\LÇIN TOKER Silifke doğumlu. :İ|k ve lini Silifke'de tarrvâmlasesi ve İstanbul H'ukuk mezunu. . 1955 yılında ıh Gazetesi...
154 downloads
1000 Views
9MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
\LÇIN TOKER Silifke doğumlu. :İ|k ve lini Silifke'de tarrvâmlasesi ve İstanbul H'ukuk mezunu. . 1955 yılında ıh Gazetesinde gazeteladı. Gazeteciler Cemisam üyesi. İngilizce ve bilir. Sürekli basın kartı 1i, iki çocuk sahibi. Yaeserleri: Milliyetçiliğin makları, En Üsttekiler, yanış, ' Zirvede Kavga, i Din ve Vicdan Hürriyeieyfettin, Türkçe sözlük, isalları. Ayrıca, Ziya Göş eserini sadeleştirerek, lin anlayacağı dilde yeınlamıştır - -
TOKER YAYİNLARİ Tarihî ve Dinî Eserler Dizisi OSMANLİ TARİHİ / Lamartine (Büyük Boy - I, Hamur Avrupa Kağıt - 1032-sayfa- • Harita ve Padişah resimleri ilaveli - Lüks ciltli) TÜRK TARİHİ I Rıza Nur (12 Cilt 4576 Sayfa Lüks eiltli. ilk baskısı Maarif Vekaleti tarafından yapılan bu büyük eser, en üniü ansiklopedilerde kaynak olarak kullanılmakladır.) İSLÂM TARİHİ / Meviana Muhâmmed ismail islamın nâz'il oluşundan bugüne.. Ali Genceli ve . Ayhan Yalçının Türkçesi ile. 720 sahife. büyük boy, lüks ciltli. SULTAN 2. ABDÜLHAIVIİD VE KOMİTACILAR I Nizamettirı Nazif Tepedeienlioğlu (688 sayfa.-Balkanların elimizden çıkışını anlatan bu eseri gözyaşlarıyla okuyacaksınız.) FEVZİ ÇAKMAK I Rahim Balcıoğlu (240 sayfa. "Büyük Mehmetçik"i bu eserle tanıyınız.) TASAVVUF'UN TEMEL İLKELERİ VE • İSLAM TASAVVUFU / Selahaitin Şar (512 sayfa. En eski çağlardan günümüze kadar Ta- ' savvuf Tarihi.) SEÇME HADİSLER VE DUALARIProf. A. Genceli (208 sayfa. Hadis ve Dualar alfabetik tasniflidir.) TÜRKİYE'DE DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ / Yalçın Toker Türkiye Millî Kültür Vakfı 1. ödülü alan eser. 176 sayfa, ZİRVEDE KAVGA / Yalçın Toker Özal-Demirel ve öteki ust düzey politik kavgalar. 256 sayfa. TÜRK MEDENİYETİ TARİHİ I Ziya Gökalp (364 sayfa. Bu klasik eserin sadeleştirilmiş yeni baskısı.) TARİH İTİRAZ EDİYOR: EN ÜSTTEKİLER / Yalçın Toker (256 sayfa. Tarih boyunca Türk Alman ilişkilerini bu eserde okuyunuz.) İLK MÜCAHİTLER / Prof. Sadi Irmak (280 sayfa)., istiklal Savaşında ve sonras 4 türk'ün çevresinde yer alan Türk büyül
TOKER MYINUftl
YALCIN TOKER
••
(Türkiye Millî K ü l t ü r Vakfı l.lik ö d ü l ü n ü a l a n eser)
Yalçın Toker
TOKER "GENEL DÎZÎ" NO: 228 "TEZ KİTAPLAR DİZİSİ" No: 28 TOKER TAYINLARI
Ankara Cad. 46 Cağaloğlu-İSTANBUL
İÇİNDEKİLER
Tel: 5223309
TOPLUMUN DÜZEN KURAN KURALLARI.
ISBN 9 7 5 - 4 4 5 - 0 1 5 - 3
...19
Eski Türkler'de Toplum Düzeni
22
ŞERİAT
: 26
İslâm Anayasası... : Selçuklu ve Osmanlı dönemleri Fatih'in Kanunnamesi..... Osmanlılarda Yargı Fonksiyonu.. DİN NEDİR?
;
27 30 33 38 39
Türkler'in Dinleri
i
41
Allah ve Kâinat
43
DİN HÜRRİYETİ
46
Din Hürriyetinin Kapsamı 48 Din Hürriyetine Bağlı Olan Hakların Sınırlan 50 Din Hürriyeti ve Din! Taassup 59 Aydınların Taassubu.... .... 64 TÜRKLERDE DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ.... 65 .
Dizgi: TOKER Baskı: Çetin Matbaacılık Kapak LÜTFİ ÇOLAK İstanbul-1993
\
Göktürkler, Uygurlar ve Selçuklular
65
Osmanlılarda Din ve Vicdan Hürriyeti
68
LAİKLİK
...J
Baüda Laiklik.... İslâmiyet ve Laiklik Laikliği Zedeleyen Devlet Sistemleri
...74 76 77 79
DİN AÇISINDAN TÜRK DEVLET SİSTEMLERİ.... 82 Yan Dinî Devlet ve Laikliğe Giriş... Islahat Fermanlan ve Paris Muahedesi. Birinci ve İkinci Meşrutiyetler B.M.MecIisi Hükümeti CUMHURİYET DÖNEMİ
i
/....„
84 86 88 88 .. 90
Şeriye Vekaletinin Kaldırılması 94 Anayasa Değişiklikleri . 95 Dinî ve Hukukî İnkılâplar...., 98 Devrim Kanunlan........ ; 10i Hıyanet-i Vataniye ye Tevhid-i Tedrisat Kanunu 103 Hukuk Alanında Devrimler ; 105 LAİKLİK İLKESİNİN ANAYASAYA GİRİŞİ.....
110
Ceza Kanunu ve 163. Madde .112 Günaltay'ın Başbakanlığı Üzerine..... .....118 Vicdan Hürriyetlerinin Korunması Kanunu! 122 Atatürk'ün Haüralannın Korunması Kanunu.... 126 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 130 1961 ANAYASASI DÖNEMİ Siyasî Partiler Kanununda Laiklik
132 .-
134
Diyanet İşleri Başkanlığı
136
1982 ANAYASASI DÖNEMİ...
143
Baskı Kanunlarının Kaldırılması ......149 Laiklik Kelimesinin İlk Kullanılışı 155 Kur'an ve Dünya Nizamı : 159 Din Hürriyetini Düzenleyen Ayetler 159 Sosyolojik Bakımdan Laiklik ve İslam..... 160 İslâmda Reform ..163 Şimdi Tam Anlamıyla Laik miyiz? : 166
TAKDİM Vakfımız 1991 yılında "Türkiye'de Din v e Vicdan H ü r r i y e t i " m e v z u u n d a bir m ü s a b a k a tertiplemiştir. İştirak eden eserleri değerlendiren Sayın Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, Sayın Prof. Dr. N e v z a t Yalçıntaş, Sayın Doç. Dr. Hayrettin Karaman, Sayın Gazeteci-yazar A h m e t Kabaklıdan m ü t e ş e k kil j ü r i , Sayın Yalçın Toker'in çalışmasını birinciliğe lâyık g ö r m ü ş t ü r . Müellif yazarlık ve gazetecilik y a p maktadır. 2 5 . 4 . 1 9 9 2 t a r i h i n d e derece a l a n l a r a a r m a ğ a n l a r ı verilmiştir. Vakfımız, J ü r i ve Vakıf K ü l t ü r Komitesi'nin tavsiyesine u y a r a k birinciliği k a z a n a n eserin basılmasını k a rarlaştırmıştır. A r m a ğ a n l a r ı n verildiği toplantıda yapıl a n k o n u ş m a l a r a k i t a b ı n b a ş ı n d a yer verilmiştir. B u vesileyle j ü r i üyelerine ve ilgililere şükranlarımızı arz ederiz. • Türkiye Millî Kültür Vakfı
TÜRKİYE MİLLİ KÜLTÜR VAKFI Mütevelli Heyeti B a ş k a n ı Hulfisi Çetinoğlu'nun K o n u ş m a s ı
M u h t e r e m Misafirlerimiz, B a s ı n ve TRT'mizin değerli m e n s u p l a r ı , ;
Türkiye Millî Kültür Vakfı a r m a ğ a n l a r ı n ı n verileceği toplantıya h o ş geldiuniz. Şeref verdiğiniz için Mütevelli Heyeti a d ı n a şükranlarımı arzediyorum. B u toplantımızda "Türk Millî. K ü l t ü r ü n e Hizmet Şeref Armağanı", "Araştırma A r m a ğ a n l a r ı " ve "TRT'de Millî Kültür'e Hizmet A r m a ğ a n l a n " t a k d i m edilecektir. Vakıflar, cemiyetimizde sosyal, k ü l t ü r ve eğitim çal ı ş m a l a n n d a vazife alan sevgi ve ş e f k a t hissine dayalı teşekküllerdir. Yapılan vakıf hizmetlerinin temelinde, hislerin e n m u k a d d e s i ve e n ulvîsi olan i n s a n sevgisi vardır. İ n s a n sevgisi, diğer b ü t ü n sevgilerin de temel taşı, başlangıcıdır. Türkiye Millî K ü l t ü r Vakfı'mn temelinde b u h a r ç b u l u n m a k t a d ı r . Vakıf 1969 yılında üniversite öğretim üyeleri, işad a m l a r ı ve idareciler t a r a f ı n d a n k u r u l m u ş t u r . Yaldın gayesi; eğitim s a h a s ı n d a ç a l ı ş m a l a r y a p m a k ve b u r s vermek, ikinci gayesi T ü r k k ü l t ü r ü n ü n muhtelif s a h a l a r ı n d a hizmetler ifâ e t m e k , y a p ı l a n l a r ı teşvik etmek şeklinde özetlenebilir. 1 9 6 9 yılında k u r u l d u ğ u z a m a n 11 ile b a ş l a y a n b u r s l u öğrenci sayısı 600 lere u l a ş m ı ş , seneler itibarıy-,
le m e z u n olanların sayısı 10.000 leri aşmıştır. Bursların kaynağı. Vakıf k u r u c u l a r ı n ı n ve Vakıf severlerin desteği, yardımları, çelenk ve çiçek bağışlarınd a n m e y d a n a gelmektedir. K ü l t ü r ç a l ı ş m a l a r ı m ı z d a milletleri millet y a p a n ve birbirinden ayıran b ü t ü n manevî değerlere sevgiyle toleransla yaklaşılmaktadır. Kültür çalışmaları ü ç b ö l ü m d e toplanmıştır. Yetiştirdiği nesiller, neşrettiği eserler ve memlekete yaptığı hizmetler sebebiyle, b u s a h a d a emeği g e ç e n z e v a t a T ü r k K ü l t ü r ü n e Hizmet Şeref A r m a ğ a n ı t a k d i m edilmektedir. ikinci faaliyet, r a d y o ve televizyonlarda yer a l a n , k ü l t ü r e hizmet e d e n eserlerin değerlendirilmesi ve emeği geçenlerin mükafatlandırılmasıdır. Ü ç ü n c ü s ü ise, muhtelif a r a ş t ı r m a l a r ı n yaptırılması ve b u n l a r ı n değerlendirilmesidir. B ü t ü n değerlendirmeler p r o f e s ö r ve ilim a d a m l a r ı ile m ü ş t e r e k e n iki kademeli j ü r i üyeleriyle y a p ı l m a k t a ve b u n u n neticeleri ilân edilmektedir. B u g ü n h e r ü ç s a h a d a yapılan k ü l t ü r çalışmalarının neticeleri açıkla- 1 n a c a k ve a r m a ğ a n l a r t a k d i m edilecektir. Çalışmalarımızda vazife a l a n j ü r i üyelerine, Vakfımızı m a d d î i m k â n l a n y l a destekleyen k u r u c u l a r ı m ı z ve vakıfseverlere, teşrif ettiğiniz için sizlere t e k r a r ş ü k ranlarımı arz ediyorum.
ÖNSÖZ Lâiklik Türkiye'nin g ü n d e m i n d e n h e m e n hiç inmey e n k o n u l a r ı n b a ş ı n d a geliyor ve Üstenin b a ş taraflar ı n d a yer alıyor. Bu d u r u m , "lâiklik" ilkesinin 1937 yıl ı n d a y a p ı l a n bir değişiklikle A n a y a s a m ı z a ithal edilm e s i n d e n b u g ü n e k a d a r h e m e n hiç değişmemiştir. T a r t ı ş m a l a r d e v a m etmiştir. B u g ü n ü n Türkiye sinde ise lâklik b a ş k a bir> zeminde ülkemizin gündemini işgal e t m e k t e d i r . Kendilerini lâikliğin s a v u n u c u s u olarak g ö r e n kişi ve k u r u l u ş l a r b u ilkenin tehlikeye, d ü ş t ü ğ ü n ü ileri s ü r e r e k , onu s a v u n m a k için çeşitli hareketlere b a ş v u r m a k t a ve çekişmeci, gergin bir o r t a m m e y d a n a getirmektedirler. ' . Gerçekte 1937 tâdilinde "laiklik" t e k b a ş ı n a bir "ilke" o l a r a k A n a y a s a m ı z a girmiş değildir. O z a m a n k i C u m h u r i y e t Halk Partisinin -CHP- (Cumhuriyet Halk Fırkası) k e n d i u m d e l e r i olan ve t ü z ü ğ ü n d e yer alan m e ş h u r 6 ok, b u partinin devlet idaresini elde tutmasın ı n getirdiği kolaylıkla ülke A n a y a s a s ı n a s o k u l m u ş t u r . B u t a s a r r u f o dönemdeki t e k p a r t i idaresinin tipik bir t e z â h ü r ü d ü r . O z a m a n ı n A v r u p a ' s ı n d a b u l u n a n diğer t e k parti, otoriter rejimlerinde olduğu gibi söz k o n u s u h â k i m p a r t i n i n g ö r ü ş ve ideolojisi devletin resmi ideoloiisi h â l i n e getiriliyordu. B u n a k a r ş ı , rejimin yapısı gereği hiçbir m u h a l e f e t ortaya etkili bir t a r z d a çıkamıv o r d u . İşte demokrasi ile asla b a ğ d a ş m a y a n b u şartlar a l t ı n d a GHP'nin. k e n d i parti ilkelerinin Türkiye Cumh u r i y e t i ' n i n "resmî ideolojisi" h â l i n e s o k u l m u ş b u l u n m a s ı rahatsızlık çekişme ve t a r t ı ş m a l a r ı n başlangıç
n o k t a s ı n ı tşşkil etmiştir. CHP idaresine kar Ş 1 doğan ve ge ş e n m u h a l e f e t 1 9 4 6 ' d a n s o n r a , 2. Dünya Harbi'nin şartlan
^inde
S
minini b u l d u ve legal k u r u l u ş l a r şeklinde teşkilâtlandı f ^ i ^ f S e m 0 k r a t Parti ^ a n bu s î y a s T p S : hn l l L a \ d i f muhalefet konularının başında S e l i y ° r d u ve özellikle de L 1 İ k 1Ikelerinln ortavf r İ ^ t ^ : uygulamasından M n İ S t ® / 1 1 1 ^ ^ 1 1 1 1 1 m u h a l e f e t i bu sahalarda Türk Milletin d e n b ü y ü k bir k a b u l gördü ve h a l k kendi arcu larını dile getiren partileri desteklemeye b a ş i d ı T ş t e h a l k ı m d a n j e l e n b u b ü y ü k d e s t e k sayesindedir kT 14 M a p 1950 seçimlerinde DP önemli bir b a ş a r ı sağl a y a r a k i k ü d a n devraldı. B u n a , "beyaz" veya C n s ı z " i h t i l a l de d e n i l m i ş t i r . T ü r k Milletinin e n ö n e m l i şikayetlerinin b a ş ı n d a , hiç ş ü p h e s i z , »lâikliğin" ezen h o r i a y a n ve h a p s e d e n , baslara u y g u l a m a s ı geliyordu S n T Z m r - h S e f ' u y g u i s m a s ı r u n bu i^k devr e s i n d e çok olumsuz bir d u r u m ortaya çıkmış, dinî öğretim. b a ş t a k u t s a l k i t a b ı m a K u r ' a ı İ Kerim'in o k u t u l m a s ı o l m a k üzere b a s k ı a l t ı n a a l ı n a r a k , devletçe önlenmeye çalışılmış dinî ibâdetlere fiilî kısıtlamalar getirilmiş, ezanın m ü s l ü m a n l a n n b ü t ü n d ü n y a d a k a b u l edip o k u d u ğ u şekilde değil de, devletin i s t e d f i b ? k a lıp içinde o k u t u l m a s ı z o r u n l u ğ u getirilmişti. Bu uygul a m a l a r a karşı girişimleri önleyebilmek için Ceza Kan u n u n u n m e ş h u r 163. m a d d e s i şiddetlendirilerek B a ş b a k a n Şemsettin G ü n a l t a y h ü k ü m e t i dTneminde
•SSSSS&SS1
i t , r a z l a n n a r a g m e n M l l l e t MecI
'
"
r J S ^ ı ? 0 ? 1 ^ ' y â n i 1 4 M a y ı s 1950 ilk serbest seS S T l w f S U r C n 1 a m a r i l ç i n d e ' l â i k l i ğ l n bu aşın, militan ye baskıcı u y g u l a m a s ı d ı r ki, halkımızda b ü y ü k bir tepki u y a n d ı r m ı ş ve lâikliğin dinsizlik şeklinde a n a ş ı l m a s ı n a d a h a k k a z a n d ı r a n bir zemin o l u ş Z n S ş 5 ^ ^ r 1 6 ? ! , ' - Ö Z e l 3 l k l e Politlkacılanmızın dÜe geürdigi SaSSı^ ^ " m M i k dinsizlik d e m e k d e g i M t f ; sloganı işte b u yıkıcı u y g u l a m a n ı n b u g ü n e k a d a r s u r e n bir in'ikâsı o l m u ş t u r . F a k a t bu tek p a r t i 12
devrinin acı hatıraları, h â l â zihinlerde ve insanlarımızın ruhlarında,izlerini m u h a f a z a etmektedir. 1950 yılından, y â n i b u 20. a s ı m t a m o r t a s ı n d a n itib a r e n T ü r k i y e ' d e , b i r çok a l a n l a r d a o l d u ğ u gibi, lâikliğin u y g u l a m a s ı n d a d a d u r u m değişmiş ve m ü s p e te doğru önemli a d ı m l a r atılmaya b a ş l a n m ı ş t ı r . Yeni D e m o k r a t Parti i k t i d a r ı n ı n ilk i c r a a t l a r ı n ı n b a ş ı n d a m ü ' m i n l e r i ibâdete çağıran ezanın s e r b e s t bırakılması gelmiştir. B u dinî h ü r r i y e t t a n ı n ı r t a n ı n m a z ü l k e n i n t a m a m ı n d a manevî bir heyecan esmiş, camilerin m i n a relerine çıkan müezzinler ezanı aslî şekliyle o k u y u n c a halkımız b u n u göz y a ş l a n içinde dinlemiş ve ş ü k ü r n a mazları kılınmıştır. E z a n serbestiyeünin b u k a d a r b ü y ü k bir sevinç getirmesinin asıl s e b e b i n i n b a ş ı n d a ülkede dini b a s k ı d ö n e m i n i n artık k a p a n d ı ğ ı n ı n ilk işareti o l m a s ı n d a n d ı r denilebilir. Nitekim D e m o k r a t l a n n b u ilk önemli, ferahlatıcı ve millî birliği sağlamlaştırıcı icraatının a r k a s ı n d a n Türkiye'de h e m dinî hürriyetler ve h e m de dinî eğitim a l a n ı n d a önemli adımlar atılmay a b a ş l a n m ı ş t ı r . Kur'anı Kerim'i öğretmek s e r b e s t olm u ş , K u r ' a n Kursları ve bilgili din a d a m ı yetiştirecek İ m a m Hatip Okulları açılmış, ilk o l a r a k A n k a r a Üniversitesinde bir İlâhiyat Fakültesi öğrenime b a ş l a m ı ş , Yüksek İslâm Enstitüleri, faaliyete geçmiştir. Bu yapıcı uygulamalarla birlikte devletin dine bakışı olumlu yönde değişmiş, o devrin Başbakan'ı (1950-1960) rahmetli Adnan M e n d e r e s "Türkiye Müslümarîdır ve Müslüman kalacaktır" demiştir. 1950 öncesi d ö n e m i n baskıcı, ezici ve cezalandırıcı anlayış ve u y g u l a m a l a r ı k a r ş ı s ı n d a b u söz ve yeni politikanın ne k a d a r ileri ve m e d e n î bir gelişme olduğu kendiliğinden anlaşılır. O k u l l a r a seçmeli olarak d i n dersi k o n u l m u ş ve r a d y o d a dinî yayınlar özel dinî günlerde mevlütlar o k u n m u ş t u r . Bu yeni gelişme şüphesiz ki ülkemizde d a h a barışçı bir o r t a m ı n ortaya ç ı k m a s ı n a ve millî b ü t ü n l ü ğ ü m ü z ü n k u v v e t l e n m e s i n e yol a ç m ı ş t ı r . Ç ü n k ü lâikliğin baskıcı, zorlayıcı u y g u l a m a s ı h e m ülkede bir çekişme ve ç a t ı ş m a h a v a s ı m e y d a n a getirmekte ve h e m de dev- . let-millet zıddiyetine sebep olarak, t o p l u m d a bir böl ü n m e y e , p a r ç a l a n m a y a yol a ç m ı ş b u l u n u y o r d u . İşte yeni dönemle birlikte, lâikliğin yıkıcı ve b ö l ü c ü etkileri
o r t a d a n k a l k m a imkânı d o ğ m u ş b u l u n u y o r d u . Fakat h e m b u yeni icraat ve h e m de lâiklik ilkesi 1950'den s o n r a muhalefete d ü ş m ü ş olan CHP t a r a f ı n d a n siyasî mücadelede bir u n s u r , bir malzeme olarak kullanılmay a başlanmıştır. O devrin muhalefeti, "devrimler elden gidiyor" gibi sloganlar kullanmış, mevcut DP iktidarını "dini istismar etmek" ve "irticayı hortlatmcüc" şeklindeki h ü c u m l a r ı n hedefi haline getirmiştir. İşte 1950*11 yıllar yeniden bir lâiklik ve devrimler tehlikeye düştüğü tart ı ş m a ve çekişmelerine s a h n e o l m u ş ve mütefekir yaz a r Peyami S a f a ' m n m e ş h u r "Devrimbazlaf deyiminin ortaya çıkmasına yol a ç a n olaylara şahid 1 olmuştur. Muhalefetin eski dönem ve uygulamaların özlemini ifâde e d e n b u t u t u m u n a r a ğ m e n millet yeni devrin "din ve vicdan hürriyeti" temin eden siyasetini benimsemiş ve desteklemiştir. B u n a r a ğ m e n CHP muhalefetinin "inkılaplar tehlikeye düştü", '.'lâiklik elden gidiyor" sloganları ile özetlenebilecek s e r t muhalefetinin bazı kesimlerde ve özellikle de, önceki dönemin hâkim sosyal grupları olan sivil ve askerî b ü r o k r a s i üzerinde etkili olmadığını söylemek yanlış olur. Görülüyor ki Türkiye 1960'lara geldiğinde ve 27 Mayıs 1960 h ü k ü m e t d a r b e s i v u k u u b u l d u ğ u n d a lâiklik k o n u s u ülkemizde s i y a s î platformda tartışılan bir meseledir. İktidar-muhalefet mücadelesinin adeta değişmez bir g ü n d e m vasıtasıdır. 27 Mayısı takibeden dönemde de k o n u n u n bu mahiyeti devam etmiş, ü s l û p ! ve mahiyette önemli bir değişme, olmamıştır. İşte b u d u r u m hepimizi d ü ş ü n d ü r m e l i ve çözüm a r a m a y a sevketmelidir. Şöyle ki, lâiklik meselesi ülke-' mizde öncelikle bir siyaset k o n u s u ve siyasî çekişme, iktidar rekabeti mevzuu olagelmiştir. Sağda olan milliyetçi, m u h a f a z a k â r parti ve k a d r o l a r h e p din ve vicd a n hürriyetinden y a n a olmuşlar ve dinî d ü ş ü n c e ile eğitimde serbestiyeti s a v u n a r a k manevî gelişmeyi destekleyici u y g u l a m a l a r yapmışlardır. B u n a karşı eski CHP muhalefeti ve genellikle sol partilerle onları destekleyen b a s ı n ve kadrolar b u n u n k a r ş ı s ı n a çıkmış, "irtica ve gericiliğin hortladığı" m ileri sürerek, mevcut iktidarı "dini istismar etmek" le suçlamışlardır. Sol çev-
r e kişi ve k u r u l u ş l a r bunu yaparken, daima devrimleri ve tahsisen lâikliği ileri sürmüşlerdir. Ülkemiz için talihsizlik o d u r ki, b u siyasî mücadele ve ideolojik çekişme lâiklik üzerinde asıl yapılması gereken ilmî çalışmaları gölgelemiş ve onu ikinci p l a n a iterek, yapıcı etkisini yok edecek derecede zayıflatmışt ı r / H a l b u k i lâiklik m e s e l e s i n i n ç ö z ü m ü n d e asıl soz , ilmî çalışma ve a r a ş t ı r m a l a r d a olmalıdır. Türkiye'deki lâiklik meselesine siyaset ve ideolojinin çarpıtıcı ve ç a t ı ş m a y a yol açıcı zaviyesinden değil de ilmî bir açıdan b a k a r ve tarihî, sosyolojik verilen goz ö n ü n e alırsak, k o n u n u n oldukça değişik bir g o r u n u ş kazandığını tespit e t m e k m ü m k ü n olur. T a n z i m a t t a n s o n r a T ü r k Devlet'inin islânıî prensip ve ideallere day a n a n yapısının g ö r ü n t ü s ü n ü değiştirme istikametinde temayüller o r t a y a çıkmıştır. Bizatihi T a n z i m a t m kendisi de işte b u "görüntü değiştirme" ihtiyacının bir s o n u c u olarak k a b u l edilebilir. O d ö n e m d e k i Duvel-i M u a z z a m ı n ı n y â n i güçlü Avrupa Devletlerinin, Osm a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u n u çeşitli yönlerden b a s k ı altına alması ve m ü t e m a d i y e n ıslahat, reformlar talep etmesi s o n u c u n d a , onları t a t m i n e de yönelik bazı değişiklikler devlet t a r a f ı n d a n , y â n i y u k a r ı d a n yapılmaya b a ş lanmıştı. Bunlar, h e m b a t ı n ı n isteklerine cevap verm e k ye h e m de o n l a n n etkisi ile teşekkül eden batıcı zümreleri t a t m i n için ortaya çıkıyordu. Osmanlı dönem i n d e b ü t ü n b u ç a b a ve değişikliklerin a r k a s ı n d a k i a n a tayin edici hedef "Devleti Batı baskısına karşı coruma" fikri, politikası idi. Türkiyede lâiklik temayülleri böyle başlamıştı. D a h a sonraları ve Cumhuriyet döneminde, b u tarihî aslî sebepten ayrılarak ve böyle bir s a v u n m a hedefind e n uzaklaşılarak devletimiz .ve milletimizin e n hayatı, besleyici ve b ü t ü n l e ş t i r i c i temel manevî k a y n a k t a n uzaklaşması gibi yıkıcı, a ş ı n bir anlayış ve uygulaman ı n içine d ü ş ü l m ü ş t ü r . Kısacası hareket noktası b a ş k a o l m u ş ve f a k a t yolda hedef s a p m a s ı ortaya çıkmıştır. Halbuki islâmiyet milletimiz ye devletimiz için a n a temel inanç sistemi olmak vasfıyla birlikte bizi b ü t ü n l e ş tirici, direnme g ü c ü m ü z ü sağlayan asıl moral, manevi-
yat ve a h l â k kaynağıdır. Türkiye'de İslâm i n a n c ı m zayıflatan h e r siyaset ve uygulama, milletimizi, devletimizi zaafa d ü ş ü r ü r , millî b ü t ü n l ü ğ ü gevşetir, ahlâkı zedeler ve dış d ü ş m a n l a r a karşı direnme g ü c ü m ü z ü tahrip eder. Böyle girişimler şayet bazı kişi ve k u r u l u ş l a r t a r a f ı n d a n şayet "Laiklik" ilkesi a d ı n a yapılıyorsa, ortaya d a h a d a ciddî bir d u r u m çıkar. Ç ü n k ü h e r h e k a d a r 6 ok'un aslî olarak 5 t a n e s i artık A n a y a s a ' d a n çıkarılmış ise de "lâiklik" ilkesi İsrarla m u h a f a z a edilmiş ve çıkarılmaması için h u k u k î ve siyasî düzenlemelere b a ş v u rulmuştur. B u g ü n için artık öyle bir değişme yapılmaya çalışılm ı ş t ı r ki, g e ç m i ş d ö n e m d e 6 ok ü z e r i n e k u r u l a n "resmî ideoloji" inancı şimdi t e k bir ok üzerine k u r u l m a y a çalışılmaktadır ve o d a "lâiklik" ilkesidir. Eskiden 6 ok'a s a h i p çıkan "devrimci" ve inkılapçı kişi ve çevreler b u g ü n ü n Türkiye'sinde sadece "lâik", olarak görüşlerine resmiyet k a z a n d ı r m a ve t o p l u m a b e n i m s e t m e d a v r a n ı ş l a r ı n a girmişlerdir. B u n u n için z a m a n z a m a n d e m o k r a s i dışı. g ö r ü ş ve zorlamalara d a b a ş v u r u l m a k tadır.
söz k o n u s u o l u n c a "141 v e 1 4 2 . m a d d e l e r kaldırılabilir v e fekat 163-aslal" demişler idi. 141 ve 142 kom ü n i z m i yasaklıyordu. B u d ü ş ü n c e y i s a v u n a n l a r milletimize t a m a m e n y a b a n c ı ve a r t ı k ilim dışı olduğu y a y g m bir şekilde bilinen m a r k s i s t ideolojilerin serbest olabileceğini ve f a k a t milletimizin i n a n ç sistemi olan i s l â m d i n i n i n e s a s l a r ı n ı n a n l a t ı l m a ve yayılmasının s u ç teşkil edeceğini söyleyebilmişlerdi. B u r a d a k i çifte s t a n d a r t , sosyal ve manevî yanlışlık ortadadır. Sonuçd a ilim ve sâlim d ü ş ü n c e galip gelerek 141 ve 142 ile birlikte 163. maddeyi de TBMM kaldırdı. Türkiyede din ve v i c d a n hürriyetinin ü z e r i n d e k i D e m o k l e s Kılıcı gibi d u r a n ve çok kişinin ceza evlerine gönderilip çile çekm e s i n e yol a ç m ı ş olan b u m a d d e n i n kaldırılmasında C u m h u r b a ş k a n ı m ı z ve Türkiye Millî K ü l t ü r Vakfının u z u n s e n e l e r başkanlığını y a p m ı ş Sayın T u r g u t Özal beyefendinin çalışması ve s a r s ı l m a z iradesi ö n p l â n d a rol oynamıştır. B u k o n ü d a S a y ı n Özal'ın hizmeti b ü y ü k ve tarihîdir. İsrarla ç a l ı ş m a s ı ile yersiz k o r k u l a n b e r t a r a f e t m i ş ve 21. A ş r a girmeye h a z ı r l a n a n toplum u m u z u n h u k u k î ve sosyal bir a y ı p t a n k u r t u l m a s ı n d a ö n c ü l ü k yapmıştır.
Bu d u r u m Türkiye'de rahatsızlık ve gerginliklere de yol a ç m a k t a d ı r . Ç ü n k ü T ü r k t o p l u m u eski dönemlere göre değişmiş ve gelişmiştir. O dönemlerin anlayış, politika ve uygulamalarını a r k a l a r d a bırakmıştır. D ü n y a daki değişmelere de parelel olarak ü l k e m i z d e de "insan hak ve hürriyetleri" hayatî bir ö n e m k a z a n m ı ş ve d e m o k r a s i n i n ayrılmaz bir cüz'ü olarak k a b u l edilmiştir. i h s a n h a k ve hürriyetlerinin içinde "Din ve Vicdan Hürriyeti" n i n özel ve h a s s a s yeri vardır. B u h a k ve hürriyetin kâmil bir şekilde memleketimizde de işlemesi g e r e k l i d i r ve b u t o p l u m u n a r z u s u d u r . B u n u n "lâiklik" ilkesini tehlikeye d ü ş ü r d ü ğ ü n ü ileri s ü r e r e k önlenmesine çalışmak, gelişmeleri d u r d u r m a k ve milletimizi h a k s ı z yere ilkel seviyelerde t u t m a y a , çalışmak m a n a s ı n a geleceği aşikârdır.
163. M a d d e n i n kaldırılması ile elbette ki Türkiye'de d i n ve v i c d a n hürriyeti t a m m â n â s ı ile s a ğ l a n m ı ş olm a m a k t a d ı r . Ülkemizin b u ve diğer i n s a n h a k ve h ü r riyetleri a l a n ı n d a atacağı önemli a d ı m l a r vardır. B u g ü n e n tabii dinî h ü r r i y e t ve h a k k a r ş ı s ı n a çıkan ve meseleleri bir çekişme o r t a m ı n a k a d a r g ö t ü r e n kişi ve çevreler b u n u "laiklik" a d ı n a y a p t ı k l a r ı m ifade etmektedirler. B u n l a r ı n a n l a y ı ş l a n n d a k i lâiklik, ülkemizdeki h ü r r i y e t l e r i n ö n ü n e çıkarılan b i r önleyici, y a s a k kavr a m d ı r . Onlar, bilerek veya bilgisizce i n a n a n kişilerin i n a n ç hürriyetlerini engellemek istemekte ve bir "nâkvs demokrasi" anlayışı içinde b u l u n m a k t a d ı r l a r . Halbuki, demokrasiyi işlemez h â l e getiren h e r totaliter, teped e n inmeci davranış bizim gelişmemizi, milletler yarışın a a y a k uydurmamızı önleyecektir.
. Nitekim kendilerinin "lâikliğin" s a v u n u c u s u olduğun u ileri s ü r e n bazı kişi, çevre ve k u r u l u ş l a r y a k ı n zam a n önce T ü r k Ceza K a n u n u ' n u n h a k ve hürriyetler ile ilgili ve o n u önleyici bazı m a d d e l e r i n i n değişmesi
Ç a ğ d a ş T ü r k t o p l u m u b u g ü n bir çok "lâik" lerin sav u n m a y a çalıştığı yasaklayıcı, zorlayıp emredici a n l a yışları i ç i n d e elbette g e r ç e k l e ş e m e z . Demokrasiler,, "resmî" d e n e n "ideoloji" lerle y ü r ü m ü y o r . Demokrasi,
i n s a n h a k ve hürriyetlerine d a y a n a n bir "millî mutabakatlar"' rejimidir. Yeni bir a s r a girerken b u n u n n i m e t lerinden y a r a r l a n m a ve gelişmiş bir toplum olma milletimizin de hakkıdır. B u n u n için h e r h a l d e öncelikle "tabu" ve "ideolojilef den k u r t u l m a m ı z gerekiyor. Bu hedeflere u l a ş m a k , diğer k o n u l a r d a öldüğü gibi lâiklik meselesinde de ilmi ve araştırmayı k o n u ş t u r u p o n a b a ş v u r m a k l a m ü m k ü n olacaktır. İşte b u gaye ile Türkiye Millî K ü l t ü r Vakfı "lâiklik" k o n u s u n u bir a r a ş t ı r m a y a r ı ş m a s ı olarak seçti. Açtığımız y a r ı ş m a d a değerli yazâr ve a r a ş t ı r m a c ı Sayın Yalçın Toker'in eserini jüri birinciliğe lâyık g ö r m ü ş t ü r . Bu güzel neticeden dolayı Sayın Toker'i i ç t e n d u y g u l a r l a tebrik e d i y o r u m . Eserini b e n zevk ve istifade ile o k u d u m . Sizin de aynı d u y g u l a n benimle paylaşacağınıza i n a n ı y o r u m . Sayın Yalçın Toker beyin eserini h e r k e s e tavsiye e d i y o r u m . O, b u çalışması ile Türkiye'nin g ü n d e m i n d e k i önemli b i r meseleyi ilmin, t a r i h i n ve sosyolojinin aydınlatıcı ışığına çekmiştir. ı Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş İstanbul, Ş u b a t - 1 9 9 3
TOPLUM'UN DÜZEN . KURALLARI i n s a n l a r tek
başlarına
yaşayamazlar. Yaratılışları icabı,
mutlaka cemiyet halinde, yani toplu halde yaşamak zorundadırlar. C e m i y e t , halinde yaşamanın tabiî sonucu olarak, içinde yaşadıkları cemiyeti meydana getiren öteki fertlerle ve cemiyetin bizatihi kendisi ile sürekli temas halinde bulunacaklardır. Bu temaslar sonucu ortaya çıkan realite,, top.lumsal bir hayatın başlaması ve sonuçta bir sosyal ilişkiler bütününün oluşmasıdır. însanm kendi kendine yetmesi, yani bütün ihtiyaçlarını tek başına karşılayabilmesi mümkün değildir. İnsan, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, aynı cemiyet içindeki diğer fertlerle bir işbölümü ve sürekli bir sosyal ilişki içinde olacaktır. Bu ilişki sırasında, fevtlerin menfaatleri karşı karşıya gelecek ve bunların uzlaştırılması ihtiyacı belirecektir. Uzlaştırmayı, işbölümünde cemiyetin düzenini kurma görevini üstlenenler sağlayacaktır. Nasıl? Bir takım kurallar getirerek.. Bu s o s y a l ilişkilerin bir takım kurallara bağlanması, cemiyetin düzenliliği için gerekli ve şarttır. O halde, cemiyeti nizamlayan bu kurallar, insanların cemiyet halinde yaşamaları hadisesinin hem şartı hem de sonucudur. İnsanların bir cemiyet içinde birlikte yaşamaları olayı, hem cemiyeti oluşturan fertlerin ve hem de cemiyetin menfaatlerine uygun olarak sürdürülmelidir. İşte bu menfaat dengesini, cemiyet düzenini kuran "nizam kuralları" sağlayacaktır. Nizam ku-
rucu kurallara sahip olmayan cemiyetler, cemiyeti meydana getiren fertlerin egoizmleri sonucu anarşiye yönelirler. İnsan toplumlarında sosyal nizamı kuran ve sosyal ilişkileri düzenleyen kurallar, üç ana başlık .altında toplanır. Bun1. Din kuralları, 2. Ahlâk kuralları, 3. H u k u k kurallarıdır. Toplumsal hayatın düzenli biçimde işleyebilmesi için cemiyeti oluşturan fertlerin, .cemiyeti nizamlayan bu kurallara uymaları gereklidir. Bu araştırmanın esas konusu "Din Kuralları" olduğuna göre, cemiyet düzenini kuran öteki iki kurala, yani hukuk ve ahlak kurallarına bir nebze temas ettikten sonra esas konumuzu işlemeye başlayacağız. tfizam kurucu kurallarının üçü de, insanlara, yapmaları ve yapmamaları gerekli olan hareketleri gösterirler. . Din Allahm kanunudur. Allahm, yapmayı yasakladığı bir hareketi yapmak veya yapmayı emrettiği bir hareketi y f P ™ ™ k ' ° ' n u n koyduğu kuralları çiğnemek demektir. İhlal edilen her kuralın bir müeyyidesi vardır. Din kurallarının ihlâl edilmesinin müeyyidesi "günah"tır. Günah işleyenlerin, cehennemde çeşitli cezalara çarptırılmaları da dinlerin gereğidir. Ahlâk kuralları, ferdin kendi nefsine, diğer fertlere Ve topluma karşı yapması ve yapmaması gereken hareketleri gösterir. Kişinin kendi nefsine karşı olan hareketlerini düzen eyen ahlak dalma "ferdî ahlak", toplumla ilişkilerini düzenleyen ahlak dalına ise "sosyal ahlak" denilir. Ferdî ahlakın yapmamayı emrettiği hareketleri yapan veya yapmayı emrettiği hareketleri yapmayan fert "vicdan azabı" duyar. Sosyal ahlâkın yapmayı veya yapmamayı emreden ku-
rallan ihlâl edenler ise "ayıplanır." Demek ki, ahlakın müeyyideleri de, "vicdan azabı" ve "ayıplama" dır. Dinin müeyyidesinin de "günah" olduğunu ıgörmüştük. Unutulmamalıdır ki, din ve ahlâk aynı şeyler değildir. Mesela dindar bir insanın bile ahlâksız olması mümkündür, ama bir dinsizin ahlâklı olması pek mümkün değildir. İnsanların bir cemiyet içerisinde düzenli bir biçimde yaşayabilmelerini sağlayan kurallardan üçüncüsü de "hukuk kuralları" dır. Hukuk kuralları da tıpkı din ve ahlak kuralları gibi ferdin, cemiyet içindeki diğer fertler ve toplumla olan ilişkilerini düzenler. Yani ona, yapması ve yapmaması emredilen kurallan gösterir. Hukuk kurallarının müeyyidesi ise "ceza" dır. İlkel cemiyetlerde, cemiyet hayatını düzenleyen din, ahlâk ve hukuk kuralları birbirlerine kanşmış durumda idi. Cemiyet geliştikçe, bu nizam kurallarının alanları da belirginleşmiş, her biri, kendi bağımsız alanına yerleşme sürecine girmiştir. Önceleri, hukuk kurallan> din kurallarını koruma altına almışlar, müeyyideleri ile din kurallarının bir bölümünü veya tümünü emredici, hukuk kuralı şekline dönüştürmüşlerdir. Bu d u r u m Devletin şekline göre çeşitlilikler göstermiş, dine bağlı Devlette doğrudan uygulanmıştır. Modern zamanlara doğru uzanan gelişme süreci içinde din ve hukuk ilişkileri değişikliklere uğraya uğraya "laik devlet" düzenine kadar gelinmiştir ki, araştırmamızın ilerleyen bölümlerinde bu konuyu ağırlıklı olarak işleyeceğiz. Ahlâk ve hukuk kuralları arasındaki yakınlık ve sıkı ilişki, ileri toplumlarda ağırlığını daha fazla hissettirmiştir. Ahlâk, modem hukukun en önemli kaynakları arasında yer almış, kanunlar genellikle ahlak kurallarına hukukilik kazandırmışlar, onlan "ceza" müeyyidesine bağlayarak, fertlerin zorunlu olarak ahlâkın emir ve yasaklarına uymalarım sağlamışlardır. Ahlakın, vicdan azabı ve ayıplamaktan ibaret olan, dolayısı ile resmîlik ve zorlayıcılık gibi hukuk müeyyidelerine özgü yaptınm gücünden yoksun durumunda meydana. gelen bu gelişmeler, cemiyetlere göre farklılıklar göste-
rir. Bu konuda, sosyal adaleti ilke edinmiş günümüz devletlerindeki "sosyal ahlak"ı koruyucu gelişmeleri, ilerideki bölümlerde inceleyeceğiz. Ahlâk ve din kurallarının düzenledikleri alanlar, hukuk kurallarının düzenlediği alana oranla çok daha geniştir. Çünkü din ve ahlak günlük hayattaki en küçük ayrıntıyı dahi kuralları ile düzenlemiştir. Meselâ görgü kuralları, ahla-» km konusu içindedir ve bir toplumda oturmayı, kalkmayı bile belli kaidelere bağlamıştır. Tabii bu gibi hususlar hukukun konusunun dışındadır. Hukuk kuralları, din ve ahlak kurallarını ne kadar yasallaştırırlarsa yasallaştırsınlar, hiçbir zaman onların tümüne hukukîlik kazandıramamışlardır. Tarihin seyri içerisinde, sözünü ettiğimiz bu durumları kısaca gözden geçirmemiz konumuzun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.. ESKİ TÜRKLERDE TOPLUM DÜZENİ
E s k i Türkler monarşi esaslarına göre yönetilmişlerdir. "Allah'ın oğlu" ve "güneşin veya ayın tahta çıkardığı kişi" olan Hakan, devletin kudret ve egemenliğini tek başına elinde bulundururdu. Eski Türklerde, sosyal hayatı düzenleyen kaidelere verilen genel ad; töre veya "Türe"dir. Türe idare edenle (Hakan), idare edilenlerin uymak zorunda oldukları kaideler bütünüdür. Adına yusun hukuku da denilen örfî hukuk, kaynağını uzak bir mâzi içerisinde nesilden nesile değişe değişe gelen töreler yani an'anelerden alır. Devlet kurucu bir karaktere sahip olan Türk milletinin hukuk yaratıcı olması çok tabiidir. Millî hukukumuzun kaynağı olan türe, şu kültürel
kaynaklar içinde nesilden nesile yaşamıştır: dil, din, destanlar, vecizeler, ata s ö z l e r i , kitâbeler, tarihî ve edebi eserler gibi.. i.
ORHUN ÂBİDELERİNDEN.. I V t e s e l a Göktürkler döneminde Orhun Abidelerindeki taşlara kazılıp günümüze kadar ulaşmış olan şu sözler, eski Türklerdeki sosyal hayat düzeninin kuruluşunu göstermek için yeterlidir: "Ben Tanrı gibi Tanri'dan olmuş Türk Bilge Kağan..Tanrı irade ettiği için Kağanlık tahtına oturdum. Türk Kağanı Ötüken'de oturursa Türk vatanında sıkıntı olmaz...İçte aşsız, dışta donsuz, düşkün, perişan milletin başına geçtim. Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım.. Ölecek milleti diriltip besledim. Fakir milleti zengin yaptım. Türk töresini bırakmış milleti, atalarımın töresince yetiştirdim. Türk Oğuz Beyleri, Türk Milleti işitin: Üste gök çökmedıkçe, altta yer delinmedikçe, Turk Milletini, Türk Devletini, Türk Vatanını, Türk töresini kimse bozamaz. Ey Türk titre(düşün) ve kendine dön!.." İşte Türk devlet nizamının işleyişi, hakan-millet ilişkileri, türeye verilen önem, hakanın gece uyumayıp, gündüz oturmadan milleti için çalışmasını öngören atalar emri.. Hakan, toplumu, buyruklarla yönetirdi. Buyruklar, "türe"ye göre, atalardan sürüp gelen örf adet ve geleneklere aykırı olamazdı. Önemli işlerde ve belirli zamanlarda Kurultay adı verilen halk toplantıları düzenleyerek, adeta demokratik bir biçimde halkın kararını belirler ve o karara uygun buyruklar vermeye çalışırdı. Hakan, ülkede yalnız güvenlik ^ asayişi temin eden kişi değil, adaleti de sağlayan üstün irade idi. Hakanın ölümünden sonra yeni hakanı belirleme görevi Kurultay'a aitti.
Göktürk türesine,göre, isyan, vatana ihanet, katil, zina, bağlı atı çalmak gibi suçların cezası idamdı. İdam cezalan oklanarak ve yay kirişi ile boğularak yerine getirilirdi.
Bu anlatılanlar, din hürriyetinin eski Türklerde devlet himayesinde olduğunu göstermeye yeterlidir. (Prof. Osman Turan-Türk Cihan Hakimiyeti Tarihi-s: 455)
Soyluların kanlan kutsaldı, akıtmamak için bunlar yay
Türkler islam dinini kabul ettikten sonra ise, Türk hukuku çoğu alanda îslam hukukukun etkisi altına girmiştir.
kirişi ile boğulurlardı. Yay hakimiyetin sembolü idi. Hakan ve ak kemikten sayılan öteki üst tabaka mensupları, dinden kaynaklanan imtiyazlara sahiptiler. Bunlar için farklı düzen kurallannm konulmuş olması da, eski Türklerde toplum düzenini kuran hukuk kurallannm din kaynaklı olduklarını göstermektedir. Yaralama olaylannda tazminat ödenirdi. Mesela bir kişi, birinin gözünü yaralamışsa, ona kendi kızını verirdi. Hırsız' çaldığının 27 katını vermekle yükümlü idi. Siyasî kudreti elinde bulunduran tudun, yabgu, hakan gibi devletin büyüklüğüne göre ünvan alan yönetici, aynı zamanda o devletin toyonu yani dinî lideri idi. Totemlere kurban kesmek, ayinler düzenlemek, dua etmek gibi ibadetler toyonun yönetiminde topluca yapılırdı. Devlet başkanı kudretini Gök'ten(Tann'dan) alırdı. Gökte bir güneşin bulunması gibi yerde de onun temsilcisi olan bir hakan bulunmalı idi. Hakan, Tanrının yardımı onun üstünde olduğu sürece halkını zenginlik ve adalet içinde yaşatırdı. Bunu yapamayan hakandan, Tanrının kut'unu geri aldığı düşünülür ve Kurultay karan ile düşürülebilirdi.
GÖKTÜRKLERDE DİN HÜRRİYETİ Ldare edilenlerin, törelerden doğan geniş hak ve hürriyetleri vardı. O dönemin dinleri olan şamanlık, buda, mani, hıristiyanlık ve musevî dinine mensup insanlar, Göktürk Devleti hakimiyetinin sürdüğü topraklârda, devlet güvencesi altında ahenk içinde yaşıyorlardı..
ŞERİAT
Ş e r i a t adı verilen İslâm Hukuku'nun en üst noktasında, Anayasa niteliğinde Kur'an-ı Kerim vardır. Kur'an-ı Kerim, Allah'ın emir. ve yasaklarını gösterir., Yani devlet tarafından konulmuş bir hukuk değildir. Kuranı Kerim'in emirlerinden sonraki sırada, Hadis-i Şerifler yani Hazreti Peygamberin sözleri ve hareketleri gelir. . . . Üçüncü sıra, İcma-ı Ümmet adı verilen, din alimlerince âyet ye hadislerin yorumlanmasının yapıldığı ictihadlar, dördüncü sırada da Kıyas-ı Fukahâ denilen, âyet ve hadislerin kıyas yolu ile değişik olaylarda uygulanması hükmü gelir. İşte İslamm bu dört kaynaktan gelen hukuk kurallarının tümüne Şeriat adı verilir. Hz. Peygamber, "Size iki şey bıraktım; bunlara sarıldığınız sürece dalâlete düşmiyeceksiniz: Allahın kitabı(Kuran-ı Kerim) ve Peygamberin Sünneti" (Hadi-i Şerifler) demişti. Peygamberin vefatından sonra, toplum düzeninin kurulması için müslümanlar bu iki kaynağa başvurmakta idiler. Ancak bu baş vurma işinde her zaman başarılı olunamıyordu. Çünkü herkes, Kur'an ve Sünnet'te yer alan hükümleri kolaylıkla anlayacak durumda değildi. Üstelik sünneti teşkil eden hadisler de derlenmiş de değildi. Bu yüzden, Kur'an ve hadisi iyi bilen başta dört halife Hz. Ebubekir, Hz. Ömer,
Hz Osman ve Hz. Ali olmak üzere bütün sahabıler fetva v ^ m e görevini üzerlerine aldılar. Kur'an ve sünnette bu duklTrı delillerle müslümanlarm problemlerini çozumledık^ Delifbulamadıkları zaman da kendi icdhadlanyla karar verdiler İşte icma-ı ümmet de bu idi. Daha sonraki yı larda mezhep imamları, büyük fıkıh bilgisine sahip ^ a m l a r yeüşmiş, Kur'an ve sünnetin ruhuna uygun ıctıhadlarda bulunarak, ictihadlarm yerleşmesini sağlamışlardır. İmam Şafiî, "Sahih hadisi bulunca benim sözümü «tm. CünküZnim mezhebim, sizin bulduğunuz sahth hadtsttr" diverek hakkmda sahih hadis bulunamayan meselede dm âlimlerinin içtihadına göre düzenleme yapılacağını, ama sa ffiS bulununca, hadis'in hükmüne uyulacağını ; ade . S ş oluyordu. (Kaynak: Hayrettin Karaman-islam Hukuk Tarihi-s:123) Kıyas-ı fukahâ, herhangi bir konuda mevcut olan ayet veya hadis hükmünün, kıyas yolu ile kidir Mesela Kur'anı Kerim şarabı yasaklamıştır. Rakı ye aı ğCTİçldterhakkmda ise Kur'anı Kerim'de açık bir huku yoktur. Şarabın yasaklanmasmdaki sebep ve mak t g O Z - önünde tutularak aynı hüküm, kıyas yolu ile dıger içkilere . de uygulanacaktır ki kıyas-ı fukahâ budur. İSLÂM ANAYASASI
H Z . Muhammed, Medine Site Devletinin Anayasalını müslüman ve gayri müslim hemşehrileri ile birlikte hazırS t ı Zamam zaman beliren ihtiyaçlara gore onun maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. Kur'anın vaz ettiği din kurallarının ise tirilemez. Değiştirilmemiştir ve kıyamete kadar da değiştin Îemeyecektir Prof. Hamidullah islâm Anayasası hakkında şu bilgileri vermektedir:
M
" h a m m j e d ' ^ « s l ü m a n l a r a ve gayri müslimlere danıştıve b a s i t e devleti halinde teşkilatlanmak üzere Hz. Enes m evmde toplandılar. Anayasa resmen bir k a p d a yazıldı. Bu metnin tamamen bize kadar gelmiş olması bü>4k bir bahtiyarlıktır. Bu vesika sadece ilk İslam Devletinin Anayasası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bütün dünl ^ n a y , a S a y i t e § k i l e m e k t e d i r . Anayasanm getirilip hürriyeti açık bir ifade ile şöyle dile
altında olduğunun belirtilmesi gibi hükümler modern Anayasalarda bulunan ilkeleri hatırlatmaktadır. TÜRKLERİN İSLÂMİYETİ KABULÜ T ü r k l e r îslamiyeti severek ve kolayca kabul etmişlerdir. Çünkü Türkler zaten tek tanrıya inanıyorlardı. Oysa Araplar, çok tanrılı bir inançtan, tek tanrı dinine geçtiklerinden, Îslamiyeti oldukça zor ve mücadeleli bir biçimde kabul etmişlerdir. .
"Beni Avf Yahudileri müminlerle birlikte bir ümmet teşkil eder er. Yahudilerin dinleri kendilerine, m ü l t n n d m l e n kendilerinedir.» (Tabiidir ki bu hükmün anlam, İ 1 1 ™ k e n d i f e r i n i n , ancak bütünlüğü bozmayîn'
S S S T ^
Karahanlılâr dönemi, Türklerin akın akın islamiyet halkasına katıldıkları dönemdir.
İslam Anayasasımn ilkeleri zamanımızda tasnif edilmişv tir. buna gore: Allahhr. a n U n ^ olamaz^ 1 1 1 1 1 3 ' ^
Ve y a r a t m a b a k l m ı n d a n
^ ^
Karahanlı Hakanı Satık Buğra Han Îslamiyeti ilk kabul eden Hakandır. Satuk Buğra Han, 926 yılında, babası Bazır Aslan Hanı'm yerine Kaşgarda tahta çıktığında 25 yaşında idi. Tahta geçer geçmez, gök tanrı dini olan şamanlığı terkederek Müslüman olduğunu ilân etti. Aynı zamanda Türk Milletinin ve Türk İmparatorluğu'nun tek resmî dininin Müslümanlık olduğu buyruğunu verdi.
gerçek hakim
K e r İ m 6 Ve S Ü n n e t e kesinlikle
aykırı
3. Devlet; vatan, dil, ırk gibi değerlere göre değil islâm nizamının temelleri üzerine kurulmuştur. ™ i 4 h ! 5 V İ e t ; S l n : l V f d İ n f a r k l gözetmeden, insanların normal butun insanlık ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür. 5. Devlet, İslâm Birliğini bozucu tefrikaları önleyecektir. 6 Bütün vatandaşlar, şeriatın kendilerine bahşettiği hak ve hürriyetleri, Devletin teminatı altında kullanacaklardır İslam Anayasa'sının bu prensipleri, 1951 y,hnda KarazenSşhr.
^
kongresinde yeniden dü-
Islam Anayasasında işaret edilen sınıf ve din farkı eözetmeksızm eşit muamele, hak ve hürriyetlerin Devlet teminat, 28
.
Bu olay, Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olmuş, Türklük ve islâmlık, o tarihten sonra birbirlerini bütünleyen iki önemli kuvvet olarak çağ açıp çağ kapamışlar, tarihe yön vermişlerdir. Türk kültürünün bin yılı adeta islamiyetle yoğrulmuştur. Bu bakımdan islamiyet, Türk kültürünün en değerli unsurları arasında yer almaktadır. Türkler islamiyeti kabul ettikten sonra, her dönemde, kendilerini dini koruma, yaşatma ve yayma görevlisi saymışlardır. Karahanlılarda, Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçuklularında, nihayet Osmanlılar'da seferler ve fetihler "cihat" sebebine bağlanmıştır.
SELÇUKLU VE OSMANLI DÖNEMLERİ S e l ç u k l u l a r döneminde toplumsal hayatı, örfî hukuk ve şeriat, birlikte düzenlemişdir. Tabii ki asıl olan şeriattır. Hukukî ihtilafların çözümünde örfî ve şer'î kadılar yetkili olmuşlar, kararlarını, işin gereğine göre ya Oğuz töresinden kaynaklanan ve sultanların emri ile uyulması zorunlu kural haline gelen "örfî" hukuka, ya da islâm şeriatına göre vermişlerdir. . Selçuklu ve Osmanlı hukuk nizamı içinde şeriatla birlikte, daha doğrusu, şeriattan sonra uygulama alanı bulan örfî hukukun Türklerin millî hukuku olduğunu biliyoruz. Nesilden nesile geliştirilerek yaşatılan gelenek, görenek, töre veya türe diye isimlendirilen bu yazılı olmayan hukuk kaynakları, milletin vicdanında yaşar, millî hâfızada korunur, Devlet • başkanının buyruğunda şekillenip, uyulması zorunlu kural haline gelir. Göktürklerden, hatta çok daha öncesinde Hunlardâri, Siyenpi ve Avarlar'dan bu yana Türk Devletlerinin düzeni sürekli, işte bu törelerle kurulmuştur. Zamanın,mekânın, dinin etkileri ile bazı değişiklikliklere uğramış, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de, Sultanların ve Padişahların emir ve fermanlarına yansıyarak kanunnamelere girmiştir. Örfî hukuk, şer'iatın boşluklarını doldurur. Daha doğrusu şeriatın hakkında hüküm getirmediği alanları düzenler. Mesela toprak düzeni konusunda islâm hukukunda ayrıntıya inen hükümler bulunmadığından, Osmanlı toprak nizamı örfî hukuka göre kurulmuştur. Bunun, yani örfî hukukun, uygulanabilmesi yine şeriat'ın izni ile olmaktadır. Bu izin, Kur'an-ı Kerim'in şu hükmünde yer alır: "Ey iman edenler, emir sahiplerine itaat edin" (En-Nisa: 4/59) Ululemr'e yani emir sahibi olan Devlet Başkanına itaat
müminin görevidir. Allahm ve Peygamberin emirlerinden sonra, ululemr'in emirlerine riayet edilecektir. Ancak, O'nun. buyruklarına, emir ve fermanlarına bir şartla uymak zorunluğu vardır. O şart da, şu hadis-i şerifte ifadesini bulmaktadır: "Halika isyan edilerek mahlûkata itaat edilemez" (Buhari-Müslim) Bu hadis hükmünün anlamı, mahlûkata yani yaratılmış olana (ululemr),'itaat edeyim derken, hâlık'a yani yaratan'a (Allah) isyankâr olmayınız.. D e v l e t başkanının Allahm emirlerine, yani şeriata ters düşecek emirlerine uymayınız. İşte, örfî hukukun, şeriata ters düşmemek şartı ile uygulanabilecek olması bu hükümle açıklık kazanmış olmaktadır. Osmanlı Dev.leti büyüdükçe, daha geniş coğrafyalarda, değişik din ve kültüre mensup insanların yönetilmesi de güçleşmiştir. Devletin temel ilkesi olan adaletin teessüsü ve teb'anm adaletle yönetilmesinin sağlanması için, hukuk düzeni tabiatıyla yetersiz kalacaktı. Üstelik devletin temel ilkeleri arasında hoşgörü de vardı. Bu sebeple, yerel hukuk düzenleri de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Padişahlar, her yöre için çıkardıkları .özel kanunnamelerde, yerel halkın örf ve âdetlerini yasallaştırmışlardır. Sofya Kanunnameleri, Mısır Kanunnamesi, Kıbrıs Kanunnamesi gibi isimler alan bu özel kanunnameler, yerel halkın kendi geleneklerine göre idare edilmelerinin sürdürülmesini sağlamıştır. Kanunnameler: "idarî, malî, cezaî muhtelif hukuk sahalarına aiî olmak iizere, vaktiyle padişahların emir ve fermanlarıyla konulmuş kamın ve nizamları aynen veya Özet olarak bir araya toplamak suretiyle tertip edilen mecmualar", diye tarif edililir. - Oldukça karışık ve dağınık halde bulunan Osmanlı Devleti kanun ve nizamlarının bir araya toplanılması işlemleri, zaman zaman bilim adamlarının kişisel girişimleri ile yapılmış, bir kaç defa da Padişahlar tarafından hazırlatılmıştır. Kanunnamelerin özel olarak derlenmesine örnek,
/
Hezârefan Hüseyin Efendi'nin,"Tahlis'il beyan f î Kavanin-i Alî Osmanı" ve Aynî Ali Efendi'nin, "Kavanin-i Alî Osman der hülasa-i mezâmin-i defter-i divan" ıdır. Padişah emri ile yapılan derlemelerin en ünlüleri ise, Fatih ve Kanunî Sultan Süleyman Kanunnameleri'dir. Osman Gazi Kanunu: . Örfî hukukun padişah fermanı ile müeyyideye kavuşmasına bir örnek olmak üzere, Aşıkpaşaoğlu Tarihinin 15. bab'ında yer alan şu satırları okuyalım: "Bu bab, Osman Gazinin kanunu hükümlerini bildirir: Kadı konuldu. Subaşı konuldu. Pazar kuruldu ve hutbe okundu. Bu halk kanun ister oldular. Germiyandan birisi geldi: "Bu pazarın vergisini bana satın" dedi. Halk, Osman Hâna git diye cevap verdi. O adam, Hâna gidip sözünü söyledi. Osman Gazi sordu: Vergi nedir? Adam dedi ki: Pazara ne gelse ben ondan para alırım. Osman Gazi: Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var ki. para istersin?. Adam: Hânım bu töredir. Bütün memleketlerde vardır ki, Padişah olanlar alır. Osman Gazi sordu: Tanrı mı buyurdu, yoksa beyler kendileri mi yaptı? O adam: Töredir Hamin, çok ezelden kalmıştır, diye cevap verdi. Osman Gazi çok kızdı," Bir kişinin kazandığı başkasının olur mu? Kendi malı olur. Ben onun malına ne koydum ki bana akçe ver diyeyim ? Bire kişi var git!" Bunun üzerine halk dedi ki:
"Hânım. Bu pazarı bekleyenlerde âdettir ki bir nesnecik veri-. le." -Osman Gazi: "Madem ki öyle diyorsunuz, öyleyse pazara bir yük getirip satan iki akçe versin. Satamayan bir şey vermesin. Kim bu kanunumu bozarsa, Allah onun dinini de dünyasını .da bozsun. Kime bir timar verirsem, elinden sebepsiz yere-alınmasın. O ölünce oğluna verilsin." Bu olay, göçebe Türk hukukunda mevcut olmayan, yerleşik düzenle ilgili yerel bir geleneğin örfî hukuka bir kural olarak girmesinin örneğidir. FATİH'İN KANUNNAMELERİ F a t i h ' i n emri ile, son Vezir-i Azamı Karamanlı Mehmet Paşa zamamında derlenmiştir. Bu kanunname, hem Osman Gazi'den beri mevcut olan ecdât kanunlarira ve hem de Fatih'in kendi koyduğu kanunları bir araya getirmektedir. Fatih'in, "Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi k a n u n u m d u r . Evlâd-ı kirâmım bununla amel edeler.." sözleri ile başlayan Kanunname, Türk örfî hukukunun önemli bir belgesidir. Özellikle saray düzeni, saltanat idaresi, idarede rütbeler, toprak nizamı, malî konular, baç, gümrük ve narhlar v.b. konulardaki düzenlemeleri gösteren hükümlerle, eski dönemlere ait yörük kanunnameleri'nin bir bütünlük içinde toplanmış olması Türk hukuk tarihi açısından bu kanunnamenin değerini arttırmaktadır. Fatih kanunnamesi içerisinde, millî hukukumuzun yanı sıra, şeriatın pek çok hükmünün kanunlaştırılması- da.yer almaktadır. Mesela, şeriatın ceza konuları üzerindeki zina, dövüş, sövüş, katil, şa'rap içme, hırsızlık gibi suçlarının unsurları ile bunlara uygulanacak cezalar, bunlar arasındadır. İleride yeri geldiğinde ayrıca temas edeceğimiz bir konuya, "Osmanlılarda din ve vicdan hürriyetlerine verilen önem" konusuna, Fatih'in koyduğu ilkelerin ışığında burada
kısaca yer vermek istiyoruz. Bunlar, Fatih'in kanunnamesin- . de yer alan kendi dönemine ait kanunların bir bölümünün kapsamı içinde bulunmaktadır. Tarihçi Yılmaz Öztuna, Fatih ile Ortodoks Kilisesinin münasebetlerini anlatırken, Mırmıroğlu'nun "Fatih Devrine Ait Vesikalar" isimli eserinden aldığı şu satırlara yer verir: "Feth-i mübin'iri ertesi günü, 30 Mayıs Çarşamba idi. Fatih Sultan Mehmed'in fermanları okundu. Saklanmakta olan halkın, cesaretle ve hiçbir şeyden çekinmeksizin meydana çıkmaları, kaçanların evlerine dönmeleri, malları, ırzları, canları, din ve mezhep hürriyetleri, hatta millî örf ve âdetlerinin tamamen Türk kanunlarının teminatı, altında olduğu ilan edildi. Ve bu hürriyetlere ne kadar titizce saygı gösterildiği, bugünkü İstanbul Rumlarının varlıkları ve durumları ile bellidir." (Büyük Türkiye Tarihi-cilt 2-sa:450) Fatih'in, yukarıda ifade edilen emirleri, bizde din ve vicdan hürriyetlerinin, kanunlarla feminata almışını gösteren önemli belgeler arasındadır. Nitekim bu emirler bütün Osmanlı tarihi boyunca yürürlüğünü sürdürmüş, din hürriyeti konusunda Türk topraklan adeta zamanın cenneti Olmuştur.
göstermektedir. Tarih sayfalarını dolduran bu olaylardan ileride ayn bir başlık altında söz edeceğiz. Ancak burada yeri gelmişken, Kanunî dönemine ait bir belgeye daha yer verelim: "Kanunî Sultan Süleyman devrinde, İstanbul ve çevre köylerdeki Kilise ve Havra'ların hukukî durumu tekrar söz konusu olmuş, bu arada, İslamiyetin, silah kuvveti ile yapılan fetihlerde, fâtihlere her türlü hakkı verdiği ileri sürülerek, Kiliselerin cami yapılması isteği tekrarlanınca durum Şeyhülislam Ebu's-Suud Efendi'ye sorulmuştur. . Ebu's-Suud Efendi, 1538 tarihli fetvasında, meseleyi araştırdığını, 117 ve 130 yaşlannda iki şahit bularak dinlediğini, Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'un kuşatılması sırasında, Yahudi ve Hırısitiyanlara bu mevzuda söz verdiğini söylediklerini, bu sebeplerle Kenais-i kadîme'nin (eski kiliseler) mevcut durumlan ile kalmasına karar verdiğini fetvası ile bildirmiştir. Bunun anlamı, Fatih'in ilgili cemaatler'e tanıdığı din ve vicdan hürriyeti haklarının hukukî durumlannı aynen koruduklarıdır. (Mecmua-i Fetâvâ- Prof Osman Turan'ın a.g.e. s: 341)
KİLİSELİRİN CAMİYE
FATİH'İN ORTODOKSLARA
DEĞİŞTİRİLMESİNİN ÖNLENİŞİ
TANIDIĞI DİNÎ HAKLAR
^ ( f a v u z Sultan Selim, bazı Kiliselerin cami yapılması teşebbüsünde bulununca, Şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi önüne geçmiş ve şunlari söylemiştir: . "Kur'ana ve Fatih Sultan Mehmed'in Patrikhaneye verdiği ahidnâmeye göre, bu şer'an câiz değildir." Böylelikle, kiliseliren câmi yapılmasını önlemiştir. (Prof. Osman Turan - Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi- s: 341) Bu ve buna benzer daha pek'çok olay Türklerde din vevicdan hürriyetlerinin yasalann teminatı altında olduğunu
F a t i h Sultan Mehmet; Hıristiyan topluluğuna dinî yönden çeşitli imtiyazlar tanımış, kendilerine ibadet serbestliği verdiğini kanunnamesinde yer alan fermanında belirtmişti. Hıristiyan bayramlarında, Fener Patrikhanesinin üç gün süre ile halka açık tutulması emri, Bizans İmparatorları döneminde bir türlü' seçilemeyen Patriğin (Georgios Skholarios) derhal seçilmesini sağlaması ve onaylaması, Patriği yemeğe çağırıp, ona hediyeler vermesi, Osmanlı protokolünde Patriğe vezirlerle eşit yer verilmesi, orduya Hıristiyanların
da din değiştirmeden katılabilmeleri imkânın sağlanması önemlidir. Özellikle, Ortodoks Patriğini tasdik etmesini, uzmanlar "Ortaçağ havsalasının almayacağı bir durum" olarak değerlendirirler. , Fatih bunu yaparken, ecdâdından miras kalan din hürriyeti ve adalete saygı ilkesi yanında, daha ileri bir siyasetle ortodokslan kazanmayı da düşünüyordu. Patrikhaneye verdiği muhtariyet ve imtiyazları düzenleyen fermanı ile İstanbul'un fethinden.önce zoraki olarak birleşen.ortodoks ve katolikleri birbirinden ayrılmaya, Ortodoksların, Papalık ve Avrupaya karşı Türkleri tercih etmeleri sonucunu hazırlıyordu. Fetihten önce, Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu Yunanlılaştıktan sonra tamamen bozulmuş, yabancılara, onların din ve mezheplerine karşı büyük baskılar ve zulümler uygulanmış,adam kayırma siyaseti sonucu, büyük toprak sahibi aristokratlar.ile sefil halk kitleleri ortaya çıkmıştı. Roma'nm materyalizmine manevî karşı çıkan Hıristiyanlık da, islâmiyetin karşısına cihan hakimiyeti kurma iddiası ile çıkıyordu. Fakat ne var ki/Hıristiyanlık taassubu, kendi dışında hiçbir din ve mezhebe hürriyet hakkı tanımıyor, haçlı saldırılarını işte b u g a y e ile yapiyordu. Osmanlı İmparatorluğu ise, bütün bu hastalıklardan uzak kalarak kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında sosyal adalet kurmuştu. Fatih'in uyguladığı rejim, taradığı din hürriyeti,. Ortodoks Patriğinin tayinini tasdik edip ödüllendirmesi, İstanbul halkın» çok memnun' etmiş, uzun süredir bu hürriyetleri unutan 'Bizanslılar, getirilen hürriyet ikliminin güvencesi içinde Kiliselerine koşmuşlardı. Bu yüzden tarihçiler, "Ortodokslar, dinlerinin varlığını sürdürmesini Fatih'e borçludurlar" haklı hükmünü verirler. -
FATİH'E HRISTİYANLIK TEKLİFİ F a t i h ' i n , Ortodoks Cihan. Patriğini tasdik etmesinin bir başka anlamı dahai vardı. Bu ise, Patrik'in, Roma İmparatorlarına ait olan bu tasdik hakkının Fatih tarafından kullanılmasını kabul etmekle, Fatihi Roma İmparatoru olarak tanımış olması diye yorumlanıyordu. Ortodoks dünyasında Fatih'e karşı beliren bu çok müspet gelişmeler, Hıristiyan dünyasınm-bâşı olan Papa'ları telaşlandırmıştı. Hatta, Türkleri haçlı savaşları ile yokedemeyeceklerini anlayan Papa 2. Pius, işi siyasî entrika ile halletmeye yönelmiş, Fatih'e Hıristiyanlık teklifi bile yapmıştı. Türk Ansiklopedisi'nde olay şöyle anlatılır: "Papa 2. Pius, Fatih imparatorluğu kabul ederse, dünyanın en kudretli hükümdarı hâline geleceğini, kendisine Greklerin ve Doğu'nun İmparatoru ünvanını vereceğini, şimdi kuvvetle elinde tuttuğu ve haksızlıkla koruduğu şeylerin hukuken de kendi malı olacağını, bütün Hıristiyanların kendisine saygı göstererek ihtilâflarının çözümü için hakan tanıyacaklarını, kendisinin de Roma Kilisesinin haklarını çiyneyenler hakkında Fatih'in kuvvetine başvuracağını" vaad eden mektubu yazdı. Fatih gibi biri için bu mektup, hezeyandan başka bir anlam taşıyamazdı tabii ki. Kanunî Sultan Süleyman'ın Kanunnamesi: Kanunî Sultan Süleyman tarafından derlettirilen Kanunnameler de oldukça ünlüdür. Bu kanunname dört bab içerisinde, suçlar, siyaset, sipahiler, sipahi-reaya ilişkileri,, yörüklere ait fermanlar konularını kapsamaktadır. Kanunî Sultan Süleyman'ın, ataları gibi, reayanın hak ve hürriyetlerine, özellikle adaletli yönetime, din ve vicdan hürriyetlerinin tanınıp korunmasına büyük özen gösterdiğini, Ortodoksların varlıklarını Fatih'e borçlu olmaları gibi, Protestanların da varlıklarını Kanunî'ye borçlu oldukları gerçeğini, ilerideki bölümlerde göreceğiz.
OSMANLILARDA YARGI FONKSİYONU
a
'smanlılarda, sancak ve daha küçük idarî birimlerin
idare ve yargı işlerini kadılar yürütürdü, ilk Türk kadısı, Karacahisar fethedilince Osman Gazi tarafından kadılığa atanan Dursun Fakih'tir. Kadı-askerlik 1. Murattarafından, Şeyhülislamlık müessesesi ise Yavuz Sultan Selim tarafından kurulmuştur. 1 i• ' •' • Şeyhülislamlar, Padişah fermanlarının şeriata uygunluğunu temin ederlerdi. Şeriatla ilgili olmayan konuları düzenleyen kanunnameler hakkında ise, "Şer'i maslahat değildir, nasıl emredilmiş iseler, öyle hareket etmek lazım gelir" diye beyanda bulunurlardı. Kadılar, adaletli hüküm verebilmek için, lüzum görürlerse bilirkişiler dinlerler veya bulundukları yerin müftüsünden fetva isteyebilirlerdi- Keza davacı veya davalı da fetva istenilmesini talep etme hakkına sahipti. ' Şu nokta son deredece önemlidir ki, şeriatın o konudaki hükmü demek olan fetva, kadıyı bağlamazdı. Yâni kadı, hüküm verebilmek için müftünün fetvasına uymak zorunda değildi. Bunun da sebebi şu idi: Müftü islam dinini ve şeriatı temsil eder, kadı ise adaleti ve devleti. İslamiyet ise, adaleti ibadetten üştün tutmuştur. . Zaten şurası dâ bilinen bir gerçektir ki, Osmanlı Devletinde, şeriatın özellikle ceza hukuku alanındaki, hadde ait kuralları hiçbir zaman katı bir uygulama alanı bulmamıştır. Mesela, kısas hükümlerinin uygulanması, el kol kesilmesi olayı hiç yoktur. Zina yapan kadının recmedilmesi (taşlanarak öldürülmesi) ise 600 yıllık Osmanlı tarihi boyunca bir defa uygulanmıştır. O da, IV. Mehmed döneminde, bir Ya-' hudi ile zina eden müslüman kadının öldürülmesi olayıdır. Bunlardan çıkan sonuç şudur ki; Osmanlı Devleti'nin adlî sisteminde, şeriat ılımlı bir tarzda uygulanmıştır.
DİN NEDİR? . A r a ş t ı r m a m ı z ı n konusu "Türkiye'de Din ve Vicdan Hürriyeti" olduğuna göre, önce sözü edilen kavramları iyice tanımak zorundayız. Evet.. V-
.
Din nedir? Vicdan nedir? . Hürriyet nedir? Hürriyetler içerisinde din ve vicdan hürriyetinin yeri neresidir? Her şeyden önce, bu kavramların tanımması, ondan sonra konunun incelenmesine geçilmesi en sağlıklı yoldur. Din nedir? Millet denilen kutsal varlığı m e y d a n a getiren kültür değerlerinin en önemlilerinden biridir din.. Din na getiren unsurlardan biri olduğuna gore, once bir millet tarifi yapmalıyız. Tarif, tarifi yapılacak şeyin unsurlarını ortaya koymak demektir. O halde milleti tarif etmek ıçm yapılacak olan şey, onu meydana getiren, unsurları a ç ı k l a m a k ^ Biz de önce bunu yapmalı ve sonra bunlar içerisinde dmın yerini belirlemeliyiz. Millet'in pek çok tarifleri yapılmıştır. Çoğunlukla şöyle bir millet t a r i f i benimsenir:' "Aynı dili konuşan, soy, din ve kültür birliğine sahip, bağımsız olarak birlikte yaşama şuuru taşıyan insanların meydana getirdiği topluluktur."
Tariften anlaşılacağı üzere millet, bir takım maddî ve luğudur
Jer e t r a f m d a b M e Ş İ p
bütünleşmiş İnsan toplu- .
Bu değerler içerisinde maddî olanları> "soy ve ülke birliğı"dır. Yani aynı soydan geldiklerine inanan insanların belirli bir coğrafî çevrede yaşamaları gerekir ki bundan çıkan sonuç; ulkesiz millet olamayacağıdır. Ancak millet, aynı soydan gelen ve aynı ülke topraklarında yaşayan insanların meydana getirdiği bir bütünden ibaret değildir. Bu iki maddî unsurun yanı sıra bir takım manevî değerlerde de ortaklık gereklidir. • • Milleti meydana getiren manevî unsurlara gelince, bunlar "kültür birliği" başlığı altında toplanılabilecek olan.şu değerlerdir: Dil birliği, din birliği, tarih ve ülkü birliği, kültür ve terbiye birliği, iktisadî hayat birliği ile bağımsız olarak birlikte yaşama arzusu ve milliyetçilik duygusudur.
x
DİNBİRLİĞİ M i l l e t işte, "kültür" ü oluşturan bu unsurlardaki "ay-
nı"lık sonucu oluşur. Bu unsurlar arasında, "din birliği" ko- " nusu, araşbrmamazın esas konusu içinde olduğundan, üzerinde bir nebze duracağız. Aynı dine mensup olmak, insanların millet manevî varlığını oluşturmaları için gerekli önemli bir faktördür. Hatta eski dönemlerde, din birliği bir milletin oluşumu için başlıca unsurdu. Ne var ki, zaman içerisinde din beraberliği şartı, "en önemli şart" olma özelliğini yitirmeye başlamıştır. Dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinin dünya işlerini de düzenleme iddiasının terkedilmeyç başlaması, laiklik gibi ' kurumlar, din birliği şartının önemini zedelemiştir. Ancak dikkat edilecek nokta şudur ki, önemini kaybeden din değil, aynı dine mensup, olma şartıdır.
TÜRKLERİN DİNLERİ: T ü r k l e r i n ilk dinleri şamanlıktı. Ancak müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türkler büyük bir şevkle ve çoğunlukla İslam saflarına koşmuşlardır. Çok küçük bir Türk azınlığı ise islamla şereflenme zevkini tadamamıştır. En geniş anlamı ile Türk ırkına mensup olan milletleri "içine alacak bir tasnif yapacak olursak, şu durumu görürürüz: 1.Mü&lüman Türkler: Uygurlar, Başkırtlar, Kazakların büyük bir bölümü, Özbekler, Kırgızlar, Tatarlar, Türkmenler, Azeriler, Dağıstanlılar, Çeçenler, Kumuklar, Kabar taylar, Kürtler, Çerkesler ve Anadolu Türkleri. 2. Hıristiyanlar: Finliler, Macarlar, Bulgarlar, Gagauzlar. 3. Museviler: Hazarlar, Karaîler ve Türkistanda bazı boylar; 4. Şamanistler: Altaylılar, Kalmuklar, Yakutlar ve Çu r vaşlar gibi bir kısım Sibirya Türkleri. İslam dini, Türkler için birlik ve beraberlik şuurunun oluşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle bugünkü Devletimiz Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşü döneminde, yani Osmanlı Devletinin yıkılışından sonraki kurtuluş savaşı günlerinde, müslümanlığm önemi çok daha iyi anlaşılmıştır. İnsanları Anadolu topraklarını kurtarmak için cephelere koşturan, onların vatan ve millet uğruna seve seve öİüme gitmelerini sağlayan kudret, milliyetçilik heyecanı ile birlikte islamm vaadettiği "şehitlik" mertebesine ulaşma aşkıydı.Bu bakımdan, Türk milleti dinine sıkı sıkıya bağlıdır. Her Türk, islam dininin mutluluk yolu olduğuna inanır, dinini sever ve korur. Bu konuda Prof. Mehmet Kaplan şunları söylemektedir: "Türklerin bin yıl en ince teferrüatına kadar işledikleri,
ruhlarına sindirdikleri, mimarîlerinde, şiirlerinde, musikilerinde ilhâm kaynağı haline getirdikleri İslamiyeti Türic kültür hazineleriarasında saymamız gayet tabiidir." (Prof. Dr. Mehmet Kaplan r Türk Milletinin Kültürel Değerleri).
için Allah ve din efsânelerini u y d u r m u ş l a r d a D u r m a d a ilerleyen ilmin meş'alesi i n s a n i m aydınlatıp, £ « g ^ tabiatın sırları çözüldükçe, din diye karanlık bir efsane
, Aynı konuda Prof. Faruk K. Timurtaş da Türk Milliyetçilerinin vasıflarını anlattığı bir makalesinde şu satırlara yer verir:
"bu acı sözlü hırçın
"Türk milliyetçileri İslama gönülden bağlıdırlar ve ona derin saygı duyarlar. Milliyeti meydana getiren iki büyük unsur; dil ve din olduğundan, İslamiyeti vazgeçilmez bir kaynak kabul edip, onun icaplarını yerine getirmeye çalışırlar. Milliyetçilerin din anlayışı her türlü hurafeden ve bâtıl şeylerden uzak, müslümanlığı aslî şekliyle kavrayan bir anlayıştır. Milliyetçiler, dinî ye millî bütün manevî değerlere saygılıdırlar." (Türk Milliyetçilerinin Vasıflan-Makaİe, Tercüman Gazetesi, 1977) Milİeti meydana getiren unsurlardan biri olarak dinin önemini ve islâm dininin Türk milleti açısından, sahip olduğu önemi kısaca vurguladıktan sonra, yukarıda sözünü ettiğimiz sorulara cevap verme işine başlayabiliriz. • Evet ilk sorumuz "Din nedir?" sorusu idi.. Ferit Devellioğlu'nun "Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat"ında, din kelimesinin karşılığı "Allaha inanma ve bağlanma" olarak verilmiştir. Türk Ansiklopedisi ise din'i, kısaca "toplumu nizamlayan kural" olarak tanımlar. , Din'i, çeşitli hukukçu ve düşünürler, kendi dinî inançlarını yansıtacak şekilde çok çeşitli biçimlerde tarif etmişlerdir. Mesela 18. asır Fransız edib ve düşünürlerinden Voltaire din konusunda saçmalamış ve şu hezeyanlarda bulunmuştur: "Diri ruhanîler sınıfının halkı istismar için icad ettiği bir efsanedir. Rahip ve kâhin diye türeyen tembel işsizler, mabed .ve manastırlarda çalışmadan yiyip içip yaşamak
kalmayacaktır." Ord Prof Dr. Ali Fuat Başgil,
. adam" (i^yenitelendirdiği cumda muasırlarının hepsini geride bırakmıştır dedikten sonra, O'nun asla kabul edilemez bu sözlerine şu satırlarla cevap verir: "Din asla rahip ve ruhani smıfmın uydurup ortaya çıkardığı bir şey değildir. Bilâkis,o sınıfı, insandaki d m vicdanı ve Allah duygusu doğurup ortaya çıkarmıştır...O dewin Fransa'sında gündüz külahh gece silahlı; eğlence ve men aat düşkünü soysuz rahipler Voltaire'in ithamlarına meydan veriyordu. Uğursuz din adamlarına kızıp dine hu } cumetmek, âlim kisvesine bürünmüş ^ bezirganlarına kızıp ilmi inkâr etmek kadar manasız ve g u l u n ç t u r . Bızde de, gündüz meşihat postuna oturup da, gecelerim farmason locasında geçiren Şeyhülislâmlara rastlanmıştır Boyleleri tarih boyunca her devirde ve her memlekette bulunmuştur.." (Din ve Laiklik-s: 27), Dini, sofist Keoslu Kritias »insanları ahlâk ve adalete yöneltmek amacıyla, onları korkutmak i ç i n uydurulmuş diye nitelerken, Kari Marx ise din hakkında "halkın afyonu" ifadesini kullanır. Tabii ki bu sözler, zırvalamaktan öteye gidemeyecek olan safsatalardır. Değerli Anayasa profesörü Ali Fuat Başgil hocamıza göre din: "Ferdi, dünya ve ahiret saadetine ulaştıran ilâhî yoldur"
ALLAH VE KAİNAT B a ş g i l , yukarıdaki tariften sonra açıklayıcı bilgi verirken, dinin, ruhumuzla sezdiğimiz ve aklı selim ile düşünüp 43
kabul ettiğimiz bir kanun olduğunu ifâde eder. İnsan vicdanıyla baş başa kalıp düşündüğü zaman, "nereden ve niçin geldik, nereye gidiyoruz?" suallerine cevap arar.
altındadır. Hareketin var olabilmesi için bir muharrik (hareket ettiren), bir de müteharrik(hareket eden)'in bulunmaları lazımdır. <
Cevabı aranan sorulardan biri de "Allah nedir?" sorusudur.
Mesela bir ağacın yaprağının kımıldaması için, bir muharrike ihtiyaç vardır. Bu muharrik rüzgardır. Ama rüzgarın esmesi için sıcak ve soğuk iki bölge arasında bir hava akımı gereklidir. Sıcaklık için ise güneşin varlığı gereklidir. Güneş de aslında müteharriktir ve onun da bir muharrike ihtiyacı vardır.
Muhiddin Arabî, "Allah nasıl tahayyül ederseniz o değildir. Ama o vardır. O'nun varlığına delil istemek; O'nu inkâr için vesile aramaktır. O'nu ispata çalışmak ise beyhude yorulmaktır." der. Ali Fuat Başgil de, "Din ve Laiklik" isimli eserinin ilk baskısında, "Allah; nasıl tahayyül ederseniz O'dur" demişti. Ama eserinin daha sonraki baskısında "yanıldığımızı anladık" diyerek, Muhiddini Arabi'nin tarifine katılmış ve "Allah nasıl' tahayyül, edersenez o değildir" ifadesini kullanmıştır. Daha sonra da şunları eklemiştir: "Dinlere ve mukaddes kitaplardan çıkan manaya göre, kâinatı yoktan var edip, değişmez kanunlarla sevk ve'idare eden ezelî-ebedî, zaman ve mekândan münezzeh, vacibül vücut, ve kaadiri mutlak bir Allah vardır. Allah ezelîdir, yani başlangıcı yoktur, kimseden doğmamıştır. . O Ebedîdir, yani sonu yoktur, ölmez, asla yok olmaz, kudret ve iradesinden hiçbir şey eksilmez. Hiçbir yerde ve hiçbir zaman içinde değildir. Fakat her yerdedir ve her zaman için vardır. Allah kaadiri mutlaktır. Her şey onun mutlak kudreti altındadır. Evvela gökleri, yerleri ve melekleri, sonra da yeryüzündeki bitkileri ve hayvanları; en sonra da insanları ya1 ratmıştır." • Kâinat nizamı esasda iki kanuna tabidir. Bu kanunlar, hareket ve illiyet kanunlarıdır. Hareket kanunu: Kainatta canlı ve cansız her şey hareket kanununun emri 44
/.
Bu mü'teharrik-muharrik zinciri böylece sürüp gidecek ve sonunda, gayri müteharrik bir muharrike (yâni hareket etmeyen bir hareket ettiriciye) dayanacaktır., İşte muharrikler zincirinin son halkası olan "gayri müteharrik muharrik" dinin insanlığa öğrettiği, hareketten münezzeh ve vacibül vücut (varlığı gerekli) olan Allah'dır. Ve birdir. İlliyet kanunu: ' Hiçbir şey yoktan var olmaz. Her şeyin bir müessir illeti, müessir illetler serisinin de bir mebdei olmak gerekir. Bu mebdeler ve illetler serisi, gayri müessir bir müessire (etkilenmeyen etkileyiciye) ve "gayri mahlûk bir hâlike" (yaratılmamış bir yaratıcıya) dayanmalıdır. İşte bu son mebde, "illet-i evveliyye" ve "gayrimahlûk hâlik" dinimizin bize bildirdiğe Allah-ı Telalâdır. Demek ki Allah, gayrimüteharrik muharrik (hareket etmeyen hareket ettirici), gayrimahlûk hâlik (yaratılmamış yaratıcı)tir. , Anlaşıldığı üzere, bugünkü Türkçede tam karşılıkları bulunamayan eski kelimelerle açıklamaya çalıştığımız bu ko• nu, tasavvufun konusu içinde kalmaktadır. Allah, kainat, ruh, evrenin sırları, cennet, cehennem,gibi konular, dünya kurulduğundan beri insanların zihnini yormuş, filozoflar bu konuları ele alan büyük eserler yazmışlardır. İslam mutasavvıfları da, Hazreti Peygamber döneminden beri aynı konuların taşıdığı hikmet ve sırlara açıklamağa çalışmaktadırlar.
DİN HÜRRİYETİ getirmede hür olması" demektir. D
iri sırf inançtan ibaret değildir. Kişinin dünyada ye
ahirette mutluluğa ulaşması için izlemesi gerekli olan yoldur. Din hayat yoludur. Bu hayat yolunda yürürken, yapılması ye yapılmaması gerekenleri insana bildiren, yani emir ve yasakları ihtiva eden bir ilahî kanundur . Dinin emir ve yasaklarına uymak insan için bir. vicdan borcudur. Bunlara uymayan kişi, din karşısında suç işlemiş sayılır.. Dinler iki temel unsurdan meydana gelir: İmân ve amel. İmân; inanmadır. Burada kasdedilen inanma, alelade bir inanma değil, benimseme ve bağlanmanın en yüksek derecesidir. İnanan insan, tam bir ruh huzuru içindedir. İnanma, ruhî bir ihtiyacın ifadesi', vicdanımızın bir hakkıdır. Yalnız unutulmamalıdır ki, din yalnız imandan ibaret değildir. İnanıp iman etmek kadar, amel etmek yani dinin emirlerini uygulamak da g e r e k l i d i r . . . ' . : . İBÂDET , • •
•
, .
i ş t e bu uygulama işine amel denilir. Amel: Yapılması din tarafından emredilmiş olan fiil ve hareketleri yerine getirmektir. ' Amel vazifedir. Amel, Allaha ibâdetin', dine hizmetin ve insanlığa hürmetin gösterildiği vazifedir. îmân, yani en yüksek derecede benimseyip bağlanma olmadan yapılacak ibâdet sahtekârlıktan başka bir şey değildir. Yâni imansız amel olmaz. Tıpkı amelsiz imanın olamayacağı gibi. Amel olmadan sadece iman etmekle yetinmek, kuru kuruya bir kanaat sergilemekten başka bir anlam taşımaz. Din; iman ye amel demek olduğuna göre, din hürriyeti de, en basit anlamı ile: "ferdin dini inanç ve amellerini yerine i
I
Tarifi biraz daha kapsamlı tutmak istersek, din hürriyetini şöyle tanımlayabiliriz: ,ı »Kişinin, resmî veya gayriresmî hiçbir baskıya, tesir ve tehdide uğramaksızın, dilediği ve beğendiği bir dinin akidelerine serbestçe i n a n m a s ı ve bunları benimseyerek vicdanma mal edebilmesi, ayrıca dinin kendi lisanı ile emirlerini yerine getirebilmesi, yani a m e l h ü r r i y e t i demektir." Din hürriyetine sahip olan kişi, imân kadar, ibâdet ve dua hakkına da sahiptir. İbâdet insana huzur, teselli ve kuvvet verir. İbâdet hürriyeti din hürriyetinin önemli bölümlerinden biridir ve in- , sanlar için tanınmış en kutsal hakların başında ibâdet hürriyeti gelir. ' İnsanlar için en doğal bir. hak olan ibâdet hürriyetine el uzatmak, Onu elinden almak veya ona kısıtlamalar getirmek, insan haklarının en önemli ihlâlidir. Şu önemli bir kuraldır ki, "Siyasal iktidarlar ve onların güvenlik güçleri mabede hükmedemez!" İslam dininde ibâdet dili: Müslümanlar için ibâdet dili, Kur'an dili olan Arapça'dır. Arapça dışında bir dille mesela Türklerin Türkçe, İranlıların Farsça, Pakistanlıların Orduca ibâdet edebilecekleri iddiasını ortaya atmak, yalnız diyanete değil, müslumanlann ibâdet ve dua hakkına acımasızca tecavüz etmek demektir. Müslümanları ibâdet için camie davet anlamı taşıyan • ezani, dünyanın dört köşesinde günde beş defa okunduğu . Arapça'dan başka bir dilde okutmağa kalkışmayı da, diyanete ve vatandaş haklarına tecavüz olarak değerlendirmek hata olmaz. Unutulmasın .ki, Hristiyanlıkta da katolik kilisesi-, nin ibâdet dili la ti ncedir.
DİN HÜRRİYETİNİN KAPSAMI
D J_/ın
ve vicdan hürriyetinin kapsamı içerisinde, sadece
yukarıda sözünü ettiğimiz, iman ve amel hakları yoktur. Bunların yanı sıra "dini yaymak", "dinin emirlerini uygulamak" gibi daha başka hak ve hürriyetler de bulunmalıdır. Bu haklar, bir başka şekilde ifade edilecek olursa, "Din Hürriyeti Prensibinden Doğan Haklar" diye adlandırılabilir. Özetleyecek olursak, din hürriyetinin kapsamı içinde şu haklar bulunmaktadır: 1. İnanma hakkı(iman). 2. İbâdet ve dua hakkı (amel). 3. Öğrenmek, okutup öğretmek, yaymak ve telkin etmek hakkı. 4. Dinin emirlerini yerine getirmek hakkı. Yukarıda sıraladığımız haklardan ilk ikisi üzerinde dur- , muş, iman, ibâdet ve dua haklarının insanın en vazgeçilmez haklarından olduğunu göstermiştik. • Şimdi de, 3 ve 4. maddelerde yer alan haklar üzerine bir nebze eğilelim. Öğrenmek, Öğretmek, Okutmak, Yaymak ve Telkin etmek(Tebliğ): İmân sahibi kişilerin, Allah'a karşı olan vazifelerinden biri de,, mensubu oldukları dinin kaide ve yöntemlerini önce kendileri öğrenmeleri, sonra da başkalarına öğretme, okutma^ yayma ve telkin etmeleridir. Dinin kaide ve emirlerini öğrenmek, hem de dosdoğru öğrenmek, müslümanlar için hem hak ve hem de vazifedir. Camiler ve çevrelerinde Kur'an Kursları açarak, gençlere Kur' an okumayı öğretmek, bu konularda eserler yazmak, basmak, bastırmak,'bu eserlerin dağıtımını yapmak, yay-
mak, insanları bu eserleri okumaya teşvik edip özendirmek gibi tüm faaliyetler, sözünü ettiğimiz bü üçüncü maddeye giren faaliyetlerdir. Zaman zaman Batı kaynaklı filmlerde görürüz.. Afrika yerlileri arasında, medeniyetten uzak en ücra orman bölgelerinde, bir takım hıristiyan misyonerler, dinlerini yaymak için en güç şartlara katlanarak vahşiler arasında görev .yaparlar. Güzel dinimiz islam da, işte böyle hayırlı vazifeler ifâ edecek imanlı insanların fedâkârlıklarını beklemektedir ve ona hıristiyanlıktan daha çok lâyıktır. Gelelim dinin emirlerini yerine getirme meselesine.! Din yalnız iman, ibâdet, öğrenme ve öğretmeden ibaret de değildir. Din, dindara hayatı süresince takip etmesi gere-. ken yolunu çizip,gösterir.. Dindar kişi, dünyadaki fiil ve hareketlerini dininin çizdiği yolda, onun ilkelerine uygun olarak düzenlemelidir. Dinin yap dediğini yaparak, yapma dediğinden kaçınarak hayatını düzenleyen kişi, Allahm emirlerini yerine getirmiş demektir. Bu durum, yani Allahın emirlerine uymak, dindar için bir vazifedir. Fert bu vazifesini yerine getirirken hiçbir engelle karşılaşmamalıdır. Bu, kişinin en doğal hakkıdır. Ferdin bu hakkını sağlamak ise Devletin görevi olmalıdır. Devlet dindar vatandaşa bu hakkı tanımak ve bu hakkın kullanılmasını sağlamakla yükümlüdür. Bu d u t u m en azından mantıken böyle olmalıdır. Çünkü çağımızda hemen hemen bütün Devletler İnsan Haklan Evrensel Beyannamesine uymayı taahhüt etmişler. Anayasaları ile de fertlere din ve < vicdan hürriyeti tanımışlardır. Ferde tanınan bu hak ve hürriyetler içerisinde, onun inandığı dinin emirlerini yerine getirirken, önündeki engellerin kaldırılmasını Devletten istemek hakkı da vardır. Çünkü dinin emirlerini yerine getirme hakkı, tıpkı inanma, ibâdet, dini öğrenme ve öğretme hakları gibi din hürriyeti prensibinin mantıki' bir sonucudur. . 'Ferdin 'inandığı dinin emirlerini yerine getirme hakkı yoksa, din hürriyeti de yok demektir,
2. Din htirriv" H İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve Anayasalarda Din ve Vicdan Hürriyeti konularını, ilerdeki bölümlerde ele alıp inceleyeceğiz. Bu bakımdan, konuyu fazla dağıtmadan, şimdi de "din hürriyetinin sının" üzerinde duralım. DİN HÜRRİYETİNE BAĞLI OLAN HAKLARIN SINIRLARI
T~V L ^ i n hürriyetinin kapsamı içinde yer alan yukarıda sözünü ettiğimiz dine bağlı hakların smırlandırılabilip smırlandırılamayacağı ve bu sınırların neler olabileceği konusu günümüzde de önemini korumaktadır. Modern çağımızda haklar ve hürriyetlerin ölçüsüz veya sınırsız oldukları düşünülemez. Zaten hürriyet, kanunların çizdiği sınırlar içinde özgür olabilmek demektir. Şimdi bu bilginin ışığında din hürriyetine bağlı olan hakları, "sınırlandırma" açısından kısa kısa gözden geçirelim. 1. inanma hakkı Hürriyet, kanunların çizdiği sınırlar içinde serbestçe hareket edebilmektir. Ancak kanunlar, kişinin yalnızca' dış dünyası üzerinde söz sahibi olabilirler. O'nun iç dünyasına giremezler. İnanma yani iman da insanın iç dünyasında yaşar; Kanunun insanın iç dünyasına girmesi söz konusu olamayacağından, insan, herhangi bir dine inanmaya veya inanmamaya zorlanamaz. Şeklen zorlansa dahi kim bilebilir insarftn içini, iç dünyasını, daha doğrusu içinde taşıdığı inancı.. Allahtan başka hiç kimse.. O halde, insanın iç aleminde yaşattığı inanma hakkı kanunlarla sınırlanamaz. Devlet, insanların iç dünyası ile değil, dış dünyası ile, yani fiil ve hareketleri ile ilgilenebilir. O alanda kanunlar koyabilir ve o. alanı düzenleyebilir. Zaten islam dini, dinde zor kullanmayı yasak etmiştir.
vfi
ibâdet hakkı
. Devlet, kanunlar koyarak dış aleme Y ™ ^ ™ ^ hareketler alanına bir takım ^ektide fiil ve hareketler alanına gırdıgme gore, bu hak, gereRtı ğinde kanunlarla, kısıtlanabilir. Devlet, kamu düzenini bozan, toplumun huzurunu kaçıran fiil ve hareketleri kanunlar koyarak her zaman yasaklayabilir. Kamu düzenini ve toplum huzurunu bozucu o an hareket, eğer bir dinin ibâdeti içerisinde yer alan ful ve hareket ise, devlet pek âlâ o ibâdeti özüne dokunmadan kısıtlayabilir. önemli olan, hangi fiil ve hareketlerin^kamu düzenini ve' töplumun rahatını bozabileceğinin iyi bir şekilde belirlenmesidir. Mesela İstanbul'daki İranlıların, Çakmakçılar Yokuşundaki Valde Hanının bahçesinde özel bir camileri var. Orada her türlü ibâdetleri serbesttir. Ama her y ı l ı n Muharrem ayında yaptıkları "zincirleme" ibâdetlerinin, sokaklarda gösteri ı yürüyüş bölümüne/toplum huzurunu bozucu hareketler oldugundan.izin verilmemektedir. Genellikle Anayasalarda, bu k o n u y u düzenleyen genel hükümler yer alır. Mesela bizim 1924 tarihli ve 491 sayılı eski Anayasamızın 75. maddesi din ve vicdan hürriyetleri konusunu şu şekilde düzenlemiştir: "Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzerfe her türlü dinî âyinler yapılması serbesttir." Madde 1937 tarihinde değişikliğe uğramış ve "tarikat" kelimesi madde metninden çıkarılmıştır. Kanunlarımızda ve Anayasalarımızda din ve vicdan hürriyetleri konusunu ilende ayrı başlıklar altında ele alacağız. Burada,' din hürriyetinin sınırlandırılması" konusuna bir örnek vermek üzere sözünü ettiğimiz yukarıda madde metnini k ı s a c a inceleyelim: Anayasanın bu maddesine göre, vatandaşlar dinî inanç
ve ibâdet hürriyetine sahiptirler,;Ancak bu hürriyetler vatandaşlara belli sınırlar içerisinde tanınmıştır. 75.mâddenin belirlediği bu sınırlar şunlardır: 1. Asayiş, 2. Umumî muaşeret adabı, 3. Kanun hükümleridir. ,' ' Demek ki prensip olarak ibâdet serbesttir. Fakat bu serbestlik belli sınırlar içinde vardır. Zaten ilke olarak yukarıda, "kamu düzenini ve toplum u n huzurunu bozucu" ibâdetlerin yasaklanabileceğinin doğal olduğunu söylemiştik. 75.maddede sözü edilen asayişve umumî muaşeret adabı sınırları, kamu düzeni ve toplum , huzuru kavramının bir başka biçimde söylenilmesinden ibarettir. Bu sebeple, Anayasa metnindeki bu iki sınır hukuk mantığına uygundur ve üzerinde durmamıza gerek yoktur. Burada önemli olan, "kanunların hükümlerine" ifâdesi ^ ile konulmak istenen sınırdır. Meclisler, Anayasaya uygun olmak şartıyla diledikleri kanunları yapmakta sbrbesttirlen Hâl böyle olunca, şu ihtimâller gözden uzak tutulamaz. Hükümetler ve siyasî partiler, din ve ibâdet hürriyetlerini, sahip oldukları siyasî eğilimlerine göre çıkaracakları kanunlarla, diledikleri gibi düzenleyebilirler. Kendi yandaşlarına bir takım imtiyazlar getirebilirler, böylelikle din adamlarını kendi yandaşı olmaya zorlayabilirler.! Bütün bunlara kimse de çıkıp engel olamaz. Çünkü bütün bunlar kanunlarla ihdas edilmiştir ve bu kanunlar da Anayasanın 75. maddesinde öngörülen sınırların içindedir. Yani Anayasaya aykırılık yoktur.. Evet olabilecek görüntü budur. Ama bilinmelidir ki, madde: hükmü asla bu şekilde yorumlanamaz. Çünkü böyle olursa, yani "siyasî iktidarlar diledikleri kanunları çıkararak din hürriyetine diledikleri sınırı getirebilirler, yeter ki bu sınırlar kanunla getirilmiş olsun" gibi yanlış bir yorumlamaya teslim olunursa o zaman 75. maddedeki "inanç ve ibâdet hürriyetlerinin" hiçbir anlamı kalmaz. Bu sebeple 52
75'. maddedeki "kanunların hükümlerine aykırı olmamak" ibaresini, kesinlikle yukarıdaki biçimde yorumlayamayız. Öyle ise bu hüküm nasıl yorumlanacaktır? » Prof. Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik isimli eserinin 146. sayfasında Anayasa'daki bu hükmün aşağıdaki şekilde yorumlanması gerektiğini ifade etmektedir: "Bizce bu kayıt, Anayasanın 68. maddesinde beyan olunan u m u m î bir prensibin değişik bir biçimde tekrarıdır. Filhakika, eski 68. maddede hürriyetin fert için tabii biı hak olduğu ve münasebetler hayatında herkesin hürriyetine başkalarının hürriyetinin hudut teşkil ettiği ve hürriyetlerin h u d u d u n u ancak kanunların tayin ve tespit edeceği söylenilmiştir. Buna göre, ibâdet ve âyin hürriyeti de, gayet tabii olarak kanunlarla tahdit olunacak yani ibâdet ve ayin serbestliği kanunların yasak h ü k m ü n e aykırı gitmemek kaydıyla kayıtlanacaktır...Şu halde eski Anayasanın 68. maddesinde beyan olunan b u h ü k m ü n 75. maddedeki tekrarı, mânâda bir ziyadelik hasıl etmez, sadece evvelki beyanı kuvvetlendirmekten ibaret kalır." Genellikle kabul gören bu yorumlamada 75. maddeyle tekrarı yapılarak kuvvetlendirilmiş olduğu belirtilen 68. maddeyi de okuyalım: " ' "Madde 68- Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet, başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufta bulunmakr tir. Tabii h u k u k t a n olan hürriyetin herkes için h u d u d u başkalarının hürriyetleriiiin h u d u d u d u r . Bu h u d u t ancak kanun marifetiyle tesbit ve tayin olunabilir." Demek ki, 75. maddedeki hüküm, ,68. maddedeki "hürriyetlerin sınırlarının ancak kanunlarla belirlenebileceği"'hükmünün bir kere daha tekran anlamı taşımaktadır.
Başgil yukarıda değerlendirmesinden sonra konuyu şu cümle ile bağlamaktadır: "İbâdet ve âyinler, asayişi ihlâl etmemek ve umumî <
53
çatışmasız biçimde telif edebilecek laik bir düzeni tesis edemuaşeret adabın^ aykırı olmamak şartıyla serbesttir. İşte, ibâdet ve âyin hakkının sınırlandırılması konusunda konulacak bir kanunun veya hükümetçe almacak bir tedbir ve müdahelenin ölçüsü budur. Bunun dışında ibâdet ve âyinlere konulacak kanunî veya idarî her kayıt ve yasak, Anayasaya aykırı olduğu gibi hukukun yüksek prensiplerine de aykırıdır." . Değerli hocamızın bu görüşü, "Dindarın Secdagâhına hükümet ayak basamaz" cümlesi ile özetlenen ve devletin din konularına müdahelesinin, özellikle din kurallarını baskı yaparak değiştirme teşebbüslerinin, Anayasanın kurduğu sisteme kesinlikle ters düşeceğini de ifade etmiş olmaktadır. Bu değerlendirme din ve hukuk çevrelerinde genel olarak kabul görmüştür. 3. Öğrenmek, öğretmek ve dini yaymak hakkı îslamı öğrenmek, öğretmek ve bu konularda yayın yapıp başkalarına telkinlerde bulunmak da öteki ibâdetler gibi bir ibâdettir. Ancak bu ibâdetler, namaz kılmak, oruç tutmak gibi kişisel değildir, toplumsal niteliktedir. Bu yönü ile de, , öteki bütün toplumsal faaliyetler gibi dini eğitim ve yayınlar da devlet kontrolü altında olacaktır. Yani dinî eğitim ve öğretim de diğer eğitim ve öğretim hizmetlerinin tâbi olduğu kanunlar içinde düzenlenecek, din konusundaki yayınlar da, öteki basın yayın faaliyetleri arasında kanunlarla nizamlanacaktır. Laik devlet prensipleri içinde kanunlarla yapılacak bu sı-, nırlama/din hürriyetinin aleyhine değerlendirilmemeli, aksine din hürriyetinin zedelenmeden sürdürülebilmesinin teminatı sayılmalıdır. Şûrası unutulmamalıdır ki, devletin kanunları ye emirleri ile dinin kanunları ve emirleri her zaman birbiriyle uyuşmaz. Çünküjdin ayrı, devlet ayrı gaye ve fonksiyonları üstlenmiştir. > ' -'!;• Önemli olan bu ayrılıkları, ihtilâf ve sürtüşme noktasına getirmemek, hukuka uygun kanunlarla, dinle, devlet işlerini
bilmektir. d rtinin em^lorini verinp petirme hakkı Din, sırf inançtan ve ibâdetten ibaret değildir. Din insanların bütün fiil ve hareketlerini, hem kendi nefsi ile hem de başkalarıyla olan ilişkilerini değerlendirir, insan hayatının her safhasını düzenleyerek, bazı hareketlerin yapılmasını, bazılarının da yapılmamasını emreder. Dinme bağlı olan kişiler, mensubu oldukları dinin bu emirlerim yerme getirmeyi kendileri için bir görev ve borç sayarlar. Dinin, "şunu yap, şunu yapma" tarzındaki emir ve yasakları gibi, Devletin de kanunları ile belirlediği "şunu yap, şunu y a p m a " şeklinde vatandaşların fiil ve hareketlerini düzenleyen kurallar getirmesi gayet tabiidir. Kişi, mensubu o l d u ğ u dinin emirlerine uyacağı gibi, vatandaşı olduğu Devletin kanunlarına da uymakla yükümlüdür. Bu onun için bir vatandaşlık görevidir. Dinle Devletin aynı olduğu dönemlerde, dinin ve Devletin emir ve yasaklan da aynı idi. Yani Devlet, dinin emirlerini devlet emri olarak benimsemişti. Oysa din ve devletin birbirlerinden ayrıldığı hallerde durum değişiktir. Tabiidir ki, dinin ve devletin emir ve y a s a k l a n da birbirinden ayrı olacaktır. Böyle olunca; insanlar, birbirinden ayrı'olan bu emir ve yasaklardan hangisine uyacaklardır? Mesela İslam dini içkiyi, faizi yasaklamıştır. Devletin kanunlan ise her ikisini de serbest bırakmaktadır. Fert şimdi hangisine.uyacaktır? Pek tabii dinine bağlı olari kişi, kahunlarca serbest olsa da içkiden, kumardan, fuhuştan, faizden kaçınacaktır. * * *
•
Bir başka, örnek, Medenî Kanuna göre, evlenme akdi nikâh memuru önünde, resmî nikah kıyılarak.tamamlanır.
/
îslamda ise, belli dinî kurallar yerine getirilerek imam tarafından nikâh kıyılır. Vatandaş şimdi ne yapacaktır? Nikahını evlendirme memuruna mı, yoksa imama mı' kıydırtacaktır?
melerinin yanma Nizamiye Mahkemelerinin kurulması,'zamanla Şeriye Mahkemelerinin tümüyle ilga edilmeleri şeklinde bir süreç içinde gerçekleşmiştir.
Tabii ki vâtandaş olarak herkesin aslî görevi, devletin kanun ve nizamlarına uymak ve dinin emirlerini yerine getirmektir. Yani bu olayda yapılacak şey, önce evlendirme memuru önünde resmî nikâh kıydırmak, sonra da dininin emrettiği biçimde dinî nikahını yaphrmaktır.
Demek ki, insanlar isterlerse, kanunların kendilerini serbest bıraktıkları sahalarda inandıkları dinin emirlerine tabi olmakta devam edebileceklerdir. Özellikle ahlakî ve ekonomik faaliyetlerinde, din emirlerine tâbi olmaya devam etmeleri imkanı daha fazladır. Mesela bir vatandaş, geç ödediği . borcu için, devlete veya alacaklısına "İslam dininde faiz yasaktır" itirazını ileri sürerek, faiz ödemekten kaçmamaz. Ama kanuneniaiz alacağı tahakkuk eden bir kişi, dilerse, faiz almaktan kaçınarak dininin emrine uymuş olur.
Tıpkı bunun gibi, kanunların çizdiği sınırlar içinde, her, kes inandığı dinin emirlerini serbestçe yerine getirme hürriyetine sahiptir. Bildiğimiz üzere, kanunlar Anayasanın 75. maddesindeki "asayiş ve genel ahlâk" kaidelerine aykırılık dışında din hürriyetine başka bir sınır getiremezler. Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasında temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması ise 13..madde ile düzenlenmiştir ve bu konuya ileride temas edilecektir. Dinin emir ve yasakları ile Devletin emir ve yasaklarının farklılık göstermesi yalnız bizim dinimize ait bir mesele değildir. Hıristiyanlarda da Kilise Hukuku ile Medenî Hukuk, meseleleri farklı hükümlerle düzenlemektedirler. Büyük tezatlar oluşturan bu farklılıklara bir kaç örnek vermemiz gerekirse.. Mesela Kilise H u k u k u da İslam HukukU gibi faizi yasaklamıştır. Onlarda da bizde olduğu gibi, laik Devlet fai\zı yasaklamamaktadır. Keza Kilise, boşanmaya kesinlikle izin vermez. Hıristiyan dini inancına göre, evlenme akti ile karı koca arasında, ilahî irade ile kurulan kutsal bir bağ oluşmaktadır ve bu bağı kişilerin koparmasına asla izin verilemez. Oysa Batının hukuk düzenlerinde boşanma yasaklanmamıştır. İslam dinine göre şeriat, hırsızın elinin kesilmesini, zina yapan kadının taşlattırılarak öldürülmesini, müessir fiillerde göze- göz, dişe-diş şeklinde kısas hükümlerinin uygulanmasını öngörürken, modern hukuk düzeninde Ceza Kanunları sadece hürriyeti kısıtlayıcı cezalar getirmektedir.' Bizde şeriat hükümlerinin uygulandığı Şeriye Mahkemelerinden, hukuk devleti düzenine geçiş, önce Şeriye Mahke-
Hukuk devletinde,, dindar ferdin devletin kanunlarına karşı gelmesi imkanı yoktur. Ama kanunların her hükmü emredici olmayabilir/Kanunların ihtiyarî olan hükümlerine u y u p uymamak ferdin kendi elindedir. Demek ki, dinine bağlı olan bir kişi, bu alanlarda dininin emirlerine göre davranmayı sürdürebilecektir. İslam, ferde zekat vermeyi emreder, ama kanun bunu emredemez, fert dilerse dininin emrini yerine getirerek zekatını verir. İslam domuz eti yemeyi yasaklamış, ama devletin kanunları bunu yasaklamamıştır. Dinine bağlı müslüman dininin emrini yerine getirerek domuz eti yemez. Yani dinin ve, devletin kanunlarının ayrı ayrı düzenlemeler getirdiği bu gibi ihtiyarî konularda ferdin dininin kanunlarına riayette devam etmesinde devletin kanunları karşısında bir sakınca yoktur. Ama mesela miras konusunda, İslam Hukuku ile, Medenî Kanunun hükümleri farklıdır. İslamda erkek evladın miras payı kız evladın iki katıdır. Medenî Kanunda ise kız ve erkeğin miras payları eşittir. Kanunun bu hükmü ihtiyarî değil, emredici hükümlerdendir. Bu bakımdan burada idinin değil; devletin kanununa uyulmak zorunluluğu getirilmiştir. Yalnız şurası da bir gerçektir ki, hâlâ Türkiye'nin bazı yörelerinde gayrîresmi de olsa miras konusunda bu hükümler sürdürülmektedir.
Din hürriyetine ve buna bağlı olan hakların sınırlandın-: lıp sınırlandırılamayacağı konusuna son verirken, bir özet içerisinde Başgil tarafından belirlenen şu noktaları bir daha vurgulayalım: "Hukuka bağlı olan bir Devlette din hürriyeti, ferdin hükümet veya diğer fertler tarafından, kanunlar veya başka vasıtalarla baskıya uğratılmaksızın, korkutma ve yıldırma politikalarına maruz bırakılmaksızm aşağıdaki haklarını kapsar. Yâni din hürriyeti işte budur: 1. Dilediği ve beğendiği bir dinin akidelerine inanması ve bunlan serbestçe benimseyebilmesi, . 2. İnandığı dinin ibâdet ve dualarını o dinde yerleşmiş usul, âdab ve lisan üzere serbestçe icra edebilmesi, 3. İnandığı ve kabul ettiği din üzerindeki düşünce ve bilgilerini, sevgi ye hayranlıklarını, sözle veya yazı ile serbestçe yayması ve başkalarına duyurabilmesi, 4. Kabul ettiği dinin ilahiyatını ve amel'hükümlerini serbestçe okuyup öğrenmesi ve bunları başkalarına okutup öğretebilmesi, 5. Devlet,kanunlarının yapılmasını veya yapılmamasını bir kanun ile, birer kaide şeklinde emredip mecburî kıldığı hususlar dışında kalan ve bunlarla çelişkiye girmemek şartı ile, inandığı dinin emirlerini serbestçe yerine getirebilmesi, demektir." Din hürriyetinin sınırını, öteki diğer bütün hak ve hürriyetlerde olduğu gibi, diğer fertlerin hürriyetleri, toplumun güven ve asayişi ile adabı muaşeret kuralları belirler. Bu sınırları aşmadıkça, yani diğer kişilerin hürriyetlerine mani olmadıkça, ülkenin huzur ve sükununu bozucu bir niteliğe bürünmedikçe, kişinin din hürriyetine ve bu hürriyetten doğan haklarına keyfî veya siyasî eğilimler sonucunda kısıtlama getirilememez.. Bu yolda getirilecek kısıtlamalar, hem Anayasaya, hem İnsan Hakları Dünya Beyannamesine ve hem.de hukukun yüksek prensiplerine aykm olacaktır.
DİN HÜRRİYETİ VE DİNÎ TAASSUP' T a a s s u p din hürriyetinin en büyük düşmanıdır. Kendisininkinden başka dinlerin mensuplarını küçük gören onun d i n h î e v e kanaatlerine karşı düşmanlık besleyen kışı fanatik yani mutaassıptır. • _ ' İslamiyette taassuba, yani fikir ve dinî inanç düşmanlığına kesinlikle yer yoktur. İslamiyetin ilk hükümlerinin nazı •• ofduğuyıÜarda büe, Peygamberimiz^.) insanları ı s k m ı y * halkfsına davet ederken, güzel sözler ve tatlı nasıhatlarla onları ilahî yola çağırmıştır. Hiçbir zaman, hiçbir dönemde ve ^ a m i y e ü n y a k m a s ı nın bir devlet politikası olarak benimsendiği Osmanlı imparatorluğu döneminde, insanlar üzerinde müslüman olmalan çin baskı uygulanmamıştır. Çünkü islam dmı, kişilerin dm • hürriyetlerine en geniş biçimde saygı duyulmasını öngören bir d S . Müslümanlardan başka hiçbir dinin mensupları, dMerin yaymak ve savunmak için giriştikleri cihatlarda, ısiamfyeti k a b u l etmeyerek kendi dinlerinde kalmak isteyenleri serbest bırakmazlar. * Bu konuda Peygamberimiz (s.a'.) bir hadis-i şerifinde meâlen şöyle demektedir: «Çocukları sakın öldürmeyiniz ve d ü ş m a n ordusu ile savaşırken, kendi halinde duran halkı incitmeyiniz, kadınc a dokunmayınız, evleri yıkmayınız, tarlaları çıgnemeyınTz meyveleri, hurma ağaçlarını harap edip kesmeyiniz, gayrimüslimlerin Allah'a kulluk eden râhip ve zâhıdlerıne dokunmayınız." Bu konuda, yâni müslümanlarm din hürriyetine verdikleri önemi belirleyen örnekler konusunda tarih sayısız hadiseler anlatır. Hz Ömer, Kudüs'ü aldığı zaman Hıristiyanların kıllarına bile dokundurtmamış, oysa Kudüs Haçlılar tarafından
geri alınınca müslümanlar kılıçtan geçirilmiştir. Bu olay hı, ristiyanlardaki taassubun en eski örneklerindendir. Sırp kralı Brankoviç, Macar kralı Hunyedi'ye sormuş: -Memleketimizi alınca ne yapacaksınız? Macar Kralı cevap vermiş: -Ülkenizi ve hepinizi katolik yapacağız. Ayni soruya Türk paşasmın verdiği cevap ise şudur: -Her camiin yanında bir Kilise bulunacaktır. Yukarıdaki konuşma, müslüman Türk'ün ve katolik Macar'ın vicdan hürriyeti anlayışının aynasıdır. • Macar tarihçisi Sandor Takats (1860-1932) "MacaristanTürk Aleminden Çizgiler" adlı eserinde şunları yazar: "Hıristiyan Almanya imparatorluğunda mezhep harplerinden kan gövdeyi gö'tiirürken, miislüman Türk idaresinde bütün dinlere saygı vardı vc mezhepler yan yana yaşayabiliyorlardı." Ünlü Alman şair ve yazarı Schiller, Almanyada mutaas, sıp Alman İmparatorluk! askerlerinin Magdeburg kentinde Protestanlara karşı uyguladıkları vahşeti şu satırlarla anlatıyor: "Buradaki boğazlama sahnelerini tasvire, tarihin dili de, ressamın fırçasv da kâfi değildir. Kadınlar kocalarının kolları arasından koparılarak, kızlar babalarının dizleri dibine atılarak kirletildi... Bir kilisede başları kesilmiş elli üç kadına rastlandı. Bu vahşet ve çapulculuk,yangının dumanları kesilinceıje kadar devam etti..Cesetler arasında duman bulutları tütüyordu. Alman imparatorunun askerleri, enkaz ve küllerin altını eşeleyerek çapul yapıyorlardı. Bir kısmı da dumandan boğuluyordu. Ölüler arasında sürüklenen çocuklar, yürek yırtıcı feryatlarla analarım, babalarını arıyor, siit bebekleri ölmüş annelerinin memelerini hâlâ emiyorlardı. Sokakları temizlemek için altı binden fazla ölüyü Elbe nehrine attılar. En az otuz bin kişi ölmüştü.." (Schiller-30 Yıl Savaşı) .
* * *
Bugün, insan hak ve hürriyetleri konusunda, hürriyet ve iyilik havarisi geçinen Avrupa milletlerinin tarihleri, din hürriyeti adına duyulacak utançlar ve yüz kızartıcı rezilliklerle doludur. Kendi yazdıkları tarihlerini utanmadan okuyabiliyorlar mı acaba? . Şair Schiller'den sonra bu konuda işte söz sırası Leopold von Ranke'de.. O da bir Hıristiyan taassubu örneği sergiliyor. İmparator Şarken'in askerlerinin 7 Mayıs 1527 tarihinde Hristiyanlığm merkezi Roma'da yaptıklarını anlatıyor: "Kutsal şehir Roma'da, istisnasız bütün evler ve Kiliseler yağma edildi. Büyük San Lorenzo ve San Paolo kilisileri'de yağ-, madan nasiplerini almaktan kurtulamadılar. Yağmadan sonra, ilk Papa sayılan Hz.Isâ'nın havarisi San Pietro (Saint Pierre)'nun mezarı deşildi. Papa 2. Julius'un iskeleti lâhdinden çıkarılıp parmağındaki altın yiizük alındı. Ganimetlerin çoğunu ispanyol as- • kerler-aldılar. Fakat imparatorun ördusıtndaki Napoli birlikleri, kardeşleri Romalıların yağmasında daha da vahşi davrandılar. Alman birlikleri ise pek fazla cana kıymıyor, ırza tecavüz ediyorlardı. Ypğmadan o kadar zengin olanlar görüldü ki, bir kaç bin florine zar atanla r~vardı. Yağma bitince eğlence başladı?Askerleryan• larında getirdikleri oğlanlara kardinal pelerinleri ve şapkaları giydirdiler. Bir asker de Papa kılığına girdi. Böyle bir alayla Roma caddelerini dolaştılar. San Anjelo sarayına gelince Papa rolü oynayan kişi, âyin kâsesi elinde, kardinal rolü oynayanları takdis etti. Daha sonra Saraya girildi." (Deutsche Geschichte im Zeitalter der Reformation) Ünlü Fransız tarihçileri Ramband-Lavisse de Roma yağmasını anlatırken şu satırlara yer verir: "Korumasız anneler, kızlarını Alman askerlerinin tecavüzünden kurtarabilmek için kendi elleriyle öldürmek zorunda kalıyorlardı. Yağma edilmemiş tek bina kalmamıştı Roma'da. İşgal ve talanın ardından açlık , sefalet ve kıtlık gelmişti. Hiçbir yiyecek maddesi bulamayan insanlar, kedi,, fare, ağaç kabuğu, ot, ne bulurlarsa yiyorlar, açlıktan ölmemeğe çalışıyorlardı. Açlıktan binlerce insan ölmüştü. Hıristiyanların başı sayılan Papa bile topla-
dığı otları yemişti." (4.Yüzyıldan Günümüze Genel TarihCilt:12) Endüljanslar, engizisyonlar, afarozlar v.b. kelimeler, hıristiyan taassup literatüründe, yer alan, din ve vicdan hürriyetleri bahsinde reddedilecek kavramların karşılıklarıdır. Ve hıristiyan taassubuna Fransa'dan örnekler..
Yüzbine yakın insan ya protestan oldukları için, ya da Protestanları ihbar etmediklerinden idam edilmişlerdi. Sorg u l a m a l a r d a , yapılan akıl almaz işkenceler de işin cabası., ihbarlar, ispiyonculuklar, ödül almak üzere yapılan iftiralar.. Protestanları ihbar ederek aldıklarla ödüllerle zengin olan ispiyoncular..
"Bütün Fransızları katolik görmek istiyorum" diyen 14. Lüi, 1 milyon 200 protestan Fransızı yok etmek istiyordu.. Protestan kadın eğer hamile ise doğum yapması yasaktı, onu doğurtan ebe öldürülürdü. Gizlice doğmuş olan protestan ailenin çocuğu kesinlikle katolik yapılacaktı, yoksa 7 yaşma geldiğinde ailesinin elinden alınır bir katolik aileye verilirdi. Bu duruma dayanamayan yüzbinlerce Fransız, vatanlarını terkedip başka ülkelere sığındılar. Bunlardan bir bölümü de o dönemdeTürkiye'ye sığınmıştı.
O dönemde bütün bu olup bitenler, kralın fermanının sonucu idi. Çünkü kral bir fermanla, katoliklerin ihbar edilmesini, ihbar edenlerin ödüllendirileceğini, ihbar etmeyenlerin ise idam edileceklerini buyurmuştu. O fermanları .tarihçiler, "mürekkepten ziyade kanla yazılmış fermanlar" olarak ad•landırirlar.
İngiltere'de ise din ve vicdan hürriyetleri alanındaki taassubun vahşeti ters yönde esiyordu.
Evet söylediklerimiz yanlış değildir. Bugün milletler arası bir ihtilaf çıktığında, davayı milletlerarası bir mahkemede çözümletmek isteyenler Hollandanm Lahey şehrindeki "Lahey Daimi Adalet Divanına" başvurmak zorundadır.
İngilizler protestan olduklarından, orada da katoliklik kanun dışı idi.,Katoliklerin bütün medenî, ve siyasî hakları ellerinden alınmıştı. Bir kişi eğer katolik ise devlet memuru olamaz, doktorluk, avukatlık gibi yüksek.meslekleri yapamazdı. Katolik nüfusun artmasını önlemek için, çocuklar genç yaşta ailelerinden alınıp protestan ailelere veriliyorlardı. Özellikle katolik İrlanda'da İngiliz kralı Çromwell binlerce İrlandalı'yı kılıçtan geçirtmişti. Binlerce İrlandalı genç kız ailelerinden toplanarak Jamaika esir pazarlarında satılmıştı. Bugün bile bir türlü dinmek bilmeyen İngiliz-İrlandalı çatışmaları ve İrlanda Kurtuluş Ordusu İra, belki de taa o günlerde tohumları atılmış bir kinin meyveleridir! Protestanlığın kanun dışı olduğu Hollanda ,ve Belçika'daki o döneme ait vâhşet olayları da diğerlerinden aşağı • kalmaz. Protestanları bildikleri, halde ihbar etmeyen katolik. lere de verilen ceza idamdı.
Bütün bu rezillikleri yapanların torunları bugün Avrupa'da insan h a k l a r ı şampiyonları olarak bütün dünyaya tepeden bakmaktadırlar. •
İspanya'da Endülüs Devletinin yıkılışından sonra, Gırnatayı ele geçiren İspanyollar'ın yaptığı vahşet, camilerin yıkılıp müslümanlarm kılıçtan geçirilişleri, 14 bin İspanyol'un dinden sapıtmışlık ithamı ile öldürülüşleri, aynı İspanyollar'ın fethettikleri Amerika topraklarındaki İnka, Aztek, Maya medeniyetlerini yok edişleri, tarihin din taassubu adına 1 şahit olduğu vahşetler arasında yer alır. . Rusya'da 18. asırda cereyan eden vahşeti de LavisseRambaud 7. ciltte anlatırken şu satırlara yer verir: "1742 de raskolnik tarikatına mensup yüzlerce Rus dervişi, dinden sapıttıkları ileri sürülerek törenle yakılmıştı. Bütün Ermeni kiliseleri, biri hariç kapatıldı. Yahudiler Rusya'dan sürüldü. Tataristan'daki 526 camiin 418'i tahrip edildi. Şaman olan Volga kavimlerine ortodoksluğıı kabul etmeleri için görülmedik, duyulmadık işkenceler yapıldı."
AYDINLARIN TAASSUBU T a a s s u p , din ve vicdan hürriyetinin en büyük düşmanıdır. Tarihten ve günümüzden örneklerle tanımaya çalıştığımız taassubun bir başka türü daha vardır. Bu da, aydın geçinenlerin taassubu şeklinde adlandırabileceğimiz taassuptur. Onlar aslında ilerici geçinen gericilerdir. Ahmet Kabaklı, "Süper Yobaz" diye adlandındığı bu kişileri şöyle anlatır: "Memlekette demokrasiye, hiirrhjete, fikir serbestliğine ayak uyduramayan, razı olamayan bir tip varsa, o da süper yobazdır. Kıyafeti batılı, fakat beyin hücreleri. Asuriler devrinden kalan bıı renksiz mahlûk adeta mağaralar devrinin kalıntısıdır." (Müslüman,Türkiye-s:161) Kendilerini aydın sanan, din ve maneviyatına .bağlı olanları aklınca aşağılayıp küçümseyen bir takım vardır ki, aslında bunların taassubu da, en az yobazın ve devletin taassubu kadar tahripkârdır. . Bunlar bugün, özellikle bir kısım basında, TRT'de, Üniversitelerde, bazı yüksek mesleklerin Odalarında ve daha başka önemli noktalarda yerleşmiş durumdadırlar. Ellerine geçirdikleri "kamuyu aydınlatma ve kamu oyu oluşturma"' vasıtalarını kendi mesnetsiz, tutarsız zihniyetlerine âlet ederek toplum değerlerimize saldırmaktadırlar. Dinîmize, ahlâkımıza, tarihimize, her türlü manevî değerlerimize saygıları olmayan, herşeye ve herkese tepeden bakan, ağızlarını açtıkları her zaman, millî duygu ve düşüncelerimize ters hezeyanlar kusan, kişiliksiz kişilerdir bunlar. Çünkü bu aydın(!) 1ar, bizim aramızda ama aslında, bizim çok uzağımızdadırlar. Bizimle aynı ırktandırlar, aynı kanı taşırlar, ceplerindeki nüfus kağıtları da bizimkindendir, lakin bizden değildirler.. Hamurları bizim islâmla yoğrulmuş kültürümüzden mayalanmamış, yabancı kültürlerin emperyalizmi tarafından tutsak alınmış, kaypak mizaçlı maddecilerdir onlar. ' ''
TÜRKLERDE DÎN VE VİCDAN HÜRRIYETI ANLAYıŞı
Lıristiyan Avrupa'da, din ve vicdan hürriyetleri alanındaki önlenemez taassubun sonucu olarak sergilenen vahşet olayları sürüp giderken, Türkler'in egemen olduğu topraklarda geniş bir din hürriyeti hâkimdi. GÖKTÜRKLER VE UYGURLAR ü n eski Türklerden itibaren tarihler, hep aynı değerlendirmeyi yapmaktadır. Türkler şamanist oldukları Göktürkler, Uygurlar dönemleri ile, islamı kabul ettikleri Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar dönemlerinde din hürriyetini daima Devletin temeli yapmışlardır. Hıristiyan Avrupa ülkelerinde din taassubu yüzünden oluk oluk insan kanı akarken, Türk ülkelerinde, dini veya mezhebi yüzünden işkence edilen veya öldürülen tek bir kimseye ras&anmamış olduğunu, batı tarihçileri bizzat yazmaktadırlar. Eski Türkler ve özellikle Selçuklu tarihi üzerine araştırma yapacak olanların, bu konunun uzmanı olan Prof. Osm a n Turan'ın eserlerine başvurması gereklidir. Biz de öyle yaptık ve o dönemlerdeki din ve vicdan hakları konüsunu, hocadan aldığımız belgelere dayandırdık.
ğunlukla batı kaynaklarında yer alan belgelere dayandırmıştır. Osman Turan, "Türkler'e Karşı Haksız İsnatlar" konusunu işlerken, Göktürkler, Uygurlar, Hazarlar ve Selçuklular döneminden çeşitli örnekler vererek isnatları cevaplamaktadır. İşte bazı satırlar: \ "Şamanî devrinde Göktürk, Uygur ve Hazar hakan ve Devletlerinin y a b a n a dinlere ne derece müsamaha gösterdiklerine, Yakm-Doğu'da kovalanan bir çok din ve mezhep mensuplarının hürriyete ve himayeye kavuşmak için nasıl Türk ülkelerine sığındıklarına temas etmiştik. Hatta Türk devletleri yalnız yabancı din mensuplarını himaye etmekle kalmıyor; aynı devletin hudutları içerisinde Türkler de çeşitli dinlere m e n s u p cemaatlerle bir arada ve ahenk içinde bir hayat sürüyorlardı. Gerçekten Türkler, VI-XI. asırlar arasında, Şamanî, Buda, Mani, Hıristiyan, Yahudi ve İslam dinlerine mensup olarak bir arada yaşamakla tarihte görülmemiş bir müsamaha ve insanlık örneğini gösteriyorlardı. Göktürk, Uygur, Hazar ve Moğol Hanları huzurunda çeşitli dinlerin temsilcileıi arasında, hiçbir taassup görülmeden, dinî münakaşalar yapılıyordu." (Prof. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi- s: 455)
SELÇUKLULAR DÖNEMİ S e l ç u k l u Devletinin hakimiyeti altındaki bütün topraklar da, din ve vicdan hürriyeti ikliminin hakim olduğu cennet köşeleri gibi idi.. Konuyu yabancı tarihçilerin satırları-ile belgelendirelim: W. M . Ramsay: "Anadolu Hıristiyanlarının,.Selçuklu devrinde, Bizans devrine nazaran daha mesud bir hayat yaşadıklarını ve daha geniş bir din hürriyetine sahip olduklarını söylemeliyi" (Prof. Osman Turan- Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi- s: 456)
Bizans İmparatorluğunun uyguladığı, '-'halkı Ortodokslaştırma ve Rumlaştırma" politikası ve ağır baskılar yüzünden, doğudaki Süryaniler, Ermeniler, hatta Rumlar, akın akın Anadolu topraklarına gelen Türkleri bir kurtarıcı olarak karşılamışlardı. > Bu yüzden, çoğu zaman, içinde yer aldıkları Bizans saflarından toplu halde ayrılarak, savaş alanlarını terketmişlerdi. Tarihlerde bunu gösteren pek çok örnekler kayıtlıdır. Süryani tarihçisi Mihael: "Türkler, Rumların yaptığı gibi kimsenin dinine've inancına karışmıyor; hiçbir baskı ve zulüm düşünmüyorlardı." (Prof. Osman Turan- Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi-s: 456) ' . Ermeni tarihçi Mathieu: "insanların en âdili, en akıllı ve . kudretlisi olan Melikşah, bütiin İnsanlara ve hıristiyanlara karşı baba gibi idi: Bütün Rum ve Ermeniler, kendi arzuları ile onun idaresine girdiler." (Prof. Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi- s: 460) Ermeni tarihçi Urfalı Mathieu: "Kudüs'e sahip olan Arttık beyin hakimiyetinin simgesi, Kıyame Kilisesi'nitı tavanına attığı iiç ok ile görülür. " diye yazarken, bu durumu başkâ tarihçiler, Kiliseye hakaret olarak değerlendirmişlerdir. Oysa bu oklar Türklerde hakimiyetin simgesidir. Türkler hiçbir dinin mabedine hakaret etmezler, saygı duyarlar. Evliya Çelebiye göre Fâtih de Ayasofya'nın tavanına ok koymuştu. Tarihler, Selçuklu Türklerinin din ve vicdan hürriyetine olan saygılarını anlatırken, şunları da ilave etmekten geri kalmıyorlardı: "Bizanslılar, esir aldıkları Selçuklu şehzadelerini, Ayasofya'da zorla ortodoks yapıyorlardı." (Prof. Osman Turan- Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi- s: 456)
rini, asla zorlama olmadığını ispatlamak için, sosyologlar ispat delilleri arasında cizyeyi de gösterirler.
OSMANLILARDA DİN VE
Müslüman olmayan teb'a, Devlete cizye adı altında bir vergi ödemek zorunda idi. Ve bü vergi, Selçuklu ve Osmanlı Devleti hazinelerinde çok önemli bir yer tutardı.
VİCDAN HÜRRİYETİ B ütün Türk İmparatorluklarında olduğu gibi, Osmanlı Devletinde de, "din hürriyeti" Devletin temel prensiplerinden biridir. Herkes, Devletin kanunlannı çiğnememek şartı ile/hangi din ve mezhepten olursa olsun, ibâdetini serbestçe yapmak hakkına sahiptir. Din hürriyeti Devletin güvencesi altındadır, bileyen dilediği dini benimseyebilir.'
Eğer bir gayri müslim müslümanhğı kabul ederse, bu vergiden kurtulurdu. Sosyologlar, "nasıl olur da Devlet, gayrimüslimleri müslüman olmaya zorlar, kendisi için çok önemli olan cizye gibi bir kaynaktan mahrum kalacağım düşünmez mi?" sorusunu sorarlar. Bu soru iftiraların geçersizliğini ortaya koymaktadır.
Hiç kimseye dinini değiştirmesi, için baskı yapılamaz. Ancak, bir müslümanin dinini değiştirmesine (Mürted) izin ' yoktur ve bu hareketin cezası idamdır. Ayrıca, müslüman bir kızın, gayri müslimle evlenmesi yasaktır. Bunun için da, madın mutlaka müslümanlığıkabul etmesi gereklidir.
Osmanlı Devlet'i teb'anın dini konusunda o derece özgür düşünüyordu ki> bazı Padişahların zevceleri bile, müslüman olmayıp eski dinlerinde kalabilmişlerdi. Kendi dinlerine, bağlılıklarım sürdüren Padişah zevceleri arasında şu Sultanlar vardı: .
Türk geleneğinde ve İslam dininin özünde var olan, bütün dinlere saygı prensibi bütün insanların bu dine olan sempatilerini arttırıyordu. Bu yüzden de, insanlar akın akın kelime-i şahadet getirip müslüman oluyorlardı. Islamı sevdirmek alanında Türk şair, edip ve sanatçılarının da büyük etkisi oluyordu. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihinde buna dair örnekler verir. Bunlardan biri Mevlana ile ilgilidir:
"Orhan Gazinin zevcesi Bizanslı prenses Teodora, Yıldırım Beyazıt!ın zevcesi Sırp prensesi Despina, 2. Murad'ın zevcesi Sırp prensesi Mara" (Yılmaz Öztuna- Büyük Türkiye Tarihi-Cilt 10-s: 180) . .
"Bir gün Mevlana'nın müridleri, bir hıristiyan mimara niçin müslüman olmadığım sordular. Mimar, Allah'dan korktuğu ve kuldan utandığı için Hıristiyanlıktan ayrılamadığını söyledi. Bunu duyan Mevlana, "A'llahdan korkan Hıristiyan da olsa dindardır", diye hoşgörülü bir yorum getirdi. Mimar bunun üzerine hemen kelime-i şahadet getirip müslüman oldu. Bir gün Ermeni Kilisesinde semâ edilmiş, oradaki Ermenilerin hepsi müslüman olmuştu. Mevlana'nın müridleri arasında bir çok hıristiyan da vardı. Mevlana'dan etkilenip müslüman olanların sayısının 18.000 olduğu söylenir." (Yıl-, maz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi-s: 218) \ • \
. Cizye Meselesi:
'
.
insanların müslümanhğı kendi arzulan ile kabul ettikle-
.Osmanlılarda din ve vicdan hürriyetinin durumu hakkında daha başka bilgiler edinmek üzere, yabancı tarih sayfalarında yer alan ve Yılmaz Öztuna'nm eserine aldığı satırları okuyalım: Macar tarihçi Sandor Takats, eserinde, bu konuyu vurgulayan pek çok misaller anlatır: "Almanya İmparatorluğunda mezhep harplerinden kan ' gövdeyi götürürken, Türk idaresinde bütün dinlere saygı vardı ve mezhepler yan yana yaşayabiliyorlardı." (Macaristan-Tiirk Aleminden Çizgiler) • Bir başka yazardan satırlar: "Müslümanlar, mağlup ettikleri milletleri kendi dinlerini • muhafazada daima serbest bırakmışlardır. Hıristiyanlar akın , akın Müslümanlığı kabul etmişlerse, bunun sebebini müslü-
man fâtihlerin gösterdikleri büyük anlayış ve "adalette aramalıdır." (Laura Vecciya Vaglieri- Apologic de L 'Islama) F. Grenar: "Hıristiyan halk, kendisine müslüman Türkler tarafından bol bol verilen ve o çağ Avrupasmca tanınmayan din hürriyetinden çok memnundu. Türkler gelmeden önce, ülkeleri devamlı asayişsizlik içinde idi. Milletler çoktan beri unuttukları din hürriyetini ancak Türk hakimiyeti altında iken yaşıyorlardı.." (Grandeur de l'Asie) d'Ohsson: ' •. "Türk idaresinde köle. ve cariyenin bile din değiştirme mecburiyeti yoktu. Köle Hristiyansa, Hıristiyan olarak kalabilirdi. Köleye de kötü davrananlar yine Avrupalılardır." (Osmanlı imparatorluğunun Genel Tablosu) Gibbons: "Şu gerçeğe itiraz edilemez ki, Osmanlılar yeni çağ tarihinde devletlerini kurarken din hürriyeti prensibini temel taşı olarak vaz etmiş ilk millettir." İşte işin gerçeği burada, din ve vicdan hürriyeti, devletin : temel ilkelerinin başında geliyordu. Çok-uluslu bir Devlet olan Osmanlı İmparatorluğu teb'ası içinde çeşit çeşit ırklar, çeşit çeşit dinler ve mezhepler yaşıyordu. Bunları en iyi şekilde telif etmenin yolu, onlara hürriyetlerini vermekti. Nitekim Müslümanlar kadar, Hıristiyanlar, Museviler ve Osmanlı hakimiyetindeki Afrika kabilelerinin putperestleri bile, dinî in^riç ve ibâdetlerini serbestçe yaşatabiliyorlardı.
memiş, Cihan Patriği denilen D ü n y a örtodokslannın başına, istanbul'un Fener semtindeki sarayında oturarak görevim aynen sürdürmesi iznini vermişti. Ayrıca Ortodoks Baş Patriği Osmanlı Devlet protokolünde vezirlik rütbesinde bir mevkii işgal ediyordu. Dünya Ortodoksluğunun başı Fenerde otururken, öteki önemli patrikler olan Kudüs, İskenderiye ve Antakya patrikleri de yine Osmanlı toprakları olan bu şehirlerde, varlıklarını,- görev ve yetkilerini Devletin sağladığı güven ve d m hürriyeti ikliminde sürdürebiliyorİardı. 16 ve 17. yüzyılda dünya üzerinde mevcut Ortodoksların üçte ikisi Türk toprakları üzerinde yaşıyordu. Gregoryan Ortodoks Ermeniler, Mardin Kilisesine bağlı Süryani ortodokslar, patrikleri ve kiliseleri ile varlıklarını sürdürüyorlar, din ve mezheplerinin gereğini rahatça yerine getirebiliyorlardı. Bu bakımdan, o günleri hatırlayan bir kısım kadirbilir Ortodokslarlar, din hürriyetlerini borçlu oldukları Fatih'i ve Türkleri bugün bile saygı ile anarlar. • PROTESTANLAR: Ortodokslar gibi, dünya Protestanlığı da Türklere ve Kantini Sultan Süleyman Han'a çok şey borçludur. Almanya'da Martin Luther'in kurduğu Protestanlık, büyük fırtınalar koparmış, katoliklerle protestanlar arasında büyük mezhep savaşları ortaya çıkmıştı. Katolik olan İmparator, katı bir taassubun müsamahasızlığı içinde protestanları yok etmeğe koyulmuştu. Martin Luther, katolik vahşeti karşısında ezilen protestanlarııv kurtarılması için Kanuni Sultan Süleyman'a mektuplar gönderiyor ve şu ifâdeleri kullanıyordu:
Din ve vicdan hürriyeti konusunu daha iyi anlayabilmek için, Osmanlı Devletin'de "nüfus unsuru" nu oluşturan halkların din yönünden ortaya koydukları görüntüyü şu tablo içinde incelemeliyiz:
"Putperest katoliklere, Papa denilen ve Hazreti İsa'yı tanrı yapan dinsize ve onu destekleyen Alman İmparatoru Şarlken'e haddini bildiriniz vrbize-yardımlarınızı sürdürünüz.."
, ORTODOKSLAR: İmparatorluğun müslüman olmayan teb'ası içindeki en büyük kitİeyi, Ortodoks mezhebinden Hıristiyanlar meydana getiriyordu. Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethettiği zaman, Ortodoks Patrikhanesine el sur-
Alman protestanları, Kanuni'den maddî manevî yardım ive destek görüyorlardı. Türkler sayesinde savaşlarını sürdürebilen ve varlıklarını devam ettiren protestanlar, Luther'in
şu mealdeki fetvaları ile gerçeği idrak edebiliyorlardı: "Türklere mukavemet küfürdür.'" •'ı• 1 .' "Türklere m u k a v e m e t Tanrı'mn iradesine karşı gelmekfir." Mezhebin kurucusunun sözleri gösteriyor ki, Protestanlık varlığını Türklere borçludur. MÜSEVİLER: Osmanlı İmparatorluğunun teb'ası arasında musevî dininden Yahudiler de vardı. Hıristiyan Batı'nm din ve vicdan hürriyetleri konusunda hoşgörüsüz tutumu! kendi din ve mezhebinden olmayanlara uyguladığı ağır baskılar sonucu çeşitli ülkelerde yaşayan Yahudi'lerin canlarını kurtarmak için Türkiye'ye sığınmalarına sebep oluyordu (Nitekim 1992 yılında, dünya Yahudi'leri, özellikle Ispan- ' ya'dan kaçıp Türkiyeye sığınmalarının 500 üncü yılmı dünya çapında törenler düzenleyerek katlamışlar ve törenlerinde Türkler'e olan şükranlarını dile getirmişlerdir.) Ayrıca, Osmanlı teb'ası olabilmenin mutluluğunu yaşayıp, din ve vicdan hürriyetleri sahasında diledikleri gibi ibâdetlerini yapabilen, diledikleri biçimde dinî ve millî giysilerini giyebilen, kültürlerini yaşatabilen Hırvatlar, Slovenler, Romeriler, Macarlar, Çekler, Arnavutlar, Hıristiyan Araplar'm bu durumlarına ait tarihlerde pek çok belgeler vardır. Osmanlı'lar döneminden daha eskilere bakarsak, Hıristiyan taassubunun daha başka tezahürleri ile de karşılaşırız. Mesela Haçlı Seferler kendi dinlerini hak, başka dinleri ise bâtıl sayan, onları düşman kabul edip yok etmeye savaşan ağır taassubun ürünleridir.. Müslüman Türkleri Anadolu'dan atmak için, Papa'nm önderliğinde birleşen Hıristiyan Batılılar, ardı ardına seferlerle, akın akın saldırmışlar, ama mağlup olup dönmüşîerdir. Aslına bakarsanız, diplomasi alamnda bugün bile Türkiye'nin yalnızlık çekmesinin sebebi, Müslüman .oluşundandır. Daha başka bir ifade ile, bu durumumuz, Hıristiyan Ba-
tı'nın, Hıristiyanlığı hak, Müslümanlığı bâtıl sayan, oha düşmanlık besleyen taasubunun halâ günümüzde bile sürmekte oluşunun sonucudur. Dünyanın Karabağ, Bosna-Hersek gibi dramlara engel olamaması, bizim Kıbrıs meselesini çözümleyemeyişımız, Ortak Pazar'a giremeyişimiz, milletler arası çevrelerde işkence ve insan hakları ithamları ile haksız yere kınanışımız hep müslüman olmamızdan, hep Hıristiyan Batı'nm taassubundandır.
n u d a ş u âyet meali bilgi vermektedir: »Allah indinde en m a k b u l ve mümtaz olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır." (Yâni Allahdan korkan, ibâdet ve taatlarıyla Allaha yaklaşanlar- Sure: 49 - Ayet: 13) İbâdette üstünlük dışında, b ü t ü n müslümanlar kardeştir, hepsi de Allah indinde birbirine eşittir.
LAIKLIK L ajaik i l kelimesi Latin kaynaklı Fransızca bir kelimedir. Anlamıı da "dinî olmayan şey" demektir, Laiklik nasıl ortaya çıkmıştır? Esası şuradan gelir; katolikler insanları iki ayrı grupta toplarlar. Ruhaniler sınıfı ve diğerleri.. Ruhaniler, ya manastırlara kapanıp hayatlarını insanlard a n uzakta ibâdetle geçirirler, ya da papaz, piskopos gibi halk arasında bilfiil dinî hizmet görürler. Ruhanilerin dışında kalan herkes ise laiktir. Dini olmayan her şey ve herkes laik olarak adlandırılır. Ö halde> dinî esaslara dayanmayan devlet "laik devlet", kaynakları dine dayanmayan h u k u k "laik h u k u k " olarak adlandırımış oluyor. Laiklik bize, bir Anayasa ilkesi olarak 1924 Anayasası üzerinde 1937 yılında yapılan değişiklikler sırasında girmiştir. Laiklik, Türk toplumunda ilk duyulduğu meşrutiyet yıl-' larında, "lâdini" (din dışı) diye tercüme edilmiş, tam olarak anlamı da oldukça geç anlaşılmıştır. Bunun sebebi islamda rahipler, zâhid|er gibi dinî sınıfların bulunmamasıdır. Dinî sınıflar bulunmayınca, bunların dışında kalanların belirlenmesi de tabii ki m ü m k ü n değildir. Zaten müslümanlıkda eşitlik hâkimdin Anlayışa göre her m ü s l ü m a n diğerinin kardeşidir ve bunlar arasında kavim, kabile, soy farklılıkları ve imtiyazları mevcut olamaz. Kur'anm emrine göre, kullar arasında bulunacak yegâne ayrıcalık, ibâdet noktasında olabilir ki, bu ko-
Hıristiyan anlayışında ise d u r u m tamamen f a b l ı d ı r Aralarında sınıflar ve sınıf farklılıkları vardır. Allahla kul arasında din adamlarının aracılık yaptığına inanırlar. Günah işlediklerinde/gidip papazın önünde diz çökerek, nedâmet getirirler, güya günahlarından kurtulurlar. Oysa kulun günahını Allahdan başka kim affedebilir ki.. Tarihte, günah çıkaran papazların, b u n u menfaat kaynağı yaptıkları ve hatta işi daha ileri götürerek bir endüstri haline getirdiklerini biliyoruz. Nitekim "Endüljans" adı verilen g ü n a h çıkarma kağıtlarını, papazlar para ile satarken, papazların başı olan Papa da boş durmamış, Papa 10. Leo döneminde, Sen Piyer Kilisesinin tamiri için gerekli olan parayı sağlamak üzere, bugünkü hisse senetleri gibi seri halde Endüljanslar bastırarak, komisyoncular aracılığı ile piyasaya sürdürmüştür. Tabii bu işten komisyoncular-da büyük paralar kazanmışlardır. Bu kağıtları satın aldıkları takdirde günahlarının bağışlanacağını sanan masum insanlar, istismar edilmişler/onların sırtından din adamları para kazanmışlardır. Protestanlığın ortaya çıkışı, işte buna benzer dinden sapıtmışlıklarm sonucunda olînuştur. • . Evet..Bu iki din arasında bülunan vurguladığımız farklı anlayışlar yüzünden, hıristiyan' dininin bir müessesesi olarak ortaya çıkan laikliği müslümanlar oldukça zor kavrayabilmişlerdir. Laiklik Batı'dan geldiğine göre, bu müesseseyi ' daha iyi kavrayabilmek için, önce Batı hukukundaki laiklik anlayışı konusuna kısaca göz gezdirmeliyiz. '
BATIDA LAİKLİK ' '
v ,
k •
İSLAMİYET VE LAİKLİK
L a i k l i k , dinle Devletin ayrılması, Devletin din, dinin de Devlet işlerine karışmaması demektir. Devlet, vatandaşlann kendi iradeleri ile serbestçe benimsedikleri çeşitli dinler karşısında tarafsız kalacak, bu dinlerdein herhahgibirine asla imtiyaz tanımayacaktır. Buna karşılık din de Devlete, devlet adamları karşısında bağımsız olduğu gibi tarafsızlığını da sürdürecektir. . Laik hukuk Devleti, Anayasa'dan itibaren bir hiyerarşi içerisiride aşağı doğru giden kanunlar, tüzükler, yönetmelikler gibi objektif ve mücerret kaidelerle yönetilir. Laik Devlette kanunlar, dinî görüş ve eğilimler sonucu değil, millî hayatın ortaya çik'ardığı ihtiyaçlara göre yapılır. ,Oysa laik olmayan Devletlerde, her alanda olduğu gibi Devlet yönetimi alanında da din ağırlıklı hayat düzeni sebe-' biyle, kanunlar da dinî esaslara dayanır. Ancak şu noktaya çok iyi dikkat edilmelidir ki, laiklik yalnızca Devlet hayatına ait bir ilkedir: Bu sebeple kişinin kendi iç dünyası, özel hayatı, aile hayatı inandığı dinin kurallanna uygun olarak sürmeye devam edebilir. , Laiklik dinsizlik demek olmadığına göre, laik Devlette, vatandaşların özel hayatlarını kendi dinlerinin kurallarına göre yönlendirmesi, yani ferdin manevî hayatını din kuralları ile düzenlemeye devam etmesi gayet tabiidir. , Dciha önce verdiğimiz örneklerde olduğu gibi, faiz kanunen yasak değil ama, fert inandığı din tarafından yasaklandığı için faiz almaz da vermez de.. Yani Devlet laik, ama vatandaş, özel hayatında laik hukuk Devletinin hukukuna değil, inandığı dinin hukukuna göre hareket etmekte serbest.Ve bu sonuç asla laik hukuk devleti ilkelerine de aykırı değildir. Dediğimiz .gibi, laiklik Devlete ait bir meseledir.
i s l a m dini, yalnızca ferdin iç dünyası, özel ve aile hayatı gibi konulan düzenlemekle kalmamaktadır. Aynı zamanda, Devlet hayatını ve toplum düzenini de kurup nizamlamaktadır. Yani İslam, yalnız uhrevî aleme değil, dünyevî işlere de nizam koyan bir dindir, yalnızca ibâdet ve duadan ibaret değildir, emir ve yasakları ile Devleti ve hayatı kaidelere bağlamaktadır. Bu bakımdan islam ile laiklik ilkesini bağdaştırmak, müslüman bir millet olduğumuza göre, bin yıllık alışkanlıklanmıza ters düşen laikliği bir devlet sistemi olarak benimseyebilmek, bizler için nasıl mümkün olabilmiştir? Ve bundan sonra da laiklik ve islamın hükümleri nasıl birlikte yürüyebileceklerdir? Bu çetin sorulan cevaplarken yine değerli Hocamız Başgil'den yardım isteyeceğiz: "Iiiraf ederim ki, meselemizin en çetin noktası üzerindeyiz. 1 Dikkat edilirse, yalnız bizde değil, Garp memleketlerinde de laiklik ile dinîlik en çok bu noktalarda çarpışmaktadır. Çünkü yalnız Isr lamiyet değil, Hıristiyanlık da insanlar arasındaki münasebetlere nizam koymuş ve Kilise Hukuku denilen bir hukuk teşekkül etmiştir. Meselenin çözümlenmesini nazariyatta değil, realitelerde ve hayatın akışında aramak lazımdır. Realite şudur: Bugün Batı Medeniyeti yolunu tutan memleketlerde, dinî hayat ile iş ve münasebetler hayatı fiilen birbirinden ayrılmıştır. Her gün biraz daha ayrılmaktadır. Hatırlatalım ki, islamda dini iş ve hükümlerden.herhangi birinin, bir zamanda uygulanması mümkün olmazsa, o hükmün takip ve tatbiki başka bir zamana bırakılır. Nitekim, bir asırdan beri (yani din Deoleti olan Osmanlı Devleti döneminde) islam HukUku'nun Ceza Hukuku kısmı uygulamadan kaldırılmış, yerine • Fransız Ceza Hukukundan hemen hemen aynen iktibas edilmiş olan laik bir Ceza Hukuku konulmuştur.
Nitekim daha sonraları islam Hukukunun akitler ve borçları düzenleyen bölümü ile, evlenme,ve boşanmayı düzenleyen kısımları da uygulamadan kaldırılmıştır, istesek de istemesek de durum budur. Konuyu bitirmeden, bir noktaya tekrar gelelim. Laik Devlet, nizamı içinde yaşayan bir dindar, dininin ibâdet hükümlerini olduğu gibi, akitler, borçlar, evlenme konularındaki hükümlerini de isterse şahsen takip edebilir. Buna mani bir hüküm ve bunun laiktik esasına aykırı bir yanı yoktur. Yani resmî'nikahtan sonra gidip dinî nikah yapabilir, faiz alıp vermeyebilir. Özetle, Devletin kanun ve nizam ile yapılmasını yasaklamadığı veya yapılmamasını emretmediği her iş ve muameleyi dindar, mensup olduğu dinin kaidelerine uyarak yapabilir. Şu halde bu bakımdan laiklik, münasebetler hayatına dair olan dinî kaide ve kanunların resmiyetten kalkması; bunların Devlet müeyyidesini kaybederek, özel hayata çekilip, vicdanlarda yer almasıdır." Bu açıklamalar sonunda ortaya çıkan şu iki sonucu belirlemiş oluyoruz: 1. "Laiklik dinin inkârı demek değildir." 1.
2. Laiklik, dinin inkârı demek olmadığı gibi, "din düşmanlığı da değildir". Nedir öyle ise laiklik? Dinle Devletin birbirinden ayrılması, dinin ruh ve vicdanlar alanında, insanın özel've aile Hayatında, Devletin de madde ve cisim aleminde, toplumun umumî münasebetlerinde düzenleyici olmasıdır. Tabii bu sonuçlar, laikliğin batıda bügün gelmiş olduğu noktasıdır. Yoksa, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarından bile, hatta ikinci Dünya Savaşı öncesinde laiklik perdesi arkasında, orada çok büyük din düşmanlıkları ve dindar kıyımları görülmemiş değildir.
LAİKLİĞİN ZIDDI OLAN DEVLET SİSTEMLERİ D ü n y a nizamını kurma konusunda, Devlet de, din de kendi, kurallarına göre düzenleme yapma iddiasındadır. Din'le Devlet arasındaki bu hakimiyet mücadelesi, ıkı ayrı Devlet sistemini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bu sistemler, "dine bağlı Devlet" ve "Devlete bağlı din" sistemleridir. Laiklik, dinle Devletin birbirlerinden ayrılmaları demek olduğuna göre, sözünü ettiğimiz her .iki Devlet sistemi de la- ikliğin zıddıdır. Şimdi bu iki Devlet sistemi üzerinde kisaca durmak suretiyle, laiklik konusunu daha iyi anlamaya çalışalım. a. Dine bağlı Devlet sistemi: D i n e bağlı Devlet sisteminin hakim olduğu Devletlerde, cemiyet hayatının her safhasındaki ferdî ve toplumsal her türlü münasebetler din kaidelerine bağlıdır. Hukukun da ahlakın da kaynağı dindir. Kanunlar, düzenleyecekleri sahalarda, dinin emir ve yasaklarını devlet müeyyidesine bağlamaktan başka bir fonksiyon icra etmezler. r Devletin bütün fonksiyonları, yasama, yürütme ve yargı organlarının işleyişi dinin kurallarına göre olur. Adalet, eğitim gibi bütün hizmetler dinin öngördüğü biçimde yapılır. Devletin ve devlet adamlarının en önemli görevi, din düzeninin, dini kurum ve kuruluşlann, din adamlarının korunmasıdır. Yani "Devlet, dinin ve din adamının jandarmasıdır." Böyle bir sistemde, Devleti eline geçirmiş olan din, başka ' dinlere, başka felsefelere yaşama hakkı tanımayan bir taassuba bürünebilir. Din adamı devleti eline geçirir, din adamlarında saltanat
sevdası alır yürür. Şahsi çıkar peşine, düşerler ve sonuçta ilmî ve ahlakî değerleri zayıflar. Bu tutumdan düşünce, ilim ve teknik hayatı da ürkecek, toplumun terakki etmesi mümkün olamayacaktır. İslâmiyet, "tlim.Çinde ise gidip alınız" diyen, terakkiye açık bir dindir: İlerleme için gerekli olan hoşgörü ve fazilet ortamı islamın kendisinde vardır. Bu bakımdan din terakkiye engel değil, yardımcıdır. ^ Unutmayalım ki, en büyük bilginler dinlerine çok bağlı olan kişilerdi. Terakkiye mani olan din değil, din adamlarının Devlet kuvvetini eline geçirip saltanat sevdasına düşmesidir. Bunun içindir ki, İmâmı Azam Ebû Hanife, Abbasi Halifesi Mansur'un kendisine teklif ettiği kadılık görevini red etmiş, bu yüzden hapse atılmıştır. Sebep, bu din büyüğünün, din adamlarının devlet hizmetinde memurlaşıp saltanat peşine düşmelerinden korkmuş olmasıdır. O inanıyordu ki, dinin yeri mabeddir ve ancak o zaman, insana ve in.sanlığa faydalı olabilir. İnsanlığıi) terakkisinde etkili olabilir. Evet din, terakkiye yardımcı olabilir, ama hurafelerden uzak olan, saflığını korumuş bir din. 1 b. Devlete bağlı din sistemi:
• < .
•
D i n i n Devlete bağlı olduğu sistemde, din adâmları Devletin memuru durumundadırlar. Bunlar Devlet tarafından tayin edileceklerinden, politikacılar ve hükümet, tayin ettikleri b u kişiler üzerinde rahatça etkili olabilirler. Din rahatlıkla siyasete alet edilebilir. Bilindiği üzere, dine bağlı Devlet sisteminde durum bunun tam tersi idi. Yani bütün sosyal düzen, din kaidelerine uygun olarak işliyor, siyasete ve devlete din adamları hakim oluyordu. " Devlete bağlı din sisteminde ise, dine politikacılar hakim olarak, dini diledikleri gibi politikalarına alet edebiliyorlar. Din adamlarım, tayin, azil veya mükafatlandırabildiklerinden, din adamları ister istemez politikacıların dümen suyu-
na girebiliyorlar. -Böyle olunca da din ve din adamları, toplum içindeki saygınlıklarını kaybediyorlar. Bundan da din çok büiyük ölçüde zarar görüyor. Personeli memurlaştırılıp,. politikaya adeta emir kulu yapılan diıı, saflığım da kaybedecektir. c. Dinin Devletten, Devletin dinden bağımsızlığı sistemi: Laiklik:
İLşte 5 laiklik yukarıda anlatılmış olan iki sistem arasında yer alan sistemdir. Laik Devlet düzeninde, ne din Devlete bağımlıdır, ne de Devlet dine bağlıdır. Devlet ve dinin sahaları birbirinden ayrılmıştır. Her biri kendi kutsal mevkilerinde, kendi meseleleri konusunda düzenleme yaparlar. Din mâbedde, Devlet ise millî iradenin temsil edildiği Parlamentodadır. Her ikisi de birbirlerinin etkisinde kalmadan, bağımsız olarak hizmetini devam ettirir. Mabed siyasete karışmaz, devletse dine.. Evet Devlet dine karışmaz, vatandaşların diledikleri dine • inanmalarına, serbestçe ibâdetlerini yapmalarına karışmaz.. Ama bu demek değildir ki, nüfusunun yüzde 99 u müslüman olan Türkiye'de vatandaşların dinî ihtiyaçları ile Devlet . ilgilenmez!. Devlet millet için vardır. Milletin ve onu meydana getiren fertlerin rahatını, huzurunu, mutluluğunu, her türlü ihtiyaçlarını karşılamaktır Devletin görevi.. Vatandaşın eğitim, sağlık, ulaşım gibi bütün hizmetleri yanında ibâdet ve öteki dini ihtiyaçlarını da sağlayacaktır Devlet. Ve bunu yapan Devlet de asla laik olma niteliğini kaybetmez. Bugün Batının " ileri laik Devletlerinde^ Kilise vergileri bile vardır. Almanya'da bazı trafik cezalan, "Git Kilisene 30 mark öde, getir makbuzunu göster" şeklinde uygulanmaktadır.
Bu tarihten sonra Osmanlı Padişahları, "Halife-i Müslimiri", "Hâdimü'l Harameyn", "Emirü'l Müminin", "Halife-i Ruyi Zemin" ünvanları ile anılmaya başladılar. Yani, İslam Peygamberinin halifesi ve vekili, mukaddes emanetlerin koruyucusu, bütün inananların emiri, cihanın halifesi oldular. DİN AÇISINDAN TÜRK DEVLET SİSTEMLERİ T ü r k i y e ' d e din ve Devlet münasebetleri, üç devre ayınlır. Bu dönemler, "dine bağlı devlet", "yarı dinî devlet" ve "devlete bağlı din" devreleridir. • Bunları kısa kısa gözden geçireceğiz: 1. TÜRKİYEDE DİNE BAĞLI DEVLET SİSTEMİ DÖNEMİ
Devlet dine bağlı olduğu için, Devletin Anayasası şeriat, hükümet ve idarede ilke ise saltanattır. Prensip olarak özel hukuk, Amme ve İdare Hukuku alanları da keza İslam Hukuku kuralları ile düzenlenmektedir. İslam Hukuku dışında, hususî hukuk ve amme hukuku alanlarında bazı düzenlemeler yapmak üzere, "Halife-Sultan" 1ar tarafından konulan "Padişah Kanunnameleri" ni görmüştük. Ancak bunların da şeriata uygun olmaları gereklidir. Çünkü Halife- Sultan, "emr-i bil mâruf ve nehy-i anilmünker"'le mükellftir. Yani Şeriat Kanunlarının hiçbirini terkedemez ve Şeriatın çizdiği yoldan dışarı çıkamaz.
O s m a n l ı Devletinin İmparatorluk döneminde, dine
Şeriat kanunları'nın, Kur'an, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı.Fukaha olduğunu biliyoruz. Bu bakımdan bu konuları bir daha tekrar etmeyeceğiz.
bağlı Devlet sistemi uygulanmıştır. Devletin ilk kuruluş dönemlerinden itibaren uygulanan sistemi "dinî devlet" sistemidir. Ancak önceleri yalnız fiiliyatta görülen bü durum, Yavuz Sultan Selim'den sonra resmîleşmiş ve tam anlamı ile yerleşmiştir.
Sultan'a, Şeriat'ın emirlerini bildirmek ve Padişah Kanunnamelerinin Şeriata uygunluğunu temin etmek konusunda Şeyhülislâm'lar görevli idiler. Fatih Sultan Mehmet devrine kadar, Osmanlı ülkesinde, öteki İslam ülkelerinde olduğu gibi müftüler vardı.
Yavuz Sultan Selim'in 1516 yılında çıktığı Mısır seferinde Mısır'ı fethederek "islâm halifesi" ünvanmı almasından önce durum biraz farklı idi. Daha önceleri Osmanlı Padişahları yalnızca Devlet Reisi idiler. Yavuz halife ünvanmı aldıktan sonra ise "dinî bir hüviyet" de kazandılar.
Devlet merkezindeki müftüler, taşra müftülerine oranla biraz daha fazla yetkili idiler.
Yavuz Selim Mısır'ı zaptedince, Mısır'da yaşayan Abbasi halifelerinden sonuncusu olan Mütevekkil Alallah, "Mukaddes Emanetleri" ve "Hilafet Alâmeti" ni Yavuz'a teslim etti. (1516) •
Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethettikten sonra, Celâlzade Hızır Bey'i Şeyhülislâm ilân ederek, bütün müftülerden daha üstün bir mevkie yükseltmiştir. Şeyhülislâm, devlet hiyerarşisinde, Sultan'm dinî rehberi olduğundan en yüksek makamdadır. Gerçi Şeyhülislâmları Halife-Sultan tayin eder ama, Şeyhülislâmın da Sultan'ı "hâl" fetvası ile azlettirme yetkisi vardır.
, Ana hatlarını belirttiğimiz dine bağlı devlet sistemi, bizde Tanzimatla başlayan yeni devlet anlayışının geldiği döneme kadar, uygulama alanı bulmuştur. Aynı dönemlerin Hıristiyan Avrupa'sında da aşağı yukarı aynı nitelikleri haiz, dine bağlı devlet sistemi uygulamaları mevcuttu. Tabii bizdeki sistem hoşgörüye, onlardaki ise taassuba göre uygulanıyordu. Onların sistemi bizden çok önce değişmiş, Fransız ihtilali ile, Devletin dine bağımlılığı sistemine son verilmiştir. Böylece; din, Devlet bünyesinden ayrılmış, Avrupa'da bu dönem bizden yüz yıl önce başlamıştır. ,.
2. YARI DİNÎ DEVLET (Laikliğe Doğru Gidiş) Dönemi: B u dönem Tanzimat Fermanları ile başlamıştır. Aslında yenilik hareketlerinin başlangıcı Tanzimattan çok öncelere, 3; Selim ve 2. Mahmut dönemlerine kadar Uzanır. Ne var ki, din ve vicdan hürriyetleri konusü kanun meselesidir ve ilk defa Tanzimat Fermanı ile bu müessese yasallaşmıştır. Bu bakımdan "yarı dinî devlet" sistemine geçişi Tanzimat döneminden başlatmak gerekir. Tanzimat dönemi, 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu ile açılır. Sultan Âbdülmecid'in Başveziri Koca Reşit Paşa tarafından okunmuş olan ferman ve daha sonra bu fermanda yer alan hakları daha da genişleten 1856 Islahat Fermanı, bir takım hürriyetleri.teminat altına almıştır. Böylelikle, Devletimizin dinîlik vasfının değişmesi, yarı diniliğe kayması sağlanmış olmaktadır. Fermanlarla, müslüman ve gayri müslim bütün teb'anm devlet teminatı altında olan can, mal, ırz ve namus güvenliği, din ve mezhep hürriyetleri hukukî teminat altına da alınmış olmaktadır. Bu durumları sağlayacak olan kanun ve nizamların en kısa zamanda çıkarılması ve bunların din ve
mezhep farkı gözetilmeksizin bütün teb'aya eşit olarak uygulanması taahhüt edilmiştir. Bu taahhüt kısa zaman içinde uygulama alanına girmiş, Medenî Hukuk alanında düzenlemeler getiren Mecelle, gayrimenkul mevuunu düzenlemek üzere Arazi Kanunu, Ticaret Kanunu, Ceza Kanunu, Ceza ve H u k u k Muhakemeleri Usulü Kanunları gibi kanunlar çıkarılmıştır. Mecelle ve Arazi Kanunu dışındakiler Fransız kanunlarından alınmış, ancak hükümleri Türk örf ve adetlerine uydurulmuştur. Gayri müslimlerin haklarının kanun teminatı altına alınması yolunda yapılan dış baskılar sonucu yayınlanan bu fermanlar, bir bakıma, müslüman, hıristiyan (ortodoks, katolik, ermeni, süryanî) ve musevî bütün teb'anın kanun ve nizamlar karşısında eşitliği esasına dayanan yeni bir Osmanlı Milleti anlayışım da ortaya çıkarmıştır. Bu eşitlik sayesinde, gayri müslimler de artık devlet memuru olabilecekler, kendi dilleri ile eğitim yapan okullar açabilecekler, gayri müslimlere aşağılayıcı tarzda hitap edilemeyecek, cizye denilen islâmî vergi kaldırılacaktır. Ayrıca daha önce, Kilise ve havralarla, oralardaki din görevlilerinin masrafları için cemaatlerden para toplanırdı. Bundan böyle bu uygülamaya da son verilecek, ruhanîler Devlet memuru gibi maaşa bağlanacaklardır. Bu arada, gayri müslimlerin, eski mabedlerini onarmak için, Divan-ı Hümâyundan izin alma zorunluluklan da kaldırılmıştır. Ancak yenilerini açmak eskiden olduğu gibi yine izne bağlıdır. Getirilen bu eşitlik ilkesi sonucu, gayri müslimler devlet memurluklarına alınmaya başlamışlar, hatta hariciye vekilliği, valilik, müsteşarlık, elçilik gibi üst düzeydeki makamlarda görev almışlardır. Devletin dinîlik vasfı bu değişikliklerle ortadan kalkmış değildir. Devlet yine islâm dinine bağlıdır ama, bu durum oldukça yumuşamıştır. îşlam dininin bir takım emirleri, dine bağlı devlet sisteminde olduğu gibi Devlet emri sayılmamış, devlet müeyyidesi altında olmaktan çıkarılmıştır.
Ticaret ve Borçlar Hukuku alanlarında dinî esaslara bağlılık sona erdirilmiştir. Şer'iye Mahkemeleri'nin yanı sıra Nizamiye Mahkemeleri kurulmaya başlamış, dinî eğitim kurumlarının yanı sıra modern eğitim kurumları açılmasına hız verilmiştin Bütün bu gelişmeler, adım adım "dine bağlı devlet" sisteminden uzaklaşmayı ve laikliğe doğru ilerlemeyi gösteren belirtiler-" dir. , ' Paris Muahedesi: Kırım Harbi sonuçlandıktan sonra, bu savaşa katılsın katılmasın Avrupa'nın bütün büyük Devletleri, Paris'te yapılan konferansa davet edilmişlerdi. Bu Muahedenin bizim için önemli noktalan şunlardır: 1. Yukarıda anlattığımız Islahat fermanları ile getirilen hürriyetler rejiminin, Avrupa Devletlerin tarafından desteklenip, benimsendiğinin açıklanması, 2. Tarihte ilk defa olarak, Osmanlı Devletinin de Avrupa Devletleri camiasına alınarak, Milletler arası Devletler Hukukundan doğan haklannı kullanabileceğinin bütün Devletlerce tescil edilmesidir. Böylelikle, teb'aya tanınmış olan hak ve hürriyetler, bi- . zim Devletimizin de, Batılılarca modern bir Avrupa Devleti şeklinde nitelendirilmesini sağlıyor, Osmanlıların iç işlerine karışılmaması, Karadeniz'in tarafsız olması gibi ödünler elde edebilmemiz sonuçlarını doğuruyordu. Muahedenin sonucunda, Ruslar Kars'ı bize, biz de Sivastopol'ü Ruslar'a geri verdik. 1876 Kanunu Esasî'si ve Birinci Meşrutiyet Dönemi: G ü l h a n e ve Islahat Fermanları ile yapılmış olan vaadler zamanla aksamaya başlamıştı. Düşünce alanında Namık Kemal, Mithat Paşa gibi şahsiyetlerin, hürriyet, eşitlik ve adalet isteyen sesleri yükselirken, asırlardır yönetimimizde re-
fah ve mutluluk bulan Balkanlar A vrupadan esen bagımsızhk rüzgarlarının etkisi ile sallanmaya başlamıştı. Sırplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Karadağlılar birer ikişer, maziye ve Türk'e sırt çevirme nankörlükleri sergilediler, bağımsızlık yolunda isyan bağrağı açtılar. Tanzimat döneminde başlayan yarı dinîlik ve laikliğe doğru gidiş hareketi ilk defa 1876 tarihli Kanunu Esasî'de görülmüştür. 28 kişilik bir Komisyon tarafından hazırlanan ve 23 Aralık 1876 tarihinde bir Hatt-ı Hümayun ile "Ferman Anayasa" olarak ilan edilen bu ilk yazılı Anayasamız 119 maddeden ibarettir. Birinci Meşrutiyet dönemini başlatan bu Anayasa ile kurulmuş olan sistem, ne tam dinî ve ne de laik bir sistemdir. Çünkü 2. maddesiyle, "Türkiye'de din hürriyetini tesis etmekte ve memlekette mevcut b ü t ü n dinlerin serbestçe icrasını Devlet teminatı altına" almaktadır. 87. maddesinde Şer'iye Mahkemelerinin yanı sıra yargı kuvvetini Nizamiye Mahkemelerine de vermektedir. Ama laikliği de getirmemiştir, çünkü şu maddeleri vardır: "Devlet-i Osmaniye'nin dini, islâm dinidir" (M.2), "Devlet Başkanı aynı zamanda Halife sıfatıyla İslâm dininin hâmisi ve en yüksek ruhanî reisidir" (M.4), "Şer'i hükümlerin icrası Padişah'ın başlıca vazifeleri arasındadır" (M.7), "Kaniın tasarılarında dinin emirlerine ters düşen bir şey görülürse bunları tasdik etmemek Ayan Meclisinin başlıca vazifelerindendir" (M.64) Bu Anayasa gereğince ilk Meclis-i Mebusan toplanmıştır. Meclis'i oluşturan 130 mebustan 80 i müslüman, 50 ise gayri müslimdir. (Bu tablo bile, Türk milletinin din hürriyetine verdiği önemin ve bütün dinlere saygılı olma ilkesinin göstergesi olabilir.)
Kurulan bu Meclis 1877 Aralık ayında ikinci toplantısını yapmış, 93 Harbi yüzünden Sultan 2. Abdülhamid tarafından çalışmalarına ara verilmiştir. 33 sene süre ile de Meclis kapalı kalmıştır. Laikliğe doğru atılmış bir adım niteliğinde olan Kanunu Esasi'nin kurmuş olduğu devlet sistemi, islâm dininin etkisinin devlet üzerindeki ağırlığının giderek hafiflemekte olduğunu göstermektedir. İkinci Meşrutiyet dönemi: ikinci Meşrutiyet, iç ve dış baskılar sonucu 23 Temmuz 1908 tarihinde, Sultan 2. Abdülhamid tarafından ilan edilmiştir. *'•'.' 24 Temmuz 1908 tarihinde Vekiller Heyeti Padişaha bir mazbata sunarak, Manastır, Kosova ve Selanik'te halkın hürriyet isteyerek ayaklandığını bildirmiştir. Bu baskılar karşısında, Padişah 2. Abdülhamid 33 yıllık istibdat dönemine son vererek ve meşrutiyeti ikinci defa ilan etmek zorunda kalmıştır. Laiklik yönünde olan gelişmeler bu dönemde de devam etmiş, fakat Kanunu Esasisi'de 1909 yılında yapılan değişiklikler sırasında, din ve vicdan hürriyetleri konusundaki eski maddelere dokunulmadığmdan, Anayasal alanda belirgin bir ilerleme olmamıştır. 1921 Anayasası ve B.M.M. Hükümeti dönemi: ikinci Meşrûtiyet döneminde olup bitenleri biliyoruz. Zaten bunlar k o n u m u z u n dışındadır. Abdülhamid'in hal'i-Birinci Dünya Savaşı..Çanakkale..Mondoros..Ve sonrası.. Mustafa Kemal..Samsun'a çıkış..Amasya tamimi.. Erzurum ve Sivas kongreleri..Nihayet B.M.Meclisi'nin Ankara'da açılışı.. Kurtuluş Savaşımız.. Lozan Barışı Ve sonunda Cumhuriyet. Erzurum kongresinde, görüşülüp kararlaştırılan konular arasında, "Hıristiyan unsurlara siyasî hakimiyetimizi ve
sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemeyeceği" karan da vardır. Bu karar, din ve vicdan hürriyetleri açısından alınmış bir karar olmayıp, siyasî niteliklidir. Bu yanı ile de araştırmamızın konusu dışında kaldığından üzerinde durmayacağız. ' Büyük Millet Meclisi tarafından 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk Anayasa 24 maddeden ibarettir. Dikkat çeken husus; bu Anayasa'da fert hak ve hürriyetleri konusunda hiçbir maddenin bulunmamasıdır. Bu bakımdan din ve vicdan hüniyetleri konusu da Anayasa tarafından düzenlenmemiştir. Yarı-dinî devlet niteliğinin sürdürülmekte olduğunu 20. maddesinde yer alan hükümden çıkarmaktayız. Buna göre, ahkâm-ı şer'iyyenin yani İslam Hukuku'na ait görevlerin yerine getirilmesi Meclisin görevleri arasında sayılmış ve Meclis tarafından yapılacak kanunların, İslam Fıkhı hükümlerine uygunluğunun sağlanacağı'belirtilmiştir. Bu dönemin din ve Devlet sistemi açısından üzerinde durulmaya değer olan hususu, "Şer'iye Vekâleti"niri kurul- ^ muş olmasıdır. Osmanlı dönemindeki Şeyhülislâmlık yerine' bu dönemde, hükümet içinde Şer'iye Vekili bulunuyor, İslam Hukukuna ait görevlerin yerine getirilmesini hükümet •içinde o sağlıyordu. Bu durum, din ve devlet birlikteliğinin devamının işaretidir. , Aynı hükümler, Cumhuriyetin kabulünü sağlayan 29 Ekim 1923 tarihli Anayasa değişiklikleri sırasında da yürürlükte olduğuna göre , Devletin din hürriyetleri açısından "yarı-dinî devlet" sistemi o dönemde de aynen muhafaza e d ' m i ş olmaktadır.
Ben söz aldım ve sordum: "Teşkilatı Esasiyede dinimizin İslâm olduğu yazılıdır t e v f i k Rüştü Bey. Hangi kanaati haykıracaksın? Hıristiyanlığı mı?" Mahmut Esat Bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: 1924 A N A Y A S A S I VE CUMHURİYET DÖNEMİ
"Evet hıristiyanlığı.. Çünkü islâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez." dedi. Ben söz alarak.dedim ki:
2 0
Nisan 1924 tarihinde, kabul edilen Anayasa da, o
zamana kadar mevcut olan yarı-dinî devlet sistemini sürdürmüştür. Devletin bir Cumhuriyet olduğunu belirten 1. maddeden sonra, 2. maddede şu hükme yer verilmiştir: "Türkiye Devlet'inin dini, din-i İslamdır; resmî dili Türkçe'dir, m a k a m Ankara şehridir." Anayasa'nın 26. maddesinde ise, "ahkâm-ı şer'iyyenin tenfizi...B.M.M.'nin vazifelerindendir" hükmü tekrarlanmıştır. Bu hükümler, Devlet'in yarı-dinîlik vasfını aynen korumakta olduğunu göstermektedir. Anâyasa'nm 2. maddesine, Devletin dininin islâm dini olduğu hükmünün konulması sırasındaki müzakerelerde oldukça ilgi çekici konuşmalar cereyan etmiştir. Bunları Kazım Karabekir'in hatıralarından öğrenmekteyiz. Bu ilgi çekici konuşmalardan bir bölümüne burada yer vereceğiz: .. s "18 Temmuz 1923 günü Teşkilat-ı Esasiye'de yapılması uy-gun bulunan değişiklik müzakere ediliyordu. Ben geldiğim sırada Tevfik Rüştü Bey konuşuyordu: "Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım'.. Kimseden korkmam.. Teşkilat-ı Esasiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır.." diyordu.
"İslamlığın terakkiye mani olduğu Avrupalıların uydurmasıdır. Bu meseleyi istediğiniz kadar münakaşa edebiliriz. Fakat münakaşaya tahammülü olmayan bir mesele varsa, din değiştirme gayretidir. Netice İslam kalırsak mahvolmayız, fakat din değiştirme oyunu ile bızı kolay mahvedebilirler.. Hıristiyan Bizans'ı Müslüman Türk yıkmış ve yerine geçmiştir....1' Fethi Bey söz alarak bana gayet sert, katı cevap verdi: "Evet Karabekir.. Türkler islâmlığı kabul ettiklerinden böyle kaldılar. Ve islâm kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için islâm kalmayacağız.." dedi. . Ben de aynı sertlikle şu cevabı verdim: "Fethi bey, b u yabancı fikri şiddetle reddederim. Geri kalmaklığımıza sebep bir değildir. Fütuhatçılık, temsil kudreti gösterememek, Avrupanın ilim ve irfan cephesiyle teınassızlık, idarede istibdat gibi mühim sebepler vardır. Aynı yanlışlıkları yapan hıristiyan Devletlerin de yıkılıp gittiğini bilmez değilsiniz: Bir zelzelenin hakiki sebebini araştırmayıp, onu gülünç bir sebebe bağlamak kadar, IsJamlık terakkiye manidir fikrini garip bulurum. Bu yabancı ve tehlikeli fikrin, aramızda da münakaşaya tahammül edemiyecek kadar taraftar bulmasından çok müteessir oldum: Fakat ben iddia ediyorum ki, Türk Milleti ne hıristiyan olur, ne de dinsiz kalır. Hakikat budur.. Bir milletin asırlardan beri, en mukaddes duygularını bir hamlede ata-
bileceğine inanışınız objektif bir görüş değil, hayâlinizdir. Böyle bir harekete cüret, memlekette kanlı bir istibdat ile başlar ve İstiklal Harbinin birliğini de birbirine katar. Nasıl--bitebileceğim de söyleyebilirim: Düşmanlarından k a n ; pahasına istiklâlini kurtaran Türk Milleti, hürriyetini kendi evlatlarına boğdurmayacak.. Buna cüret edenlerin de hakkından gelecektir Fethi bey." Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben sözlerime şöyle devam ettim: "Paşam, maddî cephemiz zaten zayıftır. Güvenebileceğimiz manevî cephemizi de düşmanlarımızın yaldızlı propagandasına k u r b a n edersek, dayanabileceğimiz ne kalır? Bizi silah kuvvetiyle parçalayamayan düşmanlarımız görüyorum k i bizi fikir kuvvetiyle mahvedecekler. Buna müsaade edecek misiniz? Siz ki millete karşı bizi bu hale getiren belânın istibdat olduğunu, zaferden sonra milletin tamamiyle iradesine sahip olarak yürüyeceğini millet kürsüsünden dahi defalarca haykırdmız. Millet Meclisini tekbirler, sâlatlar arasında açtınız. İslamlığın ven yüksek bir din olduğunu hutbelerle ilan ettiniz. Hepimiz aynı iman ve kanaatla aynı yolda yürüdük. Şimdi ne yüzle ve ne hakla bir kanlı maceraya atılacağız." dedim. Mustafa Kemal Paşa sözümü burada keserek dedi ki: "Müzakereler çok hararetlendi..burada kesiyorum." Not: Atatürk bu tutumuyla, hem söz hürriyetine saygı gösterdiğini, hem de mukaddes İslâm dini üzerindeki münakaşalardan hoşlanmadığını açıklamak istemiş olabilir. (Ahmet Kabaklı -Temellerin Duruşması-s: 55-57)
3. DEVLETE BAĞLI DİN DÖNEMİ
,
D i n ve vicdan hürriyetleri ve Devlet" konusundaki üçüncü dönem, "Türkiyede devlete bağlı din" sisteminin uygulanmaya başladığı dönemdir.
. 2 Mart 1924 tarihinde din-devlet ilişkileri açısından bir başka gelişme Olmuş, B.M.Meclisi tarafından çıkarılan 429 sayılı kanunla Şer'iye ve Evkaf Vekaleti ilga edilerek, yerme Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Şer'iye Vekaletini ortadan kaldıran kanun, 1. maddesinde: "Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrıldığı, dünya İşlerini kanunlaştırma yetkisinin B.M.Meclis'ine, b u kanunları uygulama yetkisinin de hükümete ait olduğu" nu ifade etmiştir. Bu maddedeki, devletin artık dünya işleri ile uğraşacağı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrıldığı hükmü, laikliğin klâsik tarifinin tekrarı ve laik devlet konusunda atılmış çok • önemli bir hukukî belgedir. Bu bakımdan yarı-dinî devlet sisteminden laik devlete geçişteki çok önemli bir belge olarak değerlendirilebilir. Fakat... K a n u n bu maddenin hemen a r d ı n d a n meâldeki maddeleri de sevkediyor:
şu
"Kanun, D i n işlerini sırf itikat ye ibadet h ü k ü m l e r i ile, cami mescid, medrese gibi dinî müesselerin idaresinden ibaret k a b u l etmiş ve bu hükümlerin düzenlenmesi ile, dinî müesseselerin idaresi için Başvekâlete bağlı olmak üzere bir Diyanet İşleri Reisliği kurmuştur... Diyanet İşleri Reisi, Beşvekil tarafından seçilip atanır, Cumhurreisı tarafından da tayin edilir.." (Madde 3 ve 4) Önce laik bir birinci madde ve ardından, dini, siyasetçilerin eline teslim eden, Başkanını Başbakan'm seçip, Cumhur-, başkanı'nm atayacağı, bütçesinin'Başbakanlığa bağlandığı, "Devlete'bağlı Din" sistemini getiren bir Diyanet işleri.. Ve laiklik beklerken, din ve vicdan hürriyetlerinin teminatı alanında, Batıdaki uygulamanın tamamen tersi istikamete doğru ilerleyen bir Türk Devleti.. Biliyoruz ki, Batıda dinle devlet ilişkileri şöyle bir seyir tâkip etmiştir: ' Tam dinî devlet, yarı dinî devlet ve nihayet lâdini (yani laik devlet).. Batıdaki seyir normal ve mantıkî olan gidiştir.
Durumun bizde de bu seyri takip etmesi ise tabii mantikî bir netice olacaktı. Ne var ki; yarı-dinîlikten laikliğe geçilecek yerde, eski "dine bağlı devlet" sisteminin tam zıddı olan "devlete bağlı din" sisteminin uygulanmasına geçilmiştir. 429 SAYILI KANUN VE ORTAYA ÇIKAN ÇELİŞKİLER 2
Mart 1924 tarih ve 429 no.lu Şer'iye Vekaletini ilga
ederek yerine Diyanet İşleri Reisliğinin Kurulmasını temin eden kanun, yukarıda işaret ettiğimiz 1, 3 ve 4 üncü maddeleri arasındaki çelişkiyle kalmaz. Aynı zamanda, ondan bir süre önce çıkarılan ve 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı Cumhuriyeti ilân eden Anayasa değişikliğinin yapıldığı kanunla da çelişki halindedir. Bu kanunun 2. maddesinde yer alan, "Devletin dini,. din-i İslamdır" hükmünün anlamı, devletin resmi bir dininin bulunduğu ve o dinin kurallarına Devletin riayet edece. ği şeklindedir. Yürürlükteki Anayasa'da Devlet bu taahhüdde bulunurken, çıkardığı 429 no.lu kanunla> Şer'iye Vekaletini ortadan kaldırdığını ilân ederek, adeta Anayasasındaki hiikmü .askiya aldığını söylemiş oluyor. 429 saiyılı kanunun sebep olduğu çelişki bunlardan da , ibaret değildir. Şeriye Vekaletini ilga edip, din ve devlet'işlerininin ayrıldığı Martta ilan edilmişken; 20 Nisan 1924 de getirilen yeni Anayasa'da, 2. Maddeye "Devletin dini islamdır", 26. maddeye de "Ahkâmı Şer'iyenin tenfizi" maddeleri yerleştirilmekte idi. Yukarıda da bir nebze temas ettiğimiz bu çelişki, Atatürk'ün de dikkatini çekmiş ve Atatürk 1927 nutkunda şunları söylemiştir: •
riyaset ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanun ile, Âhkâmt Şer'iyenin bir münasebeti olmadığım anlatmağa çok çalıştım. Fakat bu tâbirlerden, kendi zanlartnca bambaşka bir mana murad edenleri ikna mümkün olmadı. Kanunun gerek 2. gerek 26. maddelerinde zaid görülen ve Yeni Türkiye Devletinin aslî karakteri ile bağdaşmayan tâbirler, inkılâp ve Cumhuriyetin o zaman için sakınca görmediği tâvizlerdir. Millet, Anayasadan bü fazlalığı ilk fırsatta kaldırmalıdır." Atatürk'ün bu sözlerinden anlaşılıyor ki, aslında Osman,1ı imparatorluğunu ortadan kaldırıp, yerine Türkiye Cumhuriyetini kuran kadro yeni devletin "laik devlet" olmasını istiyorlardı. Ama günün şartlarına göre teşkil edilmiş olan,, çeşitli fikirlerin çarpıştığı B.M.Meclisindeki mebusları ikna edebilmek, muhafazakâr olanlarına sus payı verebilmek için, istemeye istemeye, laiklikle çelişki teşkil edecek hükümler taşıyan kanunlar ve Anayasalar çıkarılmıştı. Ama vakti gelince, kanunlarda gerekli ayıklamalar yapılmış, bazı maddeler yürürlükten kaldırılarak çelişkiler giderilmiştir. ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ'
-
^ N i t e k i m Atatürk'ün nutkundan bir yıl sonra 10 Nisan 1928 de 1222 sayılı kanunla Anayasa'da gerekli değişiklikler yapılmıştır. . t 1924 Anayasa'smm 2. maddesinde yer alan. "Türkiye'nin dini, din-i İslamdır" ifadesi metinden çıkarılmış, madde, "Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçe'dir, makam Ankara şehridir" şekline dönüştürülmüştür. İsmet İnönü ve 120 arkadaşının yerdikleri değişiklik teklifinin gerekçesinde Özetle şu satırlar bulunmaktaydı: "Çağdaş medeniyetin amme hukukunda millet hakimiyetini yansıtan en gelişmiş devlet şekli laik ve demokratik
cumhuriyettir. Meclisimizin ittifakı ile kabul edilen Medeni Kanun ve Ceza Kanunları da, bu esası fiiliyatta sağlamaktadır. Bu arada Teşkilatı Esasiye K a n u n u n d a n laik devlet anlayışına ters düşen fıkraların çıkarılması gereklidir. Din ile Devletin ayrılma prensibi, devletçe ve hükümetçe dinsizliğin tercih edildiği manasına alınmamalıdır. Din ile Devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin, devleti idare edenlerle, edecekler elinde bir alet olmaktan kurtuluş teminatıdır. Esas Teşkilat Kanununda yapılacak değişikliklerle, insanlığın manevî saadetini üstlenen din, vicdanlardaki kutsal yerini alarak, Allah ile fert arasında kutsal bir temas vasıtası haline gelmiş olacaktır. Bu kutsal tertıası camilerde, kiliselerde, havralarda veya sadece vicdanlarda arayıp bulanlar vardır. Devlet ve kanunları bunların hepsinin koruyucusudur." 1222 sayılı kanunun getirdiği Anayasa değişiklikleri arasında, Din ve Devlet ilişkilerini ilgilendiren bazı maddeler daha vardır. Onlara da.kisaca temas edelim: Milletvekili yemini: Anayasa'nm 16. maddesinde yer alan milletvekillerinin nasıl yemin edeceklerine dair olan eski metindeki "Vallahi" kelimesi çıkarılmış, onun yerine, "namusum üzerine söz veririm" ifadesi getirilmiştir. Cumhurbaşkanı yemini: Keza Anayasanın 38. maddesindeki, yeni seçilen Cumhurbaşkanı'nm, Meclis huzurunda yapacağı yemin metnindeki "Vallahi" kelimesi de çıkarılarak, milletvekillerinde olduğu gibi, "namusum üzerine söz veririm" ifadesi eklenmiştir. Gerek milletvekillerinin, gerekse Cumhurbaşkanının göreve başlarken millet önünde ettikleri yemin metnindeki "vallahi" kelimesi, dinî anlam taşıyan bir kelimedir. Kelimenin lügat manası, Devell'ioğlu'nun sözlüğünde şöyle verilmektedir: "Allah için, Allah hakkı için" manası-
na gelen b ü y ü k yemin. Din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrıldığına ve laik devlet düzenine geçilmekte olduğuna göre, yeminlerdeki,dinî ifadelerin çıkarılması ve yeminlerin lâik eseslara bağlanması beklenen bir gelişmedir. 1 ./ • ' Ahkâm-ı şer'iye:, Anayasada yapılan değişikliklerden biri de, 26. maddede B.M.Meclisinin görevleri sayılırken, eski metindeki "altkam-ı şer'iyenin tenfizi" görevinin çıkarılması olmuştur. Zaten Şer'iye Vekaleti hükümet teşkilatından çıkarılarak Diyanet îşjleri Reisliği kurulmuş, Şer'iye Mahkemeleri kaldırılarak yeni mahkemeler açılmış, yeni kanunlar çıkarılmış, eğitim birleştirilmiş (3.3.1924), Tekke ve Zaviyeler kapatılmış (İ925), Ceza Kanunu çıkarılmış (13.3.1926), Medeni Kanun kabul edilmiş (4.4.1926), ileride anlatacağımız devletin dinî esaslardan uzaklaşmasını sağlayan daha başka değişiklikler yapılmış ve böylelikle laik bir ortam hazırlanmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda da 1937 tarihinde "laiklik" Anayasa metnine açık seçik girmiştir. 2 Şubat 1937. tarihinde 3115 sayılı kanunla yapılan değişiklik, 2. maddeye "laiklik" ilkesini koyarak/kesin biçimde, hukuken "laik-devlet" sistemine geçildiğini ilan etmiştir. Halk Partisi'nin 6 Ok'uridaki umdelerin Anayasa metnine konulduğu 2. madde bu değişiklikten sonra şu şekli almıştır: "Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçı'dır. Resmî dili Türkçe'dir. Makarrı Ankara şehridir." Tarikat: 1 0 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı kanunla yapılan Anayasa değişikliklerinden konumuzla ilgili olan sonuncusu ise .75. maddedeki "tarikat" kelimesinin metinden çıkarılması olmuştur. 75. Maddenin eski ve yeni şekilleri arasında, bunun dışındaki fark, dilinin biraz sadeleştirilmiş olmasıdır. Zaten bu maddeyi yakından tanıyoruz. Araştırmamızın birinci bölümünde, "din hürriyetinin sınırlandırılması" ko-
nusunu incelerken, ayrıntılı olarak işlemiştik. Şimdi yalnızca eski ve yeni metinleri okumakla yetinelim. 75. maddenin eski şekli: "Hiçbir kimse, mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, adab-ı müaşeret-i umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü ayinler serbesttir." 75. maddenin yeni şekli: "Hiçbir kimse mensup olduğu felspfî ictihad, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve u m u m î muaşeret adabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî ayinler yapmak serbesttir." DİNÎ VE HUKUKÎ ALANLARDA YAPILAN İNKILÂPLAR " T * L y i n e bağlı Devlet" sisteminden, "Laik Devlet" sistemine geçiş Atatürk Türkiyesinin ilk on yılının en önemli meselesi olmuştur. Din müesseselerinin Devlet ve idare bünyesinden ayırılması işlemi, Atatürk ve çevresindekilerle, o yılların Meclisinde temsil edilen muhafazakâr kesimlerin temsilcileri arasında yapılan mücadeleler sonucu güçlükle gerçekleştirilebilmiştir. Yukarıda da bir nebze temas ettiğimiz üzere, aslında Atatürk ve arkadaşları daha ilk günlerden itibaren kurulacak yeni Devletin laik esaslar üzerine bina edilmesi kararında idiler. N e var ki bu hususlar kanun meselesi idi ve kanun da, ö günün, padişahçı, hilafetçi, muhafazakâr' ve bazıları tam tersine mason, bir bölümü dinsizliğe varacak derecede batıcı, çok çeşitli fikirlerin çarpıştığı Meclis'ten geçirilecekti. Ve üstelik konuşulan mesele, bin yıldır toplum ve devlet düzenimizi kurmuş olan dinimizdi. İşte bu yapıdaki bir Meclisten, Anayasasında "Devlet'in
dini islâmdır" hükmü varken, "Şer'iye vekaletini ortadan kaldıran", "din ve devlet işleri artık birbirinden ayrılmıştır" diyen çelişkili bir kanunun çıkmasına şaşırmamalıyız. Bir maddesi ile halkın dinine karışmayacağını söylerken, öteki maddesi ile Başbakanlığa bağlı Diyanet îşleri'ni kuran Meclis, o güç günlerin ve çok güç şartlarda bir araya gelebilmiş fedâkâr insanların eseri idi. ı Atatürk çelişkilerin sebebini anlatırken, durumun "bir kısım muhafazakâr mebuslara verilmiş taviz" olarak değerlendirilmesi gereğine işaret etmiştir. Laiklik istikametinde atılan adımlar, çıkarılan kanunlar ve toplum bünyesinde cereyan eden bir takım yenilikleri, "Atatürk İnkılâpları" diye isimlendirmek âdet haline gelmiştir. Şimdi yeri gelmişken, konumuz içinde kaldığı ölçüde bu mevua da temas etmeliyiz. Tanzimattan beri görülen Batıya yönelme çabalarında tam bir başarı kazanılmamasmın sebebini, Atatürk "din ile devlet işlerininin birbirinden tam olarak ayrılmamış olmasına" bağlamakta ve şunları söylemektedir : "Geri kalmaklığımız din esaslarının kendi alanında bırakılmayıp Devlet işlerine de teşmil edilmesinden ileri gelmiştir. Ve bunda dinimizin kendi kusuru yoktur." Ve devamla dinimiz hakkında şunu da ekler: "Bizim dinimiz en tabii ve en makûl bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son olmuştur." Atatürk, inkılâpların yalnız kurumlarda değil, düşüncelerde de yapılması gereğine işaret ederken de şöyle konuşmuştur: "Büyük davamız, en medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde de haklı bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir."
Din ile Devlet işlerinin ayrılması alanındaki en önemli gelişme, Hilafetin kaldırılmasıdır. Bu konu üzerinde kısaca duralım. Hilâfetin kaldırılması:
Saltanatın 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılmış olmasına rağmen, B.M.Meelisi bazı şartlarla hilafetin devam etmesine karar vermişti. .•'•',.. 16 Kasım ,1922 de son padişah Vahdettin'in Türkiyeyi terketmesi üzerine, Meclis, bir karışıklığın meydana gelmemesi için 18 Kasım 1922 tarihli toplantısında, Veliaht Abdül- • mecit Efendi'yi Halife seçmiş ve Abdülmecit'e bir talimat göndermişti. Bu talimatta yer alan maddeler şunlardı: "l.Müslümanlara hitap eden yazılarında Halife-i Müslimin imzasını kullanacak. . 2. Türkiye ve islâm alemi için en iyi idare şeklinin "millî hakimiyet" olduğunu yayınlayacak. 3. Bir Beyanname yayınlayarak Vahdettin'in yaptığı hareketleri ve Türkiye'den kaçışını tenkit edecektir." Halife Abdülmecit Efendi, görevi kabul etmekle birlikte, bu şartları yerine getirmemiş, hatta aksine hareket etmiştir. , Bu durum bir buçuk yıl kadar sürmüştür. | Bu arada bazı subayların ve milletvekillerinin halifeyi ziyaret ettiklerini öğrenen, Meclis'te bir milletvekilinin "Halife Meclis'in, Meclis de Halifenin" şeklindeki sözlerini duyan Atatürk, Halifeliğin kaldırılması yönündeki kararını İsmet (İnönü), Fevzi.(Çakmak) ve Kazım (Karabekir) Paşaların dâ onayım alarak vermiştir .Halifeliğin kaldırılması konusudaki kanun 3 Mart 1924 tarihde Meclis'ten çıkmıştır. Ertesi gün, Osmanlı Hanedanı yurt dışına çıkarılmıştır. Bilindiği üzere, Yavuz Sultan Selim'den beri Osmanlı Sultanları ay m zamanda Halife ünvanı da taşıyorlar, bu sı, İÖO
'
''
-i
fatlan ile bütün dünya müslümanlarmm başkanı oluyorlardı. Gerçi' Abdülmecit Efendi'nin Devlet içinde hiçbir siyasî yetkisi yoktu.' Yani o günkü hâli ile bir Devlet orgam olmayan Halifeliğin kaldırılmasının, konumuz olan din ve devletin birbirinden ayrılması açısından bir belge niteliği taşımayacağı düşünülebilir. Ama ne var ki, devletin ve dinin başı sıfatının asırlardır aynı şahsın uhdesinde bulunduğu ve bü kişinin.Halife-Sultan olduğu düşünülürse, bu beş asırlık müessesenin son bulması bu araştırmanın bir kaç satırını pek tabii işgal edecektir.Keza yurt dışına kovulan kişi, yüzde yüze yakın ekseri' yeti müslümanolan Türk milletinin ve dünya müslümanlarmm başıdır. Ve din hürriyeti her şeyden önce dine, din adamına saygı demektir. , / Meclis'in kararı ertesi gün tebliğ edilmiş ve Osmanlı Hanedanı yurt dışina çıkarılmıştır. DEVRİM KANUNLARI L i t e r a t ü r e , "Atatürk devrimleri" olarak geçen ve Devletin laikliği ilkesini yerleştirmek, günün şartları içerisinde, devleti taassubun saldırılarından korumak amacı ile çıkarılan bir dizi kanun vardır. Devletin; temel ilkeleri arasında görülen ve günümüze kadar yapılan bütün Anayasalara, "Anayasaya aykırılıkları ileri sürülemeyeceği"' hükmü konularak korunan bu kanunlar şunlardır: Tarikatlar ve Şeyhliklerin Kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması O s m a n l ı , Devletinin kuruluşu döneminde ve Anadolu'nun Türkleştirilmesinde çok önemli görevler ifa eden, bu bakımdan tarihimizin pek çok safhasında övgü ile yad edi-
len bu müessese, maalesef Devletin çöküş dönemlerinde öteki pek çok güzel müessesemiz gibi yozlaştırılıp bozulmuş, mihrakından çıkmışdır. Artık şeyhlik makamı, İmparatorluk kuran Osman Beyin kayın pederi Şeyh Edebâli'nin temsil ettiği makam değildir. Tarikat artık müslüman halkı aydınlatan, tekkeler, zaviyeler, ilim, irfan, iyilik ve fazilet dağıtılan kurumlar değildir.. Bu şanssız gelişmeler yüzünden Atatürk, "Nutuk" ta bu konuda meâlen şunları söylüyor: "Ey millet, biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır. Tekkeler behemahal kapatılmalıdır. Tekkelerin gayesi halkı meczup ve aptal yapmaktır." (Atatürk, 26 Ağustos 1925 İnebolu Nutkundan) Prof. Sadi Irmak da bu konuda şunları ifade eder: "Dinî âyinlerde ufak tefek farklarla birbirinden ayrılan ve hepsi Hz.Ali geleneğine dayanan tarikatlar, zamanla mensuplarına husumete kadar varabilen duygular, ayrılıklar telkin ediyorlardı. Bu hal îslâm prensiplerine aykırıdır. Çünkü islâmiyet ayırıcı değil bMeştiricidir.Tarikatlar bol seremonileri ile avareliği ve dünyayı umursamazlığı telkin ediyor, kiminde fasılasız namaz kılmıyor, kiminde saatler süren zikir ve ayinler yapılıyor. Herkes kendi tarikatını asıl din görüyor ve bu hal islâmlıkta parçalanmaya yol açıyordu. Tarikat mensupları tekkelerde oturur halkın hediyeleri ile geçinirlerdi." 30 Kasım 1925 tarihli kanunla tarih içerisinde Türk milletinin kültür ve eğitim hayatında çok önemli roller oynamış olan Tekkeler, Zaviyeler, Türbeler kapatılmış, tarikatlar ve şeyhliklere sön verilmiştir. Şapka ve Kisveler
25 Kasım 1925 te kabul edilen Şapka Kanunu ile ise fes
giyilmesi yasaklanmış, bu sebeple fese dinî bir nitelik veren kişilerin teşvikleri ile Doğu'da isyanlar çıkmıştır. Bu arada, din bilgisinin ve faziletin sembolü olarak kabul edilen sarık, zamanla câhilleri kandırmak için bir takım istismarcıların aleti olmuştu. Medrese mezunu olmadıkları halde bir kısım şahıslar, sarık ve cübbeden faydalanarak, hurafeler ve yanlış bilgileri dinî bilgilermiş gibi halka aşılayabiliyordu. Bu durum üzerine Atatürk'ün isteği ile, her önüne gelenin sarık takıp cübbe giymemesi için Bakanlar Kurulunda 2 Eylül 1925 tarihinde ilmiye sınıfının kıyafetine dair bir kararname çıkartıldı. 3 Aralık 1934 tarihli Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine dair kanun, 1935 tarihli hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, din adamlarının tapınaklar, yani cami, kilise ve havralar dışında dinî kıyafetle gezmelerini yasaklayan hüküm getirildi. Türk Medeni Kanunün'da "evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağı" hükmü, 20 Mayıs 1928 tarih ve 1288 sayılı kanunla "Beynelmilel rakamların kabulü", 1 Kasım 1928 tarih ve 1353 sayılı kanunla "Türk harflerinin kabulü", 26 Kasım 1934 tarih ve 2590 sayılı kanunla "Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve ünvanların kullanamayacağı" hükümleri, Atatürk Devrimleri arasında yer alan ve laiklik ilkesinin korunması için sevkedildikleri belirtilerek bütün Anayasa'larda korunma altına alman hükümlerdir. Bunlar içerisinde en önemlisi ise şu kanundur:
Tevhid-i Tedrisat Kanunu 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı bu kanunla, Türkiyedeki bütün eğitim kurumlan Maarif Vekaletine bağlanıyordu. O güne kadar, Maarif Vekaletine bağlı okullardan başka, dinî Vakıflarca idare edilen Okul ve Medreseler, Milli Müdafaa Vekaletine bağlı Askeri Okullar, Sağlık Bakanlığına bağlı
pek çok okul vardı. Bu kanunla bunların tümü, eğitimde'birlik sağlanması düşüncesi ile Maârif Vekaletine bağlandı. Önceleri din eğitimi yapılan mektep ve medreselerin bütçeleri bağlı bulundukları dinî vakıflar tarafından karşılanıyordu. Tevhidi Tedrisat Kanunu ile, bütçeleri de Maarif bütçesine nakledildi. Bu kanunun önemli olan 4. maddesi şöyledir: "Maarif Vekaleti, yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamlık ve hatiplik gibi din hizmetlerinin ifâsı vazifesi ile mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler açacaktır." , . Sözü edilen İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları uzun yıllar açılmamış, dinî vakıflara ait olan mektep ve medreseler Maarif Vekaleti bünyesinde yaşayamamış, böylece Tevhid-i Tedrisat Kanunu 1924-1949 yılları arasındaki 25 yıl boyunça din adami yetişmemesi,, dinî hizmetlerin durması gibi bir sonucu doğurmuştur. Dinlerin yaşaması, onu öğretecek, ehliyetli ve bilgili din adamlarının yetişmesine bağlıdır. Tevhidi Tedrisat Kanunu • bu imkanı engellediğinden, din aleyhine sonuç doğurmuştur. . Hadisenin bir de şu yanı var. Batıda, yüksek din adamları ve din bilginleri İlâhiyat. Fakültelerinde yetişir. .Bizde de, Kanunun 4. maddesinde sözü edilen İlahiyat Fakülteleri herhalde batıdaki benzerleri şeklinde düşünülmüştür'. Ancak buna tabii ki imkân yoktur. Çünkü, Batıdaki bu fakülteler Üniversite bünyesinde değil, Kiliseler ve Din Enstitülerinin bünyesinde yaşamaktadırlar. Yönetimleri, bütçeleri ve öğretim üyeleri hep kilise ve din ağırlıklıdır. Bu bakımdan kanünuh Üniversite bünyesinde kurulmasını öngördüğü İlahiyat Fakültesi, din dışı bir müessese'içinde din dışı öğretim üyeleri yönetiminde din adamı yetiştirmek gibi bir çarpıklığı sergileyeceğinden zaten, maksada hizmet edemeyecektir.
HUKUK ALANINDAKİ DEVRİMLER Laikleşme
sürecinde, h u k u k
alanında
yapılan
inkılâplar da oldukça önemlidir. Din ile Devlet işlerinin birbirinden tam olarak ayrılabilmesi için, İslam Hukukuna dayalı hukuk düzeninin de değişmesi isteniyordu. ' . Bu konu Tanzimattan beri münakaşa mevuu olmuştu. Bazı hukukçular laiklik yönünden değil de, ihtiyacı karşılama yönünden meseleye bakıyorlar ve İslam Huküku'nün pek çok güzel yanına rağmen, hayatı düzenlemekte yeterli olamadığını ileri sürüyorlardı. Karşı kanaatte olanlar ise, İslam Hukuku'nun bütün meselelerin çözümünde uygulanabilecek yüksek bir hukuk sistemi olduğunu, Avrupa'dan kanun almaktansa unutulmuş olan ve artık uygulanmayan İslam Hukuku'nun hükümlerini tazelemek gerektiği görüşünü ileri sürüyorlardı. Ne var ki, artık laik devlet yoluna girilmiş ve İslam Hukukuna dönülmesi.ihtimali ortadan kalkmış, yeni hukuk dönemi başlamıştı. Nitekim Atatürk, 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebi'ni açış konuşmasında şunları söylüyordu: "Cumhuriyet Türkiyçsinde eski hayât kaideleri, eski h u k u k yerine, yerii hayat kaidelerinin ve yeni hukukun kaim bulunmuş olması, bugün tereddüt kabil olmayan bir emrivakidir. Bu emrivaki sizin kitaplarınızda ve tatbik sahasına geçecek kanunlarda ifade ve izah olunacaktır." Nitekim, Atatürk'ün sözünü ettiği kanunlar Meclis'den peş peşe çıkmıştır: . • Medeni Kanun hukuk düzeninin temel taşıdır. Hukuk • alanındaki, devrimlere önce Medenî Kanun çalışmaları ile başlanıldı. O zamana kadar yürürlükte olan Mecelle'nin hükümleri günün gelişen ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyordu. Çünkü Mecelle'de Şahsın Hukuku, Aile Hukuku ve Miras Hukuku konuları düzenlenmiş değildi. Bir uzmanlar he-
yeti, Mecelle'nin yerine geçmek üzere Türk Medeni Kanunu tasarısı hazırlıyordu. Mecelle'nin günün ihtiyaçlarını karşılayacak hükümlerle geliştirilmesi güç olduğundan, komisyon Batı Devletlerinin Medenî Kanunlarından birinin iktibas edilmesini benimsedi. , Batı, Medenî Kanunlar düzenine geçme konusunda bizden yüz yıl ileride idi. Nitekim, Fransız Medeni Kanunu. 1804, Avusturya Medeni Kanunu 1811, Alman Medeni Kanunu 1900 tarihli idi. 26 Hukukçudan kurulan komisyon, bir yılı aşkın bir çalışma sonunda 1912 tarihli isviçre Medeni Kanununu tercüme etti; Bu arada bazı maddelerini, ülkemizin örf adetine uydurarak bünyemize adapte etti. Meclis, Kanunu 17 Şubat 1926 da kabul etti, 6 Ekim 1926 tarihinde de yürürlüğe girdi. Medeni Kanunun getirdiği, yeni hükümler arasında, islam Hukuku kurallarından ayrı olan, şu laik karakterli hükümlere işaret edebiliriz:
"vallahi" nin çıkarılması hükümleri ile birlikte Anayasadan çıkarıldı. Böylelikle, hukuk' alanındaki laikleşme bir noktada tamamlanmış oldu. HIYANETİ VATANİYE KANUNUNU DEĞİŞTİREN KANUNA ZEYL
Ljaiklik ilkesinin Anayasaya kelime olarak girişi 1937 yılında olmuştur. Bu konüya geçmeden önce, 1925 yılında çıkarılan ve din ve vicdan hürriyetlerini ilgilendiren, konumuz içinde fazla önem taşımasalar da, bize konu hakkında bilgi kazandıran, yakın tarihimizle ilgili iki kanun üzerinde de kısaca durmamız gerekiyor.
"Çok-evlilik yasaklanıyor, evlenme, boşanma ve miras açısından, kadın erkekle eşit oluyor, dinî nikah kaldırılıp yerine medenî nikah konuyor.."
Bunlar, 26 Şubat 1925 tarih ve 556 sayih, "Hiyanet-i Vataniye Kanununun Birinci Maddesinin Tadili Hakkındaki 15 Nisan 1923 Tarihli Kanuna Müzeyyel Kanun" ve 4 Mart 1925 tarih ve 578 sayılı "Takrir-i Sükun Kanunu"dur.
Borçlar Kanunu: isviçre Borçlar Kanunundan tercüme edildi ve 8 Mayıs 1928 de yürürlüğe girdi.
Hıyaneti Vataniye Kanununu tadil eden kanuna getirilen zeyl:
Ticaret Kanunu: Alman Ticaret Kanunundan alındı 10 Mayıs 1928 de yürürlüğe girdi. Ceza Kanunu: italyan Ceza Kanunundan alındı ve 1 Temmuz 1928'de yürürlüğe gireli. Usul Kanunları: Ceza Muhakemeleri Usulü 1929 da Al. man, Hukuk Muhakemeleri Usulü de 1929 da İsviçre'nin ^ Neuchatel Kantonunun Usul kanunlarından alındı. Kanunlar birer birer laikleştirilirken, Anayasa'nm 2. maddesinde hala "Türkiye Devletinin dini, din-i islamdır" hükmü duruyordu. Yukarıda da belirttiğimiz üzere bu hüküm, 10 Nisan 1928 Anayasa tadili sırasında, ahkâm-ı şer'iyenin tenfizi, milletvekili ve Reisicumhur yeminlerinden
"Dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyasî gayelere esas ve alet ittihazı maksadı ile cemiyetler teşkili memnudur. Bu kabil cemiyetleri teşkil edenler veya b u cemiyetlere dahil olanlar haini vatan addolunur. Dini ve mukaddesat-ı dinîyeyi alet ittihaz ederek, şekl-i devleti tebdil ve tağyir veya emniyet-i devleti ihlâl'veya dini veya mukaddesat-ı dinîyeyi alet ittihaz ederek her ne surette olursa olsun ahâli arasına fesat ve nifak ilkası için gerek ınünferiden ve gerek müetemian kavlî veya tahrirî veyahut fiilî bir şekilde veya nutuk iradı veyahut neşriyat icrası suretiyle harekette bulunan kezalik hain-i vatan addolunur." Bugünün şartları içerisinde incelendiğinde, suçla ceza arasında çok orantısız bir görüntüde olan bu kanunu, devle-
tin kuruluş günlerinin çetin şartlarına göre değerlendirmeliyiz. Kanun genç Türk Devletinin ve devrimlerin korunması,, memleketin pek çok yerinde çıkan .isyanların bastırılması için çıkarılmıştır. Kanunun gerekçesi din anlayışı hakkında bilgi vermek bakımından Oldukça enteresandır. Gerekçeden bazı satırlar sadeleştirerek aktaralım: "insanlığa saadet vermek için indirilmiş olan dinler, maalesef zalimane emellerin tatminine vasıta edilmek gibi gayeleri ile bağdaşmayan akıbetlere diiçar edilmişlerdir...Islam dini de yüksek esaslarına rağmen Dört Halife devirlerinden sonra, on dört asır süre ile hanedanların istibdat idarelerine esbabı mucibe yapılmıştır.. .istiklal Savaşımızda hanedan, mücahitlerimizin katline ferman çıkaracak kadar Tiirk tarihinin asla affetmeyeceği hainane cüretlerde bulundu. İnkılabımızın enmiişkil günlerinde, din, düşmanlarımızın yararına kullanıldı. Cumhuriyetimize karşı, son günlerde irtica hareketleri ve din ileri sürülerek halkı isyana teş-. vik olayları başgöstermiştir. Dinler, vicdan ile Allah arasında bir vasıtadır. Siyaset ve ihtiras vasıtası yapılmamalarınm temini için. kanunun öncelikle görüşülüpçıkarılmasını..." Kanunun Meclis'deki müzakeresi sırasında ilk karşı çıkan kişi, Kazım Karabekir Paşa olmuştur. Karabekir'in sözlerinden de bir kaç cümle alarak konuya son verelim: • "isyan çıkan bölgelerde hüh'imetimizip. her türlü kanunî icra-, atına taraftariz. Fakat bu muayyen hadise karşısında,. miKetin iâbii haklarım baskı altına alacak icraatına taraftar değiliz. Bu İm- • nun gayri vazıh ve elastikidir; Eğer bu kanun kabul edilirse, Esas Teşkilatımızın ruhundan doğan organların faaliyetleri kısıtlana- cak, basın baskı altına alınacak, halk hakimiyeti ortadan kalkacak demektir. Çünkü milletvekillerinin sesleri dahi bu çatı altından dışarıya çıkamayacaktır. Bu kanunu kabul etmek Cumhuriyet Tarihi için bir şeref değildir."
TAKRİR-İ SÜKUN K A N U N U
T
.B.M.Meclisi, başgösteren irtica hareketlerinin artma-
sı .üzerine 4 Mart 1925 tarihinde de 578 sayılı Takrir-i Sükun Kanununu çıkardı. Bu kanunla, isyan ve irtica suçluları İstiklâl Mahkemeleri'ne sevkedileceklerdir. K a n u n metni şöyledir:
»İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ^ J™ lumum, teşkilat ve tahrikat ve teşvıkat ve teşebbusat ve neTriyat hükümet, Reisicumhurun tasdiki ü e ^ s e n v e idareten mene mezundur, işbu e f a l erbabını hükümet istiklal Mahkemesine tevdi eder"
m e f h u m d u r . D i n i n gerçek kişilere yüklediği ödevleri, Devletin de fiilen yapmasına imkan tasavvur edilemez. Bu itibarla m ü m k ü n olmayanı istemek zararlı bir zaaf doğurur. Din ile Devletin ayrılması, Devletin dinsizliği istediğini anlatmaz. Din ile Devlet işlerinin birbirinden ayrılması, dinlerin, devleti idare edeceklerin elinde bir alet olmasını önler. Birçok tecrübe ve tarih göstermiştir ki, din ile devlet işlerinin karıştırılması birçok zorluklara sebep olmaktadır. Laiklik esası k a b u l edilmekle, insanlığın manevî saadetini üzerine alan din, düşman eli değmeyen vicdanlarda üstün yerini kazanarak Allah ile insan arasında mukaddes bir temas vasıtası haline girmiş olacaktır. Bu kudsî teması camilerde, kiliselerde, havralarda arayıp bulanlar vardır. Devlet ve kanunları bunların hepsinin koruyucusudur." •
LAİKLİK İLKESİ'nin ANAYASAYA GİRİŞİ L a i k l i k ilkesinin lafzen Anayasa metnine girmesi, daha önce de temas ettiğimiz üzere 1937 yılında yapılan Anayasa değişiklikleriyle gerçekleştirilmişti. T.B.M.Meclisi, 5 Şubat 1937 tarihli toplantısında, Anayasa'nm 2. maddesini şu şekilde düzenlemişti: '
Bu gelişmeler sonunda tasan kanunlaştı ve laiklik Anayasa metnine girdi. Zaten laik bir nitelik kazandırılmış olan Devletin bu vasfı resmen tescil edilmiş, din ve devlet işleri kağıt üzerinde kesinlikle birbirinden ayrılmış oluyordu. Artık Devlet, dinî hükümler ve kayıtlara bağlanmadan, yalnız ilmin ve tekniğin prensiplerine, fert ve toplum ihtiyaçlanna, siyasî, ekonomik ve kültürel icaplara göre işleyecekti.
' "Madde-2. Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı,. Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır. Resmi dili Türkçe'dir. Makarrı Ankara şehridir." . Bu maddede yer alan ve Devletin niteliklerini gösteren 6 ilke, Cumhariyet Halk Partisi programında 6 Ok'la simgeleniyordu. C.H.P. oklarından biri olan Laiklik ilkesi parti programında şu şekilde ifade ediliyordu: "Parti, bütün kanunların, nizamların ve usullerin yapılmasında ve tatbikinde, en son ilim ve teknik esasları ile asrın ihtiyaçlarına uyulmasını prensip olarak kabul etmiştir. Din, bir vicdan işi olduğundan Parti, dini, dünya ve Devlet işleriyle politikadan ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan sayar."
Şimdi akla şu soru geliyor. /
•
1
»
Bütün bu olup bitenlerle, yani Anayasaya laiklik ilkesinin girmesi, şer'i hukuk yerine laik Batıdan alınan Medeni Kanun gibi, Ceza Kanunu gibi en önemli kanunların toplumsal hayatı düzenlemeye başlaması, inkılap Kanunları ile sosyal bünyemizde çok önemli ve tepeden inme köklü değişiklikler'yapılmaya çalışılması, Türk toplumunun ve Devletinin gerçek anlamı ile ve fiilen "laikleştiği"ni gösterir mi? Yoksa v laiklik kağıt üzerinde mi vardır?
Laikliğin Anayasa metnine alınmasını isteyenlerin verdikleri önergede ise özet olarak şöyle deniliyordu: "Devlet bir tüzel kişilik olduğuna göre, mücerret byr :
Ancak soruya cevap vermeden önce, daha doğrusu, soruyu sağlıklı bir biçimde cevaplandırabilmek için önce döneme damgasını vurmuş oları bir kaç kanun maddesi üzerinde , durmalıyız.
1
TÜRK CEZA KANUNU
163. MADDE:
VE 163. MADDE
İTİ •v I ürk Ceza Kanunun 163. maddesi çok büyük üne sahip
.1
Temmuz 1928 tarihinde îtalyân Ceza Kanunundan
yararlanılarak yürürlüğe sokulduğunu yukarıda belirttiğimiz Türk Ceza Kanunu'nun, din konularında düzenlemeler getiren maddelerinden bazıları şunlardır: .' i
.
175. madde: "Diı,ji tahkir maksadıyla, dinî işlerin yahut ibadet veya ayin icrasının öhlenmesini, din ve mezhepleri küçük düşürücü neşriyat yapılmasını" suç. saymıştır. 176. madde: "Dini tahkir maksadıyla miabedlerde bulunan eşyaya zarar vermeyi, din adamlarına şiddet kullanmayı, onlara hakaret ve tecavüz etmeyi" yasaklamıştır. 177. madde: "îbadethânelerdeki eşyaları, kabristan ve mezarlıkları tahrip hareketlerini iki seneye kadar hapsi gerektiren" bir suç olarak belirlemiştir. v 178. madde ise ölülerin naaş ve kemiklerine karşı hareketleri cezalandırmaktadır.
Ceza Kanununda bu maddelerin bulunmasını, nasıl değerlendirebiliriz. Yani bu hükümlerde laikliğe aykırı bir durum var mıdır? / Laiklik dinle devletin birbirlerinden ayrılmaları, her birinin kendi alanlarında kalması demektir. Ama hâl böyledir diye, yâni Devlet kendisinden ayrıdır diye, elbette dinin meselelerine, mâbedlere karşı kayıtsız kalacak değildir.. Mabedlerin korunmasını, insanların oralarda ibadet yapabilmelerini, din adamlarının huzur ve içinde görev yapabilmelerini sağlamak, bunları şartları hazırlamak, bunlara'yapılacak tecavüzleri laik Devletin görevidir.
serbestçe güvenlik sağlayıcı önlemek,
Böyle görevleri üstlenen bir Devletin de laik niteliğine asla halel gelmeyecektir.
bir maddedir. Büyük aşkların ve büyük kahramanlıkların üstüne, nasıl ki türküler yakılıp destanlar düzülürse, bu meşhur yüzaltmışüç de adına konferanslar düzenlenen, hukukçular arasında en büyük kavgalara sebep olan, adına ciltler dolusu kitaplar yazılarak ölümsüzleştirilen bir maddedir. , Ama sonunda o da ölmüştür. İşin o yanını yeri geldiğinde gözden geçirmek üzere, şimdi 163'ü kısaca tanımaya çalışalım: 163. maddenin eski şekli.şöyleydi:. , "Dini veya dini hayâtı veya dinen mukaddes sayılan şeyleri alet ederek, her ne suret ve sıfatla olursa olsun, devletin e m n i y e t i n i ihlâl edebilecek harekete halkı teşvik veya b u babda cemiyet teşkil edenler, teşvikat ve teşkilatın -bir güna fiilî eseri çıkmamış bile olsa- muvakkat ağır hapse mahkum olurlar. Böyle bir cemiyete girenler, 313. 1 maddeye göre (cezalandırılırlar. , Dinî efkâr ve hissiyata müstenit siyasî cemiyetler teşkil edilemez. Bu gibi cemiyetler dağıtılır ve teşkil edenlerle azaları, birinci fıkra mucibince cezalandırılırlar." Maddenin son derece elastiki olduğunu, açık ifadeler taşımaması sebebiyle istenildiği yöne çekilebileceğini anlayabilmek için hukukçu olmaya gerek yoktur. Nitekim tatbikat ta da öyle olmuş,pek "çok mâsum müslümanlarıh canı b u . madde yüzünden yanmışür. Bununla birlikte, genç Cumhuriyetin ilkelerinin ve inkılâplarının yerleşebilmesi, bunlara taassup cephesinden, gelebilecek hareketlerin önlenebilmesi için, bu maddeyi de zaruri bir tedbir olarak kabul etmek, o günün şartları içerisinde zorunluluk olmuştu. Ne var ki, 1949 yılında, 163. ü n yukarıdaki şeklini bile mumla aratacak bir gelişme olmuş,, zamanın CHP iktidarı Meclis'e müslümanlarm çok. aleyhine sonuçlar doğurabilecek, suç kapsamının genişletildiği, cezaların arttırıldığı bir
değişiklik teklifi sevketmiştir. "Türk Ceza Kanunu'nun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun", Ceza Kanunundaki komünizmi düzenleyen 141,142 ile, 163. maddenin değiştirilmeleri öngörülmekteydi. Devrin Başbakan'ı Şemsettin Günaltay, 9.5:1949 tarihinde değişiklik tasarısını, gerekçesi ile birlikte Meclis Başkanlığına göndermişti. Değişiklik tasarısının Gerekçesinde özet olarak şunlar ifade edilmekteydi: "Son zamanlarda, komünistlik ve dincilik propaganda ve cereyanları dikkati çekecek bir mâhiyet almıştır... Halbuki Ceza Kanunumuzun bu konuya ait maddeleri, tehlike teşkil eden hareketlerin bazılarını içine almamakta ve cezalar, suçların vahamet derecesiyle mütenasip şiddette bulunmamaktadır..Türkiye laik bir Devlettir. Anayasa hükümlerince din reddedilmiş değildir. Herkes dinjni seçmekte ve icabını yerine getirmekte serbesttir! Buna birşey denemez. Yalnız kabul edilmeyen cihet, dini meşru olmayan maksat ve sebeplere vasıta ve alet kılmaktır...Bu hareketleri cezalandırmak, herkesçe mukaddes tanınan bir müesseseyi bayağı endişelerden masun kılmak içindir..." Bu gerekçemle Meclis'e sevkedilen tasarının müzakereleri 8 Haziran 1949 tarihinde başlamıştır. Meclis müzakereleri sırasında söz alan milletvekillerinden bazılarının sözlerine de kısaca yer vermekte, konunun daha iyi kavranabilmesi açısından, fayda vardır. Hasan Dinçer (Afyon): "Laiklikten kasdedilen mânânın çok açık.olarak tespit edilmesi gereklidir.. Aksi takdirde her hakim başka mana verir, her insan maddeyi başka surette anlar. Öyle anlar yaşadık ki, laiklik din düşmanlığı şeklinde telâkki edildi ve hatta maalesef tatbikatta da bu oldu. Müslümanlar üzerinde ıstırap verici tesirler yaptı. Bir şahıs, dinin methii senasını yaparsa suçtur, dinsizliğin methii senasını yaparsa bu hiçbir cezayı mucip değildir. 163. madde, Müslüman Türk halkının vicdanım ağır bir ıstı- rap içinde kıvrandıran bir maddedir."
Sinan Tekelioğlu (Seyhan): "Bu madde laikliğin tam manası ile aleyhinde olan bir maddedir. Anayasanın vicdan hürriyetine ait maddesini okursak, bu maddenin ona ne kadar aykırı olduğunu göriiriiz. Orada Devletin kanunlarına aykırı olmadan din işinde toplanıp konuşmak, görüşmek, âyin yapmak hakkında bütün insanların hürriyeti olduğu yazılıdır. Bıı madde miislümanların bir araya gelmesini yasaklıyor. Bize dinî cemiyetleri men ederken, beynelmilel bir cemiyet olan ve tamamen dinî bir cemiyet olan, (çünkii.o cemiyet dine mensup olmayanları almaz) Masonlar Cemiyetine nasıl miisade ediyoruz?" ... Osman Nuri Köni (İstanbul): "Laiklik asla dinsizlik demek değildir. Bizde gayrimüslimler vardır, cemaatle idare olunurlar. Bütçeleri buraya geliyor mu? Din işlerine karışıyor muyuz onların? Bu karnin Anayasa'ya aykırıdır." . Hazım Bozca (Afyon): "Memlekette ne irtica var, ne de irticaın hortlamasına imkan var. Bugün demokrasi devrinde böyle bir kanunun getirilmesi insanda, hakikaten endişe uyandırıyor..Miicerred din kelimesinin ağza alınması dahi ceza tecdidi altındadır." Şemsettin Günaltay (Başbakan): Milletvekilleri tarafından, tasarı hakkında üç gün boyunca yapılan konuşmalar sırasında, Başbakan Şemsettin Günaltay da sık sık konuşma gereği duymuştur. Günaltay'm yaptığı o konuşmalardan bazı bölümler: "Ben ilk mekteplerde din derslerini okutturmaya başlayan hükümetin başkanıyım. Bu memlekette müslümanlara namaz öğretmek, ölüleri yıkamak için İmam-Hatip kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette müslümanlığın yüksek esaslarını öğrenmek için İlahiyat Fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım... Biz memlekette irticai yaşatmayacağız... Bu kanun belki, hiç tatbik edilmez.. Fakat hükümetin elinde böyle bir kanun bulunması, memleket düşmanlarına ve fena düşünenlere karşı hükühıeti önleyici imkanla teçhiz edecektir.,. Bizim anlayışımıza göre laisizm, Devlet işlerine yâni milletin hayatî kanunlarına esas olarak başka menbalara müracaat etmeksizin B.M.Meclisinin hükümlerini
sik olmamak üzere arttırılır. sağlamaktır. Din ile dünyayı ayırmanın manası budur. Laisizmi, dünya işlerine din işlerini karıştırmamak, diye tarif ediyorlar. Bundan, laisizmin bir nevi dinsizlik olduğu neticesini çıkarmak istiyorlar. Fakat bizim anlayışımız hiç de böyle değildir. Bizim anlayışımızda laisizm, bizim hayata ait bütün kanunlarımızı T.B.M.M. yapar demektir. Başka hiçbir menbaa istinad etmeyiz demektir. Açıkça izah edeyim, daha şu demektir; Hicaz çöllerinde yetişmiş olan İmam Malik'in, bin bu kadar sene evvel, o zamanın've o muhitin icap ve ihtiyacına göre yaptığı içtihatlara tabi olacak değiliz! Yine söyleyeyim, Afrikada Berberîler arasında yaşayan İmam Hambelînin, memleketinin icap ve ihtiyaçlarına göre kurduğu esasları kabul edecek değiliz! Bizim kabul edeceğimiz esaslar, kanunlar, bu memleketin ihtiyaçlarını bilen, yine memleketin en güzide evlatları olarak seçilip, T.B.M.Meclisine gelen milletvekillerinin tanzim edecekleri kanundur," (Ğünaltay'ın sözleri iyi hoş da, ne var ki, o devirdeki pek.çok kanun, yukarıda da sözünü ettiğimiz üzere, Almanya'dan, isviçre'den, Fransa'dan, italya'dan alınmıştır. Hatta o sırada 163, maddesi üzerinde münakaşasını yaptıkları Ceza Kanunu da italya'dan alınmıştı. Bu sebeple zamanın Başbakan'ı çelişkiye düşmekteydi.)
Değişiklik tasarısı üzerinde yapılan müzakerelerden kışa notlar verdiğimiz 163. madde sonuçta şu şekli almıştır: "Laikliğe aykırı olarak, devletin içtimaî ve siyasî veya h u k u k î nizamlarını, kısmen de olsa, dinî esas ve inançlara uydurmak amacıyle cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare eden kimse iki yıla kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Böyle cemiyete girenler veya girmek için başkalarına yol gösterenler, altı 'aydan aşağı olmamak üzere hapis cezasıyla cezalandırılır. Dağılmaları emredilmiş olan yukarıda yazılı cemiyetleri, sahte nam altında veya muvazaa şeklinde olsa dah'İ yeniden tesis veya teşkil, tanzim veya sevk ve idare edenler hakkında verilefeek cezalar üçte birden ek-'"
Laikliğe aykırı olarak, devletin içtimaî veya iktisadî veya siyasî veya h u k u k î temel nizamlarını, kısmen de olsa dinî esas ve inançlara uydurmak amaciyle veya siyasî menfaat veya şahsî n ü f u z tesis eylemek maksadiyle dini ve dinî hayatı veya dince mukaddes olan şeyleri alet ederek her ne surette olursa olsun propaganda yapan, veya telkinde bulunan kimse bir yıla kadar ağır hapis cezasıyla cezalandırılır. Yukarıdaki fıkrada yazılı fiil yayın vasıtasıyla işlendiği takdirde verilecek ceza iiçte birden yarıya kadar arttırılır. Yayım yeri veya yayım vasıtası veya yayım konusu bakımından az zarar umulan hallerde faile altı aydan bir yıla kadar hapis cezası verilir." 1949 yılına gelinmiş, yâni Ceza- kanununun kabulünün üstünden 23 yıl geçmiş, şartlar değişmiş, inkılapların yerleştirilmesi ihtiyacından doğan zaruret hali sona ermiş, fevkalâde hal ortadan kalkmış ve normal hayat başlamış.. Bu durumda yapılacak olan nedir? Fevkalade durum sebebiyle, getirilmiş olan kanunlardaki olağanüstü ağır hükümleri yumuşatmak, hatta ortadan kaldırmâk..Ne var ki, böyle yapılması gerekirken, görüldüğü üzere 163. deki cezalar ikişer kati ar ttinlarak, suçun kapsamı genişletilmiştir. Tasarının müzakeresi sırasında konuşmacılar tarafından ileri sürülen,' yukarıda bazılarına kısaca temas ettiğimiz endişeler, kanun yürürlüğe girdikten sonra bir bir gerçekleşmiş, Mahkeme kalemlerinde 163'ten açılmış davaların ddsyaları klasörlere sığmaz olmuştur.. Evet, kanun müzakere edilirken, Başbakan'ın; "belki de tatbik edilmez, ama hükümetin elinde koz olarak bulunsun" diyerek çıkmasını sağladığı madde, sonraki yıllarda hapishaneleri 163 ün mağdurlarıyla doldurmuştur. Madde, devlet düzenini değiştirmek için dinî cemiyet kurmayı yasaklamıştır. Ama uygulamada, Kur'an okumayı
öğreten hocanın, dinî kitap okuyan talebenin, camide teşbih çeken müslümanm yakasına yapışılmıştır. İki kişi bir araya mı geldi, işte size 163 te sözü edilen cemiyet.. Konuşma konusu din mi, işte size 163. maddedeki tarifi yapılan suç.. Maalesef zaman zaman bütün bunlar gerçek olmuş, din ' ve vicdan hürriyetlerinin kapsamı içinde yer aldığını daha önceki bölümde incelediğimiz, "dini öğrenme, öğretme ve yayma hakkı" 163. maddenin saldığı korku yüzünden uygu'larriadan adeta kalkmıştır. .163. maddenin kaldırılışı konusunu, ileride, 1982 Anayasa dönemini incelerken ele alacağız.
GÜNALTAY'İN BAŞBAKANLIĞI VE AKİSLERİ n i—/in ve vicdan hürriyetleri üzerindeki Devlet baskısından söz ederken, bunların net bir şekilde ortaya konulduğu Meclis Müzakerelerine yer vermek istiyoruz. Temas edeceğimiz müzakereler, Şemsettin Günaltay hükümetinin programı üzerinedir ve hazır biz de Günaltay'in 163.madde üzerindeki beyânından söz etmekte olduğumuza göre, Eşref Edip üstadın bir yazısını okumanın tam sırasıdır. Şemsettin Günaltay'in, o dönemde Başbakan olması, günün şartları içerisinde büyük önem taşımaktaydı. Günaltay, Şırat-ı Müstakim ve S ebilürreşad dergilerinde yazılar yazmış, Türk Ocağı"nda tarih dersleri vermiş, İslam Mecmuasında görev almış, Türk Tarih kurumunun kurucusu ve yıllarca başkanı olmuş, Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde profesörlük yapmış, dinî ve tarihî alanlarda pek çok eserler vermiş/Arap'ça, Farsça ve Fransızca bilen değerli bir bilim ve devlet adamı idi. O'nun o dönemde başbakan olması, çeşitli çevrelerde yapılan değişik yorumlara yol açıyordu.
Değerli yazar Eşref Edib de, bu sebeple 29 Ocak 1949 ta-, rihli Sebilürreşad dergisinde "Günaltay'in Başbakanlığı ve Akisleri" başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Eşref Edip, makalesinde memleketin o günlerdeki manzarasını aşağıdaki satırlarla ifade ediyordu: "Milletin manevî hayatında bir ıstırap vardı. Din müesseseleri yıkılmış, uzun seneler millet evlâdına din namına bir şey öğretilmemiş, öğrenmesine de müsaade edilmemişti. Bu y ü z d e n din ehlinin k ö k ü k ü r u m u ş , millet evlâdının kalpleri bomboş kalmıştı. Din istihkamlarının yıkılmasıyla, korumasız kalan manevî sınırlardan dalalet (sapıtmışlık) eşkiyası sokulmaya yol bulmuş, zararlı bir takım ideolojilerle milletin canevine saldırmağa başlamıştı.." Üstad makalesinin devam eden satırlarında, "acaba CHP'nin Günaltay gibi bu konularda bilgisi ve ehliyeti bıdunan bir şahsı Başbakan yapmasının sebebi milletin bu manevî izdırabını dindirmek için miydi?" diye ümitle soruyor. Sorusunun cevabını verebilmek için ise olayları anlatmaya devam ediyordu: "Kabine teşekkül etti ve program okundu. Kabineye Nihat Erim, Tahsin Banguoğlu, Cemil Sait Barlas gibi dinin gelişmesine sempatisi olmayanlar alındı. Programda laiklik üzerine fazla duruldu. Programın bu bölümünü aynen alıyorum: Türk inkılâbının ana prensiplerini titiz bir itina ile savunmakta devam edeceğiz. Bütün diğer hürriyetler gibi vatandaşın vicdan hürriyetini de mukaddes tanırız. Din öğretiminin ihtiyarî olması esasına sadık kalarak, vatandaşların çocuklarına din bilgisi vermek haklarını kullanmaları için gereken imkanları hazırlayacağız. Fakat laiklik prensibinden ayrılmamıza asla imkân tasavvur edilmemelidir. Bilhassa din perdesi altında bu milleti asırlar boyunca uyuşturmuş olan hurafelerin yeni baştan belirmesine asla meydan vermeyeceğiz. Dinin siyasete ve şahsî menfaatlere alet edilmesine de müsamaha etmiyeceğiz. Bu konu' 119
da alinması gerekli sayacağımız tedbirleri yüksek tasvibinize sunmakta tereddüt etmiyeceğiz. (Nitekim yukarıda okuduğunuz gibi 163. maddedeki hükümleri kat kat arttırma teklifini sunmak(!)ta hiç tereddüt etmemişlerdir.) Her türlü vicdan ve düşünce hürriyetinin masuniyeti esastır. Fakat kanaatler ve düşünceler, kanunlanmizm yasak ettiği tahrik ve propaganda mahiyetini aldığı zaman, en ağır suç sayılacaktır." Günaltay hükümetinin programındaki laiklik bölümü hakkında, Millet Partisi adına konuşan Osman Nüri Köni şu tenkitlerde bulundu: "Hükümetin laiklik telakkisinde isabet yoktur* Din adamlarının hükümet işine karışmamaları nasıl- lazımsa,hükümetin de din işlerine müdahale etmemeleri gerekir. Mesela Diyanet İşleri Reisliği ve diğer vakıflar gibi teşekküllerin resmî devlet teşkilatında yer almamaları şarttır. Bunların İslam cemaati idaresine devirleri lazımdır. Bu mevzuda Anayasa'ya uyularak laikliğin tamamiyle uygulanması yoluna gidilmeli, vehim ve vesveseden arııimış bir yol takip olunmalıdır." Başbakanlığa tayin edilmesi üzerine, laikliği kaldıracağı, devrimleri geri alacağı yolunda tenkit ve tahminler yapılan, âdeta bir Şeyhülislâm gibi gösterilmeye çalışılan Günaltay, Meclisde yapılan müzakerelerden söhra da şunları söylüyordu: •'"Din beşeri bir ihtiyaçtır. Dinsiz bir millet yaşayamaz. Dini tahkir, alçaklıktır. Türk milletinin dini olan Müslümanlık ilim ve fazilet dinidir. Bu güzel dini taarruzlardan kurtararak eski saflığına . yükseltmek ve inkişafını sağlamak bütün münevverler için en mühim bir vazifedir."
Eşref Edip Bey ise, programla ilgili görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır: »Programdaki ifade serttir. Şemsettin Günaltay gibi bir ilim adamının, bir İlahiyat Fakültesi başkann^m daha mutedilbir lisanla konuşması gerekirdi, "dini siyasete a ^ s o z u yirmibeş senedir Halk Partisinin dm ^ yürütmek için öne sürdüğü paslı bir silahtır... Halk Partisi müfritlerinin- ötedenberi takip ettikleri din duygusu uzer ndeki baskı yüzünden bu millet bizâr olmuştur Milletin kalbi küskündür Ama yalnız Türk milletinin. D,ger unsurlar, Rumlar, E r m e n i l e r , Yahudilerin ibâdetlerine bir müdahale olmamıştır. Lütfen Adalet Bakanınıza sorunuz, Kur anın lı s a n i y l e Allahü ekber" dediği için bugün kaçyuz kışı zind a n l a r d a yatmaktadır? Vicdan hürriyetinden bahsediyorsunuz, din hürriyeti, vicdan hürriyeti bu mu? ..O müfritler, Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu yirmibeş sene ratbik ettirmediler. Mekteplerden din dersim kaldırdılar. Bütün bir neslin kalbini, vicdanını boşbıraktilar. Eşref Edip, yazışma son verirken, Şemsettin Günaltay'dari şunları istiyordu: "Hiç korkma! Bırak minarelerde Allahü Ekber sesleri afaki inletsin. Vicdanı köstekleyen bütün bağları kır parçala. Salan korkma. Şen millete bu hürriyet ve saadeti verirsen, bu asil millet seni başının tacı yapar." Ne var ki, Şemsettin Günaltay, bu isteklerin tersini yapmış, yukarıdaki bölümde görüldüğü üzere, ilk iş olarak Cez/,.' Kanunun 163. maddesindeki cezaları bir misli arttırarak, müslümanlarm sesini bir kat daha kısmıştır.
Demek ki, a ^ d a vn=<m,i
VİCDAN VE TOPLANMA HÜRRİYETİNİN
geçirilen kement biraz daha sıkılacaktır.
KORUNMASI KANUNU M ü s l ü m a n l a r 163. maddeden şikayet ededursunlar 1953 yılında bu sefer de iktidardaki D.P., Ceza Kanunundaki bu hükümle yetinmemiş, "Vicdan ve Toplanma Hürriyetinın Korunması" adı altında yeni bir kanun çıkarmıştır. ' Gerekçede, "demokratik hürriyetlerin ve ezcümle dinî ve siyası hakların son zamanlarda memleket nizamını sarsacak şekilde kötüye kullanıldığı görülmektedir" denilmekte ve, dinî ve siyasî hürriyetlerin hududunu zararlı bir şekilde aştığı aşikar buluttan bu durumun önlenmesinin, demokrasi prensiplerini ve vicdan hürriyetini müessir bir şekilde Kamm tasarıs ™» hazırlanması cihetine gıdıldıgt" belirtilmektedir. • Vicdan hürriyetini koruma adı altında, vicdan hürriyetine en büyük darbelerden biri daha indirilmektedir aslında!.. Acaba Ceza Kanunundaki 163. maddenin darbesi yeterli bulunmamış mıd i r ? şeklinde akıllara bir soru gelebilir. Böyle bir soruyu, tasarıyı Meclis'e sevkeden hükümet de düşün™ riyor^ k i - 0 Sünkü Adalet Bakanının ağzından cevabını konuşmasından)^ ° S m a n 1
ne
Ş CVkİ Ç İ Ç e k d a ğ : (Tasan
'
kadardinin ve dinî
y > sunuş
, .. J " , hislerin âlet ittihaz edilerek kotuye kullanılması halleri, Türk Ceza Kanununun 163. maddesinde muhtelif şekil ve tarzlarda müeyyide altına alınmış ise de, son aylarda ve hatta günlerde meydana gelen hadiselerden sarahet ve kafiyetle anlaşıldığı üzere, mezkur müeyyidelerin kâfi ve çare olmadığı tahakkuk etmiş bulunmaktadır... Bu maddedeki hükmü daha kapsamlı bir şekilde ve içtimaî realitelerimizi karşılayıcı mahiyette olmak üzere bu kanun tanzim edilmiştir..."
. Tasarının Meclis'deki müzakerelerinden dikkate, değer bazı noktalara da kısaca yer. vermeliyiz. Cezmi Türk (Seyhan): "Biz Türkiye Köylü Partisi küçük grubu adına, tasarıya bütün benliğimizle ve imânımızla muhalifiz Muhalefe teyken programına, (laiklik din düşmanlığı demek degıld7r) h ü k m ü n ü koyan bir Partinin yani DP.'nin iktidar olunca böyle bir kanun çıkarması için üzerinde uzun uzun düşünmesi lazımdır...Geçen gün gazetelerde okudum: ingiltere'de prenseslerden biri, boşanmış bir subayla evlenem i y o r . Çünkü Kilise müsaade etmiyor. Kanunlar müsaade ettiği halde Kilise etmiyor. Şimdi ingiltere'de demokrasi tehlikede midir? Laiklik yok mudur?. Amerika'da oyle yer vardır ki, haçsız dolaşamazsm, haç çıkarmadan giremezsin. Buna mukabil öyleleri vardır ki, 28 kadın alır, 28 kadınla oturur. Amerikada din yok mudur? Demokrasi yok mudur? Amerika'da irtica mı vardır? Doktorları dahi mutaassıp olan Fransa'da böyle bir kanun çıkarılmıyor. Fransa'da orduda büyük rütbe alabilmek için Kilise erkanının sevgisini kazanmak lazımdır. Profesör olacaklar da buna dikkat ederler. Ama sanıyorum hiç biriniz • seçilebilmek için Diyanet İşleri Reisine kur yapmazsınız." Daha sonra Osman Bölükbaşı uzun bir konuşma yapmış, Başbakan Adnan Menderes tenkitlere cevap_ vermiş, neticede 6187 sayılı "Vicdan ve Toplanma Hürriyetinin Korunması Hakkındaki Kanun" Meclis'te kabul edilmiştir. İbaret olan Kanun'un konumuz için önem taşıyan birinci maddesi şöyledir: 6
m a d d e d e n
"Siyasî veya şahsî nüfuz ve menfaat temin etmek maksadı ile dini veya dinî hisleri yahut dince mukaddes sayılan şeyleri veya dinî kitapları alet ederek her ne surette
olursa olsun, p r o p a g a n d a y a p a n veya telkinde b u l u n a n kimse bir seneden, beş seneye kadar ağır hapiş cezasıyla cezalandırılır. Fiil neşren işlenirse hükmolunacak ceza yarı nispetinde arttırdır." . İnsanların en tabii haklarının başında geldiği, 200 yıldır Batı'da, 100 yılı. aşkın bir süredir de bizde Anayasalara hük ü m olarak giren, "din ve vicdan hürriyeti" nin ve o n u n yegâne teminatı sayılan "lâiklik" in, Türkiyede geldiği noktaya bakınız!.. Anayasaşın'da, "Bu Devlet laiktir, vatandaşlar diledikleri dine mensup olmakta, m e n s u p oldukları dinin ibadetlerini özgürce yerine getirmekte, dinlerinin öğrenilmesi, öğretilmesi ve tanıtılmasında hiçbir baskı altında kalnıadan, Devletin k o r u y u c u l u ğ u n d a d i n î hayatlarını y a ş a m a k t a hürdürler" meâlinde hükümler bulünurken...Devlet sözünde durmamakta, çıkardığı başka kanunlarla tanıdığı bu en - tabii insanlık haklarını geri almaya çalışmaktadır. Evet 163 üncü maddenin ve 6187 sayılı kanunun anlamı, kanaatimizce, kısaca şudur: "Anayasa ile verilen hürriyetlerin kanunlarla geri alınması".. Maddelerin metnine bakarsanız, son derecede mâsumdurlar. Devletini, milletini, yatanını, dinini seven her vatandaşın içtenlikle altına imzasını koyabileceği hükümlerdir.. Öyle ya, irtica heveslileri dışında bu gibi hareketlerin yasaklanmasına, dinin şahsî veya siyasî çıkarlara âlet edilmesinin önlenmesine hangi vatansever karşı çıkar?.. Başbakan Şemsettin Günaltay'ın, "Bu kanun belki de uygulanılmaz, ama hükümetin elinde bir koz olarak bulunmal ı d ı r " diyerek Meclis'den geçirdiği 163. madde, hem öyle bir uygulanmış, m a s u m görünüşüne rağmen öyle canlar yakmıştı ki, hukukî ictihad dergileri bunun örnekleriyle, dolup taşmaktadır. Öyle ki, "dinî kitapları alet ederek propaganda yapmak" şeklindeki 6187 nin kapsamı içine, "dinî kitap okuyan, dinî kitap yazan, dinî-kitap satan herkes" dahil .edilmiş, h ü k ü metler Günaltay'ın tabiri ile "ellerine geçirdikleri kozu" çok
iyi kullanmışlar, müslümanları susturmuşlar, dinî öğreten ve yayan kitaplar basılmasını, basılmış kitapların okunmasını, hatta camilere gidilip ibadet edilmesini bile zorlaştırmışlardır. Yasaklamışlar'demiyoruz, yasaklamamışlar ama, etrafa s a l d ı k l a r ı korku ve dehşet yüzünden, vatandaş "muslumanım" demeye bile çekinir olmuş, böylelikle fiilen yasakların kapsamı, din hürriyetinin tümünü silip süpürecek boyuta ulaşmıştır. Anadolu'nun çoğu yerinde olduğu gibi, benim kazamda da iki camiden birinin, dine düşmanlık rekorlarının kırıldığı o.günlerde, siyasî iktidar tarafından hayvan ahırı ve yem ambarı yapıldığını unutmuş değiliz. * * *
A h m e t K a b a k l ı n ı n "Temellerin D u r u ş m a s ı " eserinin, 187-192. sayfalarında yer alan ve konuyu en güzel şekilde özetleyen "Çökük K u b b e l e r " , başlıklı yazısında, tüyler ürpertici manzara çizilmiştir. 1 Oradaki satırlardan öğreniyoruz ki: "Yıl 1928.. Kapatılacak camilerin a d e d i 85-96 arasında.. p e k çoğu ardiye, depo, ikametgah, meyhane yapılmak gibi süfli işlerde kullanılmıştır.. Süleymanıye K ü t ü p h a n e s i içindeki Darûlkuran'ın ise, 1954'te yanı demokrasi d ö n e m i n d e Cumhuriyet H a l k Partisi'nın ocak merkezi olarak kullanılması ülkemizin bir tragedyasıdır. Camilerden
Kabaklı hoca'nm, "kapatılan, şahlan bu mabedlerin, halka . verdiği hayal kırıklığı ve devlete yabancılaşma halı korkunçtur" değerlendirmesi son derecede yerindedir. Tekrar e-delim.. 163 ve 6187'nin metinlerindeki ifadeler masûm gibi göriinseler de, lastik gibi ç e k t i k ç e uzadıklarından, uygulayanlar kapsamlarının içine diledikleri her şeyi doldurabildiklerinden, müslüman kıyımına yol açmışlardır. Bu sebeple maddeler, "vicdan hürriyetini koruyorum diye yola çıkan siyasî iktidarların "yıldırma ve sindirme politikalarının en önemli aracı olmuşlardır. Hükümetler, vatandaşın, dini, siyasî ve şahsî nüfuz ve menfaat aracı ^ J ^ S S f f ^ ^ diye yola
çıkmışlar, dini kendi siyasî çıkarlarının aleti, baskılarının aracı haline getirmişlerdir. Düzenledikleri din alanını dikenli bir araziye döndüren 163 ye 6187 ortamında, diri hürriyetleri içerisinde yer alan "dinin yayılması"' konusunda eser vermeye çalışan düşünürler ve yazarların halini .biz, bu dikenler arasında çıplak ayakla oyun oynamaya çalışan çocukların çaresizliğine benzetiriz. Üstelik bunları yaparken, kendi tayin ettikleri, gerektiğinde azledip gerektiğinde mükâfaatlandırma yetkisine sahip oldukları, kendilerine bağlı memurlar durumundaki Diyanet işleri Teşkilatını da, Reisinden, ilçelerdeki müftülerine kadar, siyaset entrikalarına alet etmeye, çalışmışlardır. Ama sağlam karakterli din görevlilerimiz onlara alet olmamıştır. Bu demektir ki, Anayasası ne kadar bu Devlet laiktir derse desin/Türkiye Cumhuriyeti Devleti laik değildir. Din ve vicdan hürriyetlerinin kapsamı içinde yer alan bütün haklar vatandaşlara tanınmamıştır ve dinden ayrı olması gereken Devletin dine müdaheleleri, din adamına ve dindara baskıları sürmektedir. îşte yukarıda, cevabını ileride vereceğiz dediğimiz sorumuza vereceğimiz karşılık budur. 1924 Anayasa'nın, millî hayatı nizamladığı 1960 yılma kadarki dönemdeki Türkiye Cumhuriyetinin görüntüsü... Yalnız bu görüntünün daha da netleşebılmesi için, Atatürk ve Atatürkçülük konusuna da bir kaç satırla temas etmeliyiz. -
ATATÜRK'ÜN HATıRASıNı KORUMA KANUNU ' k, Millî Mücadelenin Başkumandanı; Türkiye /Ai . ta tur Cumhuriyeti'nin büyük kurucusudur. Bu büyük asker ve devlet adamını, bütün yönleri, söz ve fiilleri ile yakından tanımak her Türk'ün hakkıdır. Bununla birlikte bu hak
25.7.1951 tarih ve 5816 sayılı şu kanunla kısıtlanmış bulunmaktadır: "Madde 1-Atatürk'ün hatıratına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. ı• Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir." • • '
•
"
'
Atatürk'ü koruma kanunu adıyla tanınan bu kanun, Ata; türk'e ve onun heykelleri ile hatıralarına tecavüz ve hakareti önlemek amacıyla çıkarılmıştır. Yalnız, Atatürk hakkındaki hangi söz ve yazıların, O'nun hatıralarına karşı hakaret teşkil edeceği hususu açık değildir. ~ Bu belirsizlik sebebiyle, pek çok araştırmacı bu-konulara fazla girememekte, acaba yasakları ihlâl mi etmiş olurum endişesiyle, Atatürk'le ilgili belgeler üzerinde objektif değerlendirmeler yapmaktan kaçınmaktadır. Bu araştırmada konumuz olan, din ve vicdan hürriyetleri bahsinde Atatürk'ün düşünceleri nedir? Milli Mücadelenin başlayacağı günlerdeki beyanları ile, Milli Mücadele sonuçlandıktan sonraki nutukları, özellikle din ve din adamları konusunda niçin farklılıklar göstermektedir? İşte bu sorularla ilgili derinlemesine araştırma yapacak olanlar, Atatürk'ü koruma kanunu ile başlan belaya girecek korkusu ile, bundan vaz geçmektedirler. , Herkesin bildiği bir gerçektir ki, millî mücadelenin kazanılmasında, Kadir Mısıroğlu'nun "sarıklı mücahidler", Cemal Kutay'm "Kurtuluşun Manevî Mimarları" adını verdiği kahramanların, "din ve devlet, mülk ve millet için şehid ve gazi olunacağı" inancının; islâmm şehitlere "cennet" vaad . eden hükümlerinin, bu konuda Türkiye'nin bütün camilerin- de okunan heyecan verici hutbelerin, verileri "cihat fetvaları" nın, büyük- küçük, genç- ihtiyar, kadm- erkek herkesin üzerinde çok büyük etkisi olmuştur.
Dinin ve din adamının savaşlar üzerindeki rolü hakkında, Birinci Cihan Harbi sırasındaki Çanakkale savaşlarında 5. Ordumuza komuta eden ve Filistin cephesinde Yıldırım Ordularımızın başında bulunan Alman mareşali Limân von Sanders, şunları söyler: "Türkler, dindar, bilhassa gelenekçi idiler. Din adamlarının her tabaka ye seviyeden insanlar üzerinde büyük tesirleri vardı. Bu muharebe safhalarında, din adamlarının telkinlerinden en geniş manada istifade ediyorlardı. Bu din adamları ağırbaşlı oldukları ölçüde şefkatli, hâl ve tavırları ile, saygıdeğer ve güvenilir insanlardı. Onları en buhranlı anlarında dahi kötümser görmedim." (Türkiyede 1 Beş Sene-Liman vön Sanders- s: 51-106) Tabii kötümser olmazlardı, çünkü en buhranlı anların sonuııda, en kötü ihtimalle, ölüm vardır. Savaşta ölüm ise şehâdet, şehâdet de islâmin vaadettiği cennet demektir ki, işte Türk askerinin "o hayasızca akına göğsünü siper etmesi" nin" asıl sebebi, islâmin vaadettiği şehitlik şerbetini içme aşkıdır. Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da toplanması, Millî Mücadelenin başlayışının ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulması sonucunun ilk adımıdır. Bu iik adım, Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa'nın şu tamimi ile atılmıştır: (Sadeleştirilmiş özet) "1. Allahın izni ile Nisan âyininin 23. günü Ankarada BMM açılacaktır. 2. Vatanın istiklâli, hilafet ve saltanat makamının kurtarılması gibi en önemli ve hayati görevleri yerine getirecek olan B.M. Meclisinin açılış gününü Cuma'ya rastlatmakla, bugünün kutsallığından faydalanarak ve açılıştan önce sayın Milletvekilleri ile Hacı Bayram-ı Velî camiinde cuma namazı kılınarak Kuran ve duaların nûrundan istifade edilmiş olunacaktır.
Duadan sonra Sakal-ı Şerif ve Sancak-ı Şerif taşınarak Meclise girilecektir. Binaya girmeden önce dualar edilip, kurbanlar kesilecektir. 3. Bugünün kutsallığını güçlendirmek için b u g ü n d e n başlamak üzere il merkezinde Sayın Vali beyefendinin tertibi ile Kur'ari okunmasına başlanacak, Kur'anın son bölümü özel olarak Cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır. 4. M u k a d d e s ve yaralı vatanımızın her köşesinde bugünden başlayarak Kuran okunacak, Cuma günü ezandan önce minarelerde dua, okunacak ve hutbelerde bütün milletin bir an evvel kurtuluş ve mutluluğa nail olmaları ifade edilecektir..." Atatürk'ün bu daveti, 6 madde olarak düzenlenmişken ücra köylere kadar duyurulması istenilmiş, 6. maddesindeki "Yüce Allahm bizleri muzaffer kılması" yalvarmasıyla sona ermiştir. Evet, Meclis Kur'andan istimdat dileğiyle açılmış, Milli Mücadeleye, cephelerde "Allah Allah" denilip süngü takılarak girilmiş, millî ve islâmî ülkülerle coşturulan insanların yok olması pahasına zafere ulaşılmıştır. Ama bir de bakıyorsunuz ki, Atatürk'ün ağzından şu sözlerin çıktığı yazılmaktadır: "İngiliz kadın yazarı G.Ellison (Mustafa Kemal'in) kendisine, (benim dinim yok ve bazan bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum) dediğini yazmaktadır.." (Mete Tünçay-Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yönetiminin Kurulması-s:219) Atatürk bu sözü söylemiş mi, söylememiş mi? Yoksa bu söz de, laiklik maskesi arkasına sığınıp din düşmanlığı ya/ pan, Atatürk'ün nutuklarını tahrif ederek söyleyip söylemediği belli olmayan bir takım sözleri kendilerine bayrak yaparak diledikleri şekilde kullanan devrimcilerin yalanlarından bir yenisi mi? Hakikat hangisi?
Bunları araştırmaya kalkışmak ve yazmak Atatürk'ü koruma kanunu karşısında suç mu değil mi? Bu sorulara cevap ararken, araştırmacı için "koruma kanunu"nun ağına takılma tehlikesi mevcuttur.. Bu sebeple bu konular derinlemesine araştırılamiyor. Gerçek de bir büyük meçhûl olarak kalmakta devam ediyor, istiklâl Harbimizin bile gerçeğini öğrenemiyoruz. Çünkü Karabekir başka anlatıyor, Atatürk başka.. . Sonra.. Atatürk bu kanunla kimlerden ve niçin korunuyor? Kabaklı'mn ifadesi ile; "Onu tarihten veya milletten korumak isteyenler kim oluyorlar?" , Aslında oynanılan oyun, Atatürk'ü din düşmanı göstererek müslümanlan kışkırtmak, müslümanlan Atatürk'e hakaret-etmeye yönlendirmek, onları 5816 sayılı kanunun yasaklarını ihlâle,tahrik etmek, Atatürk'le müslümanlann arasım açmak, toplumun huzur ve sükûnunu en önemli bağ olan "din" bağını rencide ederek bozmaktır. Müslümanlardan beklenen ise bu oyuna gelmemeleri, Atatürk'ü Millî Mücadelenin büyük kahramanı, Devletimizin kurucusu olarak takdirle yad etmektir.
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
"1 . J. 960 Anayasası dönemindeki Türkiye" bahsine geçmeden önce, buraya insan Haklan Evrensel Beyannamesinde, insan hak ve hürriyetleri arasında belirtilen din hürriyetleri ile ilgili maddeleri de almak istiyoruz. • Beyanname, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 10 Aralık 1948 tarihinde yaptığı toplantıda kabul edilmiş, Türkiye'de de 27 Mayıs 1949 tarihinde bir kararname ile Resmi Gazetede yayınlanmıştır. Beyanname, bir Önsöz ve 30 maddeden ibarettir:
"ÖNSÖZ (özetlenerek): insanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması' hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya banşınm temeli olmasına... insan haklannm tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş, bulunmasına... İnsanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için, insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına.. Üye Devletler, bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve,tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri için işbu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ilan ederler: Madde 1- Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyetiyle hareket etmelidirler. Madde 2- Herkes ırk, renk, cins, dil, din, siyasî veya diğer herhangi bir akide, millî ve'ya içtimaî menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir. Madde 18- Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir." Özellikle bu 18. madde, din ve vicdan hürriyetinin tarifini ve kapsamı içinde yer alacak hakları göstermesi bakımından önemlidir. Birleşmiş Milletler Teşkilatına üye ülkeler, Anayasaları ve diğer Kanunları ile bu hükümleri iç hukuk düzenleriyle yasallaştırma yoluna gitmişlerdir. Şu noktaya işaret etmeliyiz ki, daha önceki bölümlerde de gösterdiğimiz üzere Türkler, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nm yeni düzenlediği din ve vicdan hürriyetlerini, en eski çağlardan beri bütün insanlara tatbik etmekteydiler. Yâni din ve vicdan hürriyeti konusunda Türk Milleti bütün milletlere öncelik almaktadır.
Kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibâdetler, dinî âyin ve törenler serbesttir.
1961 ANAYASASı DÖNEMI O T Z . / Mayıs 1960 ihtilali Meçlis'i feshetmiş, 1924 yılından beri çeşitli değişiklikler yapılarak yürürlüğü sürdürülen Esas Teşkilat Kanununu (Anayasa) uygulamadan kaldırmış ve hazırlanan yeni Anayasa 27 Mayıs 1961 tarihinde Kurucu Meclis tarafından kabul edilmiştir. 1961 Anayasası 9 Temmuz 1961 günü halk oyuna sunulup, yüzde 38,5 hayır oyuna karşılık, verilen yüzde 61,5 oranandaki evet oyları ile halk tarafından da onaylandığından 20 Temmuz 1961 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. ; 1961 Anayasası Devletin niteliklerini ikinci maddesinde göstermektedir: "Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, laik ve sosyal bir h u k u k Devletidir." Görüldüğü üzere, maddede Devletin "laik" vasfı vurgulanmış, bu arada yeni bir ilke olarak "sosyal devlet" niteliği de Anayasa'ya alınmıştır. Madde metninde sözü edilen "başlangıçta belirtilen temel, ilkeler" ifadesi ile kâsdedilen de, Anâyasa'nm .başına alman Başlangıç bölümündeki "Milliyetçilik" ilkesini yansıtan hükümlerdir. 196İ Anayasası'nın "dinVe vicdan hürriyetlerini" teminat altına alan maddesi ise 19. maddedir: "Madde 19-Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Kimse, ibâdete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlarmdan dolayı kınanamaz. Din eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlıdır. Kimse Devletin sosyal, iktisadî, siyasî veya h u k u k î temel düzenini, kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya şahsî çıkar veya1 nüfuz sağlama amacıyla, her ne surette olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez, kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtanlar kanuna göre cezalandırılır; dernekler yetkili mahkemece ve siyasî partiler Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır." 19, maddede 20.9.1971 tarihinde 1488 Sayılı Kanunla bir değişiklik yapılmış "dernekler kelimesi madde metninden çıkarılmış, metnin kapsamı daha da genişletilerek, "gerçek ve tüzel kişiler", kelimeleri eklenmiştir. Böylece son fıkranın son cümlesi şu şekle sokulmuştur: "Bu yasak dışına çıkan veya başkasını bu yola kışkırtan gerçek ve tüzel kişiler hakkında k a n u n u n gösterdiği hükümler uygulanır ve siyasî partiler Anayasa Mahkemesince temelli kapatılır." 1961 Anayasası, din ve vicdan hürriyetleri açısından eski Anayasa'ya göre farklı bir din hürriyeti rejimi getirmiş değildir. Aksine bu hürriyetler daha kısıtlanmıştır diyebiliriz. Bu maddenin 1924 Anayasasının 75. maddesinin hükümlerinden farklı bir yanı, din hürriyetleri kapsamı içinde yer alan "dîn eğitimi ve öğretimi konularına" da madde metninde, isteğe bağlılık şartı ile yer vermiş olmasıdır. Bir başka farklı hüküm de, Türk Ceza Kanununun 163. maddesindeki, müslümanlarm korkulu rüyası olan hükmün, ifadesi biraz değiştirilerek, Anayasa'nın İ9. madde metnine
beşinci fıkra olarak yerleştirilmesi olmuştur. 1961 Anayasası'nm konumuzu ilgilendiren diğer bir maddesi de, Diyanet işleri Başkanlığı ile ilgili 154. maddedir: "Madde 154- Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir." Anayasanın 19. maddesinin son fıkrasında sözü edilen dernekler ve siyasî partiler, "din ve mezhep ayırımı esasına bağlı amaçlar taşımaları halinde, kurulmaları Dernekler ve Siyasî Partiler- Kanunlarınca yasaklanmış olan kuruluşlardır." ' Bu konuya açıklık getirmek üzere, Siyasî Partiler kanundaki laikliği korumak üzere sevkedilmiş maddelere de kısaca bir göz atalım. ; .
SİYASİ PARTİLER KANUNUNDA LAİKLİK 1 3 7.1965 tarih ve 648 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun, Üçüncü Bölümündeki 92-99. maddeleri "Laik Devlet niteliğinin ve Atatürk devrimlerinin korunması" gayesiyle sevkedilmişlerdir. Anlamları gayet açık olan bu maddelerden bazılarını . okuyalım: Laiklik ilkesinin korunması: Madde 92-Siyasî partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laiklik niteliğini değiştirmek amacını güdemezler. Halifeliğin istenemeyeceği: Madde 93-Siyasî partiler, halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemezler. Laik Devlet düzeninin korunması: Madde 94-Siyasi partiler, Devletin sosyal, iktisadî veya hukukî temel düzenini, i:M
•
•
kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî yahut şahsî çıkar veya nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edici veya kötüye kullanıcı faaliyetlerde bulunamazlar. Din farklılığına dayanma yasağı: Madde 95-Din veya mezhep veya tarikat esasına veya adına dayanan siyasi partiler kurulamaz. Partilerin siyasi ve dinî gösteri yapamaması: Madde 96Siyasi partiler, herhangi bir şekilde dinî tören tertipleyemez veya parti sıfatıyla bu gibi törenlere katılamaz...( istisnalar: cenaze törenleri v.b.) Diyanet İşleri Başkanlığının yerinin korunması: Madde 98-Siyasi partiler, Diyanet işleri Başkanlığı'nın genel idare içinde yer almasına dair olup, Anayasanın 153. maddesinde ifadesini bulan Atatürk devrimlerinin temel amacını korumak için konulmuş bulunan Anayasanın 154. maddesindeki prensip hükmüne aykırı amaçlar güdemezler. Kanunun 97 ve 99. maddeleri, Siyasi partilerin, Atatürk'ün şahsiyeti ve anılarını kötülemeyi, "Atatürk devrimle-. ri adı verilen ve laiklik niteliğini korumak amacı güttükleri" belirtilen, önceki bölümlerde incelediğimiz Tevhid-i Tedrisat, Şapka, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceği..v.b. kanunların amacına aykırı amaçlar güdemeyeceklerini emreder. Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen Laik Devlet ilkesinin korunması gayesiyle çıkarılmış bulunan yukarıdaki ! maddeler, herhangi bir izahata gerek duyulmayacak şekilde açıktır. Bu sebeple, uygulamadan bir örnek vereceğiz. I ANAYASA MAHKEMESİ KARARI S ö z ü n ü ettiğimiz uygulama, Anayasa Mahkemesinin, Milli Nizam Partisi'ni kapatması ile ilgili kararıdır.
ı;s.r)
Anayasa: Mahkemesi, Esas: 1971/1, Karar:1971/120.5.1971 numaralı kararı ile, Siyasi Partiler Kanununun 92, ı 94,97 ve 101. maddelerine istinaden ve 112/2. maddesigereğince Milli Nizam Partisi'nin kapatılmasına karar vermiştir.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI T ü r k Devletleri'nin din konusunda gösterdiği gelişmelerin.somut ifadesi şöyle olabilir: Şeyhülislâmlıktan, Şer'iye Bakâriİrğı'na, orâdan da Diyanet İşleri Başkanlığı uygulamasına uzanan bir süreç.. Anayasa'nın 154. maddesinde sözü edilen Diyanet İşleri Başkanlığı,1924 yılında Şeriye Bakanlığının ortadan kaldırıldığı zaman, Türkiyede din.işlerini düzenlemek üzere kurulmuştu. Daha sonra, 22.6.1965 tarih ve633 sayılı Kanunla, kuruluş ve görevleri yeniden belirlenmiştir. Buna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı, genel idare içinde yer alari bir kurumdur. Kuruluş Kanunu'nun İ. maddesi hükmüne göre, Diyanet İşr leri Başkanlığı, Başbakanlığa bağlıdır. *
"Madde 1-Görev: İslam dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yüriitmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet işlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur." 4
"Madde 5-Din İşleri Yüksek Kurulu: Diyanet İşleri Başkanlığının en yüksek karar ve danışma organı'olup, bir Başkan ve on üyeden teşekkül eder. Kurulun görevleri 1 şunlardır: , a. Din işleri ile ilgili konularda ilmî incelemeler ve araştırmalar yapmak, b. Dinî eserler telif ve tercüme etmek, Başkanlıkça yayınlanması istenen telif ve tercüme eserlerin yayımına karar yermek, tetkiki istenilen eserler hakkında mütalaa bil1 dirmek, .
c. Din ile ilgili soruların cevaplarını hazırlamak, d. Hutbe ve vaazlarm esaslarını tespit etmek ve örnek metinler hazırlamak, , e. Yurt içindeki ve yurt dışındaki din ile ilgili yayınları izlemek, gereğine karar vermek ve karşı yayımlarla bilimsel mücadele esaslarını hazırlamak, f. Başkanlık teşkilatmın çalışmaları için lüzumlu tüzük, yönetmelik ve programlar gibi metinleri hazırlamak, ilgili dairelerce hazırlanmış olanları kabul etmek, g. Başkanlıkça havale edilen hususları tetkik e t m e k ve
bunlar hakkında düşüncelerini bildirmek, . h. Din hususunda toplumu ve yurt dışındaki yurttaşlarımızı aydınlatmak amacı ile ilgili çalışmaların programlarını tespit etmek, i. Başbakanlıkça toplanacak Din Şurasına sunulacak raporlarla Başkanlık görüşünü hazırlamak, j. Kuruluşa eleman yetiştiren okulların meslek dersleri ile diğer okullardaki din derslerinin kitap, müfredat ve programları hakkında rapor hazırlamak ve gerektiğinde ilgililerle işbirliği yapmak." Yukarıdaki 1 ve 5. madde hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, din ve v i c d a n hürriyetlerinin yaşatılıp yerleştirilmesi, ' inanç, ibadet, dini öğretme ve telkin etme haklarının kullanılması gibi konularda kanun oldukça güzel bir düzenleme getirmiştir. Dinî eser telif ve tercüme faaliyetleri, Maarif Okullarında okutulan din derslerinin kitap ve müfredatları konusunda etkinlik kazanılması gibi konularda, kağıt üzerinde kalmma'ması ve bunlara hassasiyetle eğilinmesi durumunda, daha iyi sonuçlara ulaşmak mümkün olabilecektir. Ne var ki, Diyanet İşleri Kanunu'nun tesis ettiği düzen konusunda söyleyebileceğimiz güzel sözler yukarıdaki iki cümleden ibaret kalacaktır. .. Diyanet İşleri Başkanlığının, "Genel idare içinde", Başba-
kanlığa bağlı bir daire şeklinde düzenlenmiş olması, "laik devlet" ilkesi ile bağdaştırılamaz. Laiklik, din ve vicdan hürriyetlerinin teminatı sayıldığına göre, Türkiye'de din hürriyetinin tam olarak var olduğu ileri sürülemez. Radyo ve Televizyon Kurumunun, Üniversitelerin özerkliğe kavuştuğu bir dönemde, laik devlet bünyesinde, din gibi en kutsal konunun yönetiminin, başbakanlığın bir memuru sayılan Diyanet İşleri Başkanına bırakılması elbette tenkit konusu olacaktır.
.
İlçe Müftüsünün, kaymakamın emri altında çalışan dıger DevVet memurları gibi bir memur olduğuna tatbıkattanda bir ö r n e k Vererek, söylediklerimizi pekiştirelim.. Başbakanlık Devlet Personel Heyeti Kararı: Karâr tarihi 1 4 1976- Karar No:1976/214- Konu: E d r e m ı t Kaymakamı tarafindan, Edremit Müftüsüne verilen disiplin cezasına karşı Müftüsünün, Balıkesir Valiliğine mi yoksa Diyanet İ ş l e r i Başkanlığına mı itirazda bulunabileceği hakkında.. E d r e m i t
İL VE İLÇE KURULUŞLARI K a n u n a göre, Diyanet İşleri Başkanlığının il ve ilçe kuruluşları da şöyledir: "Diyanet İşleri Başkanlığının il kuruluşu; il ve ilçe müftülükleri ile vaiz, imam-hatip, müezzin ve diğer görevlilerden meydana gelir.(M,15). İl ve İlçe Kuruluşlarının başında birer müftü bulunur. Bunlar bölgelerinde Diyanet İşleri Başkanlığını temsil ederler. İl Müftüleri Diyanet İşleri Başkanlığına, ilçe müftüleri ise il müftülüklerine bağlıdır. İller İdaresi Kanunu hükümleri saklıdır."(M.l 6). Bu iki maddeyi okuduktan sonra,'şimdi 1978 tarihli "Diyanet İşleri Başkanlığı Mevzuatı" isimli Diyanet İşleri Başkanlığı 1. Hukuk Müşaviri Ahmet Uzunoğlu tarafından hazırlanan eserin70. sayfasındaki şü satırlara bir göz atalım: "İl İdaresi Kanunu hükümlerine göre, il genel yönetiminin başı vali, ilçe genel yönetiminin başı da kaymakamdır. Vali, ilde Devleti ve hükümeti temsil eder, kaymakam ise hükümeti temsil eder. Yani ilde vali, her. bakanın ayrı ayrı temsilcisidir. İlçe m ü f t ü s ü n ü n birinci derecede amiri il müftüsü de1 ,'İH
ini kaymakamdır. İlçe seviyesindeki hizmetlerin düzenli £ şeküde yürütülmesinden müftü birinci ^ ^ makama karşı sorumludur. Kaymakam da, Diyanet işler Başkanlıgınm ilçe seviyesindeki hizmetlerinin g e n * gün L l ^ u J L i n r f p n valive karsı sorumludur. Bu sebepledir
'
:
M ü f t ü n ü n kaymakamdan emir aldığını ve Kaymakamın Müftüye disiplin cezası .verdiğini öğrendiğimiz bu sahrları okuduktan sonra, din ve devletin ayrıldığı rejım olan ' ^ k h ğin" Türkiyedeki ulaşmış olduğu seviyeyi, laikliğin teminatı altındaki din ve vicdan haklarının düzeyini varın artık tahminedin!-
ANAYASA MAHKEMESİ KARARI D i y a n e t İşleri Başkanlığının, Başbakanlığa bağlı bir daire olarak değil de, TRT ve Üniversiteler gibi özerk bir kurul u ş S T t e L i savunuruz. Genel idare içindeki b u ğ u l u konumunun da laik devlet ilkesine ters duştugunu ilen süreriz. Bu konu 1976 tarihinde Anayasa Mahkemesine götürülmüştür. Ve bu davada, Diyanet İşleri B a ş k a n l ı ğ ı n ı n Anayasan n 154. maddesiyle düzenlenmesi v e 633 sayılı Kanunla bu Başkanlığa çeşitli kanunî görevler verilmesi, Devletm dm işleriyle uğraşması demek olduğu, din işlerini yürüten b r Devletin laik devlet kavramının, dışında kalacağı ilen surulrriüştür.
Bu sebeple, Devlet Memurları Kanunu'nun değişik 36 maddesindeki »Din Hizmetleri Sınıfı» ile ilgili hükümlerin ve' 633 Sayılı Kanun'un, Anayasanın laiklik ilkesine aykırı oldugu iddiasıyla Birlik Partisi tarafından Anayasa Mahkemesinde iptal davası açılmıştır. üzerine Anayasa Mahkemesinin verdiği Esas:1970/53, Karar:1971/76) sayılı karar, lS.Haziran 1972 tanhınde Resmi Gazetede yayınlanmıştır. Karar şöyledir: "Anayasa'nm 154. maddesi, (Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir) h ü k m ü n ü koymuştur. , D i y a n e t İşleri Başkanlığı, dinî bir teşkilat değil, Anayasa nin 154. maddesinde saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idarî bir teşkilat durumundadır ve bu teşkilata mensup kişiler de 154. maddede sözü geçen özel kanun ve dolayısiyle 154. m a d d e hükmünce memur niteliğinde sayılmışlardır. Bu d u r u m u n bir Anayasa h ü k m ü gereği olması dolayısiyle de Anayasanın 117. maddesine aykırılıktan söz edilemez. Diyanet İşleri Başkanlığımın Anayasa'da yer almasının ve mensuplarının memur niteliğinde sayılmasının, yukarıdaki bölümlerde açıklandığı üzere birçok tarihî nedenlerin, gerçeklerin ve ülke koşullariyle ihtiyaçların doğurduğu bir zorunluk sonucu olduğunda kuşku yoktur. Anayasa nin 154. maddesinin gerekçesinde (dinî inanç ve kanaat hürriyetini, temel hak ve hürriyetler arasında ilan eden, ibadet ve dinî törenlerin serbestisini teminat altına alan Anayasada sosyal bir müessese olan dinin taşıdığı önem bakımından Diyanet İşleri Başkanhğı'nm bugüne kadar olduğu gibi genel idare içinde yer alması tabii ve.zorunlu görülmüştür Bu sebeple, tasarının ek İ. maddesinde sevkedilen hüküm Diyanet İşleri. Başkanhğı'nm özel kanunundaki görevleri yerme getireceği esasını muhafaza etmektedir) denilmektedir. Gerçekten, Diyanet İğleri Başkanlığı 'nin Anayasa 'da yer al-
masının nedenleri Anayasamızda kabul'edilen laiklik düzen ve esaslarından ve bir Anayasa hükmü olan 154. maddedeki, Diyanet işleri Başkanlığının özel kanımda gösterilen görevleri yerine getireceği yolundaki ibareden de anlaşılmaktadır. . Bunlara göre Diyanet işleri Başkanlığı 'nin Anayasa 'da yer alması, şu zorunluluk ve nedenlere dayanmaktadır: Dinin Devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yolu ile dinî taassubun önlenmesi ve dinin toplum için manevî bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Tiirk Milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayandığı gibi, aynı zamanda-toplumun çoğunluğunun müslüman bulunduğu ülkemizde, dinî ihtiyaçların karşılanabilmesi için dinî işleri görecek kişiler, mabed ve başka maddî ihtiyaçların sağlanması ve bunların bakımı gibi konuİara yardım etmek nedenlerine de dayanmaktadır. Devletin her içtimaî müessesede olduğu gibi, içtimaî bir müessese olan toplumun dinî ihtiyaçlarına yardım etmesinin Anayasa'da yer alan ve nitelikleri açıklanan laiklik esaslarına aykırı bir yanı bulunmadığı gibi, Diyanet işleri Başkanhğı'nm Anayasa'da yer almasının da yukarıda açıklanan nedenlere dayanması karşısında, laiklik ilkesine aykırı düştiiğü kabul edilemez. Yine bu nedenlerle Devletin bu alandaki yardımı ve Diyanet işleri Kuruluşu görevlilerinin memur sayılması, Devletin din iş' lerini yürüttüğü anlamına gelmeyip, ülke koşullarının zorunlu kıldığı ihtiyaca uygun bir çözüm yolu bulmak'erek ve anlamını taşımaktadır. Diyanet işleri Başkanhğı'nm, Anayasanın 154. maddesinde yer alan özel kanunun, 633 Sayılı Diyanet işleri Kuruluş , ve Görevleri Hakkında Kanun olup bundan önceki yasalar ise 633 • Sayılı Kanun'un 41. maddesiyle kaldırılan-yasalardır. Diyanet işleri Başkanlığının özel kanununda sayılan görevlerin konusunu oluşturan işler bir Anayasa hükmüyle benimsenmiş bulunduğundan bunların Anayasaya aykırı düşeceği kabul edilemez. Anayasa Mahkemesinin karan budur. En Yüksek Mçıhke- • me, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde, Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olarak yar almasında, laiklik ilkesi
açısından herhangi bir sakınca görmemiştir. Bu bakımdan tasvip eden de etmeyen de bu karara uymak zorundadır. Karar bazı meselelere de açıklık'getirmiş olmaktadır. Bunlar arasında mesela Devletin, toplumun dinî ihtiyaçlarına yardım etmek yükümlülüğünde olduğu ve bunu yapmakla da laiklik ilkelerine ters düşülmüş olmayacağı, hukuken kesinlik kazanmıştır. Bilindiği üzere zaman .zaman, İmam Hatip Okulları.açılması ve camilerin onarımı gibi konularının gündeme gelmesi durumlarında, aydın çevrelerin taassubu galeyana gelir. Onlara verilecek cevap, işte Anayasa Mahkemesinin kararma dayandırılabilecektir. Keza, "Cami bulunmayan köylerde yapılacak camilerle, inşaatı tamamlanmayan ve esaslı şekilde onartma muhtaç olan köy camilerine yardım için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine konulan yardım fonu" na yapılan itirazlar, Köy Kanunun 13 ve 14. maddelerindeki "Köyde yapılacak mecburi işler arasında Köye mescid yapmayı öngören" hükmün de bulunmasına yapılan laikliğe aykırılık itirazları da Anayasa Mahkemesinden gerekli cevabı almış olmaktadır. .1961 Anayasası döneminde, Ceza Kanununun 163. maddesi ile 6187 sayılı kanunun, din ve vicdan hürriyetleri üzerindeki baskısı aynen sürmüştür. Bu bakımdan bu bölümde bunları tekrarlama gereği duymuyoruz. Demek ki, hâlâ Devletin, "Devlete bağlı din" sisteminde herhangi bir değişiklik söz konusu değildir.
1982 ANAYASASı DONEMI 1 2
Eylül 1980 tarihinde, Türk silahlı kuvvetleri, sağ-.
sol çatışmaları ve bölücü eylemlerle adeta bir iç savaş içerisine girmiş olan Türkiye'de yönetime el koymuş, Meclisi feshetmiştir. 1961 Anayasası yürürlükten kaldırılmış, yerine 18.10.1982 tarih ve 2709 sayılı yeni Anayasa yürürlüğe konulmuştur. Bu Anayasanın Başlangıç hükümlerinde, olaylar şöyle özetlenmektedir: . "Ebedî Türk vatan ve milletinin bütünlüğüne ve kutsal Türk Devletinin varlığına karşı, Cumhuriyet devrinde benzeri görülmemiş bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına yaklaştığı sırada, Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanünu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyetini Koruma ve Kollama görevini,,Yüce Türk Milleti adma, emir ve komuta zinciri içinde yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur." 1982 Anayasası, Cumhuriyet Devletinin niteliklerini 2. maddesinde şöyle açıklar: "Madde 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir." Görüldüğü üzere, laik devlet ilkesi aynen sürdürülmekte
ve bu hüküm Anayasanın "değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" hükümleri arasında yer almaktadır. Konumuz olan din ve vicdan hürriyetleri mevzuunu düzenleyen Anayasa maddesi ise24. maddedir: "Madde 24- Herkes vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. m a d d e hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. ' ' Kimse ibâdete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. D i n ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Kimse Devletin sosyal, ekonomik, siyasî ve hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz." .1982 Anayasâsı'nıh bu hükmünü, din ve vicdan hürriyetlerini düzenleyen 1961 Anayâsa'sındaki 19. madde ile karşılaştıracak olursak, temelde aralarında pek fark olmadığını, yalnızca şu iki noktada birbirlerinden ayrıldıklarını görürüz:
Bilindiği üzere, 1961 Anayasa sisteminde din eğitim ve öğretimi tamamen isteğe bağlı bulunmakta idi. Yeni maddede yer alan, din eğitiminin "devletin denetim ve gözetiminde" yer alacağı hükmü, eski uygulamaya oranla kısıtlayıcı bir d u r u m olarak yorumlanamaz. Çünkü eski Anayasada "denetim ve gözetim" konusunda açık bir hüküm bulunmamakla birlikte, ilk ve orta öğretim, eskiden de devletin denetim ve gözetimi altında yürütülmekte idi, şimdi de aynı denetim ve gözetim devam etmektedir. Din ve ahlak derslerinin ilk ve orta öğretimde zorunlu hale getirilmesi işe çok müspet bir. gelişmedir. Bu derslerin, kitap ve müfredat programlarının hazırlanmasında, Diyanet işleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kürulu'nun, "bu konularda rapor hazırlamak ve ilgililerle işbirliği yapmak" şeklinde bir ağırlığının bulunması da hiç yoktan iyidir. Önemli olan, bu Kurul üyelerinin Millî Eğitim Bakanlığı yetkilileri ile yapılan toplantılarda kişilik ve bilgileri sayesinde ağırlıklarım koyabilmeleri, konuya hakimiyetlerini göstererek müfredat ve programlan yönlendirebilmeleridir. Bunlar gerçekleştiği takdirde, dinini seven, dosdoğru öğrenen, dinin emirlerini bilen ve o emirleri uygulayan iyi nitelikli bir nesil yetiştirilmesi mümkün olabilecektir. Çünkü bugün, bırakın abdest alıp namaz kılmayı, günde beş vakit müslümanları camiye davet eden ezanın ne olduğunu bile maalesef bilmeyen, Üniversiteye kadar gelmiş gençlerimize rastlanılmaktadır. 2. İbadet hürriyetinin sınırı:
1. Eğitimde zorunluluk: Y e n i Anayasa'da, din ve ahlak eğitim ve öğretimi, devlet denetiminde, ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu dersler arasına alınmıştır. Bunun dışında ise isteğe bağlıdır.
1 9 6 1 Anayasasın 19. maddesi bu sının, "kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, diııî ayin ve törenler serbesttir." diyerek çizmişti. Yeni Anayasa'nın 13. maddesi ise, diğer temel hak ve hürriyetlerle birlikte, din ve vicdan hürriyetinin sınırlanmasını şöyle düzenlemektedir:
"Madde 13- Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacıyla ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak sınırlanabilir. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamaz.
ğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan b u kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini k u r m a k amacıyla : kullanılamazlar..." Demek ki, vatandaşların ibadet hürriyeti yüzünden, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün bozulmasına izin verilmeyecektir.
Bu maddelerde yer alan genel sınırlama sebepleri temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerlidir." . Demek ki, din ve vicdan hürriyetleri de, Devletin bölünmezliği, millî egemenliğin, cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeni ve kamu yararının, genel asayişin, genel ahlakın, genel sağlığın gerektirdiği durumlarda^ kanunla kısıtlanacak veya ortadan kaldırılabilecektir. Yani bu hürriyetler, bu sınırları aşmamak şartıyla vardır; . ' Eski ve yeni Anayasa'lardaki hükümler karşılaştırıldığı zaman, yeni Anayasa'nın, temel hak ve hürriyetlerin sınırını daha da daralttığı intibaı uyandırmaktadır. Çünkü eski'den yalnız "kamu düzeni ve genel ahlak" sınırları sayılırken, yeni 13. maddeye bunların yanı sıra pek çok kısıtlayıcı kavramın daha eklendiği ileri sürülebilirse de durum öyle değildir. Zira, eski 19. maddede, "kamu düzeni ve genel şhlak"m yanı sıra, "bu amaçlarla çıkarılan kanunlar" bendi de vardı, ki, orada kasdedilen, yeni Anayasa'da sayılmış bulunan,-. "Devletin ülkesi ve milliyetiyle bölünmez bütünlüğü", "millî egemenlik", "cumhuriyet" ve "millî güvenlik" kavramlarıdır. Ayrıca Anayasa'nın 14. maddesi de, din ve vicdan hürri• yetlerini sınırlayan, bu sınırların aşılması halinde, bu hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmış olacağı sonucunun doğaca- . ğmı ifade eden hükmü getirmiştir. "Madde 14- Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlü14 (i
"
•.
' . • • • •
1
Bu hürriyetin varlığı, Devletin varlığını, kişilerin temel hak ve hürriyetlerini tehlikeye düşürmemelidir. Ayrıca, Ceza k a n u n d a tarifleri yapılan;, devlet düzenini diktatörlük, sınıf hakimiyeti, din esaslarına bağlama hedefi güdecek sonuçlar doğurmamalıdır. Vatandaşın ibadet hürriyeti işte bu sınırlar içerisinde vardır. Bu sınırlan ihlâl eden ibâdet hürriyeti, Anayasanın verdiği bir hakkın vatandaş tarafından kötüye kullanılmış olması sonucunu doğuracaktır. Anasayanm 15. maddesi, Öteki temel hak ve hürriyetler gibi, din ve vicdan hürriyetlerinin de, savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde kullanılmasının tamamen veya kısmen durdurulabileceği" hükmünü getirmektedir ki,. bu durumda hukuka aykırılık yoktur. İlgili Diğer Anayasa Maddeleri: 1982 Anayasasının, bu araştırmayı ilgilendiren maddeleri arasında şü hükümler yer almaktadır: 68. maddedeki "Siyasî Partilerin laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamayacağı" hükmü. • 136. maddedeki "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, b ü t ü n siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi, amaç edinerek, özel k a n u n u n d a
gösterilen görevleri yerini getirir" ifadesi ve nihayet 174. maddedeki "İnkılap kanunlarının Anayasaya aykırılığının ileri, sürülemeyeceği". Bu maddelerin üçü de, eski Anayasalardaki hükümlerin değişik biçimde ifadelerinden başka bir nitelik taşımazlar ve bir yenilik getirmemektedirler. Hepsi de önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz ve öğrendiğimiz müesseselerdir;
BASKI KANUNLARININ KALDIRILMASI B u araştırmamızın önceki bölümlerinde, "Anayasa ile verilen hakları geri alan kanunlar", "Müslümanlara hayatı zehir eden madde", "düzenledikleri alanı dikenîi araziye çeviren hükümler", "Şemsettin Günaltay'ın, belki uygulanmaz, ama hükümetin elinde bir köz olarak bulunsun diyerek çıkardığı, fakat mahkeme kalemlerinde biriken dosyalara yer bulunamayacak kadar çok davanın açıldığı", "hapishanelerin mazlum müslümanlar tarafından doldurulmasına sebep olan madde" gibi sıfatlarla vasıflandırdığımız, "iki vicdan hürriyeti suçlusu" işte nihayet yakalandılar. Halkın vicdanında çoktan mahkûm edilmiş olan bu iki suçlu, toplumda açtıkları yaralar yüzünden idama mahkûm edildiler,. Evet, Müslümanların hürriyetlerine kasdeden bu suçlular, Türk Ceza Kanunundaki 163. madde ile 6187 sayılı Vicdan ve Toplanma Hürriyetlerinin Korunması Hakkındaki Kanun'dur. 12 Nisan 1991 tarihinde çıkarılan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun sonuna eklenen 23-a maddesi ile şu hükümler yürürlükten kaldırılmıştır: a. 2 sayılı Hıyaneti Vataniye Kanunu, b. 6187 sayılı Vicdan ve Toplanma Hürriyetlerinin Korunması Haklanda Kanun, c. 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 140, 141, 142 ve 163 üncü maddeleri,
d. 2908 sayılı Dernekler Kanununun 5. maddesinin 7 ve 8 numaralı bentleri ile, 6. maddesinin 2 numaralı bendi, e. 2932 sayılı "Türkçe'den Başka Dillerde Yapılacak. Yayınlar Hakkında Kanun" Yürürlükten kaldırılan kanunlardan 2 sayılı Hıyaneti Vataniye Kanunundaki, "Hilafeti, Saltanatı ve yurdu korumak ve kurtarmak için kurulmuş olan BMM'nin meşruluğuna isyan mahiyetinde olarak, sözle, fiille, yazıyla muhalefette ve ifsatlarda bulunan kimselerin vatan haini sayılacaklarını" getiren hükümle, araştırmamazm 1924 Anayasası döneminde ele aldığımız değişiklik ve zeyl'indeki "dini ve dinin kutsallığını siyasî n ü f u z için alet etme.." hükümlerini kapsamaktadır. , ^ Bu kanun ve değişikliklik getiren metinler, zaten Devletin kuruluş günlerindeki fevkâlede hal sebebiyle çıkarılmışlardı. Bugün için fonksiyonlarını zaten yitirmişlerdi. Bütün neticeleri ile yürürlükten kaldırılmışlardır. 6187 sayılı Vicdan hürriyetlerinin korunması kanununu, 1924 Anayasası bölümünde ele aldık, tanıyoruz.. Ceza Kanununun 140,141,142. maddeleri, millî duygulan zayıflatma, komünizm, diktatörlük, anarşizm diye isimlendirilen suçları düzenleyen maddelerdir ki, bütün bu fiiller de suç olmaktan çıkmıştır. Bu suçlardan ceza evlerinde yatanlar da tahliye olunmuşlardır. 163. madde ile de, yine yukarıdaki bölümlerimizde iyice tanışmıştık- Bu madde ve düzenlediği suç da ortadan kalkmış, dosyaları arşivlere gönderilmiş, hükümlü müslümanlar hapishanelerden hürriyete dönmüşlerdir. 2908 sayılı Dernekler Kanununun 5. maddesi "kurulması yasak olan" dernekleri göstermektedir: Maddenin 7 no. lu bendi, Ceza Kanunun 141,142 maddelerinde sayılan fiilleri gerçekleştirmeyi kendine amaç edinen Derneklerin kurulamayacağını, 8. bendi ise 163. maddede belirtilen fiil ve hareketleri uygulamak gayesi ile dernek kurulmasının yasak olduğu hükmünü düzenlemektedir.
Dernekler Kanununun 6. maddesinin 2. bendinde, "komünist, anarşist, faşist, nasyonal-sosyalist, teokratik veya aynı anlama gelen adları ve bunlara ait işaret, sembol veya bunları telmih eden veya benzerlerini Derneklerin kullanmaları yasaktır" hükmü vardır. Dernekler kanununun bu iki maddesinde yer alan bendlerdeki hükümler yürürlükten kaldırıldığından, bu yasaklar da yasak kapsamından çıkmış olmaktadır. * * *
Toplumda Af Kanunu olarak adlandırılan 3713 sayılı ka- • nunun 23-a maddesiyle yürürlükten kaldırılan son kanun ise "Kürtçenin serbest bırakılması" adı da verilen, 2932 sayılı "Türkçe'den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun" dur. Görüldüğü üzere müslüman Türk milletinin başına bela olan 6187 no.lu kanunla, Ceza Kanunun 163. maddeleri yürürlükten kaldırılırken, komünistler ve kürtler de değişikliklerden faydalandırılmışlardır. Hatta öyle ki, kanunun esas amacının 140, 141, 142. maddeleri kaldırmak olduğu, 163. maddenin bu kanun kapsamına alınmaması gerektiği, sol basında ve kendilerini aydın sananlar çevresinde günlerce söz konusu edilmiş, direnmeler, tehditler, dış kaynaklı baskılar bile yapılmıştır. Şu müslümanların kaderine bakın ki, Moskova meydanlarında Lenin heykellerinin parçalandığı, Pravdaların kapandığı, komünist partilerinin dünyanın çok yerinde yok olup gittiği günümüzde, komünistlerle aynı terazinin kefesinde tartılmaktadırlar! * * *
'
•
Her ne ise, işin bu yönü üzerinde durmak, bu araştırmanın konusunun dışına çıkmak olur. Varılmış olan netice, yani 6187 nin yürürlükten kaldmlmâsı, 163. maddedeki fiillerin suç sayılmaktan kurtarılması, .müslümanlar açısından bir mutlu sondur.. | Keşke rahmetli Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil Ho-
camız sağ olsa da bu günleri görebilse idi.. "Din ve Laiklik" isimli değerli eserinin en az 15 -20 sayfasını ayırdığı bu konuda, satırlar sanki göz nurunün değil, gözyaşlarının ürünü idi. ' . , 163. madde hakkında diyordu ki: "Bizde din ve Devlet münasebetleri Tanzimat'ı takip eden devir içinde, hemen hemen hiç durmadan saf laikliğe ve din ile devletin ayrılmasına doğru bir istikamet takip etmişken, 1924'den itibaren, birden bire bu istikametten dönüp, dinin devlete bağlanması sistemine geçilmiştir. Bu neticeyi 1924-1934 seneleri arasındaki büyük inkılâp hareketlerine bağlamak doğru olur. Asırların yoğurup meydana getirdiği muayyen bir hayat tarz ve telakkisinden, birdenbire başka bir hayata geçişte bu gibi zorlamaları mâzur görmek icap eder. Mâzur görülecek zorlamalar arasmda Ceza Kanunu'nun 161. maddesi başta gelir..Ağır bir ceza ihtiva eden bu maddeyi genç ve çok değerli bir hukukçum u z u n da dediği gibi yeni kurulan Cumhuriyetin bir müeyyidesi ve yapılan inkılaplara karşı taassup kanalından gelebilecek olan hareketleri önleyici zarurî bir tedbir olarak kabul edelim." Başgil hocamızın, koyduğu b ü teşhise aynen katılmamak elde değildir. Hocanın fikirlerine değer verdiği için yukarıda andığı .bu "genç ve çok değerli hukukçu", ise İstanbul Hükuk Fakültesi Profesörlerinden Sulhi Dönmezer hocamızdır.
ğah tedbirlerin yumuşatılarak normal h u k u k düzenine girileceği u m u l u r k e n , bilâkis daha şiddetli tedbirlere baş vurulmuş ve diyanet bahsinde gittikçe şiddetini arttıran bir yıldırma politikası takip edilmiştir. O suretle ki, 1926 tarihli Ceza K a n u n ' u n u n meşhur 163. maddesi, 25 sene sonra 1949'da şiddeti kat kat arttırılarak değiştirilmiştir. Maddenin aldığı yeni şekle göre, Türkiye'de din hürriyeti prensibinden doğan talim ve tedris (öğrenme ve öğretme), neşir ve telkin (yayma ve inandırma) hakkı diye hemen hemen bir şey kalmamıştır: Hatta bununla da kalınmayarak, 1953 te Vicdan ve Toplanma Hürriyetlerinin Korunması başlığı altında yapılan bir kanunla, bu şiddette b ü t ü n ölçüleri aşacak maddeler çıkarılmıştır." İşte^ son af kanunu ile yürürlükten kaldırılan kanun maddeleri bunlardır. Bu maddeler yüzünden Türkiyede din eğitimi yapmak, dinî kitaplar yazmak, basmak ve okumak diye bir hürriyet kalmamış, müslümanlar ağır bir baskı altında tutulmuşlardı. Hem de, Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşların kendi dinlerini öğretme ve yayma hürriyetleri hiçbir kısıtlamaya uğramadan sürüp gitmekteyken.. Başgil'in asıl isyanı, getirilen bu din hürriyetini kısıtlayıcı tedbirlerin ölçüsünedir. Kısıtlama yapılırken; ölçünün kaçırılmış olmasına yani adeta, hürriyetin kendisinin yok edilmeşinedir:. Bu durum Devleti, yavrusunun alnına konan bir sineği ezmek için, bir pençe darbesiyle onu öldüren hayvanın durumuna düşürmektedir.
Prof. Başgil; "Milletin selâmeti en yüksek kanundur deyip, vatandaşların ana hak ve hürriyetlerini baskıya vurma zorunda kalınabilir." diyerek, alman geçici tedbirleri hoşgörü ile. karşılayabilmişken, tedbirlerin geçici değil de kalıcı, hatta eski halinden.:çok daha dayanılmaz bir şekilde şiddetlendiğini görünce, tepkisini hemen değiştirmiş ve değerlendirmesini şöyle,sürdürmüştür: "Bizde inkılâp hareketlerinden doğan zarûret hali çoktan geçmişken, normale avdet edileceği, zaruretlerden do-
ŞİMDİ LAİKLİK GERÇEKLEŞTİ Mİ? A r a ş t ı r m a m ı z ı n buraya kadarki bölümlerinde gördük ki, bir demokratik ülkede vatandaşlar, din. hürriyetine ve din hürriyetinden doğan haklara, "laik devletlerde sahip olabilmektedir. Hem "dine bağlı devlet" ve hem de "devlete bağlı din" sistemlerinde, vatandaşın, bu hürriyetleri çeşitli baskılardan
kurulamamaktadır. Din ve devlet işleri birbirine karıştığından, bütün temel hürriyetler gibi din hürriyeti de bu karışıklıktan büyük zarar görmekte, insanlara devletin inancı doğrultusunda din empoze edilmekte, bir kısım din adamlarının devleti ele geçirmeye yönelmeleri sonucu, hem devlet, hem de din yozlaşmaktadır. Dinin, ve devletin yozlaşmasından, her iki halde de, en büyük zararı görecek olan yine vatandaştır. Vatandaşın hürriyetleridir. Her iki sistemde de, vatandaşın dilediği'dinî' inanca sahip olabilmesi, dilediği dinin ibadetlerini yapabilmesi, dinini hiçbir baskıya maruz kalmadan yayma faaliyetlerine katılabilmesi, dininin bütün emirlerini serbestçe yerine getirebilmesi imkanı elinden alınmaktadır. .Devlet, vatandaşının, Devlet'in resmî dininden başka bir dini seçmesine doğal olarak razı olmayacak, açık veya gizli biçimde onun inanç hürriyetini kısıtlayacaktır. Devlet dinin. den başka dinlere mensup olanlara, çeşitli baskılar uygulayacak, vatandaşlar arasındaki eşitlik zedelenecektir. Tabii, devletle dinin içiçe bulunduğu her ülkede, ille de sonuçların böyle olacağı diye bir kural yoktur. Ama tarih ve uygulamalar göstermiştir ki, çoğunlukla d u r u m budur.. Yukarıdaki bölümlerde işlediğimiz gibi, Osmanlı Devleti, devlete bağlı din sisteminin sözünü ettiğimiz o mahzurlarını ortadan kaldırabilmiş bir istisnadır. Çok milletli, çok dinli bir mozayik olan Osmanlı Devletinde, Padişahların, müslüman, hıristiyan ve musevî çeşitli dinlerden olan teb'asına, "ayrı h a n ı m l a r ı n d a n olmuş çocukları gözü ile b a k m ı ş olmaları" ve islamdaki hoşgörü inancı bu sonucu doğurmuştur. Demek ki, Osmanlı Devleti o günün şartları içinde bir istisnadır. Dine bağlı teokratik devlet düzeni ıçiride, din ve vicdan hürriyetlerini m ü m k ü n olan: en ileri düzeyde teb'asına tanımıştır. Zaten o dönemde, laisizm diye bir müessese de mevcut değildi. " Laisizm" ve "laik Devlet" kelimeleri hukuk terimleri arasına Fransız ihtilali sonucu girmiştir. Yani 18. asrın sonlarına
' ait bir müessesesidir. Büyük ihtilalin sonunda, Devlet ve hukuk, Kiliseden ayrılıp dinîlik vasfından uzaklaşınca; ortaya çıkan bu sisteme, "laisizm", dinden ayrılmış olan Devletin sistemine de "laik devlet" s i s t e m i denilmiştir Bu kısa bilgileri, araştırmamızın ilk bölümünde vermiştik. Burada, eski bilgileri tekrar edecek değiliz. Laiklik konusunda yapacağımız eklemelerle, bu, bir türlü tam anlamı ile anlaşılamayan konunun, biraz daha aydınlatılmasına yardımcı olacağız.
LAİKLİK KELİMESİNİN BİZDE İLK KULLANILIŞI L o z a n Barış Antlaşması'nm müzakeresine İsmet İnönü'den sonraki ikinci adamımız olarak katılan Dr. Rıza Nur, laikliğin Türk siyasî ve h u k u k î .hayatına girişim şöyle anlatmıştır: " Zaten laiklik kelimesinde dinsizlik manâsı yoktur. Bilakis bıı kelime ilk defa Avrupa'da Kiliselerde başlamıştır. İlk ben,bu kelindi Lozan'daki celselerde (oturum) telâffuz ettim. Turktyelaık oldu, din ve hükümet ayHldı, sulh olur olmaz Medeni Kanunu yapacağız, dedim, zabıtlarda vardır. Bubenım, menfaatı• mizi müdafaa için Lozan'daki mühim mesnedlerımden (dayanak) biridir. Padişahlığı ilga eden takririme de din ve devletin ayrıldığı kaydını koymuştum ki, bu laikliğin esasıdır. Bu kelimeı/i Ziya Gökalp lâdint diye tercüme etmiş. Büyük hata Bizim gazeteciler de benim hizan 'daki beyanatımı neşrederken "lâdint tercümesiyle yazmışlar.. O vakit, Meclisdekı hocalar köpürmüş, müzakerelere ara verildiği zaman dönüşümde bunu bana sordular. Beni ithama çalıştılar. Dedim kı: "Laik ladini demek değildir. Tercüme pek yanlış yap*™?' Nâsûtî (dünya ile ilgili) demektir. Uhutî'nin aksı jsu\ıdvt^ Eskiden Reşit Paşalar, bunu cismanî diye çevirmişlerdi. Ruhani değil cismanidir. "Sonunda ikna oldular, mesele bitti. Görülüyor ki, laiklik, daha o zaman, hatta ondan önceleri kar-
makarışık edilerek bize öyle gelmiştir. "Reşit Paşalar" dediği Tanzimatçılar da "cismanî" kelimesini,, yani laikliği, imparatorlukta mevcut diğerdin mensuplarını tatmin için kullanıyorlardı. O devir Anayasalarında veya resmî yazılarında "devletin resmî dini islamdtr" kaydırtın yanısıra (mesela 1876 Kanun-ı Esasi'sinde): "Memalik-i Osmaniyede maruf olan b ü t ü n dinlerin serbestçe icrası teminat altına alınmıştır" deniliyordu. Yani Osmanlı ülkesinde bilinen bütün dinler serbest ve mensupları istedikleri rahatlıkta ibadet yapabileceklerdir. Pek çok din ve mezhebin bulunduğu ve üstelik bunların, Batı Devletleri zorbalığı ile korunduğu Osmanlı bnparatorluğu anayasasında, laikliğin adı konulmamış olsa bile, aşağı yukarı "tarifi yapılmış" bulunuyordu. (Ahmet Kabaklı- Temellerin Duruşmasın: 194-195)
eder. Musevilerin sofu ve riyakâr bir zümresi olan Pharisee'ler, M u s a dinini yıktığına inandıkları ve d ü ş m a n oldukları İsa'nın ayağını kaydırmak ve Romalıların da onu öldürmesini sağlamak maksadiyle, ona casuslar yolluyorlar. Casuslardan biri: "İsa Efendimiz! Sen doğru sözlü bir adamsın. İnsanlara Tanrı yolunu gösteriyorsun. O halde söyle, Sezar'a vergi vermek revâyı hak mıdır?" diye soruyor. İsa, e l i n d e k i p a r a n ı n ü s t ü n d e k i Sezar r e s m i n i işaret ederek: -Yanılmayınız, diyor. Sezar'ın h a k k ı n ı Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya vermeniz gerekir." Hıristiyan yazar devam ediyor:
SEZAR'IN HAKKI SEZAR'A L a i k l i k tarihi ile ilgili anlattıklarımıza "Sezar'm hakkını Sezar'a, Tanrının h a k k ı n ı Tanrıya vermek" şeklindeki özlü sözün nereden geldiğini de açıklayan, Halide Edip Adıvar'ın anlattığı şu satırları eklemek istiyoruz: "Halide Edip(Adıvar), Edinburg'ta bir yazarlar kongresinde bulunuyor. Bizim işlerle çok ilgili koyu Hıristiyan bir romancı ona diyor ki: "-Sizdeki laisizm nihayet İslam dinini ortadan kaldıracak. Hıristiyan olacaksınız." Halide hanım gülerek: "Müslümanların Hıristiyan olmaya ihtiyaçları yoktur, çünkü Hıristiyanlığın insanî ve yüksek tarafı esasen îslamlarda vardır." cevabını veriyor. Adam direniyor, laikliğin ancak Hıristiyanlıkta bulunabileceğini iddia ederek şunları ekliyor: , "Laisizm r u h u n u incildeki bir hikaye çok güzel ifade 156
"İşte laisizm budur hanımefendi. Yani Sezar'm Sezar'a, Tann'nin haİcktm Tanrıya vermektir!
hakkını
Dine de, ilme de aynı ölçüde saygı duymaktır. Teraziyi ayarlamasını bilmeyen milletler kantarın topunu kaçırırlar. Bana öyle geliyor ki siz Türkler, evvelce Sezar'ın hakkı dahil herşeyi Tanrı'ya veriyordunuz. Şimdi durum tersine dönecek. Laisizm yapayım derken yalnız Sezar'ınkini değil, Allah'ın hakkım da Sezar'a vereceksiniz..." (Ahmet Kabaklı-Müslüman Türkiye-s:156-157) Kabaklı, "Bizdeki lâiklik anlayışı bir türlü Avrupa ve Amerika'dakine benzememiş, kıvamını bulamamamıştır" dedikten sonra, "Bu Hıristiyan yazarın uzak görürlülüğüne ne dersiniz?" diye sormaktan kendini alamamıştır,. "BİZDE LAİKLİK OLAMAZ.." DİYENLER L a i k l i ğ i n , sosyal bünyemize girmesi oldukça zor Olmuş, yerleşmesi ise halâ tamola'mamıştır.Tabii bin küsür yıllık bir geleneği bir kalemde'değiştirmek kolay olmasa gerektir. Hele, hilafetçilerin, saltanatçıların yoğun olduğu bir Meclis'e,
laikliğin anlaşılamadığı, "dinsizlik" veya "din dişilik" sanıldığı bir zamanda, Anayasa'dan "Devletin dini islaindır" hükmünü çıkarıp, yerine "Devlet laiktir" hükmünü koyabilmek gerçekten de güç bir işti. İslamiyetle laikliğin asla bağdaşamayacağı, bir millet ya laiktir, ya islamdır, hem laik hem islam olunamaz fikirlerinin taraftar bulduğu, halâ laikliğin tam olarak anlaşılamadığı da bir gerçektir. İslamın sadece uhrevi işleri değil, dünyevî işleri de nizamlamak üzere indirildiği, bu bakımdan müslümanhğı kabul eden milletlerde Devlet nizamının da islâmın emirlerine göre kurulması gerektiği tezinden vazgeçmek kolay olmasa gerektir. Bu mevzuda bir fikir edinmek üzere, Darülfünunda (Üniversite) felsefe, psikoloji, ahlâk, mantık dersleri hocalığı yapan, Umum Müdürlük (rektör) görevinde, de bulunmuş olan milliyetçi düşünür Babanzade Ahmet Naim Bey'in sözlerini okuyalım: "İslamın dinî emirleri yalnız itikatlara ve ibadetlere, yani yalnız Hâlîk ile mahlûk arasındaki münasebetlere münhasır değildir. İnsan haklarından, muamelât, evlenmeboşanma ve ceza (Medenî H u k u k ve Ceza Hukuku) kısanlarına da şamildir. İslam ditti, Hâlîk ile mahlûk arasındaki vasıtayı, ruhbanlığı kaldırdığı gibi, "Allah'a ait olanı Allah'a, Kay zer'e ait olanı Kay zer'e vermek" düsturunu da hiç kabul etmez. Bilinen manâları ile söylersek, ne ruhanî • hükümeti tanır, ne cismatıîhükümeti. Ruhanî ve cismanî hükümetin ayrı ayrı teşkiline izin vermez. Cismanî hükümete ait muamelelerin bütünü dinen ya emredilmiştir veya yasaklanmıştır, hepsi Allah'ın emri veya Peygamber'in sünnetidir. Kitap ve sünnet, dünyada da ahirette de fertlerin ve ümmetin işlerini nizama sokmayı üstlenmiştir. (Ey Rabbimiz, bize dünyada iyilik, güzellik ver, ahirette de iyilik güzellik.) (Bakara 2/201) ilahî talimi bu mühim noktayı işaret etmektedir. Binaenaleyfı son zamanlar Avrupada tatbik edilen din ve siyaset işlerini ayırmak düsturunun bizde intibak mahalli yoktur." (İsmail Kara-Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi- s: 296)
KUR'AN DÜNYA N İ Z A M I M KÜRMAK İÇİN YETERLİDİR D i" ünya nizamı Kur'an-ı Kerim'in hükümleri ile kurula-, bilir mi? Bu soruya olumlu cevap verenlerin inancına göre, İslam dini, dünya işleri düzenlemeye yeterli kaidelere sahiptir. Hıristiyanlık bu niteliğe sahip olmadığı içindir ki, yalnızca kulla Allah arasındaki ilişkileri düzenlemiş, dünya işlerini düzenlemekten .kaçınmıştır. Kur'an-ı Kerimde, Hazret-i Peygamber döneminde insanların dünyevî meselelerini düzenlemek üzere sevkedjlmiş, fıkıhla ilgili 500 âyet'tespit edilmiştir. Hukukî münasebetlerin hemen hemen her bölümüne düzenlemeler getiren bu ayetlerden, 140 Ayet İbadetler konusunda, 70 Ayet Ahval-i Şahsiyye (Şahsın Hukuku), 70 Ayet Medeni Hukuk'un diğer alanlarında, 30 ayet Ceza H u k u k u alanında, 20 Ayet Usul H u k u k u sahasında düzenlemeler getirmektedir. (Hayrettin Karaman-îslam Hükuk Tarihi-s:43). Oysa, İncil bu açıdan son derece fakirdir. Dünya işlerinim düzenlemek için gerekli zengin bir iç mânâya sahip değildir. Eğer İncil dünya işlerini düzenlerrieye yeterli hükümlere sahip olsa idi, Hıristiyanlar laik olmazlardı. DİN HÜRRİYETİNİ DÜZENLEYEN AYETLER A
İlah, Kuraıı-ı Keriminde, kullarının din hürriyetini de
düzenlemiştir. Din hürriyeti konusunda indirilen/Ayetler, "Tasnifli Kuran-ı Kerim" de şöyle gösterilmektedir: 2 Bakara: 119,272,139,256. Ayetler. 4 Nisa: 79. Ayet.
6 Enam: 108. Ayet. 10 Yunus: 42,43,49. Ayetler. 15 Hicn 94. Ayet. 109 Kâfirûn: 1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 . Ayetler Din hürriyetinin başında gelen imân serbestisini, ibâdet hürriyetini, dinî öğrenme, öğretme ve yayma konusundaki hürriyetleri, Yüce Allah bu. Ayetleri ile kullarına, bir hak olarak vermektedir. Bu âyetlerde emredilen hükümlere bir iki örnek verecek olursak, meâlen şu sözlerle karşılaşırız: Bakara suresi, Ayet 256: "Dinde zorlama yoktur." Enam suresi, Ayet 108: "Allah 1 d a n gayrisini ilâh edinen müşriklerin de taptıklarına sövmeyiniz." ,
Laiklik tariflerindeki farklılığın İslamî Öz karşısında yok oluşu: Laiklik tarifleri, bazı ifade farklılıklarına rağmen, esas itibariyle iki grupta toplanmaktadır: Birinci gruba giren, tariflerde laikliğin esas vasfı din ve dünya işlerinin ayrılışı olmaktadır. İkinci gruba gireri tariflerde ise, tam aksine olmak üzere, din hürriyeti, laikliğin aslî vasfı olarak ele alınmakta ve devlete, vatandaşın bu hürriyetini koruma vazifesi verilmektedir." Konuya yukarıdaki şekilde giren Prof.Kurtkan, sosyolojik açıdan iki tarifin birbirine zıtmış gibi görünmekle beraber, ayni kapıya çıktıklarını ifade eder. Daha sonra da, bu konudaki çoğu bilim adamlarının yaptığı gibi Ali Fuat Başgil'in laiklik tarifini tekrarlayarak, değerlendirmelerine başlar. Prof. Başgil'e göre göre laiklik: "Din hürriyetini ve bundan doğan vatandaş hakkını korumaktır"
"SOSYOLOJİK BAKIMDAN LAİKLİK VE İSLAM" m.
•
i s l a m dini ve laiklik konusu üzerinde en geniş çalışmayı yapan bilim adamlarımızdan biri de Prof. Dr. Amiran Kurtkan'dır. Bu değerli profesörümüz, "Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik" isimli eserinde, bizim b u araştırmamızın konusu içinde yer alan bazı noktalarr işlemektedir. Eserin 167 ye müteakip safyalarmda yer alan, "Sosyolojik Bakımdan Laiklik ve islam" bölümü üzerinde duralım: "Laiklik kavramının sosyolojik göriiş açısından bir tahlilini yapabilmek ve bu tahlililin ışığı altında, Türkiye'deki durumu tel- • kik edebilmek için, herşeyden önce, Laiklik mefhumunun mana ve : muhtevası üzerinde durmak mecburiyetindeyiz:
Prof. Kurtan bu tarif üzerine; "O halde, Devlet laik ise, öteki bütün temel hürriyetleri gibi, vatandaşın din hürriyetini ve dindar vatandaşın kendisini her türlü tecavüze karşı k ç r u m a k zorundadır. Yoksa laik kelimesi, meşrutiyet devrinde tefsir edildiği lâdini manasına gelen bir kelime değildir." dedikten sonra, konunun özünü teşkil eden şu soruları sorarak değerlendirmesine başlamaktadır: / "Madem ki laiklik, cemiyet halinde teşkilatlanmış olarak yaşayan insanlar için, her türlü tecavüzlere karşı korunması zarurî olan din hürriyeti manasma gelmektedir ve madem ki, bu hürriyeti koruma hususunda en yüksek merci ve otorite, devlet mercii ve devlet otoritesidir, dini hükümler (ibadetten başka) sosyal muamelelere de şamil olduğuna göre, dinî hükümlerle devlete ait (dünyevî müeyyideleri bulunan) kanunlar çatıştığı takdirde, Devletin kendisi laikliği nasıl garanti altına alabilecek ve dinî hâk-
"Bugünkü ihtiyaçlar ve bunları doğuran realiteler ise tamamiyle değişmiştir. îslamda şu bir kaidedir ki,"zamanın değişmesi ile, dinîn muamelat hükümleri de değişir."
lan her türlü tecavüzden nasıl koruyabilecektir?' Bu sorulara cevap vermek üzere konuyu derinleştirince, arkadan başka sorular gelecektir:
Bu hükmün Mecelle'deki ifâdesi ise şöyledir:
Madem ki, laiklik din hürriyetinin ve bundan doğan vatandaş haklarının devlet tarafından korunması demektir ve madem ki bu görev ve yetkiyi üstlenen devlet, aynı zamanda bizzat hukuk inşa etme fonksiyonuna da sahiptir. O halde şu soruların sorulması ve cevaplanması gerekecektir:
Mecelle Madde 39: "Ezmanm tagayyürü ile, ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz". Din ile Devlet münasebetleri, inanca ait değil islam dininin muamelâta ait hükümlerindendir. Başlangıçtan beri din ile Devlet, bazı şartlar altında (Suudi Arabistan, Cezayir, Fas, Tunus'da olduğu gibi) birleşmiş ve birleşik gitmiş olabilir.' îslamiyette din ile Devletin birleşmesini gerektiren, hatta Devletin tamamiyle dinî bir mahiyet almaşım emreden hükümler bulunabilir. Madem ki bu hükümler inanca ait hükümlerden değil, muamelata ait amelî hükümlerdendir. Amelî hükümler, dine ait özün korunabilmesi için, zamanın ve hayatın şartlannm değişmesiyle değişir. O halde geçmişte olduğu gibi bugün de din ile Devletin birleşmesi lazım gel• mez. Çünkü zaman ve şartlar değişmiştir. Binaenaleyh değişen zamanın ve hayat şartlarının icabına göre hareket etmeye mecburuz."
1. Cemiyet devamlı olarak gelişme halinde olduğuna göre, gelişen sosyal münasebetleri, değişmesi her zaman mümkün olan hukukî mevzuatla değil de, dinin tespit ettiği kaidelerle nizamlamaya kalkarsak din ve devlet uyuşmazlığı ne gibi neticeler verebilir? < . 2. Bu neticeler karşısında dinin, resmî kanunlara ne manâda temel teşkil ettiğinin tefsiri hususunda neler söylenebilir? 3. Eğer böyle bir tefsir imkânı ve böyle bir elastikiyet islamın bizzat kendisinde mevcutsa, bu mevcudiyeti ispat eden sosyolojik ve tarihi deliller nelerdir? •I • • ' • Sonuç: Amiran Kurtkan, islam ve laiklik konusunun sosyolojik değerlendirmesini yaptığı araştırmasının sonuç bölümünde şunlan ifade etmiştir:
Oldukça muğlâk bir şekilde, sırf bilimsel olarak ortaya konulduğu için sıkıcılıktan kurtulamayan bu anlatılanlardan çıkarılacak sonuç islâm dini, dinle devletin aynlmasına zaman gerektirdiği için izin vermektedir, yani "islamın özünde zaten, laiklik vardır."
"Şu halde, Islamiyetin getirdiği ışık, onun özünde mevcut olan tevhid (yani bütün kainatın ve insanlığın Allahı aksettiren tek bir bütün teşkil etmesi fikri) siyasî hayata nüfuz ettiği zaman, resmî hukuku anarşiye sürüklemek şöyle dursun, milletler arası sulhün dahi gerçekleşmesine hizmet edebilecek karakterde olduğu içindir ki, dinî ahlakla mücehhez devlet adamlannın siyaset sahasına da nüfuz edip zamanın . şartlarına-göre, resmî hukuku inşa edip değiştirebildikleri islam medeniyeti çağı, dinî ahlakın, siyasete bir taasup ve tecâvüz halinde nüfuz etmediğini, istenerek ve beğenilerek dahil'edildiğirti gösteren bir çağ olmuştur.
İSLAMD A REFORM KONUSU Y u k a r ı d a k i makalede geçen, "zamanın değişmesi ile, dinin muamelâta ait hükümlerinin de değişebileceği" ifadesi, dinde tefom ve yenileme konusunu çağnştırmıştır. ' \
Hıristiyan dininde/ dinin temelinden saptırıldığı tezini 163
'
ortaya atarak, katoliklik mezhebine karşı protestanlığı kuran Martin Luther'in bu hareketine "Dinde Reform" adı verilir. Bizde de, islâm dininde böyle bir reformun yapılması gerektiği iddiaları sık sık ortaya atılır. Laikliği kabul edip, bütün devlet düzenimizi baştan aşağı Batıdan aldığımız kanunlar ve müesseselerle doldurduğumuz, giyim kuşamdan, yiyip içtiklerimize ve yazıp okuduklarımıza kadar her şelfimizle Batı taklitçiliğine soyunduğumuz günlerde, dinde yenilikler yapılması istekleri gündeme daha sık getirilmişti. îslamın kurallarının eskidiği, bu kaidelerle asla milletin ilerleyemeyeceği, beş vakit namazın azaltılması, ezanın Türkçe okunması, ibadetin Türkçe yapılması gibi sesler yükseliyor, hatta yukarıda Kazım Karabekifin anılarından öğrendiğimiz "Hıristiyanlığı kabul etmemiz" teklifleri Meclis kürsülerinde bile konuşulur olmuştu. İşte 1928 tarihli Dini Islah Beyannamesi de o günlerin ürünüdür. Varlığı kesinlikle belirlenmiş olmakla birlikte, altında imzası olanların tam olarak belirlenemediği, iddiaya göre Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, İsmail Hakkı izmirli gibi o günlerin ileri gelenlerinin ve llahiyet Fakültesi öğrencilerinin hazırladıkları ileri sürülen bu beyannamede: "Dilde, ahlâkta, hukukta, iktisat, ve sanat alanında yapılmış olan devrimler dinde de yapılmalıdır. İbadet Türkçe yapılmalı. Ayetler, dualar, hutbeler Türkçe okunmalı, namaz Türkçe kılınmalı, camilere müzik aletleri getirilerek onların eşliğinde ibâdet edilmelidir.." gibi saçma sapan hükümler yer almaktadır. Bu ve buna benzer, her devirde ileri sürülen iddialara verilecek cevap şudur: "Reform, deforme olan yani aslî hâli bozulan bir şeyin onarılması, asıl haline getirilmesidir. Hıristiyanlar İncil'i bozdukları için reform ihtiyacı duymuşlardır* İslâm dini, Peygamberimiz'e indirilen hükümlerinde 1400 yıldır bir hjirfi bile değişmeden korunmüştur. Zaten din değişmez
.
ı
temellere bağlanan ilâhî bir yoldur. İslam dininin kuralları değiştirilemez, ama islâm bu hâli ile tekâmüle kapalı değildir. Her sosyal varlık gibi din de ve dolayısı ile müslümanlık da tekâmül edecek, inanç ve ibâdete ait hükümleri sabit kalmak şartıyla, din âlimlerinin getireceği ictihadla çağın ihtiyaçlarına uygulanabilecektir. Bu âlimlerin beynelmilel İslâm Konferanslarında alacakları karar her ülkede uygulanabilecektir. Nitekim' bu uygulama, namaz vakitleri, oruç zamanlarının belirlenmesi gibi alanlarda halen sürdürülmektedir."
sına avnen uygulamak zorunda değildir» kuralım ogrener T b ^ u d i h S i y e t i açısından çok büyük bir fcıdıse, hatta laikliğe^benzer sonuç doğuran bir belge olarak değerlendirdik Çünkü o günün şartlarında, yani Batının mezhep savaşİnsanı katlettiei, sürgünlere maruz Di-
ŞIMDI TAM ANLAMıYLA LAIK MIYIZ?
A,
şaştırmamızın buraya kadarki bölümleri içinde, din
ve vicdan hürriyetini kavram olarak,tanımış olduk. Tarih boyuncu bütün Türk Devletlerinde bu hürriyetlere verilen önemi, bu hürriyetlerin nizamlarla nasıl korunduklarını gözden geçirdik- Bu konulan düzenleyen Anayasa ve kanunları tetkik ettik. Bu hürriyetlere, Devlet eli ile getirilen kısıtlamalan gördük. Türklerle başka milletlerin bu konudaki durumlannı tarihî seyir içerisinde mukayese ettik. Din hürriyetleri ve bundan doğan haklann Devlet tarafından korunmasını, yani laikliği inceledik. Bu bilgilerin ışığında, zihinlerde beliren bazı sorulara ve-. recek birikimimiz oluşmuş durumdadır. Ceza Kanunundaki 163. madde ve 6187 sayılı kanun da ortadan kalktığına yani din ve vicdan hürriyetlerinin üzerine konulmuş olan ağır baskılardan bazılarına son verildiğine göre, Devletimiz tam anlamı ile "laik devlet" niteliğine kavuşmuş mudur? Laiklik sürecinde gelinecek son nokta neresidir ve biz bu çizgiyi aşabildik mi? Başımızı çevirip eskiye bir bakalım..En eski atalarımızdan Göktürkler, o dönemin dinleri olan şamanizm, mani, buda, hıristiyanlık ve museviliğe eşit haklar tanımışlardır diye onları alkışlayıp, gururlanmıştık. Çünkü o günün şartları içinde, yani başka devletlerin kendi dininden olmayanlara yaşama hakkı bile tanımadıktan o şartlarda, Göktürkler'in bu tutumu havsalanın alamayacağı en üst düzeyde bir uygulamaydı. i Osmanlı dönemine geldiğimizde, "kadı, m ü f t ü n ü n fetva166
ilerilikti. 1
!
,
• .
ı
zaman eecti. Zaman geçtikçe şartlar değişti, geliştifcSS^a, gibi L h ü t n y e d d e bu recinden hissesine düşen kadarını aldı, Batı da bu değişme ve^eelisme çok daha hızlı oldu. Öyle ki, bizden bin yıl gende n f p n b i z i kendilerinden geride bıraktılar. Din hürriyeti yo" b u * k a b a r t m a dildir- C * * * din hürriyeti rejiminden bin yıl sonraya rastlar Batıdaki mezhep katliamlân. Evet bu süreçte şimdi biz Batı'nm oldukça g e r i s i n d e M rhk T aiklik de demokrasimiz de daha çok yem ve gençhr. kanunlarla belirlenir. İnsanlar sürekli, daha fazla mımyet S e d i r l e r . Devletten talep ettikleri hürriyetlerini aldıkS sonVa daha yenisini veya mevcut hürriyetin sınırlannm daha da genişletilmesini isterler. Bu istekler bitmez.. Ama bu, asla açgözlülük veya tatminsizlik sayılamaz. Daha fazla hürriyet elde etmek insanların en tabii hakkıdır ü t h ü r r i y e t i için de aynı kural geçerlidir. D e v k ^ d a ha fazla din hürriyeti istemek ve buna sahip olmak, bunu el de ettikten s o n r a daha fazlasını istemek vatandaşın en tabu hakkıdır. Dün yerden yere vurduğumuz, 163 madde ve 6187 sayılı k a n u n ^ e bugün yoklar. Din hürriyetlerimiz üzenndela çok önemli baskılar işte-kaldırıldı. Peki bugün din ve vicdan h ü r r i y e t l e r i yönünden, tam anlamı ile hür müyüz? DevlehS m anlamı ile laik mi? Bu mevzuda Devletten başka ısteyeceklerimiz yok mu?
KAYNAKÇA ABDÜLKERİM CEYLİ:
İnsan-ı Kâmil
AHMET KABAKLI:
Kültür Emperyalizmi Müslüman Türkiye Temellerin Duruşması
AHMET OKUTAN:
Konularına Göre, Kuran-ı Kerim'in Anlamı
AHMET UZUNOĞLU:
Diyanet İşleri Mevduatı
Prof.ALİ FUAT BAŞGİL:
Din ve, Laiklik Gençlerle Başfoaşa
P r o f .
AMtRAN KURTKAN:
ANIL ÇEÇEN:
Türk Devletleri
Prof-EROL GÜNGÖR:
Tarihte Türkler
HASAN HÜSEYIN CEYLAN: HAYRETTİN KARAMAN: \
Tasavvuf ve Laiklik
«
^
g
»
^
İslam Hukuk Tarihi
Prof. İBRAHİM KAFESOĞLU: Türk Millî Kültürü, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri ISMAIL KARA". KEMAL VEHBİ GOL: Prof. MEHMET KAPLAN:
j j - ^ f f i S S S İ TjtMmetbıin Kültü-
MUHAMMED EBU ZE
NURETTİN TOPÇU: Prof. OSMAN TURAN:
YILMAZ ÖZTUNA: YALÇIN TOKER: ZİYA GÖKALP:
ı: lalamda Sosyal nışma
Daya-
pmmmm
m*
ra
^
-
g
Mezhepler Tarihi Ahlâk Nizamı
I
TOKER YAYINLARI
|
Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi,
I
İHTİYAÇ KİTAPLAR DİZİSİ
g
Türkiyede Siyasî Buhranın Kaynaklan
I
YEMEK VE TATLI / Mvkerrem Özkan 4 6 0 Sayfa. Alfabetik fihristli. E n güzel T ü r k ve alafH r a n g a y e m e k tarifleri tatlılar, p a s t a l a r , t u r ş u l a r . H RÜYA TABİRLERİ/Müicerrem Özkan 1 4 1 6 Sayfa. R ü y a y o r u m l a r ı alfabetik o l a r a k tasnif edümiştir. SAĞLIK KILAVUZU/Prof. Sadi Irmak
_ |
Büyük Türkiye Tarihi En Üsttekiler, Milliyetçiliğin Yasal Kaynakları Türkçülüğün Esasları. Türk Töresi
B
Türk Medeniyeti Tarihi.
1
8 r ^ - S İ S ® ANSİKLOPEDİSİ, TÜRK ANAYASALARI, TÜRK MEDENÎ KANUNU, TÜRK CEZA KANUNU, DERNEKLER, SİYASI PARTİLER KANUNLARININ ESKİ VE YENİ METİNLERİ, araştırmamız sırasında kaynak olarak kullanılmıştır. Eserlerin sahiplerine Teşekkür ederim.
8
3 7 0 S a y f a . 12. b a s k ı s ı y â p ü m ı ş o l a n b u eser bir aile d o k t o r u gibi size h i z m e t verebilir. B ü t ü n h a s t a l ı k l a r a l f a b e t i k b i r f i h r i s t içinde s u n u l m u ş t u r . ZAYIFLAMA REJİMİ/Dr. İrwin Maxweü 2 0 6 Sayfa. Ç a b u k kilo v e r m e n i n ve ince k a l m a n ı n sağlıklı ö ğ ü t l e r i n i n s u n u l d u ğ u b u e s e r i n h e r aile k ü t ü p h a n e s i n d e b u l u n m a s ı bir ihtiyaçtır. SEÇME FIKRALAR/Serhat Bay ram
3 1 8 Sayfa. T ü r k ve d ü n y a m i z a h ı n ı n e n s e ç ü m i ş ör_ . n e k l e r i b u k i t a p t a . A n a d o l u , Karadeniz, siyasî ve a s | kerî f ı k r a l a r , Doktor, Cimri, Avcı, B e k t a ş i fıkraları ve d a h a p e k ç o k çeşit. ÖZLÜ VE GÜZEL SÖZLER / Şerif Oktûrk 3 4 4 Sayfa. 5. B a s k ı . İlköğretim öğrencileri için k o m pozisyon ü n i t e l e r i n e y a r d ı m c ı nitelikteki b u değerli I e s e r , h i k m e t l i sözler, vecizeler ve özdeyişleri alfabetik m o l a r a k s u n m a k t a d ı r . B a k a n l ı k t a n tavsiyelidir. m EVLİLİKTE CİNSEL UYUM 1 VE 120 MUTLULUK/ S a y f a . G e n ç k W.E. ı z l a r m Sargent ve ailelerin aradığı kitap. PARA KAZANMA S A N A T I / C a s s o n İLERLE VE İ L E R L E T / C a s s o n Ö m e r Rıza D o ğ r u l t a r a f ı n d a n çevrilen h e r iki e s e r d e | 112 s a y f a d ı r . B a k a n l ı k ç a tavsiyelidir.
S
B
SATIŞ MERKEZİ: TOKER YAYINLARI - A n k a r a Cad. 46. Tel: 522 3 3 0 9 Sirkeci - İSTANBUL
g i I _ |