunuz gibi ihticac ediyorum. Gerek hayatta iken, gerek vefatından sonra Resulullah'ın en yakınları bizleriz. Eğer inanıyorsanız insaf ediniz, değilse bile bile zulmünüzle başbaşa kalınız!" Bunun üzerine Ömer: Bi'at etmedikçe seni bırakmayız!" dedi. Ali ona: "- Bir süt sağ ki yarısı senin olsun; bugün onun yerini sağlamlaştır ki yarın onu sana geri versin" dedi, ilave etti: Ey Ömer, Allah'a yemin ederim ki senin sözünü dinlemem ve ona bi'at etmem." Bunun üzerine Ebu Bekir: - Bi'at etmezsen seni zorlamam." dedi. Ebu Ubeyde b. el-Cerrah ise Ali (r.)'ye "-Ey amcazadem, sen gençsin bunlar kavminin yaşlılarıdır. Onlardaki tecrübe ile işlere vukuf sende mevcut değil. Ebu Bekir'in bu işte senden daha güçlü olduğu onu senden daha iyi kaldırıp taşıyacağı görüşündeyim. O halde gel bu işi Ebu Bekir'e teslim et. Zira eğer Allah ömür verirse sen faziletin, dindarlığın, ilmin, anlayışın, geçmişin, soyun ve hısımlığınla buna elverişlisin ve hakkındır da!" dedi. Bunun üzerine Ali (r.) şöyle bir konuşma yaptı:
"- Allah Allah! Ey Muhacirler topluluğu; Muhammed'in Araplar içindeki saltanatını hanesinden ve evinin içinden hanenize ve evlerinizin içine çıkartmayınız• Onun ailesini (ehl), insanların içindeki makamından ve /laklarından uzaklaştırmayınız. Allah'a yemin ederim ki ey muhacirler, biz bu işe herkesten daim çok hak sahibiyiz. Zira biz ehl-i bey tiz ve bizim içimizde Allah'ın kitabını okuyan; dini ve Resulullah'ın sünnetini anlayan; vatandaşların işini omuzlayan; onları kötülükten koruyan; aralarında eşit muamele yapan tek kişi mevcut oldukça ki bu bizde var, biz bu işe daha çok hak sahibiyiz. Hevanıza uymayınız ki Allah'ın yolundan sapmayınız değilse Allah'tan uzaklaştıkça uzaklaşırsınız! Bunun üzerine Beşir b. Sa'd el-Ensari: "- Ey Ali, eğer Ensar bu konuşmayı Ebu Bekir'e bi'attan önce senden işitseydi sana bi'at konusunda iki kişi bile geri kalmazdı" dedi. Bunun üzerine Ali (r.), Fatıma Binti Resulullah'ı bir at sırtında olarak yanına alarak Ensar meclislerine gitti. Hz. Fatıma onlardan destek istiyordu, onlar ise şöyle diyorlardı: "- Ey Resulullah'ın kızı! Bu zata (Ebu Bekir'e) bi'at işi oldu geçti. Eğer senin eşin ve amcazaden, Ebu Bekir'den önce gelseydi ona yönelmezdik!" Bunun üzerine Hz. Ali (r.): "- Resullullah'ı defiıetmeden evinde terkedip onun saltanatını halkla münakaşaya mı girişseydim? dedi. Hz. Fatıma ise: - Ebu'l-Hasan ancak kendisine yakışanı yapmıştır. Diğerleri ise Allah'ın kendilerinden hesabını soracağı şeyi yapmış bulunuyorlar" dedi. Hz. Ali Bi'at
Ediyor
Ebu Bekir (r.), bi'at etmeyen bazı kimselerin Hz. Ali'nin yanında olduğunu öğrendi. Onlara Hz. Ömer'i gönderdi. Ömer vardı, Ali'nin evindelerdi. Onlara seslendi, çıkmak istemediler. Odunla kapıyı çaldı ve: "Ömer'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ya dışarı çıkarsınız yahut içinde kim varsa hepsinin üzerine evi yıkarım!"
dedi. Kendisine denildi ki "-Ey Ebu Hafs, Patıma da içinde olsa bile mi?" Dedi ki: "-Olsa bile!" Bunun üzerine Ali hariç hepsi çıkıp bi'at etti. Ali'nin şöyle söylediği biliniyor: "- Kur'an-i Kerim'i toplama işini tamamlayıncaya kadar dışarı çıkmamaya ve soyunmamaya yemin etmiş bulunuyorum." Hz. Fatıma evin kapısında durdu ve: Sizden daha kötü durumda hiç kimse görmedim. Resulullah'tn cenazesini elimizde bıraktınız ve işi aranızda bitirdiniz,. Bizi emir yapmadınız ve hakkımızı bize vermediniz!" dedi. Ömer Ebu Bekir'e vardı ve ona: Bi'at etmeyen bu zatı muahaze etmeyecek misin?" Ebu Bekir, azadlısı Kunfuz'a, ""Git Ali'yi çağır" dedi, Kunfuz Hz. Ali'ye: "-Seni Resulullah'ın halifesi çağırıyor" dedi. Bunun üzerine Ali: "-Resulullah'a ne çabuk yalan uydurdunuz?" dedi. Kunfuz döndü ve durumu iletti. Dedi: Bunun üzerine Ebu Bekir (r.) uzun uzun ağladı. Hz. Ömer İkinci kez: "-Sana bi'atta geciken bu zata zaman tanıma!" dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir (r.) Kunfuz'a: "Tekrar git ona ve de ki: Resulullah'ın Halifesi bi'at etmen için seni çağırıyor." Kunfuz denileni yaptı. Ali yüksek sesle: "-Sııbhanallah! Hakkı olmayanı iddia etmiş bulunuyor!" dedi. Kunfuz döndü; olanı bildirdi. Ebu Bekir (r.), yine uzun uzun ağladı. Sonra Ömer (r.) kalktı. Kendisiyle bir gurup da gitti. Derken Fatıma'nın kapısına vardı ve kapıyı çaldılar. Onların sesini işitince Fatıma (r.), sesi çıktığı kadar şöyle haykırdı: "-Babacığım, Resulullah! Senden sonra Hattaboğlundan ve İbn-i Ebi Kuhafeden ne çekiyoruz!" Halk bu sesi ve ağlamasını işitince ağlaya ağlaya oradan uzaklaştı. Yürekleri göğüs kafesinden fırlayacak gibiydi. Hz. Ömer ve beraberindekiler kaldı. Ali'yi evinden aldı ve Ebu Bekir'e götürdüler. Dediler ki: "-O'na bi'at et! Ali: -Etmezsem ne olur?
-O takdirde, kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a yemin olsun ki boynunu vururuz." -O takdirde Allah'ın kulunu ve Resulunün kardeşini öldürmüş olursunuz." Bunun üzerine Ömer Ebu Bekir'e : "-O'na sen kendin emir vermiyecek misin?" dedi. Ebu Bekir: "-Fatma yanında olduğu zorlayamam!" karşılığını verdi..
müddetçe
onu
hiçbir
konuda
Ali Resulullah'ın kabrine vardı. Feryat ediyor, ağlıyor ve şöyle sesleniyordu? - Ey anamın oğlu (kardeşim)! Halk benim dalıma bindi, neredeyse beni öldürecekler! dedi. (Araf Suresi 150. ayetini okudu). Ömer, Ebu Bekir'e: -Beraber Fatıma'ya gidelimi, biz onu sinirlendirdik, üzdük." dedi. Birlikte gittiler, Fatıma'nın yanma girmek için izin istediler, buyur etmedi. Ali'ye gittiler. Onunla konuştular. Ali onları Fatıma'nın yanına götürdü. Fatıma'nın yanında oturunca yüzünü duvara çevirdi. Selam verdiler, selamlarını almadı. Ebu Bekir şöyle konuştu: Ey Resulullah'ın sevgili kızı, Resulullah'ın yakınları bana kendi yakınlarımdan daha sevgilidir. Hiç şüphesiz sen benim için kızım Ayşe'den daha sevimlisin. Baban vefat ettiği gün ben de ölmeyi ve ondan sonra kalmamayı çok arzu ederdim. Ne dersin, seni, senin üstünlüğünü bile bile hakkından ve Resulullah'ın mirasından mahrum edeceğimi düşünebiliyor musun? Bunun sebebi şu ki, kendim işittim, Resulullah (s.), şöyle buyurmuştu: "-Biz peygamberlere varis olunmaz. sadakadır." Bunun üzerine Fatıma:
Bizim
bıraktıklarımız
- Ya, size Resulullah'dan bir hadis haber verirsem kabul edecek misiniz? - Evet.
- Allah aşkına siz Resulullah'ın şöyle buyurduğunu işitmediniz mi?: "Fatma'nın hoşnutluğu benim hoşnutluğumdur. Fatıma'nın üzüntüsü benim üzüntümdür. Kızım Fatma'yı seven beni sevmiştir. Fatma'yı hoşnut kılan beni hoşnut kılmıştır. Fatma'yı kızdıran beni kızdırmıştır." Dediler ki: -Evet, bu sözü Resulullah'tan biz de işittik. Fatıma: -Allah ve melekleri şahit olsun ki siz beni öfkelendirdiniz, üzdünüz. Eğer Resulullah'a kavuşursam, sizi ona şikayet edeceğim!" Bunun üzerine Ebu Bekir: "-Ey Fatıma! Onu ve seni üzmekten Allah'a sığınırım!" dedi ve ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki neredeyse hayatını kaybedecekti. Bir yandan da Fatıma devamla: "-Kıldığım her namazda sana beddua edeceğim" dedi. Ebu Bekir daha sonra ağlıyarak evden ayrıldı. Halk etrafına toplandı. Ebu Bekir (r.): "-Sizden her biriniz karısıyla koyun koyuna bütün gece rahat rahat uyurken beni içinde bulunduğum bu durumla başbaşa bıraktınız. Bi'atınız bana lazım değil; bi'atınızı geri alınız!" dedi. Dediler ki: "-Ey Resulullah'ın Halifesi! (O takdirde) bu iş yoluna gitmez (karışır). Bunu en iyi bilen sensin. Öyle olunca ortada din de kalmaz! Bunun üzerine Ebu Bekir: "-Allah'a yemin ederim ki, eğer bundan korkum olmasa, bir de din bağının henüz gevşek olduğundan endişe etmesem, Fatıma'dan duyduklarımdan ve gördüklerimden sonra, boynumda herhangi bir Müslümanın bir bi'atı olduğu halde bir gece bile geçirmezdim!" Fatıma (r.) vefat edinceye kadar Ali, Ebu Bekir'e bi'at etmedi. Fatıma babasından sonra sadece 75 gece yaşadı. Fatıma vefat edince Ali, Ebu Bekir'e haber saldı; yanına davet etti. Ebu Bekir Ali'ye gitti. Ali'nin yanında Haşimoğulları vardı. Ali Allah'a hamdü senadan sonra şöyle konuştu: "- Ya Eba Bekr, senin faziletini kabul etmediğim için veya seni kıskandığım için sana bi'at etmemiş değilim. Ne var ki biz bu işte bizim
hakkımız var görüşündeydik. Fakat sen, .bu işte bizi yendin." dedi. Sonra Resuiuliah'a olan yakınlığını anlattı, anlattı ve nihayet Ebu Bekir'i ağlattı. Bunun üzerine Ebu Bekir: "- Resulullah'ın yakınları bana kendi yakınlarımdan sevgilidir. Ve ben Allah'a yemin ederim ki Resulullah'tan gördüğüm her şeyi yapmaya çalıştım, dedi. Ali, "Bi'at için randevumuz inşaallah yarın Mescid-i Camidedir!" dedi. Sonra Ebu Bekir ayrıldı. El-Muğire b. Şube'ye gitti. Muğire, bana kalırsa Ya Eba Bekr, dedi, Abbas ile görüşmek ve ona ve varislerine ait olacak bir pay vermek münasip olur. Abbas sizinle oldu mu, Beni Haşim'e ve Ali'ye karşı hüccetiniz olmuş olur. Bundan sonra Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde ve Muğire birlikte Abbas'a gittiler. Ebu Bekir Allah'a hamdü senadan sonra şöyle bir konuşma yaptı: "- Allah, Hz. Muhammedi, nebi mü'minler için veli olarak gönderdi. Aramızda bulunmasını Allah bize ihsan etti. Ta ki nezdindekini (cennetini, cemalini, likayı) kendisi için ihtiyar buyurdu. Böylece İNSANLARIN İŞLERİNİ KENDİLERİNE BIRAKTI (fe halla ale'n-nasi emrahüm) MASLAHATLARI YÖNÜNDE KENDİLERİ İÇİN GEREKLİ SEÇİMİ YAPMAK ÜZERE (liyahtaru li enfusihim fi maslahatihim) İTTİFAK İÇİNDE, İHTİLAF ETMEYEREK (Müttefikin, gayra muhtelifin) BENİ KENDİLERİNE VALİ OLARAK SEÇTİLER; İŞLERİNİN SORUMLUSU OLARAK (fahtaruni valiyen ve li umürıhim ra'iyen), Allah'ın izniyle ne zaaf ve tereddüt ne de korkaklık endişem var. Tevfik ancak Allah'tandır. Ona güvendim ona yöneldim... Bana ardı arkası kesilmeden gelen haberler, topyekün Müslümanların ittifak ettikleri bir konuda bir takım maksatlı teşebbüslerin olduğu merkezindedir. Sizi de bu işte destek olarak kullanmak istiyorlarmış. Ya herkesin girdiği ittifaka siz de girmelisiniz, yahut o teşebbüslere mani olmalısınız. Bu işte bir pay kılmak üzere sana geldik. Senin için ve varislerin için olacak. Çünkü sen, Resulullah'ın amcasısın. Her ne kadar halk senin ve arkadaşlarının yerini takdir ediyorlarsa da işi (hilafeti) sizden ve sizinle birlikte
Abdulmuttalipogutlarından başka tarafa verdiler. Zira Resulullah sizden olduğu kadar bizdendir de! Sonra Ömer şöyle dedi: "- Vallahi, bu böyle. Ayrıca, biz size ihtiyacımızdan dolayı gelmedik. Ancak, herkesin ittifak ettiği konuda sizden bir ihtilaf gelmesin; böylece sizinle ve onlarla odunlar (tutuşmaya hazır) yığınlar haline gelmesin; kendinizi ve hepinizi düşünün!" Abbas da, Allah'a hamdü senadan sonra şöyle konuştu: - Allah, senin de bildiğin gibi Hz. Muhammed'i nebi olarak, mü'minler için de veli olarak gönderdi. Aramızda bulunmasıyla Allah bize ihsanda bulundu. Ta ki nezdindekini kendisi için ihtiyar buyuruncaya kadar. Böylece, insanların işlerini kendilerine bıraktı. Maslahatları doğrultusunda kendileri için gereken seçimi yapmaları için. Hakka isabet ederek, hevalarına uyup haktan sapmadan. Eğer Resulullah'ı (n yakınlığını) öne sürerek bu işi üzerinize aldınızsa, hakkımızı almış oldunuz. Yok, eğer mü'minler e dayanarak aldınızsa, biz de mü'minler deniz ve onların da ileri gelenlerindeniz. Hoşlanmadığımıza göre, bu sana gerekli olmamıştır. Bize teklif ettiğinize gelince eğer o senin hakkındır ve ondan bize bağışlıyorsan, ona ihtiyacımız yok. Eğer o, mü'minlerin hakkı ise senin onlar adına hüküm verip bağışta bulunmaya hakkın yoktur. Yok eğer bizim hakkımız ise biz onun bir kısmını bırakıp bir kısmını almaya razı değiliz."Resulullah, sizden olduğu kadar bizdendir de!" sözüne gelince, o bir ağaçtı ki biz o ağacın dallarıyız, siz ise komşuları!" Sonra Ebu Bekir, (Hz Ali ile randevulaştığı gibi,) Mescid-i Şerif'e çıktı. Halka döndü, Ali'nin kendisinden özür beyan ettiği gibi o da Ali'yi hoş gördü. Sonra Ali ayağa kalktı. Ebu Bekir'in hakkını tazimle belirtti. Faziletini ve İslâm'daki geçmişini anlattı. Sonra yürüdü ve ona bi'at etti. Halk Ali'ye dönerek: "İsabet ettin, ey Hasan'ın babası ve çok da güzel yaptın!" dediler. Böylece bi'at tamam olduktan sonra Ebu Bekir, üç gün mescidde bekledi. Halkın bi'attan vazgeçebileceğini bildirdi. "Hoşlanmayan varsa bi'attan vazgeçebilir", dedi. En başta Ali ayağa kalkarak:
-Vallahi ne bi'atımızdan vazgeçeriz ne de senin bunu istemeni isteriz. Resulullah seni dinimizi birleştirmemiz için takdim buyurdu; dünyalık için seni kim tehir edecektir? dedi. Ebu Bekr'in
Hutbesi
Sonra Ebu Bekir hutbe irad etmek (başkanlık konuşması yapmak) üzere ayağa kalktı. Allah'a hamdü sena etti. Sonra şöyle konuştu: Ey insanlar! Celil, Kerim, Alim, Hakim, Rahim ve Halim Allah, HzMuhammed'i hak ile gönderdi. Ey Arap topluluğu! Siz dalalet ve ayrılık bakımından bildiğiniz halde idiniz. Kalplerinizi birleştirdi; size yardımını ihsan etti; sizi teyid etti; dininizi size maletti; onun raşid ve mehdi siretine sizi varis kıldı. Hidayeti ve taatı benimseyiniz. Dirliğinizi sağlamak, birliğinizi korumak üzere Allah size bir halife (başkan) seçti. Bi'at dışına çıkmadıkça (onu istihlal etmedikçe), inşaallah, hiçbir kimseye ne elim ne dilim dokunacaktır. Allah'a kasem ederim ki, ona (başkanlığa) karşı gece gündüz (kafamı ve gönlümü meşgul eden) bir hırs (bir arzu) içinde olmadım. Ne içimden ne açıktan onu hiç bir zaman Allah'tan dilemedim (hiç istekli olmadım). Büyük bir iş boynuma geçirildi. Ona karşı ne gücüm ne kuvvetim mevcut. Benim yerime daha güçlü birinin bulunmasını çok arzu ederdim. Allah'a itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Asi olduğum takdirde bana karşı itaat yükümlülüğünüz olmaz, (yani marufta bana itaat ediniz, gayri meşru tasarruflarımı onaylamak zorunda değilsiniz•) Sonra ağladı ve devamla: Ey Nas! Biliniz ki bu makama sizin en hayırlınız olduğum için getirilmiş değilim. İçinizden birinizin benim yerime bu makama geçerek benim bundan azade olmamı çok arzu ederdim. Eğer Resulullah'ın sahip olduğu vahyi benden beklerseniz, beklemeyin. O bende yok. Ben o avantaja sahip değilim. Ben de sizden biri gibiyim. Benim sizden hiç bir farkım yok. Dürüstlükten ayrılmadığım müddetçe bana uyunuz, peşimden geliniz. Meşru yoldan ayrılırsam beni düzeltiniz. Biliniz ki benim de şeytanım var ve zaman
zaman bana musallat olabilir. Öfkelendiğimi görürseniz, uzaklaşınız (üzerime gelmeyin)!.
benden
Daha sonra Ömer'i ve Resulullah'm ashabından ileri gelenleri davet etti ve: "Beytülmalden (hazine) benim hakkım ne kadardır (ne kadar maaş alabilirim)?" diye danıştı. Ömer dedi ki: "Allah için ben sana beytülmalden hakkın nedir? onu bildireyim: Çocuklarından senden ayrılan ve kendi başına yaşayanlar Müslümanlardan biri gibidir. Aile efradından olanlarla ailen içinde kendi geçimlerinden aciz olanların maruf (makul) ölçüde geçimlerini karşılarsın, eşinin nafakasını da alırsın!" Bunun üzerine Ebu Bekir ile Ömer, arasında şu konuşma geçti. Ebu Bekir: Ben Müslümanlara ait gelirden çoluk çocuğuma yedirmemin helal olmayacağından korkarım." Ömer: "- Ey Resulullah'm halifesi, sen bu imaret işi ile meşgul olurken aile efradının nafakasını kazanmaya imkan bulamazsın!" Ebu Bekir'e bi'at işi tamam olup hilafet işi hale yola girince, Medine'de bu sefer de nifak tohumları yeşermeye başladı. Araplar dinden dönmeye (irtidat) yeltendiler. Ebu Bekir onlara harp ilan etti, savaşmaya karar verdi. Bunun üzerine dediler ki: "-Biz namaz kılarız ama zekat vermeyiz." Halk dedi di: "-Ey Resulullah'm halifesi, kabul et. Zaman (tarih) pek yakın (daha dün Müslüman oldular. Daha Müslümanlıkları tam yerleşmedi.), Araplar pek kalabalık biz ise pak azlığız. Onlara gücümüz yetmez. Ayrıca biz Resulullah'tan işittik'şöyle buyuruyordu: ' Ben insanlarla savaşmakla emrolundum, la ilahe illallah= Allah'tan başka tanrı yok deyinceye kadar. Bunu dediler mi artık, başka bir hak müstesna, canlarım ve mallarını dokunulmaz kılmışlardır. Hesapları ise Allah'a aittir!'" Bunun. üzerine Ebu Bekir: "-Bu, işte (devletin) o, istisna edilen hakkı, cümlesindendir. Çare yok savaşılacaktırr dedi. Halk Ömer'e: "-Onunla özel olarak görüş, belki bu kararından caydırırsın ve onlardan namazlarını kabul edebilir (namazları ile yetinebilir); zekattan affedebilir.", dediler. Ömer bütün gün Ebu Bekir'le baş-başa kaldı. Sonunda Ebu Bekir:
- "-Allah'a yemin ederim ki, Resulullah'a vermekte oldukları bir oğlağı dahi bana vermekten kaçınırlarsa, yanımda savaşacak bir kişi dahi olmasa onlara karşı tek başıma savaşırım. Ta onlarla aramızda Allah hükmünü verinceye kadar. Hüküm verenlerin en hayırlısı O'dur. Andolsun ki Resulullah (s)'in şöyle buyurduğunu işittim: 'İnsanlara karşı üç şey üzerine savaşmakla emrolundum: Allah'tan başka tanrı olmadığına şahadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek!' Kendisinden başka tanrı olmayan Allah'a kasem ederim ki bu üç şeyden hiç birinin eksik olmasına razı olamam!" dedi. Yüz çevirenler, kabul edenlerle tenkil edildi, dize getirildi. Ta ki insanlar ister istemez yeniden İslâm'a girdi. Sonunda herkes O'nun kararını övgüyle karşıladı; O'nun üstünlüğünü tasdik ettiler. Ebu Reca el-Ataridi anlatıyor: Halk toplanmıştı. Ömer, Ebu Bekir'in başını öpüyor ve: "-Canım sana feda olsun, sen olmasaydın mahvolmuştuk!" diyor; dinden dönenlerle savaş konusundaki görüşünü övüyordu. Ebu Bekr'in Hastalanması Ebu Bekir iki
ve Ömer'i
sene bir kaç ay hüküm
İstihlafı
sürdükten sonra
hastalandı.
Resulullah'ın ashabından bir gurup ziyaretine varmıştı. İçlerinden Abdurrahman bin Avf: "-Nasılsın,
geceni nasıl geçirdin, Ey Resulullah'ın
halifesi?
Ümit
ederim ki atlatmışındır.", dedi. Ebu Bekr: "-Öyle mi görüyorsun?"
dedi. Abdurrahman:
"- Evet!" dedi. Ebu Bekr: "- Başım çok ağrıyor fakat karşılaştığım
ey Muhacirler
topluluğu,
dedi,
sizden
durumlar, çektiğim bu ağrı ve sıkıntılardan da beter. Ben
bence en hayırlınız
olana havale ettim.
olmasından hiç memnun göriinmüyorsunuz.
Siz hepiniz
bu işin ona
işinizi, verilmiş
Baktınız ki dünya avucuııuzun
içine
giriyor. Siislii ipekli döşemelere kurulmaya, kuş tüyünden yumuşak
Azerbaycan
ipeğinde uyumaya...
minderlerle
hazırlanıyorsunuz.
Artık
siislii ipekli yastık
ipekli perdelere sahip olacaksınız. Kuş tüyünden yumuşak Azerbaycan döşeklerde acı çekeceksiniz;
ipeğinden
daha önce dikenli ot yataklarda çektiğiniz
Allah 'a yemin ederim ki sizden birinizin çıkıp suçsuz yere boynunun
gibi...
vurulması
kendisi için, liiks ve israfa dalmasından daha hayırlıdır." Abdurrahman kendisine:
- Şimdi böyle şeylerle üzme kendini. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Bunları kaldıramazsın. Biliyorsun insanlar iki kısımdır: Bir kısmı senin kararından memnundur; onlar senin gibi düşünüyorlar. Bir kısmı da bu kararından hoşlanmamışlardır. Onlar da görüşünü açıklamıştır. Biz senden sonra hükümdarlığı kendisine bıraktığın arkadaşından hayırdan başka bir şey görmüyoruz. Sen salih ve muhlissin. Ben senin bu dünyada yapmak isteyip de yapamadığın, elde etmek isteyip de elde edemediğin herhangi bir şeyin üzüntüsünde olduğun kanaatinde değilim. (pişmanlık duyacağın bir meselen yok.) Bunun üzerine Ebu Bekir: "- Doğru, ancak, yaptığım
üç şeyi keşke yapmasaydım diye; yapmadığım
şeyi keşke yapsaydım diye; sormadığım üç şeyi keşke Resulullah'a diye
iiç
sorsa^dım
pişmanım.
a) Keşke öyle yapmasaydım dediğim şeyler şunlardır: 1. Keşke Ali'nin hanesini kendi imline bıraksaydım ve bana savaş dahi ilen etse hiç üzerine gitmeseydim. 2. Keşke Beni Saide yurdunda iki kişiden birine; Ebu Ubeyde veya Ömer'e ben bi'at etseydim de o emir, ben vezir olsaydım. 3. Keşke Zülfücae esir olarak getirildiğinde ya boynunu uçurarak idam etseydim ya salıverseydim de onu ateşte yakmasaydım. b) Keşke yapsaydım dediğim şeyler de şunlardır: 1. El-Eş'as b.Kays esir olarak getirildiğinde keşke onu idam etseydim de hayatını bağışlamasaydım: Duyduğum ve bildiğim kadarıyla nerede bir kötülük varsa daima onun destekçisi olmuştur.
?.Q7
2.
Keşke Halid bin Velid'i Şam'a gönderdiğim gibi Ömer bin Hattab'ı da Irak'a
gönderseydim de bütün imkanlarımı Allah yolundu kullanmış olsaydım. 3.
(Keşke yapsaydım 'ın üçüncüsü kaynağımızda yok. F.D.)
c) Keşke Resulullah'a sormuş olsaydım dediklerim ise şunlardır: 1. Keşke bu hükümdarlık işinin kendisinden sonra kime ait olacağını sorsaydım ve bu konuda hiç kimse tartışmaya girmeseydi. 2. Keşke sorsaydım ki onda Ensar'ın bir hakkı, yetkisi var mıydı yok muydu? 3.
Keşke kardeş kızıyla hala kızının miras
durumunu sorsaydım. Bu iki meselede rahat değilim." Dedi. Sonra Resulullah'ın Ashabından başka kimseler girdi ve dediler ki: "-Ey Resulullah'ın halifesi, bir doktor çağırsak da bir muayene etse? deyince: "-Beni muayene etti, dedi. Ne dedi? dediler. "-Ben murat ettiğini yapacağım: (İnni Faalün Lima Yürid) dedi", dedi. Sonra çevresindekilere döndü ve: "Bakın, beytülmalden aileme çıkarın!" dedi,. Baktılar ki, 8000 kendisinden sonra gelecek halifeye Sonra Osman b. Affan'ı çağırdı ve: imla etti; Osman yazdı:
ne harcamışım? Bana bir hesap dirhem harcamış. Bu meblağın ödenmesini ailesine vasiyet etti. "-Ahdimi yaz!" dedi. Ebu Bekir
"Bismillahirrahmanirrahim. Bu, Ebu Bekir'in dünyadan ayrılırken ona ait son, Ahirete intikal ederken oraya ait ilk ahdidir: Ben sizin başınıza Ömer b. El-Hattab'ı istihlaf ettim. Eğer aranızda adaletle hükmederse, benim onun hakkındaki kanaatim ve ondan beklediğim olur. Eğer değiştirir ve bozarsa ben ancak hayır murat etmiş bulunuyorum. Ben gaybı bilmem. Zulmedenler ise nasıl bir yere varacaklarını akibet öğrenirler." Sonra yazıyı (ahitnameyi) mühürledi ve verdi.
Ömer'i istihlaf ettiğini duyan Muhacir ve Ensar, Ebu Bekir'in huzuruna girdiler ve:
Başımıza Ömer'i istihlaf ettiğini görüyoruz. Sen onu tanıyorsun ve sen bizim aramızda iken bile onun bize yaptıklarını çok iyi biliyorsun. Peki, onu bize hükümdar olarak bırakıp Allah'ın huzuruna vardığında ne cevap vereceksinT dediler. Ebu Bekir: "-Eğer Allah bunu benden sorarsa şu cevabı veririm: Bana göre onların en hayırlısını üzerlerine istihlaf ettim!" Halk toplandı, onlara şu konuşmayı yaptı: "- Ey Nas, Allah'ın takdiri (ölümü) gördüğünüz gibi geldi, çattı. Sizin işlerinizi yürütecek Veliyy-i Umür (Ulu'l-Emr) olacak, namazlarınızı kıldıracak, düşmanlarınızla savaşacak size emir olacak bir kişi mutlaka lazım. Dilerseniz, sizin için içtihat ettim ve bir seçim yaptım. Ondan başka tarırı olmayan Allah'a yemin ederim ki ondan sizin hesabınıza hayırdan başka bir beklentim yoktur." O arada kendisi de ağladı, halkı da ağlattı ve dediler ki: "-Ey Resulullah'm halifesi! Sen bizim en hayırlımız ve en bilgilimizsin, bizim için bir seçim yap!" Bunun üzerine: "-İçtihadımı yapar sizin için en hayırlı olan birini seçerim, inşaallah!" dedi. Halk yanından dışarıya çıktıktan sonra Ömer'i çağırttı ve O'na:
"- Ömer. dedi. Seni seven sever, sevmeyen sevmez (sevenin var sevmeyeni var) Eski bir gelenektir, daima şer sevilir, hayır sevilmez!" dedi. Bunun üzerine Ömer: Benim buna ihtiyacım yok.", dedi. Ebu Bekir: "- Fakat onun (hükümdarlığın) sana ihtiyacı var. Allah'a yemin ederim ki onu korumuş oldum." Sonra da:
"- Al, bu yazıyı, dedi, bununla halkın yanına çık. Bunun benim afıdim olduğunu bildir; dinleyip itaat etmelerini iste!" Ömer yazıyla halkın huzuruna çıktı, durumu bildirdi, hepsi: "-İtaat ederiz!" dediler. Aralarından birisi: "-Ey Ebu Hafs! O yazıda ne var? " diye sordu, Ömer: "-Bilmiyorum, ama onu ilk dinleyen ve ona ilk itaat eden ben olacağıml" dedi. O kişi: "-Fakat onda ne var sen biliyorsun, ilk yıl sen onu emir yaptın, şimdi de o seni!" dedi. Ömer b.el-Hattab'ın Hilafeti Ebu Bekir vefat edince Ömer iş başına geçti. Mescitte Hilafet makamına oturdu. Yanma bir kişi geldi: "- Ey mü'minlerin emiri. Yanına yakın gelebilir miyim, bir ihtiyacım var." dedi. Ömer: "- Hayır, olmaz!" dedi. Adam: "- O halde gideyim, Allah beni sana muhtaç etmesin!" dedi. Gitmek üzere döndü. Ömer, gözucuyla takip etti. Sonra kalkıp peşinden gitti; elbisesinden tuttu ve: "- Ne istiyorsun, ihtiyacın nedir?" dedi. Adam: Halk sana buğzediyor ve senden hoşlanmıyor!" dedi. Ömer: Hayırdır, niçin?" diye sordu. Adam: Dilin ve sopan yüzünden!" dedi. Bunun üzerine Ömer ellerini kaldırdı ve: Allah'ım halkı bana, beni halka sevdir!" diye dua etti. Adam diyor ki: Ellerini indirdiğinde (duayı bitirdiğinde) Ömer benim için dünyanın en sevimli kimsesi oluvermişti." Hz. Ebu Bekir'in hastalandığına dair haber Şam halkına ulaşmıştı. Haberin arkasını merak ettiler;
" Korkarız ki Resulullah'ın halifesi vefat etti de yerine Ömer geçti. Ebu Bekir'den sonraki hükümdar Ömer'se o bizim sahibimiz olamaz. Hükümdarlıktan düşürme (hal') görüşündeyiz." dediler. Bazıları da: "- Aklı başında birini gönderelim, dedi. Bir adam seçtiler. Ömer'e geldi. Ömer de Şam'dan gelecek haberin geciktiğini düşünüyordu. Şam'dan adam gelince sordu: Halk ne alemde? " Adam: İyiler, yaramazlık yok. Ama senin hükümdarlığını istemiyorlar ve senin şerrinden korkuyorlar. Beni gönderdiler ki bakayım sen tatlı mısın acı mı?" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ömer ellerini göğe kaldırdı ve: Allah'ım halkı bana, beni halka sevdir!" diye dua etti. Ömer,
Ebu
Bekir'den
sonra
10
yıl
hükümdarlık
hoşlanmayanların tamamı onu sever hale gelmeden
yaptı.
Ondan
bu dünyadan ayrılmadı.
Onun imamet (başkanlık) dönemi fetihler dönemi idi. Müslüman olması da üstünlük ve zafer olmuştu. Hükümdarlığında ilk iki arkadaşının (Hz. Resulullah ve Hz. Ebu Bekir) sünnetine uydu. Tıpkı süt kuzusunun anasının peşini bırakmadığı gibi. Sonra Allah, nezdinde olanı onun için de ihtiyar buyurdu.
Hz. Ömer (r)'ın
Şehadeti
Amr b.Meymun anlatıyor. Ömer b. El-Hattab'ın şehit edilmesi olayına şahit oldum. İlk safta olmama onun heybeti mani olmuştu. İkinci safta bulunuyordum. Ömer, ön safa yüzüyle dönüp safta her hangi bir kimsenin ileri geri olduğunu görürse değnekle dokunup saffı düzeltmedikçe namaza başlamazdı. İşte bu korkudur, benim ön safa girmeme engel olan. Böylece sabah namazına başlardı. O, sabah namazında "tağlis" yapardı yani ortalık aydınlanmadan erkence kılardı. Muğire b. Şube'nin uşağı olan Ebu Lü'lü'e saldırdı. Peş peşe üç hançer darbesi indirdi. Ömer'in: "-Köpeğe dikkat, beni öldürdü!" dediğini işittim. Cemaat dalgalandı.
Bu arada On üç kişiyi daha yaraladı. Halk Biri birine bağırıyorlardı: Köpek geliyor, köpek geliyor!" Adamın biri onu çıkarken arkadan kıskıvrak yakaladı. Cemaat dalgalandı. O esnada biri çıkıp, Ey Allah'ın kullan namaz, namaz güneş doğuyor diye seslendi. Abdurrahman b. Avf öne geçti. Kur'an'ın en kısa iki süresi ile sabah namazım kıldırdı. Ömer götürüldü. Yaralananlardan 6-7'si daha öldü. Halk Ömer'in yanma akın etti. Ömer: . Abbasoğlu, dedi, çık da seslen bakalım, bu iş halk tarafından bilerek ve isteyerek mi oldu? (tertip mi idi?)" İbn Abbas çıktı ve öyle seslendi. Dediler ki: "- Allah etmesin hiç bir bilgimiz ve haberimiz olmadı!" Tabip geldi ve s o r d u - E n sevdiğin içecek nedir?" "-Şıradır!" dedi. Şırayı içti. İçtiği, yara yerlerinden dışarı sızdı. Halk akan irin olabilir, bir de Süt içireliml" dediler. İçtiği süt de yara yerlerinden sızdı. Tabip: Akşama varacağından ümidim yok, yapacağın bir şey varsa (vakit kaybetmeden) yap!" dedi. Oğlu Abdullah'a dedi ki: "- Şu kürek kemiğini uzat bana, Allah, onda yazılı olanı yürürlüğe koymayı murat etseydi; koyardım!" dedi ve orada yazılı olanı kendi eliyle karaladı. Onda, ninenin hissesi yazılıydı. Sonra Kâ'b elAhbar yanma geldi ve: "- Ey Emire'l-Mü'minin, Emir Allah'tan; şüphe etme. (Bakara 177'yi okudu.) Sana şehit olacağın daha önce bildirilmiştir!" dedi. Ömer: "- Nasıl şehit olabilirim, halbuki ben Arap Yarımadasındayım?" diye cevap verdi. Sonra halk onu sena etmeye, onun faziletlerini bir bir anlatmaya başladı. Ömer: Sizin gururlandırdığınız aldanır. Allah için bu dünyadan, geldiğim gibi kifafen gitmek isterim. Allah'a kasem ederim ki Güneşin üzerinde doğduğu her şey bugün benim elimde olsaydı, huzuru ilahiye varılacak günün dehşetine feda ederdim!" dedi. Dediler ki: Korkun bu ise, Allah karşılığını sana hayır olarak ihsan etsin." Ömer:
"- Ömer'in nefsi kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki nasıl bir hesap ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Bütün dileğim hesaptan denk çıkmaktır. Ne alacaklı ne borçlu; hayrı - şerrini karşılamış ve ondan (hükümdarlıktan) önceki hayrım elimde kalmış olarak!" dedi. O arada Ali yanına girdi ona;
"- Ya Ali, bu iş bilginiz altında ve isteğiniz jönünde mi meydana= geldi?" dedi. Ali: Ne bilgim altında ne isteğim dahilinde oldu. Allah'tan halis niyazımız, hatta ömürlerimiz senin ömrüne katılarak ömrünün uzun olmasıdır!" cevabını verdi. Bu sırada başı oğlu Abdullah'ın kucağında idi. "- Oğlum yanağımı yere koy!" dedi. Koymadı. Azarladı ve: Koy yanağımı yere, anasız kal!", dedi. Bu sefer oğlu yanağını yere koydu. "- Vay Ömer'in haline ve Ömer'in anasının haline, eğer Allah onu mağfiret etmezse/" dedi. Sonra Abdullah b. Abbas'ı çağırdı. Onu severdi, yakınında bulundurur; onun sözüne kulak verirdi. Ona dedi ki: "- Ey Abbasoğlu: Bana öyle geliyor ki benim bir suçum var. İsterim ki bu su-i kast, halkın bilgisi ve isteği ile mi oldu. Onu bana bildiresin." İbn Abbas dışarı çıktı. Baktı ki halktan kimi gördüyse ağlıyor. Yardımcılarını bugün kaybetmiş gibiydiler. İbn Abbas döndü ve gördüklerini Ömer'e anlattı. Bunun üzerine Ömer:
"- Beni kim öldürdü ya?" diye sordu.İbn Abbas: Muğire b. Şube'nin mecusi kölesi Ebi Lü'lü'e!" cevabını verdi. Abdullah diyor ki bu sözü işitince Ömer'in yüzünün sevinçten parladığını gördüm ve şöyle söyledi: Allah'a hamdolsun ki beni yarın hıizuru ilahide, La ilahe illallah davasıyla karşıma çıkacak biri öldürmedi." Sonra: Abdullah'a dedi: "- Güneşin üzerimde doğup battığı ne varsa elimde olsaydı, mahşer gününün dehşeti karşısında hepsini feda ederdim." Bunun üzerine îbn Abbas:
' - Eğer emr-i hak vaki olursa, -Allah bizim adımıza ancak hayır ihsan eylesin- Müslümanlar Mekke'de mahpus iken Resulullah, İslâm'ın seninle kuvvet bulmasını Allah'tan istemedi mi? Resulullah ve Müslümanlar ondan soııra ortaya çıkmadılar mı? Sonra Medine'ye hicret ettin. Senin hicretin fetih vesilesi olmadı mı? Sonra Resulullah'ın müşriklerle savaştığı hiç bir seferden sen geri kalmış değilsin. Şu, şu, şu günlerde Hz.Peygamber senin hakkında şöyle, şöyle dedi. Vefat ettiğinde de o senden hoşnut idi. Resulullah'ın vefatından sonra halk irtidada kalkıştı; tıpkı Resulullah'a yaptığın gibi halifeye vezirlik yaptın. Kabul edenlerle bir oldunuz, dinden dönenleri tepelediniz. Nihayet halk ister istemez yeniden İslam'a girdi. Sonra Halife vefat etti. O da senden hoşnut idi. Sonra insanların her hangi birinin yapabileceği en güzel bir şekilde bu işin başım geçirildin, üstesinden geldin. Allah senin vasıtanla şehirlere şehir ekledi. Şehirleri şehir yaptı. Hazineyi doldurdun. Düşmanları uzaklaştırdin. Her Müslüman haneye bir bollııkbereket girdi. Sonunda da Allah sana şehadet nasib etti, övgü vesilelerini üzerine sağnak sağnak yağdırdı, kutlarım seni, dedi. Bunun üzerine: "- Abdullah, kıyamet gününde de benim için böylece şahadet eder misin? diye sordu, o da: "- Evet!" deyince Ömer: "- Sana hamdolsun Allah'ım!" dedi. Hz. Ömer Altı Kişilik Bir Şûra Heyeti Seçiyor Muhacirler Ömer'in yanına girdi. O aldığı yaradan evde bulunuyordu. Dediler ki: "- Ey Mii'minlerin Emiri: Yerine birini seç (istihlaf et)!" Ömer: Vallahi, hayatta iken de, öldükten sonra da, siz'ı sırtımda taşıyacak değilim! dedi ve ekledi: Eğer istihlaf edersem, biliyorsunuz (Ebu Bekir'i kastederek) benden hayırlı olan istihlaf etmiş idi. Eğer terk edersem, (Resulullah'ı kasdederek) benden hayırlı olan da terketmiş idi." Onlar:
"- Allah en güzel mükafaîlınızı ihsan etsin! " deyince: Allah'tan dileğim, yüzümün akı ile çıkmak, ne borçlu ne alacaklı!" dedi.
Vefat edeceğini hissedince , oğluna: "- Ayşe'ye
git, dedi, benden selam söyle, evinde Resulullah
ve Ebu
Bekir ile beraber gömülmem için izin iste!" Oğlu Abdullah, Hz. Ayşe'ye gitti. "- Evladım, Muhammed'i kendisinden
dedi, Hz. Ayşe, Ömer'e selamımı
başsız
bırakmasın,
üzerlerine
senden sonra başı boş bırakmasın!
birini dedi',
söyle istihlaf
ve etsin,
de! Çiinkii
'Ümmeti onları fitneye
düşmelerinden korkarım." Abdullah geldi, babasına bildirdi. Ömer: " Ne dersin, kimi istihlaf edeyim?
-Ebu Ubeyde b. El-Cerrah sağ olsaydı onu istihlaf eder, onu başa geçirirdim. Rabbimin huzuruna varıp Ümmet-i Muhammedi kime bıraktın diye sorduğunda da: Evet Rabbim, kulun ve elçini işittim, şöyle demişti: 'Her ümmetin bir emini (güvenilir adamı) var. Benim ümmetimin emini de Ebu Ubeyde b. El-Cerrah'tır!" derdim. -Halid b. Velid sağ olsaydı onu istihlaf ederdim ve Rabbimin huzuruna varıp ümmeti Muhammed'i kime bıraktın diye sorduğunda, kulun ve Peygamberinin: 'Halit b. Velid Allah'ın kılıçlarından bir kılıçtır. Onu müşriklere karşı sallamıştır!" dediğini işittim, derdim... Fakat Resulullah vefat ettiğinde kendilerinden hoşnut bulunduğu bazı kişileri istihlaf edeceğim, dedi ve haber saldı, onları topladı. Onlar: Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Talha b. Ubeydillah, Ez-Zubeyr b. El-Avvam, Sa'd b. Ebi Vakkas ve Abdurrahman b. Avf, (r.) idi. Talha gelemedi. Ömer şöyle dedi:
Ey öncü muhacirler! Halkın işine (Devlet işlerine) baktım; aralarında nifak şikak (ayrılış, fitne) görmedim. Eğer bundan sonra nifak şikak olursa içinizde olacaktır. Üç gün meşveret ediniz. O zamana kadar Talha geldi geldi, gelmedi ise üçüncü gün içinizden birini halife seçmeden dağıtmayacaksınız• Eğer kararınız Talha olursa, o buna ehildir. Sizin meşveretle meşgul olduğunuz üç gün zarfında namazları Suheyb kıldırsın. O Mevalidendir. (Araplardan değildir) ve bu işte (yani Devlet Başkanlığı işinde) bir iddiası olmaz. Ensar'ın ileri gelenleri de toplantılarınızda bulunsun. Onların da bu konuda bir iddiaları olamaz. Hasan b. Ali ile Abdullah b. Abbas da yanınızda bulunsun. Onların karabeti/yakınlığı vardır. Onların bulunmalarında lvxyır ve bereket umarım. Bu ikisinin de bir iddiaları olmaz ve bereket umarım. Oğlum Abdullah da müsteşar olarak bulunsun. Onun da bu konu da bir iddiası olamaz. Dediler ki: "-Ey Emirel Mü'minin. Onun hilafet konusunda ayrı bir yeri var, onu istihlaf et, biz ona razıyız!" Bunun üzerine Ömer: Hattaboğııllarından bir halife yeter. Onun bir hakkı yoktur, dedi ve ilave etti. Abdullah, sakın ha sakın bu işe bulaşma! Dedi. Ömer devamla: Beş kişi anlaşır da bir kişi yan çizerse, boynunu vurunuz; dört kişi anlaşırda iki kişi yan çizere ikisinin de boynunu vurunuz. Eğer üç kişi bir taraf, üç kişi bir taraf olursa o zaman oğlum Abdullah'ın hakemliğine başvurunuz. Hangi üç kişi lehine tercihini koyarsa hilafet o üç kişiden birine aittir ve o üç kişinin kararına bağlıdır. Eğer diğer üç kişi bu karara uymazlarsa onların boynunu vurunuz!" dedi. Dediler ki: "- Ya Emire'l-Mü'minin hakkımızdaki kanaatlarını açıkla da tercihimize esas olsun." Bunun üzerine Ömer: Sa'd, dedi, Seni, katı ve sert bir adam olduğun için istihlaf edemiyorum, (başka bir kusurun yok.) Sen savaşçı bir adamsın. Abdurrahman, dedi, Seni istihlaf edemiyorum. Çünkü sen bu ümmetin firavunusun. Zübeyr, dedi, Seni istihlaf edemiyorum. Çünkü sen iyi günde mü'min kötü günde kafirsin (zora gelemezsin). Talha'yı istihlaf edemiyorum, çünkü burnu havada, kibirli biridir. İş başına geçerse
mührü karısına teslim eder, Osman, dedi, Seni istihlaf edemiyorum, çünkü senin akrabalarına karşı zaafın var. Ali, dedi, Seni de istihlaf edemiyorum, çünkü senin bu işe aşırı düşkünlüğünü (hırs) görüyorum ve eğer bu işin başına geçirilir isen apaçık dosdoğru iş yapmaya da en elverişlisin. İmdi içinizden halife seçilecek olana Allah'tan korkmayı (takva) tavsiye ederim. Benim bu akibetime uğramamaları için uyarıyorum. Ayrıca bir takım yüzlerin ak, birtakım yüzlerin kara olacağı günden korkmanızı, huzuru İlahiye çıktığınızda gizli kapaklı hiçbir şeyin kalmayacağını hatırlatırım!" Bu sözlerden sonra Ömer bayıldı, seslendiler, uyanmadı. Vefat ettiğini sandılar. İçlerinden biri onu ancak namaz uyarır dedi ve:
"-Emire'l-Mü'minin, namaz namaz!" dediler. Gözlerini açtı; "-Namaz, vaktinde kılınmalı!" dedi ve ilave etti: "-Namazı terkedenin İslam'da nasibi yoktur." Yaralarından kan aka aka namazı kıldı. Tekrar onlara döndü ve: "- S ize sağlam bir yol bıraktım Onu bozmayınız!" dedi. Sonra Ali b. Ebi Talib'e dönerek: "-Olabilir ki heyet senin kadrini, şerefini ve Resulullah'a olan yakınlığını, bir de Allah'ın sana ihsan ettiği ilim, anlayış ve dindarlığını takdir eder ve seni istihlaf edebilirler. Eğer iş başına gelirsen, ya Ali, bu makamın hakkını koru ve Haşimoğullarını insanların tepesine çıkarma!" dedi. Sonra Osman' a dönerek: "-Osman, dedi, Eğer bu heyet senin Resulullah'a olan hısımlığını, yaşını, şerefini ve geçmişini düşünür de seni istihlaf ederlerse ve sen iş başına geçersen Ümeyye Oğullarını halkın tepesine çıkarma!" Sonra Suheyb'i çağırdı ve: "-Suheyb, dedi: Üç gün müddetle namazı kıldır. Bunlar bu müddet zarfında aralarında toplanacak, meşveret edecek!" dedi ve artık çıkabilirsiniz diye işaret ettikten sonra:
Allahım, Onlara ülfet, ihsan eyle ve onlara Hak üzerinde söz birliği nasip eyle; onları batıla geri döndürme; Ümmeti Muhammed'in başına en hayırlısını geçir!" diye dua etti. Yanından ayrıldılar; o gün vefat etti ve gömüldü. Namazını Suheyb kıldırdı. Şûra Heyetinin Müzakereleri
ve Hz. Osman'a
Bi'at
Hz. Ömer vefat ettikten sonra heyet toplandı; içlerinden birinin evine çekildi. Abdullah bin Abbas, Hasan b.Ali ve Abdullah b. Ömer'i de yanlarına aldılar. Üç gün süre ile meşveret ettiler. Bir arpa boyu yol alamadılar. Üçüncü gün olunca Abdurrahman b Avf kendilerine:
"Bugün hangi gündür, biliyor musunuz? Bu gün, sahibiniz (Hz.Ömer) 'in, içinizden birini istihlaf etmeden dağılmamanız hususunda kesin talimat verdiği gündür!" dedi. Dediler ki: "-Doğru!" Abdurrahman: "Size bir teklifim var!" dedi. "-Teklifin nedir?" dediler. Dedi ki; "-Bana yetki verirseniz, kendi adıma feragat eder, içinizden birini seçerim!" Dediler ki, tamam, teklifin kabul edilmiştir. Onlardan bu yetkiyi alan Abdurrahman: "-Bu işi içinizden üç kişiye havale ediniz!", dedi. Zübeyr, yetkisini Ali'ye; Talha, yetkisini Osman'a; Sa'd, yetkisini Abdurrahman bAvf'a devretti. Bundan sonra Abdurrahman, "Ben dönünceye kadar buradan ayrılmayınız!" dedi ve dışarı çıktı. Medine'de tebdil-i kıyafet, halk arasına daldı. Onu kimse tanımıyordu. Muhacirlerden Ensar'a, Zuafa-i nasdan ileri gelenlere kadar fikrini sormadığı, görüşünü almadığı kimse bırakmadı. Ehl-i rey olanlara, danışmak üzere baş vurdu; diğerlerine sadece fikrini sordu. Kime danıştı, kime sorduysa bila istisna herkes: "Osman!" diyordu. "-Abdurrahman, Halkın Osman üzerinde görüş ve kanaat birliğinde olduğunu tespit edince, diyor, Mısver b.Mahrem, gece vakti bana geldi, beni uykuda yakaladı. Yanına çıktım. 'Uyuyorsun değil mi? Vallahi üç gündür gözümü kırpmadım. Bana şu zevatı çağır', dedi. (Muhacirlerden bir kaç kişinin adını vermişti), onları çağırdım.
Mescid'de onlarla özel olarak uzun uzun görüştü. Sonra ayrıldı gittiler. Sonra Ali'yi çağırttı, onunla da özel olarak uzun uzun görüşme yaptı. Sonra o da yanından ayrıldı. Osman'ı çağırttı. Çağırdım, onunla da uzun bir görüşme yaptı derken ctraya namaz girdi. Namazı kıldıktan sonra onları topladı. Her birinden tek tek: '-Sana bi'at ettiğim takdirde Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine ve senden önceki iki arkadaşının sünnetine uygun hareket edeceksin!' diye söz (ahd ve misak) aldı. Her biri söz verdi. Keza: "Senden başkasına bi'at edersem razı olacaksın!" diye de söz aldı. Hepsi kabul etti, söz verdiler. Bütün bunlardan sonra Osman'ın elini tuttu. Allah adına söz istiyorum:. 'Sana bi'at edersem Allah'ın. Kitabını, Resulünün sünnetini ve diğer iki selefinin sünnetini hakkıyla uygulayacaksın!' dedi. Osman: 'Evet, kabul!' dedi. Sonra Ali'nin elini tuttu. Ona da dedi ki: 'Ömer'in koyduğu şarta uygun olarak Beni Haşim'i halkın tepesine çıkarmamak üzere sana bi'at ediyorum!" Bunun üzerine Ali: 'Bu işi benim boynuma astıktan sonra bu şart da nesi? Bana gerekli olan Ümmet'i Muhammed lehine içtihatta bulunmaktır. İçtihadımın sonucu olarak kimde iktidar ve emanet görürsem onun yardımını alırım.(hizmetinden istifade ederim). O, Beni Haşim'den veya başkalarından olabilir!' dedi. Abdurrahman: 'Vallahi hayır, ta ki bu şartı kabul edinceye kadar!' dedi. Ali de: 'Vallahi bu şartı hiçbir zaman kabul etmem.!' deyince; Abdurrahman, Ali ile olan görüşmeyi bıraktı. Yanından ayrıldılar. Abdurrahman Mescid'e çıktı, halkı topladı. Allah'a Hamd'u sena ettikten sonra şöyle dedi: 'Halkın bu işini (devlet başkanlığı işini) görüştüm. Osman'dan başkasını düşünmediklerini gördüm. Ali, dedi, kendini ortaya atma. Zira karşılığı kılıçtır, başkası değil!' Sonra Osman'ın elini aldı, bi'at etti ve halk da topyekün bi'at ettiler. Hz. Osman, Hilafetinin Altıncı yılına gelindiğinde, herkesin gözünde Ömer'den daha sevilir hale gelmişti. Ömer sert mizaçta biriydi; Kureyşe nefes aldırmamıştı: Hiç biri ondan dünyalık namına haksız bir şey elde edemedi. Osman iş başına geldiğinde yumuşak tabiatlı biri iş başına gelmiş bulunuyordu." Hasan Basri der ki: Hz. Osman'ı hutbe ir ad ederken gördüm. Ben o sırada buluğ çağına yaklaşmış bir gençtim. Hayatımda ondan daha aydınlık yüzlü ve
güzel görünümlü ne erkek ne kadın hiç kimse görmemiştim. Şöyle dediğini işittim: 'Ey inananlar, geliniz, hediyelerinizi alınız!' Herkes yetecek kadar bol bol alıyordu. 'Ey insanlar giyeceklerinizi alınız!' Herkes gidiyor, önlerine konan süs eşyasına kadar herşeyi bölüşüyordu. Nihayet; 'Ey Müslümanlar, yağınızı, balınızı alınız!'a varıncaya kadar seslendiğini duydum, sonra da; 'Ey Müslümanlar, parfümünüzü (tîb) alınız!' dediğini; misk, amber ve diğer güzel kokulardan oluşan parfümlerini aralarında taksim ettiklerini gördüm. Allah'a yemin ederim ki kimse kimsenin hakkına tecavüz etmiyordu. Hediyeler bol; hayır ve bereket sonsuzdu. Yeryüzünde hiçbir mü'min hiçbir mü'minden korkmazdı. Kim kiminle nerede karşılaşsa birbirini kardeş, dost ve yardımcı biliyordu. Mal çok çok boldu. Öyle ki. cariyeler, ağırlıklarıma gümüş para ile; kısrak, on bin dinara; beygir, bin dinara; bir tek hurma ağacı, bin dinara., alıcı buluyordu. Böyle devam edip giderken bazı insanlar ortaya çıkıp sırf muhalefet olsun diye karşı faaliyete geçtiler. İbn Ömer demiştir ki, Osman öyle bir takım konularda tenkit edilmiştir ki oları Ömer yapsa tasvib edilirdi." Hz. Osman'a Karşı
Faaliyetler
Abdullah b. Müslim anlattı: Bize ibn Ebi Meryem ve İbn Ufeyr anlattı; (Onlara da) İbn Avf anlatmış ve demiş ki: el-Mihvel b.İbrahim'in ve Ebu Hamza es-Sumali'nin bildirdiğine göre -ki birkaç kelime fazla ve eksiğiyle aynı manada olmak üzere hepsinden netice olarak Ali bin Hüseyin'den naklen verdikleri bilgiden anladığım o ki- Ali bin Hüseyin şöyle demiştir: "Halk kendisine karşı faaliyete başlayınca, Osman b. Affan minbere çıkarak Allah'a hamdü senadan sonra şöyle bir konuşma yaptı: '- Her şeyin bir afeti, her şeyin bir musibeti vardır. Bu dinin afeti ve bu milletin musibeti de, olur olmaz her şeye dil uzatanlar ve olur olmaz her şeyi karalayanlardır. (Onlar) Hoşlanacağınız şeyleri önünüze seriyor; hoşlanmayacağınız maksatlarını gizliyorlar. Dikkat ediniz Ey Muhacir ve Ey Ensar, öyle şeylere dil uzatıyor ve öyle şeyleri
karalıyorsunuz ki onların aynısını İbn Hattab'a karşı tasvip etmiştiniz. Ömer gözünüzü yıldırmıştı. O'na karşı kaşınızı bile kaldıramazdınız. Şunu bilesiniz ki benim çevrem O'ndan fazladır ve daha yakın koruyanlarım da vardır! dedikten sonra: Bana şunu söyleyiniz: Alamadığınız bir hakkınız var mı? Hakkından fazlaya gelince, ben niçin istediğime vermeyeceğim? O takdirde niçin imam (başkan) oldum? Dil uzattığınız hiçbir konu benim bildiğimin dışında değildir. Yaptığım her şeyi çok iyi biliyorum' diye ilave etrmiştir" Dedi: Bu hutbesinden sonra Şam'dan Muaviye b.Ebi
Siifyan
geldi.
Aralarında: Ali b. Ebi Talib, Talha b.Ubeydullah, ez-Ziibeyr b. el-Avvam, S'ad b.Ebi Vakkas, Abdurrahman b.Avf ve Ammar b.Yasir'in bulunduğu meclise gitti ve onlara dedi ki:
"-Ey Ashab, bu büyüğüm hakkında size hayır tavsiye ederim. Allah'a yemin ederim ki eğer o aranızda öldürülürse şunu bilesiniz ki karşınıza süvari-piyade asker yığarım!" Sonra Ammar b.Yasir'e dönerek: "-Ammar, dedi, Şamda yüz bin süvari var. Her biri ücretli. Bir o kadar da onların çocukları ve hizmetçileri var. Onlar ne Ali'yi tanır, ne O'nun Resulullah'a olan yakınlığın bilir; ne Ammar'ı tanır, ne onun geçmişini bilir; ne Zübeyr'i tanır, ne sahabeliğini bilir; ne Talha'yı tanır, ne onun hicretini bilir. İbn Avfda malı mülkü de onlara vız gelir. Onlar ne Sa'd'ı tanırlar, ne davetini. Ammar, gözünü aç ve şu duruma düşmekten kendini kolla: Fitne fırtınası dindikten sonra sanık sandelyesine oturtularak senin hakkında; Bu adam Osman'ın katili, bu adam Ali'nin katili! Denmesin!" Sonra İbn Abbas'a dönerek; "-Ey Abbasoğlu, bir sevap beklemediğimiz, bir azaptan korkmadığımız bir zamanda, biz sizden çoktuk (üstündük.); Allah'a yemin derim ki o zaman, ne bir haksızlık ettik ne de sizi ezdik. Hatta hiç bir haktan da sizi mahrum etmeye kalkışmadık. Nihayet Allah Taala Resulünü sizin sülaleden seçti ve gönderdi. Adamınız (Ali), bizden önce Müslüman oldu. Yemin ederim ki (Resulullah) şirkimizden hoşlanmazdı ama görmeze gelirdi. Sonra sizin ve bizim üzerimize veliyyü'l-Emr (devlet başkanı) da oldu. Ta ki iş (devlet başkanlığı) önümüze
düşünceye kadar böyle gitti. Derken bizim adamımız (Osman), sizin adamınıza (Ali'ye) karşı, yaşı itibariyle görevi (başkanlığı) üstlendi. Sonra adamınız (Ali) tavrını değiştirdi. (Aleyhte) konuşmaya başladı. Onun ağzıyla konuşulmaya başlandı. Böylece bir ateş tutuşturdunuz ki suyla söndürülmez!" dedi. Bunun üzerine İbn Abbas: "-Tam anlattığın gibiydik. Allah sizden ve bizden elçisini gönderinceye kadar. Sonra bize ve size karşı veliyyü'l-Emr (devlet başkanı) de oldu. (Resulullah aynı zamanda devlet başkanıydı). Sonra iş (devlet başkanlığı), kucağımıza düştü. Adamınız Hz. Osman), yaşı sebebiyle adamımızdan önce başkanlık işini üstlendi. Sadece yaşı sebebiyle değil, yaşından da ileri faziletli kişiliği olduğu için. Yemin olsun ki herkes ne demişse biz de onu demişiz. Halkı bir yana ittiniz. Bizi de, ya dil uzatan ya da töhmet altında bir halde bırakıyorsunuz. Adamımıza (Hz. Ali) gelince, bildiğiniz gibi o, nereden bir çatlak ses gelse, anında kıskıvrak onun elinden yakalar, kuru bir havuzun başına varsa gürül güriil dolup taşar! Şunu bilmeni isterim ki seni sevindiren beni de sevindirir, seni iizen beni de üzer. Umarım seninle hep hayır iizere karşılaşırız!" Hz.Osman
ve Hz. Muaviye'nin
Lehine
ve
Aleyhine Söz ve Faaliyetler Dedi: Anlatıldığına göre İbn Abbas demiş ki: Mescide çıktım. İkindi namazını kıldıktan sonra Ali'yle oturduk. Osman'ın elçisi geldi, Ali'yi çağırıyordu. Ali olur, dedi. Elçi dönüp gidince, Ali bana dedi ki: Ne dersin, beni niçin davet etmiş olabilir? Dedim ki: Seninle konuşmak içindir. Benimle gel, dedi. (Oraya vardığımızda) baktım Talha, Zübeyr, Sa'd ve muhacirlerden daha başka kimseler var. Oturduk. Gördüm ki Osman, üzerinde iki beyaz elbisesi iledir ve herkes suskun. Birbirine bakıştılar. Osman, hamd ü senadan sonra dedi ki: " Bu benim amcazadem Muaviye, burada değildi, (uzaktaydı, Şam'daydı), ve ne benim size olan iyiliklerime ne sizden bana gelen tenkit ve sitemlere şahit olmadı. İstedi ki, size bazı şeyler söylesin ve sizden isteyen de kendisine düşüncelerini söylesin". Bunun üzerine
Sa'd b. Ebi Vakkas dedi ki: "Herhalde Muaviye ile, senin dediklerinden ve sana söylenenlerden başka şeyler konuşulacak değildir." Bunun üzerine Osman onlara: "-Durun hele!" ve Muaviye'ye de: "Konuş!", dedi. Muaviye, Allah'a hamd ve senadan sonra dedi ki: "-Ey Muhacirler ve Şura üyeleri! Size söylüyorum, cevap verecek olan içinizden
biri olacaktır.
Çünkü
sözüm sizedir. Bana ben sizden
kastetmiyorum. Resulullah (s.) vefat edince, halk, dokuz muhacirden etti. Sonra Peygamberlerini toprağa verdiler. Hiç bir problemle
başkasını birine bi'at
karşılaşmadılar.
Sanki Peygamber aralarında gibiydi. Adam (Hz.Ebu Bekir) hayatından kesince, yine muhacirlerden bir kişiye
ümidini
bi'at etti. O da vefat edeceği zaman
muhacirlerden biri olan bir kişiyi seçme konusunda kararsız kaldı ve işi geri kalan altı muhacir arasında şuraya bıraktı. Onlar da kendisinden
ancak hayır
umduklarına bu işi verdiler. Verirken de ondan sonra olacakları gözleriyle görür gibiydiler. Ondan hiç şek ve şüpheleri yoktu. Çünkii
karşınızda öyle
biri
var ki,
onu
Ey Muhacirler! Acele bugün
başınızdan
etmeyin.
savarsanız
kendiliğinden çekilir gider. Yok eğer bildiğinizi okursanız daha büyük
o
kuvvetle
sizi bertaraf etmesini bilir. Sonra da sizin açtığınız çığırı takip eder. Ve o, kalanların canının, gidenin canından daha mahfuz Öyle olunca itidalden ayrılmayın. etmesin!"
olduğu kanaatinde
değildir.
İnsaflı olun. Sizi uyardığım kimse sizi alt
Bunun üzerine Ali b. Ebi Talip:
"-Lalına'nın
oğlu,
galiba kendini
kasdediyorsun.
Ama
sen o
mevkide
değilsin!" cevabını verince Muaviye:
"-Amcanın kızına dil uzatmakta acele etme. Çünkü o senin karılarının en kötüsü değildir l" dedi ve sözüne devamla: "-Ey Muhacirler ve ey iş'in sahipleri! Allah sizi bu işin sahipleri kıldı. Siz de ona ehilsiniz. Bu iki belde; Mekke ve Medine, hakkın hem kaynağı hem de son durağıdır. Gelecekler, geçenlere bakacak; öteki beldeler de bu iki beldeye. Eğer dürüst olurlarsa, işler hep dürüst gider. O'ndan başka tanrı olmayan Allah'a yemin ederim ki, iki elden biri diğerine çarparsa, geçenler geleceklere; iki belde diğerlerine iyi bir örnek olmaz. Bu takdirde iş elinizden çıkacak ve devlet başkasının eline geçecektir. Siz, insanlar arasında beyaz öküzün üzerindeki siyah benek
-s
gibisiniz• Bana öyle geliyor ki siz halifemize tırnağı takmışsınız. Sizi rahat şımartmış, hayalleriniz aldatmıştır. Her öğüt tutulur değildir. Hoşlanmadığınız bazı şeylere katlanmak bela ve musibetleri bütünüyle üstünüze çekmekten hayırlı olsa gerektir!" dedi. Sonra herkes dağıldı. Osman, İbn-i Abbas'ı alıkoydu ve ona dedi ki: "-Amcazadem, teyzezadem! Senden benim lehime veya aleyhime iyi veya kötü bir söz veya bir davranış gelmedi. Biliyorum ki halkın gördüğü bazı şeyleri sen de görüyorsun. Ama aklın ve ağırbaşlılığın seni ötekilerin yaptıklarından alıkoydu. İstiyorum ki hakkımdaki kanaatini bana bildir de ben de özür beyan edeyim". Buna karşılık İbn Abbas dedi ki: "-Ey Emire'l-Müminin! Ben bu işlerin dışında kalmışken sen beni bu işlerin içine çekmiş oldun, dertsiz başımı derde soktun. Allah'a yemin olsun ki, benim görüş ve kanaatim o dur ki yaşına saygı gösterilsin, kadrin kıymetin bilinsin, herkes saygıda ve sevgide kusur etmesin. Ama, Allah'a yemin olsun ki, ne kadar çok isterdim, keşke senden önceki iki halifenin yapmadıklarını sen de yapmasaydın. Eğer onlar o işleri, 'Hakkımız değildir!" diye görmüş ve onun için yapmamışlarsa, sen de "Hakkım değil!", diyerek; eğer onlar o işleri hakları olmakla beraber, senin başına geleceklerden çekindikleri için terk etmişlerse sen de keşke aynı düşünceyle ' terk etmiş olsaydın da onlar kendilerine senin kendine davrandığından daha iyi davranmış olmasalardı!" Bunun üzerine Osman: "-Peki, dedi, öyleyse ben bu yanlışları yapmadan bana söyleyemez mi idin, niçin uyarmadınV Bunun üzerine İbn Abbas: "-Ben senin yaptıklarını, yapmadan önce nereden bilebilirdim?" Deyince, Osman: "-Lütfen benim kararımı duyuncaya kadar düşünceni kendinde sakla!" dedi ve İbn Abbas da oradan ayrıldı. Osman, Muaviye'ye dedi ki:
"-Ne dersin; bu muhacirler, kader konusunda* acele ediyorlar ve içlerinden geleni, çaresiz yapacaklar?" Bunun üzerine Hz. Osman'la Muaviye arasında şu konuşma geçti: Muaviye: "-Bana sorarsan, bana izin ver bunların boynunu
vurayım.
Osman: -Kimin? -Ali, Talha ve Ziibeyr'in! -Fesubhanellah, hiç bir suç ve günah işlemeden Resulullah'm ashabını öldüreceğim ha? -Ama sen onları öldürmezsen onlar seni öldürecek? -Ben Resulullah'm ümmeti içinde ilk kan döken halef olmak istemem! -Öyleyse üç tekliften birini seç! -Nedir onlar? -Sana burada, Şamlılardan meydana gelmiş 4 bin süvari bırakayım; seni korusunlar. -Onları neyle besliyeceğim? -Beytulmaldan! -Hayatımı korumak için Beytülmal-ı Müslimin'den 4 bin süvari besleyeceğim ha? Bunu yapamam! -İkinci teklifim! -Nedir? -Onları çevreden uzaklaştır. Onlardan ikisinin bir beldede bir araya gelmesine izin verme . İş ver; iş icabı, at-deve, ver; hayvanların kıçından ayrılmaya fırsat bulup hatta namaz bile kılmaya vakitleri kalmasın! -Subhanallah! Muhacirlerin büyüklerini ve Resulullah'm ashabının ileri gelenlerini ve Şura üyelerini yurtlarından edeceğim, onları çeşitli şehirlerde darmadağın yaşamaya zorlayacağım? Yapamam onu!
-Öyleyse üçüncü teklif! -Neymiş o? -Eğer öldürülürserı, senin kanını dava etme hakkını bana tanı! -Bu kabul. Eğer öldiiriilürsem kanımı yerde koma!" Sonra Osman Minbere çıktı; Allah'a hamd ve sena etti ve: Ey insanlar. Nasihatim beni yalanladı; nefsim beni aldattı. Ben Resulullah (s.) i işittim, şöyle buyurmuştu: 'Yanlışta ısrar etmeyiniz, çünkü yanlış, Allah'tan uzaklaştırır.' Kim kötülük yapmışsa tevbe etsin, kim hata etmişse tevbe etsin. Bu nasihat karşısında ilk ders alan ben olacağım. Allah'a yemin ederim ki, hak beni köleliğe de mahkûm etse, köleliğe boynumu uzatır; köle gibi başkasının mülkiyetinde kaldıkça sabreder, azad olunduğum takdirde şükrederimi" dedi ve minberden indi; eşi Naile binti Ferafısa'nın odasına gitti. Mervan b.Hakem de peşinden yanma gitti. Dedi ki: - Ey Emirelmü'minin, konuşayım mı? Bunun üzerine Naile: - Konuşma! Allah'a yemin ederim ki konuşursan onu yanıltacak ve mahvedeceksin. Osman, Naile'ye öfkeli bir şekilde baktı ve: Sen sus! Mervan'a: Sen konuş! dedi. Bunun üzerine Mervan: "- Ey Emirelmü'minin! Eğer bu söylediklerini, iktidarın elindeyken söylemiş olsaydın, seninle aynı fikirde olurdum. Fakat bu söylediklerini, sel taşma noktasına geldikten sonra söylemiş oldun. Bana sorarsan tevbenden dön ve hatanı kabul etme! dedi.. Hz. Osman'a Atfedilen
Kusurlu
İcraat
Dedi: Anlattıklarına göre, Resulullah'ın ashabından bazıları bir araya gelerek üzerinde oy birliğiyle anlaştıkları bir mektup yazmışlar ve o
mektupta
Osman'ın; Resulullah'ın sünnetine ve onun iki halifesinin sünnetine aykırı gördükleri işleri, bu cümleden olmak üzere:
- İçinde Allah ve Resulü ile Resulullah'ın akrabasının, yetimlerin ve yoksulların hakkı bulunan Afrikiyye'nin humusu (beşte biri);
- Yüksek binalar yapması. Oyle ki Medine'de, biri eşi Naile'ye, biri Ayşe'ye diğerleri de aile efradından diğerlerine ait olmak üzere yedi bina yaptırmıştı; - Mervan'ın ahşap köşkler yaparak içinde kamu malı olan humus mallarının beslenmesi; -Çeşitli merkezlerdeki memuriyetlere, kendi sülalesinden olan, Resulullah'a sahabeliğe ermemiş genç, bilgisiz, kalitesiz ve tecrübesiz kimseleri tayin etmesi; - Küfe Valisi Velid b.Ukbe'nin sarhoş olarak sabah namazım dört rek'at kıldırdıktan sonra cemaate dönüp, isterseniz daha çok kıldırayım, demiş olmasına karşı ona ceza tatbik etmemesi; - Muhacir ve ensarı ne bir memuriyete tayin etmesi, ne de onlara bir şey danışması; her işte kendi görüşüyle yetinmesi; -Medine etrafında çevirdiği koruluğu; -Medine'de,. Resulullah ile bir sohbetleri (sahabelikleri) bulunmayan belli belirsiz kimselere devlet malından kesimler; mal, mülk ve hediye vermesi ve bunların ne savaşa katılmaları ne de şehri müdafaada görev almaları; -Ceza verirken değnek yerine kırbaç kullanması ki insanların sırtına kırbaç cezasını ilk tatbik eden o olmuştur... - Sonra halk, bu mektubu Osman'ın eline ulaştırmaya and içmişler. Mektubu hazırlayanlar arasında Ammar b.Yasir ve Mikdad b.Esved varmış ve onlar on kişi imişler. Osman'a vermek üzere mektup Ammar'ın elinde yola çıkınca her biri bir tarafa savuşmuş ve Ammar'ı yalnız bırakmışlar. Ammar yoluna devam etmiş; ta Osman'ın kapısına gelinceye kadar. Ammar kapıyı çalar ve içeriye alınır. Mevsim kıştır. İçeride Menvan b. Hakem vardır. Ammar mektubu verir. Osman mektubu okur ve ona sorar "- Bu mektubu sen mi yazdınl Ammar: - Evet. Osman: - Yanında kim vardı? Ammar:
- Yanımda bazı kimseler vardı ama dağıldı gittiler. Osman: - Kimdi onlar? Ammar. - Onları sana söylemem! Osman: - içlerinde sen ne cesaretle bunu yaptın?" Bunun üzerine Mervan: Ey Emirelmü'minin bu siyahi köle (Ammarı kasdederek) sana karşı bu cür'et ve cesareti göstermiştir; eğer bunu öldürürsen geridekileri korkutmuş, sindirmiş olursun." deyince Osman: "- Dövün onu!" emrini verir. Ammarı dövmeye başlarlar. Osman da katılır, ta Ammar'm karnı patlaymcaya kadar. Ammar bayılmıştır. Sürükleyip onu kapının dışına atarlar. Resulullah'ın zevcesi Ümmü Seleme emir verir; Ammar'ı evine alır. Bu olay üzerine, Ümeyye oğullarının anlaşmalı dostu olan Muğire oğullan öfkelenirler. Osman, öğle namazı için mescide çıkınca Hişam b.Velid b.Muğire karşısına dikilir ve: "-Eğer Ammar bu dayaktan ölürse, Ümeyyeğullarından büyük bir adamı öldürürüm!" der. Osman ise ona:
"-Sen orda yoktun!" cevabım verir. Dedi: Sonra Osman mescide çıktı. Ali ile karşılaştı. Ali baş ağrısından muztaripti ve başı sıkıca bağlıydı. Osman ona: "-Vallahi, ey Hasan'ın babası, bilmiyorum, yaşamanı mı ölmeni mi arzuluyorum? Allah' a yemin ederim ki eğer ölürsen, benden sonra bu işi senden başkasına bırakmak üzere kalmak istemem, çünkü, senden başka daha iyi halef bulamam; eğer yaşarsan, daima seni basamak olarak kullanacak bir düşmanla karşı karşıyayım demektir. Ona da sırf onun sana, senin ona yakınlığından dolayı dokunamam. Ben sana karşı babasına asi gelmiş evlat durumuyla karşı karşıyayım: Ölürse, üzülür; yaşarsa, incitir. Barışsa barış; savaşsa savaş! Allah aşkına beni ortada bir vaziyette bırakma. Ne yapacaksan yapalım. Eğer sen beni öldürürsen, benden başka yerine bırakacak kimse bulamazsın;
ben seni öldürürsem ben de yerime senden başka kimseyi bulamam. Göz göre göre bu ümmeti fitnenin kucağına bırakmamalıyızT Bunun üzerine Ali: "- Konuştuğun sözlerin cevabı var ama başımın ağrısı cevaba imkan vermiyor. Ben sadece Allah'ın salih kulunun dediğini demekle yetineceğim: "Bana sabretmek düştü. Bana isnatlarınızdan Allah'a sığınırım. [Yusuuf (12), 18] ayetini okuyor.)" Bunu üzerine Mervan: O halde Allah'a yemin olsun ki bize düşen oklarımızı kırmak, kılıçlarımızı kesmek ve bu işten bizden sonrası için bir hayır beklememektir!" deyince Osman: Sus! Sen kim, o kim?" Bu esnada muhacirlerden biri Osman'ın karşısına dikilerek: "-•Ey Osman bu adama bağışladığın koruya ne dersin? 'Bu konuda sana Allah mı izin verdi yoksa Allah' a iftira mı ediyorsun?' dedi. [Yunus (10)59 ayetini okuyor]" Osman da ona: O, o koruyu, Ömer'den önce zekat develeri için çevirmişti. Daha sonra genişletmek istedi ben de izin verdim, o kadar!" Bunun üzerine Amr b. As yerinden kalkarak: "- Ey Osman, halkın çok vebalini üzerine aldın, Allah'a tevbe et ki onlar da tevbe etsinler." deyince Osman ellerini havaya kaldırarak: Bütün hata ve günahlarınızdan tevbe ediniz, ilk tevbe eden benim Allah'ım!" dedi. Ensardan biri ayağa kalkarak: "-Ey Osman, dedi, şu Medine'de bir sürü adam var; hediyeleri boldur ama hiç savaşa katılmazlar. Halbuki Devlet malı savaşa katılıp uğrunda döğüşenlere aittir. Tabii Hz. Peygamber ile savaşa katılmış bu yaşlı insanlar başka!" deyince Osman: Allah'tan af ve mağfiret dilerim!" der ve devamla: "-Ey Medineliler, kimin sağımlı malı varsa, doğru, malının başına; kimin çifti çubuğu varsa, doğru çiftine, çubuğuna. Bu devlet malı ancak uğrunda savaşanlara aittir. Sahabeden Resulullah ile gazaya katılmış bulunan yaşlı ashab müstesna!" dediğinde, Ensardan olan o kişi:
"-Şu oturmuş içki içen adcıma ne diyeceğiz? (Velid b. Ukbe'yi kasdediyor) Ona ceza tatbik etmeyecek misin?" deyince Osman Ali'ye : "-Amcazadem sana yakın; Ona cezasını ver!" der. Bunun üzerine Ali, Hasan'a: "-Kalk ve ona dayak cezası ver!" der. Bunun üzerine Hasan: "-Ondan sana ne? O senin değil, başkasının işi!" deyince Ali: "-Hayır, öyle değil! Sadece acizliğinden ve korkaklığından böyle diyorsun! der ve: "-Ey Abdullah b. Cafer, kalk ve sen ceza tatbik et!" der. Abdullah kalkar, dayak vurmaya başlar. Hz. Ali saymaktadır. Kırka ulaşınca: "Dur! Resulullah kırk değnek vurdu; Ebu Bekir de kırk. Ömer onu seksene çıkardı. Hepsi de sünnettir!" dedi. Hz. Osman'ın
Evi
Kuşatılıyor
Dedi: Anlattılar ki: Osman'a karşı suçlamalar artınca Ali, Osman'dan izin istedi; çölde gözden ırak bir yerlere gitmek istiyordu. Osman da ona izin verdi. Ali'nin ayrılmasından sonra Osman'a olan suçlama daha da şiddetlendi. Ali'nin yokluğunu fırsat bilen Zübeyr ve Talha da halkın kendilerine bağlanacakları ve onlara hakim olacakları hayaline kapıldılar. Hz. Osman'a olan suçlama şiddetini artırınca Osman Ali'ye şu mektubu yazdı. "-Hamd ve senadan sonra. Sel doruğa ulaşmış; iş haddini aşmıştır. Halkın hakkımızdaki hareketi haddi aşmıştır. Kanımdan başka onları tatmin edecek bir şey görünmüyor. Üstelik, kendine faydası olmayan, beni suçlamaktadır. Senin karşında kimse övünemez; seni yermek üzere kimse karşına çıkamaz. Denir ki: Çakal parçalamaktansa seni, Arslan yesin. Sen gel, daha iyi. Eğer yenilirsem, sen ye, daha iyi; değilse parçalanmadan, imdadıma yetiş! " Huveytıb b. Abdul'uzza demiştir ki: Kuşatma şiddetlenince Osman bana haber saldı ve şöyle dedi:
"Anladım ki.ben kendimi bu adamlara karşı suçlamam gerekiyor. Ali'ye Talha'ya ve Zübeyr'e git ve onlara de ki: Bu "iş" (hükümdarlık) sizin işiniz. Sahiplenin onu ve nasıl isterseniz öyle yapın!" Çıktım, Ali'ye gittim. Kapısına vardım ki dağ gibi adam yığılı. Kapı kilitli. Kimse yanma giremiyor. Döndüm. Zübeyr'e gittim. Evinde buldum. Kapısında kimse yoktu. Osman'ın benimle gönderdiği haberi ona anlattım. Dedi ki: "Allah'a yemin ederim ki Osman vazifezini yapmıştır. Ali'ye gittin mi"? Dedim ki, gittim ama yanma giremedim. Beraberce yola düştük, Talha b. Ubeydullah'm evine vardık. Yanma vardığımızda yanında oğlu Muhammed vardı. Ona Osman'ın anlattığını anlattık. O da: "Vallahi, dedi, Osman üstüne düşeni yapmıştır" dedi ve "-Ali'ye gittiniz mi?" diye sordu. "-Evet ama yanına giremedik!" dedik. Talha, Eşter'e haber saldı. Eşter geldi. "Bana hikayeyi anlat!" dedi. Anlattım. Talha iki gözü yaşla dolu olarak tekrar, "Vallahi Emirulmü'minin, üstüne düşeni yapmıştır", dedi. Bunun üzerine Eşter ayağa kalkarak, "Bize haber salıyor bizi çağırıyorsunuz. Sizin elçinizin bize getirdiği mektup işte bu!" dedi ve mektubu çıkardı; şöyleydi: "-Bismillahirrahmanirrahim. İlk Muhacirlerden ve Şu'ranın hayattaki üyelerinden, Mısır'daki sahabe ve tabiuna. Hamd ve senadan sonra: Bize geliniz, Resulullah'm hilafetini onun sahipleri ortadan kaybolmadan kurtarınız. Allah'ın Kitabı değiştirilmiştir. Resulünün sünneti bozulmuştur. İki halifenin kuralları çiğnenmiştir. Allah'a salıyoruz, Resulullah'm ashabından ve onlara ihsan ile tabi olanlardan kim bu mektubu okursa, hiç durmasın, koşsun gelsin, hakkımızı alsın. Eğer Allah'a, ahiret gününe iman ediyorsanız koşun, yanımıza gelin. Gelin ki hakkı, Resulullah'm bıraktığı şekle yeniden sokun, düzeltin. Hakkımız elimizden alındı. Bizler ezildik. İşimiz elimizden zorla alındı. Kendi işimizle aramıza perde çekildi. Peygamberimizden sonra hilafet; nübüvvet ve rahmet hilafeti idi. Şimdi ise acıtıcı, incitici, ısırıcı, saltanata dönüştü. Kim bir şeye üstün gelirse onu yer, oldu." Eşter:
"- Bu sizin bize mektubunuz değil mi?" deyince, Talha ağlamaya başladı, bunun üzerine Eşter: "Biz gelince ağlamaya başladınız. Vallahi onu öldürmeden bırakmayız!" dedi ve ayrıldı. Dedi: Sonra Osman bir mektup da Nafı b. Tarif vasıtasıyla Mekke halkına mevsim münasebetiyle hacca gelenlere gönderdi; imdat istiyordu. Mektubu Nafı, Arefe günü Mekke'ye ulaştırdı. Osman'ın hac mevsimi münasebetiyle emir olarak görevlendirdiği İbn Abbas hutbe irad ediyordu. Nafı durdu, mektubu açtı ve okudu. Mektup şöyleydi: "- Bismillahirrahmanirrahim, Allah'ın kulu Emirulmü'minin Osman'dan Müslümanlardan hacca gelmiş bulunan herkese! Hamd ü senadan sonra: - Ben bu mektubu yazdığım anda evim kuşatılmış durumdadır. Köşkün kuyusundan su içiyor; yetecek kadar yiyemiyorum; bitecek de ben ve beraberimdekiler açlıktan öleceğiz diye korkuyorum. Kabul edeceğim tevbeye çağırılmadığım gibi icraatımı izah yönünde sözüm de dinlenmiyor. Mektubumun kendisine ulaştığı herkesi Allah için koşup gelmeye çağırıyorum ki hakkımı savunsun beni haksızlıktan korusun." Dedi: Sonra İbn Abbas kalktı, hutbesini tamamladı, hiçbir ilavede ve yorumda bulunmadı. Sonra Osman Şam'a mektup yazdı. Özellikle Muaviye'ye ve Şam halkına. Mektup şöyleydi: "Hamd ü senadan sonra; Ben öyle bir toplumun içindeyim ki, aralarında varlığıma tahammül edilmiyor. Hakkımdaki mukadderatı tacil etmek istiyorlar. Beni çölün ücra yerlerine sürgün ile Allah'ın bana giydirdiği hükümdarlık kisvesini çıkarmak, bir de kimi katletmişsem onlar yerine öldürülmek üzere kendimi kendilerine teslim etmek arasında bırakıyorlar. Kim bir yetki kullanırsa (hükümdar olursa) hata da, isabet de edebilir. İmdat, imdat! Sizin üzerinizde benden başka emir yoktur. Çabuk, acele et Muaviye, yetiş, yetiş! Yetişemiyeceğini sanıyorum."
Mısırlıların Muhammed Tayini
İbn Ebi Serh'ten b.
Ebi
Bekir'in
Şikayetleri Mısır'a
ve Vali
Olarak
Dedi. Anlattılar: Mısır halkı valileri İbn Ebi Serh'ten şikayetçi oldu. Osman ona bir mektup yazarak onu tehdit etti. Fakat İbn Ebi Serh, Osman'ın sözünü dinlemediği gibi Osman'dan kendisine mektup, haber kim ne getirmişse onları öldüresiye dövdü. Bunun üzerine Mısır'dan 700 kişi yola çıktı ve Medine Mescidine ulaştı. İbn Ebi Serh'in yaptıklarını Resulullah'm ashabına şikayet ettiler. Bu gelişmeler üzerine Talha ortaya çıkarak ağır bir dille konuştu. Ayşe de Osman'a şu yollu haber gönderdi: "- Sana Resulullah'm Ashabı gelerek bu adamın valilikten azlini istemiş bulunuyor. Kabul etmiyorsun. Bu vali onlardan birini öldürmüştür. Onları bu valinin elinden kurtar!" Osman'ın yanına Ali girdi. Halkın sözcüsü durumundaydı. Osman'a dedi ki: "-Onlar senden bir adam yerine bir adam istiyorlar. Daha önce onun hakkında cinayet iddia etmişlerdi. Valiyi azlet ve onları muhakeme et. Eğer onların vali üzerinde hakları varsa alıver." Bunun üzerine Osman: "-Bir adam seçiniz, onu Mısır'a vali tayin edeyim!" dedi. Muhammed
b.Ebi Bekr Vali
Oluyor
Dediler: "-Muhammed bEbi Bekr'i vali yap!" O da talimatını yazdı ve onu vali yaptı. Onunla birlikte Muhacir ve Ensar sahabeden bir grup yola çıktı. Vali İbn Ebi Serh ile Mısır halkı arasındaki olayları yakından değerlendirmek istiyorlardı. Muhammed beraberindekilerle yola koyulmuştu. Medine'ye üç günlük yolda iken bir siyahi köle gözlerine ilişti. Hızlı hızlı deve sürüyordu. Kaçan veya kovalayan birine benziyordu. Muhammed'in arkadaşları bu köleye: "-Sen kimsin, necisin, derdin nedir? Kaçan veya kovalayan birine benziyorsun?" dediler. Köle cevap verdi:
"-Ben Emirulmü'minin gönderdi." Oıılar ona:
kö leşiyim.
Beni
Mısır
valisine
"-İşte Mısır valisi, o bizimle!" deyince, o da: "-Benim bahsettiğim vali bu değil!" dedi. Durumdan Muhammed haberdar edildi ve Muhammed köleyi yanma getirtti. Muhammed O'na: "- Çocuk, sen kimsin?" Köle bir: "-Emirulmü'minin kölesiyim!", bir. "-Mervanın kölesiyim!" demeye başladı. Derken onunla ilk karşılaşan kişi, onun Osman'ın kölesi olduğunu farketti. Muhammed köleye: "- Seni kime gönderdi? Köle: - Mısır Valisine. - Niçin? - Mektupla. - Mektup yanında mı? -Hayır!" Çocuğun üstünü aradılar; bir şey bulamadılar. Yanında kurumuş bir su kırbası vardı. Salladıklarında, içinde bir cismin sesi geliyordu. Düşürmek için alt-üst çevirdiler; düşmedi. Derken kırbayı yardılar. Baktılar ki içinde Osman'dan Abdullah b.Ebi Serh'e mektup var. Muhammed muhacir ve ensar arkadaşlarını topladı ve mektubu onların huzurunda açtı; okudu. Mektupta şöyle deniyordu: "-Muhammed b.Ebi Bekr ile Fulan julan sana geldiklerinde onları öldür; Ellerindeki talimatımı yırt at ve görevine devam et! Ta ki benden bir talimat gelinceye kadar." Mektubu görünce dehşete kapıldılar ve Medine'ye geri döndüler. Muhammed
b. Ebi Bekr'in Medine'ye
Dönüşü
Muhammed b. Ebi Bekr mektubu yanındaki arkadaşlarıyla birlikte mühür altına aldı ve mektubu, içlerinden birine emanet elti,
sonra Medine'ye geri geldi. Talha, Zübeyr Ali, Sa'd ve Ashab-ı Muhammed'den diğerlerini topladılar. Mektubu onların huzurunda açtılar. Kölenin hikayesini anlattılar. Mektubu onlara okuttular. İçlerinden bir tek kişi hariç kalmamak üzere herkes Osman'ın evini kuşattı. Ona su vermiyor, dışarı çıkmasına da izin vermiyorlardı. Muhammed b. Ebi Bekr, halkı onun üzerine kışkırtmıştı. Mısırlı
ve Küfelilerin
Osman'ın Evini
Kuşatmaları
Dedi. Anlattılar: Mısırlılar, Ali'ye müracaat etti ve: "-Görmedin mi Allah düşmanı, hakkımızda nasıl mektup yazmış? Kalk bizimle ona gidelim. Allah O'nun kanını helal kılmıştır." dediler. Ali cevaben: "-Bakın, Vallahi sizinle gitmem!" deyince, onlar: "-Peki niçin bizi mektupla çağırdın öyleyse?" deyince Ali: "Vallahi ben size kat'iyyen mektup filan yazmış değilim!" cevabını verdi. Birbirine bakıştılar. Sonra Eşter en-Naha'i Küfe'den bir adamla çıkageldi. Mısırdan da İbn Ebi Huzeyfe dört yüz adamla geldi. Küfeliler ve Mısırlılar Osman'ın kapısında gece-gündüz beklemeye başladılar. Talha, her iki grubu da Osman'a karşı kışkırtıyordu. Sonunda Talha onlara şöyle söyledi: "Osman sizin kuşatmanıza aldırmaz. Nasıl olsa ona ekmek, su taşınmaktadir. İçeriye su sokturmayın! " Osman, Saray'ın
Üst Katından
Talha'ya,
Küfelilere ve Diğerlerine Hitap Ediyor Dedi. Anlattılar: İçeriye su verilmesine de engel olunca Osman köşkün damına çıkarak şöyle seslendi: "-Talha nerede?" Talha gelince Hz. Osman'la Talha arasında şu konuşma geçer:
"-Talha, sen bilmiyor musun ki Rume kuyusu fuları Yahudinin idi ve ondan kimseye bedava bir damla su içirmezdi de kırk bine ben satın alıp ipini ve kovasını Müslümanların malı haline getirdim]Talha: - Evet, biliyorum! Osman: - Bugün o kuyudan benden başka kimsenin su içmesinin engellendiğini biliyor musun? Ve niçin? - Çünkü sen değiştirdin ve bozdun! - Biliyor musun ki Resulullah şöyle buyurmuştur: Kim şu evi alıp mescide katarsa ona Cennet vardır. Ve ben o evi yirmi bine satın aldım ve onu mescide kattım? - Evet biliyorum! - Sen şimdi bugün o mescidde namaz kılması engellenen benden başka kimse var mı, biliyor musun? - Hayır, yok!. - Niçin? - Çünkü sen değiştirdin ve bozdun!" Sonra Osman döndü gitti ve Ali'ye, "-"Artık bana su da bırakmıyorlar!" diye haber saldı; yardımını istedi. Ali de kendisine üç dolu kırba gönderdi fakat kendisine neredeyse ulaşamıyordu. Bunun üzerine Talha Ali'ye: "-Ne yapıyorsun, ne yapmak istiyorsun?" dedi ve aralarında sert tartışma geçti. Onlar tartışırken biri geldi ve: "-Muaviye Şamdan Yezid b. Üseyd komutasında Osman'a yardım için 4000 süvarilik bir kuvvet gönderdi!" diye haber verdi; "Ne yapacaksanız yapın, değilse dağılın!" diye ekledi. Osmanın yanında, kendisine yardımcı olan yüz kadar adam vardı. Aralarında Abdullah b. Zübeyr, Mervan b. el-Hakem, Hasan b. Ali, Abdullah b. Selam, Ebu Hureyre... vardı. Halk Şamlıların geldiğini duyunca harekete geçti ve Osman'ın kapısı önünde ateş yaktılar. Evdekiler ateşi görünce vuruşma hazılığına geçtiler. Osman bunu istemedi ve:
"Benim için bir kan aldırımlık kanın bile dökülmesine razı değilim!" dedi ve evdekilerin hepsine: "Hepiniz bana olan bi'atınızda serbestsiniz. Benim için kimsenin öldürülmesine razı değilim!", dedi. Aralarında bulunan Abdullah b. Ömer dedi ki: "-Ey Emirelmü'minin, eğer bu dışardakiler üstün maksatlarına ulaşırlarsa, kimi tavsiye dersin?" Osman cevaben:
gelir
"- Cemaatten ayrılmayınız!" Dedi. Abdullah: "- Eğer o cemaat, seni alt eden cemaat ise? " deyince, Osman: "-Kim olursa olsun, cemaatten Sonra yanma Hasan b. Ali girerek:
ayrılmayınız!"
dedi.
"-Emret! Ben senin elin, ayağınım!" deyince Hz. Osman: "Kardeşimin oğlu, dön git evine ve Allah'ın emrini bekle!" dedi. Peşinden, kılıcını kuşanmış halde yanına Ebu Hureyre girip: "Vuruşma hak oldu, ey Emirelmü'minin, bizden bir adam öldürdüler; kapının önüne de ateş yaktılar!" deyince Osman: "-Ebu Hureyre, Benim senden tek isteğim, kılıcını bırakmandır!" dedi. Ebu Hureyre diyor ki, kılıcımı attım ama sonra kim aldı, onu bilmiyorum. Daha sonra Muğire b. Şu'be Osman'ın yanma girerek: "Ya Emirelmü'minin, Bu adamlar sana karşı toplanıp saldırıya geçtiler. İstersen Mekke'ye sığın. İstersen sana bir kapı açalım; Şam'a sığın. Orada Muaviye var, seni koruyacaklar var. Bunu da kabul etmezsen, sen de biz de saldırıya geçelim ve işi Allah'ın hükmüne bırakalım!" teklifinde bulundu. Bunun üzerine Osman: "-Mekke'ye sığın diyorsun. O. konuda Resulullah'm şöyle buyurduğunu işittim: 'Mekke'ye, Kureyş'ten bir adam iltica eder ki bu ümmetin ins ve cinninden yarısının günahı onun üzerinde olacaktır Ben o kişi olmak istemem.
-Şam'a sığınmak mı? Medine benim hicret yurdum. Hz. Peygamberin kabrinin çevresi. Hicret yurdundan dışarı çıkmak işime gelmez. -Şu adamlarla hesaplaşma teklifine gelince, ben Resulullah'ın peşinden ilk kan döken durumunda olmayı istemem/" diye cevap verdi. Hz. Osman rüyasını şöyle anlattı: "-Gördüm ki Ebu Bekir ile Ömer bana geldiler ve dediler ki: 'Oruca niyet et, zira bu akşam iftarı bizim yanımızda yapacaksın.' Bunun üzerine ben oruca niyetli olarak güne başladım." Bu arada, evde bulunanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanan herkesin salimen evi terk etmelerini istedi. Bunun üzerine evde bulunanlar dediler ki: "-Evden çıktığımız takdirde dışarıdakilerin hayatımıza kastetmeyeceklerinden emin değiliz, izin ver de evin bir köşesinde duralıml" Bu durumdan haberdar olan Hz. Ali; Talha, Zübeyr, Sa'd, Ammar ve her biri Bedir ashabından olan diğer bazı Sahabilere haber saldı. Onlar, yanlarında mektup, hizmetçi ve deve olduğu halde Osman'ın yanma girdiler. Ali söze başlayarak dedi ki: -Hizmetçi senin hizmetçin, deve senin deven, öyle değil mi? Osman buna cevaben: -Eevet, dedi. Ali: -Bu mektubu sen yazdın, değil mi? Osman: -Hayır! dedi ve yazmadığına ve yazılmasını da emretmiş olmadığı gibi bilgisinin de bulunmadığına dair Allah'a yemin etti. Bunun üzerine Ali: -Mühür senin mührün değil mi? diye sorduğunda Osman: -Evet, o da benim! cevabmı verince Ali: -Pekiyi, nasıl olur da senin hizmetçin senin devenle ve üzerinde senin mührün bulunan mektubunla yola çıkabilir ve senin bundan malumatın olmaz? diye sordu. Bunun üzerine Osman,
"- Bu mektubu yazmadığı gibi bir işaret ve emirde de bulunmadığına dair" tekrar yemin etti. Bu durum karşısında, orada bulunanlar, Hz. Osman'ın yalan yere yemin etmeyeceğini bildikleri için olay karşısında tereddüt içinde kaldı ve onlardan bir kısmı: "Bize Mervan'ı teslim edip de suçsuz günahsız ashabın hayatına nasıl kastedebiliyor muş, onu öğrenerek; şayet mektubu Osman yazmışsa onu azletmedikçe veya bu işi Mervan tezgahlamışsa ondan onun hesabını sorma imkanına kavuşmadıkça Osman bizim gönlümüzde temize çıkamaz!" deyip yanından ayrılarak evlerine çekildi. Osman, onu öldüreceklerinden endişe ettiği için onlara Mervan'ı teslim etmeyi kabul etmedi. Hz. Ali, halkın, Hz. Osman'ın hayatına kastetmek istediklerini öğrendiğinde, "-Biz Mervan'ı istiyorduk, Osman'ı değil!" dedi ve oğulları Hasan ve Hüseyin'e: "Kılıçlarınızla gidip Osman'ın kapısında bekleyin, kimsenin Osman'a ulaşmasına izin vermeyin!". dedi. Talha ve Zübeyr de gönülsüz olarak oğullarını aynı şekilde ve çok sahabi, oğullarını, aynı maksatla görevlendirdiler. Hepsi, halkın, Osman'ın yanma girmelerine engel olmaya, ama, Mervan'ı dışarı çıkarmasını ondan istemeye çabalıyordu. Derken Hz. Osman evin üst damından halkın huzuruna çıkarak şöyle bir konuşma yaptı: "-Ey Müslüman ahali, size Allah'ı hatırlatarak soruyorum (Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin): Siz bilmiyor musunuz ki Resulullah (s.) falan oğullarının hanesini Müslümanların mescidini genişletmek maksadıyla satın almak istemişti de ben, onu kendi öz malımdan satın almıştım ve siz beni şimdi o mescitte namaz kılmaktan men ediyorsunuz. "- Ey Müslüman ahali, size Allah'ı hatırlatarak soruyorum: Siz bilmiyor musunuz ki, Bi'r-i Ma'une'nin suyu, kırbası bir dirheme satılırdı da ben o kuyuyu kendi öz malımla satın aldım ve o kuyuya ait ipimi kovamı, Müslümanlardan her hangi birinin ipi kovası durumuna
getirdim (vakfettim). Şimdi ise siz benim o kuyunun suyundan su içmemi engelliyorsunuz, halbuki onu satın alan benim ve ben bugün deniz suyundan başka iftar edecek su bulamıyorum. "- Siz bilmiyor musunuz ki: Beni bazı şeylerle suçluyorsunuz ve ben o konularda Allah'ın affını dilemiş, tevbe etmiş bulunuyorum. "- İddia ediyorsunuz ki ben, benden öncekilerin kurduğu devlet geleneğini değiştirmiş ve bozmuşum.(tağyir ve tebdil etmişim). (Mektuba gelince) O konudaki iddianızı ispat için karşıma iki şahit dikin. Şahit getiremiyorsanız, O'ndan başka tanrı olmayan Allah'a yemin ederim ki ben o mektubu yazmadım, yazılmasını emretmedim ve haberim de olmadı. "- Ey kavmim, benimle ihtilafınız, başınıza; Nuh, Hud ve Salih peygamberin kavminin başına geleni getirmesin. (Hud, 89 ayetini okuyor). Eğer beni öldürürseniz, bilesiniz ki şu hale gelirsiniz! diyerek parmaklarını birbirine geçirdi (birbirinize girersiniz demiş oldu). "- Ey ahali, Allah sizin dinlemenizden ve itaat etmenizden (sem' ve taatınızdan) hoşlanır. Başkaldırmaktan ve ayrılığa düşmekten (isyan ve tefrikadan) nehyeder. Allah'ın nasihatini kabul ediniz de O'nun azabından korununuz. Eğer siz şimdi yapmak istediğinizi yaparsanız artık namazda bile birlik kalmaz; düşmanınız da başınıza üşüşür. "- Şunu da bilesiniz ki, bir takım kimseler halka, beni, Allah'ın kitabına ve hakka davet ediyorlarmış, gibi gösterdiler. Fakat, kendilerine hak gösterildiğinde yüz çevirdiler ve hakkı terkettiler. Hayatım onlara uzun geldi de kaderim konusunda aceleci davrandılar. Onlar size, kendilerine verdiğimden hoşnud olduklarını, yazmış oldukları mektupla bildirmiş bulunuyorlar. Buna karşılık, söz verip de yerine getirmediğim bir şey ben bilmiyorum. Onlar benden, cezaların tatbik edilmesini, haksızlıkların terkedilmesini ve hakların sahiplerine teslim edilmesini istemiş olma iddiasında bulunmuşlardı; kabul ettim. Bu sefer de Amr b. el-As, Abdullah b. Kays ve benzeri ehliyetli ve dirayetli kimselerin işbaşına getirilmesini teklif ettiler; hepsini yaptım fakat bir türlü tatmin (razı) olmadılar da benimle mescidin arasına
girdiler ve ellerinden geldiği kadar Medine halkını kışkırttılar. Bununla beni üç şey arasında tercihe zorluyorlardı: 1) Ya bilerek veya bilmeyerek zarar vermiş olduğum kimsenin zararını bana çektirecekler; 2) Ya görevimden çekileceğim ve yerime birini tayin edecekler; 3) Yahut, muhtelif şehirlerde, sözlerini dinleyecek asker ve sivil ahaliye haber salıp şikayette bulunacaklar... Nitekim size haber saldılar ve siz de Allah'ın size farz kıldığı "dinleme ve boyun eğme" (sem' ve taat) vecibesinden sıyrılmak üzere geldiniz. Onları dinlediniz ve onlara uydunuz. Halbuki dinlenecek ve itaat edeceğiniz kimse, bendim! "-(Onların, size anlattığım tekliflerine) cevaben dedim ki: 'Bilerek veya bilmeyerek birine yapılan bir haksızlık konusunda öc alma konusunda derim ki: Benden önce de halifeler geldi. Hükümdar olan, hata da sevap ta yapabilirler. Onlardan böyle bir şey istenmemiştir!' Ben çok iyi anlıyordum ki onların maksadı şahsımdır. Görevimi bırakma konusunda ise, Resulullah'm bana söylediği, 'Osman, Allah sana benden sonra bir gömlek giydirecek. Eğer münafıklar senden o gömleği çıkartmanı isterlerse sakın çıkarma, ta bana kavuşuncaya kadar!' sözünden sonra, Allah'ın cennetini ve Hilafetini terketmektense, beni assınlar, daha iyi. Ben onları daha önce dinlemeye ve itaat etmeye (sem' ve taate= bi'ata) zorlamış değilim. Onlar isteyerek kabul ettiler. Bundan maksatları da Allah rızası ve ümmetin yararı idi. Onlardan dünyalık peşinde olanın eline ancak ne yazılmışsa o geçer. Allah'tan korkunuz. Zira ben Allah'a verdiğiniz sözden dönmenize razı değilim. Ben sizi Allah'a salıyorum: Hakkı benden alıp başkasına vermeğe kalkışmayınız! 'Ben kendimi temize çıkarıyor değilim. Zira nefis daima kötülüğü teşvik eder. Allah'ın korudukları müstesna!' (Yusuf, 53 ayetini okuyor.) Şurası muhakkak ki, ben bazı kimseleri cezalandırdım. Ancak, ondan maksadım hayırdan başka bir şey değildi. Ben yaptığım her işin günahından Allah'a tevbe ve istiğfar ederim. Bütün bunların yanında şunu biliyorsunuz ki Resulullah şöyle buyurmuştur: 'Müslüman bir kişinin kanı ancak şu üç sebeple helal olur: İslamdan dönmek, meşru bir evlilikten (ihsan) sonra zina suçu işlemek -ki vallahi ne Müslüman
olmadan önce ne de Müslüman olarak böyle bir günahım olmamıştır- bir de kişinin bir adam öldürmesi ve ona karşılık cezalandırılması!'" Bu sözler üzerine bir kısmı: "Laf ediyor!", dedi, bir kısmı da: "Onu daha çok dinlerseniz sizi döndürecek!" dedi, yüz çevirdiler ve ok atmaya başlayarak O'nu, O'nun gibi birisine yapılmayacak yakışıksız bir tavırla karşıladılar. Peşinden, hanede bulunanlardan Abdullah b. Selam çıktı ve: "- Ey Allah'ın kendilerini İslam'la şereflendirdiği kimselerden olup Osman'ın hanesini kuşatmış bulunan Muhacir ve Ensar, Osman'ı öldürmeyiniz! Allah'a yemin ederim ki O'nun her mü'min üzerinde, bir babanın oğlu üzerindeki hakkı kadar hakkı vardır. Allah'a yemin ederim ki, Medine çevresinde, Allah'ın Peygamberine imdat için gönderdiği günden beri on iki bin melek durmaktadır. Allah'a yemin ederim ki eğer siz O'nu öldüriirseniz Allah size gadab edecek ve melekleri sizden uzaklaştıracaktır da O'nun öldürülmesinden sonra, kimi henüz anababalarının sulbünde olup henüz ana rahmine bile düşmemiş pek çok kimse öldürülecektir. Ben bu bilgiyi, Allah'ın Hz. Musa'ya indirdiği Tevrat'ta böylece buluyorum!" diye bir konuşma yapıp da hem Arapça hem İbranca olarak Mazlum, Şehit Halifeniz ibaresini yazdıktan sonra ilave etti: "-Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer O'nu öldürürseniz, ondan sonra Devlet Başkanına artık hiç kimse samimi olarak değil, korktuğu için bağlılık gösterecek; akrabası ile ilgilenen ancak karşılıklı çıkar hesabı ile ilgilenecek; O'nun ölümü üzerine nice şahsiyetler ve ana-babaların sulbündekiler öldürülecektir!" Bu sefer de Abdullah'a: "-Ey Yahudi, Tabii, Osman karnını doyurdu ve sırtını giydirdi (de onun için böyle konuşuyorsun). Vallahi O'nun uğrunda ne iki koyun vuruşur ne de iki horoz döğüşür!" demeleri üzerine Abdüllah: "-İki koyun ve iki horoz sözünüze evet, ama ya iki büyük teke? Onlar vuruşurl" deyince başladılar ona da ok atmaya ve onu yaraladılar. Bunun üzerine Abdullah, Osman'a dönerek O'na dedi ki:
"-Onlar sanıyorlar ki, Sen benim karnımı doyurdun ve sırtımı giydirdin (de ben onun için böyle konuşuyorum). Sabret, Ey Mü'minlerin Emiri, Allah'a yemin ederim ki ben seni Allah'ın indirdiği kitapta Mazlum Şehit Halife olarak görüyorum!" Derken her taraftan oklar atıldı. Hasan b. Ali de oradaydı ve ona da bir ok isabet etti ve onu kana buladı. Mervan'a bir ok isabet etti, o da hanedeydi. Muhammed b. Talha da kana bulandı. Hz. Ali'nin azadlısı Kanber de yaralandı da Muhammed b. Ebi Bekr, Hasan b. Ali'nin yara almasından ötürü Haşimoğullarınu tahrik olacaklarından ve bir kargaşa çıkacağından korktu. Hz. Osman'ın Şehit Edilmesi
ve Nasıl
Şehit
Edildiği Dedi: Anlattılar ki, Hasan b. Ali çıkınca, Muhammed b. Ebi Bekr, iki kişinin elinden tutarak onlara dedi ki: "-Bu arada Haşimoğulları gelir de Hasan'ın yüzünde kan görürlerse, halkı Osman'ın hanesinin çevresinden dağıtırlar ve maksadınıza erişemezsiniz. Onun için kalkın, duvardan tırmanıp içeri girelim ve kimse bilmeden O'nu öldürelim!" O ve iki arkadaşı tırmanarak, Ensardan bir kişinin evinden Osman'ın yanma girdiler. O'nun yanmdakilerden kimse işin farkında değildi. Zira yanmdakilerin hepsi evin dartundalardı. Yanında eşinden başka kimse yoktu. Muhammed b. Ebi Bekr, Osman'ın yanına girdi, onu altma alarak göğsü üzerine çöktü. Sakalından tutarak dedi ki: "Ahmak İhtiyar, Seni Muaviye kurtaramadı; İbn Amr ve İbn Ebi Serh'in de sana bir faydası dokunmadı!" Bunun üzerine Osman ona: "Eğer baban beni bu halde görse halime ağlar; senin bana karşı bu hareketin onu çok üzerdi!" deyince elini çekti, kalkıp ondan uzaklaştı. O arada Osman abdest almak üzere su istedi; abdest aldı; Mushaf'ı eline aldı; Mushaf hürmetine ona ilişmezler düşüncesiyle mushafı göğsünde tuttu.
Derken yanına Küfe'li bir adam girdi. Elinde iri saplı bir hançer vardı. Onunla, omuzu ile boynu arasına gelecek şekilde saldırdı; Osman'ı kana buladı. Kan, o mushafm üstüne yayıldı. Bir diğeri girdi; ayağıyla tekmeledi. Bir başkası geldi; kılıcının kabzasıyla saldırdı ve Hz. Osman bayıldı. Muhammed b. Ebi Bekr, Osman'ın yanma, bunlarla girmemişti. Yüzüne su serptiler; ayıldı. Ayıldığı sırada Muhammed b. Ebi Bekr tekrar yanma girdi ve: "Ey ihtiyar ahmak, sen değiştirdin, bozdun ve yapacağını yaptın!" dedi. Sonra Mısırlı biri girdi; sakalından tuttu; al diyerek kılıcını savurdu. Osman, kılıcı eliyle karşıladı; eli kesildi. Bunun üzerine Osman:
"-Dikkat ediniz, bu el Kur'an ayetlerini ilk yazan eldir", ihtarında bulundu. Sonra şaşı, kısa boylu, kambur biri girdi. Elinde demirden bir gürz vardı. Üzerine yürüdü ve: "-Sen hangi din üzresin? Ey ihtiyar ahmak!" dedi. Bunun üzerine Hz.Osman: "-Ben ihtiyar ahmak değilim. Ben Osman b. AJfan'ım. Ben İbrahim milletindenim. Hanif olarak... Ben Müşriklerden değilim!" diye cevap verdi. Adam: "-Yalan söylüyorsun!" diyerek gürzü sol göğsüne vurdu. Osman kan deryasına battı; yüzü koyun yere düştü. Eşi, el-Ferafıda kızı Naile araya girdi. İri yapılı bir kadındı. Şeybe kızı da üstüne kapandı. Daha sonra Mısırlı başka bir kişi elinde keskin kılıçla içeri girdi ve: "Vallahi onun burnunu keseceğim!" dedi. Eşi mani olmaya çalışırken gömleği sıyrıldı. Osman'a ulaşamayınca, kılıcını, küpesi ile omuzu arasına soktu. Kılıcı eliyle ittirince parmakları kesildi. Bunun üzerine, elinde kılıcı bulunan siyahi köleye seslenerek: "-Rabah, Bu adama karşı hema yardım et!" dedi. Siyahi köle bir kılıç darbesiyle onu öldürdü. Sonra da bir başkası, elinde kılıcıyla içeri girdi ve: "Açılın!" diyerek kılıcın ucunu Osman'ın karnına dayadı. Eşi Naile kılıcı tuttu;
Naile'nin parmaklan kesilirken kılıç da Osman'ın karama saplandı ve onu öldürdü. Eşi feryad ederek dışarı çıktı. İçeriye girmiş olanlar da girdikleri yerlerden dışarıya kaçıştılar. Hanedeki gürültüden dolayı Naile Hatun'un sesi işitilmeyince evin damına çıkarak: "-Emir ülmü'minin
öldürüldü!", diye seslendi. Hasan ve Hüseyin ile
yanındakiler içeriye girdiklerinde Osman'ı maktul halde buldular.
Haber Ali'ye, Talha'ya, Zübeyir'e Sa'd'a ve Medine'de bulunan herkese ulaştı. Adeta akılları başlarından gitmiş halde ortaya döküldüler. Osman'ın yanma girdiler. îstirca'da bulundular. (înna lillahi ve inna ileyhi Raci'un=biz hepimiz Allahımz ve hepimiz ona döeceğz! dediler.) Ağlaşarak üzerine kapandılar. Ali baygınlık geçirdi. Ayıldığında oğulları Hasan ve Hüseyin'e: "-Siz kapıda beklerken nasıl olur da Emirulmii'minin öldürülebilir?" diyerek elini kaldırdı ve onlara vurdu; Muhammed b. Ebi Bekr'i kınadı. Abdullah b. Zübeyr'i lanetledi. Adeta aklı başından çıkmış durumda, dışarı çıktı. Bundan sonra ne. yapacaktı; onu bilemiyordu. Bunun üzerine Talha: "-Ey Hasan'ın babası, sana ne oluyor öyle, Hasan ve Hüseyin'i dövdün?" deyince, Ali: "-Talha, dedi, Emirulmüminin öldürülmüştür ve katilini tespit etmek için ispata yarayacak bir delil elimizde mevcut değil!" karşılığım verdi. Bunun üzerine Talha: "-Mervan'ı
teslim
etseydi
öldürülmezdi!"
deyince, Ali: "-Mervan'ı
eslim etseydi, muhakeme
öldürülmüş (yargısız infaz)
edilmeden
olacaktı!"
karşılığım verdi. Derken Ali oradan aynidı; evine çekildi; kapıyı kitledi.
(Hz. Osman'ın eşi) el-Ferafida kızı Naile, Muaviye'ye; halkın haneye nasıl girdiklerini, Osman'ın Mushaf'ı ihtiramen nasıl aldığım, Muhammed b. Ebi Bekr'in yaptıklarını... anlatan bir mektup yazdı. Osman'ın kana bulanmış ve paramparça olmuş gömleğiyle bir Mısırlı tarafından yolunmuş bulunan bir tutam sakalının yanında saçını da gömleğin düğmesine bağladı. Sonra da Numan b. Beşir el-Ensari'yi çağırarak onunla Muaviye'ye gönderdi. Numan gömleği alarak Muaviye'nin dört bin atlıyla Osman'a göndermiş olduğu Yezid b. Üseyd'e teslim etti ve Osman'ın şehit edildiğini bildirdi. Bunun üzerine onlar da Şam'a geri gittiler. Dedi: Sonra, Mısırlılar haneye girdiler. Osman'ı öldürülmüş halde görünce pişmanlık duydular; yaptıklarına utandılar; büyük bir çoğunlukla olayı kınadılar. Hane halkı üzerlerine saldırdı ve onları evden kovdu. Onlar da kapı dışında kendi aralarında kavgaya tutuştular. Mervan bir kılıç darbesiyle yere yuvarlandı. Hz. Osman b. Af fan (r.a)'ın
Defni
Dedi. Abdurrahman b. Ezher'in şöyle dediğini anlattılar: Hz. Osman olayına karışmamıştım. Ne lehinde ne de aleyhinde taraf olmamıştım. Osman'ın katledilmesinden sonraki gecelerden bir gece, evimin bir köşesinde oturuyordum ki el-Münzir b. ez-Zübeyr bana geldi ve 'kardeşim seni çağırıyor' dedi. Kalktım gittim. Bana: 'Biz Osman 'ı defnetmek istiyoruz, bu konuda bir diyeceğin var mı?' dedi. Ben de 'Vallahi, Osman işine hiç bir şekilde karışmadım, buna da karışmak istemem!' karşılığını verdim ve ayrıldım. Sonra da onları takip ettim ve gördüm ki aralarında Cübeyr b. el-Mut'im, Ebu'lCehm bHuzeyfe, el-Misver b. Mahreme, Abdurrahman b.Ebi Bekr ve Abdullah b.ez-Zübeyr'in bulunduğu bir kaç kişi, onu, bir kapı üzerinde taşıyor; başı tak tak ediyordu. Götürüp cenazelerin konduğu yere (musallaya ) koydular. Ensardan bazıları üzerlerine yürüdü; 'Namazını kılamazsınız!' dedi. Bunun üzerine Ebu'l-Cehm: 'Namazını kılmaya izin vermeyecek misiniz ki Resulullah (s.) ve melekler onun namazını kılmış bulunuyor?' deyince içlerinden biri: 'Eğer öyle ise Allah seni de
onun girdiği yere soksun!' karşılığını verdi. O da: 'Allah beni O'nunla haşretsin!' duasında bulunduğunda, öteki: 'Allah seni şeytanlarla haşredecek, Allah 'a yemin ederim ki şayet namazını kılmanıza izin verirsek, o bizim acizliğimizi gösterir!' dedi. Derken, yanındakiler Ebtı'l-Cehm'e: 'Sesini çıkarma ve karışma!' uyarısında bulundu da sustu. Tekrar yüklendiler ve hızla yürüdüler. Başının tahta üzerinde çıkardığı ses hala kulaklarımdadır. Baki mezarlığının aşağı kısmına götürüp bıraktılar. Bu sefer, Ensar'dan Cebele bAmr es-Sa'idi geldi ve: 'Vallahi, hayır! Resulullah'm çevresine defnedemezsiniz; namazını kılmanıza da izin veremeyiz.' dedi. Bunun üzerine Ebu'l-Cehm: "Geliniz, dedi, biz namazını kılmasak da Resulullah kılmış durumda!' Çıktılar, yanlarında Osman'ın kızı Ayşe'nin elinde, avadanlık içende bir fener vardı. Hoş Kevkeb denilen yere vardılar; bir mezar açtılar; durup namazını kıldılar. Namazı Cübeyr b.Mut'im kıldırdı. Sonra onu mezarına indirdiler. Bu manzara karşısında, kızı feryad edince İbn Ziibeyr ona: '-Vallahi, eğer susmazsan, gözlerinin, içinde bulunduğu şeye vururum, (kafanı kırarım)', dedi. Tuğla veya kerpiçle lahit yapmadan, üzerine toprak atmak suretiyle defnettiler."
Hz. Ali'ye Bi'at ve Nasıl
Olduğu
Dedi: Anlattılar ki, ertesi sabah halk Mescitte toplandı. Hz. Osman (r.a.)'ın şehid edilmesinden duyulan pişmanlık ve üzüntü had safhada idi. Hz. Osman ellerinde kalmıştı. Halk Talha ve Zübeyr'e yükleniyor, Hz. Osman'ın öldürülmesinden onları sorumlu tutuyor ve: "-Siz ikiniz Osman'ın kanına bulaştınız, kendinizi temize çıkarmak durumundasınız!", diyordu. Bunun üzerine Talha ayağa kalkarak Allah'a hamd ü senadan sonra şöyle bir konuşma yaptı: "-Ey ahali, Allah'a yemin olsun ki dün ne demişsek bugün onu deriz: Osman, suçu ve pişmanlığı birbirine karıştırdı. O yüzden artık yöneticiliğini istemiyorduk. Öldürülmesini de istemiyor, çare bulunmasını arzu ediyorduk. Derken hakkındaki sürtüşme çığrırıdan çıktı ve olan oldu!". Peşinden Zübeyr ayağa kalktı. Allah'a hamd ü senadan sonra o da şu konuşmayı yaptı:
"Allah size, danışmayı (meşveret, şûra) tavsiye ile o sayede herkesin kendi bildiğine hareket etmesinin önünü kesmiştir. Bizler konuyu enine-boyuna görüştük, istişare ettik ve Ali'yi uygun gördük; ona bi'at ediniz. Osman'ın katledilmesine gelince, o konuda deriz ki: İşi Allah'a kalmıştır. Bir takım işler yapmıştır ki o konuları Allah biliyor." Bunun üzerine halk, evinde bulunan Ali'ye giderek, "-Uzat elini bi'at edelim, başsız olmaz. Sen ise baş olmaya en elverişli bulunuyorsun!" dediler. Bunun üzerine Ali: "O konuda karar vermek sizin yetkiniz değil. O konuda kararı ancak, danışma meclisi (şûra) ve Bedir'e katılmış bulunanlar verebilir. Danışma meclisi ve Bedir'e katılanlar kimi uygun görürse, o başkan olur. Dolayısıyla toplanır biz konuyu görüşürüz." dedi ve bi'atı kabul etmedi. Bi'at için Ali'ye gidenler geri döndü. Derken, aralarında şöyle bir konuşma geçti: "Osman'ın öldürüldüğüne dair haber her yerde kısa zamanda duyulur. Bunun yanında henüz herhangi bir kimseye bi'at edildiğine dair bir bilgi ulaşmayınca, bakarsınız her köşeden bir başkan ortaya çıkar. Bu durumun yol açacağı kargaşanın nereye varacağını kestiremeyiz. O halde tekrar gidelim Ali'ye ve bi'at etmeden ayrılmayalım. Bir kere bi'at edildi mi artık halk telaştan kurtulur; huzur ve sükûn sağlanır." Bunun üzerine tekrar Ali'nin evine döndüler. Önce Eşter Neha'i ile görüştüler. Eşter de Ali'ye: "-Uzat elini, bi'at edelim. Yoksa, sana bu konuda üçüncü defa gözyaşı dökmek düşecek!" diyerek ısrarla kanaatini belirtiyor, doğacak fitneyi hatırlatıyor, bu iş için ondan daha elverişli birinin bulunmadığını söylüyordu. Derken Ali kabul etmek zorunda kaldı; elini uzattı ve başta Eşter olmak üzere yanındakiler de bi'at ettiler. Sonra Talha'ya giderek;
"-Git, sen de bi'at et." dedilerse de Talha: "-Şûra toplanır, görüşür; gereğini düşünür." kendisine:
dedi. Israrla
"-Git bi'at .et." dediler. Yine kabul etmeyince zorla götürdüler. Ağızdan bi'at etti ise de elini sıkmadı. Ebu Sevr dedi ki: "- Osman'ın evini kuşatanlar arasında idim. Elimdeki silahı bir alıyor bir bırakıyordum. Ali bana bakıyor; ne yap, ne yapma! diyordu. Ona bi'at sözkonusu olunca peşinden gittim. Çevresine toplanan halk ona bi'at ediyordu. Derken Mazin oğullarının bahçesine girdi. Kalabalık onu hurmalığa doğru sürükledi; aramıza girmişlerdi. Uzaktan seyrediyordum: Halkın elleri, Ali'nin kollarına doğru dizilmişti. Bi'at eden ellerin biri gidiyor biri geliyordu. Derken Mescide yöneldi. İlk minbere çıkıp bi'at eden, Talha oldu. Talha'nın parmakları çolaktı. Ali bu durumu uğursuzluğa yordu ve dedi ki: 'Umarım bi'attan dönmez.' Peşinden de Zübeyr, Sa'd ve diğer ashap birlikite bi'at ettiler; sonra Ali minberden indi." (28)
Bir Değerlendirme Tercümesi (Ek-l)'de sunulan bu tarihi metni dikkatle okuduktan sonra onun kısa bir değerlendirmesini de değerli okuyucularımızla birlikte yapmakta yarar vardır. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber'in vefatından sonra devlet başkanı seçerken cereyan eden müzakerelerde ortaya atılan görüşler ve öne sürülen gerekçeler, devlet başkam seçme işinin, dinimize göre, halka ait mesele olduğunu, hiç bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır. Müzakerelerin bütün safahatını ed-Dineveri'den aynen naklettik. Oradan takip ettiğimiz olayları, görüş ve gerekçeleri hatırlayalım: Hz. Peygamber'in rahatsızlığı artıp halka namaz kıldırmak üzere yerine Hz. Ebu Bekr'i görevlendirince Hz. Abbas, Hz. Ali'ye : "Resulullah vefat etmek üzeredir. Git sor; eğer kendisinden sonra emr (devlet başkanlığı) bize aitse, onu açıkla; bizden başkasına aitse, bize
hayır tavsiyelerini bildir, de" diye hatırlatmış; Resulullah vefat edince de yine HzAli'ye; "Uzat elini bi'at edeyim, ta ki : "Resulullah'ın amcası, Resulullah'ın amcazadesine bi'at etti" denir ve ehl-i beytin sana bi'at eder. Bir kere bi'at edilai mi de bir daha geri alınmaz." demiştir. Hz. Ali de : "Bu işe bizden başka kim talip olacak ki" cevabını vermiştir. Hz. Ali ile Hz. Abbas arasında geçen bu konuşmalardan açıkça anlaşılmaktadır ki, aynı zamanda devlet başkam olan Hz. Peygamber'den sonra emr'm (devlet başkanlığı) kime ait olacağı, Hz. Peygamber tarafından bildirilmemiştir. Nitekim bir yandan vefat eden Hz. Peygamber'in nereye defnedilmesinin daha uygun olacağı meselesi müzakere edilirken diğer yandan Ensar'm, Beni Saide
yurdunda,
Devlet
başkanlığı
işini
görüşmek
üzere
toplandıkları
görülmektedir.
Hz. Peygamber henüz defnedilmeden Ensar'ın devlet başkanlığı işini görüşmek üzere toplanması, yadırganacak bir husus değildir. Bir kere, devlet başkanlığı meselesi, otorite meselesidir. Otoritenin ise boşluğa tahammülü yoktur. Dolayısıyla acil meseledir. Hz. Abbas'm konu ile ısrarla ilgilenmesi de bunu gösterir. Ayrıca, bilindiği gibi Ensar, Medine'nin yerlisidir. Dolayısıyla, ev sahibi olarak bu yetkinin kendilerine ait olması gerektiğini düşünmüşler ve bir an önce halletmek istemişlerdir. Sa'd b. Ubade'nin konuşması, bu hususu yeterince dile getirmektedir. Sa'd b. Ubade'nin: "O halde bu iş'e (devlet başkanlığı işi) iyi sahip çıkınız. Zira buna en çok hak sahibi ve en layık olan sizsiniz." sözleriyle biten uzunca konuşmasını Ensar hep bir ağızdan: "Görüşte haklı, sözünde isabetli oldun. Senin, bu işin başına getirildiğini görmeden buradan ayrılmayız. Kanaatler senin üzerinde toplanmıştır. Salih mü'minler de senin liderliğini gönülden benimsemektedir, "diyerek tasdik etmişlerdir. Bu görüşmeden haberdar olan, Hz. Ömer'le birlikte harekete geçen ve yolda rastladıkları Ebu Ubeyde b.el-Cerrah'la birlikte, Ensar'ın toplantı halinde bulunduğu Beni Saide yurduna giden Hz.Ebu Bekir'in burada yaptığı konuşmada söylediği sözler ise, Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanı olacak kişinin Müslümanlar arasında birliği
sağlayacak bir kişi olması lazım geldiğini vurgulamaktadır: "Biz Resulullah 'ın yakın çevresi idik. Ve biz bunun yanında Araplar arasında nesep bakımından orta yerde bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabile yok ki Kureyş'in onda doğmuş bir çocuğu bulunmasın." Ensar'ın ısrarı karşısında Hz.Ömer'in söylediği söz de aynı noktayı, Arapların birliğini sağlamamn önemini, teyid ediyordu: "Araplar sizin emirliğinizi kabul etmez" Ensar'm teklifleri arasında, biri ensardan diğeri muhacirlerden olmak üzere iki emir (iki başkan) teklifi de vardı. Buna karşılık muhacirler de bizden emir, sizden vezir teklifinde bulunmuşlardı. Dikkati çeken şu ki, müzakereler sırasında konuşan herkes, devlet başkanlığı konusunda, kendince makul olan çözümü teklif etmektedir. Ama hiç kimse konu hakkında ne bir ayet ne bir hadis öne sürmektedir. Sadece müzakerelerin sonuna doğru Hz.Ebu Bekir'in: "Ben size bu iki zattan birini tavsiye ediyorum.: Ebu Ubeyde bEl-Cerrah veya Ömer. Bunlardan istediğinize bi'at ediniz", demesi üzerine Hz. Ömer: "Namazda onun halifesisin. Namaz dinin en önemli rükünlerindendir . Bu durumda kimin senin önüne geçmeye ve bu işi üzerine almaya (velayet) hakkı olabilir." demek suretiyle Hz. Ebu Bekir'in halka namaz kıldırmak üzere Hz. Peygamberin yerine görevlendirilmiş olmasını, bir adı da imamet-i kübra (büyük imamlık) olan devlet başkanlığı için işaret saymıştır. Hz. Ebu Bekr'in vefatına yakın söylediği sözler de bu mesele hakkında Hz. Peygamber'in bir beyanda bulunmuş olmadığını göstermektedir: "Keşke Hz. Peygamber'e sorsa idim; bu işin kime ait olduğunu da, hiç münakaşaya konu olmasaydı ve keşke sorsaydım; Ensar'ın bu işte bir hak ve salahiyeti var mıydı." Hz. Ali'nin: "Bu işe bizden başka kim talip olacak ki?" Sözü ise, o günkü gelenek ve göreneğe göre devlet başkanına, en yakın akrabasının varis olması gerektiği düşüncesini
dile getirmiş olmaktadır. Nitekim
Hz. Ali,
Hz.
Fatıma'nın vefatından sonra Hz. Ebu Bekr'e bi'at ederken de bu duygu ve düşüncesini ifade etmiştir: "Setti kıskandığım veya bu işe layık görmediğim
için
bu giine kadar sana bi'atta gecilaniş değilim. Ancak, bu işte bizim bir
hakkımız
var, kanaatinde idik. Ne var ki sen bizi yendin."
Hz. Ebu Bekir'in Hz. Fatıma'ya olan şu sözü de devlet başkanlığının veraset yolu ile Hz. Peygamber'in en yakınma geçmesi gerektiğine dair olan düşünceye cevap teşkil etmektedir.: "...Ne dersin, senin üstünlüğünü bile bile hakkından ve Resulullah'ın mirasından seni mahrum edebileceğimi düşünebiliyor musun? Bunun sebebi şu ki, kendim işittim, Resulullah, şöyle buyurmuştu: "Biz peygamberlere varis olunmaz. Bizim bıraktıklarımız sadakadır." Hz. Ömer'den yerine birisini istihlaf etmesini istemeleri üzerine O'nun söylediği sözler de bu işin halkın yetki ve sorumluluğunda bir iş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: "Hayatta taşıdığım gibi öldükten sonra da bunun sorumluluğunu taşımak istemem." Israr edilmesi ve Hz. Ayşe'nin de bir vesileyle haber gönderip istihlaf etmesi ve Ümmet-i Muhammed'i başsız bırakmaması konusunda ricada bulunması üzerine: "Eğer istihlaf etmezsem, Resulullah'ı tastederek benden hayırlısı da istihlaf etmemiştir. İstihlaf edersem, Ebu Bekr'i kasdederek- benden hayırlısı da istihlaf etmişti. Her iki halde de benden hayırlı seleflerime uymuş olurum." demiş ve kendisinden sonra devlet başkanlığı işini üç gün içinde bir karara bağlamak üzere, aralarında Hz. Osman ve Hz. Ali'nin de bulunduğu altı kişilik bir danışma meclisi (şura) tayin etmiştir. Hz. Ömer'in tayin ettiği altı kişilik bu danışma meclisi, Hz. Ömer'in vefatından sonra yaptıkları üç günlük çalışma sırasında bir sonuca varamayınca şura üyelerinden Abdurrahman b.Avf bir çözüm teklif etmiş; teklif kabul edilmiştir. Buna göre, Şura üyelerinden her biri bir kişiyi kendi adına seçecek ve 6 aday 3'e inecekti. Bu yolla adaylar Hz. Ali, Hz. Osman ve Abdurrahman'dan ibaret 3 kişiye inince Abdurrahman: "Burada beni bekleyiniz. geleceğim."
Ben dışarıya çıkıp
demiş ve tebdili kıyafet ederek halkın adeta tek tek nabzım
yoklamıştır. Abdurrahman görüştüğü herkesin görüşünü alıp, Ömer'den sonra devlet başkanlığı için herkesin tercihinin Hz. Osman olduğunu tespit edince Şura üyeleriyle yaptığı tek tek uzun görüşmelerden sonra Hz. Osman'a bi'at edip
halta da O'na bi'ata davetle işi bitirmiş oldu. Abduıiahman'ın yapmış olduğu bu kamu oyu yoklaması, üzerinde durulacak önemli hususlardandır. Nihayet, Hz.Ebu Bekir'in; hilafetinin 75. gününde, Hz. Ali'nin bi'atından önce Hz. Abbas'la yaptığı görüşmede söylediği ve Hz. Abbas'ın da cevabî konuşmada baş tarafım aynen tekrar ettiği şu sözler, Hz. Peygamber'den sonra devlet başkanlığı meselesinin, tamamen, halkın irade ve ihtiyarlarına bırakılmış bir mesele olduğunu, hiç bir tereddüde yer bırakmayacak bir şekilde ortaya koymaktadır:
"Allah Hz. Muhammed'i Nebi; Müminler için de Veli olarak gönderdi. Aramızda bulunmasını• Allah bize ihsan etti. Ta ki nezdindekini (cennetini, cemalini, lika'yı...) kendisi için ihtiyar buyurdu. Böylece İNSANLARIN İŞLERİNİ KENDİLERİNE BIRAKTI .(Fa Halla Ala'n-Nasi Emrehum.) MASLAHATLARI YÖNÜNDE KENDİLERİ İÇİN GEREKLİ SEÇİMİ YAPMAK ÜZERE (Liyahtaru Li Enfüsihim Fi Maslahatihim.) Hz. Ali'nin, 75 gün sonra da olsa bi'at etmesini müteakip Hz. Ebu Bekir, 3 gün süre ile mescitte oturmuş ve "isteyenin bi'atından cayabileceğim, bi'atını geri alabileceğini" bildirmişti. Hz. Ebu Bekir'in bu hareketi üzerine Hz. Ali'nin: "Vallahi, ne bi'atımızdan vaz geçeriz, ne de bunu senin istemene razı oluruz. Resulullah seni dinimizi birleştirmek için takdim buyurdu (öne geçirdi), dünyalık için seni kim tehir edecek (geri çekecek) tir " sözü: Devlet başkanlığına seçmenin de seçilmenin de kulların irade-i cöz'iyelerine mevdu bir iş olduğnnu açıkça ispat etmektedir. Eğer öyle olmasaydı, ne Hz. Ebu Bekr "isteyen bi'atdan vazgeçebilir" diyebilirdi ne de Hz. Ali 75 gün müddetle karşı durup sonra bi'at edebilir; bi'at ettikten sonra Hz. Ebu Bekr'in o, dünyada benzen az görülebilir demokrat jesti üzerine: "vallahi, ne bi'atımızdan vaz geçeriz ne de bunu
istemene
razı oluruz-" diyebilirdi.
Hz. Ömer'in: "Resulullah seni dinimizi birleştirmek üzere takdim buyurdu; DÜNYALIK için seni kim tehir edecek? " sözünde ise, devlet
işinin, DİN işi çekicidir.
değil
DÜNYA
işi
olduğu
nüktesi dikkat
Bu konuda, uzun yıllar Osmanlı Medreselerinde ders kitabı olarak cfa okutulmuş kelam kitaplarından olan, Devvani'nin el-Celal'inin şerhi Cemal cb yer alan aşağıdaki ibare bu tespitimizin açık bir teyidi mahiyetindedir.
"Özellikle imamet meselesi, itikat prensiplerinden değildir. Aksine "Efal-i mükellefin"le ilgili fiırııdandar. Zira imam (devlet başkam) nasbetmek, ümmet'e, şer'i delillerle vacip küınmış bir konudur." (29) Prof. Dr. Muhammed Tavit et-Tanci merhumun: "Ashab-ı kiramın hilafet mevzuunu münakaşa tarzı, halife tayinindeki metotları ve bu arada ileri sürdükleri deliller vs göstermiştir ki, Resulullah (s.) şahıs olarak her hangi bir halife tayin etmemiş, bu işi, devlet işlerini yönetmeye muktedir olan bir kimseyi seçmek iizere, Müslümanlara bırakmıştır. Sahabenin çoğunluğu hilafeti böyle anlamıştır." (30) şeklindeki değerlendirmesi de bizim değerlendirmemizi teyid eder.
(Ek-2)
DAVET HADİSİ (Sebeb-i Vurudu ve Kısmen Açıklaması İle Birlikte) Bilindiği gibi, Hz. Peygamber (s.), Peygamberlik asli misyonu yanında, her Peygambere nasib olmayan şekilde, aynı zamanda, Devlet Başkanlığı (Ülülemr) fonksiyonu'na sahipti: Medine Site Devleti'nin Başkanı idi. Yine bilindiği ve çalışmamızın 2 nci maddesinin başında sunduğumuz gibi, Her
peygamber
Devlet
Peygamberlik misyonu Peygamberlik misyonları
Başkanı
değildi.
Devlet
Başkanlığı
gereği bir fonksiyon değil; bazı
fonksiyonu,
Peygamberlerin,
yanında ve ona ek olarak sahip oldukları
bir
fonksiyondur.
Nitekim, büyük peygamberlerden mesela Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa devlet başkanı değildi ama, Hz. Davud ve Hz. Süleyman aynı zamanda Devlet Başkanı idi. Aym zamanda Devlet Başkanı olan Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.), bir yandan Peygamberlik misyonu gereği tebliğ görevini yerine getirmek, öbür yandan, Başkanı bulunduğu Medine Site Devleti'nin hakimiyet hududu'nu belirlemek üzre, muhtelif kabile ve toplumlara karşı gazve'ler tertip ediyor; seriyye'ler (müfreze'ler/askeri birlikler) sevk ediyordu. Sevk edilen birlik, gittiği kabile veya topluma, sefer sebebini ve İslamiyet'i anlattıktan sonra şu üç teklifte bulunurdu: -İslâmiyet'i olmuş
kabul ediniz• O takdirde mii'minlerle
eşit haklara sahip
olursunuz.
-Müslüman olmak istemezseniz, Medine Site Devletinin hakimiyetini tanımak üzere vergi (cizye) vermeyi kabul ediniz. O
takdirde de, Devletin, Müslümanların sahip olduğu haklara eşit hakka sahip asli vatandaşı olmuş olursunuz. -Bunu da kabul etmek istemezseniz, savaş'a hazır olun! Bu tekliflerden ikincisini kabul edenlerle, vatandaşlık sözleşmesi demek olan zimmet akdi yapılırdı. Söylemeye gerek yok ki, bu sözleşmenin asgari gereği, bu yeni vatandaşların, ödemeyi kabul ettikleri cizye (vergi) karşılığında, can ve mal güvenliğini taahhüt etmekti. Bir keresinde, seferden dönen "birlik" komutanı, Hz. Peygambere: "-Gittiğimiz
kabileyle, Allah ve Resulü adına zimmet
akdi
yaptık,
geldik.", diye tekmil verir. Bunu işiten Hz. Peygamber irkilir:
"-Ne? Allah ve Resulü adına mı? Eğer siz, sözleşme şartını yerine getiremezseniz, (ve mesela onların can ve mal güvenliğini sağlamakta kusur ederseniz,) yaptığınız bu sözleşmeye göre kusur, onlar nazarında, Allah ve Resulüne ait olacaktır, öyle değil mi? Halbuki bunda Allah ve Resulünün bir kusuru olmayacaktır. Onun için, bir daha "zimmet akdi" yaptığınızda, "Allah ve Resulü adına" değil; "kendi adınıza ve arkadaşlarınızın adına" yapınız. Zira, kendi sözünüzü yerine getirmekte kusur işlemeniz, Allah ve Resulü adına verilen sözü yerine getirmekte kusur işlem ekten eh vendir!" buyurur ve o olaydan sonra, bu hususu, harp talimatı'nın asli maddeleri arasına derceder. Hz. Peygamber (s), bu tecrübeden sonra, bu tecrübenin hatırlattığı bir maddeyi daha harp talimatı maddeleri arasına koyar: " Kuşattığınız yerleşim yeri halkı, "Allah'ın hükmü üzre" yani kendilerine Allah'ın hükmü uygulanmak şartıyla, teslim olmak isterlerse bunu da kabul etme. Onlara kendi hükmünü ve arkadaşlarının hükmünü uygulamak üzere onlarla antlaşma yap.
Zira Allah'ın bilemezsin."
onlar hakkındaki
Bu kısa açıklamadan sonra, Davet Savaş Talimatı 'nın tam metnini sunalım:
hükmü Hadisi
nedir?
onu
diye de anılan
sen bu
Muteber Hadis mecmualarından Müslim, Cihad, 3, H. No: 1731; Tirmizi, Siyer, 48; İbn-i Mace, Cihad, 38 ve Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/358'de kayıtlı Süleyman b. Büreyde Hadisine göre Hz. Peygamber, bir ordunun başına tayin ettiği kumandana şu talimatı verirdi: "Allah'tan kork ve yanlış iş yapmaktan sakın! Askerlere karşı da haksızlık yapma; onlara iyi davran! Bismillah! deyin; çıkın Allah yoluna. mübarek ola! Küf farla! düşmanla savaşın! ama, haksızlık etmeyin!
Gazanız Savaşın,
Sözünüzü çiğnemeyin; savaşta ölen düşmanlarınızın burun ve kulaklarını kesmeyin (cesetlere hakaret etmeyin); çocukları öldürmeyin! Düşmanla karşı karşıya geldiğinde, teklifte bulun; hangisini kabul ederlerse, et ve onlardan elini çek: 1)
-İslâm'a çek!
davet et! Kabul
ederlerse,
onlara şu üç sen de kabul onlardan
elini
Peşinden onları, "hicret yurdu"na (Medine Devleti Vatandaşlığına) katılmaya çağır ve de ki: "'Kabul ederseniz, haklarınız; muhacirlerin ödeviniz
muhacirlerin hakları, ödevleri, sizin de
sizin
de
olacaktır!' Medine'ye katılmak istemezlerse, de ki:
'O takdirde, çölde kendi başlarına Müslüman Araplar durumunda olursunuz. Bu ihtiyaç duyar da din konusunda bizden
yaşayan durumda yardım
isterseniz size, kendileriyle aramızda andlaşma bulunan bir topluma karşı olmamak şartıyla, elden gelen yardım yapılır.' 2) İslâm'ı
kabul etmezlerse,
(Medine
Site
Devletinin hakimiyetini kabulün bir sembolü ve yapılacak antlaşma!zimmet akdi ile onlara verilecek 'koruma' taahhüdünün bir bedeli olmak üzere), 'cizye' (vergi) ödemeye davet et ve de ki: 'Bu takdirde, haklarımız hakları; vazifelerimiz vazifeleri olacaktır' yani Müslümanlarla eşit vatandaşlık haklarına sahip olacaklardır. Kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlardan elini çek! 3)
Bunu da kabul yardımına ve onlarla
etmezlerse, savaş!
sığın,
Allah'ın
4) Bir kaleyi, bir yeri kuşattığında, senden; 'Allah ve Resulünün zimmetini' (Allah ve Resulü adına zimmet akdi yapmak) isterlerse; onlara, Allah v e Resulü adına zimmet verme! 'Onlara, kendi adına ve arkadaşların adına zimmet ver!' Zira kendi zimmetinizi ihlal etme durumunda kalmanız, Allah ve Resulü adına verilen zimmeti ihlal etmekten ehvendir! 5) Bir kaleyi, bir yerleşim yerini kuşattığında, senden, kendilerine; 'Allah'ın hükmü' uygulanmak üzre antlaşma isterlerse, bunu da kabul etme! Antlaşmayı, onlara, 'kendi hükmün ve arkadaşlarının hükmü' uygulanmak üzre yap! Zira, Allah'ın onlar hakkındaki hükmü nedir? Sen onu bilemezsin!" Bu hadis-i şerifi bize ulaştıranlardan İmam Müslim, bu hadisin, Süleyman b. Büreyde'den başka, Numan b. Mukarrin ve Şu'be (r) tarafından da aynen rivayet edildiğini haber vermektedir.(96)
BU ÇALIŞMA NASIL DOĞDU? Yıl
1964. Zonguldak'ta İl Müftü Yardımcısıyım. O zamanki adıyla
Müftülük Müsevvidi. 1959 yılı başında Kastamonu'nun Bozkurt İlçesinde Müftü olarak göreve başlamıştım. Kendime göre ideallerim vardı.
İşte bu şartlar içinde Zonguldak'ta iken evime, babam yaşında (1326'lı/1910'lu) bir dostum geldi. Evde bir müddet oturduktan sonra birlikte şehre inmek üzere evden çıktık. Ev Soğuksu sırtlarındaydı. Şehre inmek için Zonguldak'm meşhur yüksek demir köprü yolunu (Fevkani Köprü) geçmek gerekiyordu. Tam köprünün üzerinden geçerken misafirim birden durdu, bana döndü, gözlerini gözlerime dikti ve: "îstaklalin de Cumhuriyetin de kıymetini ancak o günleri yaşayanlar bilir!" dedi. Hemen anladım. Köprünün sol karşısında, birkaç yüz metre uzaklıkta Hükümet Meydanı vardı. O gün Cumhuriyet Bayramıydı ve meydandan tören sesleri geliyordu. Dostum, ilde müftü yardımcısı olduğum halde benim, Cumhuriyet Bayramına ilgi duymadığımı farketmişti. Başka bir şey demedi. Ben de bir şey sormadım. Yolumuza devam ettik ve öğlen namazı için camiye vardık. Ama, bir işadamı olan o misafir "huca" dostumun, o büyüğümün sözü, zihnimde kocaman bir soru işareti meydana getirmişti. Anladım ki o, Cumhuriyet Bayramının anlam ve değerini çok iyi biliyordu. Çünkü o çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, işgal altındaki vatanın karanlık günlerinde geçirmiş; istiklal Marşımızın: "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak; Sönmeden Yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak; O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma , kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal; Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal... Hakkıdır, Hakka tapan, milletimin istiklal!" mısralarıyla verilen müjdeyi bütün benliğinde duymuş ve yaşamıştı. Bu çalışma, 32 yıl önceki işte o soru işaretinin cevabı olmuş oldu. Allah o dostum ve büyüğüm hoca'dan razı olsun. O böyle bir uyarıda bulunmasaydı, ben. de pek çok emsalim gibi, hep o yolda devam ediyor olabilirdim.