Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar Demir Küçükaydın
1
Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar
İçindekiler Sunuş
4
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları
5
Sesli Düşünmeler
9
26.4.1987
9
27.4.1987
13
28.4.1987 Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri
16 19
Program Anlayışları
25
Marksizm ve Günümüz Dünyası
30
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine
36
Bir Değerlendirme
36
Sunuş
36
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir
37
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?
40
Marksizm, Hangi Marksizm?
41
Marksizm’in Hangi Veçhesi 44 Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi 49 Sunuş
49
Sosyalist Demokrasi Tartışması'nın Bazı Metodolojik Sorunları
51
Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?
54
Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi 55
2 Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu
56
İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde Hizmet Eder?
57
Partiler Sorunu
58
Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi
59
Doğrudan Demokrasi Olanakları
60
Sosyalist Demokrasi'nin İlkesi ve Maddi Temeli Hamburg Dersleri’ne Önsöz
60 64
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit
75
Milliyetçiliğin Sonu
78
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni
82
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya da Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e 85 Giriş
85
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları
85
Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları
88
Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları
92
Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları
95 103
Yanlış anlamalar: Kuşaklar, Politik Kültür ve Uslup Sorunları
103
Umutsuzluk ve Umut
108
"Negatif Diyalektik"
108
Marksizme Veda mı?
110
Yeni Malthusçuluk ve Gezegen Çapında Apartheit
112
Sosyalizm ve Paylaşma
114
Komünist Toplumun Bolluğu 117 Enternasyonalizmin Sonu (Ulus, Ulusçuluk, Enternasyonalizm Üzerine Aykırı Düşünceler) 119 Sunuş Hariçten Gazel
119 132
Hariçten Gazeller 01
135
3 Marksizmde Kesinlik, Açık Uçluluk ve Gelecek Projeksiyonları Üzerine
139
Kültür ve Politika
144
Süreksiz Devrim
156
İlk Yazı: "Schachnovelle"
163
Bir Dönemin Eşiğinde
168
Ne Yapmalı?
187
1 Mayıs Düşünceleri
198
Dünün ve Bugünün Dünyası
204
Sosyalizm, Din ve Politik İslam
207
Sunuş Yerine ya da Söyleyecek Sözü Olmamak
207
Tarihsel Gidiş İçinde Politik İslam
212
Sosyalizm ve Ulus Bayrağının Yitirilmesi ve Politik İslam
215
Politik İslam ve Burjuva Uygarlığı’nın Krizi ÖDP’den Ayrılan Muhalefetin Sorunları
216 220
Sorular ve Sorunlar
225
Eski Yaklaşımlarla Nereye Kadar?
231
Metaforlarla Konuşulursa
234
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (1)
237
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (2)
240
İmparatorluk
243
Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir Site
246
Tarihsel maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının Neler Olduğuna Dair Bir Soruşturma ve Anket İçin Davet 269 Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih
272
Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi, Politika ve Kültür
295
Teori ve Politika
300
Umutsuzluk İlkesi
302
Kadın Kurtuluş Hareketi ve Tarihsel Maddecilik (Marksizm)
305
4
Sunuş Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Yazılar başlıklı bu derlemede, Marksizm’in Marksist Eleştirisi’nin Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı alt başlıklı Önsöz’ünde ve Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi’nde anlatılan evrimin somut belgeleri yer alıyor sayılabilir. Kıvılcımlı Üzerine Yazılar derlemesi de yine anlatılan bu evrimin bir belgesi gibi okunabilir. Bu derleme ile Marksizm’i Savunmak ve Geliştirmek başlıklı üç ciltlik kitabın ikincisi de hazırlanmış oluyor. Bu cildin ağırlığı daha ziyade “Geliştirme” yönündeki yazılarda. Türkiye’nin Aydın ve Sosyalistleriyle Polemikler başlıklı üçüncü ciltte ise daha ziyade Marksizm’i tahriflere ve bayağılaştırmalara karşı savunmalar ağırlıkta olacak. 05 Aralık 2009 Cumartesi Demir Küçükaydın
5
Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları Kürdistan Press, Kürdistan'ın kurtuluş mücadelesine "karınca kaderince" destek olmak; bu mücadele içinde proleter, sosyalist ve enternasyonalist bir dünya görüşünün, bir metodun, bir programın, bir stratejinin ve bir örgüt anlayışının giderek netleşmesine ve ağırlığının artmasına katkıda bulunmak için çıkıyor. Bizlerin tüm çabalarının eksenini oluşturan ve bundan sonra daha ne kadar da oluşturacak olan Kürdistan'ın kurtuluşu, hatta genel olarak Kurtuluş Savaşları, evrensel tarih içinde nasıl bir yere sahiptir? Birkaç kuşaktan milyonlarca emekçinin ve savaşçının tüm hayatlarına ve çabalarına anlam veren Ulusal Kurtuluş, Evrensel Tarih'in akışı içinde nerede bulunmaktadır? Bu soru sorulmalıdır, çünkü proletarya sosyalizmi, bu soruyu ortaya koyarak ve ona verdiği cevapla diğer eğilimlerle ayrım çizgilerini çizebilir. Dünyaya Kürdistan'dan değil, ama Kürdistan'a Dünyadan bakmak; ya da başka bir ifadeyle, Çağımızı ve Dünya Tarihini Kürdistan'ın kurtuluşu bakımından değil, ama Kürdistan'ın Kurtuluşu'nu Evrensel Tarih içindeki yeri bakımından kavramak, proletarya sosyalizmi için olmazsa olmaz ön koşuldur. Çünkü Proletarya, "Dünya Tarihsel" (Marks) bir sınıftır, yani o, ancak evrensel ölçüde ve evrensel Tarih bağlamında var olabilir. Proletaryanın gücü de güçsüzlüğü de tam bu noktada bulunmaktadır. Şöyle ki, Proletarya, evrensel Tarih ölçeğinde ve evrensel olarak var olabildiği için, herhangi bir ulusun proletaryası gerçekte henüz bir sınıf değildir. Evrensel ölçüde var olabilen bir sınıfın bir zümresi, bir bölüğüdür. Bir ulusun proletaryası, o ulusun proletaryası olarak kaldığı sürece, bir sınıf olamadığı için, bağımsız bir dünya görüşü, bir program geliştiremez. Herhangi bir ulusun proletaryası, eğer ait olduğu ulusun ezilenlerinin mücadelesini örgütlemek ve ona önderlik etmek istiyorsa, önce o ulusun proletaryası olmaktan çıkmak, MarksEngels'in bir zamanlar övünçle kendilerini tanımladıkları gibi: Kozmopolit olmak, ancak bundan sonra, bütünün bir parçası olarak kendi ulusal savaş mevziinde yerini almak zorundadır. Yani inkarın inkarı. Ancak bunu yapabildiği takdirde, ulusun diğer sınıfları karşısında bir karşı kutup, bir alternatif yaratıp ideolojik bir hegemonya kurabilir. Kürdistan Proletaryası'nın da Kürdistan'ın Kurtuluş mücadelesini örgütleyebilmesi için, önce, Dünya Tarihsel bir metot ve dünya görüşüne, programa, strateji ve örgüt anlayışına ihtiyacı vardır. Bu da kendi mücadelesini, evrensel Tarih içinde yerli yerine koymakla olabilir. Bu ilk adım atılmadan daha ileriye gidilemez. Onun için bu ilk yazımızın konusu: "Evrensel Tarih Bağlamında Kurtuluş Savaşları"dır. ***
6 Ulusal Kurtuluş Savaşları, evrensel Tarih ölçeğinde, üretici güçlerin aşırı olgunlaşmışlığına rağmen, proletaryanın Tarihsel görevlerini, yani yeryüzünde sosyalizmi kurma görevini, Öznel nedenlerle yapamamasının bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Diğer bir ifadeyle, Ulusal Kurtuluş Savaşları, Tarihsel akış içinde var olması zorunlu bir aşama değildirler. Soyut gibi görünen bu önermeyi ve onun sonuçlarını iyi kavramak gerekiyor. Var olması nesnel olarak zorunlu bir aşama, ne demektir? Örneğin insanlık, diyelim ki eski Grek medeniyetinden direk kapitalizme fırlayamazdı, ne üretici güçlerin gelişmişlik; ne de meta üretiminin yaygınlık düzeyi buna izin vermezdi. Bu bakımdan, aradaki Doğu medeniyetlerini ve Avrupa derebeyliğini, dünya tarihinin gidişi içinde zorunlu olmayan bir aşama olarak tanımlayamayız. Ama çağımız, tamamen bunun aksi bir niteliğe sahiptir. En azından Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana Tarih, Tarihsel akışın nesnel nedenlerine dayanan bir aşama içinde değildir. Bugün yaşanan Tarih, yaşanması zorunlu olan tek tarih değildir. Tarih, bambaşka bir yol, bilimsel sosyalizmin kurucularının Öngördüğü türden bir yol izleyebilirdi. Ve bu durumda, milyonlarca insanın, birkaç kuşağın tüm mücadelesinin eksenini oluşturan Ulusal Kurtuluş Savaşları diye bir şey olmazdı. Yirminci yüzyılın başında ya da daha sonraları, emperyalist ülkelerin proletaryası sosyalist devrimi başarabilseydi, sömürge ve yarı sömürge ülkeler, hiç bir savaşa girme gereği olmadan, iktidara gelmiş ileri ülkeler proletaryasının yardımıyla otomatikman, kendiliğinden bağımsızlıklarını kazanır ve kapitalist olmayan bir yoldan şimdiye dek rahat rahat sosyalizme geçmiş olurlardı. Sovyet Orta Asya cumhuriyetleri ve Moğolistan örneği, daha sonraki yozlaşmanın yol açtığı sorunlar ve tıkanıklıklar yok sayılırsa, Rus Proletaryasının yaptığını Avrupa Proletaryasının yapabilmiş olması halinde, ya da yeryüzünün "altıda bir yeryüzü" kadar olması halinde, Tarihin nasıl bir mecraya akmış olacağını kolaylaştıran bir örnek oluşturabilir. Tarih böyle bir yol izlemediyse, bu, ne üretici güçlerin yeterince olgunlaşmamış olmasından, ne de proletaryanın Antik Tarihin köle ya da serflerine benzer biçimde yeni ve üst bir toplum kuracak nesnel yeteneği olmamasındandır. Bu, tamamen, proletaryanın kendi içindeki ihanetler nedeniyle bu yeteneği gösterememesinden, yani öznel nedenlerdendir. Kürt, Türk ve diğer bir çok ülke devrimcilerinin temel yanılgısı, tam da çağımızın bu tayin edici karakteristiğini anlamamalarında yatmaktadır. Onlar, dünya tarihine ve çağımıza kendi mücadelelerinin ekseninden baktığından, ama kendi mücadelelerine dünya tarihinin ekseninden bakmadıklarından, bugün yaşanan Tarihi yaşanabilecek tek tarihmiş gibi görüyorlar, dolayısıyla Ulusal Kurtuluşu, ya da kendi ülkelerinde proletarya diktatörlüklerinin kurulması mücadelesini, tarihin geçilmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi kavrıyorlar. Ama tam da bu noktada, mantıki sonuçlarıyla, farkına bile varmadan Bilimsel Sosyalizmi reddetmiş oluyorlar. Evet, sosyalizme ne kadar içtenlikle inanırsak inanalım, nesnel olarak, bugün yaşanan Tarihi yaşanması zorunlu tek Tarihmiş gibi görmek; ya da diğer bir ifadeyle ulusal kurtuluş savaşlarını, dolayısıyla Emperyalizmi ve yeni/yarı/ tam sömürgeleri tarihsel akışın geçmesi zorunlu bir aşamasıymış gibi görmek: Tarihin bu tarz gidişinin nesnel nedenlerden kaynaklandığını kabullenmek, dolayısıyla Marksizm'in temelinde bulunan önermeleri reddetmek anlamına gelir.
7 Ne olabilir bu objektif nedenler, çağımızın böyle akmasına yol açan? Üretici güçlerin sosyalizm için olgunlaşmadığı ya da başka bir ifadeyle, kapitalizmin 20. yüzyılda emperyalizm yani çürüme çağına girmediği... Bu ise, Emperyalizm teorisinin ve onun dayandığı tüm Marksist ekonomi politiğin yanlışlığı demektir. Bir diğer nesnel neden, Proletaryanın, kapitalizm çürüme çağına girmiş olmasına rağmen, köle ya da serfler gibi, üstün bir düzen kurma yeteneğinden yoksunluğu yani devrimci bir sınıf olmadığı olabilir. Bu da Marksizm'in bir temel önermesinin reddi demektir. Birinci eğilim, yani Tarihin bugünkü gidişini normal ve zorunlu bir aşama olarak görmek, kapitalizmin ömrünü doldurmadığı anlayışına dayanıyorsa, bu otomatikman reformizme yol açar. Madem ki güçler sosyalizm için olgunlaşmamıştır, o halde sosyalist devrim günün acil bir sorunu değildir. Sosyal Demokrat partiler açıkça, Komünist partiler zımnen bu anlayışa dayanmaktadırlar. İkinci eğilim, yani bugünkü akışı zorunlu görüş, proletaryanın nesnel olarak devrimci bir sınıf olmadığı, ya da artık bu vasfını kaybettiği görüşüne dayanıyorsa, bu da devrimi yapacak başka bir güç aranması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu güç, kimine göre: üçüncü Dünya halkları, kimine göre lümpenler, kimine göre tüketiciler vs. olabilir. Bu da pratikte, küçük burjuva ütopyacılığının ve sosyalizminin ifadesidir. Her ikisi de Marksizm'i redde varan bu görüşler ya da gizli varsayımların anlamadıkları ya da göremedikleri bir şey var: eğer Marksizm yanlış ise, Marksizm'in yanlış olduğu bir dünyada, doğanın tahribi korkunç bir hızla sürerken ve insanlığı birkaç kez yok edecek güçteki atom silahları tepemizde dururken, insanlığın yaşama şansı yoktur. Ama Marksizm yanlışlığı kanıtlanamayacak bir öğretidir de, çünkü eğer insanlık yok olsa bile, bu Marksizm'in yanlışlığını kanıtlamaz: "ya sosyalizm ya barbarlık" dilemmasını ortaya koyup, bu yok oluş tehlikesini herkesten önce görüp çanları çalanlar hep Marksistler olmuştur. Ve bu Marksistlerin varlığındır, proletaryanın öznel yeteneksizliğinin ve ihanetlerin onun görevini yapmasını engelleyen şey olduğunun kanıtı; Tarihin zorunlu bir dönemden geçmediğinin kanıtı. Marksistlerin "ya barbarlık" feryadıdır, insanlığın var olacağı umudunu yaşatan. İnsanlığın kaderi, Önümüzdeki birkaç on yıl içinde kesin bir sonuca ulaşacağa benzer. Ve bu kaderin ne olacağına dair tayin edici kavganın son sözü emperyalist ülkelerde söylenecektir. Geri ülkelerin birçok devrimcisinde, Tarihin bundan sonraki gidişine ilişkin şöyle bir kavrayış görüyoruz: Batı Avrupa ve Amerika'da Proletarya devrim yapamayacak, üçüncü Dünya ülkeleri ve Sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıp proletarya iktidarlarına yol açacak, giderek zayıflayacak olan Batı Emperyalizmi kendi proletaryasını satın alamayacak, ondan sonra da emperyalist ülkeler proletaryası ayaklanacak. Bu görüştekiler, sadece proletaryanın devrimci kapasitesini inkar etmiş ve tarihin bugünkü akışını zorunlu görmüş olmuyorlar, ama aynı zamanda, Tarihin böyle bir yol izlemesi halinde, böyle uzun bur çevirme yapacak zamanı da olmadığını görmüyorlar.
8 İnsanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızdır. Bunu iyi kavramak gerekiyor. Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, eğer emperyalizmi biraz sarsabilir, dünya ve özellikle ileri ülkeler proletaryasına biraz itilim verebilirse, ona güçlerini toplamak için biraz zaman kazandırabilirse ne mutlu. İlk bakışta, meselenin böyle bir konuluşu, Kürdistan özelinde sanki mücadele azmini baltalarmış gibi görünebilir. "Eğer sonuç ileri ülkelerde belirlenecekse, ve insanlığın battığı bir dünyada ulusal kurtuluş olanaksızsa, kurtuluş savaşına girmenin ne anlamı var" diye düşünülebilir. Ancak, büyük devrimler bunun tam tersini kanıtlamaktadır. Rus devrimcilerinin ulaştığı fedakarlık ve bilinç düzeyine henüz hiç bir ülkenin devrimcileri ulaşamadı. Ama Rus devrimcileri, Rus emekçilerini kurtarmak için değil, dünya proletaryasının kurtuluşuna azami katkıda bulundukları için o destanları yaratabiliyorlardı. Lenin, Rus iççilerini, Kendilerini kurtarmaları için değil, ayaklanan alman bahriyelilerine destek olmak için ayaklanmaya çağırıyordu. Kürdistan'daki Kurtuluş Mücadelesini bütün gücümüzle destekleyeceğiz, onda yer alacağız, ama insanlığın battığı bir dünyada Kürdistan'ın kurtuluşunun bir anlam taşımadığını bile bile, insanlığın kurtuluşuna bir katkıda bulunabilmek için. 19.09.1986 Celal Aydın
9
Sesli Düşünmeler Bu başlık altındaki yazılarında Demir Küçükaydın, hemen her konuda, hiç bir sınırlama olmadan "Sesli Düşünmeler"ini yazmaya çalışacak. Arkadaşımız, böyle esnek bir biçimin, sınırları ve konusu belli yazılarda ele alınamayacak ya da çok sınırlı olarak ele alınabilecek konulan tartışmaya açmak bakımından daha elverişli olduğu kanısındadır. Aşağıdaki yazılarla, böylesi bir biçimin ilk denemesini yapmaktayız. Devrimci Marksist Tartışma Defterleri
26.4.1987 Bilimin Uzak Sınırlarında kesinlik kaybolur derler. Gerçekten de öyledir. Bir konuda, bir bilim dalında insan birkaç kitap okuyunca her şey bir düzene girer, anlaşılır olur, aydınlanır. Her şey çok apaçıktır. Ama aynı konuda okunan kitapların sayısı bir kaç yüzü bulunca işler karışır. Kesinlik ve aydınlık giderek kaybolur, ortalığı bir alacakaranlık kaplar. Tüm bilimlerde böyledir bu. Toplumun Bilimi olan Tarihsel Maddecilikte ya da daha kısaca söylemek gerekirse Marksizm'de de. Bilimin Uzak Sınırları, en temel kavram ve kategorilerin sorguya çekildiği bir alandır. Bir bakıma orada Bilim ve Felsefe iç içe girer. Orada tartışılan kavram ve kategoriler, bir bakıma o bilimin tüm kavram sisteminin üzerinde yükseldiği "çekirdeği", "kilit taşı"nı oluştururlar. Burada bir çelişkiyle, bir paradoksla karşılaşılıyor gibi. Bilimin sınırlarına, kenarlarına gittikçe, onun çekirdeği, özü, merkezi ile karşılaşılıyor. Bu diyalektiği yaratan., her bilimin kavramlarının bir sistem, bir tutarlı bütünlük oluşturması olsa gerek. Bilim demek, birbiriyle en ilgisiz gibi görünen nesneler ve süreçlerin ortak olan yanını yakalamak, böylece “kaos”un ardındaki “düzen”i bulmak demektir. Bilimin sınırlarında daima istisnalar çoğalır. Ama bilim "istisna" tanımaz. İstisna gibi görünenin istisna olmadığını bulmak zorundadır. Bu durumda, sadece o güne kadar düzene konmuş, açıklanmış olanları değil onların yanı sıra o "istisna" gibi olanları da kapsayacak çok daha genel teorilere ihtiyaç duyulur. Daha genel bir teori ise, o bilimin üzerinde yükseldiği en temel kavramların bir yeniden gözden geçirilmesi olmadan başarılamaz. Geçenlerde popüler bir doğa bilimleri dergisinde bir fizikçiyle yapılmış bir görüşme yer alıyordu. Kelimesi kelimesine aynı olmayabilir ama fizikçi aşağı yukarı şöyle bir şeyler söylüyordu: "Eskiden işler kolaydı. Elektronlar, protonlar, nötronlar vardı. Şimdi yüzlerce parçacık çıktı. Pozitronlar, hardonlar, kuarklar, mezonlar ve bunların antileri. Artık fizikte tam bir anarşi baş göstermiş durumda".
10 Fizik elindeki kuantum ve rölativite teorileriyle —kaldı ki bu iki teorinin de ortak bir paydası yok; Einstein boşuna ömrünün son yıllarını bir "Birleşik Alanlar Kuramı" kurma çabasına ayırmadı— bu kaosa bir düzen verebilir mi? Yoksa fizikte yeni bir devrim anlamına gelecek bir teori ve kavram sistemi değişikliği mi gerekir? Bilmiyoruz, bir şey söyleyecek durumda değiliz. Ama gerçek olan bir şey var ki, fizik biliminde bir bunalım var. Fizik biliminde bunalım olur da, toplumun bilimi olan Tarihsel Maddecilikte olmaz mı? Olabilir ve olmalıdır da. Tarihsel maddecilik eğer bir bilim ise, gelişmek ve bu gelişimini birikimlerle, sıçramalarla sürdürmek zorundadır. Ama bu gelişim ancak Marks - Engels'in temellerini attığı teori üzerinde yükselebilir. Onu kavramalı, içermeli, ama onu aşmalı. Buraya kadar bir olabilirlikten, dolayısıyla oldukça uzak bir gelecekte olması gerekenden söz ediyoruz. Ve bu anlamda, Marksizm’in yanlışlığını ilan eden, ona ölü köpek muamelesi yapanlardan farklı bir sorunu tartışıyoruz. Marksizm’e, Marks’ın Hegel karşısındaki tavrıyla yaklaşan, Marksizm’i bir ölü köpek gibi değil, anası olarak gören ve yerini ezilen insanların yanında belirleyen daha tutarlı bir öğretiye bugüne kadar rastlamadık. En saygılı gibi görünenlerden R. Bahro bile, Marksizm’e yeni inşa etmeye çalıştığı binanın bazı yerlerinde kullanacağı taşları temin ettiği bir taş ocağı muamelesi yapmaktan öteye pek gidemiyor. Gerçekte bugün Marksizm’in bunalımı gibi görünen şey, Marksizm’in değil ama işçi hareketinin bunalımıdır. Bu bunalımın yansımasıdır. Şuna inanıyoruz ki, Marksizm hala, daha belki birkaç yüzyıl, toplumsal süreçleri anlamamızı sağlayacak kavramsal temel araçları bize sunma yeteneğindedir. Yukarıda "inanıyoruz" dedik. Gerçekten de inançtan söz etmek gerekiyor. Ama bu inanç bir müminin inancı ile karıştırılmamalı. Mümin inancını aklın ve olayların mihenk taşına vurmayı kabul etmez. Burada bir bilim adamının bir hipotezinin doğruluğuna olan inancı türünden bir inanç söz konusudur. Bu inanca sahip olmak, hipotezini olayların mihenk taşında hiç inanmıyormuşçasına sınamasını engellememesi gerektiği gibi. Bir inançtan söz etmek gerekiyor, çünkü dünya proletaryası, dünya sosyalist cumhuriyetler birliğini ve hatta sosyalist toplumu kurana kadar Marksizm henüz doğruluğu kanıtlanmamış bir teori olarak kalmaya devam eder. Ama problemi, yani Marksizm'in doğruluğunu, sırf dünya sosyalist devrimine bağlamak da yanlış oluyor. Gerçekte insanlığın, ekolojik dengenin bozulmasıyla ya da bir atom savaşıyla yok olması da, tıpkı yozlaşmış sosyalist devrimlerin ya da başarısız ayaklanmaların tersinden kanıtladığı gibi, Marksizm'in doğruluğunun bir kanıtını oluşturur. Evet, Marksizm öylesine bir teoridir ki, artık yeryüzünde doğruluğunu anlayacak hiçbir öznenin kalmaması halinde bile doğruluğunu kanıtlayabilir. Kim bilir belki evrenin karanlıklarında, başka bir gezegende bilinçli varlıklar gelişmiş cihazlarıyla evrenin dünya gezegeninde Marksizm'in yaşadığını öğrenene kadar, Marksizm uzayın karanlık sonsuzluğunda bilinçlere varmadan varlığını sürdürebilir.
11 Ancak Tarihsel Maddeciliğin vülger kavrayıcılarıdır ki, işçi sınıfının tarihsel bunalımının, hatta insanlığın yok oluşunun Marksizm'in yanlışlığının kanıtı olduğunu iler sürebilirler. Marksizm'e göre işçi sınıfının tarihsel bir özne olması, insanlığı kurtaracak potansiyele sahip olması, otomatikman, bunu yapabileceği anlamına gelmez. Marksizm üstyapıların, ideolojilerin, geleneklerin, aparatların önemini hiç bir zaman inkar etmemiştir ve etmez. Marksizm'in bunalımından söz edip ona saldıranlar gerçekte Marksizm’le değil, kendi anladıkları mekanik, bayağı Marksizm’le uğraşmaktadırlar. Bizzat Marksistler değil midir "Ya Barbarlık Ya Sosyalizm" diyerek, yok olma olasılığını insanlığa ilan edenler ve bunu en çok ciddiye alanlar? Komünist Manifesto'nun daha ilk cümleleri, Tarih'i özetlerken, onun bir sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu anlatırken, devrim ya da toptan çöküş olasılıklarından söz etmez mi? Unutulan bir şey var. Marksizm yalnız sosyalist devrimi değil, yok oluşu da öngörmüştür. Bu olasılığı da başından beri vurgulamıştır. Tam da bu nedenle, insanlığın yok oluşu dahi Marksizm’in bir bunalımı ya da yanlışlığını kanıtlamaz, aksine onu tersinden olumlar. * Marksizm’in yanlışlığını Tarih bir tek şeklide kanıtlayabilir: işçi sınıfı dışında başka bir gücün yeryüzünden kapitalizmi silip atması ve ondan daha ileri bir düzen kurması halinde. Hatta bu takdirde bile Tarihsel Maddeciliğin temel kavramları geçerliliğini sürdürebilir. Bu koşulda bile tartışma konusu olabilecek yan, proletarya ve onun tarihsel yeteneklerine ilişkin bölümdür. Var mı işçi sınıfının dışında bu potansiyeli gösteren bir güç? Yok, ortalıklarda hala görülmüyor. Ne ezilen ulusların kurtuluş savaşları, ne de ileri Kapitalist Ülkelerde görülen "Yeni Sosyal Hareketler", yani Kadın. Barış, Çevre, Azınlık vs. hareketleri, bu potansiyeli gösterebilmiş değil. Bunların hepsi, bürokratik cihazların kontrolündeki ve kendiliğinden işçi hareketine göre çok daha radikal taleplerle ortaya çıktılar ama ne Marksizm ölçüsünde tutarlı ve kapsamlı bir teori geliştirebildiler, ne evrensel bir program geliştirebildiler, ne de kendi sorunları dışındaki sorunlarla Marksistlerin ilgilendiği ölçüde ilgilenebildiler. Bütün bunlar, onların, Marksistlerin önemle ele alması gereken bir Politik Özne olduğunu gösteriyor ama bir Tarihsel Özne olamadığını da. Bu hareketler bir bakıma medeniyetlerin çöküş çağlarında görülen köle ve serf isyanlarına benzetilebilir. Hepsi medeniyeti için için kemirirler, sarsarlar, sorguya çekerler, ama onu yıkıp daha üst bir medeniyet kurma yeteneği gösteremezler. Bu işi ancak Barbarlar yapabilir. Köle ve Serf isyanları bir bakıma Antik Tarihin öznesi olan Barbar kavimlere bir davetiye idiyse, "Yeni Sosyal Hareketler" de, benzer şekilde, modern tarihin öznesi olan işçi sınıfına Tarihsel görevlerini bir hatırlatma, ona bir çağrıdır. İşçi sınıfına veda edenler şunu göremiyorlar: İşçi sınıfının tarihsel görevlerini yerine getiremediği bir dünyada insanlığın yaşama şansı yok. Roma'nın köleleri Roma'yı yıkamadılar. En fazla Roma imparatorlarını da kendileri gibi bir Hıristiyan yaptılar. İmparatorlar Hıristiyan oldu diye Roma İmparatorluğunun niteliği değişmedi. Ona ölümcül vuruşu barbarlar yaptı. İşçi Sınıfına "Elveda" diyenler, nesnel olarak, insanlığın yaşamasının biricik umudu olan proletaryayı sendikacıların, bürokratların egemenliğine terk ederek, sosyalist entelijansiya ile işçiler arasındaki son köprüleri yıkarak insanlığın yok oluş olasılığını güçlendiriyorlar. Bu nedenledir ki, Marksizm’in ölümünü ilan edenlerle, "Elveda Proletarya" diyenlerle ideolojik mücadele, insanlığın yaşaması uğruna
12 mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. İşçi sınıfının bugünkü reformist bürokratik bukağılarından kurtulması, sosyalist bir entelijansiyanm onunla kucaklaşmasıyla olabilir. Ama işçi sınıfı biraz başını kaldırmadıkça da. entelijansiyanın coşkuyla ona yığınlar halinde yönelebilmesi şimdilik zayıf bir olasılık. Böylece olumsuzluklar birbirini doğuruyor. İşçi sınıfı radikal ve yığınsal başkaldırılara girmedikçe entelijansiya ondan uzak duruyor, entelijansiya ondan uzak kaldıkça, bilinçlenip, bir devrimci öncü yetiştirip bukağılarını parçalaması güçleşiyor. Tek umut işçilerin bir yerlerde başaracağı kendiliğinden ayaklanmalarda ve diğer taraf açısından tek umut, umutsuzlukta. Umutsuzluğun kavranmasında. İşçilerin ve Entelijansiyanın radikalleşmelerinin senkronize olmamasının bu kırgınlıkta bir payı var. 1968’ler Bati'da her şeye rağmen, Marksizm’e ve işçi sınıfına inanan bir entelijansiyanın yeniden büyük ölçüde doğusuna yol açtı. Ama aynı tarihlerde batı proletaryası kapitalizmin tarihinde gördüğü en uzun ve hızlı refah döneminden nasipleniyor, yarını kurmak isteyenlerin radikal çağrılarını yankısız bırakıyordu. Arada geçen zamanda, "çok naz aşık usandırır''' misali, enielijansiya proletaryaya küstü. Şimdi ise durum tersine, 1974’den beri kapitalizm bir bunalım içinde. işçiler giderek radikalleşiyor, ama işçi sınıfının davetini artık entelijansiya duymuyor. Bu genel eğilimin tek istisnası "Troçkist" gelenek. Bir yandan giderek ileri kapitalist ülkelerin her önemli isçi ocağında en ileri unsurlarla güçlü bağlara sahip oluyorlar ya da bizzat bu ileri unsurları oluşturuyorlar. Nerede işçiler harekete geçerse onun içinde ve önünde yer alıyorlar. En azından Avrupa'da Troçkistler dışında hem Marksizm’i savunan. Hem işçilerle kaynaşan, hem de devrimci bir tavrı sürdürebilen tek akım olma özelliğini koruyorlar. Yani diğer bir deyişle, işçi hareketinin genel ve tarihsel çıkarlarının ve tüm ezilenlerin savunusunu yapıyorlar. Marksizm – Leninizm’in devrimci ve eleştirel özünü taşıyan ve kendini yenileme özelliği gösterebilen tek akım bu. Bunun en basit örneği, 4. Enternasyonal'in kararlarında görülebilir. Bir yandan, epey önce, Batı'nın solcu aydınlan işçilere küserken işçilere yönelme kararı aldı ve bunu iyi kötü uyguladı —ki şimdi artık meyveleri görülüyor; diğer yandan "sırf işçicilik" denen sapmaya düşmedi. Kadın Kurtuluşu Hareketi üzerine bir karar aldı; Barış ve Çevre Hareketleri üzerine şimdi tartışıyor. "Troçkist" denen gelenek, gerçekte yaşayan Marksizm’den başka bir şey değil. Marksizm’in bunalımından söz edenler, "Troçkist" gelenekle hesaplaşmak zorundadırlar. Ama nedense bu hesaplaşmaya hiç girmiyorlar. Marksizmle Stalinizmi özdeşleştiriyorlar yahut da Althusser ve benzerlerinin radikal merkezciliğini. Bu anlaşılır bir şeydir. Marksizm diye onun kötü kopyalarına çatmak bu baylara kolay bir başarı sağlar. Ama nesnel olarak bütün bu toz duman arasında gerçek yaşayan Marksizm "alay" ya da "susuş kumkuması" ile olmamışa çevriliyor. Ama bu real politikerlik, "bilim ahlakı"ndan zerrece nasibini almamış olmanın da bir ifadesi aynı zamanda. Öte yandan bunu rasyonelleştirmek de kolay. Hep yenilmişsin, hep altta kalmışsın. Veyl mağluplara!...Üç buçuk Troçkistin geleneğiyle zaman kaybetmenin ne alemi var? Doğu Perinçek'in deyimiyle "bir iktidarsızlık doktrini" değil miyiz?
13 Evet öyleyiz. Ve öyle kalacağız. Biz devrimci Marksistlerin amacı hiç bir zaman, ne pahasına olursa olsun "iktidar olmak" olmadı. Gerçekte Marksizm bir "İktidar Doktrini" değildir kelimenin tam anlamıyla. O işçi sınıfının iktidarından yanadır. Ama işçi sınıfı hiç de iktidarı aldığında veya sonrasında, kendisinin tarihsel ve genel çıkarlarını savunan Komünistleri otomatikman iktidar aygıtının başına oturtacak diye bir şey yoktur. Marks'ın "güneşi fethe çıkmışlar" dediği Paris Komünü'nde Proletarya iktidardı. Komünde birkaç numunelik dışında Marksist yoktu. Bay Doğu Perinçek gibi, iktidar olma uğruna her Allah’ın günü burjuvaziye akıl vermektense, iktidarsızlık doktrini olarak kalmak, insanlığın kurtuluşu idealini ve umudunu yaşatmak bin kez daha şerefli bir iştir. Bay Doğu Perincek "Troçkizme" "iktidarsızlık doktrini" derken. Onu "yenilgi enayiliği" olarak tanımlamış oluyor. Evet öyleyizdir. Artık pek kimsenin okumadığı H. Kıvılcımlı bir zamanlar "Türkiye'de Sınıflar ve Politika" diye bir makale yazmıştı. Orada daha ziyade kendi kaderini kastederek yazdığı şu satırlar, “tTroçkizm"e de tam uyar ve aynı zamanda bu burjuva sosyalistlerine en güzel, klasik cevabı oluşturur: "Siz hiç muharebede ölen askerin “Mareşal olduğunu gördünüz mü? Belki mezarı bile belli değil; adını etini kargalar yemiştir. Yaşıyacaksın gözüm, başkalarını öldürüp onların omuzlarına basa basa yükseleceksin. Davranışını yakından görenler, yaptığında epey kalleşlik, hayli tabansızlık bulsalar bile; ölüler konuşmazlar. Az ötedekilere: 'Külahını kurtaran kaptandır'. Şarktır bu, kim kime? EIoğlu ne yapmış, yapmış ‘üste' gelmiştir ya. Altta kalanın canı çıkmışsa kabahat kendisinde. Ölülerle bir iş yapılamayacağına göre; savaş sonunda ancak ayakta kalabilene “Başkumandanlık” rütbesi ve”'Mareşallı”' asası verilebilir. Başka türlüsü olamayacağı için kalleşlik ”KURNAZLIK” yerine geçer, tabansızlık çabaya süreklilik getirmiş sayılır.”
27.4.1987 Sesli Düşünmek, bir bakıma çağrışımların akışına kendini uydurmak, o akışı yazıya dökmek oluyor. Dün "Marksizm’in Bunalımı"ndan sonra “Yeni Sosyal Hareketler”in ortaya çıkardığı teorik, programatik ve stratejik sorunlar üzerine yazmayı düşünüyordum. Ama düşünceler başka bir mecraya akıverdi. Bugün geriye dönüp, oradan başlamak gerekiyor. "Yeni Sosyal Hareketler"in ortaya attığı sorunların oldukça iyi bir kadastrolaması Perry Anderson'un Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı kitabında yer alıyor. Batı 'da Sol Düşünce ile birlikte her devrimcinin okuması gereken bir kitap. P. Anderson, Tarihsel Maddeciliğin bir tarihini yazıyor hem de Tarihsel Maddeci yöntemle. Eksikler, yanlışlar olabilir, ama genel doğrultuyu, kuşbakışı bir görüşle gerçeğe en yakın biçimde tespit edebiliyor. P. Anderson, inanmış bir Marksist olarak, Marksizm’in şimdilerde tarihin hiç bir döneminde olmadığı ölçüde, ona kendi zayıf noktalarını geliştirme olanağı sağlayan güçlü eleştirilerle karşılaştığını görmezden gelmiyor ve cesaretle şu gözlemi yapabiliyor:
14 “Marksizm uzun süreden beri, sosyalist hareket içinde gerçek anlamda önem taşıyan entellektüel rakiplerle karşılaşmadı ya da doğrusu, tarihte sosyalist hareket dışında kalan eşit ölçüde sağlam veya güvenilir büyük şiarların hareketleriyle hesaplaşmadı. Ortaya çıkan sonuç Marksizm’in zayıf noktalarının kalıcı niteliğe bürünmesi olabilirdi ancak. Bilgi, uygun bir direnç katsayısı olmaksızın nadiren gelişir. Marksizm, çoğu kez, gerekli düzeltmelerden ve denge sağlayıcı ağırlıklardan yoksun olması nedeniyle sahip olduğu kendine özgü bazı atıl yönleri ve kusurları olgunlaştırmak suretiyle, bizzat kendi avantajlarının kurbanı olmuştur. Ancak bugün söz edilen avantajlar yeni bir baskı altına girmek durumundalar. Bu değişiklikten ancak memnunluk duyulabilir. Tarihsel materyalizmin geleneksel ayrıcalıklarından her biri, şimdi gerçekten önemli bir meydan okumayla karşı karşıya. En başta ve en belirgin biçimde bütünlüklü bir toplum teorisi olarak Marksizm’in sistematikliği, onun geleneksel kapsamının büyük bir bölümünün tamamiyle uzak kaldığı aile ve cinselliğe ilişkin söylemi geliştiren kadın hareketinin yükselişi tarafından sorgulanmaktadır.” (s.106-107) Yazar daha sonra barış ve çevre hareketlerinin de radikalliğinden ve benzeri bir eleştiriyi getirdiğinden söz ediyor. Biz bunlara Gençlik, Ulusal Kurtuluş, Azınlık vb. hareketleri de ekleme eğilimindeyiz. Sıralama ne olursa olsun, bütün bu hareketler tarafından yapılan eleştiriler gerçekten ciddiye alınmaya değer. Ve gerçekten bu hareketler, Marksizm’i, toplum ve tarihe ilişkin kavrayışının en boş bıraktığı alanlarda tartışmaktadırlar. Burada "boş bırakılan alanlar" deyimini bilerek kullandık. Çünkü inanıyoruz ki, Marksizm’in bu alanları boş bırakması. Tarihsel Maddeciliğin kapsamı içinde bu alanlara bir yer olmamasının ve bu alanlardaki süreçleri kavrayacak bir kavramsal araçlar temeline sahip olmamasından değil. Tarihin somut akışından kaynaklanmaktadır. Bilimlerin ilerlemesi için, der bir yerde Engels, ihtiyaçlar yüz üniversiteden daha fazla etki yaparlar. P. Anderson da yukarıdaki alıntıda bir “direnç katsayısı”nın gerekliliğinden söz ediyor gelişim için. Hiç bir bilim, tayfının tümünde aynı hızla gelişmez. Fiziği düşünelim. Statik, hidro statik, dinamik, optik, elektirik, nüklear fizik vs. gibi çok geniş bir tayfa sahiptir. Ama bu tayfın her noktasındaki gelişim eş zamanlı ve aynı hızla olmamaktadır, olmamıştır. Şu veya bu alanın öne çıkmasında ve gelişimin öne geçmesinde eksojen etkiler belirleyici bir ağılığa sahiptir. Engels yukarıdaki sözünden sonra, örnek olarak Toriçelli ve Kuzey İtalya'daki sel baskınları örneğini verir. Burada karıştırılmaması gereken önemli bir nokta var. O alanın gelişmiş olmaması, o bilimin, o alanda bir gelişmeyi sağlayacak temel kavramsal araçları olmadığı anlamına gelmez. Kanımızca, Marksizm’de de, yani toplumun hareketinin teorisi olan Tarihsel Maddecilikte de durum budur. Zayıflıklar bu anlamda zayıflıklarından değil, kaderinin ayrılmazcasına bağlı olduğu somut tarihin akışındandır. Ve bu tarihin yumağı tersinden çözüldüğü içindir ki, Marksizm’e, bu alanlarda kendisine yönelik eleştirilerin biley taşında, silahlarını geliştirme olanağı doğmuştur.
15 Tarihsel maddeciliğin tayfını ele alalım. Marks Engels Lenin Troçki geleneğinde, en gelişkin yanlar ekonomi, sınıflar, politika, strateji ve örgüt sorunlarıdır. Çünkü tarihin o zamanki akışı ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları en çok bu alanlara yüklenmeyi, enerji ve güç harcamayı gerektirmiştir. Ama toplum teorisinde doğa ve tarih ilişkisi alanı, keza kısmen bu alanla iç içe geçen cinsler ilişkisi alanı, kültürler alanı, farklı toplumsal formasyonların eklemlenmesi alanı, ideoloji, estetik, etik alanı vs. vardır. Bu alanlardaki teorik gelişim, yukarıda sayılan klasiklerde, diğer alanlara göre çok geridir. Ama vine de o kadar kötümser olmaya gerek yok. Her kayıp bir kazancı da oluşturmuştur. Aynı yazarın Batı'da Sol Düşünce'de ele alınan Gramsci ve Lukacs'tan Althusser'lere kadar bir batılı Marksistler kuşağı, tüm idealizmlerine rağmen, diyelim ki bir Marksist sanat teorisinin unsurlarını, klasiklerle kıyaslanmayacak ölçüde ötelere götürmüşlerdir. Troçkist akımla, ki doğrudan Marks, Engels, Lenin geleneğinin devamıdır. “Batı Marksizmi” denen birkaç teorisyenler kuşağı arasındaki teorinin farklı alanlarına yönelme biçiminde kendisini gösteren bu ayrılma, yani birinde ekonomi, sınıflar, strateji ve örgüt sorunlarının, diğerinde üstyapıların ağırlık kazanması, İngiltere ve Almanya arasındaki gelişim zıtlıklarının üstyapılardaki yansımasına benzetilebilir. İngiltere'de kapitalizm önce ve hızla geliştiği için orası Ekonomi Politiğin esas vatanı olmuştur, Almanya'da ise ne kapitalizm ne de burjuvazi doğru dürüst gelişemediğinden ve feodalizmin baskısı yüzünden felsefe ve müzik, yani burjuva ideallerinin en soyut ve yakalanması zor ifade biçimleri gelişmişti. Alman felsefesi ve müziği gelişimini Alman burjuvazisinin geriliğine ve korkaklığına borçludur. Ama İngiltere'de, büyük müzikçiler ve filozoflar yetiştirememesini kapitalizmin erken ve hızlı gelişiminin bir kefareti olarak ödemek zorunda kalmıştır. Klasik Marksist, yani Troçkist gelenekle, "Batı Marksizmi" arasmda da benzer bir gelişim zıtlığı var. Ama nasıl Marksizm, Klasik Alman Felsefesi, Fransız Sosyalizmi ve İngiliz Ekonomi Politiği'nin bir sentezi ve aşılması idiyse, geleceğin daha mükemmel Marksizm’i de bu iki geleneğin bir sentezi ve onların zayıflıklarının bir aşılması olmak zorundadır. Tabii ki insanlığın ömrü yeterse. Ancak, sentezi oluşturacak öğelerin tablosu bu biçimiyle epeyce eksiktir. Bu tarihsel analojide, Fransız Sosyalizmi'nin payına da galiba, bu “Yeni Sosyal Hareketler” ve onların problematikleri düşüyor. Gerçekten de Fransız Ütopik sosyalistleriyle bu hareketler arasındaki yakınlıklar göze batıcıdır. Şu halde, Marksist teorisyenlerin teorik görevi, devasa bir görev, şöyle tanımlanabilir: "Troçkist", "Batı Marksizmi" ve "Yeni Sosyal Hareketler" biçimindeki üç geleneğin birikimleri temelinde, onları aşarak bir teorik sistem inşa etmek, yani Tarihin maddeci öğretisini bir üst düzeyde yeniden şekillendirmek. Bu görev, somut sınıflar mücadelesinden, program ve strateji tartışmalarından ayrı düşünülemez ve gerçekleştirilemez. (İlerde niçin ayrılamayacağını ele almaya çalışalım.) Öte yandan bu görev sentezi oluşturacak bu üç akımın birbirlerine karşılıklı etkileşim içinde bulunduğu bir alanda gerçekleştirilebilir. Gerçekten de, "Yeni Sosyal Harektler"e egemen olan görüşler, Marksizmi ve
16 marksist geleneği hor gördüğü için, Troçkistler tarihsel haklılıkları ve güçlü yanlarına fazla yüklendikleri için ve nihayet, "Batı Marksizmi" ömürünü doldurup üniversitelere hapis olduğu için, bu sentezin oluşumu bir çok güçlüklere sahip. Bu üç akım içinde, şimdilik sadece Troçkist akım, diğerlerine ve onların problematiklerine en açık olma ve yığın hareketiyle, işçi hareketiyle bağlarını koruma özelliğine sahip olduğundan, en umut var durumda görülüyor. Üçü içinde sadece Troçkist akım, tüm zaaflarına rağmen diğerlerinden kendini yalıtmayan, onlardan etkilenen ve onları etkileyen bir akım olma özelliğini koruyor. Ama belli olmaz, Batı'da bugünkü kriz şartlarında işçi hareketinin yükselişiyle birlikte gelebilecek Troçkist geleneğin popülarite kazanması ve ciddiye alınmak zorunda bulunması halinde, diğer geleneklerden gelen teorisyenler bu devasa görevi başarabilirler.
28.4.1987 Fizikçi, eskiden işler kolaydı, ama şimdi onlarca daha küçücük parçacık çıktı; işler iyice karıştı, diyordu. Bugün de Tarihsel Maddecilik açısından durum biraz öyle. Eskiden işler kolaydı. İşçi hareketi vardı, köylü hareketleri ya da bağımsızlık savaşları vardı. Birincisinin birliği için İşçilerin Birleşik Cephesi taktiği ve sosyalist bir devrime geçişi sağlayacak geçişsel talepler anlayışı; ikincisi için de işçi köylü ittifakı ve burjuva demokratik karakterde teklifler. En azından İkinci Dünya Savaşı sonlarına kadar bu programatik ve stratejik şemalar iyi kötü proletaryanın mücadelesine yol gösterebiliyordu. Ama son yirmi otuz yıldır işler epeyce karıştı. Yok önce Amerika'da zenci hareketleri çıktı, sonra Gençlik hareketleri, sonra Kadın, Barış, Çevre hareketleri, Azınlık ve göçmen hareketleri çıktı. Belki yarın yaşlılar hareketi ve aklımıza daha gelmeyen başka hareketlerin çıkışına şahit olacağız. Ve bu çokluk ve sırf çokluk olduğu için değil, bu hareketlerin özgül karakterleri dolayısıyla birçok esaslı teorik, programatik, stratejik ve örgütsel sorunlar ortaya çıkarıyor. Ne gibi sorunlar? Bir kaç örnekle somutlamaya çalışalım. Bilim demek öngürü demektir. Niçin biz Marksistler bu hareketlerin çıkacağını önceden görmedik? Görme potansiyelimiz mi yoktu, yani teorik sistemimizde bu tür olgulara yer yok muydu, yoksa vardı da, tam da geçmişimizdeki gücümüz mü bu güçsüzlüğümüzü yarattı? Bu hareketlerin ve bu hareketleri yaratan sorunların kazanacağı önemi önceden görüp, bu alanda geniş bir Marksist literatür oluşturabilseydik, bu hareketler bugün olduğu gibi daha ziyade ütopik ve radikal bir söylemle mi kalırlardı? Bu hareketlerin tartıştığı sorunlar ve Tarihsel Maddeciliğin boş bıraktığı alanlar ya da daha doğrusu az geliştirdiği alanlar arasında kesin bir özdeşlik olduğuna göre, bu alanlarda Marksist açıklamalar neler olabilir? Bunlar hemen öylece ilk planda akla geliveren teorik sorunlardan bir kaçı. Programatik sorunlara gelelim. Köylü hareketleri ya da bağımsızlık hareketleri, mahiyetleri gereği burjuva demokratik karakterdeydiler. Ama bu hareketlerin hiç birisi kolaylıkla "burjuva demokratik" olarak tanımlanamayacak, açıkça ifade edilmese bile daha ziyade sosyalist karakterli ya da ancak sosyalist bir devrimle çözülebilecek bir programa ya da varoluş koşuluna sahipler. Dünya ölçüsünde planlı bir ekonomiye geçmeden çevre sorunlarını çözümlemek mümkün mü?
17 Hayır. Kadının ezilişinin ortadan kaldırılmasının ön koşullarının ancak bir sosyalist devrimle ortaya çıkacağı apaçık vs... Ama problem sadece bu hareketlerin hedeflerine, örneğin bir köylü hareketinden farklı olarak, sadece sosyalist bir dünyanın kurulmasıyla erişebileceğinden doğmuyor. Aynı zamanda geleceğe ilişkin tasavvurlarımızda ihmal ettiğimiz, hiç önemsemediğimiz yeni yönleri ortaya çıkarıyorlar. Yani programımızda bir değişikliği de getiriyorlar. Örneğin otomobil üretimine son verme, nüklear reaktörleri kapama gibi. Doğanın dengesi ve insanların ihtiyaçları arasında optimum bir dengeyi gözetmek gibi. Bunlar, bu hareketler çıkana kadar Marksist külliyatta hemen hemen hiç ele alınmamış konulardı. O halde, bir yandan Marksistler kendi programlarını, bu hareketlerin ortaya getirdiği sorunlar ışığında düzeltmek zorunda, diğer yandan bu hareketler, amaçlarıyla ekonomik sistem arasındaki bağlantıyı —ki şimdiye kadar Marksistlerin hep ilgi alanının merkezini oluşturmuş kısım— görmek zorundalar. Ama bu halde de, şöyle ilginç bir sonuca ulaşılıyor. Bu hareketler işçi hareketiyle özdeş bir programa sahiptir. Hareket noktaları farklı olsa bile. Bu programatik özdeşlik, strateji alanında eski kalıplara sığmayan yeni bir anlayış gerektiriyor. Örneğin köylülükle kıyaslayalım. Köylülük, işçi sınıfının dışında ayrı bir güçtür. Ayrı programlara, ayrı konumlara sahip iki ayrı güç arasındaki ilişkiler sorunudur, işçi köylü ittifakı sorunu. Ama bu "Yeni Sosyal Hareketlere" insanlar toplumsal konumlarından, yani sınıfsal konumlarından dolayı girmiyorlar. Örneğin Barış, çevre hareketlerine, insan olarak varlıkları tehdit altında oldukları için; kadınlar, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar kadın olarak karşılaştıkları özgül baskılardan dolayı, zenciler zenci oldukları için giriyorlar. Yani bu hareketleri oluşturanlar, işçi sınıfı dışında, ayrı toplumsal konuma sahip ayrı bir güç değiller. Bizzat oluşturanların önemli bir bölümü ücretlilerden oluşuyor. Bu ise ister istemez, işçi sınıfı köylülük ilişkisinden çok daha farklı bir ilişkiyi gerektiriyor. Yani, klasik biçimde, örneğin işçi hareketinin köylülüğü örgütlemek gibi bir görevi yokken, şimdi, işçi hareketi, bizzat bu hareketleri de örgütlemek zorunda. Marks Engels, Komünist Manifesto'da, Komünistler, işçi hareketi içinde, onun tarihsel ve genel çıkarlarını savunan kesimi oluştururlar anlamında bir tanımlama yapıyorlardı. Ama bugünkü durumda, komünistler barış Hareketi içinde, kadın hareketi içinde, çevre hareketi içinde vs. her birinin genel ve tarihsel çıkarlarım savunmak durumunda olmalılar. Sorun böyle konulunca, tıpkı işçi hareketi içinde olduğu gibi, bu hareketler içinde yer alan diğer akımlarla ilişkiler sorunu gündeme geliyor. Nasıl bu akımlarla birlik ve onların etkisinin kırılması, işçi hareketi için işçilerin birleşik cephesi taktiğini gerektiriyor ise benzer şekilde, çevrecilerin, barışçıların, kadınların, göçmenlerin vs. birleşik cepheleri taktikleri gerekmez mi? Taktik bakımdan bir başka sorun. İşçi hareketi bürokratik bukağılarından kurtulmakta hayli zorluk çekiyor. Ama bu arada, bürokratlaşma özelliğini az gösteren ya da henüz bürokratlaşmamış bu hareketler işçi hareketinden çok daha radikal eleştirilere, programlara ve mücadele biçimlerine girmiş durumdalar. Bu hareketlere veya birine Marksistlerin öncülük
18 yapması halinde, bu hareketler işçileri reformist bürokratik aygıtların etkisinden kurtarıcı bir potansiyel taşımıyorlar mı? Bütün bunlar örgüt sorunlarında da yeni problemler yaratıyor. Örneğin kadın hareketi, birçok Marksist örgütte, kadınların nüfus içindeki oranlarına göre kotalanmasının yolunu açtı. Bunun klasik parti öğretisinde bir yeri yoktu. Bu durumda kadınların konumuna benzer bir konuma sahip olan azınlıklar için de kotalamalar gerekmeyecek midir? Bu işin bir yanı, diğer bir yanı da şu: klasik devrimci parti, fabrikalara göre hücre biçimi örgütlenir. Eğer görev aynı zamanda tüm bu hareketleri de örgütlemek ise, o zaman fabrikalara göre örgütlenme ile bu hareketler içindeki örgütlenme nasıl uyumlandırılacaktır? Görüldüğü üzere, çekirdek fiziğinde olduğu gibi, işler iyice karışmış durumda. Ve bilimde nerede çokluk varsa orada bokluk vardır. Bunların bir tek ortak paydaya indirgenmesi gerekiyor. Ve kanımızca Marksizm bu potansiyele sahip. Ama şimdiye kadar, bir sistemleştirme çabası da pek ortada yok. Bu hareketler karşısında tek tek en doğru, ya da daha ihtiyatlı söylersek, doğruya en yakın tavrı alabilen Dördüncü Enternasyonal bile bu teorik, programatik, stratejik ve örgütsel sorunların farkında değil gibi. Bu farkında olmayışın en esaslı kanıtı şu: Kadınlar üzerine karar alındı, çevre ve barış hareketleri ve sorunları şimdi tartışılıyor, ama "Yeni Sosyal Hareketler" ve işçi hareketi diye genel bir çözümleme yapılmadı. Böyle bir sorun henüz gündemde değil. Böyle bir genelleme ise, hem bu hareketler karşısındaki tavırları bir sisteme sokar, hem de Kadın, Barış, Çevre hareketlerinde, önceden hazır olmamak nedeniyle kaybedilen öncülüğü, belki doğmamış başka bir harekette, örneğin göçmenler hareketinde —ki göçmen işçiler, yerli işçiler bölünmesi işçi hareketinin tarihinde gördüğü en korkunç tehlikeli bölünme özelliğini taşıyor— öncülüğün ele geçirilmesini sağlayabilir. Bu hareketler ve bu hareketleri yaratan sorunlar şu iki temel kavramdan hareketle ortak bir paydaya indirgenebilir: İnsanlığın yaşanması zorunlu olmayan bir tarihsel aşamadan geçtiği kavramı ve Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi kavramı. Bu iki kavram da gerçekte birbiriyle çok ilişkili. Ama bu sorunlara şimdi girmeyelim. Bakalım, bu Sesli Düşünceler bir yankı ve ilgi bulacak mı? Biz Türkiye'nin devrimcileri bu sorunlara öyle uzağız ki? Bu sorunlar en ileri ve tecrübeli unsurların bile öylesine ufku dışında ki, insan umutsuzluğa kapılıyor. Tartışma özlemi kursağında kalıyor. Yazmak içinden gelmiyor. Belki 80 sonrasının kuşağı, tüm zayıflıklarına rağmen bu sorunlara daha açıktır.
Not: Bu yazı Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin Haziran 1987 tarihli beşinci sayısında yayınlandı. (11.09.2000)
19
Tarihin Maddeci Kavranışının İçinde Kıvılcımlı’nın Yeri Bu güne kadar genellikle kişisel ve ahlâki nitelikleri veya belirli politik konjonktürlerdeki tavırlarıyla değerlendirilen Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın tarih araştırmaları ve bunların sosyolojik sonuçları üzerinde pek durulmamıştır. Halbuki Kıvılcımlı'nın uluslararası ölçekte değerlendirilmesi gereken katkıları özellikle bu alanda yoğunlaşmıştır. Bu nedenle, Kıvılcımlı'nın ele aldığı sorunların ve önerdiği çözümlerin gerçek yerini ve önemini kavrayabilmek için, aslında tek gerçek bilimsel/diyalektik bir sosyolojiden başka bir şey olmayan Tarihsel Materyalizmin sisteminin yapılanışına ve bu yapının öğelerinin eşitsiz gelişimine kısaca değinmek gerekiyor. Tarihsel maddeciliğin bir tarihi, ama kavramların tarihi olarak bir tarihi;somut tarihteki geri dönüşlerinden, çarpılmalarından teorinin saf hareketi olarak soyutlanmış bir tarihi bu güne kadar yazılamamıştır. Fakat gerçek. tarihsel hareketini izlemek, Kıvılcımlı'nın bu alandaki yerini ve anlamak için bir ipucu oluşturabilir ve bu öğretiye katkısını anlamayı kolaylaştırabilir. Tarihsel Maddeciliğin kurucuları olan Marks-Engelsin teorik çalışmalarının odağı, Felsefe'den Tarih ve Sosyoloji'ye, oradan da Ekonomi'ye doğru bir değişme eğilimi gösterir. Marks 1845'te Feuerbach üzerine 11. Tez’índe "Filozoflar dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler;oysa, asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir. " diye yazarken Felsefeyle kopuşuyordu. Dünyayı değiştirmek için ise onu açıklamak; nesnel hareket yasalarını bilmek gerekiyordu. Bu yasalar ise toplum bilimlerinin biricik laboratuarı olan Tarih'ten çıkarılabilirdi. Tarihin incelenmesi ise, kendisi de son duruşmada toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyine göre belirlenen Maddi Üretim İlişkilerinin, kısaca ekonominin tüm toplumsal yapının üzerinde yükseldiği temel olduğunu gösteriyordu. Modern toplumun ekonomi temelini karakterize eden genelleşmiş meta üretimi olduğu ve meta üretimi bütün toplumsal süreçleri kendi girdabına sürüklediğinden; modern toplumu anlayabilmek için genelleşmiş meta üretiminin yasalarını bilmek gerekiyordu. Bu silsile nedeniyledir ki, Marks'ın temel eseri olan Kapital bir ekonomi politik eleştirisidir. Marks'ın yıllarca yaratıcılığını ve enerjisini yutan ekonomi politik araştırmaları modern toplumun üzerinde yükseldiği temeli kavrayabilmek için henüz bir küçük başlangıç olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Öte yandan bu araştırmalar yaşanmış ve yaşanacak tarihin büyük bölümü bakımından toplumsal gerçekliği anlamayı sağlayabilecek bir konu bile değildi. Çünkü insanlık tarihinin büyük bölümünde meta üretimi yoktur veya arızi kalmıştır. Diğer bir değişle MarksEngels'in taslaklaştırdığı Tarihsel Maddecilik teorisi, yüzlerce bilim adamının ve birçok kuşağın çabalarıyla inşa edilmeyi bekleyen bir duvarcı siciminden başka bir şey değildir. Kurucular sadece krokiyi çizebilmişler ve bir kaç taş koyabilmişlerdi. Bizzat Marks'ın yazabildiği Kapital aslında yazmayı planladığı kitabın çok küçük bir bölümüydü. Modern toplumun diğer alanlarına, üstyapılara (sınıflar , partiler , ideolojiler , devlet, sanat, din vs. ) henüz girilememişti bile, sadece
20 bazı tarihsel dönemleri yorumlarken sanki geçerayak söylenmiş değerli değinmeler vardı. Diğer yandan koskoca tarih incelenmeyi bekliyordu. Sonra gelen Marksist kuşaklar inşa edilmeyi bekleyen Tarihsel Maddecilik yapısını bizzat bu bilimin kendi ihtiyaçlarından hareketle geliştirmediler, kendi sosyal pratiklerinden doğan ihtiyaç ve zorunluluklarla belli alanlarda yoğunlaştılar. Engels, toplumsal ihtiyaçlar bilimlerin gelişmesine yüz üniversiteden daha fazla etkide bulunurlar demişti. Bir toplumsal praksis öğretisi olan Tarihsel Maddecilik de bu kuralın dışında kalmadı. Kuruculardan sonra gelen tarihsel maddeciler kuşağı, Avrupa yani modern toplum gerçekliğini o zamanki politik mücadelenin ihtiyaçlarına göre yeterli sayılabilecek kavramsal araçlara sahip oldukları için ilgi ve enerjilerini, işçi sınıfının tarihsel görevini nasıl yapabileceği sorunu üzerinde, yani politika alanında yoğunlaştırdılar. böylece strateji taktikler program ve örgüt sorunları esas teorik katkıların yapıldığı ve aynı zamanda teorik ilginin merkezindeki alanlar oldular. Bu alanlarla en ilgisizmiş gibi görünen çalışmalar bile aslında strateji, program ve ittifaklar sorunlarıyla ilgileri ölçüsünde gündeme geldi. Daha sonraki kuşakların aksine, kurucular gibi felsefeden konuşurken bile politiktirler. l920'lerin ortalarından sonra ise, Ekim Devrimi'nin tecrit olması ve yozlaşmaya başlaması ve batı Avrupa'daki devrimlerin yenilgileriyle birlikte işçi hareketine sosyal demokrat ve Stalinist partilerin egemen olduğu, günümüze kadar gelen dönem başlar. Bu dönemde sosyalist eleştirel ve yaratıcı kafaların bu partilerle açıktan bir çatışmaya girmemek ve var olan toplum karşısındaki köktenci eleştirel tarihsel maddeci tavrı sürdürebilmek için soyut konularda özellikle felsefe ve sanat alanında yoğunlaştıkları görülür. Marks'ın yolunu tersinden kat ederler. Eleştirideki radikallik konularda soyuta kayma bahasına korunabiliyordu. Bir zamanlar cılız Alman burjuvazisinin radikal bir eleştiriyi ancak felsefe ve müzik aracılığıyla dile getirebilmesi gibi. Troçkist olarak nitelenen, gerçekte ise klasik mirası savunma üzerinde yoğunlaşan akım ise klasik ekonomi politika ver sınıflar alanlarında yaratıcı eserler vermesine rağmen, geleneği sürdürmesinin ve politik uzlaşmazlığının kefareti olarak aydınlardan ve işçi hareketinden tecrit kalıyordu. Tarihsel maddeci teorisyen kuşaklarının ilgi alanlarının ve değişiminin bu kısa sergilenmesi, çalışmaların hemen tümüyle modern kapitalist batı Avrupa alanında yoğunlaştığını, kapitalizm öncesi tarihin ve Avrupa dışının hemen hiç gündeme alınmadığını; yapısal bakımdan ise modern felsefe ve sanat alanıyla sınırlı kalındığını gösterir. Sınıflar, strateji, taktikler, örgüt biçimleri, devlet, din; modern üretim biçimi ve sınıflarla eski üretim biçimleri ve sınıfların kaynaşması gibi alanlar ilginin dışındadır. l960'larda Marksizmin yeniden canlanması hemen hemen bu alanları gündeme getirir. İşte Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın katkıları ve önemi "Batı Marksizmi"nin dışında kalan bu alanlarda ortaya çıkar. Bu alanlarda l960'lardan sonra onlarca Marksist teorisyenin katkılarıyla sağlanan gelişmeler, Kıvılcımlı'nın tek başına dünyanın taşrasının hapishanelerinde ulaştığının çoğu kez kenarına bile varamaz. Aynı alanlarda habersizce yoğunlaşıldığı durumlarda ise, Kıvılcımlı'nın
21 kendi kendine ulaştığı sonuçlar klasik Marksist geleneği sürdürenlerle (Troçkist akımla) hayret verici benzerlikler gösterir. (Tipik bir örnek olarak, sınıflar, sınıflar arası ve içi bölünmeler, bürokrasi, devletin özerk karakteri vs anılabilir. ) Kıvılcımlı'nın tarihsel materyalizme en büyük katkısı kapitalizm öncesi uygarlıkların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarını yöneten yasaları bulmuş olmasıdır herhalde. Marks'ın temel eseri nasıl modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırmaya çalıştıysa, onun eseri de kapitalizm öncesi uygarlıkların yüzündeki peçeyi kaldırır. Özellikle uygarlıkların yıkılışının birer tarihsel devrim olduğunu görmesi ve bu devrimlerin öznesi olarak ilkel sosyalizm geleneklerinin önemini göstermesi bu keşiflerin zirvesidir. Kıvılcımlı'nın bu keşifleri keşfedilmeyi beklemektedir. Modern işçi sınıfı, ister nesnel ister öznel nedenlerle olsun tarihsel görevini yapmakta antik tarihin köleleri gibi yeteneksizlik gösterdikçe ve modern uygarlık klasik Roma uygarlığının son günlerine benzedikçe birçok teorisyenin ilgisi kapitalizm öncesi uygarlıklara yönelmektedir günümüzü anlayabilmek için (örnek:R. Bahro). Bu yönelişler elbet Kıvılcımlı'nın keşfine de yol açacaktır. Teorik soyutlamalar ve problemler düzeyinde Tarih bugün hiç bir zaman olmadığı kadar günceldir . Tarih'in Marksist teorisyen kuşakların ilgi alanlarının dışında kalması, aynı zamanda onun resmi partilerce politik taktiklerin bir fonksiyonu olarak ele alınmasına da bağlıydı. Leninlerin kuşağı tarihle meşgul olmaya gerek görmemişti; Lukacs'tan Althusser'e kadar olan kuşaklar ise giremezlerdi, çünkü netameli bir konu olmuştu. Böylece tarihin maddeci öğretisi içinde tarih azgelişmiş bir alan olarak kalırken, paradoksal olarak burjuva düşüncesi içinde bütün tarih ve toplum kuramlarının temellendirildiği en çok yatırım yapılan alanlardan biri olur. Burjuvazinin tarihsel olarak kendine güvenini ve iyimserliğini yükselen işçi hareketi karşısında yitirmesiyle birlikte, birer yıkılmış medeniyetler mezarlığı olan tarih, burjuva veya batı uygarlığının sonunu öngörenler için bitmez tükenmez bir analojiler kaynağı oluşturur (Spengler, Toynbee, Sorokin vb. ). Diğer yandan, Emperyalizm çağının ırkçı teorileri de kanıtlarını özellikle tarih alanında bulmaya çalışmıştır. Medeniyetlerin yıkılış ve kuruluşlarında ilkel sosyalist gelenekli "barbar" halkların oynadığı rol ve onların yetenekleri bu halkların ırksal özellikleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Böylece tarih, özellikle de medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları en gerici burjuva düşünürlerin at koşturduğu bir alan olarak ortada kalınca, giderek bu problematiğin ve alanın kendisinin gerici bir öz taşıdığı gibi bir izlenim de ayrıca kafalarda yer etmiş ve bu durumun yeniden üretimine katkıda bulunmuştur. Onun teorik çalışmasında Tarih'in böylesine merkezi bir yer kaplamasının nedeni soyut akademik kaygılar ya da netameli sorunlardan uzak kalma çabası değil, tam da Türkiye gibi geri bir ülkenin toplumsal yapısını kavrama, yani daha gelişmiş bir politikaya ulaşma çabasıdır. Bu nedenle Kıvılcımlının teorik çalışmalarının ve katkılarının esas önemli bölümünü kapitalizm öncesindeki tarihin ve toplumların hareket yasalarının Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi çerçevesinde açıklanması oluşturur. Tarih Öncesi, Tarih, Devrim, Sosyalizm'de bir bütün olarak
22 kapitalizm öncesi tarih ve uygarlığa geçişin çeşitli biçimlerini inceler. İlkel Sosyalizm'den Kapitalizme İlk Geçiş -İngiltere- ve Son Geçiş Japonya'da modern tarihe geçişleri inceler. Osmanlı Tarihi'nin Maddesi'nde somut bir imparatorlun kuruluş ve yıkılışı ele alınır. Burada, onlarcası arasından bu çalışmaların bazı metodolojik sonuçlarına değinilerek önemi gösterilebilir. Örneğin İlkel, Köleci, Feodal tarzındaki şemanın tarihi anlamayı olanaksızlaştıran bir deli gömleği olduğu l960'lardaki tartışmalarda birçok Marksist tarafından dile getirilmiştir. Ancak aynı teorisyenler tartışmayı skolâstik düzeyde sürdürüp, başa veya arada bir yere bir de Asya Tipi'ni katmaları yeni bir deli gömleği ortaya çıkarmaktan başka bir şey başaramadılar, çünkü hepsi tarihin oldukça düz bir yol izlediği varsayımına dayanıyordu. Kıvılcımlı'nın çalışması bu varsayımı yıkmıştır. Eşitsiz Gelişim tüm insanlık tarihinin genel bir yasasıdır. Ve yine bu kavrayışa göre, örneğin "Feodalizm" "Kölecilik"ten daha sonra gelmesine rağmen ondan uygarlık ölçülerine göre daha "geri" bir üretim biçimidir. İlginçtir ki, "Troçkist" gelenek de, eşitsiz gelişimin tüm insanlık tarihine özgü bir yasa olduğu noktasında yoğunlaşmıştır Bu da bir rastlantı değildir. Antik tarihte olduğu gibi modern tarihte de geriden gelen bir an için öne itilmekte ama bu atılışın kefaretini yozlaşması, uygarlaşması ya da bürokratlaşmasıyla ödemektedir. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermemektedir. Gerek Rus Devrimini ve sonraki yozlaşmasını, gerek antik uygarlıkların kuruluş ve yıkılışını anlamak eşitsiz gelişim yasası olmadan olanaksızdır. Metodolojik düzeyde bir başka katkısı, Osmanlı Tarihinin Maddesi'nde açıkça da belirttiği gibi, Antik uygarlıkların analizinde ekonomik temeli değil, üstyapıyı hareket noktası olarak almasıdır. Ancak metodoloji, tarih ve toplumsal yasalar söz konusu olduğunda Stalinist resmi öğretiyle her bakımdan çelişki içinde bulunan Dr. H. Kıvılcımlı çağdaş politika alanında Stalinist yönelişlerin sadık bir izleyicisi olmuştur. Bu çelişkisini ölümünün arifesine kadar görememiştir. Ama sadece kendisi değil onun eleştirmen ve izleyicileri de bu çelişkisini görememişler, onun somut, aktüel konulardaki yönelişlerini tarihe ilişkin çalışmalarının mantıki sonucu olarak görmüşlerdir. Aslında bu ikisi arasında Hegel'in sistemi ve yöntemi arasında olduğu türden bir çelişki vardır. Bugün yeni kuşaklar için son derece olağan bulunabilecek ama bir zamanlar son derece yeni ve "yıkıcı" ilgi ve düşünceler Kıvılcımlı'nın kitaplarına serpilmiş değerlendirilmeyi beklemektedir. Bunlardan bir kaçını analım. Örneğin psikanaliz resmi Stalinist öğretide daima bir burjuva bilimi olarak değerlendirilmiş ve dışlanmıştır. Psikanaliz Frankfurt Okulu'nun araştırmalarında modern toplumsal gerçekliği anlamak için bir konu olabilmiştir. Kıvılcımlı'nın psikanaliz karşısındaki tavrı Troçki'nin ve "Batı Marksizmi" geleneğinin tavrına benzer. Onu eleştirel bir şekilde geliştirmeye çalışır. Yalnız bunu daha ziyade kapitalizm öncesi toplumların incelenmesinde kullanır. Son yıllarda ekolojik bir felaket olasılığının giderek büyümesi insan doğa ilişkisini gündeme getirmiştir. Bugün tarihte de bu ilişkinin ve sorunların araştırılmasına yeni yeni girilirken
23 Kıvılcımlı eski uygarlıkların çöküşüyle doğanın tahribi arasındaki ilişkiler üzerinde yıllar önce önemle durmuştu. Kıvılcımlı bir feminist değildi ve kadınları bir mücadele öznesi olarak görmemişti ama buna rağmen ulaştığı sonuçlarda birçok çağdaşından daha ilerideydi. Bugün feminist hareket tarihi yeniden yazarken birçok bakımdan Kıvılcımlı'nın bulgularıyla çakışmaktadır. (Örneğin "Allah Önce Kadındı") Latin Amerika'da gelişen Kurtuluş Teolojisi bir yandan, İslam ülkelerindeki radikal dinsel hareketler diğer yandan son yıllarda Marksist teorisyenleri din konusundaki kaba değerlendirmelerini gözden geçirmeye itmektedir. Kıvılcımlı'da hem bu günkü gelişmelerin nedenleri ve öngörüsü, hem de metodolojik düzeyde bugün ulaşılmaya başlanan daha derin bir kavranışı kolaylıkla bulunabilir. Avrupa uygarlığının zaferini kutladığı, herkesin Avrupalı olmak veya sayılmak için kuyruğa girdiği günlerde yaşıyoruz. Ama bir süre sonra Avrupa Merkezli ve Avrupa Bencili dünya ve tarih kavranışlarının insanlığın büyük çoğunluğunun soyulması ve felaketi anlamına geldiği görülecek Üçüncü Dünya'nın; Avrupa'da beyaz adamdan sayılmayıp dışlananın hareketi ve tepkisiyle birlikte Avrupa merkezli tarih ve toplum anlayışlarının bir eleştirisi de, şimdiden tohumları görüldüğü gibi başlayacaktır. İşte o zaman tarihin kavranışında Kopernik'in Astronomi'de başardığı türden bir devrim yapan Kıvılcımlı'nın Tarih yorumu bu mücadeleyi yürütenler için dayanılacak devrimci bir temel olacaktır. Ancak kıvılcımlının eserinin sonuçları sadece bunlardan ibaret değildir. O günümüzün dünyasını ve Yeni Sosyal Hareketleri kavrayabilmek; toplumsal gerçekliği daha yakından kavrayan devrimci stratejiler geliştirebilmek için de son derece önemli metodolojik katkılar yapmıştır. Marksizm içinde reformizmin metodolojik kökleri daima tarihin düzgün ve aşamalı bir evrim geçirdiği kavranışına dayanmıştır. Devrimci Marksistler daima bu anlayışla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bu da eşitsiz gelişim yasasına vurguyu gerektirmiştir. Ancak bu yasa toplumu daha diyalektik olarak kavramayı sağlarsa da toplumsal gerçekliği daha derinden kavramak bakımından belli sınırlılıklar taşımaktadır. Gerçek toplumda değişik üretim biçimleri ve o temeller üzerinde yükselen üstyapılar sadecre zaman içinde eşitsiz gelişimlerle birbirini izlemekle kalmazlar aynı cağ ve toplum içinde bir arada bulunurlar. Ancak bu bir arada bulunuş onların birbirinden bağımsız olarak bir arada bulunması değil birbirine bağımlı olması, bir simbiyoz yaşama geçmesi olarak anlaşılırsa toplumsal gerçeklik daha derinden kavranabilir. Aşamalı ya da eşitsiz tarih kavranışlarıyla sınırlı kalınırsa gelişmiş üretim ilişkilerinin eski biçimleri yok edeceği sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir. Örneğin kapitalizmde ailenin yok olması gerekirdi veya kapitalist gelişimle birlikte geri ülkelerdeki eski biçimlerin tasfiye olması. Ama yaşanan gerçeklik çoğu kez bunun tam da aksini göstermektedir. Gerçek tarihsel hareketinde sermayenin kendini yeniden üretebilmek için aileyi güçlendirdiği, kapitalizm öncesi ilişkileri yeniden üretip güçlendirdiği görülmektedir. Bu kaynaşma süreci aynı zamanda yeni öznelerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bu öznelerin hiçbiri, sermayenin kendi öz mantığının ürünü
24 olarak ortaya çıkmamalarına rağmen (örneğin değer yasası cinsler ve ırklar karşısında nötrdür.) hedeflerinin gerçekleşmesi kapitalizmin tasfiyesi önkoşuluna bağlıdır ve bu nedenle de sosyalist bir karakter taşırlar. Bu hareketler kendi varoluş koşullarını ve nedenlerini tartışıp derinleştikçe eklemlenme sorunu ve kavramıyla, diğer bir deyişle farklı üretim biçimlerinin simbiyoz yaşamı ve bir sistem oluşturması kavramına varmışlardır. Aslında metodolojik kökleri fazla işlenmemiş olarak Marks'ta bulunan sermayenin gerçek tarihsel hareketini eklemlenme yaklaşımıyla ele almak, (Marks'ın İrlanda sorununu ele alışı ve Kapitalin üçüncü cildindeki rant bölümü hatırlanabilir. ) Son yıllarda Ezilen ulus ve cinsleri inceleyen teorisyenlerce adeta yeniden keşfedilen bu metodolojik ilke, Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından Türkiye’nin toplumsal gerçekliğinin analizinde başarıyla kullanılmıştı. Finans Kapitalin tefeci bezirganlıkla kaynaşmışlığı ve birbirini güçlendirdiği şeklindeki bir türlü anlaşılamayan yaklaşımları veya "Kadın Sosyal Sınıfımız" adlı makalesindeki metodolojisi böyledir. Ve ilerde bir program ve strateji tartışmasının yürütülmesinde metodolojik bir ilke olarak yeniden gündeme gelecektir. Bu kavramsal araçlara dayanmadan yeni sosyal hareketlerin varoluşunu ve hedeflerinin sosyalist karakterini; özetle sermayenin gerçek tarihsel hareketini anlamak olanaksızlaşır. Latin Amerika'lı sosyalistler l920'lerde yaşamış birçok görüşü Kıvılcımlı ile hayret verici benzerlikler taşıyan Peru'lu marksist Mariategui'yi yeniden keşfettiler. Kıvılcımlı ise hala incelenmeyi ve keşfedilmeyi bekliyor. l960'ların sonunda kıvılcımlının l968 kuşağınca ilk keşfi onun tarihsel maddeciliğe metodolojik ve teorik düzeyde yaptığı katkılardan ziyade, o günün tartışmaları içersinde işçi sınıfı ve parti konusundaki vurgusuna dayanıyordu. Hatta denilebilir ki, onun en anlaşılmamış yanı metodolojik ve teorik katkıları oldu. Bizleri politik alerjilerini taşımayan gelecekteki bir devrimci kabarışı yaşayacak genç kuşakların Kıvılcımlı’yı yeniden ve gerçekte ilk kez keşfetmesi kaçınılmazdır. Demir Küçükaydın 19. 01. 1990
25
Program Anlayışları Bizde "Program" deyince birçok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni'dir. Program'ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine Tartışma bambaşka sorunlardır. Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur. Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği sorunudur. Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP'nin son program taslağı üzerine yürütülen tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde yapılması gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte tartışmalar boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır. O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir "ilkeler deklerasyonu" ya da bir "durum yargılaması" olmaması gerektiği gibi. "Program Anlayışları" başlığı ile kastedilen eğer "Program Metni Anlayışları" ise örneğin, gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye'deki sosyalistlerin bu güne kadar program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok yararlı olacağı görülebilir. Ancak, ondan önce tartışılması gereken program metni anlayışları değil, program anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada girmek gereksiz. Ama biraz geçer ayak olsa da program ile program metninin dayandıkları farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor. Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman İdeolojisi, Marx ve Engels'in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto'da ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması) bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto'da öğretinin bir açıklaması yer almaz, buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi'nde ise teorinin bir açıklaması vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman İdeolojisi olmadan Manifesto
26 olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü, sonucudur. Ama çok özel bir sonuç. Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da Müslüman program ve tüzüğü kabul ediyorsa, bunları savunuyorsa pekâlâ bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için Marksizm benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda. Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde teorik tahlillerle, prensipler deklarasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir. Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir. Bu durumda "Program Anlayışları"nı "Program Metni Anlayışları" olarak sınırlamak, gerçek sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır. Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz Marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi'nde şöyle yazıyorlardı: "Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen var olan öncüllerden doğarlar." 1 Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı var olan toplumdaki kötülüklere, eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü gelmektedir. Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip
1
Marx - Engels, Seçmeler,C.I., s.42.
27 koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır. Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. "Mademki olgun değil, bari şu kadarcığına ulaşalım" diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar. *** Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek için Türkiye Devrimci Hareketi'ni ele alalım. l960'larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı en, azından formel olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada "Sosyalist Devrim" diyen TİP Türkiye'nin kapitalist bir ülke olduğunu, "Demokratik Devrim" diyen MDD ise yarı feodal bir ülke olduğunu söylüyordu2. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak varsayımı daha paylaştıkları görülür. MDD'ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP'in yaptığı gibi sosyalist devrimi önermek son derece doğrudur. Yani TİP'in yanlışı metodolojik değil olgulara, nesnel durumun tahliline ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir. Ülke yarı-feodal olsa Demokratik taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD'nin çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır. Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı görülür: toplumlar sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır. Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir. Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da, "tam da Türkiye'de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere sahip olacaktır", veya "Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler güçlüdür" önermesini3 ortaya atmamıştır. Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye'de ya da herhangi bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse çıkıp da,
2
Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı ediyoruz. 3
Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden çok uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.
28 "sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız" tezini savunmamıştır. Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler. Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan "Sosyalist Demokrasi" tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır. Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir soluk verebilir. Türkiye Solu'nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış ve yorumlarına dayanacaktır. Yani "Komünist Manifesto"muzu yazabilmek için önce "Alman ideoloji"mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız; Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda oldukları bir görev. Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün artık anlamsızdır. 1. Toplumlar düz bir çizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihte bunun bir tek örneği bile yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir. 2. Kapitalizm diğer üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol açar. 3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir. 4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl sınıfsız topluma ulaşmak için var olan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı taslaklaştırmalıdır.
29 Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma, hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması; hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir programın ortaya çıkmasını sağlayabilir. Demir Küçükaydın 25.01.1990. Hamburg
30
Marksizm ve Günümüz Dünyası Geçenlerde bir burjuva politikacısı "Marx öldü, İsa yaşıyor" diyordu4. Bir burjuva gazetesi "Komünizmin sonu mu, ya şimdi!" diye bir soruşturma düzenliyor5. "İdeolojilerin Sonu" ilan ediliyor. Fransız Sosyolog Alain Touraine "İnsan Hala Solcu Olabilir mi?" diye soruyor ve Le Monde'da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip yayınlanıyor. Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar Marksizm’e karşı, ulusal ve dinsel bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu ayaklanan insanların dilinde "Marksizm", "Komünist", "Komünizm" baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak kullanılıyor ve nefretle anılıyor. Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en atılgan hayal gücünün bile sınırlarını zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla Marksizm adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala Marksizmden söz etmek garip olmuyor mu? Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı, onun nedenlerini, ondan kurtulma olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir öğreti idi ve ancak İslamiyet’in yayılma hızıyla kıyaslanabilecek bir çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer etmişti. Şimdi ise yine aynı yığınlar İslam’ın ya da kilisenin ya da ulusal kahramanların bayrağı altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu öğretinin imtiyazlı taraftarlarına karşı ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha fazla ciddiye almanın bir anlamı var mı? Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm. Öte yandan sadece ezilen yığınlar da değil, Marksizm adına bağlı olduğunu söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar ekonomisinin faziletlerini keşfediyorlar. Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizm’in insanlığın kurtuluşu için tek geçerli öğreti olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor çünkü yine Marksizm adına, o öğretiyi savunarak, birtakım insanlar canları bahasına, Marksizm adına yapılan o işlerin Marksizmle bir ilgisinin olmadığını söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok önceden, aşağı yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler6. Tarihsel materyalizm kendisinin bilincinde olan bilimdir, yani kendi kaderini de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu anakronik gelişmelerin
4
Norbert Blüm, burjuvazi bu sözleri özellikle işçi kökenli bakanına söyletiyor.
5
Die Zeit, "Ende des Kommunismus - und was nun?", 29 Dezember 1989
6
Özellikle Sol Muhalefet ve "Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler parlak bir şekilde doğrulanmış olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori olduğunu kanıtlamış bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır.
31 tarihsel maddecilik tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta bütün bu olayların gerçek anlamını kavrayabilmek için tek teori olma özelliğini korumaktadır. Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir program geliştirme yeteneğinde değildir. Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok daha hızlı görülecektir. Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama insanlık açısından son derece kısa olacaktır. Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama sosyalizmi bayrak yapmış kastların imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar; kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi "planlama" adlı plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar. Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir. Kapitalist dünyanın metropollerinde bile milyonlarca işsiz var. Kapitalist dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa'nın entegrasyonunun savaş sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir olasılık. Bulvar basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi Polonya'da görülen kapitalizm hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar. Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları kolaylıkla nefrete dönüştürür. Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve milliyetler bayrağı altında Marksizm’den ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere karşı isyan etmesi; burjuva politikacıların ve teorisyenlerin Marksizm’in sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel Marksizm açısından bir sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi olduğumuz devasa olaylarla sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o dünyanın gerçekten hem bir hareket hem de bir kurtuluşçu öğreti ve bilim olarak Marksizm’in önüne koyduğu ciddi sorunları görmemek olur. Evet, bugün Marksizm’in bir krizinden söz edilebilir ve etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik bizzat kendi iddia ettiği gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki bütün değişme ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan geçen bir karakter arz edecektir. Bu kriz Doğu Avrupa'daki olaylardan ya da burjuvazinin eleştirilerinden doğmuyor. Aksine Marksizm’e yönelik ciddi eleştiriler soldan geliyor. Tarihinde ilk defadır ki Marksizm, insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce, üzerinde gerçekten önemle durulması gereken eleştirilere uğramaktadır. Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda gerçekten kolay bir zafer kazanmıştı. Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu. Şimdi bir bakıma belki ilk defa bu şansı elde ediyor.7
7
Bakınız Perry Anderson, "Tarihsel Maddeciliğin İzinde", Belge Yayınları.
32 Son yıllarda entelijansiyanın Marksizm’den uzaklaştığına şahit oluyoruz. Marksizm entelektüel cazibesini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin ülkelerinde görülen, yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek dayanışmacı ve eşitlikçi bir toplum idealini terk ederek yerini siperlerin karşı tarafında seçenler değil8. Aksine bu ideale bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve bunun için gerekli gücü Marksizm’de bulamayanlar. Son yıllarda Marksizm’in entelektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ'ın saldırısı değil "Yeni Sosyal Hareketler"in varlığı bulunmaktadır. "Yeni Sosyal Hareketler" varlıklarıyla Marksizm’in iki tekeline son vermiş görünüyorlar. Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi, adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm var olan sistemin eleştirisinde yaygın Marksist anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi. Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist ve ekolojik "paradigmaları" daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil. Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor. Marksizm kaderini işçi sınıfı hareketine bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin krizi Marksizm’in de krizini, radikalliğini ve globalliğini yitirmesini belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı gerçekten enternasyonalist dayanışma örnekleri verirdi. Bugün ise işçiler ve onların partileri ya burjuvalarının safında ya da milliyetçi taleplerle grevler yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma önerileriyle reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi hareketine bağlı olarak yarım yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal dışında böyle bir örgüt yok. Ama örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar emperyalist ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.9 Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları gündeme getirir. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler. Ama 8
Aslında Latin Ülkelerindeki eski solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar marksizmin gerçekten entellektüel gücünü yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve bu gelişmelerin bir tür habercisiydiler. Aydınların tekrar marksizme yönelişleri başlamadan kısa vadede yığınların marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim yığınlar tarafından yapılmadan önce aydınların kafalarında olur 9
Fransa'nın Pasifikteki Atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı sabotaj yapmıştı örneğin.
33 "yeni sosyal hareketler" içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı yer almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse eklektik olmadan bunu tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye yerleştireceğiz? Keza iktisadi ilişkiler içindeki konum belirleyici olmadığına göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği ilkesini korumak nasıl mümkün olabilir? Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu "Yeni Sosyal Hareketler" iktisadi ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması gerekmezken ve de Marks’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar uluslar karşısında nötr olduğunu belirlemişken, kullanım değerlerini araştırma dışı bırakmışken nasıl oluyor da bu hareketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde barındırıyorlar ve kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal eleştiriler getirebiliyorlar? Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi var olan sistem karşısında en radikal eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine. Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip olacak ücretler için grev yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin kendisine karşı çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani değişim değeri, sanki onun bu sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun tatil istiyor, daha güzel turizm yerleri istiyor, "Yeni Sosyal Hareketler" tatili, işi, turizmi sorguluyor. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok diğer ezilenlerin haklarına da ilgi duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri karşısında böyle bir konumları vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün ayrılmaz bir öğesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını vuruyor. Buna karşılık "Yeni Sosyal Hareketler" diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış hareketi barışa ulaşmak için barıştan daha fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi "Üçüncü Dünya"nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon Ormanları'nın imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmıyor. Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin saflarından geldi. Entelektüel bakımdan, geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik canlılık gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda muazzam bir devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter. Diğer yandan Marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık ortada duruyor. Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin esas teorik katkıları yaptıkları alanlar Marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı özellikle Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizm’de kaynak arayanlar ise, Marksizm’in bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu kez.
34 Özetlersek "Marksizm ve Günümüz Dünyası" başlığı altında tartışılması gereken gerçek sorun, "Yeni Sosyal Hareketler"in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi biçimde yüzleşmek gerekmektedir. Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç olduğu. Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın tarihsel maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı, onun gerçek tarihsel hareketinin bir ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve metodolojik problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir. Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global bir teoriye ihtiyaç vardır. Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve "Eklemlenme" ya da "simbiyoz" kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız10. Esasında bu kavramlar Marx'ın öğretisinde başından beri tohum halinde vardırlar, ama daha ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır. Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise, Marksizm’in daha ziyade Avrupalı, beyaz ve erkek işçi hareketinin sınırları dışına pek taşamamasıdır. Taşma yönündeki her hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla hesaplaşmak ve bu kavramlara dayanmak zorunda kalmıştır. Böyle bir yaklaşım bizlere sadece "Yeni Sosyal Hareketleri", onları yaratan sorunları açıklamakla kalmaz; onların pek de yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin antikapitalist karakterini açıklama olanağı da sağlar. Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç örnek verelim. Marks’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün evrim kavrayışına sahipti. Buna göre ileri bir toplum geri olana geleceğini gösteriyordu. Kapitalizm, kapitalizm öncesi kalıntıları ve üretim biçimlerini tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven partilerde olduğu gibi, pekâlâ uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı altına alınması ve sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marks bile, Hindistan'da İngiliz egemenliğini alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu incelerken, kapitalizmin İrlanda'dan geri ilişkileri tasfiye etmediğini, ama onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu durumun İrlanda Kurtuluş Hareketi gibi bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm, metodolojik düzeyde, sermayenin 10
Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse marksizm ve günümüz dünyasını bu bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı bir kitap olarak hazırlamayı düşünüyoruz.
35 gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir yaşama girdiği, "Eklemlendiği”nden başka bir anlama gelmiyordu. Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalayarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı görüşündeydi, tıpkı Marks’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak. Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin en büyük teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal masraflarını azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor ve güçlendiriliyordu. Kadın Hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir özne ortaya çıktı. Bilinçsizce uygulansa ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç aynıydı: "Eklemlenme" ve "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi". Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve radikal bir program geliştirme ve de yeni görev ve güçlere uygun yeni stratejiler belirleme; Marksizm’e eski entelektüel gücüne kavuşma olanağını sağlayabileceğidir. Demir Küçükaydın 26.01.1990 Hamburg
36
Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme Sunuş Türkiye'deki Sosyalist Birlik tartışmalarına paralel olarak yürütülen Avrupa'daki tartışmalarda gündem -ya da daha doğru bir ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel kayıtlara rağmen, Türkiye'deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı: "Günümüz Dünyası ve Marksizm". Avrupa'daki tartışmaların gündeminin tespit edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp alınmaması üzerine en çok tartışılan konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden ziyade, Türkiye'deki girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup, Türkiye'deki girişime "bağımlılığı" vurgularken, diğer grup "paralelliği" vurguluyordu. Bu, bir bakıma Avrupa'daki girişimin kendi inisiyatifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir tartışmaydı. Bu tartışma bağlamında, "bağımlılığı" vurgulayanlar Türkiye'dekinden değişik bir gündem maddesine, somut olarak ta "Günümüz ve Marksizm" konusuna itirazlarda bulundular, yoksa konunun kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı. Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen, üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi çeken konu yine "Günümüz ve Marksizm" oldu, on tebliğ sunuldu.11 İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa çapındaki ilk tartışmada (10 Şubat 1990) ilk gün seçilen dört konudan biri olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse gitmediğinden, tartışılan tek konu yine "Günümüz ve Marksizm" oldu. Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne de yeterince tartışacak zaman bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru dürüst tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri bir toplantı yapmayı planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için, çeşitli tebliğlerin bir özet değerlendirmesi görevini, bu satırların yazarına vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde planlanan tartışma yapılamadı. Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması düşünülen ama tartışılamayan değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak isteyenlerin başına. 11
Şu tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm"; Temel Demirer, " `Günümüz ve Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler (Taslak)"; P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz ve Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası"; Doğan Tarkan, "Marksizm Yaşıyor"; Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz Dünyasında Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk Taslak".
37 Günümüz Dünyası ve Marksizm'den söz edildiği an, günümüzde şahit olduğumuz gelişmelerin Marksizm açısından ne ölçüde kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp açıklanamayacakları; bu teori üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir ifadeyle, "Marksizm geçerli midir?" tartışmasına girilmiş olur. Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar: Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi, herkesçe üzerinde anlaşılmış, net olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz dünyasındaki değişiklikler birçok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde anlaşılan da çok farklı olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan Marksizm'e yüklenen içerikte (hareket mi, teori mi, ideoloji mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer yandan da Marksizm'den hangi geleneğin (Maoizm, Stalinizm, resmi sosyalizm, Batı Marksizm’i vs.) anlaşıldığındadır. Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve Marksizm ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya koyduğunu sınıflamak adeta olanaksızdır. Kimi Marksizm’i bir yöntembilim düzeyinde; kimi toplum ve tarih teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket olarak ele almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla sıralamaktadır. Bu nedenle tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu veya bu noktalarda benzer ve ayrılar diye sınıflamak elmalarla armutları toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde konudan anlaşılan başka bir şeydir. Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler, aslında tartışılmamış bir başka başlığın ortak paydası altında toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa'nın kafasında kuyrukları birbirine değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak kalmazlardı. Bu başlık şöyle olabilirdi: "Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?" ya da "Marksizm Nedir?". Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından değerlendirilebilirler ve sınıflanabilirlerdi. Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar; onların her biri, bu soruya kendi verdiği cevabı, çoğu kez özel olarak belirtme gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile olmayan bir postulat gibi kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu nedenle tebliğleri Marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları bakımından sınıflamaya ve özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş bir postulayı yazarların beyinlerinin derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu nedenle de alıntı yapmak güçleşmektedir. Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre sınıflamayı bir denemek gerekiyor.
Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının ya da bilimin alanına giren sonsuz sayıda süreci kapsar. Bu nedenle, Marksizm’le ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak istemiyorsak; Marksizm açısından ele almak gerekir.
38 Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir: "günümüzün dünyasındaki hangi olaylar, Marksizm'in geçerli olup olmadığı tarzında bir tartışmayı hepsi de Marksizm’e inanan bu insanların önüne koymuştur?" Sunulan bildirilere bakıldığında, bu soruyu sormalarına yol açan, Doğu Avrupa'daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen bütün tebliğciler, Marksizm açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin Doğu Avrupa'daki gelişmeler olduğunu düşünmektedirler adeta. Tartışılan bütünüyle bu konudur. Buna karşılık, örneğin İşçi sınıfının ve modern toplumun yapısındaki değişmelerin Marksizm açısından ne gibi teorik problemlere yol açtığı12; kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun tarihsel olarak aslında ömrünü doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu13; "Yeni Sosyal Hareketler" ve tabiri caiz ise "Global Sorunlar"ın Tarihsel Maddecilik ve bir kurtuluşçu
12
Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla. Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların yok olmasının işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir soru olarak ortaya atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın basit bir parçası haline getirirken, elektronik ve bilgisayarlar sayesinde işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek kurmaya daha yatkın olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti. 13
Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı yazısında) bu sorunu tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün yanlışlığı hükmüne varmaktadır. Bu noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu söylemekte, kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir. Ancak, eğilim gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani örneğin, "kapitalizm bir çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?" Keza, bu koşullarda, "tercih ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne anlamı olmaktadır?", bunun programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu tartışmamaktadır. Marksizm iç tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm kavramlar birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi eski tutarlılığıyla yeniden kurmak gerekir. Aslında A. Kaçmaz' bu sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi tespitleri ve görüşlerini mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı atamaz, buradan kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tespitiyle sağlar bir bakıma. Bu tespit yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin kapitalizmin şafağında bezirgan İtalyan kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili yılların ortalarında sürmüş olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış olur. Bunlar, bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle açıklanırlar. Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin tarihsel bir zorunluluk olabileceği olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil, işçiler ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak gerekir. Sayın Kaçmaz, kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlar karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış olmuyor mu?
39 öğreti olarak Marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi, günümüz dünyasının son derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir. Bu bir ölçüde Türkiye Sosyalist Hareketi'nin ne kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun göstergesi sayılabilir. Aslında Doğu Avrupa'daki gelişmeler ve o toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel Maddecilik açısından anlaşılmaz sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı gerektirmemişlerdir. Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük ölçüde doğrulanması anlamına gelmektedir. Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca büyük ölçüde kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ülkelerin bürokratik olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.) tartışmamakta, bu alanda bir tek soru sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda, sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi "bürokrasi"den söz edilmektedir. Diğer yandan Doğu Avrupa'daki gelişmelerin, Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı sorunları da tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl yürütmelerimize göre kapitalist bir gelişmenin önünün açılması ve hızla ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni sömürgeye dönüştükleri ve dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar. Veya Doğu Avrupa'daki ayaklanmalarda işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi organlarının hemen hiç görülmemesi; bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi değişiklikler yapmak gerektiği vs. gibi yüzlerce sonunun hiç birine girilmemektedir. Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa'daki gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi sonuçlarının gözden geçirilmesi değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu durumda adını koymadan, Marksizm’den ne anlaşıldığıdır.14
14
Peki yazarlar Marksizm’den ne anlıyorlar? Bunun için sadece onların Marksizm tanımlarına bakmak yetmiyor. Çünkü Marksizm'i herhangi bir şekilde tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar anlamında kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm gösterebiliyorlar. Örneğin A. Kaçmaz yazısının çeşitli yerlerinde şu tanımları yapıyor: "dünya görüşüdür"; "bilimsel temele oturduğunu, evreni kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan kazandığı hüviyetiyle bir "ideolojidir". Bu tanımları yapan A. Kaçmaz'ın Marksizm’i bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o Marksizm’i sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır esas olarak. Mahir Sayın'a göre: "Marksizm sınıf mücadelesinin yol gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın Marksizm’i bütünüyle kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor. Oya Baydar ise "Marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal eylem kılavuzu mu, teori mi, yöntem mi, felsefe midir? Yoksa tümü birden midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün olmadığı gibi, çeşitli yerlerde farklı anlamlarda kullanabiliyor.
40
Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi? Peki Marksizm nedir? Marksizm’in ne olduğu da çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük kullanımda çoğu kez Marksizm sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır. Sosyalizm, Marksizm’le özdeş değildir. Sınıfsız, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine yönelik tüm öğreti ve hareketler sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve öğretilerden, bilimsel olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve gerilemeler otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.15
Galip Gündüz'e göre ise, "Marksizm dünyayı yorumlamak ve değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu bakımdan M. Sayın ile aynı tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise Marksizm bir "bilim ve felsefe akımıdır". Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim akımı" ne oluyor bu pek mümkün değil. Başka bir yerde de şu tanımı yapıyor: "Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir teori mi? Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur. İşçi hareketinin tabiatından gelen bir teori mi? Bunu Marksizm kendisi bile iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen teori ancak sendikalizm, ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi? Bu da tarihin çoğu dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dünya ölçeğinde ve bütün tabakalarıyla göz önüne getirilirse, hiç de doğru değildir. Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in daha sistematik ve daha düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en sistemsiz, en baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor. 15
Sosyalizm Marksizm’den önce de vardı. Kısaca eşitlikçi bir toplum idealine dayanan öğretileri ve girişimleri ifade eder. Marksizm bir yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan biridir. İslamiyet’teki Alevilikten Bogomilliğe, kurtuluş teolojisinden feminizme, ütopik sosyalizmden anarşizme kadar bütün öğreti ve hareketler sosyalizm kapsamına girerler. Bunlardan herhangi birinin gerilemesi ve yenilgisi otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu kez aksi anlama, diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü sınıflar nesnel gerçekliklerdir. O sınıflar içinde ezilen sınıflar da. Ezilen sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum özlemleri daima var olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak belli bir söylem ya da ideolojik form bulurlar. Bu ilişkinin doğru orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında, 1930'lara kadar ezilen sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve geleneği olan Anarşizmle Marksizm’in ilişkisidir. Geçen yüzyılın ortalarında anarşizm, Marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra Marksizm’in gücünün artması oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal hareketlerin ve düşünürlerin giderek daha büyük oranlarda anarşizme eğilim gösterdikleri ama buna karşılık Marksizm’in gerilediği görülmekte. Gerçekten de günümüzde Marksizm’in gerilemesi otomatik olarak sosyalizmin gerilediği anlamına gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir bütün olarak Marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış değildir, hatta eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek hedefleri anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını Marksizm adına, sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının sonucu olarak ezilen sınıflar arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son derece sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika ülkelerindeki kurtuluş teolojisinin
41 Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur. İşçilerin bireysel isyanlarından (Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi kültürüne kadar çok geniş bir alanı kapsar. Hıristiyan sendikalar da, reformist partiler de, Stalinist partiler de, anarşist partiler de işçi hareketinin birer unsurudurlar. Marksizm işçi hareketinin, işçi sınıfı ve hareketlerinin tarihi boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok küçük bir bölümünün ideolojisi olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne baktığımızda, Marksizm’in onun içindeki egemen konumu belli bir dönemi kapsar. Marksizm’den önce anarşizm ve anarko sendikalizm işçi sınıfının en aktif çekirdeği içinde onlarca yıl çok güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.16 Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam kaymalarıyla Marksizm başka bir bağlamda tartışılırken, örneğin birdenbire işçi hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu bakımdan yazarlar hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.17
Marksizm, Hangi Marksizm? Marksizm’le, kendini Marksist olarak tanımlayan; ya da Marksist bir terminoloji kullanan felsefeleri, metafizik tarih ve toplum teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir. Sovyet "Bilim İşçileri"nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri; Mao'nun diyalektik üzerine yazıları vs. Marksizm kavramı içinde ele alınamayacak, metafizik ya da skolastik öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin, diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin Marksizm lafzı altında ortaya sürülmüş ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini Marksist olarak niteledikleri için marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu iddia eden öğretilerle Nevton fiziğini, "hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır" diyerek aynı kaba koymağa benzer. Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu Marksizm olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan önce, böyle bir ayrımı kabul edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların bir kısmı, bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. Marksist değil diye ayıramayacağımız
yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin ifadesi olarak da ele alınabilirler. 16
Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O bürokratik iktidarların kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya, dünyanın en büyük işçi grubu olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır. Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi sınıfı ciddi bir yenilgiye uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz edilebilir. Sibirya’daki grevler, Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde bakıldığında işçi hareketinin bir karşı saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde söylenebilir 17
Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla girerken, Marksizm’in, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı hareketinin darmadağın olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye yazıyor. Burada çok açık olarak Marksizm kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz konusudur. Marksizm sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri aynıymış, aralarında çok yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele alınmaktadır.
42 görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden yapmaktadırlar. Örneğin Oya Baydar Marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini Marksizm’den kabul etmek gerektiği görüşündedir18. Buna karşılık, Doğan Tarkan, M. Sayın19, G. Gündüz, D. Küçükaydın gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda hemfikirdirler. Bu sınır M. Sayın'da Marx, Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci'nin Marksizm’i ile Stalin, Troçki, Kautski vs. "Ekonomizmi" arasında çekilir. Doğan Tarkan, Galip Gündüz de Troçki ve Rosa Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir Küçükaydın, tüm alanlarda değil ama belli alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt Okulu, H. Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel Marksist'in, belli alanlara ilişkin teorilerini de Marksizm bağlamında ele almaktadır. İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier'in yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek, hatta zaman zaman birbiriyle çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir pozisyonda oldukları sonucu çıkarılabilir. Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor. Radikal hareketlerin geleneğinden gelen tebliğciler, son derece açık olarak bir sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır çizmektedir. Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği gibi, Oya Baydar'da olduğu türden bir relativizm, bir agnostisizm bile açıkça ifade edilmekte. Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır. Örneğin Oya Baydar'ı bu relativizme iten, Sovyet deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur20: "Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar". Diktatörlüğe giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar.
18
Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de, Bernstein de, Lenin de, Rosa Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch, Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm KP'lerin teorisyenleri de vs. vs. sen de, ben de Marksist’tik demek istiyorum. Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı, kimse anlamadı, yazık oldu Marksizm’e demiyorum." (s.2, agy.) 19
Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent Uluer ve başka bir görüşten Temel Demirer'in kendileriyle ciddi bir hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için sık sık söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla, sevaplarıyla" sözleri aslında Oya Baydar'ın rölativizminin radikal görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp, yeryüzünde birbiriyle çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır" havasındaki sinizim, aslında nesnel olarak katillerin yanında yer almayı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve Demirer'e, kendilerinden gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru aydına dediği gibi, "katil vardır, maktuller vardır, birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden yanasın?" diye sorarlardı ve sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan, yeryüzünde en çok komünist öldüren bürokratik kast ve onun teorik, politik önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa ona karşı savaşanlardan mı? İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı yapmaktır. 20
Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve rölativizm biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi, felsefesi zenginliğini ve düşünceyi Hegel, oradan da Marx'a kadar ulaştıran dinamizmini çeşitliliğinden ve bu çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizm’in önce tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine resmi olarak aynı derecede tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması, teorinin
43 Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel olacağı anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını, kafalardaki sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir. Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır. Demokrasi bir bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında21 da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek doğru olduğuna inanması ve bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde görür. Tehlike tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya bu görüşün eline diğerlerini ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde mutlaklaşıp, çoğalma ve zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi" (Bak. O. Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk Taslak", s.2/3) Bu tavır tipiktir. Doğu Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan tek tutarlı ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'in, Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı kaba koyulmaktadır. Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça cevap vermesi beklenirdi: Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra da belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına karşı bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin ideallerine sadık kalmışlar ve onları gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç Ekim Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır. Her ikisi de olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının, kazanımlarıının tasfiyesi bir olgu ise, bu kişilerle açıklanamayacağına göre hangi toplumsal güç tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır sorularına cevap vermek gerekmektedir. Bu somut sorunların hiç birisine girilmeden bu akım Maocu'larla, revizyonizlerle, stalinistlerle aynı kaba koyulmaktadır. Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır. Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli olmamıştır. Örneğin Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir araya gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden tümüyle aldığında bir ortak anlayış olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo ekonomik formasyonun bir tür kapitalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu, yoksa önceden görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara ve tarihsel maddeciliğin ve ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi tartışmalar vardır. Yani o gelenek sanıldığı gibi tek sesli değildir. 21
Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya çalışır. Her bilim bir tek kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği reddedişi bu bağlamda da bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz çeşitlilikteki nesne, olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya çalışmasın.
44 iktidara gelirse tekçi görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan rölativist çokçu görüşlerdedir. 22
Marksizm’in Hangi Veçhesi Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik Materyalizm denen Metodolojik, Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve bunun bir alt disiplini olarak Ekonomi Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu Bir Öğreti olan yanı. Marksizm bunlardan herhangi birine indirgenemez; Marksizm bunların toplamı da değildir; bunların tutarlı ve açık bir sistemidir. Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini gerektirmez. Pekala örneğin Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği kabul etmeyen. Ya da tarihi maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir öğreti gerektiği sonucunu çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk taslaklaştıran İbni Haldun, sonra Morgan bundan hiç de Marx'ın çıkardığı sonuçları zorunlu olarak çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de söylenebilir. Birçok bilim adamı kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular ama Marksizm’i kabul etmek akıllarından bile geçmez. Keza birçok Marksist, Marksizm’in bu vehcesinin Marksizm’in bir unsuru olmadığını, doğada diyalektik bulunmadığını söyleme eğilimindedirler. Günümüz Dünyası'nın sonsuz vehceleri olduğuna göre, günümüz dünyası'nda Marksizm’in geçerli olup olmadığı en azından bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki tebliğcilerden hiç birisi böylesine bir sistematik çerçevesinde Marksizm’in bütün vechelerini gerçek hayattaki değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden aslında sadece tarihsel maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda tartışma konusu yapılmakla yetinilmektedir. Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir bilimdir. Oya Baydar marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa bilimleriyle bir analoji yaparak, hiç bir bilimin bu kadar zamanda değişmeden kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu yazar.23
22
Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm ezilenleri toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden söz ettiğimde. İlkay Demir de, global, tekçi teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya da böyle bir teoriyi kabul etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer görüşleri yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori vardır, ama bunlar birbirlerine kendi doğruluklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel tedbirlerle tasfiye etmiyorlar. Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve süreçler arasındaki ortak noktaları giderek bir tek ilkeye indirgeme çabasından başka bir şey değildir. Bu global, tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı olmak demektir. 23
"Her şey bir yana Marksizm’i tek cümlede özetleyecek olursak o, değişmenin, gelişmenin ve değişip gelişeni anlamanın yöntemidir. 150 yılda değişmeden kalması onun kendini inkarı demektir."
45 Oya Baydar'ın bu önermesi kategoriktir ve ilk bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi görülmektedir. Aslında tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu sadece Demir Küçükaydın Hamburg'taki toplantı'da24 (ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu kategorik sorunun yanlış ön kabullere dayandığını göstermeye çalıştı.25
24
Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki "Günümüz ve Marksizm" konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı burada yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması, dinleyicilerde en azından doğa bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi, popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi olmasını gerektiriyor. Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometriden verdiğim örnekler, Çince gibi geliyordu. Kimsenin anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir arkadaşın dediğine göre arka sıralarda oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. 25
Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki bilginin artması ve açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum kuramları geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz, tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi Einstein, Max Planck vs.sini yaratmak zorundadır. İlk bakışta, kategorik olarak çok doğru. Ancak Marksizm’i ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl yürütmenin ardında evrimin belli aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal diye belli aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler alanına aktarılmaktadır. Her bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını, sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gibi bir anlayıştır bu. Halbuki bilimler de toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl önceden girenlerin geçtikleri yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde onlardan çok ileriden başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de öyledir. İşte, Marksizm en son doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun bilimi olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla doğmuştur. Yani kendisinden çok daha önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi üzerinde ileriye muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marx'ın kurduğu sosyoloji bir bakıma bilimlerin gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite fiziğine benzer. Bu bilim daha doğarken, fiziğin 20 yüzyılda ulaşabileceği bir mantık ve metot düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan, Marksizm her ne kadar 150 yıl önce doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik temelleriyle. Bu durumda hiç bir bilim 150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil demektir. Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme olanağı da sağlar. Marksist Literatürde tartışılan konulardan biri de, Doğada diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok "Batı Marksizm’i" geleneği içindeki Marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı, Engels'in bir basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun Marksist öğretinin özünde bulunmadığını söylemektedirler. Birincisi, Diyalektik tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve aslında tüm bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını araştırmak varsa bunları tespit etmek kategorik olarak baştan reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek tartışılmadan bir sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır. Peki bu yasalar nelerdir? Bu noktada, Doğada diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur suyun kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek biyolojik ve fizik doğada diyalektiğin olmadığını, bunların zorlama örnekler olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de, Engels'in
46 Marksizm’in bileşenleri bakımından ele aldığımızda ise, Marksizm’in felsefi yanı, yani şu diyalektik ve tarihi maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını inceleyen bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır. Tarihsel maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A. Kaçmaz'ın tebliğinde incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir sorun ele alınmaz.
yazdığı söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa bilimlerine ilişkin örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek için kullanılamayacak durumdadır. Ama bundan doğada diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burada sorgulanması gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğada diyalektik olmadığı için değil, henüz o zamanlar doğa bilimleri diyalektik bir aşamaya varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler hiç de diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak, çok yüksek bir soyutlama düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin bazı temel unsurlarının tüm varlık alanında da geçerli olabileceği sezişiyle, diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak aynı tarihte, doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki bilgileri, kavrayışları, metodolojileriyle diyalektik bir aşamaya ulaşmış olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olacaktır ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur. Tarihsel Maddecilik ve diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi arasında belli bir zıtlık bulunmaktadır Marksizm’in geç gelişi nedeniyle. Bugün Marksizm’in elbet yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır. Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya çıkmaktadır. Bu şöyle bir benzetmeyle açıklanabilir. Bir an için Fizik biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim. Doğrudan doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı Galile ya da Newton gibi kurmuştur. Bu fiziğe göre, hızlı giden cisimlerin kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır. Bu uygunsuzluk bu fiziğin yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp, daha geri bir Newton teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, her gün karşılaşılan olaylar kavranabilsin. Bu elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir". Ya da geometri alanında, ilk geometri Euclıd geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir eğiridir diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde örneğin üçgenlerin iç açıları toplamları hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı. Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu geometrinin hiç de işe yaramadığını görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden değil, çok ileri olduğundan yetersiz kalır, pratik işler için bir Euclit'e gerek vardır. Marksizm’in durumu da tam bu örneklere benzer. Örneğin Marx kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin belli bir aşamasında var olan üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en yüksek olduğu ülkelerde olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani Marksistlerin ya da Tarihsel Maddeciliğin bir çok ön görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe hep bir doğru çıkıyor, Marx'ın dediği gibi bir eğri değil. İşte Marksizm’in bu günkü problemleri, onun çok yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmasından kaynaklanmaktadır. Yani bugün Marksizm’in ihtiyacı olanlar Einstein'lar değil, Newton'lardır
47 Ekonomi politik bakımından kimse hiç bir konuyu incelemez. Bir politika öğretisi, kurtuluşçu bir öğreti olarak ise, sadece Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da tartışılan, Marksizm’in, yani Stalinizm olmayan haliyle marksizmin, o olaylar karşısında incelenmesi değil, marksizmin ne olduğudur. Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken rejimlerin marksizmle ilgisi yoktur; o halde marksizm açısından bir sorun yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler marksist değillerdi ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri marksizm açısından bazı sorunlar yaratmaz mı? Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.26 Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz. Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler olabileceğini, bu reform hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında yazısının başlığının "Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri" gibi bir şey olması gerekirdi.27 Bir Kurtuluşçu öğreti olarak marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece ilginç ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier'de ifadesini bulmakta, kısmen bu görüşün izlerine A.Kaçmaz'da da rastlanmaktadır. Bu görüşe göre, Marksizm’in kitleselleşmesi onun tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol açmaktadır. Bu tarihsel gerçekliğin ters yüz edilmesidir. Sovyetlerde "tekçileşme" ve "dogmatikleşme",28 kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden kopma, "devletleşme", bürokratlaşma sonucunda ortaya çıkmıştır.29
26
G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını düşünenler için Marksizm’in bunalımı söz konusu değildir" (s.5) "Belli bir sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya işçi sınıfına "sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir" Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir" 27
Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine girmiyoruz. Mahir sayının da garip bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep romanlarında her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama bir de iyi olan vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu felsefe, Marksizm ve Ekonomizmdir biçiminde ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır. Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez. Hemen Marksizm’e egemen olur. Ama birde Lenin gibilerin esas Marksizm’i vardır. Bir yolunu bulup bu ekonomizmi yere serer. Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur. İçimizdeki şeytan gibi bir şeydir anlaşılan. 28
Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir. Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri dogmatik değil, tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir"; "emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein ya da Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir 29
Ahmet Kaçmaz, Marksizm’in eyleme yönelmesi ve ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya Baydar şöyle yazıyor: "Tam bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim önemli nokta: İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini yığınların siyasal, devrimci, dünyayı değiştirici atılımıyla ayrılmaz bağından alan Marksizm’in bu ilk aşamada yukarıdaki tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3)
48 Elbette bir bilim olarak Marksizm ile bir kurtuluşçu öğreti olarak Marksizm arasında daima gerilim olagelmiştir. Bir bilim olarak Marksizm kavranması için çok yüksek bir bilgi ve kültür düzeyini var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları programına kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli Marksizm’den bile kuşkulanmakla yükümlüdür. Eşitlik ideali için mücadele eden bir insan olarak ise, hiç bir kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve hayatın kendisinde bulunan çelişkilerdir. Ama bu sorunları incelemek başka, kolayına kaçıp ne kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu olmayan kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri kurmak yine başkadır. Toparlarsak, A.Kaçmaz'ın tebliği hariç genellikle bildirilerde günümüz ve Marksizm ilişkisi ele alınmamakta, günümüz dünyasındaki olayların marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin ayrıca incelenmeye değer zengin bir malzemesini sunmaktadır.
Aynı mealde Orhan Silier yazıyor: "Marksizm’in kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi (yani dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim göstermektedir." (s.3-4) Sayın O. Silier de, Marksizm’in kitleselleşmesi ile, bir köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik kastın kendini Marksist olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizm’in işçi kitleleri arasında yaygınlaşması onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en yaratıcı dönemi yaşamasını sağlamıştır. Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin ürünüydüler. Keza, Marksizm iktidarlaşamaz. Bir proletarya diktatörlüğünde, iktidarın, Marksizm’e göre sınıf olarak proletaryanın elinde olması gerekir, Marksistlerin değil, Marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti oluşturabilirler. Sovyet deneyinde olan Marksizm’in iktidarlaşması değil, iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması ama bunu Marksizm bayrağı altında yapmasıdır.
49
Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi Sunuş Türkiye'nin Sosyalistleri arasında Sosyalist Demokrasi'nin yaygın olarak tartışılması özellikle Gorbaçov'un meşhur konuşmasından ve Yeni Öncü'deki tartışmalardan sonra başladı. Burada "yaygın olarak" ayrımını yapmak gerekiyor, çünkü konunun Türkiye'nin sosyalistleri arasında tartışılmaya başlaması çok daha eskilere gider30.
30
"Sosyalist Demokrasi" sorununun daha önceden de tartışıldığını belirtmek özellikle gerekiyor, en azından Marx'ın Kapital'i yazarken, birçok fikrin ilk ortaya atıcılarını buluşunu ve onları unutulmaktan kurtarışını anlatmak için kullandığı "tarihsel adaleti yerine getirebilmek" için. Birçok Yeni Öncü taraftarı, bırakalım Türkiye'yi, bu sorunu dünyada ilk defa Yeni Öncü'nün, daha doğrusu Tekin Yılmaz'ın ortaya attığını sanıyor ve bunu ciddi ciddi iddia ediyor. Frankfurt'taki toplantıda, yandaki masada konuşan M.Sayın'ın da "hadi dünyada demiyeyim ama bu tartışmayı Türkiye'de ilk kez biz attık" dediğini duyunca kulaklarıma inanamamıştım. Dünya'da Sol Muhalefet ve Troçkist hareketin oluşumunun ve programını geliştirmesinin temel sorunlarından biri bu olmuştu. Dördüncü Enternasyonal'in programı ve bütün programatik belgeleri buna kanıttır. Bunların yanı sıra, Dördüncü Enternasyonal'in "Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü" adlı programatik metni, sırf bu konuya hasredilmiştir. Diyelim ki bu bilinmiyor. Türkiye'de Eleştiri Yayınevi, sözkonusu kararı 12 Eylül öncesinde yayınlamıştı. Mandel'in İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi kitabının Türkçe baskısının tarihi 1975'tir ve bu konuyu ele alır. Vatan Partisi'nde biz, 12 Eylül sonrası dönemde birçok hareketten birçok militan Stalinizmle yüzleştikçe bu sorunla karşılaşmıştır. Doğu ve Batı'nın farkı bu olsa gerek. Batı geleneğinde, biri bir fikri atarken, nerelerden ilham aldığını, o fikrin ilk kez nerede ifade edildiğini araştırıp belirtmeye özen gösterilir. Doğu geleneğinde ise durum tamamen zıttır. Kaynaklar gizlenir ve ilk kez söylendiği imajı yayılır. M.Sayın'ın bunu niye yaptığını anlamak zor değil. O kendisini daima daha geri olana göre tanımlar, ama kendisine o avantajı sağlayan, biçimsizleştirerek ve iğdiş ederek aldığı görüşlerin kaynağını gizlemek zorundadır ki, difransiyel rantı ele geçirebilsin ve o hitap ettiği geri kitlenin önyargılarını ve tepkilerini çekmesin, söylenenleri ciddiye alıp mantık sonuçlarına gidebilecek olanları da şaşırtabilsin. Bu tipik değişmez tavırdır. Sadece Sosyalist Demokrasi konusunda böyle değil, Kadın sorununda da böyledir (Necmi Gül'ün Yeni Öncü'de çıkan "Ben Doğarken İktidar Olmuşum" yazısına bakılabilir.); faşizm sorununda da böyledir (D.Küçükaydın'ın cezaevlerinde elle çoğaltılmış "Bir Siyasi Hükümlü'nün Notlarına Notlar" yazısına bakılabilir.) Bunun adı "Merkezcilik"tir. Devrimcilik ve reformculuk arasında bir ara aşamadır ama kimileri için ebedi bir karakter halini alabilir. Elbet büyük avantajları vardır. Herkesle iyi geçinmeyi sağlar örneğin: Reformist için daha tercih edilirsiniz, çünkü diğerleri kadar "sekter" ve "ideolojik bağnaz" değlsinizdir; devrimci ve
50 Konunun yaygın olarak tartışılmasının yolunu açan Tekin Yılmaz'ın, sorunu aslında ne kadar yanlış bir yerden tutup gerekçelendirdiği ve çelişkileri hakkında söylenmesi gerekenleri E. Kürkçü, O. Dilber, A. Ural ve daha birçokları söylediler ve yazdılar. Ama bütün bu tartışmalarda en ileri gidenler, Troçkist hareket tarafından bu güne kadar savunulmuş olan ve daha ileriye gidebilmek için savunulması gereken görüşleri savunma sınırını aşmadılar. Burada bu görüşler de kısmen tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır. Aslında "Sosyalist Demokrasi" tartışması, Türkiye solu açısından, geçmişin bukağılarından kendini kurtarma denemesinden başka bir şey değildir. 19 yüzyılın ve yirminci yüzyılın başlarının sıradan herhangi bir Marksist’inin, sosyalistinin adeta aksiyom kabul ettiği, tartışmayı bile aklına getirmediği (tıpkı dünya devrimi gibi, tıpkı tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağı gibi vs.) görüşleri, anlayışları yeniden edinme çabasından başka bir şey değildir. Bu girişimin tüm çabalara rağmen hala çok az yol kat etmiş olması, şu "Stalinizm" denen ideolojinin işçi ve sosyalist hareket üzerinde nasıl korkunç bir tahribat yarattığı ve onu adeta yüzlerce yıl geriye ittiğinin ilginç bir göstergesidir. Bizler için böylesine az verimli ve muazzam çabalara mal olan kabuller muhtemelen genç kuşaklar veya gelecek bir yükselişin kitlesi tarafından kendiliğinden öyle kabul edilecek şeylerdir. Bunun kanıtları şimdiden görülebilir. Birkaç yıl önce, Fransa'daki öğrenci grevleri ve yürüyüşleri esnasında, öğrencilerin solcu olmamalarına ve hatta apolitik olmalarına rağmen fiilen yaptıkları Sovyet ve Paris Komünü tipi organlar oluşturmaktan başka bir şey değildi. Hatta onlar, direniş bitince, saçma bürokratik mekanizmalara dönüşmemesi için, direnişi yönetmek için kurdukları organları lağvetme basiretini bile gösterdiler. Bu nedenle, bugünkü sosyalist demokrasi tartışmasında savunulan en radikal (Troçkist) görüşler bile, muhtemelen ilerdeki bir yükselişe yeni bir perspektif vermekten ziyade, ona engel olmama, ona uyum sağlayabilme gibi bir yetenek kazandırabilir. Bu tartışmada savunulan görüşlerin çoğu, kral ve sultanların iradesinin bir zamanlar son derece olağan kabul edilmesi bize bugün ne kadar geri ve saçma görünüyorsa, genç ve gelecek kuşaklara, öylesine geri ve saçma görünecektir. Genç ve gelecek kuşaklarla bir ilişki kurabilme noktası bulabilmek ve onlara bir zamanların tecrübelerini aktarabilmek için her konuda olduğu gibi "Sosyalist Demokrasi" konusunda da daha çağdaş sorunları tartışmaya başlamak gerekiyor. Aşağıdaki Metin, "Sosyalist Demokrasi" konusunda Amsterdam'da yapılan tartışma'da, bir dinleyici olarak söz aldığımızda dile getirmeye çalıştığımız görüşlerin genişletilmiş ve kısmen daha sistematize edilmiş halidir.
radikaller için daha tercih edilirsiniz, çünkü reformist değilsinizdir; Troçkist için daha tercih edilirsiniz, çünkü bir stalinist değilsinizdir; bir stalinist için daha tercih edilirsiniz, çünkü troçkist değilsinizdir vs., vs.. Dünya büyük ve güneşin altında herkese yer var.
51 Sosyalist Demokrasi Tartışması'nın Bazı Metodolojik Sorunları Sosyalist Demokrasi tartışmaları esas olarak tarihsel deneylerden hareketle yapılmaktadır. Bu klasik Marksist tavırdır. Marks, Paris Komünü’nden önce, kapitalizm ile sosyalizm arasında proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş dönemi bulunması gerektiği sonucunu mantıken öngörmüştü, ama bunun ne gibi somut biçimler alabileceği veya alması gerektiği konusunda hemen hiç konuşmamıştı. Ancak Paris Komünü olduktan sonra, bu tarihsel deneyi sıcağı sıcağına inceleyerek, bu devletin taşıdığı ve taşıması gereken nitelikleri belirlemişti. Lenin'in de tavrı özünde farklı olmamıştır. O, başka vesilelerle de sık sık, mücadele biçim ve örgütlerinin nasıl bir biçim alacağının sistem kurucularının kafalarında değil; toplumsal mücadeleler pratiğinde aranması gerektiğini; teorisyenin görevinin bunları sistematize etmek ve yaygınlaştırmak olduğunu söylemişti. Troçki ve Troçkist gelenek de aynı önermeleri tekrarlamış, devrimden sonrasına ilişkin ne olacağı konusunda tarihsel deneylerden çıkmış klasik sonuçlar dışında pek fazla birşey söylememe eğiliminde olmuştur. Hatta Türkiye'deki kimi Troçkistler bu eğilimi mutlaklaştırarak, devrimden sonrasına ilişkin bir program yapmayı bile ilke olarak reddetmeye kadar varmışlardır.31 Bu metodolojik ilke, saçmalığa vardırılmış halleri bir yana atılırsa, elbette her zaman için dayanılması gereken bir temel oluşturur. Ancak bu sadece bir temeldir, sırf temelde kalındığı takdirde sorunun çözümünde ileri gitmek olanaksız hale gelmekte, bu metodolojik yaklaşım diyalektik olarak zıddına dönmekte, derinleştirici değil, derinleşmeyi engelleyici bir fonksiyon görmektedir. Türkiye'deki tartışmalarda da, tarihsel deneylerin ötesine gitmeme, taslaklaştırmayı yanlış bulma nedeniyle, sosyalist demokrasi sorununda, en sıradan insanın bile kafasına gelen sorunlardan kaçılmış olmaktadır. Kim bilir belki de o sorulardan kaçmak için bu ilkenin ardına sığınılmaktadır. Aslında, bu ilkenin ardına sığınmak, kaba bir ampirizm ve objektivizm yapmaktan başka bir anlama gelmemektedir32 bugün. Diyalektik, tarihi aktif, canlı insanın yaptığı bir süreç olarak 31
Bu saçmalığa vardırmanın bir örneği olarak M. Yenice'nin "Devrimci Marksizmde `Geçiş Programı Anlayışı'" adlı kitabı anılabilir. 32
Burada Mandel'in şu satırlarını anmak gerekiyor:
"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz. "Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin daha
52 görür. Sadece gelecek tasavvurları değil; gelecek tasavvurlarını reddetmek de gelecek üzerinde yığınların tarihsel tecrübeleri üzerinde bir etkide bulunur. İnsanlar, arılardan farklı olarak, daima kafalarında bir takım tasavvurlara göre hareket ederler. Siz bir tasavvur ortaya koymayı reddettiğiniz takdirde orayı ister istemez başka tasavvurlar dolduracak ve bu da o tarihsel deneyi şu ya da bu yönde etkileyecektir. Tasavvurlarda bulunmak kadar, tasavvurlarda bulunmamak ta tarihsel deneyi şu veya bu biçimde etkiler. Somut bir örnek vereyim. Paris Komününü başaran işçiler arasında anarşistlerin, ütopik sosyalistlerin muazzam bir etkisi; aydınlanma düşüncesinin de bir tortusu vardı. Bu etki ve tortu sayesindedir ki, Paris Komünarları şu meşhur ilkelere (Seçilenlerin geri alınması; ortalama işçi ücreti alması vs. gibi) göre örgütlenip davrandılar. Maazallah Paris Komününü yapan işçiler arasında, klasik bir komünist partisinin, Stalinizm’in ve Maoizm’in etkileri ve tortuları olsaydı, o işçiler herhalde hiç bir zaman Paris Komünü Tipi bir "devlet" yaratmayı akıl edemeyeceklerdi ve bizler hala, Paris Komünü öncesinde Marks’ın olduğu gibi bir tarihsel deneyin gerçekleşmesini bekliyor olacaktık. Gerçekleşen olursa da çarpıklıklarıyla gerçekleşecek, neresinin çarpıklık, neresinin özü olduğunu araştırmak zorlaşacaktı. Bugünün dünya işçi sınıfı hayal gücünü yitirmiş durumdadır. Buna sadece Stalinizm değil; kapitalizmin bizzat kendisi de yol açmaktadır. Şu örnek bir fikir verebilir. Zaman, saniyeler, dakikalar, bütünüyle artı değer üretimiyle birlikte bir anlam kazanmıştır. Kapitalizm açısından her saniyenin bir değeri vardır. İş gücünün bir saniyesinin bile boş geçmesine müsaade edilmemelidir. Makineler bir saniye bile boş durmamalıdır ki, moral yıpranmaya uğramadan önce fizik olarak yıpransın. Sermaye hızla devretmelidir ki kar oranı artsın vs., vs.. Kapitalizm ile ilk yüz yüze gelen insan, bu tempo karşısında isyan edebilir. Ama doğduğu günden beri bunun içinde yaşamış insan, bunun nasıl insanlık dışı bir yarış olduğunu görme yeteneğini bile yitirir. Tabakhanede çalışan işçinin burnu bir süre sonra ufunetin kokusunu almaz olur. Ütopik sosyalistler, anarşistler kapitalizmin bu zaman kültürüne karşı daima bir propaganda yapmışlardır. Belki bu sayededir ki, Paris Komünarlarının ilk yaptıkları ve çok az bilinen işlerden biri saatleri yıkmak olmuştur.
sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım." Sosyalist antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor. "Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. doğu Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden farklı ve ondan üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin proletaryası tarafından yıkılamayacaktır."
53 Ama bu günün dünyasının proleterleri ayaklandıklarında saatleri yıkmayı akıl edebilecek hayal gücünden bile yoksundurlar. Onlara resmi komünist veya sosyal demokrat partiler, burjuvaziyle aynı zaman kültürünü vermişler, bu kültürü eleştirmeyi akıllarından bile geçirmemişler; eleştirenleri anarşist veya ütopik diye kovuşturmuşlar ve nihayet "troçkistler" de "ütopik" değil "bilimsel" sosyalist oldukları için hep günlük mücadelenin geçişsel talepleriyle uğraştıklarından, bu işçilerin saatleri yıkmayı düşünebilecek bir fikir kırıntısı bulabilmeleri adeta olanaksız hale gelmiştir. Saati yıkmayı hayal edemeyen işçi, Paris Komünü tipi devlet kurma deneylerine de giremez. Bırakalım geniş yığınları, bugün öncelikle bizlerin, sosyalistlerin ütopyalara ihtiyacı var. Sadece işçiler değil, bizler bile saatleri yıkma gibi bir fikri akıl edemeyecek durumdayız. Bunun içindir ki, sosyalist demokrasi teorisi ve pratiği alanında komünarların nallarını topluyoruz. Bir şeylerin nasıl olması gerektiği yolundaki projeler onların nasıl olacakları üzerinde bir etkide bulunurlar. O halde, metodolojik olarak kendimizi sadece tarihsel deneyle sınırlamayı bırakmak, günümüzün sorunlarından hareketle, ütopik de olsa projeler ortaya atmak gerekiyor. Biri üç aylık, biri üç yıllık, çok olağanüstü koşullarda geçmiş ve ikisi de yenilmiş bu iki deney günümüzün işçi sınıfının ve günümüzün dünyasının sorunlarına ve olanaklarına cevap vermez. Kendimizi bu deneylerle sınırlamak, pratikte, günümüzün sorunlarını atlamak, görmezden gelmek sonucunu verir. Özetlersek, Sosyalist Demokrasi tartışmasında, tüm tarafların dayandığını söylediği metodolojik varsayım: sadece tarihsel deneylerin incelenmesinden hareket edilebileceği, taslaklar yapılamayacağı anlayışı, bugün için tartışmanın gelişmesinin engeli haline gelmiştir. * Ele alınması gereken ikinci bir metodolojik sorun da, Sosyalist demokrasi sorununun hangi felsefi kategoriler alanına girdiği sorunudur. Paris Komünü ya da Sovyet tipi devlet dediğimiz, sosyalist demokrasi veya proletarya diktatörlüğü diye adlandırdığımız şey bir devlettir, yani bir araçtır. Araç dediğimiz an, kendiliğinden, yapı ve işlev kategorileri gündeme gelir. Herhangi bir aracın yapısını belirleyen onun işlevleridir. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış işlevdir. İşlevler de yapının ruhudur denilebilir. Gerek toplumsal, gerek fiziksel ve organik bütün aletler, bütün araçlar için geçerli ilk sorun yapı ve işlev arasındaki uyumun nasıl sağlanacağıdır. Yani beklenen fonksiyonları en iyi nasıl bir yapı yerine getirebilir sorunu. Bu aynı zamanda tüm tekniğin temel sorusudur. Bu anlamda parti, devlet, sendikalar vs. teorileri, modelleri bir bakıma teknik düzeyindeki sorulara cevaptırlar. Marks’ın Paris Komünü üzerine yazdıkları dikkatlice okunursa, onun sorunu bütünüyle, belirli işlevlerin en iyi hangi tür yapılarla çözülebileceği veya çözüldüğü problematiği çerçevesinde ele aldığı görülür. Paris Komünü'nü tıpkı bir otomobil mühendisinin, teknik bir dergide, yeni çıkmış
54 bir otomobili tahlil ederken, belli sorunların hangi mekanizmalarla ne ölçüde çözüldüğünü incelemesi gibi incelemiştir. Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı? Paris komünarlarının tedbirlerinin ardındaki temel problem ne idi? Aracın kendi kontrolleri dışına çıkmasını engellemek; onların hizmetinde kalmasını sağlamak; onların üzerinde bir egemen haline dönüşmesinin yolunu kesmek ve olağanüstü koşullar nedeniyle tek bir irade gibi davranıp hızlı kararlar alıp uygulayabilmek.33 Komünün tedbirlerinin ardında bu problemler yatmaktadır; mekanizmalar bu problemleri çözmeye yöneliktir ve Marks da onları aynen böyle ele almıştır. Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; ortalama işçi ücretinden fazla maaş almaması; tüm karar alıcı devlet görevlilerinin seçilmesi. Bu üç özellikten ikisi, asıl ile vekil, seçen ile seçilen ilişkisini düzenlemekte; seçilenin seçenden bağımsızlaşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üçüncü ilke, tüm memurların seçilmesi, bir bütün olarak devlet denen aracın kontrol altına alınmasına yöneliktir. Yasama, yürütme ve yargının birliği ise, daha ziyade hızlı ve etkili karar alıp uygulama amacına yönelik, özel olarak olağanüstü koşullardan çıkmış gibi görünmektedir. (Aslında bu konu iyice incelenmelidir.) Sovyet devriminde bunlara ek olarak, örgütlenmenin fabrikalar temelinde olduğu görülür. Bir diğer farkı da, köylü Sovyetlerinde temsilci seçebilmek için gerekli oy sayısının işçi Sovyetlerine göre kat be ket fazla olmasıdır. Bu tedbirlerin de, bir yandan hala şehirlerin büyük çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazi ve burjuvaziyi temsil organlarının belirlenmesinin dışında tutmak; diğer yandan da, muazzam köylü nüfusun ağırlığını azaltmak ama karşıya da itmemek kaygısı açıkça görülmektedir. Paris komünarlarının, nüfusun belli bir bölümünü oylamanın dışında bırakmak gibi bir çabası, bunun için de örneğin iş yerlerine göre temsilci seçme ilkesi gibi bir ilkesi olmamıştı, çünkü savaş dolayısıyla Paris'te sadece işçiler kalmıştı. Keza Paris Komünü sadece bir şehirle sınırlı bir "devlet" olduğu için, yani köylülük olmadığı için, köylüler karşısında nasıl tavır alınacağına ilişkin bir sorun, dolayısıyla bir çözüm teşebbüsü de yoktur. Bu tarihsel tecrübelerden çıkan, sosyalist devrimlerin sınıf içindeki geleceğe ilişkin tasavvurlara ve önündeki acil sorunlara göre yapılar oluşturduğudur. Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi onların hizmetçisi olması, temel bir kaygıdır ve bütün tedbirlerde bu kaygının damgası vardır.34
33
Paris Komünü'nün tedbirleri burjuvaziye karşı olmaktan ziyade, işçileri ve halkı kendi temsilcilerine karşı; onların bağımsızlaşmasına ve kendilerini seçenlerin üzerinde bir iktidar olmaları tehlikesine karşı alınmış gibi görünüyorlar. Aslında bu konuyu Paris Komünü'nün Zabıtları gibi belgelerden incelemek gerekiyor. Bu anlamda, Bürokrasi'ye karşı çok devrimci bir anlama sahiptirler. 34
Seçmek, seçileni geri almak, az para vermek vs. Bütün bunlar, sadece tedbirlerdir, garantiler değil. Otomatikman, seçilenlerin seçenlerin kontrolü altında kalmasını sağlayamazlar. Bunu en iyi partilerde, kitle örgütlerinde görmek mümkündür. Her birinin çok daha seçme üyeleri olduğu halde, hatta üyelerin beşte
55 Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi, onların hizmetçisi olarak kalması, özünde şu tedbirlere bağladır: Ezilenlerin silahlı olması, özel silahlı adamlar olmaması; bütün görevlilerin seçilmesi ve kendisini seçenlerin direktiflerine uymadığında, kendisinin veya seçenlerin fikri değiştiğinde geri alınabilmesi. Aslında geri alabilme ve seçilene ortalama işçi ücreti ilkeleri, aynı zamanda, seçilenlere duyulan güvensizliğin, onların yozlaşmasını, kendilerini maniple etmesini engellemenin tedbirleri olarak görülmektedir. Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi Şimdi şu soruya geçebiliriz. Gelecek bir devrimin başka ne gibi kaygıları olabilir ve bunlara karşı ne gibi mekanizmalar öngörülebilir? Gelecek bir devrim ne gibi sorunlar ortaya çıkaracaktır? Seçilenin geri alınabilmesi, yani seçenlerin kontrolü dışına çıkmasının engellenmesi için bulunan bu yöntem ile nüfusun farklı görüşlerinin nüfus içindeki oranlarına en yakın düzeyde temsil edilmelerini sağlamaya yönelik yöntemler çelişki içindedir. Yani her ilacın bir yan etkisi olması gibi, geri alma ilkesi nispi temsil ilkesini zedeler. Geri almak için, her temsilcinin belli bir bölgenin ya da grubun temsilcisi olması gerekir. Çünkü kimin hangi seçmenler grubunun temsilcisi olduğunu bilmenin bir başka yolu yoktur. Ancak seçimleri bu ilkeye göre yaptığınız takdirde, örneğin nüfus içinde yüzde otuz oranında oyu olan bir partinin, karşısındaki oylar, birçok partiye, belli bölgelerden yoğunlaşmadan, bölündüğü takdirde temsilcilerin yüzde yüzünü elde etmesi gibi bir sonucu olur. Bu sonuç, sık sık da gerçekleşir aslında, örneğin ANAP iktidarında olduğu gibi. Bu durumda, yüzde otuz oyla seçilen partinin, istediğini meşru yollardan, hem de nüfusun yüzde yetmişine karşı yapmasının önünde hiç bir engel olamaz. Bu hiç de, seçilenin seçmenlerin kontrolü dışında davranmasından daha az tehlikeli değildir. Ancak, bu tehlikeye karşı tedbir aldığınız takdirde ise, ülke ye da büyük bölgeler ölçüsünde gruplaşmalar yapmak zorundasınızdır. Ama böylece oranların azami ölçüde yansımasını sağladığınız takdirde, bir temsilcinin hangi grubun temsilcisi olduğu kesin olarak bilinemeyeceğinden, onu kimin geri alacağını belirlemek olanaksızlaşacaktır. Bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunu çözmenin yolu, iki yöntemin optimum bir bileşenini bulmak olabilir. Örneğin, Vatan Partisi programında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu sorunu çözmek için, seçimin nispi temsile göre yapılmasını, ama seçildikten sonra, her temsilcinin, belli bir bölgenin "sağdıcı" olmasını önerir. Sağdıcı olduğu bölge o temsilciyi her an için geri alabilir.
biri bile istese seçimler yenilenebildiği halde, yönetim organlarının nasıl bürokratlaşıp, işleri manüple edebildiği gözler önüne getirilsin. Sadece Ekim Devrimi ve Paris Komünü değil, bunların ikincisinin kontrolden çıkması da bir deneydir ve sonuçlar çıkarılması gerekir.
56 Konu daha incelenebilir. Bizlerin, sosyalistlerin, artık hala, temsilcileri geri almaktan söz edip, bunun nispi temsil ile çelişkisini görmezden gelmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu çelişkinin ezilenler bakımından ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, kafamızı deve kuşu gibi kuma gömerce, davranmayı bırakmamız gerekiyor. Ortada ciddi bir sorun vardır ve "tarihsel deney"in ardına sığınıp bu sorundan kaçılamaz. Kimseyi ikna edemezsiniz. Bir model geliştirmeniz gerekir. Gerekiyor çünkü toplumsal yapıdaki değişmeler bu sorunu çok daha acil hale getiriyor. Bugün dünyanın bütün ülkelerinde genel oy genelleşmiştir ve solcu, ilerici partiler, dar bölgeyi savunan burjuva partileri karşısında nispi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hem nispi temsil sistemi yığınların bilincinde köklü bir yer ettiği için, hem de muhalefetteyken savunulan nispi temsili iktidara gelince reddetme tutarsızlığından kurtulmak için bu sorunu gündeme koymak gerekmektedir. Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu Sosyalist demokrasi tartışmalarında işçiler dışındaki toplum kesimlerini oy hakkından mahrum etmek veya örneğin on köylü oyunun ağırlığını bir işçi oyuna indirgemek ve Sovyetleri fabrikalara göre örgütlemek gibi görüşler açıkça savunulmaktadır35. Ekim devrimi örneğine dayandığı için de bu model eleştirilmez tabu olarak kalmaktadır. Bu günün dünyasında bu tedbirleri uygulamak olanaksız olduğu gibi gereksizdir de. Rus köylüsü genel oyu hiç tanımamıştı. Ama bugün dünyanın hemen bütün parlamenter sistemlerinde köylü genel oyu tanımakta ve bunu güçlü bir silah olarak kullanmaktadır. Eğer bir parti, açıkça köylülerin ağırlığını azaltacak tedbirler alacaksa ve sosyalist olduğu iddiasınaysa, köylülere açıkça böyle yapacağını söylemesi gerekir, teorik organlarının satır aralarında değil. Böyle bir partiye ise o zaman sadece köylüler değil, işçiler bile destek vermez. Ve nüfusun çoğunluğunu sağlamadan devrim yapılamaz. Şu halde köylülerin de tıpkı işçiler gibi bire bir temsilcileri ve ağırlıkları olması gerekiyor. Ama sorun burada da bitmiyor. Bugün için şehir nüfusunun da büyük bir bölümü işçi değildir. Aslında fabrika işçileri, bütün ülkelerde nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Dağınık çok geniş bir ücretliler kesimi de bulunmaktadır. Keza şehir küçük burjuvaları, işsizler vs. de var. Bütün bunların seçme ve seçilme hakları da alınamaz bugünün dünyasında. Bunu almaya kalktığınız takdirde, o toplum kesimlerini karşıya itip kendinizi tecrit edersiniz. Yani bugünkü dünyada, işçilerin nüfus içindeki zayıf konumlarını yüksek oranda temsil ettirmeye yönelik tedbirler, bizzat o işçi iktidarına karşı çalışırlar. Rus devriminin bu soruna bulduğu çözümü uygulamanın olanağı olmayacak, uygulandığı takdirde, çözülenden çok daha büyük problemler yaratacaktır muhtemelen.
35
Avrupa'da yaptığımız Sosyalist Forum toplantılarında Sosyalist İşçi dergisinden arkadaşlar bu tedbirleri açıkça savunuyorlardı. Bunların Proletarya diktatörlüğünün özü olduğunu söylüyorlardı.
57 Ama bu da ister istemez, proleter olmayan tabaka ve sınıfların ya da toplumun daha geri ve istikrarsız kesimlerinin ağırlığının sosyalist bir demokraside aynen yansıyacağını; böyle bir sistemin ne ölçüde sınıfsız bir topluma gitmeye yetenekli olduğu sorusunu gündeme getirir. Bu sorunun üzerinden hep atlanmaktadır. İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde Hizmet Eder? Ancak sorun bununla da bitmiyor. Sovyet devriminde, işçi Sovyetlerinde, temsilciler fabrikalara göre seçiliyordu. Küçük işyerleri ise birleştirilip temsilci seçiyorlardı. Bugün bu tedbiri uygulamaya kalkmak, işçi sınıfının çok büyük bir bölümünü, yani küçük işyerlerinde çalışan bölümünü yeterince tanımadığı insanları seçmek zorunda bırakmak olur. Küçük işyerinde çalışan işçiler kendi işyerindeki insanları tanır. Hâlbuki temsilcisini kendisi gibi daha onlarcası bir araya gelerek seçebilecektir, ama işyerine bağlı olduğu takdirde onları tanıma olanağı bulamayacaktır. İşçinin gerçek yaşam alanı, toplumsal çevresi oturduğu mekândır. Oturulan ve çalışılan mekân modern toplumda birbirinden tamamen kopmuştur. Bu durumda fabrikalara göre seçim ilkesi, işçi sınıfının kendi içindeki eğilimleri en iyi şekilde seçmesine olanak sağlamayacaktır. İşçi sınıfının bir zümresini, büyük fabrika işçisini avantajlı hale getirecektir. Aslında büyük iş yerinin kendisinde de Rus Devrimi dönemine göre problemler çıkmaktadır. Rus Devrimini yapan işçiler, fordist yöntemlerle, makinenin basit bir parçası durumuna düşmüş işçiler değillerdi. Kısmen belli zanaatları vardı. En azından belli aletlere egemendiler. Fabrika içinde işçilerin birbiriyle oldukça sık kontak kurma, birbirlerini tanıma olanağı oluyordu. Fordist büyük fabrikada bu avantaj büyük ölçüde kaybolmuştur. Bir yanda aptallaşmış, makinenin basit bir eki haline gelmiş düz işçi, diğer yanda ise, üretimdeki konumu bakımından değil ama gelir ve toplumsal konumu bakımından işçi sayılamayacak teknisyenler vardır. İşçiler arasında kontak çok sınırlı, hatta olanaksızdır. Bu işçi tipi, kısmen mesleği olan işçiye göre daima daha az mücadele ve hayal gücü yeteneği göstermiştir. Fordizm ötesi elektronik yöntemlerle üretimde ise, işçilerin konsantrasyonu hızla azaldığı gibi, ev tekrar bir işyeri haline dönmektedir. Bütün bu nedenlerle, fabrikalara göre seçim ilkesini uygulamaya kalkmak bizzat işçi sınıfının kendisine karşı bir engel haline gelme, kendi iradesini, en iyi bir şekilde ifade olanağını sınırlama sonucunu vermektedir. Buna nasıl bir çözüm bulunacaktır? Bu takdirde, bir işçi demokrasisini, iş yerlerine göre seçme olmayacağına, genel oy olacağına göre (burjuvazinin oy hakkı alınsa bile nüfusun geri kalanı diğer emekçi ve küçük burjuvalardır ve onlara karşı burjuvaziye davranıldığı gibi davranılamaz.) bu sosyalist demokrasiyi, (işçilerin silahlı olması, yöneticilerin seçilmesi, ve kısmen geri alması;
58 seçilenlere ortalama işçi ücretini vermesi dışında) parlamentarizmden ayıran özellikler neler olacaktır?36 Hem emekçi nüfusa genel oy hakkını korumak, hem de işçilerin ağırlıklarını yüksek tutmak ve iradelerini yansıtmak arasındaki çelişkiyi çözmek için, yine ortalama, optimal yöntemler bulmak ve önermek gerekmektedir. Modern toplumda her devrim bu sorunlarla karşılaşmak zorundadır. Partiler Sorunu Modern toplumda, yığınların iradesini şekillendirebilmesi için partilerden başka olanak yoktur. Kesinlikle hiç bir ideolojik sınırlama olmaksızın her türlü propaganda, ajitasyon ve örgütlenme serbest olmalıdır. (Burada çok karıştırılan bir şey var. Burjuvazinin oy hakkını, seçme seçilme hakkını almak başkadır, burjuva partileri yasaklamak başka. Burjuva partileri yasaklanamaz. Hiç bir burjuva partisi ben burjuva partisiyim demez. Ancak biçimsel bir şekilde, örneğin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kurmak isteyen partiler kurulamaz türünden sınırlamalar getirilebilir. Böylece burjuva partileri yasa dışına düşürmek mümkün olabilir. Ama bu da 141/142 ne kadar sosyalist partilerin kurulmasına engel olabildiyse o kadar olur. Zaten devrim olunca, burjuvazi bizden daha hızlı komünist olur. Ama örneğin, fabrika sahiplerinin veya geliri şu kadardan yüksek insanların seçme, seçilme hakkı alınabilir. Bu onların fikirlerini ifade edemeyecekleri anlamına gelmez. Onların fikirlerine proleter ve emekçiler oy veriyorsa elden ne gelir.) Şu halde, yasaların biçimsel kurallarına uyduğu takdirde, örneğin silah zoruyla rejimi yıkmaya kalkmadığı takdirde, her türlü fikir ve örgütlenme serbest olmalıdır. Bu ezilenlerin iradesini yansıtmanın tek ve en etkili yoludur. Bu hak sadece iradeyi yansıtmayı sağlamaz, ezilenlerin çeşitli kesimleri arasında uzlaşmaları ve demokratik çözümleri; denge değişimlerindeki yansımaları da sağlar. O halde, açıkça, hiç bir ideolojik sınırlama getirmeyeceğimize, her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğünü savunacağımıza ve işçilerin savunması gerektiğine açıkça yer vermemiz gerekiyor tasavvurlarımızda. Ancak, partiler dediğimizde başka bir sorunla da karşılaşıyoruz. Modern toplumda temsilci olarak kişilikler değil, fikir sistemleri, programlar seçilmektedir. Partilerin şu veya bu üyesi o partinin üyesi olduğu için seçilir, parti programına uymadığında da atılır. Yani, seçenin seçileni kontrolü dolaylı bir yol izler. Bu kısmen, geri alma sorununa da yardımcı olur. Bu olanağı değerlendiren Kıvılcımlı, parti değiştirenin otomatikman temsilcilik yetkisini yitireceğini yazarak bu kontrolü güçlendirici bir mekanizma önermişti.
36
Tam bu noktada Proletarya diktatörlüğünün özüne geliyoruz. Aslında proletarya diktatörlüğünün özü zor değildir. Onun özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasında yatar. Bu tedbirin kendisi burjuvaziye karşı bir diktatörlük olarak görünür.
59 Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi Bir başka sorun. Toplumdaki tek ezilenler işçiler değildir ve bir işçi iktidarının amacı, sadece kapitalist sömürüyü değil, her türlü baskıyı ortadan kaldırmak olmalıdır. Öte yandan, bir baskı biçimine uğramak, diğer baskı biçimlerine karşı aynı ölçüde hassasiyeti otomatikman yaratmıyor. Örneğin işçi sınıfı ırkçı ve seksist baskılara karşı duyarsız olabildiği gibi bizzat kendisi bu baskıları yapabiliyor. Aslında bunlara uğrayanlar da işçi sınıfı içinde üyelere sahip olamalarına rağmen, özgül uğradıkları baskı biçimleri aracılığıyla temsil edilmedikleri için, fiiliyatta var olan ayrılık ve baskının yansıması engellendiğinden, tıpkı burjuva toplumunda herkesi biçimsel olarak eşit kabul etme ama fiiliyatta öyle olmaması nedeniyle üst durumda olanın egemenliğini gizlenmesi ve pekiştirilmesi gibi, baskının yeniden üretilmesine ve gizlenmesine hizmet ediyor. Kadın hareketi ve siyah hareketi bunu açıkça kanıtlamış durumda. Bu da bir tarihsel deneydir. Bugün azınlıklar, kadınlar vs. örgütlerde, kotalar, özel imtiyazlar, otonom yapılarla bu özgül ezilmelerine karşı araçlar geliştiriyorlar. Aynı şey, bölgeler için de geçerlidir. Evet, özel, genele tabidir ama bunun da bir dengesi, sınırı olmalıdır. Çoğunluk azınlığa her istediğini yapamamalıdır. Aslında demokrasinin tarihi, çoğunluğun kendi haklarını sınırlamasının, belli kriterlere göre azınlıklar hakkında karar hakkından vazgeçmesinin tarihidir. Örneğin, azınlıkların ana dilde eğitim hakkını düşünelim. Demokrasi, "azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden idare tarzı" (Lenin) olduğuna göre, pekâlâ nüfusun büyük çoğunluğu, "kardeşim demokrasi bu, eh biz de çoğunluğuz, siz bize uyacaksınız, biz çoğunluk olarak karar alıyoruz, azınlık olarak dilinizi kullanamayacaksınız" diyebilir37. Demokrasinin bu olanağı sağlamasına karşı, ezilenlerin çeşitli mücadeleleri sonunda çoğunluğun haklarını sınırlayan ilkeler getirilmiştir. Buna insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları vs. denebilir. Bütün bunlar, aslında çoğunluğun bir bakıma kendi iradesiyle kendi haklarını kısıtlamalarıdır. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim olmasına rağmen, demokrasinin gelişmesi, bir bakıma, çoğunlukların azınlıklar hakkında onların uymasını zorlayabilecekleri kararlar alma yetkilerinin kısıtlanmasının tarihidir. Toplumun gerçeği aynı zamanda bölgelerdir, yaşam birimleridir vs.. Ülke çoğunluğu istedi diye belli bir bölgeye fabrika kurulmaya karar verildiğinde o bölgenin halkı bunu istemiyorsa ne olacaktır? Bütün bunlar için mekanizmalar gerekmektedir. Çeşitli azınlık ve bölgelerin sadece olağan kanallardan yansımasının yanı sıra, tıpkı burjuva devletlerindeki "senato" gibi, sınıfsal, cinsel, ırksal, bölgesel, yaş grupsal vs. kategorilere göre de insanların nüfus içindeki oranları ölçüsünde temsil edilebilecekleri, bir tür denge oluşturabilecek organlar kurulması, kesinlikle savunmamız gereken, hayallerimizde yeri olması gereken bir konudur. Ancak böylece tüm
37
Lenin demokrasinin şovenizmle, azınlıkların ezilmesiyle çelişmediğini çok iyi kavramıştı. Onun için örneğin azınlık sorunlarını incelerken hep "özel türden bir demokrasi", yani çoğunluğun istediği alanda istediği türden karar alamayacağı bir demokrasi gereğinden söz eder.
60 ezilenlerin bir ittifakı ve ortak bir cephesinin yolu açılıp, körlüklere son verilebilir. Ancak böylece işçilerin çeşitli zümrelerinin yeterince temsil edilmesi sağlanabilir. Doğrudan Demokrasi Olanakları Bütün buraya kadar sayılan sorunlar, günümüz dünyasının sorunları. Ama günümüz dünyası, sorunlar kadar yeni çözümlerin de olanaklarını açmaktadır. Bir kere, tekrar doğrudan demokrasiye dönüşün yolu elektronik aracılığıyla açılmıştır. Burjuvazinin böyle bir derdi olmadığı için pek kullanmıyor. Aslında, Paris Komünü'nün aldığı kararlar, dolaylı demokrasinin yol açtığı sorunları giderme çabası olarak da ele alınabilir. Eğer insanlar bir alana toplanıp, birlikte tartışıp karar alsalar ve uygulasalar, bütün o Paris Komünü tedbirlerine gerek kalmazdı. Ancak, modern toplum koca bir ülkedir, şehirdir. Yüz binlerce, milyonlarca insan bir araya gelemez, gelse tartışamaz. Her şeyden önce fiziki sınırlar vardır. Bunun içindir ki, dolaylı demokrasi denen temsilcilik mekanizmaları geliştirilmiştir. Bu mekanizmalar da, bu sorunu çözmüş ama bu sefer başka problemler çıkarmıştır. O problemlerin çözülmesi de başka. Bütün bunlardan kurtulmanın aslında çok kolay bir yolu var: Suyu kaynağından kesmek. Doğrudan demokrasi olsa, örneğin Paris Komünü'nün o meşhur tedbirlerinin hiç birine gerek kalmaz. Ancak bilgisayarlar sayesinde, modern teknoloji sayesinde doğrudan demokrasiyi yeniden, başka bir düzeyde kurmak mümkün görünmektedir. Bugün bazı televizyon programlarında bile, dinleyicilerin telefonları aracılığıyla, dinleyicilerin eğilimlerindeki değişmeler anında öğrenilebiliyor. Her evdeki telefona takılabilecek küçük bir alet aracılığıyla, nüfusun tamamının, hiç bir bürokratik işleme başvurmadan hangi görüş ve tercihlerde olduğu bugün kolaylıkla tespit edilebilir. Bu tür doğrudan demokrasi mekanizmalarının kesinlikle programımızda yeri olması gerekir, hiç olmazsa bir hedef olarak. Sosyalist Demokrasi'nin İlkesi ve Maddi Temeli Ancak, bütün bunların hepsi bir bakıma işin üst yapısıdır. Toplumdaki zenginlikler belli kişilerin elinden alınmış olmalıdır. Yani salonlar, matbaalar, kâğıtlar özel mülkiyette olmamalı. Peki, ama bütün bunları kim, hangi ilkeye göre dağıtacak? Bütün kâğıt, matbaa gibi propaganda araçları, bütünüyle devletin elinde olmalı, ancak kesinlikle belirlenmiş kurallara göre bunların dağılımını düzenlemekle yetinmelidir. Bu kural ve oranların nasıl olması gerektiği konusunda şimdiden bir şey söylenemez. Nüfus içindeki güçler ilişkisi belirleyici olabilir. Ancak, nasıl, bolluğun olmadığı bir toplumda, herkese emeğine göre ilkesi geçerli olmak zorundaysa, propaganda olanaklarında da herkese üyesine ve / veya oyuna göre ilkesi geçerli olmak zorundadır. * Bu konuya son vermeden önce bir kaç değinme yapmak istiyorum.
61 Birincisi, şu sosyalist demokrasi tartışmasının adına ilişkin. Ben de bu adı kullanıyorum ama yanlışlığını ne yerine kullandığımı bilerek ve herkes öyle kullandığı için. Sosyalist demokrasiden kimileri gibi sırf sosyalistler için geçerli bir demokrasi kast edilmiyorsa, kastedilen proleter demokrasisidir. Yani proletarya diktatörlüğü, diğer bir değişle geçiş dönemi ve onun demokrasisi. Sosyalizmde ise proletarya olmayacaktır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur38. Burjuva, küçük burjuva yoksa proleter de yoktur, üreticiler vardır. Böyle bir toplumda da, demokrasiye ihtiyaç olacaktır. Gürül gürül akan bir bolluk olmadığı sürece, çalışmayana ekmek yoksa, bu ilkeyi uygulamak için uygulayacak bir mekanizma, azınlık çoğunluk ilişkisi olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyduğu yerde demokrasi vardır, olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma zorunluluğundan kurtulduğu yerde ise özgürlük: bunun maddi temeli de korkunç bir bolluk olabilir. Her alanda. Ama tartışmalarda tartışılan, bu, sosyalist toplumdaki, burjuva adaletini, yani eşitliği sağlayan demokrasi değildir. Ondan önceki, geçiş döneminde, hem karşı devrimci sınıfların saldırıları karşısında ezilenlerin egemenliğini savunacak, hem ezilen sınıflar arasındaki ittifakı koruyacak hem de bu arada kendi yok oluşunun koşullarını ve ilk adımlarını atacak bir araçtır. Bu dönemde henüz herkes için eşitlik olamayacaktır maalesef. Bir saat çalışan herkes, sosyalist bir toplumda olduğu gibi ne iş yaparsa yapsın bir saatin parasını eşit olarak almayacaktır henüz. Bu dönemde bir mühendisin bir saati ile sıradan bir işçinin bir saati arasında bir fark olacaktır. Bu fark bugünkü toplumla kıyaslanmayacak ölçüde azalmış olsa ve azalma eğilimi göstermek zorunda olsa da. O halde, sosyalist demokrasi adı yanlıştır, ona geçiş dönemi demokrasisi, proleter demokrasisi demek, tartışılan şeyi daha doğru açıklardı. * Bir başka sorun, diktatörlük kavramının iki farklı kullanımını ve anlamını ayırmamaktır. Bu ayıramayış bu konudaki tartışmaları iyice anlaşılmaz kılabiliyor. Diktatörlük kavramı sosyolojik olarak demokrasi kavramıyla özdeştir. Proletarya diktatörlüğünün özünü Lenin'in dediği gibi zor bile oluşturmaz. Diyelim ki, burjuvaziye her hakkı verdiniz. Sadece onun bütün servetini aldınız. Miras hakkın kaldırdınız. Bunun dışında hiç bir kısıtlama getirmiyorsunuz. İşte tam bu, yani özel mülkiyetin olmaması, burjuvaziye bir diktatörlük olarak görünür. Tıpkı burjuvazinin bütün hakları proletaryaya tanıması ama özel mülkiyete dayanmasının proletaryaya bir diktatörlük olarak gelmesi gibi. Bu anlamda elbette
38
Aslında Demokrasi en saf haliyle, bir azınlık çoğunluk ilişkisi olarak yokoluşunun arefesinde sosyalist bir toplumda var olabilir, tıpkı metaın özünün tüm saflığıyla, yok olmadan önce, kapitalist toplumda ortaya çıkması gibi.
62 proleter demokrasisi burjuvaziye karşı, burjuvazinin varoluş koşulunu ortadan kaldırdığı için bir diktatörlüktür. Ancak, diktatörlüğün bir de politik anlamı vardır. Politik anlamıyla diktatörlük, demokrasinin zıddıdır. Bir azınlık ya da bir kişinin çoğunluğun iradesine rağmen zorla egemenliğini kurması, korumasıdır. Bu sistemde özgürlükler, demokratik mekanizmalar yoktur. Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin, proletarya diktatörlüğü ya da burjuva diktatörlüğünden söz ederken onu bu politik anlamıyla kullanmadılar. Onlar hep sosyolojik anlamlarında kullandılar. Ama bugün, bürokratik diktatörlükleri savunanlar, diktatörlüğün bu iki anlamı arasındaki kaymalardan yararlanarak, kolaylıkla politik olarak diktatörlüklerini meşru göstermeye çalışıyorlar. * Proleter demokrasisi için tartışmalarda, özellikle Troçkist görüşlerden arkadaşlar, çok partinin olması gerektiğini, çünkü işçi sınıfının yekpare olmadığını söyleyerek bunu gerekçelendiriyorlar. Kanımca bu tutarlı bir gerekçelendirme değildir. Birincisi, işçi sınıfı tabakalarının eğilimlerinin ayrı partilerde ifade bulacağı gibi bir anlama gelir ki, bu çoğu kez pek doğru değildir, partiler ve onların temsil ettikleri güçler arasındaki ilişki bu kadar mekanik değildir. Bu gerekçelendirmeye göre, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa çok partiye gerek olmayacaktır. Hayır, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa da, yekpare olsa da, kısa vadeli çıkarla uzun vadeli çıkar; parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı özdeş olmadığı için partilere gerek vardır. Partiler, yani farklı görüşler olmadan, çoğunluğun ve azınlığın şekillenmesi yani demokrasi olanaksızdır. * Burada, sosyalist demokrasiyle fazla karıştırılan parti içi demokrasi sorununa geçelim. Partiler üyelerini amacını benimseme kriteriyle alırlar. Yani oldukça monolitik yapıları vardır. Ama buna rağmen bir parti içinde bile, bir çoğunluğun oluşabilmesi, belli bir taktik sorununda bir irade ortaya çıkabilmesi için, tabii demokratik yöntemlerle, o parti içinde farklı platformlar olması gerektirir. Bu akıl yürütme, proletarya yekpare olsa da çok parti gerekeceğine bir kanıttır. . Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Sosyalist demokrasinin ilkeleri aynen bir partinin ilkeleri haline indirgeniyor. Aslında bunlar son derece farklı ilkelere dayanırlar. Sosyalist bir demokraside, üyelerine hiç bir fraksiyon kurma özgürlüğü tanımayan partiler de olacaktır. Bunları da yasaklayamaz sosyalist demokrasi. Hatta bu tür partiler iktidara da gelebilirler. Ama bu kendi içinde fraksiyon tanımayan partiler, başka partileri yasaklayamazlar. Bir parti üyelerini önceden belli kabullere göre alır, o kabullere uygun davranmayanı atmak hakkına sahiptir. Demokratik bir partide, tartışma ancak o kabullerin alanında geçerli olabilir. Ama bir toplumda öyle değildir, toplumun anayasası amacın şu olacaktır yoksa seni atarım
63 diyemez. O, her bireye amacına çoğunluğu kazanma olanağını sağlar. Partide yerini bulamayan başka parti kurar. Aslında bu tartışmalarda parti içi demokrasinin varlığını sosyalist demokrasinin garantisi gibi koyanlar, eski tek parti anlayışlarını hala yıkmamışlar demektir. Bürokratlaşma sorunu parti içi demokrasiden değil, sosyalist demokrasiden çıkar. * Bir diğer sorun, sosyalist demokrasiyi savunanlar, proletaryanın bu organlarda hep en doğru görüşü seçeceği gibi bir varsayımla savunuyorlar. Çocukça bir görüştür bu. Proletarya da ezilen diğer yığınlar da çoğu zaman kendi çıkarlarına aykırı aptalca kararlar almaya eğilimlidirler. Hele genel ve tarihsel çıkarı savunan bir parti, muhtemelen çoğu zaman azınlıkta kalmaya mahkûm bir parti olabilir. Çoğunluk doğru kararlar alacağı ve en doğru partileri iktidara getireceği için değil, hayır, en aptalca kararları alacağı, ama bu en aptalca kararlara rağmen bile, hiçbir tedbirin, bu aptalca kararları alan çoğunluk iradesini yansıtma yönteminden daha fazla çoğunluğun çıkarını sağlaması mümkün olmadığı için
64
Hamburg Dersleri’ne Önsöz Batı Avrupa'nın hemen hemen bütün ülkelerinde nüfusun ortalama yüzde onunu oluşturan bir "yabancılar" kitlesi var. Emperyalist Batı'nın bu "iç sömürge halkı" ya Almanya'da olduğu gibi yurttaş olmadığı gerekçesiyle tüm insan haklarından yoksundur, ya da İngiltere ve Fransa'da türünden bir zamanlar büyük sömürge imparatorluklarına sahip ülkelerde kâğıt üzerinde çoğu yurttaş kabul edilse bile fiiliyatta ikinci sınıf insandırlar ve her türlü ırkçı baskı ve saldırının hedefidirler, Burjuvazinin sosyologları, ideologları bu kitleyi bir "saatli bomba" olarak görüyor ve bu bombanın patlamasını engellemek için nasıl bir politika, strateji ve taktikler sistemi uygulanması gerektiği yolunda tartışıyor, uygulamalara geçiyorlar. Buna karşılık işçi hareketi ya da genel olarak sol hareketler içinde ve arasında ne ulusal ne de uluslararası düzeyde bu "bomba"nın patlamasını sağlamaya yönelik bir politika, strateji ve taktikler bütünlüğünün ne olması gerektiği yolunda hemen hemen ciddi hiç bir tartışma görülmüyor. Bu alanlarda yapılanlar, burjuvazinin her saldırısına savunmacı ve paternalist tepkilerden ibaret kalıyor. Ancak bu iki kutupta da aynı ortak yan giderek göze batıyor: gerek burjuvazinin tartışma ve uygulamalarında, gerek solun ve işçi hareketinin tepkilerinde ve olmayan tartışmalarında bu "yabancılar" kitlesi hep bir nesne olarak görülüyor ve öyle ele alınıyor. Sırf Almanya'da bile, bu göçmen azınlıklar, bu Avrupa'nın siyahları üzerine her yıl yüzlerce kitap, rapor yazılıyor; dergilerde, gazetelerde binlerce makale, inceleme çıkıyor. Fakat bütün bu yazı ve kitapların hemen hepsi, göçmenlere değil, göçmenler üzerinde çalışma yapanlara -hükümetlere, sosyal pedagoglara, doktorlara, psikologlara vs. - hitap ediyor. Muhataplar hiç bir zaman baskı ve sömürünün kurbanı olan göçmen azınlıklar değildir. Bu ölçüt bütünüyle sol diye nitelenebilecek yayınları da kapsar. Onlar da, göçmen azınlıkların iyiliği için olsa da, yerli işçilere, sendikalara ya da sol partilere hitap etmektedirler, ama bizzat o göçmen azınlıklara değil. Bu daha ilk elde onların dilinde görülür. Örneğin Almanya'da yüzlerce kitap olmasına rağmen, göçmenlerin kendi dillerinde yayınlanmış hemen hemen hiç bir kitap yoktur. Göçmen azınlıklar açısından problem, tam da problemin bu tarz ele alınışıdır. Problem aslanda göçmen azınlıklar değildir onları bir problem, bir nesne olarak ele alan yöntemdir. Soruna, koordinat sisteminin merkezine göçmen azınlıkları oturtan, onları mücadelenin bir öznesi olarak gören bir açıdan bakıldığı an, her şey ters yüz olmakta, bir bakıma gerçek anlamını ve değerini bulmaktadır. Örneğin, diyelim ki ırkçılığa karşı ya da göçmen azınlıkların hakları için yazılmış bir kitap, makale ya da bir yürüyüş, göçmenleri değil ama örneğin yerli halkı ya da başka kurumları muhatap
65 aldığı; göçmen azınlıkları örtük bir varsayım biçiminde bir nesne olarak gördüğü için, en ince ve teşhisi zor biçimde, belki içeriğiyle değil ama bizzat niteliğiyle ırkçı bir karakter taşımakta ve savunduğu hedeflerin bir engeli haline dönüşmektedir. Örnekten de anlaşılabileceği gibi, sorun, göçmen azınlıkların -en azından sol için- bir mücadele öznesi olarak görülüp görülmediğidir. Bu sorun hemen ardından şu soruları çağırır: Göçmen azınlıklar bir mücadele öznesi olabilirler mi? Eğer olabilirlerse onları bir özne yapan hangi tarihsel, toplumsal süreçler ve mekanizmalardır? Bu öznenin potansiyelleri ve sınırları nedir? Diğer toplumsal hareketlerle ve baskı biçimleriyle ilişkisi nedir? Bütün bu ve benzeri sorular ise en temel teorik ve metodolojik problemleri gündeme getirir. Toplumsal bilimlerin tek laboratuarı Tarih ve toplumsal pratiktir. Bu sorulara az çok doyurucu cevaplar bir göçmen azınlıklar hareketinin incelenmesi ve analizinden çıkarılabilir. Ne var ki, örneğin 1950-60'ların ABD'sinde siyahların "Medeni Haklar" hareketi türünden, yığınsal, az çok hedefi ve mücadele biçimleriyle biçimlenmiş; daha baştan, bir toplumsal gerçeklik olarak kimi soruları boş düşüren ve cevaplar için bir tarihsel laboratuar oluşturan bir göçmen azınlıklar hareketi bugünün Avrupa'sında yok. Bu çalışmanın konusu ise, bir göçmen azınlıklar hareketinin anatomisi ve sorunlarıdır. Var olmayan bir hareketin anatomisi ve sorunları nasıl incelenebilir? Bir hareket doğmadan onun özellikleri ve sorunları üzerine öngörülerde bulunulabilir mi? Hele söz konusu olan, özne-nesne diyalektiği dolayısıyla karmaşıklığı ne fizik ne de biyolojik âlemle kıyaslanamayacak kadar yüksek Toplumsal süreçler ise. . . Bugün tıp, çocuk henüz doğmadan, onun cinsiyetini, sahip olduğu kimi hastalıkları (Mongolizm gibi) öngörebilmektedir. Yakın bir gelecekte, genetik kotların çözülmesiyle, belki de tüm biyolojik özelliklerini öngörebilecektir. Fizik, henüz bulunmamış bazı parçacıkların var olması gerektiğine dair öngörülerde bulunmakta, araştırmalarını o yönde derinleştirmekte ve çoğu kez, sonunda niteliklerini önceden tanımladığı bu parçacıkları bulabilmektedir. Kanımızca, gelişim düzeyi bakımından, ne modern fizikten, ne de biyolojiden geri olmayan toplumun bilimi -Tarihsel Maddecilik- bizlere benzer öngörüler için gerekli metodolojik temelleri ve kavramsal araçları sunmaktadır. Bu çalışma, Hamburg'ta ve kısmen de Almanya'da Türkiyeli göçmenler arasında ortaya çıkan bir hareketlenmenin, diğer bir değişle, henüz var olmayan göçmenler hareketinin embriyon ya da tohum halinin incelenmesiyle, ilerde ortaya çıkabilecek bir göçmen azınlıklar hareketinin niteliklerini öngörme çabasıdır.
66 Ancak, henüz doğmamış bir göçmen azınlıklar hareketi üzerine olan bu çalışma, ortaya çıktığı andan itibaren, ele almaya çalıştığı hareketin doğuşu, ilerdeki gelişimi üzerinde şu veya bu doğrultuda bir etkide bulunmuş olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma ve konusu arasında, inceleme nesnesi arasında, kuantum fiziğinde ya da psikolojide görüldüğü türden bir "gözlemci-gözlenen" etkileşimi söz konusudur. Deneyci ya da gözlemci, nasıl varlığıyla ve gözlemiyle deneyin "saf" olarak gerçekleşmesini engelliyor, süreçlere ister istemez bir müdahalede bulunuyorsa... Öyle. Biz bir kayıt memuru ya da bir doğa gözlemcisi değiliz. Nesli tükenmeye yüz tutmuş Kelaynak Kuşları taifesinden addedilen ve bu hor görüyü bir övgü olarak kabul eden bir devrimciyiz, bir Marksistsiz. En azından öyle olmaya çalışıyoruz. Ve amacımız da aslında "deneyin" "saf" olarak gerçekleşmemesidir. "Saf"lığı ne kadar bozabilirsek, amaçlarımıza o kadar ulaştığımızı düşüneceğiz. Bu çalışmanın konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları değildir. Konusu göçmen azınlıklar ve onların sorunları olan yüzlerce inceleme bulunabilir. Bu çalışmanın konusu: bir göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunlarıdır. Göçmen azınlıklar hareketi ve bu hareketin sorunları bu çalışmanın sadece konusu değildir; kendisi bizzat göçmen azınlıklar hareketi ve onun sorunlarının bir parçasıdır; kendisi bizzat bu hareketin sorunlarının ürünüdür. Muhatabı ise yine öncelikle göçmen azınlıklar ve özel olarak ta Türkiyeli azınlıklardır. * Çalışmanın konusuna ve kendisine ilişkin bu kısa açıklamadan sonra, bu Önsöz çerçevesinde, bizi bu konu üzerinde çalışmaya iten nedenleri; konuya yaklaşımımızın geçirdiği evrimi ve tezlerin oluşum sürecini açıklamaya çalışalım. Politik sorunlara güçlü bir ilgi duyduğumuz ve doğrudan içine girdiğimiz -ki o zaman 15 yaş civarındaydık- 1960'lı yılların ortaları, aynı zamanda Türkiye'den Avrupa'ya işçi göçünün başlayıp hızlandığı yıllara denk düşer. Almanya'ya çalışmaya giden işyerlerindeki ustalarımızın, iş arkadaşlarımızın, tatillerde eskiden çalıştıkları işyerlerine uğrayıp, eski iş arkadaşlarına "alaman cıgarası" ikram etmeleri; başlarında tüylü şapkaları ve ellerinde transistörlü radyolarıyla cakalı cakalı dolaşmaları; "oralara gittik insaniyetlik öğrendik, medeniyeti tanıdık" deyişleri; kalan arkadaşlarında Alamanya'ya gitme arzularını kamçılamaları; gıpta ve küçümsemeyle: "bizim sümüklü Alamancı oldu şimdi bize hava basıyor" deyişleri sanki dün gibi taze ve canlı anılar olarak duruyor. Bu kaba gözlemlerin de ışığında, Avrupa'ya işçi göçünü olumlu bir gelişme olarak değerlendiriyorduk. Oraya giden işçiler, orada modern insanlar haline gelecekler; modern tekniği tanıyacaklar, dolayısıyla Türkiye'de gerek devrimi yapmak gerek sosyalizmi kurmak daha kolay olacaktı.
67 Bu yaklaşım üç aşağı beş yukarı hemen hemen tüm sol ve sosyalistler tarafından da paylaşılıyordu. Örneğin Çetin Altan, ki o zamanlar adı Sosyalizm ile aynı anlama gelirdi, köşe yazılarında bu tür görüşleri dile getiriyor ve kimseden de bir itiraz görmüyordu. Bu görüşlerin son derece dar, mekanik, evrimci ve işçi getiren ve gönderen ülkeler burjuvazilerinin ortak çıkarlarının ifadesi olduğunu görmüyor, bilmiyor; göçmen işçilere gittikleri ülkelerde verilen statüyü sorgulamak aklımızdan bile geçmiyor; her şeyi apaçık gerçekliklermiş gibi kabul ediyorduk. Zaten onlar gözümüzde "Avrupa'daki göçmen işçiler" değil, "Yurt dışındaki işçiler"di. Bu adlandırma bile, onların sorunlarının ilgi alanımızın ne kadar dışında olduğunu; onların problemlerini kavramaktan ne kadar uzak olduğumuzu gösterir. Bu anlayışın mantıki sonucu olarak politik mücadele bakımından, Göçmen İşçiler, Türkiye'deki mücadelenin "yurt dışındaki" destekçileri konumunu alıyorlardı. İşin garibi -ki hiç de garip olmadığı ilerde görülecektir- onlar da kendilerini böyle görüyorlar; konumlarını ve kendilerine uygun görülen rolleri sorguya çekmiyorlardı. 1980'e kadar "Yurt Dışındaki İşçiler" esas olarak ilgi alanımızın dışındaydı ya da marjinal bir konumu vardı. 1980'e doğru konuya tekrar dönüşümüz, daha doğrusu ilk kez ciddi olarak kafa yormamız bambaşka bir noktadan oldu. Bugün olduğu gibi o zaman da bir tek şeye inanıyorduk: İşçi Sınıfı'na. Fakat o zamanlar İşçi Sınıfı dediğimizde, kafamızda canlanan Türkiye'deki işçiler, yani İşçi Sınıfı'nın Türkiye'deki işçiler zümresiydi. Bu anlam kaymasının, yani bir zümreyi sınıf olarak tanımlamanın bilincinde de değildik. Bu kayma sonucu Proletarya Enternasyonalizmi'nden anladığımız da Uluslararası Dayanışma idi. Yani diğer ülkelerin işçileri ve onların mücadeleleri, bizim mücadelemizin bir desteği ve aracı olarak anlam taşıyordu. 1980'e doğru Vatan Partisi içindeki tartışmalarda, o güne kadar anladığımız biçimiyle enternasyonalizmin gerçekte proleter enternasyonalizmi olmadığını; enternasyonalizmin uluslar arası dayanışmaya indirgenemeyeceğini; bu tarz bir anlayışın aslında işçi sınıfı içindeki zümre çıkarlarının ve yaklaşımlarının, dolayısıyla reformizmin bir görünüşü olduğunu birdenbire fark ettik. O güne kadar sandığımızın aksine, proletarya ancak evrensel bir sınıf olarak var olabiliyordu; tek tek ülkelerin işçileri bu sınıfın ancak zümreleri olabilirdi. Toplumsal Devrimin öznesi olan proletarya nasıl ancak evrensel bir sınıf olarak var olabiliyorsa, sosyalizm de ancak evrensel olarak gerçekleşebilirdi. Ve nihayet sosyalist teori de ancak evrensel bir teori olabilir ve evrensel olarak var olabilirdi. Bu durumda proletarya, hem kendisi evrensel bir sınıf olduğundan, hem hedefi evrensel ölçüde gerçekleşebileceğinden, hem de teorisi ancak evrensel bir teori olabileceğinden ancak evrensel düzeyde devrimci bir sınıf olarak örgütlenebilirdi.
68 Bu durumda, proletarya enternasyonalizmi basit bir aritmetik toplam gibi bir "uluslararası dayanışma" değil; onu aşan, tıpkı cebirde eksinin eksiyle çarpımının artı olması gibi: "bir ülkenin proletarya mücadelesinin çıkarlarını, bu mücadelenin dünya ölçeğinde çıkarlarına tabi" kılmak ve bunun için "ulusal planda en büyük fedakârlıkları kabul etmeye elverişli ve hazır" olmak (Lenin) anlamına geliyordu. Bu genel çıkarı ise ancak federasyondan öte bir dünya partisi ifade edebilirdi. Bu sonuç iki farklı alandaki sorunları da otomatikman çözüyordu. Birincisi, Kürdistan'a ilişkindi. Türk ve Kürt devrimcileri arasında, Kürdistan'a ilişkin olarak "ayrı örgütlenme mi, birlikte örgütlenme mi? " tartışması vardı ve sorun proletaryanın dünya çapında bir sınıf olduğu; onun devrimci partisinin de ancak bir dünya partisi olabileceği bakış açısından kolayca çözülüyordu. Kürdistan proletaryası elbet ayrı örgütlenmeliydi, ama bu "ayrı" örgüt, kelimenin o güne kadar tartışılan anlamında ayrı örgüt olmuyor; aynı dünya partisinin eşit seksiyonlarından (şubelerinden) biri oluyordu. Böylece Kürt ve Türk örgütlerinin hepsinin milliyetlere göre "Bundist" bir şekilde örgütlendiği; milliyetçi bir anlayışla sorunu tartıştıkları açığa çıkıyordu. İkinci sonuç ise Avrupa'daki göçmen işçilere ilişkindi. O güne kadar Parti'nin Avrupa'daki taraftarları Türkiye'nin bir şubesi gibi çalışıyorlardı. Yeni anlayış ışığında onların bulundukları ülkelerdeki işçilerle nasıl aynı sendikalarda örgütleniyorlarsa aynı devrimci parti içinde örgütlenmeleri gerekiyordu. Bu adımı da cesaretle attık ve onları bağımsız bir eşit partner olarak ele aldık. Fakat bu ve daha birçok konudaki klasik Marksizm’e uygun sonuçlara uluslararası sosyalist ve işçi hareketinin tarihini bilerek değil, kendi pratiğimizden, karşılaştığımız örgütsel, stratejik, programatik, teorik, taktik sorunlardan hareketle ve "Doktorcu" bir kabuk içinde ulaşmıştık. Farkına varmadan Devrimci Marksist gelenekle; uluslararası işçi hareketinin tarihsel tecrübesiyle aynı sonuçları, Amerika'yı yeniden keşfedercesine bulmuştuk. İşin ilginci henüz bunun bile farkında değildik. Bu durumda dünyada bizim görüşümüzde kimse olmadığını düşündüğümüzden bir Dünya Partisi örgütlemek ve onun bir şubesi olmak gibi bir görev ortaya çıkıyordu. Bu dünya partisini örgütlemek için de, bir yandan Üçüncü Enternasyonal'in niye dağıtıldığı sorusuna bir cevap vermek; diğer yandan da o sıra birden bire varlığı dikkatimizi çeken Dördüncü Enternasyonal ile sınırlarımızı çizmek zorundaydık. Parti içindeki tartışmaların hareket noktası olan faşizm -ki o sıralar Türkiye'de dünyanın en güçlü ve en hızla büyüyen faşist hareketi vardı- işçi hareketinin bunalımı olmadan anlaşılamıyordu; işçi hareketinin bunalımı ve Üçüncü Enternasyonal'in lağvı ise Sovyetler'deki yozlaşma olmadan anlaşılamıyordu; Sovyetler'in bürokratik bir devlet haline gelmesi ise, geri bir ülkede demokratik tarihsel görevlerin sosyalist devrime yol açmasından ve bu devrimin tecrit olmasından ayrı anlaşılamıyordu.
69 Böylece, farkında olmadan uluslararası Devrimci Marksist geleneğin şekillendiği bütün sorunlarla karşı karşıya geliyor; elimizi attığımız har alanda "Troçkist" denilen geleneğin, yeni bulduğumuz, ya da yer altından çıkardığımızı sandığımız cevapları yıllardan beri savunduğunu görüyorduk. Yapılacak tek şey: yıllarca, nankör bir uğraş içinde sosyalizm idealinin ve işçi hareketinin devrimci geleneğinin onurunu koruyan bu geleneğe katılmaktı. Ve de öyle yaptık. * 1984 yılında Avrupa'da mülteci yaşamına başladığımızda görevimiz çok açıktı: bulunduğumuz ülkedeki seksiyona girmek ve dilini en iyi bildiğimiz Türk ve Kürt işçileri yerli kardeşleriyle aynı seksiyonda örgütlemek için çalışmak. Bunun için, onların en iyi okuyup anladığı dilde bir gazete çıkarmak, yapılması gereken ilk işti. Bu yöndeki çabalarımızın ürünü Ne Yapmalı adlı gazete oldu. Gerçi biz enternasyonalizm sorununda sosyalizm ve sınıf mücadelesinin aslında alfabetik bir problemini çözmüştük ama Türk ve Kürt solu için durum böyle olmaktan uzaktı. 12 Eylül'den sonra binlercesi Avrupa'da sürgün yaşamına başlayan bu insanlar için Avrupa'daki göçmen işçiler ve Avrupa'daki mücadeleler Türkiye ve Kürdistan'daki mücadeleye tabi olarak görülüyor ve onun bir aracı olarak ele alınıyordu. Dolayısıyla da Avrupa'daki göçmen Türk ve Kürt işçileri, Türkiye ve Kürdistan'daki örgütlerin uzantısı olarak, milliyetlere göre örgütlenmiş, Avrupa işçi sınıfının bölünmesi derinleştirilmiş oluyordu. Bu siyasi parti ve hareketler için başlangıçta pek bir sorun da yok gibiydi, 12 Eylül'ü protesto için yapılan mitinglere binlerce kişi katılıyordu örneğin. Tam da bizim mülteci yaşamına başladığımız sıralarda Avrupa'daki Türkiyeli devrimciler ayaklarının altından toprağın kaymağa başladığını hissettiler, ilk kez el yordamıyla da olsa göçmen işçilerin problemlerine ilgi duymaya başladılar. Tüm dernekler hızla marjinalleşirken "biz buradaki işçilerin sorunlarıyla hiç ilgilenmedik; onları hep Türkiye'deki mücadelenin lojistik destek üssü olarak gördük. Onun için böyle tecrit oluyoruz" tarzında eleştiri ve özeleştiriler duyulmaya başladı. Bu nedenle gazetenin ilk hedefi olarak, henüz ulusal bir sosyalizm anlayışına dayansalar da, bu anlayışın göçmen işçiler problemine bağlı olarak çelişkilerini yaşamaya başlayan bu çevreleri seçtik. Hem buradaki kimi ileri işçileri Türkiye ve Kürdistan'a bağlı olarak örgütleyenlerin Almanya proletaryasını bölüşüyle mücadele etmek için; hem de tartışmaya başlayanlardaki kafa karışıklığına bir açıklık getirmek için, yazıları özellikle enternasyonalizm sorununa yönelttik.
70 Örgütlerin hızla üye kaybı, mitinglere katılımın düşmesi gibi tamamen pratik ve somut sorunlardan hareketle, göçmen işçiler, dolayısıyla da sosyalist hareketin tarihini ve sosyalist teorinin en temel sorunlarını gündeme getirme, yani bir teorik tartışmayı başlatma olanağı var gibi görülüyordu. Bu yöndeki çabalarımız Ne Yapmalı'nın ilk sayısında açıkça görülebilir. Ne var ki, bizzat Ne Yapmalı'yı çıkarma pratiği içinde yaşadığımız deneyler ve bazı gözlemler bizi konumumuzun, diğer Türk ve Kürt solcularına göre çok doğru olmakla birlikte, mücadelenin gerçek problemleri ve ihtiyaçları bakımından yetersiz olduğu yolunda düşüncelere sevketti ve o sıralar peş peşe gelişen birkaç olayın etkisiyle düşüncelerimiz köklü bir değişim geçirdi. Neydi bu gözlemler ve deneyler? Göçmenler sadece işçilerden oluşmuyordu. Ev kadınları, gençler, burjuvalar, küçük burjuvalar, aydınlar hatta lümpenler de bu göçmenlerin içinde yer alıyorlardı ve hepsi de sırf göçmen oldukları, yabancı oldukları için aynı zamanda ortak bir kaderi de paylaşıyorlardı. Ve bu insanlar yabancı olmalarından doğan sorunlar nedeniyle çok ciddi mücadele eğilimleri gösteriyorlardı. Sadece Alman ve yabancı işçileri birlikte örgütlemeye çalışmakla yetinmek, göçmenlerin özgül sorunlarını görmezden gelmek ve hatta fiili korkunç eşitsizliğin ve bölünmüşlüğün üstünü örtmek ve giderek onu pekiştirmek ve yeniden üretmek sonucunu veriyordu. "Yabancılar" mademki kendi "yabancılık" sorunlarından hareketle mücadele eğilimi gösteriyorlardı ve mademki yığınların siyasi eğitimi ancak eylem içinde olabilirdi, öyleyse onlar "yabancılar" olarak bir özneydiler ve onlara öyle yaklaşmak gerekirdi. Fakat, bizzat içinde bulunduğum seksiyon dahil, hiç bir sol örgüt yabancıları bir özne olarak görmüyor; onları kendi sorunları temelinde örgütleme ve eyleme yöneltme gibi bir sorunu gündeme koymuyor; gündeme koymak ne kelime, bunun üzerine kafa bile yormuyordu. Yabancılarla sadece paternalist ilişkiler kuruyorlar; onlar kendi inisiyatifleriyle bir eşit olarak harekete geçtikleri an ise yan çizmeler, engellemeler ve diş göstermeler ortaya çıkıyordu. Ne Yapmalı'yı örgütün (yani Dördüncü Enternasyonal'in Almanya Seksiyonu olan GİM'in) organı olarak çıkarma çabalarında bunları acı acı görüyordum. Sonunda dergiyi biz "yabancılar" kendi inisiyatifimizle biraz da bir emrivaki olarak çıkarabilmiştik. Tam da bulunduğum örgüt içinde yaşadığım bu tür deneylerin yol açtığı sorularla kafamda boğuşurken, o sıra gelişen ve kamuoyunu etkileyen iki olay düşüncelerimde kesin bir dönüşüme yol açtı. Birincisi IG Metall'in Fransa'dan esinlenerek başlattığı "Arkadaşıma Dokunma" kampanyasıydı. Bu kampanya bütün sol örgütler tarafından da destekleniyordu. Her solcu Alman üzerinde "Arkadaşıma Sataşma"nın Almancası olan "Macht mein
71 Kumpel nicht an" yazan rozetle dolaşıyordu. Tipik paternalist yaklaşımın ta kendisiydi bu. Göçmen hiç bir şekilde bir özne olarak görülmüyordu. Göçmen ya Almanların kampanyalarında pasif bir nesne; ya da Türk ve Kürt hareketlerinin çalışmaları içinde, Türkiye ve Kürdistan'daki mücadelenin amaçlarına hizmet eden bir araç durumundaydı. Bu iki tavır da tencere ve kapağı gibi sol içinde birbirini tamamlıyordu. Bulunduğum örgütün bir toplantısında, bu kampanyanın bizleri bir nesne olarak ele aldığını, dolayısıyla bir yabancı olarak destekleyemeyeceğimi; yanlış bulduğumu söylediğimde, o ana kadar bana en çok yakınlık gösteren Alman yoldaşın korkunç anlayışsızlık duvarına çarpıyor ve doğrudan konuyla bağlantılı olmasa da ilk kez ağır hakarete maruz kalıyordum. Hakaret bile hoşuma gidiyordu, çünkü eski paternalist ilişkide insan hakarete bile uğrayamıyordu. İkinci olay Günther Wallraff'ın "En Alttakiler" adlı kitabıydı. İlk kez hakaretlere uğradığım aynı toplantıda, Ne Yapmalı'nın ikinci sayısı için G. Wallraff'la röportaj yapmam Alman yoldaşlarca öneriliyordu. Bence Wallraff'ın kitabı da aynı paternalizmin bir örneği idi. Gerçekte Alman Kamuoyunu ilgilendiren yabancıların örgütlenmesi ve hareketlenmesi değil; Tarzan'ın Afrika Ormanları'ndaki Maceraları gibi Wallraff'ın maceralarıydı, "kahramanlıkları"ydı. Ama Wallraff'ın bir kaç ay boyunca yaptığı kahramanlığı hayatları boyunca yapan kahramanlar yoktu ortada. Ben ise dil bilmediğim için bu görüşlerimi bile açıklayamıyor, sadece içimden geçirebiliyordum. Tüm Alman ve Türk/Kürt solundan farklı olan ulaştığım bu yeni yaklaşımın ilk emeklemeleri Ne Yapmalı'nın ikinci sayısında görülebilir. Ropörtajı, Wallraff'la değil, kimliğine girdiği Türk Levent Sinirlioğlu ile yaptım. Ve "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazı, bu dönüşümün bir işaret taşı olarak aynı sayıda yerini aldı. Ne Yapmalı'nın pek az insanın eline geçmiş olması; okuyanların çoğunun da ne dendiğini anlamaması; sol çevrelerde hiç bir tartışmaya yol açmaması, sorunun bu tarz ilk ifade edilişinin değerini azaltmaz. "Nesnelikten Özneliğe" başlıklı yazının daha mürekkebi kurumadan, Hamburg'ta Ramazan Avcı adlı bir Türkün dazlaklar tarafından öldürülmesinden sonra gelişen olaylar, göçmenlerin, göçmenler olarak, göçmenlik sorunlarından hareketle eyleme geçmesinin mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Bütün bu tohum halindeki gelişmelerin hem içinde yer aldık hem de tüm dikkatimizle bu yeni oluşumu gözlemeye çalıştık. Sıcağı sıcağına bu gelişmelerin ilk teorik değerlendirmelerini yapmayı denedik. "Dokunana Dokunuruz"; "İlk Kez Olanlar"; "Henüz Doğmamış Bir Hareket Üzerine Taslak Tezler", yani Ne Yapmalı'nın üçüncü
72 ve son sayısı bu çabalarımızın ilk sonuçlarının dökümü oldu. Bundan sonra, hiç bir örgütsel destek olmadığı; hatta engellendiği için gazete bir daha çıkamadı ve çıkamayışıyla yoldaşlarımıza bir problemden kurtulmanın rahatlığını sundu. Ne Yapmalı çıkmaz oldu ama Ne Yapmak Gerektiğini görmüştük: bir göçmenler hareketi içinde devrimci ve sosyalist bir kanadın programatik, stratejik ve örgütsel platformunu taslaklaştırmaya çalışmak. Teori yine en acil pratik görev olarak ortaya çıkmıştı. Ortada verimli ve hazır bir deney vardı: Hamburg. Malzeme toplamaya ve ilk taslakları yazmaya başladık. Ama bu ilk taslaklarla bugün arasında dört, beş yıl var. Niçin? Teorik eklektisizmden çok çekindiğimiz için. * Bilimsel Sosyalizm, her kavramı, her teorisi birbiriyle içsel bir tutarlılığa sahip ama aynı zamanda açık bir sistemdir. Bir "Göçmenler Hareketi"nden ya da "Bağımsız" bir hareketten söz edildiği an, bunu ve hatta buna karşı tavırları bu sistem içinde temel kavramlarla da uyumlu olarak bir yerlere oturtmak gerekir. Bir göçmenler hareketi niçin mümkün ya da gerekliydi? İşçi Sınıfı toplumsal devrimlerin öznesi olduğuna göre, bir sosyalist olarak bir göçmen hareketinden söz etmek, gücü yanlış yere yığmak ya da bir çelişki olmuyor muydu? Böyle bir hareket karşısında sosyalistlerde görülen kavrayışsızlığın teorik ve sosyal temelleri nerelerde bulunuyordu? Böyle bir hareketin politika ve örgüt teorisi bakımından sonuçları neler oluyordu?.. Bu ve benzeri daha bir yığın soru cevap bekliyordu. İlk taslakları yazarken, ilgimiz giderek bu sorunlara kaymağa başladı ve bunlara doyurucu cevaplar bulmadıkça yazamayacağımızı gördük. Ayrıca "Yeni Sosyal Hareketler"in de benzeri sorunlara yol açtığını; orada da tutarlı ve kavramsal bir sistem olmadığını fark etmeye başladık. Kadın, Ekoloji, Barış hareketleri gibi "Yeni sosyal Hareketler" olarak adlandırılan bu hareketlerle bir göçmenler hareketi arasında çok ilginç analojiler yapılabiliyordu. Bu hareketleri ve analojileri mümkün kılan ortaklık nereden kaynaklanıyordu? Marksistler niye bu hareketleri ön görmemişlerdi? Bu Marksizm’in özünden mi yoksa Marksistlerden mi kaynaklanıyordu? Bu hareketlerde görülen Marksizm’e ve işçi hareketine karşı soğukluk hatta düşmanlık, işçi hareketinin ve Marksistlerin zaaflarından doğan, konjonktürel, geçici bir yanılsamanın ifadesi miydi, yoksa nesnel temelleri var mıydı? Marksizm’in, bu hareketlerin ortaya koyduğu ve tartıştığı sorunları çözümleyecek ve bizzat bu hareketleri açıklayacak kavramsal araçları var mıydı, yoksa bu araçlar var olmasına rağmen gelişmemiş bir alan olarak mı kalmıştı? Eğer öyle ise, niçin gelişmemişti? Bunlar ve benzeri birçok soru üzerine düşünmek gerekiyordu. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunları kapsayacak; Tarihsel Maddeciliğin
73 klasik önermeleriyle de tutarlılık içinde bir teorik çerçeve ve kavramsal araçlar bulunmadıkça göçmen azınlıklar hareketi problemi de havada kalıyordu. Sonunda "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi" ve buna bağlı olarak "Eklemlenme" gibi temel kavramlardan hareketle bütün bu sorunların bir tek kavramsal çerçeve içinde toparlanabileceği; hatta bu kavramlar aracılığıyla "Yeni Sosyal Hareketler" arasında zikredilmeyen Ulusal Kurutuluş Hareketlerinin de değişik bir ışık altında açıklanabileceği gibi bir sonuca ulaştık. Bu sonuçları tartışmak ve düşünceleri geliştirmek amacıyla ilk kez Hamburg'ta "Bilimsel, Felsefi, Politik Tartışmalar İçin Forum"un tertiplediği bir toplantıda "Bağımsız Bir Göçmenler Hareketi ve Marksizm" başlığı altında bir konferans verdik. Bir yankı bulup tartışmak mümkün olmadı. İkinci girişim Devrimci Marksist Tartışma Defterleri'nin beşinci sayısında "Sesli Düşünmeler" başlığı altında oldu. Orada sadece bir giriş, bir çıtlatma yaptık. Derginin yayını son bulduğundan gerisi gelmedi. Tartışamayınca da düşünceleri geliştirmek pek olanaklı olmuyor. İnsan toplumsal yaratık, ancak çatışmalar ve çelişkiler içinde gelişip geliştirebilir. Can çıkmayınca umut çıkmaz derler. Bu sorunların giderek Türkiyeli sosyalistlerin de ilgi alanına gireceğini gösteren belirtiler var. Gorbaçov'dan beri, sınıf mücadelesini terk edişin bir teorik gerekçesi olarak da olsa, Sovyet çizgisine yakın hareketlerde "Global Sorunlar"dan bahsetmek pek moda oldu. Kadın hareketinin etkisiyle, bu hareketten en çok etkilenen Kurtuluş grubunun sözcülerinden biri, geçenlerde bir açık oturumda "her şeyin ekonomi ve sınıflarla açıklanamayacağı" ve "sınıfsal olmayan bölünmelerin de olduğu" gibi, aslında eklektisizmin ifadesi olduğu kadar sorunların önemi sezmenin de ifadesi olan sözler ediyordu. Bütün bunlar, bu çalışmanın artında yatan teorik ve programatik sorunların henüz çok yavaş ve eklektik de olsa Türk Solu'nun ele almaya başladığının belirtileri olarak kabul edilebilir. "Yeni Sosyal Hareketler" ve onların ortaya çıkardığı sorunlara ilişkin olarak araştırmaları çok geliştirmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Hatta bu gelişimi yeterince derinleştirecek temel yoksunluğumuzun da (dil, felsefi birikim yokluğu vs. ) bilincindeyiz. Ama Tarihsel Maddecilik aynı zamanda bir toplumsal praksis öğretisidir. "Batı Marksizmi"nin bu kopukluğunu aşmada yeni adımlar atmak gerekiyor. Bu nedenle aradan yıllar geçtikten sonra "Hamburg Dersleri"ni gecikmiş de olsa yayınlamak gerekiyor. Yayınlamak gerekiyor, çünkü temel tezimiz şudur: Göçmen azınlıklar hareketi de (ki henüz doğmamış bir harekettir) "Yeni Sosyal Hareketler"le aynı problematik içinde
74 açıklanabilir. Bu hareketlerde görülen Marksizm karşıtı teorilerin egemenliği, bu hareketlerin yapısından, varoluşundan, özünden kaynaklanmamakta, proletaryanın tarihsel krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer Marksistler bu hareketler içinde daha başından yer alıp, onları ön görüp, önünde mücadele etseler durum çok farklı olabilir. En azından onlar içinde güçlü bir sosyalist kanat ve gelenek oluşturabilirler. Bunun böyle olup olmadığını bizzat göçmen azınlıklar hareketi içinde göreceğiz. Fakat bunu görebilmek için de, dolayısıyla tarihsel deneyi etkileyebilmek için de, yeterince olgun bir teorik arka plana dayanmasa da, bu çalışmanın yayınlanması gerekiyor. 22. 07. 1990 Hamburg
75
Yeni Dünya Düzeni: Gezegen Çapında Apartheit Apartheid denen ırk ayrımcılığı sisteminin Güney Afrika'da çökerken gezegen ölçüsünde kuruluşuna şahit oluyoruz. Dünya, zenginler (beyazlar) ve yoksullar (siyahlar) olarak ikiye bölünüyor. İtalya’da zengin Kuzey'in yoksul Güney'den ayrılmasını savunan Lombard Ligası bütün gündemi belirleyip, seçim başarıları elde ediyor. Zengin Çek ülkesi, yoksul Slovak ülkesinden ayrılıyor. Hırvatistan ve Slovenya, eski Yugoslavya'nın bu en gelişmiş ve zengin iki bölgesi, onlarca yıl aynı devlet çatısı altında yaşadığı yoksul Arnavut, Boşnak, Makedonlarla her türlü kader ortaklığı olasılığını ortadan kaldırıp, baştan çıkarılmışların ihanetiyle zengin Avrupa'nın kollarına atılıyor. Dağılan Sovyet İmparatorluğunda aynı işi, en zengin cumhuriyetler olan Baltık Cumhuriyetleri yapıyorlar. Doğu Almanlar zengin Avrupa'ya katılmak için duvar yıkıyorlar; Arnavutlar çocukça bir saflıkla, Doğu Almanlarla aynı amaçlarla, oğul veren arıcıklar gibi gemilere üşüşüp denizi aşıyorlar. Alman sadrazamın sol taşağından düştüğü için düğün bayramla zengin beyaz dünyanın imtiyazlıları arasına alınıyor; Arnavut ise yoksul olduğu için tekme tokat dünya siyahlarının yeni kurulmakta olan rezervatına geri yollanıyor. Almanya'da 30 yıldır çalışan, orada doğmuş bir Türk veya Kürt hala hiç bir hakka sahip değilken; Doğu Alman anında bütün haklara ve üstüne üstlük imtiyazlara boğuluyor. Bu yeni ırk ayrımcısı sistem, klasik ırkçılıktan farklı olarak kültür ve refaha dayanıyor. Duvarın yıkılışı sadece Yalta'dan beri süren dengelerin bitişini değil; ama aynı zamanda, dünya ölçüsündeki yeni Apartheid düzeninin kuruluşunu sembolize ediyor. *** Zengin Beyazlar (Kuzey Amerika; Doğu Bloku'nun zenginlerini içine almış Batı Avrupa; Japonya ve Avustralya) yoksul siyahları; "İkinci Dünya" Diyebileceğimiz (eski "Üçüncü Dünya" ve Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği'nin yoksulları) kocaman bir "bantustan"ın veya "rezervat"ın içine hapsediyor. ABD Atlas Okyanusu'ndan Pasifik Okyanusu'na, bütün Meksika Hududu boyunca çelikten bir duvar örüyor. Almanya'da bütün partiler Mölln katliamı dolayısıyla anti-ırkçı gösterilere katılan kamuoyunun tam desteğini alarak, tamamen ırkçı yeni bir iltica yasası üzerinde anlaşıyorlar. Artık bir siyahın Almanya'ya ya da Avrupa'ya girmesi; diğer bir ifadeyle siyah hapishanesinden dışarı çıkması olanaksız. Beyaz adam, bu duvarları kendi etrafına örüyormuş gibi; akıma karşı bir savunma tedbiriymiş gibi gösteriyor. Bu duvarlar Avrupa ve ABD'nin, yani beyaz adamın kendi etrafına değil; siyahların etrafına ördüğü duvarlardır. Eğer kendi etrafına duvar örseydi, kendisi de duvarın
76 dışına çıkamazdı. Ama örülen duvarların dışına çıkamayan siyah olacaktır. Beyaz ise pekâlâ o duvarların içine girebilecektir. Tıpkı Güney Afrika'da olduğu gibi. *** Bugün dünyanın siyahları duvarın dibinde derdest edilip geri yollanıyor; yakında çok zorlarlarsa vurulacaklar; bir süre sonra ise duvarın dibine gelme fırsatı bulamadan doğdukları yerde yok edilecekler. Bundan 2,5 yıl önce ABD Senatosu Savunma Komisyonu'nun hazırladığı bir raporda yeni bir savunma doktrini öneriliyordu. Buna göre; artık "Üçüncü Dünya" ile Gelişme yardımları Bakanlığı değil; Pentagon, CIA ve Enerji Bakanlığı ilgilenmeli, ekoloji ve nüfus araştırmaları askeri bir stratejinin parçası olarak ele alınmalı, "crash situation" bölgeleri önceden belirlenmeli ve tehlike büyümeden askeri olarak müdahale edilmeliydi. "Crash situation" ise, nüfusun yiyecek vs. rezervlerini aşması durumu olarak tanımlanıyordu. İşte Somali'de uygulanan bu yeni stratejinin provasıdır. Yakın bir gelecekte, "Nüfus fazla" veya "Ekolojik dengeyi bozuyorlar" denerekten milyonlarca siyahın, beyaz adamın refahı ve tüketimi uğruna, tıpkı bilim kurgu filmlerinde olduğu gibi, veya tıpkı eski Ispartalıların fazla kölelerini kılıçtan geçirmesi gibi yok edildiğini görürsek kimse şaşırmasın. Aslında Körfez Savaşı, bu "ırklar savaşı"nın ilk örneğidir de. Noam Chomsky şöyle yazıyor: "Körfez savaşı aslında ilk ırklar savaşıydı. O günlerde -ben uluslar arası basını sürekli izliyordum- bir kişinin hangi tarafta yer aldığını büyük bir ihtimalle tahmin edebilmek için, sadece o kişinin yüzünün rengine bakmak yetiyordu." İsviçre'de askeri tatbikatlar artık ülkedeki yabancıların, yani siyahların bir ayaklanmasına karşı yapılıyor. Amerikan filmlerinde kötü adam eskiden bir Rus olurdu, onun yerini çoktan üçüncü dünyalılar ve Müslümanlar aldı. Tıpkı kovboy filmlerinin “vahşi” yerlileri gibi. Sovyetlerin dağılması üzerine nükleer silahların ve tekniğin "Üçüncü Dünya" ülkelerine gitmemesi için yaptırımlar uygulanıyor. Tıpkı Güney Afrika'da siyahların silah taşıma hakkı bulunmaması gibi. *** İstisnasız bütün Avrupa ülkelerinde yeni ırkçı partiler hızla güç kazanıyor, gündemi belirliyor ve diğer partileri fiilen kendi programına çekmiş bulunuyor. Bu ırkçı partiler klasik faşist partiler değiller. Bu partiler küçük burjuvazinin beyaz işçiye bir saldırısına ifade etmiyorlar. Aksine bu partiler doğrudan doğruya büyük ölçüde beyaz işçilere ve beyaz nüfusa dayanıyorlar. Klasik faşist partiler ırkçılıklarını en azından , "Yahudi sermayesi" gibi argümanlarla zengin sınıflara karşı göstermeye çalışırlardı. Yeni ırkçı partiler ise, doğrudan doğruya yoksul, haklardan yoksun göçmenlere karşılar. Tıpkı güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi. ABD, Avrupa veya Japonya'nın beyaz işçileri kapitalist ekonominin bir buhranı karşısında pekâlâ demokratik, sosyalist bir devrim bile yapabilirler. Ancak bu sosyalizm tıpkı Platon'un
77 "Devlet"inde olduğu gibi, bir "köle sahipleri sosyalizmi", beyaz adamın sosyalizmi olacak, yeryüzünün siyahlarının sırtında yükselecektir. Beyaz adam bugünkü imtiyaz ve zenginliklerinden vazgeçmediği veya vazgeçmeyi göze alamadığı takdirde kuracağı ırkçı bir sosyalizmden başka bir şey olamaz. Bu, aslında beyaz işçilerin dünya işçi sınıfı içinde çok imtiyazlı bir zümre oluşturduğu anlamına gelir. Güney Afrika'nın da şimdiye kadar gösterdiği gibi, beyaz işçilerle ortak bir cephe artık olası değildir. Onlar imtiyazlarının kölesi olmuşlardır. Peki, dünyanın siyahları ne yapacak? Onlar beyaz adamın ayrıcalıklarına ve tüketim düzeyine sahip olmak gibi bir program geliştiremezler. Eğer tüm dünyanın siyahları beyazlar kadar enerji tüketirlerse şu gezegende bir hafta bile yaşamak mümkün olmazdı. Dolayısıyla siyahlar, Batı Uygarlığı'ndan farklı bir uygarlığı tasarlamak ve onun için mücadele etmek zorundalar. Bu ise Batı Uygarlığı'nın eleştirisi olmadan mümkün değildir. Türk ve Kürt sosyalistleri sadece kendi ülkelerinde bir alternatif olabilmek için değil, ama aynı zamanda değişen dünyayı kavrayabilmek ve dünya siyahlarının mücadelesine bir katkıda bulunabilmek için de Kemalizm’in hedefiyle örtüşen kendi hedef tasavvurlarının bir özeleştirisine girmek zorundadırlar.
(Not: Bu yazıda kullanılan "siyah" ve "beyaz" terimleri politik terimlerdir. "Beyaz": ırkçı baskıyı uygulayanı, imtiyazlı olanı... "siyah": ırkçı baskıya maruz kalanı, ezileni ifade etmektedir. Örneğin, bir Japon, "sarı ırk"tan olmasına rağmen "beyaz"dır. Buna karşılık Japonya'da çalışan Koreli göçmen işçi de "sarı ırk"tan olmasına rağmen "siyah"tır. Avrupa'daki Türk veya Kürt "beyaz ırk"tandır ama "siyah"tır.)
(Bu yazı 13 Aralık 1992 Pazar tarihli Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.)
78 (Forum köşesi için, Yavuz Şimşek'e İletilecek)
Milliyetçiliğin Sonu Henüz iki yüz yıl önce, kendini ulus olarak tanımlayan insan toplulukları, Atlas Okyanusu'nun kuzeyinde, Avrupa'nın batı kıyılarında İngiltere , Fransa vs. ve Amerika'nın doğu kıyılarına serpilmiş küçük kolonilerden başka bir şey olmayan ABD gibi birkaç ülkeyle sınırlıydı. Avrupa'nın göbeğindeki Almanya'nın bile bir ulus-devlet olması yüzyıl sonra gerçekleşebilecekti. Bugün ise yeryüzünün bir karış köşesi yoktur ki, herhangi bir ulusa ait olmasın; hiç bir örgüt yoktur ki ulusal olmasın; ulusal olmayan örgütler bile “uluslar-arası” ya da “üstü”, yani yine ulus ilkesine göre örgütlenmiş; kendilerini öyle tanımlayan kuruluşlardır. Henüz iki yüz yıl önce, yeryüzü insanlığının büyük çoğunluğu için herhangi bir ulustan olmak gibi bir problem yoktu; bugünün insanına ise, herhangi bir ulustan olmamak yada ulus-devletin yurttaşı olmamak akıl almaz; olanaksız bir şey olarak görülür. Milliyetçiliğin ve millet ilkesinin böylesine tartışılmaz bir tarihsel zafer kazandığı bir dünyada "Milliyetçiliğin Sonu"ndan söz etmek bir paradoks veya saçmalık değil mi? Henüz on yıl önce, "ulusal sorun"un Sovyetlerde çözüldüğü ve yeni "Sovyet Tipi İnsan"ın ortaya çıktığı söylenirken; bütün o "yeni tip" insanların milliyetçilik rüzgarlarına kapılıp birbirini boğazladığı; milliyetçilik rüzgarının Kanada, Fransa, Belçika, İngiltere gibi ülkeleri bile sarstığı bir dünyada "Milliyetçiliğin Sonu"ndan söz etmek gerçeğe gözlerini kapamak değil mi? * Milliyetçilik, "akıl tutulması"na uğramış modern toplumun; diğer bir deyişle aydınlanmanın “günah çocuğu”dur. Bütün büyük dinler; yani kapitalizm öncesi uygarlıkların ideolojileri "Hayatın anlamı nedir?"; "Niçin varız?"; "Niçin ölmek zorundayız?" ; "Nereden gelip nereye gidiyoruz?" benzeri temel ve yüksek düzeyde felsefi ama aynı zamanda milyonlarca "basit" insanın hayatında büyük önemi olan ve onlara anlam veren soruları sorarlar ve onlara şu veya bu şekilde cevaplar verirler. Aydınlanmacı düşüncede ise bu soruların yeri yoktur. Fakat aydınlanmacı düşüncede bu soruların yer bulamaması bu soruların insanların hayatında yeri olmadığı anlamına da gelmez. O zaman modern toplum eski dinlerin bu fonksiyonu yerine milliyetçiliği ikame edilmiştir. Son iki asırdaki teknik başarılar ve bir bütün olarak zenginliğin artışı büyük dinler yerine ikame edilen milliyetçilik ideolojisinin zaafının görülmesini engellemiştir. Ama şimdi, aydınlanmacı düşüncenin bir krizinin yaşandığı bir dünyada, bu düşüncenin "günah çocuğu" olan milliyetçiliğin bir kriz yaşamaması olanaksızdır. Bir rastlantı değildir son yıllarda dini ideolojinin de tekrar güçlenmeye başlaması. Milliyetçilik insanlara, bütünsel bir perspektif; bir hayat ve dünya görüşü verme yeteneğinde değildir; bunlar
79 onun alanı dışındadırlar. Milliyetçiliğin bu zaafı bugün tüm aşılmazlığıyla ve çıplaklığıyla ortaya çıkmış bulunuyor. * Bugünün dünyasında, evrensel bir program olmadan ve insanlığın büyük çoğunluğunu kazanmadan insanlığın hiç bir sorununu çözebilmek mümkün değildir. Milliyetçilik ve millet tanımı gereği, o milletten olmayanları; dolayısıyla, her millet ancak insanlığın küçük bir azınlığını oluşturduğundan, insanlığın büyük çoğunluğunu dışlar. Dolayısıyla yine tanımı gereği insanlık için bir program oluşturabilme problemi ve yeteneği yoktur. Dinler milliyetçilikte olmayan; insanlığın çoğunluğunu kapsayabilme potansiyeli ve geleceğe ilişkin bir program sunabilme yetenekleriyle tek güçlü alternatif olarak yeniden güç kazanıyorlar. * Ama sadece aydınlanmanın ve milliyetçiliğin zaaflarını gösteren dini ideolojinin yükselişi değil milliyetçiliğin sonunun habercisi. Onun bizzat şu son yıllardaki yükselişi de kendi çöküşünün bir görünümünden başka bir şey değil aslında. Geçen yüzyılın derebeyliğe ya da antik imparatorluklara karşı gelişen ulusal hareketleri; ya da bu yüzyıldaki sömürgecilere karşı direnişin ifadesi hareketler, sadece ezilen ulusları kurtarmakla kalmıyor; ama aynı zamanda ezen ulus ve bir bütün olarak dünya üzerinde de kurtuluşçu bir etkide bulunuyordu; ilerici bir anlamı vardı. Dolayısıyla başka uluslardan ve ezilenlerden de her zaman için bir yankı bulabiliyordu. Bir de bu günün milliyetçiliğini göz önüne getirin. Baltık cumhuriyetlerinin Batı'yı seçmesi bizzat bu ulusların üzerinde bile kurtuluşçu bir etki yaratmadı, bırakalım dünyanın diğer köşelerinden yankı bulmayı. Sırp milliyetçiliğine direnen Hırvatlar aynısını kendi içindeki azınlıklara yapıyorlar. Dünyanın ezilenlerinden değil; Avrupa'nın faşist ve ırkçılarından destek buluyorlar. Ermeniler ya da Azeriler: bunların hangisi başka insanların kalbini titretebilecek bir çağrıya sahip? Hiç birisi. Bugün dünyada, kronolojik olarak günümüzde var olmasına rağmen, aslında günümüze ait olmayan; çağrısı ve mücadelesi kendine ve başkalarına kurtuluşçu bir etki yaratabilecek olan tek ulusal hareket Kürt Hareketi'dir denebilir. Bu hareket, henüz ulusal hareketlerin ilerici; kurtuluşçu bir anlamının olduğu dönemin geç kalmış bir “kuğu çığlığı”dır. Ve bu niteliğiyle tartışılan konuda bir örnek teşkil etmez. Günümüzün çürüyen ulusal hareketleriyle, dünün kurtuluşçu etki yapan ulusal hareketleri arasındaki zıtlık, en güzel onların kadınların ezilmesi karşısında yaptıkları etkilerde görülebilir. Bir kıyaslama için dünün ulusal hareketlerinin bugün yaşayan örneği Kürt hareketi örnek olarak alınabilir. Kürt ulusal hareketi, Kürt kadın için emansipasyon yolunda devasa bir adımdır. Bunu görebilmek için, geleneksel Kürt kadınlarına ait fotoğraflarla gerilla kadınların fotoğraflarını karşılaştırmak yeter. Biri ezilmişliğin, köleliğin, diğeri elinde silahıyla baş kaldırmanın, umudun fotoğrafıdır.
80 Buna karşılık ne Ermeni, ne Azeri, Ne Hırvat, ne Sırp, ne Boşnak ulusçuluğunun kadınlar üzerinde böylesine kurtuluşçu bir etki yarattığı görülmez. Onlar kadının köleliğini pekiştirmeye yönelik erkek ve seksist hareketlerdir. * Bir bakıma, sosyalizmin tüm çekiciliğini yitirmesi de aydınlanmanın ve milliyetçiliğin krizinin bir ifadesidir. Çünkü sosyalizm de, büyük ölçüde ilerlemeci, teknik hayranı ve ahlaki boyuttan yoksun niteliğiyle aydınlanmanın günahıyla damgalı olmuştur. Sosyalizm ancak ciddi bir özeleştiri ateşinden geçerek aydınlanmanın günahından arınabilip milliyetçilik ve dini ideolojiler karşısında tekrar güç kazanabilir. Bu anlamda sosyalizmin çekiciliğini yitirmesine yol açan sorunlar aynen milliyetçiliğin sonuna da yol açacaktır. Milliyetçiliğin gerilemesi sonucunda onun yerini enternasyonalizmin veya sosyalizmin alacağını sanmak büyük iyimserlik olur. Milliyetçiliğin yerini belki enternasyonalizm değil ama hem insanlığın tamamına bir çağrı; hem de bütüncül bir program geliştirme yetenekleriyle, en azından bir süre, büyük dinlerin üniversalizmi (evrenselciliği) alacaktır. Milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm muhtemelen enternasyonalist değil, universalist (evrenselci) olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, milliyetçiliğin sonu bir bakıma enternasyonalizmin de sonu olacaktır. Tersinden bir ifadeyle, enternasyonalizmin bugünkü sonu; milliyetçiliğin sonunun bir göstergesidir. Ne demek bu? Bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Muhammet zamanında Arabistan’da yığınla aşiret vardı, tabii aşiretçilik de. Muhammet her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları aşiretlerine göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı, enternasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı. Aşiretçiliği ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bambaşka bir yaklaşımla üniversalist din kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı. Benzer şekilde, sosyalizm de, ulusçuluğa karşı çıkarken bile ulus prensibinin esiri olarak; yani kendini örneğin enter-nasyonalist olarak tanımlayarak; uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya çalışarak; uluslar ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında bir zafer kazanamazdı. Tam da bu, milliyetçiliğe milletleri veri kabul eden bir temelde karşı çıkması nedeniyle; milliyetçiliğin ufkunu aşamadığı için sosyalizmin bugünkü yenilgisi milliyetçiliğin sonunun kendi zıddındaki görünüşüdür. Enternasyonalizm olamıyorsa nasyonalizm de olamaz. * Ulus ve ulusçuluk son iki yüzyılın en anlaşılmaz olayı olma özelliğini koruyor. Bu olguyu açıklama yönünde devrim yapan araştırmaların çoğu ise son on yılın ürünü. Yine bunlardan biri olan kitabında Hobsbawm'ın dediği gibi, araştırmaların bu artışı ve verimliliği de bizzat milliyetçiliğin sonunun bir kanıtı sayılabilir. “Minerva akşamın alaca karanlığında öter”. Yani
81 insanlar olayları ancak onların sonu geldiğinde kavrarlar. Şu sıralarda kavrayışın başlaması, sonun geldiğine delalet sayılamaz mı? Demir Küçükaydın 17.12.1992 (Bu yazı Özgür Gündem'in Forum köşesi için yazılmıştı.)
82
Eski Kavramlar ve Yeni Dünya Düzeni Ondokuzuncu Yüzyılda burjuvazi, proletarya, küçük burjuvazi gibi temel toplumsal sınıf ve tabakaları ifade eden birkaç kavramla, o zamanların modern dünyasının -ki bu dünya Batı Avrupa ve ABD ile sınırlıydı- bütün önemli toplumsal ve politik gelişmelerini anlamak mümkündü. Yirminci yüzyılın tarihini ise sadece bu klasik temel sınıfları ifade eden kavramlarla anlamak olanaksızdır. En azından 1990'lara kadar olan dönemi anlamak için özellikle İşçi Sınıfı içindeki bürokratik tabakaları ifade eden kavramlara ihtiyaç vardır. Bir "sendika bürokrasisi" ve bir "devlet bürokrasisi" kavramları olmadan, bu dönemin büyük politik güçleri olan "Sosyalist Ülkeler"i, Komünist ve Sosyal-Demokrat partileri, dolayısıyla bunların politikalarını anlamak ve gerçekten ezilenlerden yana bir politika üretmek olanaksızdır. Duvarın yıkılmasından beri içine girilen yeni dönemde, önceki dönemin kavramlarıyla bugünkü dünyayı anlamaya kalkmak, 19. yüzyılın kavramlarıyla 20. yüzyılı açıklamaya benzer. Günümüz dünyasını anlamak için yeni kavramlara ihtiyaç vardır, çünkü ortada yepyeni ve bambaşka bir bölünme var ve dolayısıyla güçlerin yepyeni bir ilişkisi ve konumlanışı. * Birçok solcu "Yeni Dünya Düzeni" kavramını Bush'un ona yüklediği politik, güç dengelerinin değişmesi anlamıyla alıp, aslında "Yeni Dünya Düzeni" denilenin, Ekim Devrimi öncesi dönemin, emperyalizmin hiçbir karşı güç olmadan her türlü cinayeti işlediği dönemin, ikinci bir baskısı olduğunu ifade edebilmek için, deyimi bütünüye ya da "yeni" sıfatını tırnak içine alıp öyle kullanıyor. Elbet "Yeni Dünya Düzeni" denilenin böyle bir yanı var. Ama o yeni düzen sadece güç dengelerinin değişmesinden öte, güçlerin konumlarında köklü bir değişikliği de ifade ediyor. Yani "Yeni Dünya Düzeni" sadece politik değişmeleri değil sosyolojik değişmeleri de içeren, sosyolojik bir kavram olarak ele alınmalıdır. Yeni olan sadece politik boyutta, yani güç dengelerinin değişmesi boyutunda olsaydı, yeni dönemi eski kavramlarla açıklamak mümkün olabilirdi, ama yeni olanın sosyolojik bir boyutu, yani toplumsal yapıya; güçlerin yapısı ve konumlanışına ilişkin bir boyutu vardır ve bu nedenle de yeni kavramlara ihtiyaç duyurur. Bu köklü değişikliği ifade etmek, "Yeni Dünya Düzeni"nin özgül yanını vurgulayabilmek için, biz "Dünya Ölçeğinde Apartheid" kavramını kullanıyoruz. Bunu seçmemizin bir nedeni de, Güney Afrika'nın “Yeni Dünya Düzeni”nin ne mene bir şey olduğunu kavramak için çok ilginç, uyarıcı bir analoji sunması ve eski kavramların işe yaramazlığını göstermesidir. *
83 Yeni Dünya Düzeni, Ekim Devrimi öncesinin ikinci bir versiyonu değildir. Ekim Devrimi öncesinde Dünya İşçi Sınıfı hemen hemen sadece ABD, Avrupa ve Japonya ile sınırlıydı. O dönemin sadece ileri ülkelerde toplanmış bu işçi sınıfı toplumsal konumu ve politikalarıyla dünyadaki temel devrimci gücü oluşturuyordu. Bugün ise durum bambaşkadır. Dünya İşçi Sınıfının büyük bir bölümü artık ABD, Avrupa ve Japonya'nın dışındaki ülkelerdedir. Ama asıl önemli değişiklik dünya işçi sınıfı içindeki yeni bölünmede yatmaktadır. Zengin ülkelerin işçilerinin artık dünyanın ezilenleriyle, ve işçi sınıfının kendileri dışında kalan büyük çoğunluğu ile ortak çıkarları yoktur. Tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçileri gibi, Biz bu bölünmeyi "Beyaz İşçiler" ve "Siyah işçiler" kavramlarıyla ifade ediyoruz. Güney Afrika'nın beyaz işçileri hiç bir zaman siyah işçileri desteklemediler hatta onlara karşı en sert politikaların da taraftarı oldular. Bu onların işçi olarak kendi çıkarlarını savunmadıkları anlamına gelmiyor. Aksine beyaz işçi olarak onlar pekâlâ çıkarlarını savunabiliyorlar, tam da bunu yaptıkları için. yani kendi zümre çıkarlarını savundukları için burjuvalar gibi siyah işçilere karşı da tavır alıyorlar ve yine tam da bu nedenle tavırları bazen burjuvaziden bile daha gerici oluyor. Dünya kocaman bir Güney Afrika olarak düşünüldüğünde, zengin ülkelerin işçilerinin tıpkı Güney Afrika'nın beyaz işçilerinin konumuna kaydığı görülür. Bu, dünya ölçüsünde, güçlerin konumları ve karakterlerinde bir nitelik değişikliği demektir. Bu değişikliği içermeyen kavramlarla da bugünün dünyasını anlamak ve ezilenlerden yana politika üretmek mümkün değildir. Bunu bir örnekle göstermeye çalışalım. ABD askerlerinin Somali'ye "İnsani Yardım" için girmesine hemen hemen bütün solcular haklı olarak karşı çıktılar. Ama bu karşı çıkışlar bile aslında biraz refleksti ve eski dünyanın kavramlarıyla izah ediliyordu. Ama örneğin Almanya'da aynı günlerde milyonlarca kişinin katıldığı ışıklı "ırkçılığa karşı" gösterilere kimse karşı çıkmadı. Klasik kavramlarla olaya bakılınca ortada ırkçılığı ve faşizm tehlikesini lanetleyen buna karşı sokağa çıkan "sessiz çoğunluk" söz konusudur. Ama aslında, tarihsel olarak ifade ettiği anlam ve sonuçları bakımından bu eylemler hiç de ABD'nin Somali'ye çıkarma yapmasından farklı değildi. Çünkü bu yürüyüşler yapılırken Almanya'nın bütün partileri bir araya gelip, Almanya ve Avrupa'ya Siyahların girmesini yasaklayan, olanaksız kılan, dünyanın yoksullarını bir rezervuara kapatan bir karar alıyorlardı "İlticacılar sorunu" namı altında ve bu ırkçı karara, o ırkçılığa karşı yürüyüş yapan yüz binlerce beyazdan bir tek bile karşı çıkış görülmüyordu, aksine destekleniyordu. Ondokuzuncu yüzyılda İkinci Enternasyonal partileri bile yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımından yana olduklarını programlarına ve bayraklarına yazıyorlardı. Bugünün beyaz işçi partileri ve örgütleri ise bırakalım işgücünün serbest dolaşımını, açlık, savaş, yoksulluk, politik baskılar gibi nedenlerle bile insanların Avrupa'ya gelmesine karşılar. Bu ırkçılık değildir de
84 nedir? Eski ırkçılık bu yeni ırkçılığın sis perdesi oluyor yanlızca. Yüzbinler sözde ırkçı ve faşist saldırılara karşı çıkıyor ama aynı anda en büyük ırkçı karara ses çıkarmıyor ve onu destekliyor. * Mölln'de üç Türk'ün yakılmasından sonra Almanya'da ve Avrupa'da faşizm tehlikesinden çok söz edilir oldu. Bu faşizm kavramı da bugünkü gerçekliği anlamak için işe yaramaz, Avrupa merkezli, beyaz adam merkezli bir kavram haline gelmiş bulunuyor. Birincisi, saldırılar hiç bir zaman beyaz işçi örgütlerine yönelik değil, ilticacılara, sakatlara, homo seksüellere ve bunlarla dayanışan radikal solculara yönelik. İkincisi saldırganlarla beyaz işçinin hedefleri arasında pek bir fark yok. Beyaz işçi de yoksul ülkelerden kimse gelmesin istiyor, saldırganlar da. Bu anlamda bir faşizm tehlikesi yok. Ama eğer faşizmi, genel bir anlamda, ırk ayrımcılığı anlamında; insanların özgürlüklerinin sınırlanması ve baskı altına alınıp ayrımcı muameleye tutulmaları anlamında alırsak, ortada tehlike değil gerçek var. Ama bu gerçek yine beyaz için değil, siyahlar için. Beyaz adam istediği yere gidebilir; siyah ise özel izinlerle ve ancak siyahlara ayrılmış kapılardan. Bugün bütün Avrupa ülkelerinde "yeni Sağ" da denen ırkçı partilerin bir yükselişi görülüyor. Eski dönemin kavramları ve refleksleriyle bu partilerin faşist partiler olduklarından, faşizm tehlikesinden söz ediliyor. Aslında bu partiler klasik anlamıyla faşist partiler olmadıkları gibi bizzat dünya işçi sınıfı içindeki bu yeni bölünmenin politik ifadeleridirler. Bu partiler büyük ölçüde bizzat Avrupa'nın beyaz işçilerinin yeni konum ve çıkarlarının ifadesidirler. * Dünyaya artık yeni bir ışık altında bakmak gerekiyor. Eski kavramlarla bu dünyayı anlamak olası değil. En gerici eylemler bile ilerici olarak değerlendirilebilir eski kavramlarla. Uzağa gitmeye gerek yok. Bizzat Özgür Gündem'den bir örnek. 4 Ocak tarihli gazetenin Avrupa sayfasında "Almanya yeni yılı gösterilerle karşıladı" başlığı altında şu satırlar okunabiliyor: "Toplumun tüm kesimlerinden yabancı düşmanlığına ve aşırı sağcılara tepkilerin giderek arttığı Almanya'da yeni yıla eğlencenin yanı sıra ırkçılığı protesto eden eylemlerle de girildi. (...)" Aslında bu haber şöyle verilmeliydi: "Beyazlar "ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı" diyerek başlattıkları yeni ırkçı gösterilere büyük kitleler halinde katılıyorlar." Olayın özü budur ve tarihsel anlamıyla Somali'ye ABD müdahalesinden farksızdır. Ama bu özdeşlik eski bakış açısı ve kavramlarla görülemez, Demir Küçükaydın 07.01.1993 (Bu yazı Özgür Gündem'in ikinci sayfasında Forum köşesinde yayınlandı.)
85
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya da Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e
Giriş Frankfurt'ta yapılan toplantıda, "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışma niyetiyle çıkacak bu derginin ilk sayısının ağırlıklı konusunun bizzat bu sorunların neler olduğunun bir dökümü olması gerektiğinde bir görüş birliği oluşmuştu. Herkes "Sosyalizmin Sorunları"ndan ne anladığını; neleri sorun olarak gördüğünü yazar; böylece hem sorunların bir dökümü; bir bilançosu çıkarılmış, hem de yayının bundan sonraki sayılarının gündemi de az çok belirmiş olur diye düşünülmüştü. Sorunun böylece düşünülüp belirlenmesinin ardında, bizlerin, Sosyalizmin Sorunları’nı ortaya koyma yeteneğinde olduğumuz varsayımı vardır. "Sosyalizmin Sorunları"nı çözmenin pek kolay olmadığı yönünde, ifade edilmemiş de olsa bir “konsensus” olduğu söylenebilir. Buna karşılık “Sosyalizmin Sorunları”nın ortaya koyulması; bir tür dökümünün yapılması noktasında bir zorluk olabileceğine dair en küçük bir kuşku bile yoktur. Kanımca, ilk sorgulanması gereken bu gizli varsayımdır. Ve en son söylenecek olanı en başta söylemek gerekirse; "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışıp bir ölçüde de olsa çözümü yönünde yol kat edebileceğimizi düşünen bizler, "Sosyalizmin Sorunları"nı ortaya koyabilmenin önündeki en büyük engel; dolayısıyla büyük ölçüde sorunun kendisiyiz. Burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Bizler derken, ister ister İkinci Dünya Savaşı, ister 68 kuşağından olsun; ister Anarşist, ister Komünist, ister Feminist olsun Duvar’ın yıkılışına kadar olan dönemde sol politik kültür içinde yetişmiş herkesi kastediyorum. Daha sonraki kuşaklardan katılanlar için de durum değişmez. Bugün solcu olan tek tük insanlar da ister istemez bizim politik kültürümüzün mirası tarafından şekillenmektedir. Özetle bugünün dünyasındaki sosyalist tipini kastediyorum. Yani bizleri. Diğerleri ise, henüz yok. Bir gün olacak mı? Umut edilir. Bunun için, "Sosyalizmin sorunları" üzerine bir şeyler karalamaya geçmeden önce; bizlerin sosyalizmin sorunları üzerine tartışma yürütebilmesinin zorluklarından ve sorunlarından; ama bundan da önce, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmakta kendi karşılaştığım zorluklardan söz etmek istiyorum.
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları Sosyalizmin sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Peki bu yazının muhatabı kim olabilir? İnsan bir yazıyı yazarken kafasında, soyut da olsa, bir okuyucu tipi vardır. Onun belli şeyleri bildiği, belli sorunlar ve perspektifleri olduğu var sayılır. Aksi takdirde yazmak olanaksızdır.
86 Eskiden, (aslında çok eski de değil beş yıl önce, ama şu an öyle uzak bir geçmişe ait görünüyor ki) örneğin şu "Birlik mi Rekompozisyon mu? " başlıklı derleme kitaptaki yazıları yazarken zaten o toplantılarda gördüğüm, tartıştığım ve yıllardır tanıdığım ortalama bir Türkiyeli sosyalist tipinin varlığına göre yazardım. Ne kolaymış o zamanlar yazı yazmak! Muhatap belli, Türkiyeli Sosyalistler! Ve onlarla yine onların yani Türkiye Sosyalist Hareketi'nin sorunları. . Ama bu gün, Sosyalizmin Sorunları (Sosyalist hareketin bile değil, ki artık böyle bir şey yok; hele Türkiye sosyalist hareketinin hiç değil, böyle bir şey de hiç yok) söz konusu olunca ne kadar zor. Kafamda soyut ya da somut hiç bir muhatap yok. Kimler olabilir bu muhataplar diye düşünüyorum. Siperin öte tarafındakilerle işimiz yok (ve zıt anlamda onlarla işimiz çok. ). Kuşağımın sosyalistlerinin büyük çoğunluğu şimdi oradalar. Bu tarafta kalanlara bakıyorum. Bunların içinde hala radikal konumları savunabilenlerin bir kısmı bir örgütsel çalışma içindeler. Ama bu politik radikallik, sosyalizmin sorunları söz konusu olduğunda müthiş bir tutuculuğa dönüşüyor. Çünkü onlar için sosyalizmin sorunları değil, çoğu kez kendi örgütleri ve kısmen de yakın gördükleri örgütlerin sorunları söz konusu ya da sosyalizmin sorunları onlar için bunlardan ibaret. Bu bakımdan sosyalizmin sorunları, kaybedecek bir şeyi, örneğin bir örgütü, hareketi, derneği olanlarla tartışılamaz. Bunlar özgürleştirici araçlar değillerdir sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, prangalardır. Böyle olunca, onları onore etmek için onların sevdiği kavramlarla ifade edersek: sosyalizmin sorunları "sırtında yumurta küfesi olanlar"la tartışılamaz. Tartışmak istesen onlar tartışmazlar, böyle moral bozucu sorunlarla kaybedecek zamanları yoktur. Onlar iş yaparlar ve moral bozucu entelektüeller değildirler. * Sonra bu bir örgüte angaje, sosyalizmin sorunlarının umut kırıcılığını, ciddiyetini görmeyen arkadaşlara durumun ne keder umutsuz ve ciddi olduğunu niye göstermeye çalışayım? Çalışsan zaten kimse görmez, ama görse daha mı iyi olacak? Hayır. Hiç olmazsa illüzyonlarla da olsa bir umudu var; bir şeyler için çabalıyor ve bu çaba ve umut onların hayatına bir anlam veriyor. Aslında yaptıkları kötü de değil: kimisi reformist bir kitle partisi aracılığıyla bir manivela yakalamaya çalışıyor; kimisi Başkan Gonzales'i hapisten çıkarmak için uğraşıyor. Ne güzel ezilenlerden yanalar ve umut içindeler. Bu iğrenç dünyada, iğrençliklere dayanabilmek için daha fazla şansları var. Belki de tam bu nedenle onlar sosyalizmin sorunlarının ciddiyetini kavramaktan tartışmaktan uzak duruyorlar. Bir tür kendini koruma iç güdüsü belki. Bunu yıkmaya ne hakkım var. Anamın Allah’a inancını yitirmesini istemem. Ne dayanılmaz olundu onun için yaşam. Bu arkadaşların dini de bu. Onların da yitirmesini istemem. Ne güzel hiç olmazsa kendilerini kandırabiliyorlar. Biz mi? Biz, şeytanın aklına uyup o günah meyvesini yemiş ve cennetten kovulmuşuz bir kere. Geri dönüş yok. İnsanlık gibi, onun trajedisini içimizde yaşayarak sonuna kadar, gidebildiğimiz
87 kadar gideceğiz. Onlar ise hiç olmazsa öyle yaşasınlar, bizler gibi hayatı bir yük olarak sırtlarında taşımak zorunda kalmadan. Durumun gerçekten umutsuzluğunu görüp ayakta kalabilmek çok zor. Bu ancak, sinizm ile ermişlik sınırlarının birbirine karıştığı bir bıçak sırtında başarılabilir. Kimsenin bu işkenceyi yaşamasını istemeye hakkım yok. Evet, aslında yazdıklarımı inanmışların okumasını veya ikna olmasını da istemiyorum. * Peki, o halde niye yazıyorum? Bu rezil dünyayı değiştirebilmenin, onun ne kadar rezil, durumun ne kadar umutsuz olduğunu bilmekten başka yolu olmadığını düşündüğüm için. Gelecekte bir sosyalizmin canlanışının, ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan geçtiğine inandığım için. "Gerçek devrimcidir" diye düşündüğüm için. Aslında bizlerden sonra, eğer olursa, bir sosyalizm idealinin canlanışını yaşayacaklar için. Yani hiç tanımadığım, nasıl bir şey olacağını tasavvur bile edemediğim bir muhatap için. Bu ise öylesine zor ve olanaksız ki... Eskiden, kapitalizm öncesinde, tekniğin bir kaplumbağa hızıyla değiştiği o "eski güzel günler"de yaşlılar toplumun tecrübelerinin yoğunlaşmış ifadesiymişler. Kapitalizm ise onları alıp değersiz yükler olarak yaşlılar gettolarına kapatıyor. Yaşlılığın bu değersizleşmesi, sadece kapitalist ekonominin yasalarından, üretken işgücü ötesindekinin bir yük olarak görülmesinden doğmuyor. Aynı zamanda tekniğin olağanüstü hızlı değişiminden de kaynaklanıyor. Bu hızlı değişim ve değişimin de medya aracılığıyla, moda deyimiyle "gerçek zamanda" hızla yaygınlaşabilmesi sonucu kültür ve politika ilişkisi tersine dönmüş durumda. Eskiden politika kültürün önünde giderdi. Kültürel değişmeler için önce politik değişmeler yapmak gerekirdi. Şimdi ise kültürel değişmeler öyle hızlı yaşanıyor ki, politika onları izlemekte zorlanıyor. (Hatta kültürel değişimler, politikayı bir araç olarak kullanıyor. 68 politik hareketi modern kapitalizme uygun kültürde tipler yaratmaktan başka bir iş görmedi). Kültürel değişmeler öylesine hızlı ve yeni yetişen kuşakları öylesine kavrıyor ki, arasında 10 yaş bulunanlar, eskinin birkaç yüzyıllık farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların, örgütlerin, değerlerin çok hızlı bir moral yıpranması karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir moral yıpranma yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar, düşünceler, taktikler, örgütler de. Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla bir örgüt yaratma girişimi, 1960'ların bizleri için bile hala bir anlam taşıyor ve bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler, hala, okuma kültürünün insanlarıydık. Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar yapabilirdik. Ama bugünün ve yarının kuşakları için beş saniyeden fazla bir resmin can sıkıcı bulunduğu; CNN veya Müzik TV'nin seyircisi olarak büyümüş gösteri toplumunun çocukları veya geleceğin sosyalistleri için bunlar hiç bir şey ifade etmeyecektir. Onlar belki örgütlerini Cyberspace'da kuracaklar: onların okuma alışkanlığı olmayacak vs. Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin kuşaklarının sosyalizminin değil, ancak benim sosyalizmimin sorunları olabilir. Onların karşılaşacakları problemler hakkında tecrübelerimi aktarmam olanaksız. Bizler belki iyi nalbant olduk. Daha doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki,
88 yeryüzünde nallayacak beygir kalmadı. Traktör ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için yazmaya kalkmam, traktör tamircilerine nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın sorunlarını anlatmaya kalkmaktan başka anlama gelmeyecektir. Muaviye ile Ali taraftarları arasındaki savaşta; Ali taraftarı hareketin sorunları beni ne ölçüde ilgilendirdi ki? Geleceğin sosyalisti için de, eğer öyle bir şey olursa tabii, bizlerin sosyalizm sorunlarımızın benzer bir durumu olacaktır. Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın sorunlarına da bir ilgi duydular. Muhtemelen yazdıklarımızı hiç anlayamayacaklar. Örneğin nalbantlıktan söz ettim, bu benzetme onlara bir şey ifade etmeyecektir. Çünkü nalbandın ne olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar savaşı ordular savaşı eğretilemesinden hareketle stratejiden, taktikten söz ettim, bunları okuyunca "militarist kafalı herifler" diye düşünecekler. Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog olanağı da yok. Ama ben bir sosyal hayvanım, birilerini düşünerek yazmam gerekiyor. Ya da yazabilmek için öyle düşünmem gerekiyor. Muhatabını bilmeden, bilebildiklerinin ise okumasını istemeden nasıl yazılabilir? Sanki bir muhatap varmış gibi yazmak gerekiyor. Geriye tek yol kalıyor: kendimle konuşur gibi yazmak. Kendiyle konuşana deli derler. Öyleyse, sosyalizmin sorunları üzerine aşağıdaki satırlar bir delinin kendisiyle konuşmalarından başka bir şey değildir. Durum umutsuzdur ama ciddi değildir.
Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları Bizler sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilir; ona yeni bir soluk verecek sorular sorabilir cevaplar verebilir miyiz? Bırakalım sorunlara cevap vermeyi, acaba bu sorunlardan bir kaç tanesini, bundan on yıl sonra da "evet bu sosyalizmin bir sorunudur" denebilecek tarzda, başlıklar halinde olsun sıralayabilir miyiz? Bazı arkadaşlar "ömrü billah sosyalizmin sorunlarını tartışacak değiliz ya, bir süre tartışır ama belli bazı geçici sonuçlara eriştikten sonra, bir yandan geri kalanları da tartışırken, diğer yandan politik faaliyete, eyleme, örgütlenmeye girmemiz gerekir" anlamında düşüncelere sahipler. Sanılanın aksine, bugün dünyadaki en zor işlerden biri sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilmek ve tartışabilmek. Burada eklemek gerekiyor: “bir sosyalist için” diye. Sosyalizm diye bir derdi olmayanlar ya da sosyalizme düşman olanlar için ise dünyanın en kolay ve herhalde en zevkli işi sosyalizmin sorunlarından söz etmek. En kolay iş, çünkü bir toplumsal hareket, bir düşünce akımı, bir ideal olarak sosyalizm bir sorun olmaktan çıkmış bulunuyor. Görünürde böyle bir "tehlike" de yok. Peki bizler, sosyalizm idealine bağlı insanlar için sosyalizmin sorunlarını tartışabilmenin ne gibi güçlükleri var?
89 Birinci ve en büyük güçlük: nesnel olarak insanlığın sosyalizme hiç bir zaman olmadığı ölçüde acil ihtiyaç içinde bulunmasına rağmen insanların bunun bilincinde olmaması; bunun için düşünmemesi ve bir mücadeleye girmemesidir. Yani bu ideale yönelik ne bir toplumsal hareket ne de bir entelektüel canlanma var. Bu toplumsal ve tarihsel koşullar altında sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışma, yaygın; dünyadaki aydınları kapsayan; canlı bir toplumsal hareketle bin bir görünmez bağ içinde bir tartışma olmayacaktır. Bu demektir ki, bu tartışma, fiilen sosyalistlerin küçük gettosunda yapılabilir. Bunun da ne ölçüde verimli; ufuk açıcı olabileceği herhalde en iyi ortaçağ manastırları ya da Yahudi gettolarındaki düşünsel akımların tarihinde görülebilir. Tek sonuç; ilerde geniş yığınları değil ama kimi belli bir alanda uzmanlaşmış tarihçileri, semiyotikçileri ilgilendirebilecek bir kireçlenme ve fosilleşmedir. Öncelikle bu tehlikenin bilincinde olmak; bu tartışmadan fazla umutlu olmamak, mütevazı beklentiler içinde olmak gerekiyor. Böyle olunca belki bir iki küçük sağlıklı soru sorulabilir. Bütün zorluk sadece bu koşullardan doğan zorluk olsaydı gene iyiydi. Bir de bizlerden gelen; bu tartışmayı bu dergi sayfalarında yürütmeye kalkanlardan gelen zorluklar var. Bu dergiye yazanlara; toplantılara katılanlara bakınca şu görülür. Kadın, Aydın, Genç (30 yaşın altında insan) yoktur. (iki kadın arkadaşın ve bir aydının yazıları bu gerçeği gizlememeli). Bir iki istisna haricinde katılanlar dünyanın altmışlı yıllarının ya da Türkiye’nin yetmişli yıllarının radikalleşmeleriyle sosyalizm idealine bağlanmış ve hala bu ideale bağlılığını sürdürmeye çalışan erkek Türk Sosyalistleridir. Ve bunların hemen tamama yakını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde exil yaşamı sürdürmektedir. Kadın yoktur, çünkü bizlerin geleceği yoktur. Ezilen bir cins olarak kadınların kendilerine daha fazla olanaklar sağlayacak; ezeli baskıyı biraz olsun hafifletecek gelecek vadeden oluşumları sezip onlara eğilim gösterme yetenekleri vardır. Bu dergi sayfalarından yeni bir fikir çıkması olanağı hemen hemen sıfırdır. Çünkü 30 hatta 35 yaşının altında kimse yoktur. Tarih boyunca bütün büyük düşünceler; devrimci fikirler hep 30 yaşın altındaki, hatta 25 yaşın altındaki insanlarca yazılmış, ortaya koyulmuştur. Aydın yoktur. Gerçi yazanların çoğu üniversitelerdeki yükselen radikalleşmeden geldiği için yüksek okul mezunu olduğundan kelimenin geniş anlamında aydın sayılabilirler ama bu aydın yokluğu gerçeğini gizlememeli. Daha ziyade militan, kadro tipi söz konusudur. 1960’ların Türkiye’sini yaşayan bilir. Her aydın kendini sosyalist addederdi. Bu, 70’lerin sosyalizme yığınsal akışının habercisiydi. Tarih boyunca hep öyle olmuştur zaten, aydınlar yığınlardan 10 20 yıl önce eğilimi görüp fikirsel planda yolu açarlar; on, on beş yıl sonra da yığınlar aydınların dediklerine ayaklarıyla oy verirler. Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başında Avrupalı aydınların sosyalizme akışı savaş sonrası gelişmelerin ön habercisiydi. Tersinden bir örnek de 60’lar sonrasındaki doğu Avrupa’dır. 1968’e kadar doğu Avrupa’da aydınlar rejimi soldan eleştirirlerdi. 1968 Çekoslovakya işgalinden sonra doğu Avrupalı aydınların kitlesel bir sağa
90 kayışı; Avrupa Kültürü’ne bağlılıklarını bir ideoloji haline getirmeleri 1980’lerin sonu ve 90’ların başındaki doğu Avrupalı yığınların eylemlerinin habercisiydi. Sonuç olarak, sosyalizmin en azından kısa vadede geleceği yoktur ve bu aydın yokluğu canlı ve yaratıcı bir tartışmanın en büyük engellerinden biridir. Ve nihayet bu dergiye yazanların hemen tamamı Avrupa’da yaşamasına ve bulundukları ülkelerde ırkçı baskılara maruz kalan bir Türkiyeli topluluğu bulunmasına rağmen, çıkaranlar arasında göçmen hareketin sosyalistleri yoktur. Yazarlar exil Türklerdir. Getto içinde getto. Türk gettolarının içinde bile değildirler. Türk sosyalistidirler. Avrupalı değildirler; Avrupa’daki göçmen de değildirler. Türkiye’de de yaşamayan Türk sosyalistidirler, ruhsal durumları; politik kültürleri; problematikleri; eğretilemeleriyle. Tabii bu da durumu iyice umutsuzlaştırıyor. Sonuç olarak orta yaşlı; erkek, exil (sürgün), Türk sosyalistleri Dünya, Türkiye’de sosyalist bir hareket ve düşünce canlılığının olmadığı koşullarda, üç katlı bir getto içinde ne ölçüde sosyalizmin sorunlarını tartışıp, bu sorunların en azından bir bilançosunu çıkarıp; bazı sorunları çözmek bir yana; hiç olmazsa bir iki sorunu formüle edebilirler, okuyucu takdir etsin. Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bir de öznel zorluklar var. Bunların biri bizlerin yaşından geliyor. Max Planck bir yerde, yeni bir teorinin fizikçiler arasında egemen olmasının, yeni teorinin eski teori taraftarlarını kazanması ve ikna etmesiyle olmadığını; eski fizikçiler kuşağının biyolojik ömürlerini tamamlayarak ve onların yerini yeni bir kuşağın almasıyla gerçekleştiğini yazar. Fizik gibi bir alanda böyle olan toplum bilimleri ve ideolojiler alanında çok daha böyledir. Bizler, her ne kadar söz düzeyinde sık sık yenileşmek gerektiğinden söz etsek de, yeni durumları ve onları açıklayabilen teorileri kavrama ve kabul yeteneğinde değiliz artık. Yani bizlerden yeni durumun bir kavranışı ve yeni bir yaklaşım beklemek bir yana, böyle bir yaklaşım varsa onu kabullenmemiz, anlamamız bile çok zor. Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bizlerin sosyalizm anlayışlarından; bizim politik kültürümüzden ve ideolojik formasyonumuzdan gelen zorluklar da var. Birincisi, bizlerin sosyalizmle Marksizm’i özdeş görme alışkanlığımızdır. 60'lı ve 70'li yılların Türkiye’sinde sosyalistlikle Marksistlik aşağı yukarı fiili bir özdeşlik içinde bulunduğundan, sosyalizm ve Marksizm gibi kavramları birbiri yerine kullanmak pratikte pek bir sorun yaratmıyordu. Doğru değildi ama pek bir probleme yol açmıyordu. Bugün hala bu alışkanlıkla sosyalizmin sorunlarını tartışmaya çalışmak, Marksizm’in sorunlarını tartışmak biçiminde ortaya çıkıyor. Marksizm ise sosyalist akımlardan sadece biridir. Sosyalizm adı altında sadece Marksizm’in sorunlarını tartışmak ise, ütopik, liberter, feminist vs. Sosyalistlerle ortak bir tartışmanın, diyalogun yollarını kapamakta; tartışmayı Marksistlerin gettosuna ve özel dilinin içine hapsetmektedir. Marksizm ise hiç bir zaman olmadığı kadar, bugün, diğer eşitlikçi ve dayanışmacı, yani sosyalist öğretilerden gelen eleştiriler karşısında güçsüzdür ve onlar tarafından eleştirilmeye müthiş bir gereksinimi vardır.
91 Marksizm’i sosyalizmin yerine koymak yanlışıyla sorun bitmiyor. Bir de Marksizm diye bildiklerimizin Marksizm’le ilgili yanlış bilgilerle donanmış olması var. Bizler 60'lı ve 70'li yılların radikalleşmeleriyle sosyalist olup Marksizm’i tanıyanlar onu hiç bir zaman kaynağından içmedik. Suyunun suyuyla tanımaya başladık; zaman içinde kaynağına doğru yaklaşma eğilimi gösterdik. Diğer yandan kültürel birikimimiz de büyük ölçüde onu kaynağından içip hazmetmeye uygun değildi. Dolayısıyla Marksizm diye bildiklerimizin büyük bir çoğu, onun revize edilmiş; işçi bürokrasisinin ya da köylülüğün yada burjuva sosyalizminin çıkarlarına uydurulmuş; bayağılaşmış versiyonlarından ve bunlarla ilgili yanlış anlamalardan oluşmaktadır. Bunun sonucu olarak da, sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın; yanlış anlaşılmış bir Marksizm’in sorunları üzerine tartışmaya dönüşmesi; ya da sorunların bu yanlış anlaşılmış Marksizm’e göre tanımlanması muhakkaktır. Bir örnek vereyim. Frankfurt'taki hazırlık toplantısında herkesin kafasındaki soruları şöyle kısa başlıklar altında sıralaması istendi. Bir arkadaş, artık emperyalist kuşatma altında sosyalizmin nasıl kurulabileceği gibi eskiden üzerine hiç düşünülmemiş yepyeni bir sorun ortaya çıkmıştır gibilerden bir sorun saydı. Hem de bunu söyleyen arkadaş okuyup yazanlardandı. "Tek ülkede sosyalizm olur mu? " gibi yeryüzünde en çok sosyalistin canına mal olmuş bir tartışmanın, hiç anlaşılamadan ve yok sayılarak böyle sorun formülasyonları; sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın, biz Türkiyeli sosyalistler arasında ne gibi muazzam engellerle karşı karşıya bulunduğu konusunda bir fikir verir herhalde. Ama bizler sadece yanlış anlamaların ve bilgilerin kurbanı değiliz, bizler metodik düşünme alışkanlığından da yoksunuz. Yine aynı toplantıda, sosyalizmin sorunları diye sıralananlar, sosyalist mücadelenin örgüt, taktikler ve mücadele biçimleri alanlarına ilişkin, hatta esas olarak her derde deva bir örgüt yapısı ve demokrasisine ilişkin sorunlardı. Sanki sosyalizmin olanaklılığı, gerekliliği, onu gerçekleştirebilecek güçler, bir programımızın olup olmadığı gibi sorunlar yokmuşçasına; sanki bunlar halledilmişçesine, sıralananlar hep örgüt sorunuyla sınırlıydı. Sorunları tartışmanın zorlukları sadece bizlerin yanlış anlamalarından da kaynaklanmıyor. Bizler bir de insanız. Unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlarız. Dolayısıyla sosyalizmin sorunlarını tartışırken geçmiş ve geleceğimizin yüküyle bunları yaparız. Durumun ciddiyetini ve umutsuzluğunu kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız; illüzyonlar yaratırız. Örneğin geçenlerde sosyalizmin sorunlarını bir grup arasında tartışırken, Çekya'da eski komünistlerin biraz fazla oy alması bir sürü arkadaşı müthiş umutlandırmıştı. Elbet bunlar anlaşılabilir; insani durumlardır; ama o insani durumlar sosyalizmin sorunlarının tartışılmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Orada artık sosyalizmin değil; bu dünyada hala sosyalist olarak kalmaya çalışan sosyalistlerin psikolojik sorunları söz konusudur. Bütün bu psikolojik; Marksizm’i yanlış anlamalarla; sosyalizmin yerine koymalarla; yeni teorilere karşı dirençle malul; Türk-Erkek-Orta Yaşlı-Exil sosyalistlerin, sosyalizm yönünde ne bir entellektüel canlanmanın ne de bir toplumsal hareketin bulunmadığı tarihsel koşullar içinde
92 sosyalizmin sorunlarını ufuk açıcı bir şekilde tartışmasını ya da bu sorunları formüle edebilmesini beklemek herhalde ölü gözünden yaş ummaktan farksızdır. Ama yine de denemeye değer can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz: bu dünyada yapabileceğimiz başka bir iş yok.
Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları Sosyalizm, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum, böyle bir toplum ideali, bu hedefe yönelik toplumsal hareketleri kapsar. Bu anlamda anarşizm ve anarşist hareketler, feminizm, ütopik sosyalizm gibi akım ve hareketlerin hepsini kapsar bu kavram. Sosyalizmi, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum olarak, en genel özellikleriyle tanımladığımızda ise "Sosyalizmin Sorunları": eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun kurulabilmesinin sorunları demektir. İlk soru ve sorun şöyle formüle edilebilir: sosyalizm, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum gerekli ve mümkün müdür? Mümkün olup olmadığından önce gerekli olup olmadığına bakalım. Sosyalizmin gerçekleşebilmesi her şeyden önce onu gerekli bulan ve onun için mücadeleye hazır bir toplumsal kesimi var sayar. Ezenler için sosyalizm hiç de gerekli değildir. Gereklilikten ancak bu anlamda söz edilebilir. Ezilenler açısından tarih boyunca; yani sınıflı toplumlar tarihi boyunca, Orpheus'çuluktan, Batıni tarikatlara ve modern sosyalist parti ve hareketlere kadar hep gerekli olmuştur. Daha doğrusu onlar tarafından, sezgi düzeyinde bile olsa bir gereklilik olarak kabul görülmüştür. Tarih boyunca böyle olması, bundan sonra da öyle olacağını garantilemez ama. Ezilenlerin sosyalizmi bir gereklilik olarak gelecekte görmemesi olasılığı ne yazık ki ortaya çıkmış bulunuyor. Elbette ezilenlerin ve yoksulların kendi konumlarına bir tepkileri daima vardır ve olacaktır. Ama bu tepki otomatik olarak eşitlikçi bir toplum idealine ve ona dayanan hareketlere yol açmaz; çoğu kez baskı ve sömürüye uğrayanın baskı ve sömürüyü yapanlar arasına katılma çabasına yol açar. Son yılların bütün önemli toplumsal hareketleri bu özellikle donanmıştır. Bütün doğu Avrupa ulusları zenginler arasına, Avrupalılar arasına katılmak için duvarları yıktılar. Bu hareketlerin hiç birinden, kendi iç dinamiğiyle olsun eşitlikçi bir toplum idealine yönelik bir hareket doğmadı. Doğmaması bir yana, böyle eğilimleri de gelişimi içinde boğdu geçti. Marks, Engels, Lenin zamanında devrimler, yığınların sokağa çıkması onları eğitiyordu, bugün sersemleştiriyor. Bu doğu Avrupa'daki bürokratik diktatörlükler nedeniyle sosyalizmin diskredide olmasının yol açtığı geçici bir durum mudur? Yoksa kökleri derinde bulunan daha genel bir eğilimin bu çakışma nedeniyle pekişmesi midir? Henüz kesin bir şey söylenemez. Ancak şu görmezlikten gelinemez. Kapitalizm, bütün diğer üretim yordamlarından farklı olarak bir geniş yeniden üretim yordamı. Sürekli değişiklikler, teknik yenilikler aracılığıyla emek
93 üretkenliği ve toplumun zenginliği muazzam ölçülerde artıyor. Öyle ki bu artış, hayatın var oluş koşullarını bile tehdit edebiliyor. Bu artış sonucu ortaya çıkan toplumsal zenginliğin çok büyük bir bölümü küçük bir azınlığın elinde kalsa da, geri kalanı, en alt tabakaların bile hayat seviyesinde belli bir değişmeye yol açabiliyor. Bu durumda yeryüzündeki milyonlarca yoksul ve baskıya uğrayan insanın şöyle düşünme olasılığı gelişiyor: "Evet sosyalizm güzel bir şey ama hiç bir başarı şansı yok. Şimdi onun için mücadeleye başlasak, bir sürü zulüm ve baskıyla karşılaşacağız. Hadi diyelim ki, bir ülkede olsun sömürücüleri başımızdan attık. Bu ülke kapitalist ülkeler denizinde tecrit olacak. Kapitalist Ülkeler onu tıpkı dün Irak'a, Somali'ye, Panama'ya yaptıkları gibi muazzam güçleriyle ezip geçerler. Diyelim ki onların çelişkilerinden yararlanıp bir süre ayakta kalabildi. Onların tehditlerine göğüs gerebilmek için ulusal hasılasının büyük bölümlerini savunma gibi harcamalara ayıracak. Bu onun gelişmesini refaha kavuşmasını engelleyecek. Yoksullukla birlikte rüşvetten bürokrasiye kadar bütün problemler teker teker bizi feth edecek. Biz belki bir iki nesil, bir gün bütün bunların son bulacağı umuduyla en büyük fedakarlıkları yapacağız. Ama bütün bunlar karşı tarafın zenginliği karşısında hiç bir işe yaramayacak. Muhtemelen çocuk ve torunlarımız bizler gibi umutsuz bir dava için hayatlarını feda etmektense kısacık ömürlerinde belki konfor içinde yaşama umuduyla tekrar kapitalizmi seçecekler. Eh madem dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz, onca acıya ve çabaya ne gerek var. Hikayede olduğu gibi biz bu boku niye yiyelim? * " Bunun geçici bir ruh hali olduğu umut edilir, ancak geçici olmama olasılığı çok güçlüdür. Benzeri durumlar aslında Tarih'te de vardır. Herhangi bir uygarlığa karşı devrimci, eşitlikçi baş kaldırılar genellikle o uygarlığın doğuş ve gelişme aşamalarında ortaya çıkıyor. Ancak o uygarlık bir kere kendini pekiştirdikten sonra, zenginliği ve gücüyle ezilenlerin değiştirebilme umutlarını tümüyle kırınca, ihtilalcı ve savaşçı partiler ortadan kaybolup onların yerini sufilik biçiminde kişinin kendi ruhunu kurtarmaya yönelik eğilimler ortalığı kaplıyor. Bizler kapitalizmin ömrünü doldurduğu gerekçesiyle de hareket ediyorduk. Marks-Engels 1848'lerde böyle olduğunu düşünmüşlerdi; 48 yenilgisinden sonra onun dinamizmine ve yayılışına bakarak bu öngörülerinin yanlış olduğunu söylemişlerdi. Sonra emperyalizm aşamasına girince; evet o zaman değildi ama şimdi öyle oldu dendi. 1917 devrimi, 1929 buhranı, İkinci Dünya savaşı ve savaş sonrası kimi gelişmeler bu öngörüyü doğrular gibiydi, ama şimdi görüyoruz ki, Ekim Devrimi, 2. Savaş sonrası devrimler onun ömrünü doldurmasından ziyade
*
Bu hikaye şöyledir. Bir köylü traktör alır ve pazara kasabaya giderken bir başka köylüsüne gel seni de götüreyim der. Giderlerken yolda kocaman bir manda boku görürler. Traktörü olan diğerine "Ye şu boku vereyim sana bu traktörü der". Öbürü de Traktörü alabilmek için oturup boku yer. Akşam dönerlerken ikisi de durumdan hoşnutsuzdur. Bu sefer başka bir bok gördüklerinde, traktörün yeni sahibi olan, eski sahibine "ye şu boku vereyim sana traktörünü geri" der. Bu sefer de o boku yer ve traktörü geri alır. Artık köye gelirlerken traktörün sahibi, "yahu sabahleyin traktör benimdi, şimdi gene benim; sen yanımda oturuyordun, şimdi gene ordasın. Peki biz bu boku niye yedik?" der.
94 gençliğinden; henüz gücünü pekiştirememesinden dolayı ortaya çıkmışlar. Aslında tam da artık gençliğini yitirdiği dönemde ona meyden okuyacak güç yok. Bu durumu açıklayabilmek için İslam tarihi bir örnek olabilir. İslam uygarlığı doğduktan sonra, Abbasiler dönemine, hatta onun ortalarına kadar, sürekli silahlı partilerin direnişinin tehdidi altında kalmıştır. Tıpkı kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yaşadığı gibi. Hatta Karamıtalar, Sovyetler Birliği benzeri eşitlikçi bir devlet bile kurmuşlardır. Ancak bütün bunların hepsi teker teker ezilmiştir. Sonunda tıpkı bugünkü kapitalizm gibi İslam Uygarlığının gerçekten çürümeye başladığı dönemde artık ona karşı hiç bir devrimci güç kalmamıştır. Sonraki Batıni ayaklanmalar da, aslında bu kuralı doğrular. Onlar İslam Uygarlığının yeni girdiği bölgelerde; henüz yeterince oturamadığı bölgelerde, örneğin Anadolu'da ortaya çıkarlar. İhtilalcı hareketlerin yerini ise Sufilik almıştır; tasavvuf almıştır. Ta kapitalizmin doğuşuna ve modern sınıfların ortaya çıkışına kadar da bu durum süregelmiştir. Bugün de benzer Sufilik eğilimleri son derece yaygın. Eğer böyle ise, kapitalizme karşı güçlü direnişlerin çağı bitti ise; bugün gözlenen baskı, sömürü ve yoksulluğa karşı tepkinin içe kapanma ya da ezen ve sömürenler arasına katılmaya çalışma biçimine dönmesi geçici değil de tarihte görülen türden bir eğilimin ifadesi ise, sosyalizmin en büyük sorunu bir sorun olmaktan çıkması olacaktır. Onu gerekli gören toplumsal gruplar, hareketler, sektler değil ama yığınsal partiler olmadıkça, ortada ne sosyalizm ne de onun sorunları olabilir. Bu tehlike, sosyalizmi gerekli addeden, onun için mücadeleye hazır bir sınıf, tabaka veya hareketin olmaması, sadece yukarıda sözü edilen tarihsel eğilimle de ilgili değil. Muhtemelen başka süreçler de, şu "gösteri Toplumu" gibi kavramlarla ifade edilen süreçler de pek uğurlu olmayan eğilimlere yol açıyor. Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sına doğru bir gidiş var. Kapitalist uygarlığın bu kitapta anlatılan bir topluma giderek daha çok benzediğini görüyoruz. Öyle bir dünyada Gammalar hiç bir zaman Alfaların egemenliğine son vermeyi düşünmüyordu. Bugünkü gösteri toplumu giderek öyle bir topluma benziyor. Saraybosna'da üzerlerine bomba yağarken Müzik TV'den Michael Jackson dinleyerek dans eden gençler imgesi, böyle bir toplumun şimdiden gerçek olduğunu kafalara balyozla vuruyor. Eskiden imgeler, hayaller gerçekliğe benzerdi. Artık gerçek hayallere benziyor. Hayalleri insanlar değil, insanları hayaller oluşturuyor. Sonra bu hayallere göre oluşmuş insanlar yeni hayaller yaratıyor. Son yıllarda felsefi, ya da sosyolojik en çarpıcı düşünce ve kitapların medyaya ilişkin olması ve bunların son derece kötümser sonuçlara ulaşmaları bir rastlantı olmasa gerek. Bu gidişin sonuçlarının ne olacağı şimdiden bilinemez, ama yığınlar arasında eşitlikçi bir toplum fikri ve hareketinin oluşması bakımından pek de hayırlı olmadığı ortada. Sosyalizmin gerekliliği sorusu böylesine problemlerle yüklü. Ama sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, bu problemlerin olmadığını var sayarak, mümkün olup olmadığı sorusuna geçelim.
95
Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil Sosyalizmin olanaklılığı her şeyden önce insanlığın devamını var sayar. Ama insanlığın var olabilmesi pek zayıf bir olasılıktır artık. Kapitalist geniş yeniden üretim, bulunduğu ortamı dönüştürerek sonunda dönüştürecek bir şey kalmayınca kendisi de yok olan bakteriler gibi o müthiş üretim gücüyle hayatın ve insan toplumunun var oluş koşullarını ortadan kaldırıyor. Ve belki de çoktan kaldırdı bile. Bu geri dönüşü olmayan süreçlerde muhtemelen kritik değerler çoktan aşıldı bile. Tarihsel iyimserlikle malul biz sosyalistler bu sorunun önemini görmeme ve küçümseme eğilimindeyizdir daima. Ancak Amerikanvari bir benzetmeyle ifade edilirse: bir gök delenin tepesinden aşağıya hızla düşen bir adama, düşme olayının sonuna kadar hiç bir şey olmaz. Bugün insanlık da bir gökdelenin tepesinden hızla aşağı düşüyor ve muhtemelen bütün zorluklara rağmen sosyalizm paraşütünü açsa bile çok geç kalmış olacak. Tarih yitirilmiş fırsatlar mezarlığıdır, tıpkı insan hayatı gibi. İnsan varlığının sürdürülmesi muhtemelen yitirilmiş bir fırsat artık. İnsanlığın var oluşu mümkün değilse, sosyalizm de mümkün değildir. Diyelim ki, abartıyoruz, yanılıyoruz, insanlığın önünde daha birkaç on ya da yüzyıllık zaman var bu hayatın maddi koşullarının tahribi gidişini durdurabilmek için. Yine mümkün mü? Burada da başka bir sorun ortaya çıkıyor: Marks-Engels'in bütün teorisinin, yani bilimsel sosyalizmin özü, sosyalizmin kapitalizm aracılığıyla mümkün hale geldiği varsayımına dayanıyordu. Kapitalizm bir yandan emek üretkenliğini dolayısıyla da zenginliği, refah olanağını; diğer yandan da işçi sınıfı aracılığıyla bu refahı topluma eşit olarak dağıtacak özneyi yaratıyordu. Onlar yoksulluk; üretici güçlerin az gelişmişliği düzeyinde sosyalizm olamayacağı varsayımından hareket ediyorlardı. Yoksulluk temelinde sosyalizm kurmaya kalkmak, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açar; bir kışla sosyalizminden başka bir sonuç vermez diyorlardı. Tarih bu görüşün doğruluğunu da kanıtladı. Troçki de Sovyetlerin yozlaşmasını bütünüyle Marks'ın bu görüşüne dayandırmıştı. Yoksulluk temelinde bir sosyalizm, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açacaksa, kışla sosyalizminden başka bir şey olmayacaksa, sosyalizm insanlık için yitirilmiş bir olasılık demektir. Şu an yer yüzünde hiç bir sosyalist hareket yok. Sosyalist bir devrim ve bunun bütün dünyayı kaplaması, şöyle iyimser bir tahminle yarım yüz yıl alsın. 50 yıl sonra yeryüzündeki insan sayısı, herhalde bugünkünün bir kaç katı olacak. Emek üretkenliğinin azlığı ya da teknik gerilik nedeniyle değil, yeryüzünün maddi kaynaklarının sınırlılığı nedeniyle yeryüzündeki o kadar insanın temel ihtiyaçları bile karşılanamayacaktır. Bu sınırlı kaynaklar üzerine, insanlar, uluslar, nesiller, çeşitli gruplaşmalar arasında muazzam çatışmalara yol açacaktır. Demokrasi belli bir refah düzeyini var sayar. Böylesine bir kıtlık temelinde ise, toplumsal eşitliği, tüm topluma iradesini bilek gücüyle dayatan bir otorite sağlayabilir. Ama bu otoritenin ortaya çıkması ise, kışla sosyalizmine geri dönüşten başka bir şey olamaz. Az ekmeği eşit dağıtmak için, insanlar
96 ekmek kuyruğuna gireceklerdir, ekmek kuyruğuna girenlerin başında bir bekçi olacaktır ve ilk ve çok ekmeği de muhtemelen o bekçi alacaktır. Böylece bütün pislikler tekrar geri dönecektir. Denebilir ki, abartıyoruz, durum o kadar vahim değil, yeryüzünün kaynakları o kadar sınırlı değil. Bir an için bunu kabul edelim. Ama bu durumda da, en azından, "zenginliklerin gürül gürül aktığı", demokrasinin ötesindeki özgürlükler alemi, yani komünist toplum yitirilmiş bir fırsattır. Yeryüzünün kaynakları bugün bile, yeryüzündeki tün insanlara zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumu bahşetmeye yetmez. Çin ve Hindistan'daki iki milyar insanın sıradan bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın yarısı kadar su, yakıt, çelik, elektrik tüketimini hesaplayın. Yeryüzü birkaç haftada yaşanmaz olur. Bunun bir tek yolu var, insanlığın büyük bir bölümünün yok olması. Yeryüzü bir kaç milyar insana böyle bir toplumu bahşedebilir. Komünizm ancak insanlığın büyük bölümünün yok olmasıyla tekrar bir tarihsel olanak olarak ortaya çıkabilir. Varoluşu insanların çoğunun yok oluşuna bağlı bir komünizm ise sosyalist bir düşünce ve hareketin hedefi olamaz. Komünizmi istemek, yeryüzünde bir katliam istemekle özdeştir. Bu, Ispartalılarınki gibi, köleleri kılıçtan geçiren bir düzen istemektir. Komünizm artık yoksulların ideali olamaz, yitirilmiş bir olanak olarak. Bu nedenle sosyalistlerin kendilerini komünist olarak tanımlamamaları da gerekiyor. Komünizm ideali artık bundan sonra muhtemelen, kapitalizmden canı yanan zengin ulusların ve bunların emekçilerinin bir ideali olabilir. Burada gereklilik ve mümkünlük bölümüne bir nokta koyalım. Bu alanda sosyalizmin nasıl aşılmaz sorunlarla malul olduğu ortada. Şimdi hem gerekli hem de mümkün olduğunu var sayalım. Yani insanlar sosyalizmi gerekli görecek; onun için savaşma gücünü kendinde bulacak ve ne teknik gelişme ne de yeryüzünün kaynakları eşitlikçi ve dayanışmacı refah toplumunun kuruluşu için bir engel teşkil etmeyecek. Burada özne sorununa geçelim. Bunu hangi özne gerçekleştirebilir? Cevap, en azından klasik biçimiyle İşçi Sınıfı'dır. Gerçekten de kapitalizmin yeryüzünde büyüttüğü tek toplumsal grup işgücünü satarak yaşayabilenler kitlesidir. Ancak, ekonomi politik bakımından aynı konumda olmak otomatikman aynı sosyolojik ve politik özelliklere yol açmaz. Bu sadece bir olanağın yolunu açar o kadar. Evet kapitalizm insanları ücretliler haline getiriyor ama aynı zamanda onları bölüyor da. Biz sosyalistler, biraz da özlemlerimizin ifadesi olarak, kapitalizmin işçileri çoğaltma ve birleştirme eğilimi üzerine vurgu yaptık hep; onun bölücü eğilimlerini ise daha ziyade yanlış bilince, bilinçsizliğe, burjuvazinin propagandasının etkisine, eski üretim biçimlerinin kalıntılarına vs. dayanarak ya da bu noktalara vurguyu yaparak açıklamaya çalıştık. Aslında, kapitalizmin işçileri birleştirme eğilimi aynı zamanda bölme eğilimiyle birlikte var olmaktadır. Tıpkı artı değerin düşme eğilimi gibi. Kapitalizmde bu eğilim vardır ama, bu eğilim aynı zamanda kendine zıt eğilimleri de yaratır ve kendine zıt eğilimlerle birlikte bulunur.
97 Evet, kapitalizm bugün dünya çapında, tarihte hiç görülmemiş bir güç, iktisadi bakımdan türdeş konumda bir toplumsal grup yaratmıştır ve bunu her gün yaratmaktadır da. Ne var ki, bu güç şimdi tarihindeki en büyük bölünmeyle maluldur. 19 yüzyılda, en azından batı Avrupa ve kuzey Amerika'daki toplumsal olayları açıklamak için, işçi sınıfı, burjuvazi, büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi; burjuvazi içinde de finans, sanayi, ticaret burjuvazisi gibi alt bölünmeleri açıklayan kavramlar yetiyordu. Bu kavramlarla Amerikan İç Savaşı'ndan, Bonapartizme, Çartist hareketten 1848 devrimlerine kadar bütün önemli tarihsel olayları esas olarak açıklamak mümkündü. Tersinden ifade edersek: bu kavramlar olmadan 19 yüzyıl batı Avrupa tarihini anlamak mümkün değildir. Yirminci yüzyılın tarihini ise, sadece bu kavramlarla açıklamak olanaksızdır. 20 Yüzyılın tarihini anlamak için sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin ve "sosyalist" denmiş devletlerin toplumsal yapısını açıklayan bir teoriniz olması gerekir. Böyle bir teoriniz olmadan, ne faşizmi, ne Stalinizmi, ne savaş sonrası refah döneminin reformist "sosyal devlet" politikalarını yani tarihe yön veren temel güçleri açıklayamazsınız. Bu da işçi Sınıfı içi bürokrasi (sendika ve devlet bürokrasisi, aşağı yukarı sosyal demokratlarla komünistlere ve Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa'ya denk düşer) kavramı olmadan olanaksızdır. Ama günümüzün tarihini anlamak için bu kavramlar yetmez artık. Daha doğrusu bundan sonrasının yaşayacağımız tarihi. Dünya işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında muazzam bir bölünmeye uğramıştır. Bu lanetli bölünmeyi kavramadan, bu yönde kavramlarımız olmadan en azından Sovyetlerin ve doğu Avrupa'nın çöküşünden beri yaşanan olayları; hatta bizzat bu çöküşün izlediği yolu anlamak olanaksızdır. Körfez savaşından, Somali'ye; Berlin Duvarı'ndan Eski Yugoslavya’daki savaşa; AİDS'ten Dünya Nüfus Konferansı'na; İslamiyet’in yükselişinden Brezilya Ormanları'na kadar bir çok olayı bu bölünme ile biraz olsun kavramak mümkündür ama. Bu bölünmenin lanetli sonuçlarının ne olacağını biraz kavramak için; işçilerin zengin-fakir ya da siyah-beyaz olarak bölünmesinin en canlı örneği Güney Afrika'ya bakmak gerekir. Beyaz işçiler hiç bir zaman, siyah işçilerin hakkı için savaşmadılar hata aksine, onların kendilerine rakip olmaması için, kendi zümre çıkarlarını korumak için, burjuvazinin üretim tekniklerine bağlı ihtiyaçlarından doğan kimi ayrımcılığı hafifletici tedbirlere bile en sert biçimde karşı koydular. Bugün Avrupa'da veya zengin herhangi bir ülkede yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımını savunan, (küçük devrimci, çoğunlukla da anarşist ve troçkist, gruplar dışında) hiç bir beyaz işçi örgütü yoktur. Bir de geçen yüzyılda, beğenmediğimiz 2. Enternasyonal için böyle bir talebin olmamasının bile düşünülemeyeceğini göz önüne getirelim, aradaki fark daha iyi görülür. Bırakalım serbest işgücü dolaşımını talep etmeyi, beyaz işçiler, toplumun en ırkçı ve ayrımcı kesimlerinden birini oluştururlar. Bu durum yanlış bilinçle, ırkçı propagandayla filan açıklanamaz. Ortada tıpkı Güney Afrika'daki türünden ama bu sefer dünya ölçüsünde bir bölünme vardır. Ortada yanlış bilinç değil beyaz işçiler zümresinin kendi zümre çıkarlarını savunması vardır.
98 Bu durumda, yeryüzünün beyaz işçilerinin, yani şu zengin ülkelerin işçilerinin sosyalizm için mücadele etmesi, ölü gözünden yaş beklemek olur. Onlar elbette kendi hakları için, burjuvaziye karşı mücadele ediyorlar ve bunu oldukça iyi da yapıyorlar, ama bu kendi zümre çıkarları için mücadeleden başka bir anlama gelmiyor. Bu zümre çıkarı uğruna mücadelelerin ise, dünya işçi sınıfının genel çıkarı mücadelesine dönüşmesi olanaksız gibi. Bu kendi imtiyazlarından fedakarlık etmek anlamına gelir. Yeryüzünde tarih boyunca hiç bir toplumsal grup kendi imtiyazlarından genelin çıkarı için vaz geçmemiştir, aksine bu yöndeki girişimlere en kanlı direnişleri göstermiştir. Beyaz işçinin, yeryüzünde eşitlikçe bir düzen için mücadele etmesi demek, bugünkü iki üç odalı evinin bir odasını Bombaylı ya da Somalili bir aileyle paylaşması demektir. Hiç bir işçi bunun için devrim falan yapmaya kalkmaz. Ama o evinin bir odasını, mademki hepimiz insanız ve bütün insanlar eşittir diyerek paylaşmak isteyen, mülteci ya da Emigreye (Göçmene) karşı her şeyi yapmaya hazırdır. Beyaz işçiler belki sosyalizm de isteyebilirler. Ama bu onların yeryüzündeki imtiyazlarını koruyan ve aynı zamanda meta üretimine değil de planlı bir ekonomiye dayanan ama ırkçı bir sosyalizm olabilir. Bunun için önceki bölümde bir refah ve bolluk toplumu olarak sosyalizmin ya da kısa adıyla komünizmin artık dünyanın yoksulları tarafından istenemeyeceğini söyledik. Ama zengin ülkelerin işçileri; yani şu en modern ve kültive olmuş; varolan kapitalizmden daha ötede bir toplumu örgütlemeye yetenekli tek toplumsal güç artık nesnel olarak yeryüzünde bir sosyalizmi istememe eğilimindeyse, şu soru ortaya çıkıyor: sosyalizmi hangi güç gerçekleştirebilir. Yeryüzünün siyah işçileri mi? Onlar ise yüzden fazla ulusa ve onun içinde ayrıca zümrelere bölünmüş durumda. Bütün yeryüzünün geri ülkelerinde senkronize bir devrim olanaksızdır. Birinde yada bir kaçındaki devrim ise hemen hemen hiç ayakta kalma şansına sahip değildir. Tüm kapitalist dünyanın boykotu ve askeri tehdidi karşısında yaşayamaz. Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüxemburg gibi klasik sosyalistlerin hiç birisi, ileri ve zengin ülkelerde bir sosyalist devrim olmaması, bunun olanaksızlığı üzerine düşünmediler bile, onlar için Rusya gibi geri ülkelerde bir sosyalist devrim, bu ülkelerdeki sosyalist devrime bir itilim verebilecek fazladan gelmiş bir olanaktı adeta. Bu devrimi yapanlar da, ileri ülkelerde bir devrimin olanaksızlığını düşünmemişlerdi. Onlar bütün stratejilerini, ileri ülkelerin işçisi devrim yapıncaya kadar zaman kazanmaya, ayakta kalabilmeye dayandırıyorlardı. Hatta Lenin, Rusya'da bir demokratik devrimin Avrupa'da bir sosyalist devrimi kışkırtacağını, bırakalım sosyalist bir devrimi bir yana Rusya'da bir demokratik iktidarın bile ancak bu olasılıkla ayakta kalabileceğini düşünüyordu 1905'lerde. Şimdi aynı mantığa bağlı kalarak soruyu şöyle sormak gerekiyor: Geri bir ülkedeki bir sosyalist devrim ileri ülkelerdeki sosyalist bir devrimi kışkırtamayacağına göre ne yapmak gerekir? (Hatta devrimi kışkırtmak bir yana ancak kendine karşı saldırıyı kışkırtabilir. Böyle bir devrim ayakta kalabilmek için dünyanın diğer yoksul işçilerini kazanmak, dolayısıyla dünya çapında bir düzen önermek ve de beyaz işçilerin varolan imtiyazlarını tehdit etmek zorundadır. ) Böyle bir soruya Marks, Engels, Troçki, Lenin, Lüxemburg, hepsi normal olarak, "bu umutsuz bir durumdur,
99 yapacak bir şey yoktur. İnsanlık tarihinin zengin ve sanayileşmiş ülkelerin işçilerinin yeniden devrim yapabilecekleri bir dönemini beklemek gerekir" bir cevap verebilirlerdi. Yeryüzünde sosyalizmi istemeye istekli tek güç, dünya işçi sınıfının siyah işçiler zümresidir. Yeryüzü işçilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan bu zümre sosyalizmi nesnel olarak isteyebilir ama bunu kurmaya gücü yetmez. Bunu yapabilecek beyaz işçiler ise istemez. Çıkmaz buradadır. Aslında bu çıkmazı biz sosyalistler hariç, yeryüzündeki milyonlarca insan, günlük pratik hayattaki deneyleriyle görüyor, hissediyor, seziyor. Bu nedenle de yeryüzünde eşitlikçi bir toplum uğruna mücadeledense, kişisel olarak ya da Doğu Almanlarda olduğu gibi uluslar halinde, gemisini kurtaran kaptandır deyip, zenginlerin arasına katılmaya çalışıyor. Katılamazsa da "dertsiz başına" bir de sosyalizm deyip "dert açmak" istemiyor. * Hadi diyelim ki, beyaz işçiler hakkında yanıldık ya da dünyanın işçilerinin bölünmesi öyle önemli değil, ya da siyah işçiler bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede. Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı, ama artık yok. Nasıl burjuva devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla; turizmiyle; televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna hizmet edemez. Bu ders bir çok sorunları beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya diktatörlüğü) sınırlı kalamaz; aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir. Ama bu aynı zamanda bizim programımız olmadığını da ortaya çıkarır. Başka bir uygarlığı programlaştırmamız gerekiyor. Bir anlamda mutfak reçeteleri yazmak gerekiyor. Marks geleceğin mutfağı için reçeteler yazmam diyordu. Ama biz gelecekte yaşıyoruz. Meşhur deyimiyle gelecek çoktan başladı. Ama bu da, yeniden dairenin kapanması ve ütopizme geri dönüş olmuyor mu? * Bir diğer zorluk, tarihten geliyor. Tarihsel maddeciliğe göre, yeni olan var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşünce doğar. Ama soyut bir kavram olarak TOPLUM'un tarihinde böyledir bu. Somut tarihte ise Toplum diye bir şey yoktur. Uygarlıklar, Uluslar, İmparatorluklar vs. Vardır. Ve o somut tarihte, bir düzeni yıkan gücün onun içinden çıktığı hiç görülmemiştir. Kapitalizm ya da Burjuva uygarlığı antik uygarlıkların bağrında, onu yıkarak çıkmadı. O tabiri caizse dünyanın kenarlarında ayrı biçimde, o güne kadar oluşmuş uygarlıkların yarattıkları koşulardan yararlanarak; onların üzerinde ama aynı zamanda dışında; batı Avrupa'da -o zamanlar Avrupa Dünya'nın "kenarı"ydı- ortaya çıktı. Aslında bütün insanlık tarihi öyledir. Bir üretim
100 biçimi; kendine uygun üretim ilişkilerini ortaya çıkarınca tutuculaşır, bir denge kazanır; kendi içinden kendini yıkacak unsurlar çıkamaz. İnsanlık ilk bahçeciliği Anadolu, Kafkaslar'da keşfetmiştir. Ama bu bahçecilikten, tarım uygarlığına geçiş, Mezopotamya'da gerçekleşmiştir. Tarım uygarlıkları Nil, İndus, Dicle, Frat, Ganj, Sarı Nehir kenarlarında gelişmiş ama büyük ticari ve demire dayalı uygarlıklar; Anadolu, İran, Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmıştır. Kapitalizm Akdeniz değil Atlas Okyanusu kenarında otaya çıkmıştır. Bütün bunlar eşitsiz gelişim ile özetlenebilir. Ama bu özet bir sorunu gizlememeli. Eğer böyle ise, kapitalizmin yerini alabilecek bir uygarlık da ABD, Japonya ya da Avrupa'da değil, başka bir yerde; onun bağrında değil, onun dışında ortaya çıkabilir. Bu durumda şöyle bir soru da ortaya çıkıyor: eskiden dünya büyüktü ve kenarlarda bir yerlerde yeni bir şeylerin doğabilmesi için hala bir olanak vardı. Bugünkü küçücük dünyada; Coca Cola'nın girmediği bir köy bile kalmamış dünyada bu olanak yitirilmiş değil midir? Yani kapitalizmin kendi içinden değişimi mümkün görülmediği gibi; dışından bir şeyin oluşup onun yerini alması olasılığı da ortalıkta görülmüyor. * İşte sosyalizmin problemleri bunlar. Bunlar ki, aslında problemler kataloğunun çok küçük bir bölümü. Ama "barut yoktu" gibilerden temel bir bölümü. Durum böylesine umutsuz? Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Önce kendimize, insanlığa ve ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor. Yani aman insanlar umutlarını yitirirler; moralleri bozulur bu da mücadele azimlerini azaltır gibilerden gerekçelerle kaçamaklar yapmadan durumun, umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün değildir. Peki bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta olanaksızlığından hiç bir şey yapmamak gibi bir sonuç çıkar mı? Eğer bir "bilimsel sosyalist" iseniz evet, ama bir ütopik ya da ahlaki sosyalist iseniz hayır. Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar bilimsel olarak dünya tarihi sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu kanıtlandığı için sosyalist değillerdi; onlar bu bilimsel kanıtlar olmadan da sosyalisttiler; inançlarına bir de bilimsel kanıtlar bulmuşlardı. Bilimsellik sosyalist olmanın bir nedeni değil, o uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu ikisi yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde bulunduğu için sosyalist olmaya, ya da sosyalistliklerini böyle ifadelerle gerekçelendirmeye başladılar. Bizler de politik kültürümüzü böyle edindik. Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin mümkün olmadığı kanıtlansa, sosyalist olmamak mı gerekiyor? "Bilimsel Sosyalist" iseniz, tabii bizlerin politik kültüründen bir "bilimsel sosyalist" iseniz öyle.
101 Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz? Ezen var ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Bu dünya rezil, iğrenç bir dünya, bu iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi; kara değil insanların ihtiyaçlarına, hatta yeryüzündeki tün canlıların ve yaşam koşullarının dengelerine göre üretim yapan bir düzen gereklidir. Bilimsel olarak mümkün olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben tercihimi siperin bu tarafında yapıyorum. Bu ahlaki bir seçimdir ve ütopik bir sosyalizmdir; yani zorunluluğu ya da olanaklılığı bilimsel olarak kanıtlanmamış ve böyle bir kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir sosyalizmdir. Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra Bilimsel Sosyalizm muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır. Böyle bir silahı onların elinden alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu açıkça söylemeli, ve tam da bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç bir şey olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız. Elbette bilimsel sosyalizmin teorik araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede durumu daha iyi kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu yazının başlığı bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme. * İşgale uğramış bir ülke düşünün; o ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle işbirliği içinde ya da ona can atıyor. Bu işgale direnmek gerekir diyenleri bir kaşık suda boğmaya hazırlar. O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi kovmak için ne yapacaklarını; kovmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini; kovsalar yerine ne koyacaklarını, hasılı hiç bir şeyi bilmiyorlar. Ne yapılabilir? İnsanları tam da bu umutsuzluktan dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet bizim durumumuz umutsuz; ama işbirliğine devam ederseniz o zaman hiç mi hiç umut yok demek gerekiyor. Daha zengin bir hayat için değil; yok olmamak için mücadeleye çağırmak gerekiyor. Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden" ehlileştirmelere açıktan karşı çıkmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik" önermeliyiz. Zaten sorunların açıkça ortaya konuluşu başka bir öneriye olanak tanımaz. Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız gerekiyor. Sosyalist bir hareketin doğup doğmayacağını; doğarsa hangi güçlere hangi örgüt ve mücadele biçimlerine dayanacağını; hiç bir şey bilmiyoruz. Her şeyi bir öğrenci olarak; içinde yaşayarak, yeniden öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
102 Ömer Seyfettin bir hikayesinde "vatan bayrağın dalgalandığı yer değil midir" diye bir söz söyletir ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir baskı ve sömürü ve ona karşı en cılız da olsa insani bir direniş varsa orada yer almalı; onun içinde yaşayarak o yeni doğan biçimleri tanımaya anlamaya çalışmalıyız. Örgütler kurmaya falan kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır. Bugün yapılacak iş ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz da zaten böyle bir şey. Çeteleşmektir yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta bu direnişi yapanlar eşkiyalar bile olsa onların yanında yer almaktır. Kendi problematiklerimizle o küçük direniş tohumlarını boğmaktan kaçınmalı; aksine onların problematiklerini öğrenmeye, kavramaya çalışmalıyız. Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan virüsler gibi, mikroplar gibi yaşamalıyız. Sivrisinekler gibi onu sürekli vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi kemirmeliyiz. Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü görebilir. Unutmayalım, en son kaos teorilerinin kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. Kim bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!
103
Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları (Eleştirilere cevap biçiminde konuları açmaya devam çabası) Geçen kitapta yer alan "Bilimsel Sosyalizmden Ütopik sosyalizme" başlıklı yazıya gelen eleştirilerin hemen hepsi mektuplar, eleştiriler, tartışmalar bölümünde yer alıyor. Bu yazıda, kısmen o mektuplardaki yanlış anlaşılmış veya anlaşılmamış konular açıklanmaya, kısmen de orada kısaca değinilip geçilmiş, ya da hiç değinilmemiş bazı konular açılmaya çalışılacaktır. Bu kitap dizisi, her sayısında belli bir konuya ağırlık verecektir ama, genel olarak sosyalizmin sorunlarının tartışılması ve bir genel bilanço çıkarılması çabası, kanımızca her sayıda sürdürülmelidir. Biraz da bu anlayış ışığında, aşağıdaki yazı, sosyalizmin genel sorunları üzerine genel bir tartışmayı daha fazla kışkırtma çabası olarak değerlendirilebilir. * Yanlış anlamalar: Kuşaklar, Politik Kültür ve Uslup Sorunları Geçen kitapta, yazar, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmanın sorunlarından söz ederken, gelecek kuşakların anlamayacağı; bugünkü kuşakların ise okumayacağını yazıyordu. Ama orada yine de iyimser, gizli bir varsayım varmış: yazar kendi kuşağımdan ya da içinde yetiştiği politik kültürden olanların en azından neler yazdıklarını anlayacağını düşünüyormuş. Yazar aynı politik kültür içinde şekillendiği sosyalistlerin çoğu tarafından da anlaşılamamış. Gelen mektupların çoğu bunu gösteriyor. Hatta en basit uslup sorunları bile anlaşılmamış, ya da yazar anlatamamış, veya o kültürden iyice kopmuş. Yazar, o yazısında örneğin: gelecek kuşakların kendisini anlayamayacağını, nalbantlık, traktörlük benzetmeleriyle açıklamaya çalışıyordu. Gelen mektuplar daha canlı örnekler sunuyor kuşaklar arası kopukluğun korkunç boyutları üzerine. Problemin çapını anlatabilmek için Devrim Güneş'in mektubu daha somut bir örnek olarak kullanılabilir. Unutmamalı ki Devrim Güneş, duvar yıkılışı öncesinin politik kültürüyle şekillenmiş biridir ve kuşak farkı çok büyük değildir. Gelecek kuşaklarla ortaya çıkacak problemleri düşünmek bile olanaksız; varın siz tasavvur edin. Örneğin Devrim Güneş şöyle yazıyor: "Küçükaydın "Gelecekte bir sosyalizmin canlanışının ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan geçtiğine inandığım için. Gerçek devrimcidir diye düşündüğüm için." diyor ve sorunun çözümünün " gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmakta" geçtiğine inanıyor. Bense gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana, gerçeğin gözlerinin içine bakarak bir şeylerin değişeceğini düşünmek idealistçe bir yaklaşımdır diye düşünüyorum. Neden? Bireylerin gözünün içine bakmak, onları değiştirmek için yeterli midir? Hayır! Üstelik bu durumdaki insan edilgen insandır. Edilgen insanın da bu konuda devrimcilikten daha çok sufilikle özdeşleştirilebileceğine inanıyorum. Sorunları görmek, gerçekliği kabul etmek ve realiteye uygun çıkış yollarını bulmak politikanın olmazsa olmaz
104 gereklerindendir. Görmek, yorumlamak yetmiyor bizim farkımız değiştirme kaygısını taşıyor olmamız ve bu değişimin olabilirliğine inanmamız. Ancak Küçükaydın'ın yaklaşımı biraz farklı; O umutsuzluk yüklü bir gemi. Son bir çırpınışla " Ama yine de denemeye değer can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz. Bu dünyada yapabileceğimiz başka bir iş yok." diyor. Küçükaydın zorunluluktan söz ediyor ve bu dünyada yapabileceği başka bir işi olmadığı için bu kavgaya devam diyor. Üzüldüm. Benim yapacak o kadar çok işim var ki aslında. Zaten o işleri başarabilmek için sosyalizm istiyorum Sadece benim için değil bütün insanlar için istiyorum." Bu aktarılan paragrafta öylesine çok yanlış anlama iç içe bulunuyor ki, hiç olmazsa bunlardan bazılarını göstermek yerinde olur. Bu, yanlış anlama olasılıklarının çapı hakkında (hem de aynı politik kültürden insanlar arasında) bir fikir verebilir. Örneğin, yazarın yazdıklarından gerçeğin gözlerinin içine bakmakla bir şeyin değişeceği gibi bir anlam çıkar mı? Orada sadece; her türlü bilimsel ya da pratikle ilgili herhangi bir çabanın; her türlü politik faaliyetin olmazsa olmaz bir koşulundan söz ediliyordu. Bu kadar zor mu bunu anlamak? Lütfen!.. Ola ki yazarın dili sürçmüştür. Belki yanlış anlamaya müsait bir iki laf etmiş te olabilir, (kaldı ki böyle bir durum yok) o zaman bile böyle hataları görmezlikten gelmek gerekmez mi. Hani halkımızın dediği gibi: "söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun!" bari. Sonra Sayın Devrim Güneş diyor ki, "gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana". Yani bu fikri de pek tutmadığı, ama şimdilik eleştirmeye değer görmediği, belki de konuyu dağıtmamak için, geçiştirdiğini ima ediyor. Keşke eleştirisini bu noktada yapsaydı. Daha ciddi bir konuya değinmiş olurdu, hem de pek yanlış anlama olmadan. Burada Sayın Devrim Güneş'e bir sır verilebilir. O fikir, yani "gerçek devrimcidir" fikri yazarın değildir. Yazar onu Marks-Engels'ten öğrenmişti. Bunu herkesin, en azından kendisiyle aynı politik kültürde (yani şu duvar yıkılması meselesinden önce) yetişmiş sosyalistlerin bildiğini düşündüğünden bunu belirtme gereği bile hissetmemişti. Belli ki yanılmış. Ama eleştiri yazara değil de Marks-Engels'e yapılsa daha iyi olur. Yazar sadece onların iyi bir talebesi olmaya çalıştı ve çalışıyor. Yazar hani yazısında "can çıkmadan huy çıkmaz"; "yapacak başka işimiz yok" falan diyor ya, onlar da anlaşılmamış. Ve bu anlaşılmamışlık, kuşaklar arasındaki kopukluk hakkında çok somut bir örnek oluşturduğundan biraz daha üzerinde durulmaya değer. Yazarın çocukluğunda, milattan önce, yani şu sinema, televizyon, medya, kapitalist yarışma ve kendini övme reklamcılığı insanları henüz yoğurmamışken. İnsanlar, başkalarına fırsat bırakmadan kendileriyle alay ederler, kendilerini aşağılarlar; çok ciddi önemli işler yaptıklarına inansalar bile, onu önemsiz göstermeye çalışırlardı. Örneğin Devrim Güneş gibi, onlar da "bütün insanlar için sosyalizm" isterlerdi, ama "kendim için sosyalizm istiyorum" veya "yapacak işim olmadığı için" veya "elimden başka bir iş gelmediği için" derlerdi. Tabii onları dinleyenler de, aslında onların kendileri için sosyalizm istemediklerini, ama tevazularından dolayı öyle
105 dediklerini bilirlerdi. Ayrıca herkes, kendi için sosyalizm istemenin bir gerçeklik payını içerdiğini de bilirdi. Ama böylece herkes aynı kültürde olduğu için bir anlaşmazlık çıkmazdı. Ama o zamanlar başka bir dünya vardı. Bu dünyanın başkalığı şöyle bir kıyaslamayla daha iyi anlaşılabilir. Bugün herhangi bir spor karşılaşmasına gidin. İnsanlar takım ya da sporcuların taraftarıdırlar. Futbolcular örneğin bir gol atsa, taraftarlar çılgınlar gibi alkışlar ve bağırırlar; golü atan futbolcular sevinçten ne yapacaklarını bilmezler vs., vs.. Her gün televizyonda böyle yüzlerce sahne görürsünüz. Ama bir zamanlar başka davranırlardı insanlar. Yazarın çocukluğunun geçtiği Ege kasabalarında, Homeros'un anlattığı türden yağlı pehlivan güreşleri olurdu. O güreşlerde, güreş başlamadan önce cazgır, güreşçileri "alta düştüm diye gönüllenme, üste çıktım diye böbürlenme" gibilerden manilerle güreşe davet ederdi. Bir pehlivan diğerini yendi mi, o pehlivanı tutanların (ki o zamanlar insanlar ya da takımları tutmak diye birşeyler de yoktu, belki sempatilerden söz edilebilirdi)bırakın aşırı sevinç gösterileri bir yana, alkışlamak bile ayıptı. Güreşçiler de yendikleri zaman öyle fazla sevinç gösterileri yapmazdı. Yapanlar ayıplanır, görgüsüz kabul edilirdi. İşte, yazar o satırlarda, çocukluğumda tanıdığı artık o unutulmaya yüz tutmuş kültüre sahiplenerek derdini anlatmaya çalışıyordu. Yani kendisiyle alay ediyordu. Tabi her alay gibi onda da bir gerçeklik payı vardı. Çünkü ilk okulu bitirdiği gün babasının Çetin Altan'ın Taş köşesini kıvırıp, gazeteyi eline verip "bunu her gün okumalısın oğlum" dediği günden beri politikaya ve sosyalist politikaya angaje bir insandı. Bunun dışında ne bir dünyası, ne de bir hayatı olmuştu. Bu nedenle kendi durumuna dışarıdan bakması çok zordur; ve başka bir seçim yapacak durumda da değildir. İşte bu nedenle son derece sübjektif olabileceği olasılığını göze batırmak; kendi konumuna belli bir mesafeden, biraz dışarıdan bakabilenlerin söyleyebileceklerini ifade edebilmek için "yapacak başka işimiz yok" falan diye yazıyordu. Yazara şöyle bir eleştiri yapılabilirdi ve bu daha akıllıca bir eleştiri olurdu: kendini aşağılar gibi yaparken aslında övdüğü söylenebilirdi. "Yapacak başka işim yok" demek, aynı zamanda, ben hayatımı sosyalizm mücadelesine adadım bundan sonra da adayacağım anlamına da gelirdi. Onun da, kendi kuşağından bir sürü devrimci gibi, bu işlerin bilmem nesi olduğundan, kendini aşağılarmış; kendiyle alay edermiş gibi yapıp aslında kendini övdüğü söylenebilirdi. Bu yorum pek de boş olmazdı. Ne yazık ki Devrim Güneş'te bu türden bir eleştiri yok. Bu farklı anlayışın, bu kültür farkının somut bir yansıması eleştirmenin isminde bile görülebilir. Eleştirmenin kendisine seçtiği isim ile eleştirdiği metni anlayamaması arasında bir ilişki var aslında. Örneğin Devrim Güneş'in hakiki adı Ali, Veli, Ahmet, Mehmet türünden çok rastalnan sıradan bir isim, soyadı da öyle. Ama yazıda kullanılan isim Devrim Güneş. Hem Devrim, hem de Güneş. Çok devrimci, çok mücadeleci, çok sosyalist isimler. Bu Devrim Güneş için son derece olağan normal bir şey olsa gerek; belli ki o inancının gücünü mahlasıyla da ifade etmek istiyor. Yazarın bu bakımdan oldukça şansı var. Adı Demir. Proletarya gibi, ya da onu çağrıştıran bir isim. Bilinir Proletaryanın esas çekirdeği metalürji işçileridir. Metaller içinde de en önemlisi
106 demirdir. Sonra çelik çekirdekleri falan da hatırlatıyor. Eh soyadı da fena sayılmaz. Arada küçük burjuvaziyi anıştıran bir Küçük var ama onu atınca Aydın kalıyor. Aydın bilimle, hem aydınlanmayla, hem aydınlarla ilgili. Eh proletaryaya bilinci de aydınlar götürdüğünden aslında son derece Leninist bir kombinasyon oluşturuyor. Ama yazar böyle isimlerin değerini anlamadığımdan, bundan 20 yıl önce bile, gizli bir devrimci örgüt kurarken, herkes kendine çok devrimci proleter isimler alırken, tutup Bahattin Harman gibi, hem din ile ilgili, esrar içip kafa bulmayı çağrıştıran bir isim almıştı. Eskiden insanlar babaları onlara gurur duyacakları isimler takmışsa bile, şair ya da yazarsalar kendilerine kendilerini hor gören isimler takarlardı: örneğin Fuzuli gibi. Koca şair kendine "gereksiz" adını veriyordu. Devrim Güneş de bir gün yazılarında Devrim Güneş gibi gereksiz değil de, örneğin "Gereksiz" gibi gerekli bir isim kullanırsa yazarın ne dediğini ya da en azından ne demediğini anlar. Ne yazık ki, sorun sadece değerlerin ve kültürün değişmesinden doğan anlama zorluklarıyla da sınırlı değil, bir de yazının siyasi ve edebi yönlerinin de anlaşılamaması söz konusu. Zorlukların çapının daha iyi görülebilmesi için yine şu "alışmışız, yapacak işimiz yok" meselesi örnek olarak kullanılabilir. Yazar başta "niye bu yazıyı yazıyorum öyleyse" diye soruyor. Son derece, insani ve öznel bir noktadan yola çıkıyor. Ona önce da "huy çıkmaz veya umut çıkmaz diye" bir cevap veriyor. Bu cevap da son derece özneldir, ama öznelliğini öylesine göze batırır ki, o öznelliği yaşayanların nesnel durumunun ifadesidir. Ancak bu henüz politik cevap değildir, geçici, evrensel insani boyutla ilgili bir cevaptır. Esas cevap yazının son cümlesindedir. Şu kaos teorilerinin "kelebek kanatı çırpıntısı" olmak metaforu. Bu ise nesnel durumdan çıkarılmış bir sonuçtur ama aynı zamanda yazarın başta sorduğu "niye yazıyorum" sorusunun gerçek ve politik cevabıdır. Yazı öznelden nesnele gider, sonunda da nesnelden öznele döner. Diyalektik bir şekilde yazıda nesnellikler öznellikler; öznellikler de nesnellikler haline dönüşür. Yani küçük de olsa o yazıda kendi kendini yaratan bir sistem kurulmuştur Yazarın yazılarını çoğu, kendi içinde bir sistem oluşturup, kendi üzerlerine kapanırlar. Yani Hegel'in sistemi ya da Marksizm gibidirler. Aslında yazı bu niteliğiyle de; çok gizli bir başka mesaj içerir. O bu sistem olma niteliğiyle, artık büyük teorik sistemlerin mümkün olmadığını söyleyen zamane anlayışlarına ya da post-modern anlayışlara karşı bir mesaj verir. Hegel, Marks geleneğine bağlılığını ifade eder. Yani dolaylı olarak; niteliğiyle "büyük anlatı"ların bittiğini olanaksızlığını söyleyenlere; ya da çok moda olan global veya bütüncül teorik sistemlerin totaliter baskıcı rejimlere yol açtığı gibi anlayışlara karşı durur ve bizzat varoluşuyla kendini bizzat bir karşı delil olarak ortaya koyar. * Sonra şu sivrisinekler, fareler, mikroplar metaforları da hiç anlaşılmamış. Bir kaç ipucu da bu konularda verilebilir. Birincisi orada, "Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan" sözleriyle, Marks'ın bezirgan sermayeyi ve Yahudiliği tanımlamasına, onun "toplumun gözeneklerinde
107 (mesanelerinde)" sözlerine bir anıştırma yapılır. Yahudilerin, dünyanın dört bir yanına sürülmelerine rağmen binlerce yıl ayakta kalıp varlıklarını sürdürmüş oldukları noktasından hareketle; önümüzdeki uzun yıllarda bizlerin de benzer durumda olabileceğimiz fikri verilir. Buna hazırlıklı olmak gerektiği vurgulanır. İkinci ipucu: Mikrop, Sivrisinek, Fare gibi genellikle iğrenç hayvanlar bir sembol olarak benimsenir. Bununla da bir taşta birkaç kuş vurulmaya çalışılır. Birincisi, "biz sosyalistler önümüzdeki uzun yıllarda normal burjuva toplumu tarafından bu iğrenç yaratıklar gibi görüneceğiz. Ezilenler bile bizi böyle algılayacak. Aslında bizler de, modern toplumu bir şehre benzetirsek, onun lağımlarında, çöplüklerinde, bataklıklarında varlığımızı koruyabileceğiz. Yani toplumun en alt, marjinal, en alt tabakaları arasında" denmiş olur. İkincisi, bu iğrenç yaratıklar gibi olmamız gerektiği söylenerek. Aslında sosyalistlerin varlığını sürdürmesinin mümkün olduğu ifade edilmiş oluyor. Bir şehrin temizliği ancak lağım ve çöplükleri varsa mümkün olur. Lağım ve çöplük varsa orada fareler ve mikroplar da olacaktır. Hep altta kalsalar, bastırılsalar, görülmeseler bile var olmaya devam edeceklerdir. Üçüncüsü, bu yaratıklar benimsenerek, ezilenlerin tipik bir geleneğine anıştırmada bulunuluyor. Ezilenler, ezilmelerine karşı ilk tepkilerinde kendilerini ezenlere benzemeye çalışırlar. Örneğin siyanlar beyazlara benzemeye çalışır: Malcolm X, Malcolm X olmadan önce saçları beyaz adamınki gibi düz olsun diye saçlarını ütüler. Kadınlar erkeklere benzemeye çalışır: George Sand, erkek adı alıp pantolon giyer. Sömürgeler gelişmiş ülkelere benzemeye çalışır: Atatürk'ler, Mao'lar, Nasır'lar, hepsi Batı Uygarlığı gibi olmayı hedef koyar. İkinci aşamada ezilenler ezenlerin onlara yükledikleri kimlikleri yüceltirler. Örneğin siyahlar, siyah güzeldir der. Kadınlar kadıncıl değerleri yükseltmeye çalışır. Geri ülkeler batılı ülkeler gibi olma hedefinden vaz geçerler. (Bu sürecin çok başındayız ama örneğin İslam'a, "kendi kültür ve değerlerine" yönelimin böyle bir yanı da var kanımca. İslam'ın yükselişinin bu tarihsel yanı ayrıca incelenmeye değer.) Kanaken, beyaz adamın küfürü iken, ezilen yerlinin gurur duyduğu kendi kendini tanımlaması olur. Ya da Türkiye'de olduğu gibi Kürt aşağılama iken, Kürt'ün gururla söylediği bir sıfat olur. Eh modern toplum da bizleri fareler mikroplar gibi göreceğinden; ezilenlerin o geleneğine dayanılarak, mikroplar gibi, fareler gibi denerek aşağılayıcı sıfatlara sahip çıkılır. Ama yazar burada da kalınmaz. Çünkü "Siyah güzeldir" demek, ya da kadıncıl değerleri yükseltmek vs. aslında ezenin değerlerinin zıddıdırlar, dolayısıyla onun ufku içine hapistirler; onu aşma, başka bir şey oluşturma yeteneğinde değildirler. (Dolayısıyla politik islam da ne denli batı karşıtı olursa ve görünürse görünsün aynı hastalıkla maluldür.) İşte o iğrenç yaratıklara sahip çıkılır ama onlar olumlanmaz. Sadece demistifize edilmeye çalışılır. Siyahı aşağılayıcı ya da yükseltici bir anlamda da kullansanız aslında onu mistifize etmiş, yabancılaşmış, onun esiri olmuş olursunuz. Bu tuzağa düşmemek için o hayvanlar yüceltilmez, onlara olumlu anlam verilmez. Nötr olarak kullanılır. Olumsuz bir anlam da verilmez. Tabiri caiz ise boş düşürülürler.
108 Bu açıklamalardan sonra Devrim Güneş'in yazıyı başka bir ışık altında okuyacağı ve yazarın ne demek istediğini daha doğru olarak anlayacağı umulur. Bu uzun açıklamalardan amaç Devrim Güneş'in eleştirisini somut bir örnek olarak kullanarak, ezilenlerin ortak hafızasının kuşaklar arasında aktarılmasının günümüzde ortaya çıkan zorluklarının biraz olsun somutlanabilmesidir. Yani sosyalizmin sorunlarını açma çabasıdır. Ayrıca yazar kendisini saçma iyimserliklerden ve ham hayallerden kurtardığı için Devrim Güneş'e gerçekten teşekkür eder. Umutsuzluk ve Umut Mektuplara da yansıyan ama sözlü olarak dile getirilen en önemli eleştiri, yazarın çok umutsuz olduğudur. Şunu açıkça, tekrar, belirtmeli ki: durum umutsuzdur, yazar değil. Yazarın çok umutsuz olduğu yönündeki eleştirileri yapanlardan çoğundan, "durum aslında öyle değildir şöyledir" veya "durum dediğin gibidir ama ondan öyle değil de böyle bir sonuç çıkarmak gerekir" gibilerden durumu, duruma ilişkin yargıları ve kabulleri veya çıkarsamaları tartışan eleştiri gelmedi. Yazarın öznel durumuna ilişkin eleştiri yapanlar nesnel duruma ilişkin bir tartışmaya çekilmeye çalışıldığında, bundan sürekli kaçınıldığı görülüyordu. Bu da, aslında, yazıda belirtilmiş son derece insani bir tepkinin ifadesiydi. Yazıyı okuyup da durumu değil, yazarı umutsuz görenler, yani umutsuzluğun nesnel durumun ifadesi değil yazarın öznel yargısı olduğunu söyleyenler ya da yazanlar, aslında tamamen nesnel durumu hiç yansıtmayan öznel yargılarını ifade etmektedirler. Ve eleştiri yazan sosyalistlerin bu, durumun berbatlığını görmeyen, öznel değerlendirmeleri, nesnel bir gerçek olarak, durumun çıkışsızlığını, umutsuzluğunu katmerlendirmektedir. Eğer bütün sosyalistler, ya da onların ezici bir çoğunluğu yazar gibi "umutsuz" olabilseydi; ya da yazarın ifadesiyle "Durumun umutsuzluğunu" görebilseydi, durum daha fazla umut vadedici olabilirdi. Yazarın yapmaya çalıştığı aslında tam da budur. O durumun umutsuzluğundan bir mücadele stratejisi çıkarmaya çalışmaktadır. Yazara göre umut, durumun umutsuzluğunun kavranmasındadır. Umut umutsuzluktadır. "Negatif Diyalektik" Aslında durumun umutsuzluğunu görmeyen ya da görmek istemeyip yazarın umutsuzluğu biçiminde tepki gösterenler gizli bir varsayımı paylaşıyorlar: durum umutsuzsa mücadele etmenin anlamı yoktur. Ya bu işi bırakmak, ya da intihar etmek gerekir. Umutsuz bir insan mücadele edebilir mi?. Yazar bu varsayımı paylaşmamaktadır. Her ne kadar bizler, marksizmin evrimci, aydınlanmacı yorumlarıyla aşırı yoğrulduğumuzdan, kavramakta güçlük çeksek de umutsuz bir durumdan da en az umutlu bir durumdan olduğu kadar mücadeleci gelenekler çıkar. Hatta insanlık tarihinde umutsuzluktan çıkan mücadeleler daha önemli bir yer tutarlar. Bizler, aydınlanmacı zaman ve iyimserlik kavramıyla yetiştiğimizden, kavramakta güçlük çekebiliriz ama sınıflı toplumlar boyunca; insanların kafasında düzgün doğrusal değil daha dairesel, çıktığı yere dönen; ya da artık sonuna gelinmiş zaman kavramlarının olduğu antik uygarlıklar çağında, binlerce yıl, insanlar yine
109 de adil, baskısız bir hayat ve toplum özlemi için mücadele etmekten geri durmamışlardır. Hatta insana zerrece seçim hakkı ve umut tanımaz görünen en kaderci felsefeler, en keskin, en radikal mücadelelere dayanaklık etmişlerdir. En radikal isyanlar, kıyamet habercisi Mehdi'lerin öncülüğünde yapılmışlardır. Mesih'ler "Mahşer günü yakın" diyerek insanları mücadeleye çağırmışlardır. Tarih boyunca hemen bütün ayaklanmalar umuttan değil, umutsuzluktan, yapacak başka hiç bir şey kalmamasından dolayı patlak vermeşlerdir. Umut ise, onlarca, yüzlerce, binlerce yıl, toplumun derinliklerinde ve ortak hafızasında gizlice yaşamış bu çicek, umutsuzluk patlamaya yol açtıktan sonra tekrar yeşerebilecek bir toprak bulur. Umutsuzluğun yol açtığı ayaklanmalar umudu yeniden yeşertir. Umudu yaratan umutsuz durumlardır. Umudunuz varsa, kaybedecek bir şeyiniz var demektir. Ama umudunuz yoksa, artık kaybedecek hiç bir şeyiniz yok demektir. Tıpkı, köşeye sıkışmış bir kedi gibi her şeyi yapabilirsiniz. Umutsuzluk, kaybedecek umudun bile olmaması en radikal eylemlerin; en uzun soluklu girişimlerin ana koşuludur. Sanılanın aksine, umutsuzluk umuttan daha patlayıcı ve devrimcidir. Aslında Marksizm, Tarihsel Maddecilik, "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Toplum Kuramı" aracılığıyla iyimser; aydınlanmacı; teknik hayranı özelliklerinden çoktan kurtulmuştur. Ama bu teorik kazançlar ve katkılar, ne yazık ki binlerce sosyalist için, büyük ölçüde bürokratik ve reformist sosyalizmin yerleştirdiği önyargılar nedeniyle anlaşılmaz ve bilinmez kalmaya; dolayısıyla marksizmin en devrimci yanı ve geleneğinden kopukluk sürmeye devam etmektedir. Umutsuz olarak, reddediş aracılığıyla mücadele geleneği, tarihsel maddeciliğin bu gerçek dip akıntısı; faşizmin yükselişi esnasında en verimli felsefi ürünlerini ortaya çıkardı. Benjamin, Marcuse ve Adorno bu çabanın en bilinen isimleridir. Yazar da geçen sayıdaki yazısında aslında bu geleneğe, bu "negatif diyalektiğe" dayanmaktan başka bir şey yapmıyordu; yazar sadece faşizmin yükselişinden de daha dehşet verici bu günkü durumu yaşadığı için; o zaman hiç tartışılmamış ya da olası görülmemiş birkaç küçük adım atıyordu sadece. Aslında tarihteki her yeni fikir de küçük adımlardan ibarettir. Yazarı umutsuzlukla suçlayanlara ve umutsuzluğun sosyalizmle veya bir mücadele ile bağdaşmayacağını savunanlara, Herbert Marcuse'nin şu satırları en iyi cevabı verir ve yazarın tavrını en mükemmel biçimde ifade eder: "Hiçbirşey bunun iyi bir son olacağını göstermiyor. Yerleşik toplumların ekonomik ve uygulayımsal yetenekleri en alttakilere yeni düzenlemeler ve ödünler için olanak sunacak denli yeterli ve geniştir, ve silahlı güçleri ivedi durumlar ile ilgilenecek denli eğitimli ve donanımlı. Bununla birlikte, hortlak yine oradadır, ileri toplumların sınırlarının içerisinde ve dışarısında. Uygarlık imparatorluğuna gözdağı veren barbarlar ile yüzeysel ve tarihsel koşutluk soruna önyargı getirmektedir; barbarlığın ikinci dönemi pekala sürekli uygarlık imparatorluğunun kendisi olabilir. Ama şans şudur ki, bu dönemde tarihsel uçlar yine de buluşabilirler: en ileri insanlık bilinci, ve onun en sömürülen gücü. Bu bir şanstan ötesi değildir. Eleştirel toplum kuramının şimdi ve bunun geleceği arasındaki uçurumu
110 birleştirebilecek hiçbir kavramı yoktur: hiçbir söz vermeksizin ve hiçbir başarı göstermeksizin, olumsuz kalmaktadır. Böylece, umutsuz olarak, yaşamlarını Büyük Reddedişe vermiş olanlara ve verenlere bağlı kalmayı istemektedir. Faşist evrenin başlangıcında Walter Benjamin şunları yazmıştı: Nur um der Hoffnungslosen Willen ist uns die Hoffnung gegeben. Salt umutsuzlar uğrunadır ki bize umut verilmiştir." Marksizme Veda mı? Yazara yöneltilen bir diğer eleştiri de, onun Marksizm’e veda dediğidir. Yazının başlığı bile "Bilimsel Sosyalizmden Ütopik Sosyalizme" değil miydi? Bu eleştiri de yazılanın ne olduğunu hiç anlamamakla maluldür. Yazı dikkatlice okunursa yazarın tümüyle tarihsel maddeciliğin klasik, otantik kavramlarına, kategorilerine dayanmakta olduğu görülür. En genel anlamıyla yazarın anlatmaya çalıştığı nedir aslında? Bunu yine Tarihsel Maddeci geleneğin eğretilemeleriyle açıklamaya çalışalım. Bilindiği gibi, Marks, Devrim'i hep bir Doğum'a benzetir. Çok yerinde bir benzetmedir bu. Doğum dediğimiz şey de, ister bir civcivin yumurtasının kabuğunu kırması, isterse memelilerdeki gibi bir süreç olsun, Devrim denen o mucizenin doğadaki bir örneğidir. Marks'ın örneğine bağlı kalırsak, Marks sosyalizmin normal bir doğumla dünyaya geleceğini düşünüyordu. Lenin ve Troçki de aynı geleneğe bağlıydılar. Bizzat yazar da, doğumun başlangıcının pek normal olmasa da, bir süre sonra normal bir doğum olacağını son yıllara kadar düşünüyordu: Normal doğum demek, ileri ülkelerde sosyalist devrimlerin olması demektir. Ama doğada bütün doğumlar normal geçmez, bazı doğumlarda çocuk ters gelir, veya doğarken geçeceği havsala çok dardır, geçemez; veya yumurtanın kabuğu kalındır, içindeki civciv onu kıramaz. İşte o zaman, memelilerde anasıyla birlikte yavru da ölür gider. Tek çıkış yolu, Sezaryen yapmak olur. Toplum'da sezaryen ise, uzaydan başka bir uygarlığın gelip, insanlığın sosyalizmi doğurmasına yardım etmesi olabilir. (Belki UFO hikayeleri böyle bir beklentinin bilinçsiz ifadesidirler.) Peki, ileri ülkelerde sosyalist devrim olma olasılığı kayboluyorsa veya kaybolmuşsa ne olur? Bizim ustalardan hiç bir bunun üzerine düşünmedi, böyle bir olasılığı hesaba katmadı. Şimdi bu ihtimal; yeryüzü işçi sınıfının siyah-beyaz bölünmesi nedeniyle ortaya çıkmış bulunuyor. Bu, örneğimize bağlı kalırsak, çocuğun ters gelmesi demektir. Sırf geri ve yoksul ülkelerdeki bir devrimle veya sosyalizm girişimleriyle sosyalizm çocuğu doğamaz. Uzaydan birilerinin gelip çocuğu çevirmesini de beklemek mümkün değil. İşin kötüsü, tarihe baktığımızda, toplum tarihinde bir tek bile normal doğum olmadığını görürüz. Bu nedenledir ki bütün uygarlıklar yıkılmıştır. Bunu Kıvılcımlı da, ki kapitalizm öncesindeki
111 devrimlerin temel yasalarını bulmuştur, teslim ediyordu. Sadece, Kıvılcımlı da, ustaların geleneğine bağlı olarak, Kapitalizm'le birlikte işlerin değiştiğini, insanlığın sosyal devrimi bulduğunu söylüyor, çağına uygun iyimser beklentiler içinde bulunuyordu. Ne yazık ki, Tarih bu beklentileri haklı çıkarmadı. İşte bugünkü kapitalist uygarlık, tıpkı antik uygarlıkların durumuna dönmüştür. Antik çağlarda, bir türlü doğuramayan, can çekişen o uygarlıkları öldürecek barbarlar vardı. Ama artık onlar da yok. Troçki de, bir yerde, sosyalist devrimin ileri ülkelerde değil de önce geri bir ülkede, Rusya'da gerçekleşmesinin ortaya çıkardığı, bizim tersinden gelme şeklinde ifade ettiğimiz, durumu Tarihin yumağının tersinden, yani yumağın ortasındaki ucundan, açılmaya başlamasıyla ifade ediyordu. O bunu yazarken, bir gün ileri ülkeler işçisinin sosyalist devrimi yapıp, yumağı normal, dışarıdaki ucundan açacağı beklentisindeydi. Ama bu gün ortada böyle bir beklenti için hiç bir neden yok artık. Durumun korkunçluğunu en iyi Güney Afrika benzetmesi verir: Güney Afrika'nın beyaz işçileri hiç bir zaman siyahlar için veya onlarla birlikte savaşmadılar, aksine hep onlara karşı durdular. Bir yumağı tersinden açmaya kalkın bakın, ortaya sadece çözülmez bir Gordiyos Düğümü çıkar. Eskiden öyle düğümleri, barbar İskender'ler çözemeseler bile hiç olmazsa kılıçlarıyla kesermişler. Bugünün dünyasında Uzaydan gelecek İskenderleri bekleyecek halimiz de yok. Tarih'e böyle bakıldığında, iyimser, ilerlemeci "Devrimler tarihin lokomotifleridirler" (Marks, Kıvılcımlı) önermesinden ziyade; "Devrimler tarihin imdat frenleridirler" (Walter Benjamin) önermesinin durumu daha doğru ifade ettiği görülür. Ama bütün bu sorunlar Tarihsel Maddeciliğin sorunlarıdır. Yani tarihsel süreci yönlendiren ve temel eğilimlerini belirleyen yasaların neler olduğuna ilişkin sorunlardır. Bütün bu sorunlar üretici güçler, ilişkiler, sınıflar, devrim gibi temel kavramlarla ele alınır. O Tarihsel Maddeciliğe dayanarak, artık sosyalizm için mücadelenin gerekçelerini tarihsel yasalarda değil, ahlaki seçimlerde bulabileceğini söylemektedir. Tarihsel maddeciliğin bulduğu yasalar; toplum tarihinin eğilimleri artık bizi buna zorluyor demektedir. Ama bu da çelişik bir durum yaratmaktadır. Bu çelişik durumu kavramak için, Fizik tarihinden bir örneğe başvurulabilir. Galiba Heisenberg, yüzyılın başında, bir fizikçiler kongresinde, Kuantum Teorisine göre nedenselliğin olamayacağını kanıtlayan bir konferans verir. Kongreden sonra, bir başka fizikçi, "Konuşmacı nedenselliğin niçin olamayacağını nedenleriyle çok güzel açıkladı" diye özetler konferansı ve çelişkiye dikkati çeker. İşte yazar da, artık sosyalizm için mücadelenin Bilimsel Sosyalizm'de, ya da Tarihsel Maddecilik'te gerekçesini bulamayacağını Tarihsel Maddeciliğe dayanarak açıklamaktadır ya da bunu iddia etmektedir. Aynı paradoksu şöyle ifade etmek mümkündür: Bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme, bilimsel sosyalist bir yazıdır. Ne Kaos teorileri, ne de Yeni-Malthusçuluk söz konusu değildir.
112 Yeni Malthusçuluk ve Gezegen Çapında Apartheit Bu vesileyle Yeni-Malthusçuluk ithamı üzerine bir kaç söz. Biz sosyalistler, nüfus sözünü duymayalım, hemen pirelenir, ardında Malthusçuluk aramaya başlarız. Yeni-Malthusçuluk ithamı da böyle bir şey. Bilindiği gibi, Malthus, Nüfus geometrik, yiyecekler aritmatik diziyle artıyor diyordu. Marks da ona karşı, ortada biyolojik ya da fiziksel bir olgu değil; üretim ilişkilerine bağlı, toplumsal bir olgunun sözkonusu olduğunu söylüyordu. Sonra da tarımsal üretkenliğin, yani Malthus'un yiyecek kaynakları dediği şeyin niye yavaş arttığını, bunun rantla, toprak tekeliyle ilişkisini; sanayide ise fazla nüfus gibi görünen şeyin aslında tam da aşırı üretimden; yani fazla ürünlerden ortaya çıktığını kanıtlıyordu. Yazar da bütünüyle Marks'a katılmaktadır, sorun bu çerçevede kaldığı sürece. Ama yazar, Tam da Marks'ın dediği doğru olduğu için; yani kapitalizm tarımsal ürünleri sanayi üretiminde olduğu gibi devasa ölçülerde arttırabileceği ve hatta arttırdığı için ortada bir problem görmektedir. Marks, Kapitalist üretim sürecini incelediği Das Kapital'de, yeryüzünün sınırsız ve sonsuz olduğu noktasından hareketle bütün analizlerini yapmaktadır. Ama şu dünya dediğimiz şey, büyükçe bir uzay gemisinden başka bir şey değildir. Bir uzay gemisinde sermayenin hareket yasalarını incelemeye kalktığınızda; fiziksel sınırlara toslarsınız. Hem de tam Marks'ın dediği doğru olduğu için; yani kapitalizm bir genişleyen yeniden üretim yordamı olduğu için; yiyecek üretimi gereğinde nüfusun on misli hızla arttırılabileceği için. Malthus'un değil, Marks'ın dediği doğru olduğu için. Elbet bugün de yeni-Malthusçular var ve onlar da yeryüzünde nüfusun fazla olduğundan söz ediyorlar; hatta yeryüzünün sınırlılığından; ama onlar buna dayanarak, aslında üçüncü dünya'nın yoksullarını katletmenin teorisini yapıyorlar. Açlığın hüküm sürdüğü hiç bir üçüncü dünya ülkesinde metre kareye düşen insan sayısı Avrupa veya Japonya kadar yüksek olmamasına rağmen, üçüncü dünyada nüfus patlamasından ya da aşırılığından söz ediyorlar. Bu ayrı bir konudur, yeryüzü kaynaklarının rasyonel ve eşit bir kullanım ve dağılımndan kaçmayla ilgili bir sorundur. Ve bu niteliğiyle aslında yazarın ileri sürdüğü; gezegen çapında Apartheit'ın ideolojik bir ifadesidir. Yeni Malthusçuluğa karşı çıkış, eskisine karşı çıkış gibi olamaz. Eskisinde, hayır kapitalizm üretimi nüfustan çok daha büyük hızlarla arttırabilir; sorun az üretimden değil, aşırı üretimden veya toprak tekelinden çıkmaktadır deniyordu. Yeni Malthusçuluğa eskisine karşı çıktığımız argümanlarla karşı çıkamayız artık: örneğin, aşırı lüks, kapitalizmin yarattığı gereksiz üretimler olmasa yeryüzü bütün insanlara her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakları sunar gibisinden. Böyle bir karşı çıkış, yeni Malthusçuluğun; gezegen çapındaki apartheitin ideolojik egemenliği altına girmek; ona onun varsayımlarıyla karşı çıkmak demektir. Bu karşı çıkış, ilkesel değil, ampirik düzeyde bir karşı çıkış olur. İstatistiksel olarak; ampirik düzeyde haklı da olabilirsiniz. Ama sadece onun ideolojik egemenliğine hizmet etmiş olursunuz. Ampirik olarak yetersiz olduğu kanıtlandığında yeniMalthusçuluğun çıkardığı sonuçları da kabul etmiş olursunuz. Zaten öyle düşündüğünüz içindir
113 ki, ona ampirik düzeyde karşı çıkmaktasınızdır. Dünyanın beyaz işçilerinin zümre çıkarlarını savunanlar; ya da hala onlardan bir şey umanlar bu tür argümanlar vermeye eğilimlidirler; zaten ancak bu türlü argümanlarla beyaz işçiyi kazanabileceklerini bilirler veya sezerler. Ama sorunu, politik kaygılardan uzak; beyaz işçiyi kazanıp kazanmamaya bağlı olarak değil, ilke düzeyinde, başka bir değer sistemi açısından, aşağıdaki gibi koyduğunuzda, maalesef beyaz işçi size selam bile vermeyecektir. Biz bugün şunu demeliyiz: Varsayalım ki söylenenler doğrudur. Yeryüzünde nüfus fazladır, kaynaklar sınırlıdır: Peki bundan ne sonuç çıkarmak gerekir. Önerilenlerdeki gibi, kısırlaştırmalar, doğum kontrolleri, AİDS gibi biyolojik veya hakiki atom bombalarıyla bu nüfusun imhası ya da Güney Afrika rezervuarlarındaki gibi bu insanların çitlerin ardına hapsedilmesi midir çözüm? Hayır, yeryüzündeki bütün kaynaklar bütün insanların en azından temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere eşit olarak dağıtılmalıdır. Sorun ancak böyle koyularak, yeni Malthusçuluğun ideolojik egemenliğine; yeryüzü ölçüsündeki apartheita karşı güçlü bir mevzi oluşturulabilir Aslında yazarı Malthusçulukla eleştirenler, yeni-Malthusçulukla aynı varsayımları paylaştıkları için gizli yeni-Malthusçudurlar. Bu tür ilkesel, ahlaki bir karşı çıkışa sosyalistleri nesnel koşular zorlamaktadır. Sosyalistler bunu görebilmeli; argümanlarında, düşünüş tarzlarında bizzat kendi eski anlayışlarına karşı son derece şüpheli yaklaşmalıdırlar. Sosyalizmin sorunlarının sadece duvarın yıkılışından değil, Burjuva Uygarlığının krizinden kaynaklandığını; bu uygarlığın kimi varsayımları içinde kalmış sosyalizmin krizinin de aslında burjuva uygarlığının krizinin bir yansıması olduğunu görmelidirler. Bunu anlatabilmek içindir ki yazının başlığı, "bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme" idi. Bunun içindir ki, artık, bilimsel değil ancak ahlaki argümanlar getirilebileceği söyleniyordu. Çünkü klasik biçimiyle Marksist argümanlar, giderek zengin ülkelerin işçilerinin zümre çıkarlarını korumanın araçları olma eğilimi göstermektedirler. İlerde zengin ülkelerin işçileri arasında Klasik biçimiyle Marksizm’in yeniden popüler olduğu görülürse hiç şaşılmasın. Zengin ülke işçisine hiç bir fedakarlık önermeyen klasik anlayış onlara bir çok argüman sağlayabilir. Kimse olmaz demesin. Marksizm’in özü diyalektiktir ve onda her şeyin kendi zıddına döndüğü çok görülmüştür. Ama yeni-Malthusçuluk veya apartheit konusunda sorunun ilke düzeyinde koyulması pratik programatik olarak ortaya aşılmaz bir engel çıkarır: Yeryüzündeki kaynakları var olan tüm insan nüfusu arasında temel ihtiyaçlara göre paylaştırmak önerisi fiilen ekolojik bir askeri komünizm önermektir. Her şeyi karneye bağlamak demektir. Bu ise batı ya da zengin ülkeler işçilerinin büyük bir çoğunluğunun hayat şartlarında ve konforunda bir düşüş anlamına gelir. Bu da esas korkunç çıkmazı, yani işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve batı işçi zümresinin böyle bir hedef için mücadele etmeyeceği, aksine ona bütün gücüyle karşı duracağı gerçeğini ortaya çıkarır.
114 İşte durumu umutsuz yapan budur. Bu durumdan çıkışın yolu; belki batı işçisini kazanırız diyerek, klasik anti-Malthusçu argümanlarla, hayat seviyesinde bir düşüşten hiç söz etmemek değildir. Bu politikanın hiç bir çıkışı yoktur. Beyaz işçiler hiç de aptal değil. Sosyalizmin eşitlikçilik olduğunu onlar pekala biliyorlar. Yeryüzü ölçüsündeki bir eşitlikçi düzen isteminin pratik sonuçlarının ne olacağını da. Batılı işçi, bayrağına eşitlik yazdığı gün, Seylan'lı ya da Filipinli işçinin "eşitiz madem yiyelim badem" diyeceğini de. Onun için sosyalistlere hiç yüz vermiyorlar. Zaten sadece beyaz işçilerin ekonomik, politik çıkarlarını savunan sol örgütler onlar arasında bir parça yuvalanabiliyorlar. Beyaz işçiler arasında yuvalanabilen örgütlerin, aynı zamanda ister Marksist, ister anarşist olsun, ırkçılığa en kör, hatta gizli ırkçı örgütler olması hiç de bir rastlantı değildir. Zengin ülkelerin sosyalistleri, çocuk kandırır gibi, işçileri aptal zannederek, onlardan sosyalist olmalarını istiyorlar. Tabiri caiz ise, onlara zenginlikte eşitlik öneriyorlar. Ama o işçiler biliyorlar ki, eşitlik varsa fakirlik de var. Bu nedenle sosyalistlere zerrece itibar etmiyorlar. Tabii sosyalistler işçilerden hiç bir yankı bulamayınca da, bu sefer bütün enerjilerini yoksul ülkelerdeki devrimci hareketlerle dayanışmaya adıyorlar. Hâlbuki o işçilere, eşitlik olduğunda durumlarının kötü olacağını gizlemeden, yoksullukta eşitlik önerseler; hiç olmazsa işçiler onlara itibar etmese bile saygı duyarlar dürüst ve açık konuştukları için. Ve böyle bir saygı, kritik bir tarihsel durumda, en azından belli bir bölüm işçinin tercihlerini ve yeryüzündeki dengeleri etkileyebilir. Sosyalizm ve Paylaşma Burada, M. Erkan'ın tartışmak istediği konuya geçilebilir. Şu yoksulluğun ve zenginliğin paylaşılması meselesine. M. Erkan "esas olarak, özetle, "sosyalizm yoksulluğun paylaşılması olmalıdır" anlamına gelen sözlerin üzerine" diyor. Eleştirilen metinde ise aynen şöyle yazılıyordu: "Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir, daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz" gibilerden ehlileştirmelere açıktan karşı çokmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik" önermeliyiz." Açık ki, M. Erkan da o paragrafta neyin tartışıldığını ve vurgulandığını tam anlamamış; kendi kafasını meşgul eden bir soruna göre yorumlamış. M. Erkan yazıdan, bir sosyalizm anlayışının tartışıldığı sonucunu çıkarmış. Yazar ise orada, sosyalizm derken, sosyalist toplum anlayışını değil; sosyalizm için mücadelenin çağrısının, vurgusunun niteliğinin ne olması gerektiğini tartışıyor. Orada geleceğin sosyalist toplumu değil, bugünün koşullarına göre çağrının niteliği ve en fazlasıyla belki bir geçiş döneminin zorlukları söz konusudur. Sosyalizm sadece sosyalist toplum anlamında değil, sosyalizm uğruna hareketler, ideolojiler vs. anlamlarında da kullanılır. Söz konusu olan böyle bir kullanımdır. Önce bir yanlış anlamaya yol açmamak için şunu belirtmek gerekiyor: yoksulluğun ya da zenginliğin paylaşılması farklı şeyler değil, bir ve aynı şeydir. Zenginliği paylaştırdığınızda fakirliği paylaştırmış olursunuz. Bardağın yarısı dolu veya yarısı boş demek gibi bir durum söz
115 konusudur. Ama bu bir ve aynı eylem, fakirler açısından zenginliğin paylaşılması olarak; zenginler açısından da fakirliğin paylaşılması olarak görülür. Sosyalizmi zenginliğin ya da yoksulluğun paylaşılması olarak tanımlamak yanlıştır. O bir sınıfsız toplum olarak sınıflı topluma göre ya da sınıfsız toplumun başka biçimlerine göre tanımlanabilir. Sosyalizmin belirleyici özelliği; paylaşmanın hangi kritere göre yapılacağıdır. Bu kriter de, çalışmadır, emektir: kapitalizmde çalışmadan, ama çalıştırarak; veya topraklarınız veya büyük paralarınız olduğu için büyük zenginliklere el koyabilirsiniz. Ama sosyalizmde, toplumsal zenginlikten alacağınız payı emeğinizin miktarı belirler. Çalışmayana ekmek yok! Sosyalizmin özü budur. Ama emeğe göre dağılım, ürünlerin belli bir bolluğunu var sayar. Emeğinizin karşılığında ne alacağınıza siz karar verirsiniz. İsterseniz, kötü yemek yer güzel ayakkabılar alabilir, isterseniz çıplak dolaşır bütün paranızı kitaba verirsiniz, isterseniz en iyi yemekleri yersiniz hiç bir gazete bile almazsınız. Ama bütün bunlar, en azından bugünkü gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar ürün ve hizmet bolluğunu var sayar. Bu komünizmdeki gibi gürül gürül akan bir bolluk olmasa da. Ancak böyle bir bolluk yoksa, örneğin ekolojik nedenlerle sınırlamalar getirilmek zorundaysa, bu hizmet ve ürünleri insanlara eşit olarak dağıtmanın tek yolu karne olacaktır. Bunun adı da askeri komünizmdir. Bunda ihtiyaçları toplum belirler. İhtiyaç burada temel ihtiyaçlar anlamındadır artık, komünist toplumdaki, kişinin kendisinin belirlediği anlamda değil. M. Erkan'ın örneğinde olduğu gibi, "et kaynaklarının et oburlar arasında "dengeli" ve "adil" paylaşılmasını savunmak" sosyalizm bile değildir, askeri komünizmdir. Böyle bir öneri, fiilen, etin karneye bağlanması demektir. Etin karneye bağlanması ise, beyaz işçi için kesinlikle bugünkü refah ve konforundan bir gerileme demektir. Yani, M. Erkan aslında tam da "yoksulluğu paylaştırıyor". Burada aşılmaz bir engel ortaya çıkar sosyalizm uğruna mücadele bakımından. Bu aşılmaz engeli daha da somutlamak için bu sorunların sistematik olarak tartışıldığı Mandel'in "Marksist Ekonomi El kitabı"ndan bir bölümü aktaralım: Mandel kitabının geçiş dönemi bölümünde, var olan üretici güçlerin bütün insanlığın (o zamanki insanlığın, 60'lardı galiba) beslenme, konut, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya yeteceğini kanıtlamaya çalışır. Ama bu çaba bile bugün için, kabul edilmez argümanlarla doludur. Örneğin "Nükleer enerjinin üretim alanında kullanılması, dünya enerji kaynaklarının azalması meselesine insan oğlunun zekasının verdiği ilk cevaptır." gibi sözlerden sonra: "Bugünden itibaren, nükleer enerji, maden kömürünün nadir bulunduğu ya da nakledilmesinin güç olduğu, hidroelektrik enerjinin nükleer enerjiden daha pahalıya mal olduğu az gelişmiş bazı bölgelerde sanayileşme masraflarını azaltabilecektir" (s. 254) der. Ya da kimya sanayinin büyük bölümünü gübre üretimine yöneltmekten söz eder. Yani bu koşullarla, o zaman insanlığın temel ihtiyaçlarını giderebilecek bir gelişme seviyesinde olduğunu söyler üretici güçlerin. Bu argümanların bu gün ne kadar geçerli olacağı ve bir solcunun artık bu argümanları
116 getiremeyeceği konusunu bir yana bırakıp, bugün de Mandel gibi, yeryüzünün kaynaklarının ve üretici güçlerin gelişme seviyesinin; yeryüzündeki ekolojik dengeyi bozmadan; yaşam koşullarını tehlikeye atmadan; insanların beslenme, barınma, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını; M. Erkan'ın bir çift sağlam pabucu ile bisikletini de buna ekleyelim, karşılayacağını varsayalım. O zaman bile, Mandel, şunları yazıyor: "Fakat ihtiyaçlara göre dağılım üzerine kurulmuş bir ekonominin böylesine" doğrudan doğruya" girişi (...) aşılmaz iki engelle karşılaşacaktır. "Önce insanlığın ihmal edilemeyecek bir kısmı için, halen tatmin edilmekte olan ihtiyaçlar, bu basit ihtiyaçları bol bol aşmaktadır. Sanayice ilerlemiş ülkelerdeki halkların çoğunluğu sadece yiyip içmekle, iyi kötü barınmakla, çocuklarına okuma yazmayı öğretmekle ve sağlıklarını korumaya çalışmakla hiç bir şekilde yetinmiyorlar. (...) Bu insanlar evlerini dekore etmek, çeşit çeşit elbiseler giymek, yorucu ev işlerinden kurtulmak, -ısınma, çamaşır yıkama gibi- eğlenmek, seyahat etmek, okuyup öğrenmek, hastalıklara karşı daha iyi korunmak, ömürlerini uzatmak, çocuklarını daha iyi yetiştirmek istiyorlar. "Aslında çok gerekli olan bu ihtiyaçlar (ki emtia sanayii, şüphesiz bunlara, suni ihtiyaçlar ya da suni bir şekilde arttırılmış ihtiyaçları da eklemiştir) en ileri kapitalist ülkelerde kısmen sağlanmıştır. Basit olmayan bu ihtiyaçların tatmin edilmesini sağlayan sanayi kollarının toptan kaldırılması, sanayileşmiş ülke halklarının büyük bir kısmının hayat seviyesinde bir azalmaya yol açacaktır. Bu, adeta bir "sefalet sosyalizmi" olacak, para ile sağlanan ihtiyaçların yerini karne usulü ve çeşit bakımından sınırlı ürünler alacaktır." "Böylesine "bir sosyalizm" beşeri imkânların genel bir gelişmesini sağlamak şöyle dursun, bugünkü ileri kapitalist ülkelerde yaşayan ortalama vatandaştan daha basit ve az tatmin olmuş bir insan yaratacaktır. "Öte yandan, azgelişmiş ülke halkları da, Duessenbery'nin gösterdiği gibi, "taklit ve gösterişin etkisi" sayesinde, çağdaş tekniğin yarattığı muazzam imkânların bilincine varmışlardır. Onlar da ileri ülke halklarının medeniyet ve konfor seviyesine erişmek için can atıyorlar. Tıpkı sanayice gelişmiş ülkelerin halkları gibi, onlar da, bolluğun yerini kıt kanaat geçinmenin aldığı bir keşiş sosyalizmini kabul etmeyeceklerdir." (S. 262-263) Mandel o zamanlar bile, hâlihazır üretken güçlerin bütün insanları modern konforla donatamayacağını düşünür. Ve Sanayileşmiş ülke çalışanlarını hiç bir fedakârlığa zorlamadan; hatta onların yaşam seviyesinde de gelişmeler sağlayarak geri ülke halklarının yaşam seviyesini düzeltecek modeller üzerine düşünür. O da Klasik bir Marksist olarak sanayileşmiş ülke işçi sınıfı sosyalizm demedikçe; (ve daha az konforlu bir hayat için hiç bir işçi sınıfının sosyalizm demeyeceğini bildiği için) sosyalizmin bir hayal olduğunu çok iyi bildiğinden sanayileşmiş ülke işçisinden hiç bir fedakarlık istemez.
117 Mandel bu hesapları yaptığında yeryüzünün nüfusu bugünkünün belki dörtte biri bile değildi. O hesaplarda Nükleer enerji, kimya sanayii olumlu faktörlerdi ve yeryüzü pratik olarak sonsuz kabul ediliyordu. İşte bugün Mandel'in "aşılmaz engel" dediği durum realitedir. Zengin ülkenin halkları bugünkü konforlarından vazgeçmek zorundadırlar. Fakir ülkelerin halkları da bu konfora ulaşmayı istememek zorundadırlar. Bu nedenle, sosyalistler, bu aşılmaz engeli, zengin ve fakir ülkelerin işçilerine açıkça söylemekle yükümlüdürler. İşte yazıda "artık yoksullukta eşitlik" önermeliyiz diye anlatılmak istenen buydu. Bununla, bugünkü çıkmaz; bu çıkmaz içinde sosyalizmin yeni stratejisi, ve bunun ahlaki ve ütopik niteliği göze batırılmaya çalışılıyordu. Eğer bu yayın düzenli olarak yaşamını sürdürebilirse, daha somut verilerle bu son derece hayati konuyu gelecek sayılardan birinde ele almak çok yararlı olur. Komünist Toplumun Bolluğu Burada Ergun Aydınoğlu'nun eleştirisine geçilebilir. Ergun'un gelecek tasavvuru üzerine temel eleştirisi şu: "O içinde yaşamakta olduğumuz toplumun "zenginlik", "büyüme" kavramları ile bir muhtemel komünist toplumun gerçekleştirilme olanaklarını yargılamakta" Ne yazık ki bu eleştiri hiç doğru değil. O yazıda, bırakalım komünist toplumu, daha kapitalizm şartlarında başka bir uygarlığı programlaştırmaktan söz ediyordu yazar, başka bir üretim biçimini değil sadece. Orada aynen şöyle yazıyordu: "Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı ama artık yok. Nasıl burjuva devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla, turizmiyle, televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna hizmet edemez. "Bu ders bir çok sorunları da beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya diktatörlüğü) sınırlı kalamaz: aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir." (S. 50-51) Alıntıda açıkça görüldüğü gibi, bırakalım komünist toplumu, sosyalist toplumun bile bugünkü zenginlik ve büyüme kavramlarıyla kurulamayacağı; tam da bu dönüşümü sağlamak için bir geçiş dönemi gerektiği (ki bu yeni bir görüştü ve asıl tartışılması gereken önermeyi oluşturuyordu) söylenmektedir. Ancak bundan bir kere söz edildiği, zaten her sosyalistin Ergun'un sözünü ettiği farklı zenginlik kavramları anlayışında olduğu kabul edildiğinden, yazma ekonomisi bakımından, tekrar edilmemişti.
118 Yazarın tezi aslında Ergun'unkinden çok daha erken başlayan ve radikal bir dönüşüm öngörmekte ya da savunmaktadır. Yazar, bütün bu dönüşüm koşullarında bile artık komünist bir toplum için tarihsel fırsatın kaçtığını, ya da insanlığın küçük bir bölümünün büyük çoğunluğu yok etmesiyle böyle bir olanağın tekrar ortaya çıkabileceğini ifade etmektedir. Ergun'un yanılgısı, uçak, turizm, otomobil, moda vs. ile sembolize edilen bugünkü kapitalizmin zenginlik anlayışının terk edilmesiyle, insan başına daha az enerji, çelik, kumaş vs. gerekeceği kanısında. Bu oldukça yanlış bir anlayıştır. Komünizm adı üstünde zenginliklerin gürül gürül akmasını gerektirir. Emeğin ortadan kalkmasını gerektirir. Mutlak bir bolluk demektir. Ancak o koşulda, işbölümü ortadan kalkabilir. Bu ise, pratik olarak, en azından bütün temel ihtiyaçların ve hatta daha fazlasının robotlar tarafından üretilmesi demektir. Evet belki otomobil ortadan kalkacaktır ama diyelim adam başına yüz tane; otomobilden çok daha komplike, çok daha fazla metal gerektiren, çok daha fazla enerji gerektiren robot gelecektir. Ergun, bugünkünden bile daha az bir toplam tüketim için, bugünkünden çok daha fazla üretilmesi gerektiğini; bu az tüketilecek şeylerde kesin bir bolluk olması gerektiğini kavramıyor. Emek kategorisinin ortadan kalkmasının ancak o zaman mümkün olabileceğini anlamıyor. Bu bolluğun nasıl bir şey olduğunu bir örnekle daha iyi kavramak mümkün olabilir. Örneğin Dil'i ele alalım. Kelimeleri, hiç bir sınırlama olmadan, istediğiniz kadar tüketebilirsiniz. Orada mutlak bir bolluk vardır. Ama bolluk var diye bütün kelimeleri ha bre kullanmanız gerekmez elbette. İhtiyacınıza göre, kullanırsam biter mi diye hiç düşünmeden kullanırsınız. Hatta anlatmak istediğiniz konuya ne kadar hakimseniz ve kelime hazneniz ne kadar zenginse, o kadar az kelimeyle, o kadar sadelikle derdinizi anlatabilirsiniz. (Sadelik, ancak gelişmenin çok yüksek bir aşamasında ortaya çıkan bir şeydir ve basitlikle karıştırılmaması gerekir. Basitlik hiç değildir. Altamira mağaralarındaki hayvan resimleriyle, Picasso'nun boğası birbirine çok benzer: ama biri basittir diğeri sade. Biri kıtlığın, diğeri, resim söz konusu olduğu için, muazzam kaynaklara egemenliğin ürünüdür.) İşte komünist toplumda da, o sadeliğe ve az tüketime ulaşmak için maddi zenginliklerin tıpkı dilde olduğu gibi muazzam bir bolluğu söz konusu olması gerekir. Ancak bu koşulda, nasıl konuşmada emek kategorisi yoksa toplumdan emek kategorisi yok olabilir. Yani emeğin artık olmadığı, zenginliklerin gürül gürül aktığı toplumun insanı, bütün değişiklikler veri kabul edildiğinde bile bugünkü bir ortalama ileri ülke vatandaşından çok daha fazla enerji ve kaynak tüketmek zorundadır. Bu ise artık tarihsel olarak kaçmış, ya da eğer insanlık yaşarsa yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya çıkabilecek bir olanaktır. Ergun'un eleştirisindeki İşçi sınıfı bölünmüşlüğü, Beyaz işçilerin devrimci potansiyeli gibi konulara ise ilerde başka bir yazı çerçevesinde girmeyi düşünüyorum. Şimdilik bu kadar! 11.05.95 Demir Küçükaydın
119
Enternasyonalizmin Sonu (Ulus, Ulusçuluk, Enternasyonalizm Üzerine Aykırı Düşünceler) Sunuş İki yılı aşkın bir zaman önce, Özgür Gündem'deki Forum köşesi için yazdığım "Milliyetçiliğin sonu" başlıklı, yayınlanması direnişle karşılaşan bir yazıda Milliyetçiliğin Sonu'nun Enternasyonalizmlin de sonu anlamına geleceğini yazıyor ve bu tohum halindeki fikri şöyle temellendiriyordum: "Bir bakıma, sosyalizmin tüm çekiciliğini yitirmesi de aydınlanmanın ve milliyetçiliğin krizinin bir ifadesidir. Çünkü sosyalizm de, büyük ölçüde ilerlemeci, teknik hayranı, ve ahlaki boyuttan yoksun niteliğiyle aydınlanmanın günahıyla damgalı olmuştur. Sosyalizm ancak ciddi bir özeleştiri ateşinden geçerek aydınlanmanın günahından arınabilip milliyetçilik ve dini ideolojiler karşısında tekrar güç kazanabilir. Bu anlamda sosyalizmin çekiciliğini yitirmesine yol açan sorunlar aynen milliyetçiliğin sonuna da yol açacaktır. "Milliyetçiliğin gerilemesi sonucunda onun yerini enternasyonalizmin veya sosyalizmin alacağını sanmak büyük iyimserlik olur. Milliyetçiliğin yerini belki enternasyonalizm değil ama; hem insanlığın tamamına bir çağrı; hem de bütüncül bir program geliştirme yetenekleriyle, en azından bir süre, büyük dinlerin universalizmi (evrenselciliği) alacaktır. "Milliyetçiliğe alternatif olacak bir sosyalizm muhtemelen enternasyonalist değil, universalist (evrenselci) olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, milliyetçiliğin sonu bir bakıma enternasyonalizmin de sonu olacaktır. Tersinden bir ifadeyle, enternasyonalizmin bugünkü sonu; milliyetçiliğin sonunun bir göstergesidir. "Ne demek bu? Bir analojiyle açıklamayı deneyelim. Muhammet zamanında Arabistan'da yığınla aşiret vardı, tabii aşiretçilik de. Muhammet her aşiret içinde aşiretçiliğe karşı çıkanları aşiretlerine göre birimler halinde örgütlemeye ve bu yöntemle onların yerine aşiretçiliğe karşı, enter-nasyonalist benzeri, enter-aşiretçilerin egemen olduğu aşiretler kurmaya kalkışmadı. Aşiretçiliği ya da enter-aşiretçiliği dışlayan, anlamsız kılan bambaşka bir yaklaşımla universalist din kardeşliği anlayışı ve buna uygun örgütlenmelerle zafer kazandı. Benzer şekilde, sosyalizm de, ulusçuluğa karşı çıkarken bile ulus prensibinin esiri olarak; yani kendini örneğin enternasyonalist olarak tanımlayarak; uluslar ölçüsünde devrimler yapmaya çalışarak; uluslar ölçüsünde örgütlenerek milletler ve milliyetçilik karşısında bir zafer kazanamazdı. Tam da bu, milliyetçiliğe milletleri veri kabul eden bir temelde karşı çıkması nedeniyle; milliyetçiliğin ufkunu aşamadığı için sosyalizmin bugünkü yenilgisi milliyetçiliğin sonunun kendi zıddındaki görünüşüdür. Enternasyonalizm olamıyorsa nasyonalizm de olamaz." Bir gazete makalesi çerçevesinde, tümden gelimle yazılmış bu satırlara, yine genelden hareketle bir kaç örnek daha eklenebilir. Bu temel fikri destekleyen bir başka analoji de şu olabilir:
120 İlk burjuva muhalefet hareketleri Avrupa'da dini bir biçim altında ortaya çıktılar. O ufkun çerçevesinde bir karşı çıkış olarak, yani Protestanlık (Kalvinizm ve Luthercilik gibi) çerçevesinde kaldığı sürece burjuvazi insanlığın tümünü etkileyecek bir eleştiri geliştiremedi ve geliştiremezdi. Din, (örneğimizde ve somut tarihte Hıristiyanlık) çerçevesinde kalsaydı eğer bu eleştiri, Hıristiyan Avrupa'nın ve onun diğer kıtalardaki kültürel uzantılarının dışında hiç bir etki sağlayamazdı. Bir Müslüman, Budist ya da Yahudi için İncil'in hangi yorumunun daha doğru olduğu bir anlam ifade etmezdi. Burjuvazi Dünya egemenliğini ancak din ilkesinin yerine başka bir ilkeyi geçirebildikten sonra garantilemiştir. Bu ilke, (buna ister Akıl, ister Birey, ister Ulus ilkesi isterse genel olarak Aydınlanma Düşüncesi densin) bir kere bulunup ortaya çıktıktan sonra tüm insanlığı burjuvazinin zafer arabasına koşabilmiş; burjuvazinin en büyük düşmanları bile farkına varmadan bu ilkelerin savunucusu olmuşlardır. Bir salip (haç) ile burjuvazi, örneğin İslam ülkelerinde, kendine hayranlar, ideolojisinin gönüllü savunucularını otomatik olarak yaratamazdı. Burjuvazi kendini herhangi bir dini ilkeye, ya da antik uygarlık ilkesine dayamaktan vazgeçtikten daha doğrusu bu ufkun dışına çıktıktan sonra her dinin içinden kendi ilkesinin gönüllü savunucularının sürüler halinde ortaya çıktığını görmüştür. Nasıl Muhammet aşiretlerin kardeşliğini önermediyse, tam aksine bu ilkeyi tanımayan, temelini dinamitleyen, kişiyi aşiret gibi bir organizasyonun dolayımından kurtarıp doğrudan doğruya tanrıya bağlayarak, kan kardeşliği yerine din kardeşliği getiren bambaşka bir ilkeyle İslam uygarlığının temellerini attıysa; (Aynı şey bütün antik uygarlıklara ve dinlere uygulanabilir gerekli değişiklikler yapıldığında) burjuvazi de, antik uygarlıkların temel ilkesi olan dinlerin kardeşliğini ya da birliğini önermemiş; ya da başka bir din ortaya koymamış, ulus kardeşliği diyebileceğimiz ulusçuluk ilkesiyle din ilkesinin temelini dinamitleyen bu ilkeyle modern uygarlığın temellerini atabilmiştir. Tarihte hemen bütün büyük değişiklikler böyle gerçekleşir. Hiç bir ideoloji, hiç bir sistem onun ufku içinden eleştirilip onun yerine başka bir ideoloji ya da sistem koyulamaz. Böyle bir eleştiri ve başarısı ise ancak o sistemin bir rönesansından başka bir sonuca yol açamaz. O halde biz sosyalistler için; sosyalist bir uygarlık projesini taslaklaştırma ağır ve acil göreviyle yüklü biz sosyalistler için sorunu şöyle formüle edemez miyiz? Nasıl antik uygarlıklar, kandaş toplumlar; nasıl burjuva uygarlık antik uygarlıklar karşısında; o toplumların dayandıkları ilkeleri geçersizleştiren başka ilkelere dayanarak toplumu örgütledilerse; sosyalist bir uygarlık da burjuva uygarlığının ilkelerini geçersizleştiren bambaşka bir ilkeye dayanarak örgütlenebilir. Böyle bir ilke, burjuva uygarlığının ilkesi olan ulus ve ulusçuluk ilkesinin (uluslar üstü veya arası gibi) ufku içinde, onu onun esiri olarak eleştiren bir ilke olamaz. Bu yazıda da, o zamanlar tohum halinde, süreçlerin ancak kendi zıttı ile birlikte var olabileceği genellemesinden çıkarsamayla öne sürülen Enternasyonalizmin Sonu fikri analitik olarak temellendirilmeyle ve bunun programatik sonuçları formüle edilmeye çalışılacaktır. *
121 Yazar bunu yaparken Müslüman mahallesinde salyangoz satacağının da farkındadır. Bir Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin yayın organında Milliyetçiliğin Sonu'ndan ve Sosyalistlerin (dolayısıyla Enternasyonalistlerin) bir tartışma organında da Enternasyonalizmin Sonu'ndan söz etmek, anlaşılamamayı baştan garantilemek. Ama olsun. Anadolu'da her köyün bir delisi vardır. Ya da Nasrettin Hocanın hikayesinde olduğu gibi: Bunca Enternasyonaliste de bir a-enternasyonalist veya bir a-nasyonalist gerek. A-Nasyonalist veya A-Nasyonal (İsterseniz A-Enternasyonalist ya da A-Enternasyonal de denebilir. Aşağıda görüleceği gibi hepsi aynı ilkeye dayanırlar) olmaz mı? Marksistler kendilerini pekala A-Teist (tanrısız) veya Dinsiz olarak tanımlayabiliyorlar da niye a-nasyonal (milletsiz) olarak tanımlamasınlar. Ya da soruyu şöyle soralım: niye şimdiye kadar Marksistler kendilerini enter-nasyonalist olarak tanımladılar da a-nasyonalist (milletsiz) olarak tanımlamadılar? Bu çocukça soru, konuya girmek için bir ipucu olabilir. -IMilletler ve milliyetçilik konusundaki literatür son yirmi yılda çok verimli bir aşamaya girmiş olup, bu alandaki görüşleri baştan aşağı devrimci değişikliklere uğratmıştır. Dönüm noktasını sanki 1983 oluşturmaktadır. Benedict Anderson'un Imagined Communities 1983'te Londra'da; Ernest Gellner'in Nations und Nationalizm 1983'te Oxford'ta; E. J. Hobsbawm'ın derleyicilerinden olduğu The Invention of Tradition, 1983'te Cambirdge'de yayınlanır. Hobsbawm'ın Milletler ve Milliyetçilik kitabında çığır açıcı olarak tanımladığı 10 kitabın çoğu seksenli yılların başlarının tarihini taşır. İkinci bir ortak noktaları da İngiltere'nin adeta bu alanda bir teorik merkez oluşudur. Bu yayınlardan en önemlilerinin Türkçeye çevriliş tarihleri ise şöyledir: Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, 1992; Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, 1993; E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, 1993 Yani çığır açıcı ulus teorileri ilk yayınlanışlarından aşağı yukarı on yıl sonra Türkçe'de yayınlanabilmişlerdir. PKK'nın 1984'de gerilla savaşını başlattığı ve "Kürt Sorunu"nun Türkiye'de o zamandan beri gündemin birinci maddesini işgal ettiği göz önüne getirilirse bu gecikmenin ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır. Bu kitaplar yayınlandıklarından beri aşağı yukarı iki yıl geçmesine rağmen, birkaç dergideki tanıtma yazısı ve Çağlar Keyder'in Ulusal Kalkınmacılığın İflası başlıklı kitabında yer alan bir kaç yazı dışında o kitaplarda geliştirilmiş görüşler üzerine kayda değer bir tartışma ve değerlendirme çabası görülmez. Ulus ve ulusçuluk konusunda son yıllardaki teorik alandaki muazzam ilerleme ile bu teorik gelişmenin Türkçede yayınlanmasının gecikmesi; Türk ve Kürt sol hareketine hiç yansımaması,
122 hem de ulusal sorunun en sıcağının yaşandığı bir ülkede, müthiş bir çelişki olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu çelişkinin sırrı; ortada bir çelişki olmadığı; yine bu kitapların içeriğinden anlaşılabilir. Bu kitapların hepsi milliyetçiliğin milletleri yarattığı; onlardan önce geldiği görüşünden hareket ederler ve onların asıl, Ulus'a ilişkin görüşlerde adeta bir Kopernik Devrimi yaratan temel tez ya da kabulleri budur. Ulusçuluğun başını alıp gittiği bir ülkede, gerçek bir ulus teorisi yaşayacak bir zemin bulamaz. Ulus'u ulusçuların yarattığı, onun bir "hayali cemaat" olduğu türünden görüşler ulusçuya bir küfür gibi gelir. "Ulus'u ulusçulardan öğrenemezsiniz" önermesi kadar ve tam da o nedenle "Ulusçuların hiç bir zaman Ulus'un ne olduğunu öğrenmeyecekleri" önermesi de doğrudur. -IIUlus ve Ulusçuluğun Tarihsel maddeci ya da Marksist teorisini esas olarak bir anti-Marksist'e, Ernest Gellner'e borçlu olmamız bir çelişki gibi görülebilir ama anlaşılabilir. Vülger Marksistin metodolojisi ulus ve ulusçuluğu ele alırken şöyledir: Üst yapıyı belirleyen alt yapıdır. Tıpkı sınıf gibi ulusu da ekonomi belirlemektedir. Burjuvazi ve iç pazar kavramları böyle bir açıklama için gerekli malzemeyi sunar. Böylece teori görünüşte son derece tarihsel maddeci gibidir. Son on yılda çıkan, modern ve bize göre gerçek Tarihsel Maddeci ulus ve ulusçuluk teorisi ise, bayağı Marksist açısından, materyalizmin inkarı ve idealizm gibi görünür: Bir takım ulusçular, eğitim, propaganda, devlet zoruyla bir ulusu hayal edip şekillendiriyorlar. Ya da kısa ifadesiye, ulusu ulusçular yaratıyor. Bu idealizmin ta kendisi değil mi? Varlık düşünceyi belirleyeceğine düşünce varlığı belirlemiş olmuyor mu? Ama bütün bunlar kaba Marksizmdir ve tarihsel maddecilikle ilgisi yoktur. Gellner'in teorisi, ayrıntıda ne türlü düzeltmelere ihtiyaç duyarsa duysun, genel hatları itibariyle tamamen, usta bir Marksistin kaleminden çıkmışçasına maddeci ve diyalektiktir. Onun teorisinde de son duruşmada ekonomi belirler ulusçuluk ve ulusun ortaya çıkmasını ama bu doğrudan ve mekanik bir belirleme değildir. Modern geniş yeniden üretim, antik uygarlıkların basit yeniden üretiminden kaynaklanan toplumsal örgütlenme formlarıyla gerçekleştirilemeyeceği gibi çok sağlam bir hareket noktasına sahiptir. Sonra da bunun niçin ve nasıl ulusçuluk ve ulus biçiminde ortaya çıktığını göstermeye çalışır. Gellner, politik olarak liberal bir tarihçi ve sosyolog olarak, Marksala ve Marksistlerle polemiğe girip onları eleştirdiği yerlerde bile, aslında, bilinçsizce diyalektik ve materyalist bir Marksizmi, tarihsel maddeciliği savunur. Marksizm'den anladığı onun vülger biçimi olduğundan, bu Marksizm eleştirileri vülger Marksizm eleştirileridir ve aslında Marksizm savunularıdır. Bu nedenle, Gellner'in teorisini en iyi anlayanların ve kabul edenlerin en iyi Marksistler arasından çıkması da bir rastlantı değildir.
123 -IIICiddi bütün Marksistlerin de ifade ettikleri gibi, ulus ve ulusçuluk sorunu Marksizmin, ya da Tarihsel Maddeciliğin en zayıf yanlarından biri olmuştur. Bu zayıflığın temelindeki metodolojik yanılgı, Ulus'un bir KENDİNDE ŞEY (ya da kendi kendine şey = an sich) olarak ele alınması noktasındadır. Marks, Hegel'den aldığı kendinde ve kendisi için şey (an sich - für sich) felsefi kategorilerini, sosyolojik kategoriler olarak işçi sınıfının farklı iki durumunu tanımlamakta kullanmıştı. İşçi sınıfı, bir sınıf olarak konumu, çıkarları ve hedeflerinin bilincinde olmadığı sürece bir KENDİ KENDİNE SINIF olarak var oluyordu; ancak konumunun, çıkarlarının bilincine varıp, sınıf olarak hedeflerini belirleyip davranışa geçtiğinde KENDİSİ İÇİN SINIF haline gelebiliyordu. İşte son yıllara kadar ki bütün klasik Marksist ulus ve ulusçuluk teorileri, anlayışları ve politikaları sınıflara ilişkin bu yaklaşımı olduğu gibi ulus ve ulusçuluk alanına kopya ederek, aktararak, daha doğuştan bir günahla damgalı olmuşlar; daha baştan bir çıkmaza saplanmışlardır. Bu temel metodolojik yanlış, son yıllara kadar, aklı başında bir Marksist ulus teorisinin geliştirilememesinin temel nedenlerinden biridir. Ulusçuluğun Marksist ya da Tarihsel maddeci teorisini, bir anti Marksiste (Ernest Gellner) borçlu olmamızın nedeni de belki onun, bu, kaba materyalizmin ağırlığını sırtında taşımaması olabilir. Sınıflar, birer KENDİNDE ŞEY'dirler. Örneğin yeryüzündeki işçilerin bir tekinin bile işçi olduğunun bilincinde olmadığı bir durumu var sayalım. Yani yeryüzündeki bütün işçiler, biz işçi değiliz diye düşünseler, böyle davransalar hatta bunu noterden tasdik ettirseler bile, işçi sınıfı var olmaya devam eder. Bu sadece işçi sınıfı için de geçerli değildir, bütün sınıflar için geçerli bir durumdur. Fakat Ulus söz konusu olduğunda bu varoluş biçimi söz konusu olamaz. İnsanlar herhangi bir ulustan olduklarını kabul etmedikleri sürece o ulus var olamaz. Örneğin, kendini Türk ulusundan kabul edenlerin, bir gün uyandıklarında topluca kendilerini artık Türk ulusundan saymadıklarını, herhangi bir başka ulustan, ya da tamamıyla ulussuz saydıklarını düşünelim. O andan itibaren yeryüzünde Türk Ulusu diye bir şey kalmaz. Ulus ancak ve öncelikle KENDİSİ İÇİN ŞEY olarak var olabilir. Ve bundan sonra KENDİNDE ŞEY imiş gibi görünür. Klasik öğretideki bütün tartışma, tıpkı sınıf gibi, o kendinde şey olarak kabul edilenin, hangi kriterlere göre tanımlanacağı noktasında olmuştur. Kimi buna kader ortaklığı, kimi dil, ülke, ülkü birliği gibi cevaplar vermiştir. Ama bütün bu cevapların hepsi, aynı metodolojik hatayla malul olduklarından daha baştan yanlıştırlar. Nasıl her dinin cemaatını o dinin kendisi bizzat tanımlar ve o tanımı kabul edenler o cemaati oluşturursa, her ulus da, ulusa ilişkin kendi anlayışına sahiptir ve ancak bu anlayışı kabul edenler o ulusu oluşturabileceğinden; örneğin sınıf gibi; bir soyutlamanın ürünü olarak nesnel bir varlığı olan bir şey gibi bir tanımlama mümkün değildir. Bu metodolojik yanlışın ikinci sonucu, ulusun ulusçulardan bağımsız olarak var olduğu anlayışıdır. Dolayısıyla ulus var olduğu için ulusçuluk vardır. Tıpkı işçi sınıfı var olduğu için
124 sosyalizm olacağı gibi. Hatta tam da bu metodolojik yanılgı nedeniyle, yani ulus ulusçuluktan önce ve bağımsız olarak var olabilen bir kendinde şey olarak anlaşıldığından, ulusçuluk burjuvazinin ideolojisi olarak tanımlanarak, ulus adeta ulusçuluğun günahlarından kurtarılır. Aslında durum tam tersinedir. E. Gellner'in dediği gibi: "Ulusçuluk ulusların bir ürünü değil, tam tersine, ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir." (S.105) "Kısacası, analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir." (S. 24) O halde, Marksist ulus teorisi, ulusun ne olduğunu tanımlamaya kalkmamalı, ulusçuluk ulus ilişkisini ele almalıdır. Ulus konusunda Marksist teorinin dayanması gereken temel eserlerin yaptığı tam da budur: Ulusçuluk ve ulus ilişkisini aydınlatmak!.. Hayali Cemaatler, adı üstünde bu ilişkiyi ele alır. Hobsbawm ve Gellner'in kitaplarının adı da aynıdır ve aynı ilişkiyi ele alırlar: Uluslar ve Ulusçuluk, biraz eski dille: Milletler ve Milliyetçilik. -IVUlusu bir kendinde şey olarak ele almanın bir başka sonucu da şudur: Klasik Marksizm ve enternasyonalizm anlayışları, ulusçuluğa karşı olmuştur ama ulusa değil. Çelişki tam da bu noktada ortaya çıkar: çünkü ulusçuluk olmadan ulus olamaz. Uluslar ulusçuluğun ürünüdürler. Hem ulus ilkesini olumlamak (örneğin enternasyonal, adı üstünde ulusu siyasi mücadelenin ve örgütlenmenin temel birimi kabul eder) hem ulusçuluğa karşı olmak mümkün olmadığından, bir ulusal devlet oluşturulmaya kalkıldığında, (örneğin ulusal baskıya karşı bir harekete öncülük edildiğinde; emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarında) ulus ilkesi egemen kılınmaya çalışıldığında (eski Sovyetler'deki bütün Türkik uluslarda olduğu gibi) ulusçuların yaptıkları her şey enternasyonalist bir söylemle yapılmak zorunda kalınır. Gerçek tarihte de böyle olmuştur. Eski Sovyet topraklarındaki çoğu uluslar, Doğu Avrupa'dakilerin çoğu, Asya ve Afrika'daki sosyalist yönelimli ulusal kurtuluş hareketleri de hesaba katılırsa, yeryüzündeki ulusların çoğunu, milliyetçilerden ziyade enternasyonalistlerin ve sosyalistlerin yarattığı görülür. Bunun en son ve belki de sonuncu örneğini, Kürtlerin ulusal kurtuluş hareketi ve ulus olarak oluşumunda gözlerimizin önünde yaşıyoruz. Bir zamanlar, Marks-Engels, Bismark'ın Alman birliğini gerçekleştirmesini kast ederek, bizim yapmamız gerekeni o kendi yordamınca yapıyor diye yazıyorlardı. Devrimin mezar kazıcılarının, onun vasiyetini yerine getirmek zorunda kaldıklarından söz ediyorlardı. Eğer burjuvazinin Marks-Engels gibi kafaları olsaydı, onlar da, enternasyonalistlerin, arada geçen dönemde, nasyonalistlerin vasiyetini kendi yordamlarınca gerçekleştirdiklerini kıs kıs gülerek yazarlar ve keyifle tarihin sürpriz ve alaylarından söz ederlerdi.
125 Gellner bir yerde, "milletleri milliyetçilerin yarattığı"nı söyler. Somut tarihi göz önüne getirdiğimizde, bu önermeyi şöyle düzeltmek gerekir: Ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmıştır. -VUlusçular Ulus'u, tıpkı klasik Marksist ulus teorilerinde olduğu gibi, ulusçuluktan önce ve bağımsız olarak var olan bir kendinde şey olarak ele aldıkları için, yani gerçeği tam da bu en kritik noktada tahrif ettikleri için, Gellner'in dediği gibi:"ulusun ne olduğunu ulusçulardan öğrenemezsiniz". Ama klasik marksist ve de enternasyonalist bütün hareket ve teoriler de, ulusçuların ulusun ulusçuluktan bağımsız ve önce var olduğu kabulünü paylaştığı için, diğer bir ifadeyle Ulus'u bir kendinde şey olarak ele aldığı için, gerçeği tam da aynı noktada ulusçularla birlikte tahrif ettikleri için, şu önerme de en az Gellner'inki kadar doğrudur: "Ulusun ne olduğunu enternasyonalistlerden de öğrenemezsiniz." -VIGellner'in dediği gibi "Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir" (S. 19). Peki, enternasyonalizm de tamı tamına bu değil midir? Ama enternasyonalizm ulusçuluğu böyle tanımlamaz. Sınıfsal çıkar karşısında ulusal çıkarın öne alınması olarak tanımlar. Böyle yaparak, ulusu sınıfla aynı kategoriden, ama ona rakip, onunla çelişen bir şey olarak ele almış olur ve bu ele alışıyla ulusçunun ulusu ele alışını paylaşmış olur. Ama aynı zamanda, ulusçuluğa karşı çıkarken ulusçularla aynı ilkeyi paylaştığını gizler. Şu önerme de en azından Gellner'in önermesi kadar doğrudur: Enternasyonalizm de, temelde, siyasal birimin ulusal birim ile çakışmasını öngören bir siyasal ilkedir. Enternasyonalizm sadece -politik olan kendi tanımıyla- ulusçuluğa karşı olmak değil, ama ondan daha fazla, ulus ilkesine göre örgütlenmekten yana olmak demektir. Bu nedenle Enternasyonalizmin Nasyonalizme karşı çıkışı, nasyonalizmin ufku içinde; ulus ilkesini kabul eden bir karşı çıkıştır. Enternasyonalizm sınıfı bile ulus dolayımıyla tanımlayarak ve örgütleyerek ulus ilkesinin egemenliğine hizmet eder ve onu yeniden üretir. Enternasyonalizm, ulus ilkesine göre şekillenmemiş herhangi bir işçi örgütlenmesini kabul etmez. Milliyetçiler kendilerine gereğinde enternasyonalist demekte bir sorun görmezler. Çünkü enternasyonalizm millet ilkesine karşı değildir ve onu olumlar, hatta onu zorunlu koşul olarak görür. Halbuki a-nasyonal ya da a-nasyonalist, yani ulusçuluğun ilkesini tanımayan bir tavır; siyasal birimle ulusal birimin çakışmasını öngörmeyen bir tavır milliyetçiyi, keza enternasyonalisti de çileden çıkarır. Bu nedenledir ki, özellikle ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinde, nasyonalistlerin kendilerini enternasyonalist olarak tanımlamaları onlar açısından hiç bir sorun yaratmaz.
126 Ulusal baskıya karşı hareketlerin, duvarın yıkılışına kadarki tarihsel iklim ve konjonktürde kendilerini sosyalist ya da Marksist olarak tanımlamaları, büyük ölçüde enternasyonalizm ilkesi nedeniyledir. Ulusçunun ideali, en azından kendi devletini kurana dek, her ulusa bir ülke ve devlettir. Enternasyonalist, Leninist veya Wilson'cu "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" da bu idealin politik ilkesinden başka nedir ki? Bu bakımdan enternasyonalizm nasyonaliste güzel bir ideolojik araç işlevi görmüş ve başarı için iyi olanaklar sağlamıştır. Sosyalistler çoğunlukla, sınıfsal memnuniyetsizliklerin ulusal ularak yansıdığı noktasına ağırlık vermişlerdir. Aslında, çoğu kez, ulusal memnuniyetsizlikler sınıfsal bir görünüm almışlardır. Ve tam da bu nedenledir ki, bir ölçüde orijinal Ekim Devrimi hariç, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan bütün devrimler, aslında nasyonalistlerin devrimleridir. Yukarıda, "Ulusların çoğunu enternasyonalistler yaratmıştır" demiştik, o devrimleri yapanların kendilerini nitelemeleriyle değil de, gerçek özleriyle bu önermeyi formüle edersek aslında tekrar Gellner'in önermesine varırız. "Ulusları ulusçular yaratmıştır". Sonra da şu dip not eklenebilir: Bu ulusçuların bazıları kendilerini enternasyonalist olarak tanımlamışlardır. -VIITeorik olarak programatik bağlamda, Lenin ve Troçki'nin anladığı biçimiyle, "Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı"nın ulus olmakla ilgisi yoktur. Yani onlar, programatik formülasyonda, kendinde şey olarak bir ulus kavrayışına değil, kendisi için şey olarak bir ulus anlayışına gizli olarak sahiptirler. Bu anlayışa göre belli bir grup insan kendilerinin bir ulus olduğunu kabul ediyorlarsa ulusturlar. Dolayısıyla bir köy halkı bile, ulus olduğunu ilan edip, kendi parlamentosunu seçip ayrılabilir. Ama bu tavır, hala siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını öngördüğünden milliyetçiliğin ufkunda ve onunla aynı temeli paylaşmakla birlikte, isteyen her gruba ulus olma hakkını zımnen tanıdığından, hep üstü örtülmüş, görmezden gelinmiştir. Çünkü burada ulusu kendinde şey değil kendisi için şey olarak anlayan patlayıcı bir unsur vardır. O halde, klasik biçimiyle, yani Lenin ve Troçki'deki otantik biçimiyle, ulusal baskıya karşı program, bir ulus teorisi gerektirmez. Ulus olmayı, bir grup insanın ya da kişilerin kabullerine, sübjektif değerlendirmelerine bırakır. Ulus'u kendisi için şey olarak ele alır. Bu nedenle, Lenin ve Troçki gibi ulusal baskıya en tutarlı biçimde karşı çıkanların, klasik anlamıyla bir ulus teorisine sahip olmamaları bir raslantı değildir ve onların bir zaafı olmaktan ziyade üstünlüğüdür. Aslında bir ulus teorisi kurmak, ya da bir ulus tanımı getirmek, özünde ulusu kendinde şey olarak tanımlamak; dolayısıyla sübjektif kabulü dışlamak olduğundan, ulusal baskıya karşı tutarlı bir mücadeleyi engellemekle kalmaz, aksine baskıya ideolojik araçlar sağlar. Bu nedenle, klasik biçimiyle bir ulus teorisi ya da tanımı yapanların (örnek: Stalin) aynı zamanda ulusal baskılar yapması bir rastlantı değildir. *
127 Ulus bir kendinde şey değil, kendisi için şey olduğundan, tıpkı dini cemaatler, tarikatlar, herhangi bir amaç etrafında bir araya gelmiş birlikler; dernekler, partiler gibi ele alınmalıdır sosyalist bir programda. Nasıl devlet dinler karşısında tamamen tarafsızsa; nasıl dini görevleri o cemaatin kendisine bırakıyorsa; nasıl isteyen istediği birliği, derneği kurabiliyorsa; uluslara karşı tavır da öyle ele alınmalıdır. İsteyen sayıda insan bir araya gelip istediği ulusu kurabilmeli, tıpkı bir dini cemaat gibi, ulusal cemaat da ulusal vecibelerini devlet karışmadan yerine getirebilmelidir. Sorunu daha iyi kavramak için din analojisi kullanılabilir. İdeal demokratik devlet; aslında Paris Komünü tipi devlet diyelim, nasıl din işlerini devletten ayırıyor bu işleri cemaate bırakıyorsa ve bu çerçevede isteyen istediği dine girebilir, çıkabilir hatta din kurabilirse ve dinsizler de olabilirse; siyasi birim nasıl çeşitli dinler ve dinsizler karşısında tarafsız ve nötrse; ve böyle bir siyasi birim nasıl islam devletleri ya da dinsiz devletler gibi birliklere giremez ve o devletin bir dini ya da dinsizliği olamazsa, ama siyasi birimin dışında, bir cemaat olarak isteyenler istedikleri birliğe katılabilirlerse; ulus konusunda da aynı tavra sahip olmalıdır. Yani isteyen kendini istediği ulustan ya da ulussuz kabul edebilmeli; hatta isteyenler istediği ulusu kurabilmeli; siyasi birim bütün bunlar karşısında tıpkı gerçek laik bir devletin din karşısında olduğu gibi olmalıdır. O siyasi birimin nasıl dini yoksa ulusu da olmamalıdır. Ulusal dili, ulusal bayrağı, sıfatı olmamalıdır. Ulusçuluğa göre, yani siyasi birim ile ulus biriminin çakışmasını öngören hiçbir birliğe katılmamalıdır. Ama bu devleti oluşturanlardan bir ulus olarak bir araya gelenler; siyasi birimin dışında istediklerini yapabilmelidirler. O halde biz sosyalistler, ulusal sorunda, ulusçularla aynı ilkeyi paylaşan, enternasyonalist "ulusların kendi kaderini tayin hakkı"nı değil; ulusçuların ve enternasyonalistlerin dayandığı ortak ilkeyi berhava eden; isteyene istediği ulusu kurma; istediği ulusa katılma veya çıkma ve de ulussuz olabilme hakkını savunmalıyız. Bu artık enternasyonalizm değil; a-nasyonalizm'dir. Ya da Din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gibi; ulus işleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması demektir. -VIIIBöyle bir tavır ulusçuluğun ve ulusçuların anladığı biçimde ulusun temellerini berhava eder. İsteyene istediği ulusu, tıpkı bir dernek ya da bir dini cemaat gibi kurma olanağı veren tavır, özünde ulusçular üzerinde bir diktatörlük anlamına gelir. Ulus'u devlet ve siyasetin dışına atış, ulusçuya bir diktatörlük olarak görünür. Çünkü ulusçunun ilkesi siyasal birimin ulusla çakışmasıdır. Konuyu benzer başka örnekle de açıklamak mümkündür. İslamiyet konuyu anlamak için ilginç bir örnek sunar. İslamiyet de, (elbette bugünkü modern politik İslam ya da şeriatın anladığı İslam, sıradan halk İslam’ı değil) tıpkı ulusçuluğun siyasal birim ile ulusal birimin çakışmasını öngörmesi gibi, siyasal birim ile dinsel birimin çakışmasını öngörür. Modern aydınlanma düşüncesi ise, dini kişisel bir vicdan, inanç sorunu olarak ele alır. Dinsel birimi siyasal birimin dışına atar. Burada uzlaşmaz bir çelişki vardır. Biri diğerini yok etmek ya da zorla bastırmak durumundadır. Birinin kabulü diğeri üzerinde diktatörlüktür. Bir şeriat devletinde olduğu gibi,
128 din siyasi birimin çakışmasını kabul eden bir devlet, nasıl, dini devlet dışında, siyasi birimin dışında kişinin vicdan ve inanç sorunu olarak gören tipik laik anlayış üzerinde bir diktatörlükse; laik devlet anlayışı da, din ve siyasi birimin çakışmasını öngören şeriat anlayışı özerinde bir diktatörlüktür. Programımıza almamız gereken; ulusu bir kişisel inanç ya da seçim sorunu olarak gören ama onu siyasi birimin dışına atan anlayış da ulusal birimin siyasi birimle çakışmasını öngören ulusçuluk ve enternasyonalizm anlayışları üzerinde bir diktatörlüktür. Ulusları da, dini cemaatler ya da dernekler gibi görüp, siyasal alanın dışına attığınızda, aynen İslam’a ve şeriatçılara yaptığınızı ulusçulara yapmış olursunuz. Ama enternasyonalizm ya da ulusçuluk da, ulusal birimi siyasal birimin dışına atan anlayış üzerinde bir diktatörlüktür. Onlar da şeriatçıların laiklere yaptığını yapmaktadırlar. Bugün yeryüzündeki bütün devletler, ulussuzlar; ulusal birimle siyasal birimin çakışmasını kabul etmeyenler için birer şeriat devletidirler. Sosyalist bir örgütlenmede de ulus bu imtiyazlı yerinden atılmalı, ulus dinlerin ve daha başka tercih ve inançların arasındaki gerçek yerini almalıdır. Nasıl, bütün dinlerden işçiler birleşiniz demek saçmalıksa ve böyle bir çağrı din ilkesini yeniden üretirse, bütün uluslardan işçiler birleşiniz demek de saçmalıktır ve ulus ilkesini yeniden üretir. Din demiyorsak niye ulus diyelim ki? Sosyalizm, enter-nasyonalist değil, a-nasyonalist olmalıdır. Ezilenler enter-nasyonal örgütler değil, tıpkı a-dini olduğu gibi a-nasyonal örgütler kurmalıdır. Burjuva uygarlığı dışında ve ötesinde sosyalist bir uygarlık programını taslaklaştırmanın ilk adımı bu olabilir. Nasıl bugünkü ulus ilkesine dayanan burjuva uygarlığında, dinler, tarikatlar hatta aşiretler var olmaya devam ediyorlarsa ama bütünüyle siyasi alanın dışındaysalar, ya da öyle olmaları gerekiyorsa; aynı şekilde sosyalist bir uygarlıkta da, muhtemelen dinlerin ve aşiretlerin yanı sıra uluslar da, siyasi alanın dışında var olabilirler ve muhtemelen var olacaklardır da. Tıpkı muhayyel bir laik ülkedeki halk İslam’ı gibi. -IXEnternasyonalizm sadece ulus ilkesini yeniden ürettiği için değil; ezilenlerin kurtuluşu için; onların mücadelesini birleştirmek için uygun bir ilke ve biçim sunmadığı için de ezilenlerin kurtuluşuna hizmet edemez artık. Tarihsel maddeciliğin ya da Marksizmin tarihi bir bakıma yeni öznelerin ortaya çıkışının tarihidir. Yeni öznelerin ortaya çıkışı ise; sermayenin gerçek tarihsel hareketinin; bunun sonucu olarak da simbiyozların; eklemlenmelerin tarihidir. Marks Kapital'de saf bir kapitalizmi ele almıştı. Tıpkı boşlukta; havasız bir ortamda bir tüy ve demir parçasını bırakarak deney yapmak gibi, havanın sürtünmelerinden azade bir deney yapmaya çalıştı temel eseri kapitalde. Fizik deneyindeki havasız tüpün yerini soyutlama alıyordu. Bu kapitalist toplum, cinslerin, ırkların, aşiretlerin, adetlerin olmadığı; sınırsız ve sonsuz bir
129 evrende; başka üretim biçimi kalıntılarının olmadığı bir soyut mekândaki bir toplumdur. Marks'ın Kapital'inin tüm gücü ve güçsüzlüğü de buradan gelir. O sistemin temel eğilimlerini belirler; temel işleyiş yasalarını; ama onların kısa vadeli olarak somut tarihte aldığı biçimleri değil. Marks'tan sonra gelen Marksistler olağanüstü ölçüde politik mücadelenin ihtiyaçlarına bağlı olarak teorik çalışma yapmaya yöneldiklerinden; sermayenin gerçek tarihsel hareketini; (ki soyutlamaya her faktörün girişine bağlı olarak ayrı bir Das Kapital yazmak gerekir) sistematik bir şekilde; kuşaktan kuşağa teorisyenlerin tamamlamaya çalıştığı bir bilimsel proje olarak; tıpkı bir Bonzai yetiştirir gibi, yapılma çabası olamamıştır. Hatta nesiller boyu Marksistler böyle muazzam bir teorik görevin ortada bulunduğunun bile farkında olmamışlardır. Ancak ortaya çıkan yeni öznelere bağlı olarak; Marksist teorisyenler; çoğu kez başarılması gereken böyle muazzam bir teorik projenin bir bölümünü inşa ettiklerini bile bilmeden; ama hayret edilecek kadar paralellikler içinde sermayenin somut tarihsel hareketini; dolayısıyla eklemlenmeleri ve bunlardan çıkan yeni güç ve sınıf ilişkilerini ve yeni özneleri incelemeye başlamak zorunda kalmışlar ve farkına varmadan aşağı yukarı; kavramsal bir bütünlük içinde olmasa da binanın birçok bölümünü çatmışlardır. Bu tarihsel gelişimi Marks-Engels'ten başlayarak birkaç fırça darbesiyle kısaca özetleyelim. Sırf sermayenin saf hareketini inceleyerek somut politika bir yana toplumdaki güçler ve bunların yer alışı belirlenemez, dolayısıyla emansipasyon mücadelesinde bir strateji. Marks-Engels'in ilk dönemlerinde tahlil aracı olarak proletarya ve burjuvazi ve bir ölçüde de küçük burjuvazi vardır. Hitap edilen özne işçi sınıfıdır. Ezilen uluslar bile özne olarak görülmez. Desteklenenler o günkü politik konjonktürdeki konumlarından dolayı desteklenir (örneğin Polonya) ya da tersi (meşhur Tarihsiz Halklar meselesi). Ama onların desteklendikleri durumda bile onlar özne olarak görülmezler. Ezilen sömürgeler de aynı şekilde ele alınır. Bunun pratik politikadaki en bilinen örneği İrlanda'nın kurtuluşunu İngiliz işçisinin sağlayacağı yaklaşımıdır. Ancak, Marks, çözümlemesinde sermayenin gerçek tarihsel hareketine yöneldikçe; ortaya saf kapitalizmin analizinde ortada bulunmayan; ama somut toplumda var olan gerçek toplumsal güçler ve öznelerle karşılaşır; ya da bu öznelerle ve güçlerle karşılaştıkça, sermayenin gerçek tarihsel hareketini daha dakik olarak tanımlamak zorunda kalır. Bir örnek Rant teorisidir. Eğer kapitalizm; feodal toprak tekelinin var olmadığı bir dünyada olsa ve gelişseydi bir büyük toprak sahipleri sınıfı olmazdı, dolayısıyla bunların diğer sınıflarla ilişkileri. Bu toplumsal güç; kapitalist üretimin kendisinden çıkmıyor; geçmişin bir kalıntısı olarak var oluyor ve sınıf mücadelesinde sınıfların konum ve güç ilişkilerini etkiliyordu. Ama sorun sadece bu da değildi. Sermaye Büyük toprak sahipleriyle ilişkisinde kendisi de değişiyor ama aynı zamanda onları da değiştiriyordu. Burjuvazi artık saf bir kapitalist toplumun burjuvazisi gibi davranamıyor; Big land Lord'lar da; kapitalizm öncesinin asilleri gibi olamıyorlardı. Dolayısıyla bu tüm güçlerin yer alışında ve stratejide önemli nitelik değişikliklerine yol açıyordu. Saf kapitalizmin incelemesinden bir bakıma İngiliz işçilerin İrlanda'yı kurtaracağı sonucu
130 başlangıç önermesini oluştururken, Büyük Toprak sahipliğinin, saf kapitalist toplumda olmayan, sermayenin gerçek tarihsel hareketinin ürünü ilişkilerinin tahliliyle, modern kapitalizmin bu eski biçimleri yok etmek bir yana onlarla simbiyoz ilişkisine girdiği, eklemlendiği görülüyor, bu sefer İrlanda kurtuluş hareketinin başarısı, İngiliz işçisinin başarısının ön koşulu haline geliyordu. İrlanda Kurtuluş Hareketi başlangıç noktası tahlilinde bir nesneyken, son noktada bir özne haline geliyordu. Marks-Engels'in bu evrimi; daha sonraki Marksizmin evriminin küçük bir prototipidir. Sömürgeciliğe karşı savaşlar aslında sermayenin gerçek tarihsel hareketinin sonuçlarıydı (kapitalist bir merkezden kapitalist olmayan bir çevreye doğru yayılma) ve yeni özneler ve yeni eklemlenmelerin analizi ile anlaşılabiliyordu. Bir bakıma Lenin'in en temel katkısı, sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerini, bir özne olarak ele alması ve çağrısını onlara yöneltmesiydi. Troçki'nin de ifade ettiği gibi, "Bolşevizm’in ayırt edici yönü, geri kalmış olsalar bile, baskı altındaki ulusları, yalnızca politikanın nesnesi değil, öznesi olarak da gören tavrıdır". Örneğin benzer evrim kadın hareketi bakımından da geçerli olmuştur. Marks, Engels, Lenin, Troçki için, kadınlar bütün baskı altına alınmışlıklarına rağmen politikanın bir nesnesiydiler. Ve kapitalizmin kendiliğinden kadını baskı altına alan mekanizmaları tasfiye edeceği varsayılıyordu. Ancak, kadın hareketinin teorisyenleri, tıpkı Marks'ın sermayenin gerçek tarihsel hareketinde büyük toprak sahipliğiyle simbiyoza girmesi gibi, kadın emeği ve ev işinin de sermaye ile eklemlendiğini kanıtladılar. Kadınların bir özne olarak ortaya çıkması da bizzat bu gerçek tarihsel hareketin ve eklemlenme ilişkisinin sonucu oluyordu. Kapital'deki sermaye sınırsız ve sonsuz bir evrende hareketini gerçekleştiriyordu. Ama gerçek tarihsel hareketinde, sınırlı ve sonlu bir evrende gerçekleştirmesi, bunun sonucu olarak yeni öznelerin, insanların insan olarak harekete geçmelerine yol açıyordu. Marks-Engels döneminde tek özne işçi sınıfı görülüyordu. Bu nedenle Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin şiarı, kendine göre bir anlama sahipti. Ekim devrimiyle birlikte, Ezilen ulusların kurtuluş savaşları ortaya çıkınca, bu yeni özneyi de ifade edebilmek için, işçilerin yanına bir de "ezilen halklar birleşin" ibaresi eklendi. Ama bugün öznelerin böylesine çeşitlendiği bir çağda, sadece işçileri özne kabul eden; onları da ulus dolayımıyla tanımlayan bir örgüt biçimi ve ilke artık yeterli olamaz. Artık bütün ülkelerin işçilerini değil, yeryüzünün bütün ezilenlerini, yani bütün özneleri birleştirecek bir çağrı ve biçim bulunmalıdır. (Ya da yeryüzünün bütün işçilerini sadece ulusal bölünmüşlüğe göre değil, bütün bölünmüşlük biçimlerine göre bir araya getirecek biçimler.) Örgütler uluslara göre değil, her baskı biçiminden ve sorundan doğan öznelerin içinde, onu kesen diğer baskı biçimleri ve özneleri için mücadele edenleri birleştirmelidir. Yani her hareketin bölücülerini. İşçi hareketi içinde örneğin, siyahların ve kadınların otonom örgütlenmelerini ve çıkarlarını savunanları; Siyah hareketi içinde, işçilerin ve kadınların; Kadın hareketi içinde işçilerin ve siyahların. Ulusal kurtuluş hareketleri içinde bütün bunların hepsinin; bütün bunlar içinde ulusal kurtuluş hareketlerinin. Bunların her biri o öznenin hareketiyle sınırlı kalanlarca "hain" olarak
131 görüleceğinden; bütün hareketlerin ve öznelerin "hainlerini" toparlayacak bir forma ihtiyaç vardır. Bütün özneleri tanımayan ve sınıf içinde de çeşitli bölünmeler arasında sadece ulusal bölünmüşlüğü meşru kabul edip tanıyan enternasyonalizm geleceğin mücadeleleri için bir ilke ve biçim olamaz. Enternasyonalizm, belki "bütün ülkelerin işçileri"ni birleştirebilirdi ama "yeryüzünün bütün ezilenlerini" birleştiremez.
132
Hariçten Gazel Selam arkadaşlar, Yıllar sonra ilk kez İnfo İstanbul'da bir tartışmanın başladığını ve dallanıp budaklandığını görünce sevinmiştim ama birden bıçakla kesilir gibi bitti tartışma. Bir kaç gündür yeni bir şey yok. Üzüldüm doğrusu. Ama mademki bir tartışma başladı ben de katılmayı deneyeyim. (Not: bu ani kesilme galiba teknik bir arızadanmış. Ama buna rağmen katılımda bir tavsama var gibi geliyor.) * Ben tartışmayı örgütsel ve taktiksel sorunlardan, programatik ve stratejik sorunlara çekmeye çalışacağım. Bütün politik hayatımda hemen bütün politik bölünme ve tartışmaların örgütsel ya da taktiksel sorunlar üzerinde yürüdüğünü ama tartışmanın özüne inince, ki özü çoğu kez söylenmişler değil söylenmemişler oluyor, onun aslında programatik ve stratejik ayrılıklardan kaynaklandığı ama tartışan tarafların bilincine çıkmadığı için tartışma ve bölünmelerin ilerletici değil geriletici; aydınlatıcı değil karartıcı olduğunu gördüm. Problem hep genel ve temel sorunlarda bir berraklığın olmamasından ya da bir anlaşmazlığın olmadığı yanılsamasından kaynaklanmıştır. En basit mantık bakımından bile bu böyledir. Genel sorunlarda (Programatik ve stratejik) anlaşma veya netlik olmadan daha özel sorunlarda (diyelim ki örgütsel ve taktik) bir netlik olanaksızdır. Hedefinizi ve o hedefe ulaşmak için dayanacağınız temel güçleri bilmeden hangi araçlarla (örgütsel biçimler) ve yollarla (taktikler) ulaşacağınızı nasıl tartışabilirsiniz ki? İşte bu nedenle ben tartışmaya öncelikle programatik ve stratejik sorunlar üzerinden katılmayı deneyeceğim. * İkinci olarak tartışmaya dünya ölçeğinden girmeyi deneyeceğim. Dünya ölçeğindeki değerlendirmelerden hareketle özgül olarak Türkiye'yi ele almaya çalışacağım. Bir zamanlar en küçük ya da teorik bakımdan cılız hareketler bile temel bildirgelerine bir dünya değerlendirmesiyle başlarlardı. Elbette bu değerlendirmelerin çoğu İslam’ın Amentü’sü gibi, bir değerlendirme ve tahlilden ziyade, bir inanç bildirimi özelliği taşırdı. Ya da gerçek hayatla ilgisi olmayan kimi "felsefi" genellemeler ("baş çelişki", "yan çelişki" gibi) tekrarlanırdı. Ne olursa olsun, bu durumlarda yanlış olan bir genel dünya durumundan hareketle ne yapılacağını belirleme çabası değildi kanımca. Yanlış olan o genel, dünya ölçeğindeki değerlendirmenin yeterince derin ve hakkıyla yapılamamasıydı. Ama şimdilerde sanki yanlışın kendisi dünya ölçeğinde bir değerlendirmeden yola çıkmanın ya da bu çabanın kendisiymiş gibi görülüyor.
133 Aslında Almanların "zeitgeist" dediği, "zamanın ruhu" diye çevrilebilecek olan, post-modern, ya da yeni-sağ, ya da post-fordist ya da ne derseniz deyin, ruh hali solcularda belki sağcılardan da daha güçlü bir etki ve egemenlik kurmuş durumda. Örneğin "artık büyük anlatı"ların bittiği, "ideolojilerin" veya "tarihin sonu"nun geldiği türünden önermelere karşı çıkmak solculuğun raconundan sayılır. Ama aynı karşı çıkan solcular, teoriyi, evrenseli, geneli bir kenara itişleriyle, "büyük anlatı"ların ya da "ideoloji"lerin çağının geleneklerine karşı gösterdikleri küçümsemeleriyle, hasılı davranışlarıyla, eleştirdikleri önermelere kanıt oluşturma çabasındadırlar sanki. Bu bakımdan en azından bu egemen tartı reddedici bir duruşu, fiili bir karşı çıkışı sürdürmenin politik bir önemi de var kanımca. * İnfo-İstanbul'da başlayan bu tartışmaya böyle hevesle katılmaya çaba göstermemin nedenini de açıklamam gerekiyor sanırım. ÖDP'nin kuruluşu, genellikle kötümser bir insan olmama rağmen, bende bile iyimser beklentilere yol açtı. Kuruluş hazırlıkları sırasında, alışılmış kötümserliğimle, "Kuruçeşme nasıl dağılmakta olan örgütleri toparladıysa, bu birleşme de dağılmış Dev-Yol'u yeniden örgütlemeye, BSP içinde yavaş yavaş kaynaşan örgütlerin yeniden eski zırhlarına bürünmesine yol açar" diye düşünüyor ve işin doğrusu fazla bir şey beklemiyordum. (Kötümserliği sizlere de tavsiye ederim. Hayatımda hiç bir şeyin iyiye gittiğini görmedim. Bu nedenle kötümser tahminleriniz büyük oranda doğru çıkacaktır. Ayrıca ekenomiktir. Zaten kötümser beklentiler içinde olduğunuzdan moral bozukluğu, yıkım olmaz ya da çok az oranda olur. Eğer beklentileriniz yanlış çıkarsa, yani iyi bir gelişme olursa, genel moral yüksekliğinin sizin üzerinizdeki etkileri, tahmininizin yanlış çıkmasından doğabilecek kişisel burukluğunuzu da fazlasıyla telafi eder.) Kuruluşundaki coşku, buradaki küllenmiş ateşleri bile canlandırınca, galiba bu sefer gerçekten yanıldım deyip, umutla ÖDP'yi izlemeye başladım. Bu izleme Söz dergisi, bazı küçük gazete haberleri, Türkiye'ye gidip gelen arkadaşların anlattıkları izlenimler ve nihayet buralara gelen bazı ÖDP yöneticilerinin anlattıkları ve yaptıkları aracılığıylaydı. ÖDP'nin doğrudan politikasıyla ancak, ÖDP'nin Avrupa'da örgütlenip örgütlenmeyeceği bağlamında karşılaştım. Türkiye'ye gidenlerin anlattıkları hariç, diğer kaynakların hepsi olumsuz ve hayal kırıcıydı. Demek Türkiye'de alttan gelen başka bir dalga var bu henüz ÖDP'nin politikasına ve yönetimine yansımadı daha beklemek gerekir, bir hüküm vermekte acele etmemeli diye düşünüyordum. İyimserliğime son veren buradaki kimi Dev-Yol'cu arkadaşlarda gözlemlediğim bir gelişme oldu. Bir yıl önce "biz" derken ÖDP'yi kasteden bir çok arkadaşta "Biz" bir anlam kaymasına uğramış ve Dev-Yol'u, o gelenekten gelenleri kastetmeye başlamıştı. Bunun bir reaksiyonu da Kurtuluşçularda uzaktan hissediliyordu. BSP'de bile bu arkadaşlarda Kurtuluş kimliği giderek önemini yitirirken son zamanlarda bu kimliğin giderek önem kazandığı görülüyordu.
134 Hele o yönetime yansımadığını düşündüğüm dipten gelen, taşradaki dalganın da aslında Türklere egemen olan şoven ve milliyetçi dalganın baskısını büyük ölçüde yansıttığına dair duyumlar arttıkça ve nihayet "Kürt Sorunu"nda beklediğim radikal tavrın oluşacağına ilişkin belirtiler azaldıkça artık kredinin vadesinin dolduğunu düşünüp bir şekilde uzaktan yazıyla da olsa bu olumsuz gelişime karşı bir tavır koymak gerektiğini düşünmeye başladım. İlk önce bir yazı hazırlayıp Söz dergisine yollamayı düşündüm. Bu arada Söz'ün kapanacağını ve yeni bir dergi çıkacağını işitince, bari yeni yayın çıksın, bir de ona bakalım, gerekirse oraya yollarım diye düşündüm. Aylar geçmesine rağmen bu yayın da çıkmadı. Son olarak bu yayının çıkmasının da Kongreden sonraya kaldığını duydum. Ne derece doğrudur bilmiyorum ama herhalde doğrudur. Bu durumda, en iyisi bari, İnternet'teki "Sosyo.kulture.turkısh" alanına, "Info-İst"in tartışma alanına yazayım diye düşünüyor ve bunun için hazırlıklar yapıyordum ki bu tartışma başladı. Yani zaten yapmayı düşündüğüm iş için iyi bir vesile oldu. * Bu arada "Elektronik Ortam"da tartışmanın da yazı formları ya da stili bakımından bazı değişiklikler gerektirdiğini -kısmen daha önceki denemelerden de biliyordum- fark ettim. En iyi biçim ne olur diye düşünüyordum. Sonunda kısa notlar ve denemeler biçiminin, (Yani her biri ayrı bir yazı olan ama aynı zamanda birbirlerini tamamlayarak bir bütün oluşturan bir biçimin) en iyisi olacağına ve önce böyle bir biçimi denemeye karar verdim. Yollayacağım yazılar iki biçimde olacak: 1) Kenar notları: Esas tartışmadaki tartışmak istediğim sorunları ve ondaki mantık silsilesini etkilememesi için çeşitli metinlerdeki mantık ya da olgu yanlışlarına yönelik kısa değinmeler. Bunları "Kenar Notları" başlığı altında yollamaya çalışacağım. 2) Tartışma Denemeleri: Bunda her biri bağımsız bir deneme olarak esas tartışma metinleri yer alacak. Bu ütün bu metinlerde, dipnotu olanağı olmayacağı için. daha doğruzu olur da, teknik olarak biraz problemli olacağı için, dipnotu ya da açıklamalar yerine, üç yıldızlı ayrımlar biçiminde, bunları da her biri küçük kısa bir yazı gibi yazmayı deneyeceğim. Bunları "Hariçten Gazeller" başlığı altında yollayacağım 3) Son olarak benim açımdan bu tartışma, son 10 yılda tüm enerjimi verdiğim, 24 saat kafa patlattığım bir konuda tartışma. Bu konudaki kimi düşüncelerimi zaman zaman yazdım da. Ancak bunlar büyük aralıklarla ve kopuk kopuk yazıldığı ve çok sınırlı bazı çevrelerin dışında okunmadığı için Tartışmaya girerken, bu konuya ilişkin bazı eski yazdıklarımı da önceden yollayacağım ki, tartışmaya katılırken ki arka planım ve problematiklerimi meraklısı olursa daha iyi anlayabilsin. Bunlara da "Ek: 1", "Ek: 2" gibi baslıklar vereceğim. Selamlar
135
Hariçten Gazeller 01 28.06.97 16:04 Açılan tartışmanın konusu şöyle de formüle edilebilir: "Bugünün Türkiye'sinde sosyalist bir politika ne olabilir?" Ama daha bu formül bile aslında bir yığın varsayımı içinde barındırıyor. Örneğin, politikanın ve politika yapmanın ne olduğu konusunda bir anlayış birliği olduğu gibi bir varsayım. Ya da Türkiye'de veya herhangi bir ülkede ülke ölçeğinde sosyalist politika yapmanın olanaklı olduğuna dair bir varsayım. O halde tartışmaya bu varsayımları sorgulayarak girmek daha doğru olacak ve bizi tam da genel, evrensel sorunlarla, gerçek programatik sorunlarla yüz yüze getirecektir. En son söylenmesi gerekenleri en başta söylemek gerekirse: 1) Bugünün Türkiye'sinde veya herhangi bir ülkede, ülke ölçeğinde sosyalist bir program ortaya koymak ve dolayısıyla ülke ölçekli sosyalist bir politika yapmak mümkün değildir. Sosyalist politika ancak evrensel ölçekte yapılabilir. 2) Ve bu sosyalist politika ancak bugünkünden kökten farklı bir politika anlayışıyla yapılabilir. Provake edici bir örnekle konuya girmek daha düşündürücü olabilir: Bir an için varsayalım ki, ÖDP, bir mucize oldu ve geniş yığın desteğiyle iktidara geldi ve bu ÖDP iktidarı programını hiç bir engel olmadan gerçekleştirecek büyük bir desteğe sahiptir. ÖDP'nin yapabileceği maksimum, Sosyalistlerin onlarca yıl minima program dedikleri talepleri gerçekleştirmek olacaktır. Bu ÖDP iktidarının devleti en demokratik biçimde yeniden örgütlediğini varsayalım. Yani şu baskıcı militarist bürokratik devlet cihazını tasfiye edip her türlü özgürlüğün ve insan haklarının güçlü garantiler altına alındığı yepyeni bir örgütlenmeye gidildiğini kabul edelim. Ulusal sorunu en radikal biçimde çözdüğünü varsayalım. (Bugünkü ulusal sorundaki tavrıyla ÖDP'nin bunu ne ölçüde yapabileceği ayrı bir sorun) Bu ÖDP iktidarı üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete dokunamayacaktır. Dokunduğu takdirde ayakta kalma şansı yoktur, diğer yandan ÖDP' yi destekleyecek yığınlar bunu istemeyecektir. Bunun dışında, bazı alanlarda tıpkı batıdaki Sosyal Demokrat partilerin bir zamanlar yaptığı gibi bazı devletleştirmeler ise hiç bir şekilde var olan sistemin özünü değiştirmeyecektir. Devletin ekonomiye güçlü bir şekilde müdahale edebildiği bir kapitalist ekonomi olarak kalacaktır. Ama böyle bir sistem Türkiye kapitalizminin gelişmesi için ideal koşulları sağlamaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
136 Böyle bir Türkiye'de Kapitalizm ve onun gelişmesi gerçekten, hele bir de dünya ölçeğinde Doğu Avrupa ve Çin'in kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonu; elektronik devrimin ürünlerinin yaygınlaşması (tıpkı demiryolları veya savaş sonrasının otomobilleri gibi) vs. ile desteklenecek bir "Uzun Dalga'nın yükselen eğimi" dönemiyle senkronize olursa tam uzak doğunun kaplanlarının gelişmesi gibi, ya da savaş sonrası Avrupa'da olduğu gibi mucizevi bir gelişme bile mümkündür. (Bütün ekonomiyi kasıp kavuran savaş masraflarına rağmen Türk ekonomisinin gösterdiği dinamizm böyle bir olasılığın pek hayal olmadığını ima ediyor). Böyle bir Türkiye, muhtemelen, Doğu Roma (Bizans-Osmanlı) imparatorluklarının mirası üzerinde bir etki alanı kurabilir ve bu alan hatta Orta Asya'ya kadar uzanabilir. Bu, kendi içinde demokratik Türkiye, aslında tipik bir emperyalist kapitalist ülke olacaktır. Ama bu tam da Özal'ın, ya da İkinci Cumhuriyetçi'lerin hayalinden başka nedir ki? Özal, buna yukarıdan düzenlemelerle ulaşmak istiyordu. Olası bir ÖDP iktidarı ise bunu, daha radikal, daha başarılı, aşağıdan ve demokratik yollarla gerçekleştirmiş olur. Yani şu bizim Marksist vokabülerle ifade edersek: Prusya ve Fransız yolları. Bir ÖDP iktidarı halinde Türkiye Fransız yolundan, yani aşağıdan ve demokratik biçimde, gelişmiş bir kapitalist emperyalist ülke olacaktır. (İkinci ve daha büyük olasılık, en çok Kürt öldürmüş bir generalin, De Gaulle ya da Rabin gibi, ipleri ele alarak, Prusya tipi yöntemlerle, birinci cumhuriyeti kurtarmak için ,tıpkı Atatürk'ün Padişahı kurtaracağım diyerek onu ortadan kaldırıp yeni bir padişahlık kurması gibi, tasfiye etmesi ve Kürt sorununu çözmüş yeni bir Cumhuriyet kurmasıdır. Türkiye'nin tarihi, gelenekleri ve nihayet ÖDP'nin korkak politikası bu olasılığı en güçlü olasılık olarak ortaya çıkarıyor. Bu takdirde, bürokrasinin ve ordunun ağırlığı varlığını sürdürür ve yığınlar arasında pek az bir demokratik gelenek kalıntısı kalır. Ayrıca bu halde, Türk kapitalizmi, bir olası ÖDP iktidarından daha yavaş gelişir.) Fransız yolu, muhtemelen ezilen yığınlar açısından daha az sancılı, ve daha demokratik gelenekler bırakıcı olabilir ama aynı zamanda Türk kapitalizmi için daha geniş bir etki alanı ve dinamizm de demektir. (Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen şunu belirtmek gerekiyor: ÖDP'lilerin sosyalist inançlarından ve onların bu inançlarına bağlılıklarından hiç bir şüphe etmek söz konusu değildir. Bu samimi inanç ve arzuların ötesinde, nesnel olarak neler olabileceğinden söz ediyoruz burada. Yine bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şunu da belirteyim ki, PKK veya Dev-Sol veya Partizan veya Emek Partisi de iktidara gelse sonuç değişmez. Onlar, hayali bir ÖDP iktidarının yapabileceklerini belki biraz daha avamca yöntemlerle (Jakobence) yapabilirler. Aslında onların da sosyalizm ya da politika anlayışları ÖDP'nin kinden farklı değildir. ÖDP özünde Özal'ın programını daha demokratik yollardan gerçekleştirmekten başka bir şey yapamaz derken, Türkiye'de yaygın olan, Reformist-Devrimci kutuplaşması çerçevesinde ÖDP'ye yapılan Reformist eleştirisi bağlamında bir eleştiri yapmıyorum. Kanımca ÖDP reformist bir partidir. Daha doğrusu şunu söyleyeyim, keşke doğru dürüst bir reformist parti olabilse. Öyle bile değil .
137 (İlerde yer yer buna da girmek gerekecek). Anlatılmak istenen ve yazılar boyunca açılmaya çalışılacak olan, eski politika ve sosyalist mücadele anlayışlarıyla yapılacak bir sosyalist politikanın, hatta sadece Türkiye'de de değil, herhangi bir ülkede başka bir sonuç veremeyeceğidir. Ve yine burada PKK'nın hakkını da vermek gerekir. O bu konuda en bilinçli ve gerçekçi bir pozisyondadır. ÖDP politika sanatı bakımından PKK'nın eline su bile dökecek durumda değildir. Bütün bu hareketler içinde, gerçeği söyleyen ve kendini ya da kimseyi kandırmaya kalkmayan PKK'dır. Abdullah Öcalan'ın kendisiyle ilgili bir Selahaddin Eyyübi benzetmesinden hareketle defalarca vurguladığı projeler, ki en son ayrıntılı biçimi Mahir Sayın'la yaptığı röportajlardan oluşan "Erkeği Öldürmek" adlı kitapta var, olası bir PKK zaferinin bile, daha demokratik bir Özal projesinden başka bir anlama gelmeyeceğini ve böyle bir Türk-Kürt federasyonunun Orta Doğu ve kısmen Asya'da jeopolitik, kültürel ve ekonomik temelleri olduğunu, ve muazzam bir etki alanı oluşacağını açıkça ifade ediyor. ) *** Burada Yalçın Küçük gibi bir parantez açıp bir gözlemi anlatalım: Hamburg'a gelmiş bir ÖDP yöneticisiyle konuşuyordum bir defa. Ona da yukarıdaki söylediklerimi aşağı yukarı ifade ettim. ÖDP'nin nesnel olarak Özal'ın programını gerçekleştirmekten, ama bunu demokratik yollarla gerçekleştirmekten, dolayısıyla gelişmiş emperyalist bir Türkiye yaratmaktan başka bir şey yapamayacağını söylemiştim. O yönetici de fazla zorlanmadan bir noktada bunu kabul etmişti. Bunun üzerine, niye ÖDP'liler hep sosyalizmi kurmaktan falan söz ediyorlar. Niye ezilenleri ve kendilerini kandırıyorlar. Böyle sosyalist politika mı olur. Sosyalist politikanın özü ezilenlere gerçek durumu ve zorlukları anlatmak olmalıdır; onlardaki yanlış hayallerle mücadele etmek olmalıdır demiş ve aşağı yukarı şu mealde konuşmuştum: "Niçin insanlara açıkça şunu demiyorsunuz: Evet biz sosyalistiz, sosyalizme inanıyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, bizim desteğini kazanmak için uğraştığımız sizler, tarihsel bir deneye girişmek istemeyeceksiniz, Bunu isteyeceğinize dair şu an en küçük bir işaret bile yok. Sonu belirsiz ve diskredite olmuş bir sosyalizm ideali için hayatlarınızı daha da zora koşmak istemeyeceğiniz belli. İsteseniz bile, bizim sizlere bunun çok zayıf bir olasılık olduğunu, sizleri çok kötü günler ve aşılması olanaksız zorlukların beklediğini söylemek gibi bir görevimiz var. Ancak bunu göğüslemeyi, ya da yanarak ışık vermeyi göze alıyorsanız, bu yola girmeniz halinde biz de en önde yer almaya hazırız. Aslında hepinizin bugünkü gerçek beklentisi, demokratik reformlara uğramış bir Türk kapitalizmidir. Sizler de bunun farkındasınız. Kürt sorununun bukağılarından, baskıcı militer devletin muazzam masraflarından kurtulmuş bir Türkiye'nin; Özal'ın kıytırık birkaç düzenlemesiyle bile sağladığından çok daha muazzam bir atılım sağlayacağını biliyorsunuz. O
138 zaman, dünyanın beyazları arasına katılacaksınız, yani kısaca şu Avrupalılar arasına. Bu bakımdan Türk burjuvazisiyle bir çıkar ortaklığınız da var. Türk burjuvazisi de bunun bilincinde. Biz başarılarımızın nesnel sonuçlarının bizim gerçek ideallerimizle maalesef böyle bir çelişki içinde bulunduğunu bilmemize rağmen, değişikliklerin aşağıdan olmasının, belki ilerdeki mücadeleler için daha iyi bir hareket noktası sağlayabileceği ve eşitlikçi gelenekler yaratabileceği umuduyla ve nihayet, şu baskı ve sömürünün en kaba biçimlerini acil olarak ortadan kaldırabilme yan ürünü nedeniyle varız" Bunu söylediğim arkadaş, "bütün bunlar doğru olabilir, ama halka böyle şeyler söylenir mi? Böyle şeyler söylenerek politika yapılabilir mi?" demişti. Böyle bir itirazı duyunca da, çok başka diller konuştuğumuzu fark etmiştim. Bu itirazda gizli politika anlayışı bırakalım klasik bir sosyalist politikayı, bırakalım yepyeni bir sosyalist politika anlayışını bir yana, biraz cesur bir burjuva politika anlayışından bile uzaktı. Bu kısa anı-gözlemle anlatmak istediğim. Yukarıda kısaca anlatılanların aslında ÖDP için de bir sır olmadığını göstermektir. Ama bu durumu açıkça ortaya koymamaları ve sanki hiç böyle bir şey söz konusu değilmiş gibi davranıp düşünmeleri ezilenlerin bilincini karartmak; onlara yalan söylemek; sahte hayaller vermektir. Kısaca cinayettir. Selamlar
139
Marksizmde Kesinlik, Açık Uçluluk ve Gelecek Projeksiyonları Üzerine Bu sefer yazınızın son paragrafını ele alacağım. Sanırım o paragrafta bilim ve bilimsel sosyalizm hakkındaki bütün anlayışınız en özlü biçimde yansıyor. Şöyle diyorsunuz: "Marks ve Engels, daha sonra bir ölçüde Lenin`in katkılarıyla bilimsel sosyalizm belli bir düzeye kadar gelmiştir. İnsanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ulaşacağı tezi, sansa kalmış zayıf bir olasılık olarak değil, aksine toplumsal gelişmenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkacağı öngörüsü bu anlamda değerlendirilmek durumundadır. "Olabilir ama olmak zorunda değildir. Çok çok zayıf bir olasılıktır. Belki olur belki olmaz" gibi yaklaşımlar bu bilimsel verilerin özünü iyice anlayamamak demektir sanırım." Burada yansıyan bilim anlayışı, geçen yüzyılın bilim anlayışına benziyor. Bilim hep bir kesinlikler, mutlak hakikatler olarak anlaşılırdı. Ama özellikle yüzyılın başındaki teorik fizikteki gelişmelerden sonra, bilimde kesinlik giderek azalmakta, gerçek relatifeşmekte, opsiyonlardan biri haline dönüşmektedir. Bilimsel düşünce daha büyük bir esneklik ve tolerans gerektirmektedir Aslında bu tolerans ve izafiliğe Toplum bilimi, Marksizm ya da Bilimsel Sosyalizm daha doğuşunda sahiptir. Ancak onun bu yanı, aydınlanmanın o güçlü etkisi altında unutulmuş, bu devrimci çekirdek görünmez olmuştur. Kaldı ki, öğreti daha doğarken bir ölçüde bu aydınlanmacılığın, burjuva uygarlığının değerlerini de büyük ölçüde üzerinde taşımıştır. Sonra onu bu kör bağırsak gibi kalıntılardan arındırmak gerekirken, bu kalıntıların, en azından resmi, bilinen biçimlerde, ağırlığı artmıştır. Doğumunda derken abartmıyorum. Doğum derken Komünist Manifesto'yu düşünüyorum. Tarihsel Maddeciliğin bu ilk uygulaması, daha ilk satırlarında, sınıflar savaşının ya bir devrimle sıçramaya ya da tam bir çöküş ve çürümeye yol açtığını söyler. Yani orada ilerleyen bir tarih anlayışı yoktur. Açık olasılıklar, olanaklar vardır. Bugün doğa bilimleri kesinlikten çok uzak konuşmaktadırlar. Marks-Engels döneminin, henüz emekleyen astronomisini, Laplace ve Kant kuramlarını göz önüne getirin. Çok emin ve kesindirler. Ama bugünkü bir teorik fizikçi (Astromi ve Çekirdek fiziği artık iç içe geçmiş gibidir) kesinlikten çok uzaktır. Hatta var olan evrenimizin olası evrenlerden sadece biri olduğu ya da var olan evrenin bütünüyle bir tesadüfe dayanabileceği tarzındaki anlayışlardır bugünün bilimine egemen olanlar. (Çünkü, Big Bang'ta Madde kadar anti-Madde de oluşması gerekir olasılık hesaplarına göre. Bunların da birbirini yok edip enerjiye dönmesi gerekir. Hâlbuki bizim evrenimiz var ve bu maddeden oluşuyor. Demek ki tesadüfen madde biraz daha fazla oluştu. Bu evren o fazlalığın ürünü tarzında bir teori örneğin.)
140 Ya da Kaos teorileri, bugün meteorolojik öngörülende bulunabilmek için bu teorilere ihtiyaç var ve bu teoriler o ölçüde kesinlikten uzaklar. Bu konuda bilgim olmadığından bir şey söyleyecek durumda değilim ama bunun uzmanları kendi alanlarını böyle tanımlıyorlar. Ya da canlıların evrimini ele alalım. Son yılların en büyük, en heyecan verici buluşları paleontoloji alanında gerçekleşti. Yumuşakçalar zamanında, bugünkünden farklı en az 15 farklı yapıda canlılar olduğu; bugün bizlerin de içinde bulunduğu bu sistemin bunların sadece ikisinden geldiği; diğerlerinin yok olduğu; adeta doğanın bazen durup denemeler yaptığı; bu iki kalan yapı sisteminin de neden kaldığının, diğerlerine üstün olup olmadığının söylenemeyeceği gibi. Ya da bir göktaşı felaketi olmasa bugün hala yeryüzünde dinozorlar yaşayacağı ve memelilerin gelişemeyeceği gibi görüşler artık bilim âleminde tartışılmıyor bile. Bu alandaki keşifleri metodolojik ve felsefi boyutuyla sistemleştiren S. J. Gould'un kitaplarından birinin adı: İnsan: Bir Tesadüf adını taşımaktadır. (Bu vesileyle S. J. Gould'un kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Çok nefis bir dili de var. Almanca'da çıkan kitaplarından bildiklerim şunlar: Flamingo'nun Gülüşü, Derin Zamanın Keşfi, İnsan: Bir Tesadüf, Panda'nın Baş Parmağı. Dediğiniz Bilim felsefesi alanında size çok yardımcı olabilir.) Peki, Türkiyeli sosyalistler arasında neden böyle esnek, opsiyonları olan bir bilim anlayışı yok ve ya çok kesin eski anlayış ya da "Postmodern" diyebileceğim, bir uçtan öbür uca zıplamış, Kuhn (Bilimsel Devrimlerin Yapısı) veya Fayerabend'ınkiler gibi, belli bir kesinliği reddeden, her görüşe eşit değer veren bir anlayış var? İnsanlar adeta bu iki ucu boklu değnekten birini seçmek zorunda. İkinciler ki genellikle "sivil toplumcu" denen bir politik çizgi izleyip, sözüm ona geçmişin hatalarını ki çoğu geçmişlerinde Marksist'tiler, eleştirme bağlamında, Marksizm'i bir bütün olarak ilerlemecilik ya da pozitivizmle damgalarlar. Marksist kalanlar da, anladıkları biçimiyle, yani bir Pozitivist mercekten geçmiş Marksizm'i bunlara karşı savunurlar. Aslında, bana sorarsanız, bugünün post modern anlayışlarını savunanlar, kendi dünkü Pozitivist anlayışlarını eleştirmektedirler Marksizm diye. Çünkü onlar o zaman da Marksizm'i Pozitivist bir anlayışla benimsemişlerdi. Dolayısıyla bu iki zıt gibi görünen tavır, birbirini doğurur ve birbirinin varlığına haklılık kazandırır. Ben ise, bunlardan başka bir anlayış olduğunu ve gerçek Marksizm'in de bu olduğunu söylüyorum. Bu anlayış ne mutlak bir kesinlik içerir ne de her şeyi relative eder. Bu Marksizm'in aslında bir şekilde sürekli geliştiği ama dünyadaki Marksistlerin çoğunca bilinmez kaldığı, zaten buraya astığım yazılarda, bir şekilde ele alınmaktadır. * Ama bir an için sizin anladığınız gibi, sizin anladığınız anlamda Marksizm’in bir kesinlikle yüklü olduğunu var sayalım. O zaman insanlığın veya sosyalizmin bir geleceği olmadığı noktasında kesin olmanız gerekir. Neden? Biliyorsunuz Marksizm, bilimsel bir öğreti olarak, Toplumun gelişme yasalarını işkembei kürbadan atmıyor. Tarihin incelemesinden çıkarıyor. Komünist Manifesto'da örneğin, o zamana
141 kadarki insanlık tarihi bilgisine dayanarak. Sıçrama da olabilir, çöküş de olabilir diyor. Tarihte ikisi de görülüyor diyor. Gerçekten de, 6500 yıllık, modern kapitalizme kadar geçen dönemde, bir tek devrim gösterilemez. Hiç bir uygarlığın içinde ezilenler, üstün gelip, yıktıklarından daha üstün ve eşitlikçi bir uygarlık kuramamışlardır. Esas olarak ezilenler hiç bir zaman devrim yapamamışlardır. Köleler ve köylüler bu yetenekte değildiler çünkü. İsyan edebilirlerdi, büyük muhalefet partileri kurabilirlerdi ama daha üstün ve eşitlikçi bir uygarlık kuramıyorlardı. İki küçük istisna hariç. İslam tarihinde Karamıta'lar eşitlikçi bir devlet kuruyorlar ama fazla yaşamıyor ve yıktıklarından üstün bir uygarlık oluşturmuyor. Bir de, Çin'de Taiping ayaklanması ve iktidarı ile bir köylü devrimi olduğu söylenebilir. Ama onlar da iktidara gelince, yıktıklarının bir benzerini kurmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Görüldüğü gibi Klasik tarihin bilançosu çok kötüdür. Hiç bir zaman bir devrim, bir sıçrama yok, sadece çöküş var. İşte bu noktada, İbni Haldun ve Kıvılcımlı'nın katkısı konusu geliyor. Antik tarihte ezilen sınıflar devrim yapamıyor, uygarlık çürüyor ve sonunda barbarlarca yıkılıyor. Kıvılcımlı, bu yıkılışın aslında bir devrim olduğunu, ama modern devrimlere benzemeyen bir devrim olduğunu söylüyor. Böylece örneğin, ilerleme ve çöküş aslında aynı olgunun iki yüzü olarak, daha kesinlikten uzak olarak ortaya çıkmış oluyor. Ama bunu bir yana bırakalım. Yani, antik tarihte, hiç bir zaman ezilen sınıfların, (serfler, köylüler, köleler vs.) devrim yapması ve bir üst uygarlık kurması olayı yok. Hep çöküş var. Yani, Komünist Manifesto'nun o ilk satırlarını, en azından, modern çağa kadar sadece çöküş var diye düzeltmek gerekir sonraki bilgiler ışığında. (Marks - Engels'te de aslında bu anlayışa yakın anlayışlar var yer yer. Ama onların bir Avrupalı olarak bu tarih hakkındaki bilgileri sınırlı ve bu tarih onlar için fazla bir önem taşımadığından ve de kısmen eurosentrik yaklaşımları nedeniyle ve nihayet sonraki Marksistlerin bu konuda onlardan da kötü sicilleri nedeniyle, iyice unutuluyor.) Gelelim, Modern çağa. Marks – Engels, kapitalizme bakıyorlar, işçi sınıfına bakıyorlar. Eh, yakın zaman önce Avrupa'da Burjuva devrimleri olmuş veya oluyor. Şimdiye kadar böyle değildi ama bu kapitalizm ve işçi sınıfında durum değişik, bu sefer bir olanak var. Yani işçi sınıfı, köleler ve köylülerden farklı olarak, iktidara gelebilir, bir devrim yapabilir ve nihayet üstün bir uygarlık kurabilir. Ama o zamandan bu güne 150 yıl geçti. Bu 150 yılın bilançosunu çıkardığımızda şunu görürüz ilk bakışta. Bu işçi sınıfı da, aslında köleler ya da köylülerin yaptığından fazlasını yapamamış. Hangi devrimci partiyi kurmuşsa, o bir süre sonra, ya küçük bir sekt olarak kalmış ya da kitleselleşmişse devrimcilikten kopmuş, sınıf iş birliğine yönelmiş. Hangi sendikayı kurmuşsa sendika bürokratlarının eline geçmiş. Buna on yıldan fazla dayanabilmiş bir işçi örgütü yok.
142 Hangi devleti kurmuşsa, yozlaşmış, Devlet bürokrasisinin eline geçmiş. Hâsılı ortada insana umut verecek hiç bir sonuç yok. Öte yandan kurdukları da burjuvazininkinden üstün bir uygarlık bir yana olsun, hep burjuva uygarlığının ideallerine bağlı kalmış, onları gerçekleştirmeye çalışmış. Hâsılı Modern tarihe baktığımızda da, Komünist Manifesto'yu şöyle düzeltmek gerekir: son yüz elli yılın tarihi göstermektedir ki, modern uygarlığı da bir çöküş beklemektedir, işçi sınıfı da tarihteki diğer ezilenlerden daha iyi bir performans gösterememiştir. Sizin anladığınız anlamıyla Bilimsel Sosyalizmin, Antik ve Modern tarihlerden çıkarması gereken sonuç budur. Benim yazdıklarıma umutsuz diyenler, aslında anlayışlarıyla tutarlı olsalar, gerçekten yaşanmış olguların incelemesinden sonuçlar çıkarsalar, bu kesinlikle yüzde yüz umutsuz formülasyona ulaşmak zorundadırlar. Burada bir tek çıkış noktası daha vardır sizin ifade ettiğiniz bilimsel sosyalizm anlayışına göre. "Evet, gerek 6500 yıllık antik tarih, gerek şu 150 yıllık modern tarih hiç bir umuda yer bırakmıyor ama bundan sonra öyle olmayabilir de. Çünkü işçi sınıfının yapısı şöyleydi böyle oldu, kapitalizm böyleydi şöyle oldu ve bunlar böyle bir olasılığı güçlendiriyor" gibi bir şeyler söyleyebilirsiniz ancak. (Tersi argümanlar da getirilebilir. İşçi sınıfının siyah beyaz bölünmesi, bilgisayarın konsantrasyonu azaltması vs., vs..) Yani sizin anladığınız biçimiyle, kesin formülasyonlara dayanan bilimsel sosyalizm olgulardan hareket ettiği takdirde aşağı yukarı, mutlak bir umutsuzluktan başka bir noktaya varamaz. Ama dikkat ettiyseniz, benim ifade ettiğim, aslında gerçek klasik Marksizm ve bunun geliştirilmiş hali olduğunu savunduğum görüş, ya da bilimsel sosyalizm anlayışı mutlak bir umutsuzluk vaaz etmiyor. İki nedenle. Dediğim gibi, ben tesadüfen Dr. Hikmet Kıvılcımlı'yı bildiğimden, antik tarihteki her çöküşün aslında bir devrim olduğu yaklaşımına sahibim. Yani Marks'ın Devrimler Tarihin lokomotifleridir veya Benjamin'in Devrimler Tarihin imdat frenleridir anlayışları, bence birbiriyle çelişmezler ve aynı olgunun iki başka yönünü vurgularlar. Modern tarihe gelince, sadece olgulardan, tarihe geniş bir ufukla bakmadan sonuçlar çıkarmanın aslında basit bir ampirizmden öteye gitmeyeceğini, yaşanan tarihin, olası tarihlerden sadece biri olduğunu, aslında yaşanan tarihin işçi sınıfının bunu yapmaya yeteneksizliği yönünde bir kanıt öne süremediğini söylüyorum. Bu konudaki anlayışım, yani modern tarihi değerlendirişim ise, özellikle Troçkist geleneğin analizlerinden kaynaklanıyor. Bizzat bu geleneğin varlığının aksi olasılığa bir kanıt oluşturduğu kanısındayım. Buradan, son yüz elli yıllık işçi sınıfı ve diğer hareketlerin deneylerinin incelenmesinden ise, gelecek mücadeleler için dersleri sistemleştirmeye çalışıyorum. Bu derslerden biri, proletaryanın başka bir uygarlığı programlaştırmak, tasarlamak zorunda olduğudur. Bu bağlamda, örneğin burjuva uygarlığının temel formu olan ulus ilkesine karşı, bir proleter hareketin farklı tasarımlarının neler olacağı sorularını soruyor ve cevaplar arıyorum. Günlük hayata ilişkin,
143 formlar üzerine kafa yoruyorum (zaman, hız vs.. Bu konuda yazılmış bir yazımı asacağım: Hayat hızlı gideni cezalandırıyor.) (Ama ortada insanların çoğu için, henüz bu sorular bile yok. Maalesef bunları kimseyle tartışmak bile mümkün olmuyor. Ama soruların böyle sorulması gerekiyor.) Kaldı ki, benim bilim anlayışıma göre, yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih olmadığı gibi, yaşanacak tarihler de zorunlu tarihler değildir. Daima başka opsiyonlar vardır. Yani benim bilim anlayışım, umutsuz bir durum gösteren göstergelerden bile yüzde yüz bir kesinliği reddetmekte, bir umut çıkarmaktadır onlardan: Durumun umutsuzluğu ortada, ama bu iş umut umutsuzluk sorunu değil, bir ahlaki seçim sorunu. İnsan bütün sosyalliği içinde aynı zamanda kendi hayatını yaşar. Ölüm daima tek kişiliktir. Bu ölüm ya da yaşamın anlamını ona amacı verir. Bu amaç, bu ahlaki seçim olursa, işte o zaman bir umut olur. Bu sonuç aynı zamanda, son derece radikal bir konumu koruyup savunmayı sağlar ve burjuva uygarlığının baştan çıkarıcılığına karşı çok güçlü bir bağışıklık sistemi kazandırır ezilenlere. Özetle, bugün ifade ettiğiniz bilim anlayışı, olgulara dayanıp mantık sonuçlarına giden önermelere ulaştığı takdirde, mutlak bir umutsuzluğa denk düşer ve olguları ihmal edip görmezden geldiğinde ise, gerçeklik karşısında çuvallar. Politik olarak reformizmi besler. Gerçeklik karşısında çuvallamaları nedeniyle öbür zıddına atladığında ise, mutlak bir rölativizme gider. Bu da duruma göre politik olarak bir liberalizmi ya da küçük burjuva radikalizmini besler. Ve de bunların ötesinde, bu ufkun dışında üçüncü bir anlayış daha vardır ki, o da burada kendini iyi kötü ifade etmeye çalışmaktadır. Demir Küçükaydın 09 Aralık 1998 Çarşamba 13:44
144
Kültür ve Politika Kimi kavramlar, içerikleri ve onlara yüklenen anlamlar bir yana, sadece var oluş ve kullanılışlarıyla bile belli bir dönemin ruhunu yansıtmakla kalmazlar; o döneme damgasını vuran ideolojik iklimin bir göstergesi de olurlar. 1960'lı yıllar ve yetmişlerin başı göz önüne getirilebilir. O dönemin kültür, politika, felsefe, sosyoloji dergilerinde, bu konulardaki yazılarda en çok geçen kavramlar, "sınıflar", "burjuvazi", "proletarya", "küçük burjuvazi", "ideoloji", "kapitalizm", "sosyalizm", "emperyalizm", "az gelişmişlik", "sömürü", "çelişki", "planlı ekonomi" gibi kavramlardı. Bunlar sadece sol bilinen çevrelerin kullandığı kavramlar değildi. Üniversitelerde ve bütün entelektüel hayatta bu kavramların karşı koyulamaz bir egemenliği vardı. Bu kavramlar yerine başkalarını kullananlar, özellikle burjuvazinin ideologları bile, başka kavramları kullanırken, örneğin "kapitalizm" yerine "pazar ekonomisi", "üçüncü dünya" yerine "gelişmekte olan ülkeler" gibi kavramları kullanırken, burada başka bir adlandırmayla da olsa tartışılan aynı içerik olmaya devam ediyordu. Pazar ekonomisinden de bahsedilse, o kapitalizm olarak tartışılıyordu o tarz adlandırma bile değiştirme çabasına karşı bir savunmanın ifadesi oluyordu. Bütün bu kavramlar ve o kavramların değişik adlandırmaları ve o kavramlara yüklenen çeşitli içerikler, o yıllarda başka türlü sorunların insanlığın kafasını meşgul ettiğini gösteriyordu. Var olan sistemin katlanılmazlığı, değiştirilmesi gerektiği ve değiştirilebileceğine dair bir varsayımın gizli bir egemenliği vardı. Bütün tartışmanın ardında, bu değişimin sınıfların hareketleriyle, ezilenlerin hareketleriyle, siyasi iktidara yönelerek ve kapitalizmin ötesinde sağlanabileceği gibi ifade edilmemiş ön kabuller olmadan, o yıllardaki bu kavramların belirleyiciliği anlaşılamaz. Son çeyrek yüzyılda, bu kavramların hemen hepsi, marjinalleşmiş sol grupların küçük dünyalarına çekildiler, ortalığı başka türlü kavramlar kapladı: "globalleşme", "modernizm", "post modernizm", "liberalizm", "kültür", "kimlik", "çoğulculuk", "yapısalcılık", "post yapısalcılık", "dekonstruksiyon", "konstruksiyon", "söylem" vs.. Hatta yer değiştirmelerin yaklaşık bir listesi bile yapılabilir: "kapitalizm" ve "emperyalizm"in yerini "globalleşme" ve "yeni liberalizm"; "ideoloji"nin ve "terminoloji"nin yerini "söylem"; "sınıflar mücadelesi" ve "ideolojik mücadele"nin yerini "kültürel kimlik" ve "çoğulculuk", "kültürler savaşı"; "analiz" ve "sentez"in yerini "konstruksiyon" ve "dekonstruksiyon"; "Marksizm'in", "sosyalizmin", "Tarihsel Maddeciliğin" yerini "yapısalcılık"; "post yapısalcılık" almış durumda. Ama bunlar sadece kavramların basit bir yer değiştirmesi değildir, bütün bu kavramların ardında yatan, kapitalizmin ortadan kaldırılabilirliğinin gerekli ya da mümkün olduğuna dair bir tartışmanın yokluğudur. Gerçek ideolojik egemenlik, kapitalizmin evrensel zaferi tam da burada gizlidir. O kavramları kullanmaktan kaçınmak ya da onlara muhalif anlamlar yüklemek de sonucu değiştirmemekte, o dikte edilmiş alanın sınırları dışına çıkılamamaktadır.
145 Kültür kavramı son çeyrek yüzyılda, giderek sıradan, kanarda bir kavram olmaktan çıkarak başköşeye oturmuş kavramlardan biri. Çoğu kez, "kültürel kimlik", "kültürel azınlık", "kültürel çoğulculuk" gibi bir sıfat formuyla ya da "politik kültür", "modern kültür", "alt kültür", "global kültür", "çok kültürlülük" gibi başka bir sıfatla sınırlanmış isim formuyla karşımıza çıkıyor. Sıfat formu genellikle politik, taleplere ve eyleme ilişkin bir ağırlık taşırken, isim formları daha ziyade salt sosyolojik kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Hangi biçimiyle olursa olsun, bu kültür kavramının yaygın kullanımının çeşitli varyasyonları, en değiştirmeye yönelik gibi göründüğü noktada bile, kapitalizme karşı bir içerik taşımıyor ve onun çerçevesinde bir değişiklik anlamına geliyor. İdeolojik gericilik, kavramlara yüklenen anlamlarda değil, sorulara verilen cevaplarda değil, bizzat sorularda ve bizzat kavramların kendilerinde. Bizzat o kavramların bugünkü anlamlarıyla kullanılışı ve o kavramların o anlamlarıyla ortaya çıkan problematikler burjuvazimin ideolojik egemenliğini ve büyük tarihsel zaferini yansıtıyor. Bu en iyi Kültür kavramında görülebilir. Herkes, Abdullah Öcalan'dan Özgürlük ve Demokrasi Partisi'ne kadar herkes "çok kültürlülükten", "kültürel çoğulculuktan", "kültürel kimlik"lerin korunması geliştirilmesi ve ifadesinden yana. Bundan yirmi yıl önce ise, kimsenin aklına bu konularda bir şey söylemek gelmezdi. Bunun bir gelişme olduğu düşünülebilir ilk bakışta. Toplumsal hayatın daha dakik ve derin kavranması sonucunda, eskiden problem edilmeyen şeylerin şimdi problem edildiği düşünülebilir. Acaba öyle mi? Kültür kavramı bize iyi bir örnek teşkil edebilir. Kültür kavramı altmışlı yılların sınıf ve ideoloji kavramlarının yerini almıştır adeta. Kültürden söz edildiğinde ideoloji yok olmaktadır. Durum ve çıkarları farklı toplumsal gruplar, yani sınıflar ve onların çıkarlarını ifade eden kavramsal sistemler yok olmaktadır. Her biri aynı konumda veya değerde farklı kültürler, kültürel gruplar ve bunların ilişkisi konu olmaktadır. Eskiden sorun sınıflar arası ilişkiler ve onların arasındaki mücadele ve buna ilişkin bilginin ezilenlerin kurtuluşu için nasıl kullanılabileceği iken, şimdi sorun, kültürler arası ilişki ve bu ilişkinin nasıl düzenlenebileceğidir. Böyle bir sorun yok mudur? Elbette vardır. Ama bu sorunun, diğerinin yanında onu tamamlar bir bağlamda tartışılması başkadır, diğerinin yerini alması ve diğerini zihinlerden sürmesi bir başkadır. Altmışlı yılların kavram sistemi içinde, ideoloji kültüre hiç bir zaman bugünkü gericilik döneminin kültür kavramının ideolojiye davrandığı gibi davranmamıştı. Kültür ideolojinin, sınıfların içinde ve yanı sıra çeşitli içeriklerle, gelişmemiş bir alan olsa da bir varlığa sahipti, gelişmemişliği ilişkinin yapısından değil, sosyal pratikten kaynaklanıyordu. Ama bugünkü konumda, kültürün içinde ya da yanında ideoloji kavramının bir yeri yoktur. Bu aynı zamanda, altmışlardaki anlamlarıyla kültür kavramının da yeri yoktur demektir. Aslında, kültür kavramının bugünkü kullanılışı ve problem ediliş tarzı, altmışların kültür kavramı ve problem edişleri üzerinde onları inkar eden bir diktatörlüktür. Dolayısıyla bugünkü biçimiyle kültür ve kültür
146 tartışmaları aslında, ideolojiyi yok etmelerine, bu dünyadan sürüyor görünmelerine rağmen, bütünüyle ideolojiktirler ve ideolojik bir saldırının unsurlarıdırlar. * Ellilerde yapılan bir araştırmada 160 ayrı tanımı tespit edilmiş kültürün39. O zamandan bu güne neredeyse yarım yüz yıl geçti ve son çeyrek yüzyılda, kültür kavramı, toplum bilimleri ve politika alanında en çok kullanılan kavramlardan biri haline geldi. "Çok Kültürlülük", "kültürel Kimlik", "kültürel çoğulculuk", "kültürler savaşı" vs. gibi kavramlar ve sorunlar entelektüel hayatın başköşelerini çoktan ele geçirmiş bulunuyor. Dolayısıyla arada geçen zamanda, Kültür kavramının kimi kullanımlarının bir yandan daha netlik kazanırken diğer yandan da yepyeni anlamlarının ve kullanımlarının ortaya çıktığı düşünülebilir. Buna ek olarak değişik uluslarda ve politik kültürlerde de kültürün kullanımları arasında büyük farklar bulunmaktadır. Öreğin Alman geleneğinde diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, kültüre adeta uygarlık gibi bir anlam yüklenmektedir40. Kültür nedir? Kültür, en genel anlamıyla, insanın doğaya kattığı her şeydir. Klasik tarihsel maddecilik, kültürü bu anlamıyla özellikle, uygarlık kavramıyla belli bir zıtlık içinde, uygarlık öncesi toplumları tanımlarken kullanmıştır. Bu tanım bağlamında, kültürsüz hiç bir toplum yoktur, nerede bir insan toplumu var ise, orada bir kültür de vardır. Uygarlık ise, Mezopotamya'da belli bir artı ürün, dolayısıyla şehir, devlet, para, yazı demektir. Bu anlamda, nerede sınıflı toplumlar varsa, orada bir uygarlık da vardır. Kültürün bu en genel ve sosyolojik tanımı neredeyse toplum kavramına denk düşer. Doğası soyutlanmış bir Toplum kavramı gibidir bu bağlamda Kültür. Fakat politik tartışmalar bakımından kültürün bu kullanımının doğrudan programatik bir önemi pek olmamıştır. Kültür ile klasik Marksist öğreti başka bağlamlarda da, ona yüklenen başka içeriklerle de tartışma konusu olmuştur. Bunların en önemlilerinden bir kaçını şöyle sıralayabiliriz: Ulusal sorun bağlamında, özellikle Avusturyalı Marksistlerle yürütülen kültürel özerklik tartışmaları ve Ekim Devrimi sonrasında "proleter kültür" tartışmaları. * Başka bir değerler sistemi, sanat anlamında kültür Ekim Devrimi sonrasında özellikle "Proleter Kültür" tartışmaları bağlamında söz konusu olmuştur. O dönemde, bir takım Küçük burjuva sosyalistleri ve sanatçıları "proleter bir kültür" kurmaktan söz ediyorlardı. Lenin ve Troçki gibi, klasik Marksist öğretiyi savunanlar ise, bunun saçmalık olduğunu söylüyorlardı. 39
A. Kreobler ve C. Luckhon, "Culture, A Critical Rewiew of Consepts and Definitions", Cambridge (mass.), 1952. Zikreden V.Kelle, M. Kovalson "Tarihsel Maddecilik" s.156
40
Norbert Elias, "Über den prozeß der Zivilisation", Frankfurt am Main, 1976
147 Proletarya diyorlardı, ezilen bir sınıf olarak, yoksul bir sınıf olarak kültürünü geliştirebilmiş bir sınıf değildir. Burjuvazi, daha iktidara gelmeden, bir kaç yüz yıl boyunca, kendi edebiyatını, felsefesini, değerler sistemini geliştirme olanağı bulabilmiştir. Burjuvazi her şeyden önce zengin bir sınıftır. Kültüre ayıracak zamanı ve kaynakları vardır. Proletarya ise hiç de bu durumda olmamıştır olamaz da. O enerjisini, en iyi beyinlerini burjuvaziyi devirme mücadelesine aktarmak zorundadır. Kültüre ayıracak, ne vakti ne de nakdi vardır. İktidara geldikten sonra ise, yapması ilk gereken, kültürel bir gelişmenin ön koşullarını hazırlamaktır: yani insanların okuma yazma öğrenmesi ve eğitimi; bunun yaygınlaşması ve kalitesinin yükselmesi; insanlığın (burjuva ve antik) kültür mirasının tüm insanlarca erişilebilir olması ve özümlenmesi. Emek üretkenliğinde sağlanacak yükselişlerle, ezilen ve çalışanların Kültüre ayıracak zaman ve enerjileri olması vs.. Proletarya iktidara geldikten sonra da enerjisini bu işlere ayırmak zorundadır. Bu da hiç proleter kültür değil, burjuva kültürünün özümlenmesi ve yaygınlaşması anlamına gelir. Kaldı ki, proletarya, iktidara geldiği andan itibaren bir sınıf olarak kendini yok etmek zorundadır. Egemen bir sınıf olarak da, kendi kültürünü geliştirecek zamanı olmayacaktır, eğer en temel kültürel görevler bile olmasaydı. İlerde sosyalist bir toplumun kültürü elbette olacaktır ama bu sınıfsız bir toplumun kültürüdür artık, proletaryanın değil. Lenin ve Troçki gibi klasik Marksistler ile küçük burjuva sosyalist ve sanatçıları arasında dışarıdan bakan için paradoks gibi görünecek bir durum vardır bu tartışmalarda. En klasik Marksistler yani en proleter konumları savunanlar, "bırakalım proleter kültürü, bir ilk adımda burjuva kültürünü özümlemeliyiz" derlerken (Lenin: "Kültürlü tüccarlar olalım" veya "kafanızı, insanlığın bütün hazineleri konusunda bilgi edinerek zenginleştirdiğiniz zaman komünist olabilirsiniz ancak" diyordu.); küçük burjuva sosyalistler ya da sanatçılar "proleter kültür" kurmaktan söz etmektedirler. Bu, proletarya ve küçük burjuva sosyalizminin ezeli ayrılığıdır. Proletarya sosyalizmi, var olan toplum içinde geleceğin toplumumun örnekleri ve ilişkileri kurulamayacağını söyler, daima vurguyu burjuva uygarlığının özümlemesi ve eleştirisine yaparken; küçük burjuva sosyalizmi hep geleceğin toplumunun ahlakını, ilişkilerini, kültürünü vs. bugünkü içinde kurmaya çalışır ve tek yapabildiği aslında burjuva toplumunun ilişkilerinden bile geri, bir küçük burjuva ütopyasından başka bir şey olmayan bir dünyanın denemelerine girişir; bunlar yenilgiye uğrayınca da aynı hızla, suçu sosyalizme atıp, gerçekçi olarak, çocuksu hayallerinden kurtulmuşlar olarak burjuva toplumunun basit avadanlıkları haline dönüşürler. Klasik Marksist tezler en parlak doğrulamasını Çin'deki "Proleter Kültür Devrimi" ile de görmüştür. Zaten bu devrimin adı bile, onun klasik Marksist bakış açısıyla bir ilişkisi olmadığını gösterir. "Proleter Kültür Devrimi", bırakalım bir "proleter kültür" yaratmayı veya böyle bir devrim başarmayı, varolan burjuva kültürünün bile gerisine düşmeyle sonuçlanmıştır. İşin ilginç bir yanı var. Günümüzdeki, post modern, yapısalcı, post yapısalcı teorisyenlerin çoğu, yani şu kültürün de içine dâhil olduğu, bugünkü ideolojik iklimin kavramlarıyla yazanların çoğu,
148 altmışlı yıllarda, özellikle "proleter kültür devrimi"nden etkilenmiş küçük burjuva sosyalistleriydi; bunlar daha sonra aynı hızla bugünkü gericilik ikliminin teorisyenleri haline dönüştüler. Buna karşılık, klasik Marksist konumları savunanlarda böyle bir savrulma pek görülmez. O dünün "Proleter Kültür Devrimi" yapanları bugünün "çok kültürlü"; "kültürel çoğulcu" bir toplumda "kültürel kimlik"lerini nasıl koruyacaklarıyla uğraşır oldular. Böylece yaygın ve egemen anlayışlar bakımından çok ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Diyelim ki, modası geçmiş altmışlı yılların kavram ve tartışmalarına ilişkin bugün neler öğreniliyorsa, bunlar bugünün ortalığı kaplamış teorisyenlerinden öğreniliyor; onların ise aktardıklarının ve anladıklarının gerçek Marksizm'le ilgisi yok. Ama onlar gerçeğiyle ilgisiz bu karikatürü; çünkü kendi anladıkları Marksizm oydu; gerçek Marksizm diye sunmaktadırlar. Bu ortamda, herhangi bir insanın gerçeği bulması giderek olanaksızlaşmaktadır. Bu yöndeki çabaları destekleyecek bir sosyal hareketin de en küçük bir kıpırtısı olmadığı böyle bir zamanda gerçek Marksizm'in bulunup kavranabilmesi genç kuşaklar için adeta olanaksız olmaktadır. O bir iftiralar yığınının altından çıkarılmak zorundadır. Ispanakta demir olduğu düşüncesi çok yaygındır ve bu genel kabul aslında bir tercüme ya da dizgi hatasından kaynaklanmaktadır. Ve nihayet Ispanakta demir olduğu yanlış fikrinin pek fazla bir zararı da yoktur. Olmasa da sonunda yediğiniz bir sebzedir ve sağlığa bir zararı yoktur, belki başka faydaları bile vardır. Ama Marksizm söz konusu olduğunda, adeta her alanda, her konuda; hiç de dizgi ya da tercüme yanlışlarından kaynaklanmayan yığınla ıspanakta demir hikayesi vardır. İşin kötüsü, bu yalan yanlış bilgiler zehirli sebzelerin yenmesine yol açmaktadır. Bunu en iyi de; ikisi de aslında aynı sorunu ele alan klasik Marksist "Kültürel Özerklik" "Dillerin eşitliği" "ezenlerin ve ezilenlerin kültürü" tartışmalarıyla; günün moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk" "kültürel kimlik" tartışmalarının "kültür" kavramına yükledikleri anlamların analiziyle görülebilir. * Şu tür akıl yürütmelere açık veya gizli olarak her yerde rastlanabilir ve son derece makul gibi görünüyor: "Lenin kültürel özerkliğe karşı çıkmıştır. Yani Marksistler kültürel özerkliği tanımıyorlar, dolayısıyla, özerk kültürler olmaz ise, çok kültürlü, bütün kültürlerin bir arada yaşayabildiği ve kendilerini geliştirebildiği bir toplum da mümkün değildir. Aslında Marksistlerin kültürel farklılıkları görmediği ve önemsemediği; böyle bir problemin varlığını görmek istemediği bile söylenebilir. Lenin ezen ve ezilenlerin kültüründe söz ederken toplumdaki kültürel farklılıklara gözlerini kapamakta veya onu bir problem etmemektedir." Bu tür iddialar ve son derece yaygın anlayışların yanlışlığını ve ideolojik anlamını kavrayabilmek için, kültür kavramına bugün yüklenen anlamla, Lenin'lerin tartışmalarında yüklenen anlamların bir karşılaştırılmasıyla varılabilir. *
149 Bugün herkes çok kültürlülükten yana. Özellikle Avrupalılar ve bu çok kültürlü toplumun gerçekleşmiş modeli ve ideali de ABD'den başka bir şey değil. Peki nedir bu "çok kültürlü" toplumu ifade ederken kültür kavramına yüklenen anlam? Kültür, politik alanın dışındakiyle tanımlanmaktadır. Tıpkı din gibi. Modern batı uygarlığı, yani kapitalizm, yani burjuvazi dini kişinin bir inanç ve vicdan sorunu olarak tanımlar. Politik alanın, yani devlete ve iktidara ilişkin alanın dışına iter. Ama bu dışa itişin bizzat kendisi, bir politik tavırdır ve bir ideolojik ve politik baskı ve egemenlik içerir. Ama ya bir din için, din kişinin özel bir sorunu değil, bir kişisel inanç sorunu değilse; o kendini hukuki, siyasi ve diğer yönleriyle insan ilişkilerine düzenleyen bir sistem olarak görüyorsa ne olacaktır (örneğin İslamiyet böyledir). Bu noktada, aslında vicdan hürriyeti denen ilkenin, hiç de öyle dinler karşısında tarafsız olmadığı; dinin belli bir anlayışının, burjuva anlayışının diktatörlüğünden başka bir şey olmadığı görülür. Dini kişinin, politika dışı, inancına ilişkin bir alan olarak gören bir din anlayışına sahipseniz, sorun yoktur, her türlü hoşgörüyü tadabilirsiniz. Ancak, dininiz ya da din anlayışınız, politik ve devlete ilişkin olan alanı kapsadığı an, o sözde özgürlük alemi biter ve yerini gerçek bir baskı ve şiddet alır. Benim dinime göre, cezayı kadılar vermeli; vergiler halifeye verilmeli dediğiniz anda, kadılarınız tutuklanacak; halifenin vergi memurları tutuklanacak veya vergi vermediğiniz için hapse gireceksiniz demektir. İşte son yılların moda "çok kültürlülük"; "kültürel çoğulculuk"; "kültürel kimlik" kavramlarında ifadesini bulan kültür kavramı da, böyledir; politik alanın dışına ilişkindir. Kültür politik olmayandır. Tıpkı din gibidir. Politik olmayan din de bu kültürün bir öğesidir; içine kimi gelenekleri ve dili de almıştır. Bu bakımdan çok kültürlülük baştan aşağı bir aldatmacadır, daha doğrusu, batı uygarlığının kendi kültür anlayışını, tanımını, diğer kültürlere dayatmasıdır; batı uygarlığının kültür tanımının diktatörlüğüdür. Diğer kültürlerin kültür anlayışlarının ve tanımlarının baskı altına alınmasıdır. Kültürel olan bu tanımda, siyasi anlamı olmayandır. Yemektir örneğin, giyimdir, günlük hayata ilişkin kimi alışkanlıklardır, konuştuğunuz dildir. Ama biri çıkıp, benim kültürümde devlet yok, benim kültürümde bir ulustan olmak diye bir kavram yok, benim kültürümde saniyeler dakikalar yok, benim kültürümde özel mülkiyet yok, benim kültürümde polis yok, benim kültürümde mahkemeler yok diyemez. Bunları dediği an, çok kültürlülük efsanesi biter, söyleyen soluğu ceza evinde ya da tımarhanede alır. Çok kültürlülük, ulus ilkesine dayanan devletleri kurtarmak için çıkarılmış, batı uygarlığının kültür anlayışının diktatörlüğüdür. Sizin kültürünüz kültüre, saniyeleri, devleti, vergi memurlarını, polisi, mülkiyet biçimlerini içeren bir anlam veriyorsa; o sözüm ona çok kültürlü toplumda sizin yeriniz akıl hasta hanesi ya da hapishanedir. Bu noktada, kültür kavramının bu egemenliğinin aslında bir ideolojik saldırı ve egemenliğin ifadesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Kültür kavramına bu yoğunlaşmalar aslında ideolojik
150 kavramının reddi ve yok oluşuyla birlikte gitmektedir. İdeoloji de kültürün dışına itilmiştir. Siz ideolojiyi kültürün içinde kabul eden bir kültüre sahipseniz, bu dünyada yine yeriniz yoktur. Bu bakımdan, çok kültürlülük, kültürel kimlik, kültürel çoğulculuktan söz ettiğiniz an; ideolojiyi de kültürün bir öğesi kabul eden anlayışlar üzerinde bir diktatörlüğünüz var demektir. Bizzat bu gün kültüre verilen anlamla kültür üzerine söylem ve tartışmalar kültüre ideolojiyi de dahil eden anlayışa karşı ideolojik bir saldırıdır. Lenin'ler "kültürel özerklik" tartışmalarını yürütürlerken, Kültür kavramına, bugünkü ikiyüzlü tanımlamanın aksine ideolojiyi de dahil ediyorlardı. Daha doğrusu bunun ayrılamayacağını savunuyorlardı haklı olarak. Yıllar önce yazdığımız bir yazıda şöyle yazıyorduk: "Kültürün şu ya da bu görünümünü ideolojiden ayırmak; düşünce düzeyinde yapılabilecek bu soyutlamayı gerçek hayatta yapmak mümkün olmadığı için Lenin "Kültürel Özerklik" sloganına, özerklinin kendisi sırf kültürle sınırlanıyor olsa da karşı çıkmaktadır. Eğer kültürel özerkliği savunanlar ideolojinin ayrılmasını mümkün görüyorlar ise, bu ayrılmanın nasıl olabileceğinin somut mekanizmalarını da göstermek zorundadırlar. Lenin'in, ideolojinin Kültürün soyutlanamaz bir öğesi olduğundan hareketle; her toplumda iki kültür olduğundan söz etmesi, bu soyutlanamazlık göz ardı edildiği, görmezden gelindiği için yanlış anlaşılmaktadır. Şimdi de bu yanlış anlamanın üzerinde duralım. Lenin şöyle yazıyor: "Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığın vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz; egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve burjuvazinin kültürüdür." (s. 21) Bu çok bilinen alıntıda Lenin'in egemen ve alt olarak nitelediği şey gerçekte ideolojidir. Ama ideolojiyi kültürün herhangi bir boyutundan pratik hayatta ayırmak mümkün olmadığı için, Lenin okuyucunun anlayışına sığınıp, kavramsal düzeyde bu ayrımı yapma gereğini duymamakta, dolayısıyla "iki kültür"den söz etmektedir."41 Aynı dönemde yazdığımız başka bir yazıda, bu klasik Marksist anlayışı örneklerle şöyle açıklıyorduk: "Kültür kavramı birçok farklı anlamlara sahiptir bu anlamlar arasında kesin bir sınır çizmek de güçtür. Örneğin Kültür, "bir yaşam tarzı" olarak anlaşılabilir. Farklı kültürler arasındaki, Almanların "Günlük Hayat" dediği alandaki kültürel çatışmalardan söz ederken, "Kültür farkı" gibi bir 41
Demir küçükaydın, Kültürel Özerklik Tartışmalarına Katkı - ı- "Kültürel Özerklik" Tartışmaları ve Lenin
151 kavram kullanıldığında, Kültürün buradaki anlamı yaşam tarzıdır. Yani kimi sandalyede yemek yer, kimi bağdaş kurup, kimi elle yer, kimi çatal bıçakla, kimi duran suyu akıtıp yıkanır, kimi akan suyu durdurup yıkanır vs.. Ve bu yaşam tarzı farklılıkları "Günlük hayatta" müthiş çatışmalara yol açarlar. Ancak bu çatışmalara ne devrimle, ne yasalarla ne kararnamelerle son verilemez. Bunlar ancak hayatın kendiliğinden akışı içinde değişip yok olma şansına sahiptirler. Dolayısıyla siyasi bir sloganın konusunu oluşturamazlar. "Kültürel Otonomi"den kastedilen herhalde bunlar olmasa gerek. Yani "yaşam tarzı" anlamında kullanılmıyor olsa gerek. Kültür, güzel sanatların genel bir karşılığı olarak da kullanılır. Kastedilen herhalde bu da değil. Kimsenin şu veya bu şiiri yazmasına; şu veya bu müzik parçasını bestelemesine kimsenin karıştığı yok. Ürünün kaderi de büyük ölçüde kapitalizmin pazar yasalarına göre belirlenir. Kültür, toplumdaki bütün maddi ve manevi değerler olarak anlaşılıyorsa, sorun daha basitleşmiş olmuyor. Örneğin Türklerin, Almanlarla ortaklaşa maddi ve manevi değerleri, ayrı olanlardan çok fazladır. Aynı tipte, mutfak, banyo, tuvalet, odalardan müteşekkil, çekirdek aileye göre yapılmış evlerde yaşıyorlar, aynı fabrikadan çıkmış elbiseleri giyiyorlar, aynı fabrikalarda çalışıyorlar, aynı türden arabalara biniyorlar, hesaplarını aynı zaman, para, ölçü birimlerine göre yapıyorlar, aynı saatte kalkıyor ve aynı saatte yatıyorlar, aynı yollarda yürüyüp, aynı mağazalardan alış veriş ediyorlar vs.. Ama bütün bunlar içinde ayrı olanlar, yani ayrı müzikten zevk almak, ayrı tat zevki bulunmak vs. kastediliyorsa hem bunların siyasi bir sloganla ilişkisi yoktur, hem de bu sınırın nerede çekileceği belli değildir. Bir ulustan insanlar arasındaki farklar çoğu kez, ayrı ulustan insanlar arasındakilerden daha fazladır. En geniş anlamında Kültür kavramına Hukuk da girer. Yani kastedilen hukuki bir otonomi olmasa gerek. Buna hiç bir devlet müsaade etmez. Örneğin "göze göz, dişe diş" başka bir hukukun temelidir. Hukuku kapsayan bir kültürel otonomi, belli bir azınlığın kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda kısas ilkesini kabul eder ve diğer mahkemeler onlara karışamaz. Kimsenin böyle bir şeyi savunduğunu sanmıyoruz. Demek ki, Kültür kavramına burada hukuk dahil edilmemektedir. Kültürden okumuşluk yazmışlık düzeyi de anlaşılır. "Kültürlü insan" denildiğinde, bu anlamda kullanılmış olur. Aşağı yukarı bilgili, çok okumuş, çok mürekkep yalamış demektir. Bunun kastedilmediği de açık. En geniş anlamışla bile Kültürü anladığımızda, bundan: 1) Yaşam Tarzı, 2) Hukuk, 3) Maddi ve manevi değerler 4) Bilgi Düzeyi'ni çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Herhalde bir çok şeyin yanı sora şu üç öğe: 1) Dil, 2) Din, 3) İdeolojiler. Esas tartışmanın bu sorunlarla ilgili olduğu açıktır. O halde eşyaya adını koyalım. Kültür gibi ne olduğu belirsiz bir kavram yerine, konumuz bakımından önemli olan bu üç sorunu ele alalım. Burada yaptığımız gibi "Kültürel Otonomi" kavramını analiz edip, kastedilmeyenleri çıkardığımızda, geriye bu üç önemli öğe kaldığa göre; "Kültürel Otonomi" talebi, bu arkadaşların kullanımında: Dinsel, dilsel, ideolojik Otonomi demektir. Şimdi bu üç öğeyi ve her biri konusunda taleplerimizin neler olması gerektiğini ele alalım.
152 Din'den başlayalım. Dinsel Otonomi demek, dini bir cemaatin iç işlerinde serbest olması demektir. Söz konusu olan azınlıklar olduğuna göre, azınlık dinlerinin iç işlerinde serbest olması demektir. Ama bu zımnen, devletin tanıdığı resmi bir din olabileceği anlamına da gelir. Ve bu anlamda, bir talep olmaktan ziyade, Almanya'daki geçerli durumu tanımlar, azınlık dinlerine otonomi kavramı. Çünkü Devlet, resmen Katolikliği ve Protestanlığı tanımakta, onlara vatandaşlardan (bu arada o dinden olmayanlardan da) aldığı vergilerden bahşişler dağıtmakta; yönetici ve memurların çalışmaya başlayışlarındaki yeminlerinde dini unsurlar bulunmaktadır; tatil günleri Hıristiyan dinine göre belirlenmektedir vs.. Buna karşılık, örneğin Müslümanlar tamamen otonom bir hayat yaşamaktadır. İbadet yerlerini kendi paralarıyla yapıyorlar. Birçok yerde imamlarını kendileri bulup finanse ediyorlar; dini eğitim veren okullarını kendileri kuruyorlar vs.. Dinsel Otonomi bizlerin talebi olamaz. O, zaten verili durumu sürdürmek demektir. Ama bizlerin talebi, örneğin İslamiyetçin de resmi bir din olması olamaz. Biz, devletin dinsel inançlara her türlü müdahalesine, yani bazı dinlerin imtiyazlı, bazılarının imtiyazsız olmasına karşı çıkmalı, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmalıyız. Yani Hıristiyanlığa tanınan imtiyazlara karşı çıkmalı, onun da Müslümanlıkla ve diğer dinlerle aynı statüye getirilmesini savunmalıyız. Ama aynı şekilde, kimi aklı evvellerin talep ettiği gibi, örneğin kuran kurslarının kapatılması gibi taleplere de karşı çıkmalıyız. Her cemaat tamamen kendi özverisiyle istediğini yapabilmelidir. O halde bizlerin sloganı, dinsel otonomi değil, din ve devletin ayrılması klasik talebi olabilir. Ancak İslamlık söz konusu olduğunda durum daha karışıktır. Din ve devlet işlerinin ayrılması talebi, dinin belli bir tanımına, yani sadece kişisel bir inanç sorunu olduğu; kişiyle Allah arasında bir sorun olduğu; dinin başka bir şeyi kapsamadığı anlayışına dayanır. Ama bazı dinler kendilerini böyle tanımlamazlar. Örneğin İslamlık. O sadece bir inanç sistemi değildir; aynı zamanda bir hukuk sistemidir. İnsanlar arası ilişkileri düzenler. Dolayısıyla, yaşayan değil ama "Ortodoks" İslamlıkla laiklik ilkesi arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Hiç bir devlet kendi egemenlik alanı içinde başka bir hukuk sistemine müsaade etmez. Ama aynı şey İslam hukuku için de geçerlidir. Bu durumda sorunun çözümünün bir tek yolu vardır: güç ilişkisi. Güçlü olanın sistemi diğeri üzerinde bir diktatörlük demektir. Bu durumda sorun şudur: Biz hangi hukuk sisteminden yanayız ya da yana olmalıyız? Biz laik bir sistemden yana olmalıyız. Bu bir inanç sistemi olarak Müslümanlığın devletten bağımsızlığı demektir ama aynı zamanda bir hukuk sistemi olarak, onun tanınmamasından yana olmak demektir. Bu, kimi militan İslam gruplarla açık bir çelişkiyi davet eder. Ancak fazla abartılmamalıdır. Bu tarikatların üyesi dahi olsalar Müslümanların çoğu böyle bir programdan yana değildirler; ezilenler arasında yaşayan İslamlık başkadır; İslam felsefesi ve hukuku başkadır. Devlet dininin İslamlık olduğu dönemlerden bile, halk arasındaki problemleri şeri değil örfi hukuka göre
153 çözümlemiştir. Hatta Osmanlı İmparatorluğu'nda örfi hukuk daha büyük bir öneme sahip olmuştur. O halde bir daha tekrar edelim: Kültürel otonomi kavramının içeriğinde din varsa, sloganımız kültürel, yani dinsel otonomi olamaz. Tek doğru slogan devlet ve din işlerinin ayrılmasıdır. Gelelim dilsel otonomiye. Sloganımız bir dilsel otonomi de olamaz. Bu talep, azılık dillerinin dezavantajlı durumunun korunması anlamına gelir. Yani devlet azılık dillerinin öğretilmesine; o dili kullananlar arasında bir kültürel hayatın gelişmesine karışmayacak demektir, ki bugünkü durum aşağı yukarı tam da buna tekabül eder. Bizim sloganımız Dillerin Eşitliği olmalıdır. Yani hiç bir dile imtiyaz tanınmaması; hiç bir dilin baskı altına alınmaması. Dillerin eşitliği, isteyene ana dilinde eğitim hakkı demektir. Ya da aynı zamanda ana dilini ikinci bir dil olarak seçme hakkı demektir. Bu okulların ayrılmasını gerektirmez. Temel ilke, kimsenin ana dilinden başka bir dilde eğitim yapmaya zorlanmaması; ama aynı zamanda ana dilinde eğitim yapmaya da zorlanmamasıdır. Bu devletin bütün yayınlarının tüm azınlık dillerinde yapılması demektir. Bu televizyon ve radyoda diğer dillerin de yayınlarının bulunması demektir. Ama bütün bunlar "kültürel özerklik" kavramına girmez; dillerin eşitliği kavramına girer. Ve kültürel özerklik kavramına karşı çıkan Lenin'in savunduğu da budur. Ancak, dil bir araçtır. İnsan onunla düşünceyi işler. Tıpkı makinelerle doğayı işlediği gibi. Peki, işlenecek olan düşünce ne olacaktır? Burada üçüncü öğeye, ideoloji bahsine geliyoruz. Modern toplumda hiç bir düşünce yoktur ki ideolojiler yani sınıfsal çıkarlar dışı olsun. Kültürel özerklik, eğer ideoloji kavramını da içeriyorsa, "ideolojik özerklik" gibi bir saçmalığa varırız. Ezilenlerin sloganı ancak, ideolojik savaş olabilir ki, bunun en uygun koşulları fikir özgürlüğünü garantileyen kanunlarla oluşur. Bu durumda biz, örneğin, meslek yasağı gibi yasalara karşı çıkmak zorundayızdır."42 Klasik Marksist yaklaşım ve kültür kavramı çerçevesinde baktığımızda, bugünün moda kavramları şu anlamlara gelirler: "Çok kültürlülük" = "Çok ideolojililik". Bu ise saçma bir taleptir, talep olması söz konusu değildir. Toplumda birçok ideolojiler zaten vardır. Bunlar kanunlarla, kararnamelerle ortadan kaldırılamazlar. Toplumsal olarak çıkarları farklı insan kümeleri, sınıflar varsa, bu sınıfların eğilimlerini, çıkarlarını yansıtan ideolojiler de olur. Nasıl, sınıflar iktisadi ilişkiler alanından çıkar, kararname ya da yasaklarla ortadan kaldırılamazlarsa ideolojiler de öyledir. "Kültürel Çoğulculuk" = "İdeolojik Çoğulculuk" anlamına gelir. Fikir özgürlüğü anlamında de alınabilir. Ama ideolojik mücadele yapmamak olarak da anlaşılabilir. Yani yeni kültür tanımına göre nasıl başka kültürler varsa ve onları olduğu gibi kabul edip, onlara karşı bir kültürel savaş 42
Demir Küçükaydın, Göçmenlerin Bir Azınlık Olarak Talepleri Ne Olmalıdır?
154 vermemek; değiştirmeye kalkmamak gerekiyorsa, başka ideolojiler de vardır onlara karşı da ideolojik bir savaş verilmemelidir. Onlar olduğu gibi kabul edilmelidir. Ama bu iddianın kendisi, ezilenlerin ideolojik mücadeleye gereksinimi olduğu anlayışına karşı bir ideolojik savaştan başka bir şey değildir. Sorunun özü buradadır; kültürel kimlik üzerine tartışmalar ve kültüre bu yeni, politika ve ideoloji dışı anlamı veren bu tartışmalar ve söylem, ezilenlerin ideolojisine karşı bir ideolojik savaştır. Yukarıdaki alıntılardan görüleceği gibi, somut talep olarak, bugünkü çok kültürlülük ya da kültürel çoğulculuk denen talep, Marksistlerce "dillerin eşitliği" olarak çok daha radikal ve kapsamlı olarak yüz yıl önce formüle edilmiştir. Bugün bu talep, Kayserilinin eşeği boyayıp satmaya kalkması gibi, adeta Marksistlere karşı piyasaya sürülmektedir. Kavramın gericiliği, sadece politik ve ideolojik olanı Kültürden dışlamasında değil; sadece "çok kültürlülüğü" sosyalizme karşı enstrümantalize etmesinde değil; ama aynı zamanda bugünün dünyasında gerici bir program oluşturmasındadır. Yüzyılın başında, Kültür Ulusal sorun çerçevesinde tartışılıyordu. Farklı milliyetlerden insanların, herhangi bir baskı ve dezavantaj altında kalmadan eşit ve barışçıl ilişkiler içinde en iyi nasıl yaşayabilecekleri sorusuna bir cevap olarak. O zamanlar, ulusal devletler henüz dünyanın çok küçük bir bölümünü oluşturuyordu. Ortalığı kaplayanlar, Rus Çarlığı, Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Osmanlılar gibi, ulus ve ulusçuluk öncesi bir çok ulusların içinde yaşadığı imparatorluklardı. Marksistlerin o zaman önerdiği, bugünün Avrupa'sında geçerli olandan bile daha radikal ve demokratik bir sistemdi. Bu sistem: ulusların kaderini tayin hakkı ve dillerin eşitliği gibi; biri çoğunluk ulusların, diğeri azınlıkların haklarını korumaya yönelik iki temel ayak üzerinde yükseliyordu. Bu taleplerin kurtuluşçu bir yanı vardı. Bugünün dünyasında, ulus ve ulusçuluk çoktan ömrünü doldurmuş bulunuyor. Çok kültürlülük talebi, ulus ilkesinin son sığınağıdır. Muazzam işgücü göçleri, çok farklı dillerden ve uluslardan insanları dünyanın dört bir yanına dağıtıyor. Bu dünyada ucuz işgücünün yine en ucuz şekilde yeniden üretilmesi için bir koşuldur çok dillilik. Teknik gelişme de buna olanak vermektedir. En ilginç örneği bilgisayar alanındaki ANSI ve ASCI kot sistemi ve UNİKOT sunar. Bir kaç yıl öncesine kadar, bilgisayarların kapasitesi sınırlıydı, bu sınırlı kapasite içinde, olabildiğince az bir bölüm kullanmak için, İngilizce harflerle sınırlı yazılabiliyordu. Bugün bilgisayarların olanakları çok gelişmiş bulunuyor, bu bütün dilleri, Çince dahil, içeren yeni bir standarda geçilmesini mümkün kıldı. Üretim alanında da benzer gelişmeler bulunabilir. Eski standart üretim yerine, birçok varyasyonları içeren üretim sistemine geçilmiş bulunuyor. Böyle bir dünyanın olanak ve ihtiyaçlarına denk düşüyor ve bir engel oluşturmuyor artık farklı diller ya da "kültürler". Çocukların aynı anda dört anadil öğrenebileceği; çok iyi öğrenilmiş bir anadilin diğer dillerin öğrenimini kolaylaştıracağı; iyi öğrenilmemiş bir ana dilin entelektüel gelişim bakımından bir engel oluşturduğu türünden binlerce araştırma yıllardır var. Modern tekniğin ihtiyacı olan işgücü
155 ve bunun ucuz üretilmesi için; bir yerden bir yere gerektiğinde kolaylıkla nakledilmesi için bu "çok kültürlülük" gerekli bugünkü globalleşmiş ve post fordist kapitalist dünyada. Ama bu, ulus ilkesini ortadan kaldırmıyor. Ulusu, modeli ve ideali olan Amerika'da olduğu gibi, bütün etnik ve dilsel özelliklerinden soyutlayarak, belli bir toprak parçası üzerinde yaşamak ve toplumsal ideallerde bir ortaklık olarak tanımlıyor. Böylece, siyasi olanla ulusal olanın çakışması ilkesine dayanan ulusçuluğu; yeni ulus tanımı temelinde yeniden üretiyor. Bunun için de, kültür, politik olmayanla sınırlanıyor. Böylece Kültürel olanla, dilsel olanla politik olanın çakışması gereği ortadan kalkıyor. Peki, ulusçular ulusların hep var olduğunu iddia ediyorlardı, buna karşılık ise ulusları ulusçuluğun yarattığı söyleniyordu. Ulusçuluğun bugünkü ulus tanımıyla, eleştirmenlerinin haklılığını kanıtlamış olmaktan başka bir şey yapmış olmuyorlar. Böylece Ulusçuluğun bütün saçmalığıyla ortaya çıktığı an geliyor. Peki, hala niye bu ulus savunulsun ki? Artık, hiç bir tarihsel, dilsel, geleneksel, kültürel argümana gerek bile duymayan ya da o argümanları artık kullanamayan ulusçuluk, sadece bir toprak parçası ve ideal bağlamında da olsa niye hala ulus ilkesinin geçerliliğini savunuyor? Çünkü ulus ilkesi ve bu ilke çerçevesinde "kültürel çoğulcu" bir toplum, yeryüzü ölçeğinde bir Apartheit sisteminin oluşturulmasının olmazsa olmaz koşuludur. Ulus ilkesi bugünün dünyasında sadece ırkçılığın aracı olabilmektedir. Ancak ulus ilkesine dayanarak, insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan milyarlarca insan, "güney" ya da "üçüncü dünya" denen rezervuara hapsedilebilir ve onlarca da bu durum meşru ve kabul edilebilir olur. Bugünün dünyası için sosyalist talep, "çok kültür ve etnisiteye dayanan anayasal vatandaşlık" gibi bir talep olamaz. Böyle bir talep, belki kimi ülkeler için hala demokratik bir talep olarak geçerli olabilir. Ama sosyalist ve insanlığa önerilecek bir talep olamaz. Bizim talebimiz: Ulusal olanla, bu ulusal nasıl tanımlanmış olursa olsun, siyasi olanın çakışmasını öngören, bugünkü ulusçuluğun ilkesini ortadan kaldırmak, ulusu kişinin bir inanç ve seçim sorunu olarak siyasi alanın dışına itmektir. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Göze göz, dişe diş. Mademki batı uygarlığı, dini ve kültürü öyle tanımlıyor ve politik alanın dışına itiyor, ona da bu uygarlığın dini olan ulus ilkesine ve ulusçuluğa niye aynı ceza verilmesin? Batı uygarlığının ufkunun ötesinde başka bir uygarlığın hayali, işe, batı uygarlığının dini olan ulus ilkesinden başlamak zorunda değil mi? Demir Küçükaydın 06 Nisan 1999 Salı 17:05
156
Süreksiz Devrim (Aşağıdaki tezleri tartışmak istiyorum) On dokuzuncu Yüzyıl: Demokratik Demek Kapitalist Demektir Komünist Manifesto’nun yazarları, 1848 yılında, Avrupa’da sosyalist bir devrim için tarihsel koşulların olgunlaştığı varsayımından yola çıkarak, sosyalizme geçişi sağlamaya yönelik olan “geçiş talepleri” öne sürüyorlardı. Gerek 1848 devrimlerinin yenilgisi; gerek ondan sonraki yıllarda Kapitalizmin muazzam hızla gelişmesi, “bir sistem olanaklarını tüketmedikçe ortadan kaybolamaz, yakından bakıldığında kendini yıkacak unsurlar da olanakların tükenmesiyle birlikte ortaya çıkar” varsayımından hareket eden Manifesto’nun yazarlarının Kapitalizmin tarihsel olarak henüz olanaklarını tüketmediği sonuca ulaşmalarına yol açmıştı. Ama bu sonuca ulaşınca ortaya şöyle bir soru çıkıyordu. Eğer kapitalizm olanaklarını tüketmedi ise, yani henüz çürüyen, ölüm döşeğinde; insanlığın gelişiminin önünde engel olan bir sistem değil ise ve de “gelişmenin zorunlu aşamaları iradenin bir vuruşuyla yok edilemez” ise, sosyalistler nasıl bir politika yapabilirlerdi? Kimi vülger ve burjuva Marksistlerde daha sonra örneği görüleceği gibi, kapitalizmi geliştirmek ve mükemmelleştirmek için mi çalışmalıydılar? Marks-Engels ya da sosyalistler için bu söz konusu olamazdı, çünkü onların hareket noktası ezilenlerin ezenlere karşı savaşını sürdürmek; yeryüzünden sömürüyü ve baskıyı ortadan kaldırmak için savaşmak; yani ahlaki ya da var oluşsal bir seçimdi. O zaman sorunu şöyle koymak gerekiyordu, sosyalist bir devrim için en elverişli koşullar için mücadele. Bu da o dönemin partilerinin programlarında “demokratik cumhuriyet” olarak özetleniyordu. Özetle toprakta feodal ayrıcalıkların ve kalıntıların temizlenmesi; birinci Paris Komünü’nün örneği halkın silahlanmasına ve genel oya dayanın bir devlet ve sekiz saatlik iş günü gibi diğer taleplerden oluşuyordu bu program. Demokratik Cumhuriyet, aslında Engels’in daha sonra da belirttiği gibi, proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçiminden başka bir şey de değildi. Kastedilen, çoğunluğun üzerinde yükselmeyen, ona karşı kullanılamayacak, onun aracı olabilecek bir devlet mekanizmasıydı bu. Bunun pratikte nasıl bir şey olabileceğini ise daha sonraki Paris Komünü gösterecekti. Tabii bütün bu değişim, içerikteki bu değişim program metni bakımından biçimsel bir değişimde de ifadesini buluyordu. Komünist Manifesto’da kapitalizmden sosyalizme geçişi sağlayacak talepler ortaya koyulurken, artık partilerin programlarında bir sosyalist hedefin niçin gerekli ve mümkün olduğunu açıklayan bir giriş bölümü sonra da demokratik cumhuriyet biçiminde özetlenebilecek taleplerden oluşan bir pratik politika bölümü bulunuyordu. Dolayısıyla pratik politika bakımından sosyalist hedeflerin pek doğrudan bir anlamı bulunmuyordu ve pratik politika bakımından radikal bir demokrat parti ile sosyalist bir parti arasında önemli bir fark kalmıyordu. Bu nedenledir ki, Rosa Luxemburg’ta olduğu gibi, sosyalist partilerin giderek birer
157 demokratik partiye dönüşmeleri karşısında sosyalizmi vurgulamak daha ziyade programın ilkeler bölümüne ağırlık vermek biçiminde ifadesini buluyordu. Marks ve Engels elbette Kapitalizmin olgunlaşıp olgunlaşmadığı konusunu statik olarak da düşünmüyorlardı, eni sonu bunun yüzde yüz bir ölçüsü de yoktur. Onlar, pekala köylü savaşının ikinci bir baskısıyla desteklenebilecek bir işçi ayaklanmasının sosyalist bir devrime yol açabileceğini ve Almanya’daki bir devrimin, 1848 devrimlerinin gösterdiği gibi Kıta Avrupa’sına ve İngiltere’ye doğru yayılabileceğini düşünüyorlar, bu bağlamda “Almanya başlar, Fransa sürdürür ve İngiltere tamamlar” şeklinde bir yaklaşım içinde bulunuyorlardı. Marks ve Engels elbette Demokratik Cumhuriyetin kapitalizmin gelişmesi için ideal koşulları yaratacağını gayet iyi biliyorlardı, ama o zamanlar kapitalizm hala, olanaklarını tüketmediği, tarihsel olarak o dönemin dünyasında ilerici bir fonksiyon gördüğü için ve en önemlisi gerçekleşmesi halinde ezilenlere değeri ölçülemez demokratik gelenekler ve devrimci deneyler bırakacağı ve sosyalist bir devrim için daha elverişli koşullar sağlayabileceği için böyle bir programdan yanaydılar. Daha sonra Ekim Devrimi’ni yapacak olan Lenin’in partisi de bu klasik anlayışa ve program yapısına sahipti. Onlar da tıpkı Alman sosyal Demokratları gibi programlarında bir ilkeler bölümü ve somut taleplerden oluşan ve demokratik cumhuriyet olarak özetlenebilecek bir pratik bölümden oluşan bir programa sahiptiler. Ve onlar da tıpkı Marks - Engels gibi dünya ölçüsündeki bir sosyalist devrimin İngiltere Fransa gibi ülkelerde olabileceğini ama o zamanlar Avrupa gericiliğinin kalesi olan çarlık Rusya’sında bir demokratik devrimin Avrupa’nın diğer ülkelerindeki devrime bir itilim vereceğini düşünüyorlardı. Hatta bu öylesine açıktı ki, Lenin 1905’te, eğer devrimi yaptıktan sonra Avrupa yardıma gelmez ise demokratik devrimin kazanımlarını korumanın bile olanaksız olabileceğini düşünüyordu. Özetlersek, geçen yüz yıl boyunca demokratik cumhuriyet programı, kapitalizm için ideal koşulları sağlamakla birlikte, hem kapitalizmin kendisi henüz tarihsel bakımdan henüz çürüyen bir sistemi ifade etmediğinden, hem de ezilenlere sağlayacağı gelenekler, tecrübeler ve elverişli koşullar nedeniyle bir programdı. Ayrıca böyle bir devrim, dinamikleriyle ileri ülkelerde bir atılım verebilir ve onun yolunu açabilirdi. Böylece o sosyalist devrimi yapan ileri ülkeler daha sonra o demokratik devrimi yapmış ülkeye sosyalizme geçişte yardımcı olabilirdi. Yirminci Yüzyıl: Demokratik Demek Sosyalist Demektir Fizikte nasıl, matematiksel akıl yürütmelerle tasavvur edilemeyecek sonuçlara ulaşılabilir ve daha sonra bu matematik olasılıklar ve modellerin sonuçları da evrende bulunabiliyorsa, (pulsarlar, kara delikler on iki boyutlu evrendeki ipliksiler vs.) toplum bilimde de benzer öngörüler yapılmış ve sonraki dönemde bunların olup olmadığı görülmüştür. Bu tür bir dinamik akıl yürütmenin en ilginç ve başarılı örneklerinden birini genç bir Rus Marksisti Leon Troçki ortaya koymuştur. Tıpkı fizikte olduğu gibi, olayların kendi iç dinamiğinin nereye varabileceği üzerine bir akıl yürütmedir bu.
158 İşin ilginci, yirminci yüzyılın tarihi bu teori olmadan anlaşılamayacağı gibi, bütün bu tarih bu teorinin parlak bir şekilde doğrulanmasının tarihidir. Aslında bu yüz yıl biterken, herkes Marksizm’in artık tarihin çöp tenekesine ait olduğunu söylerken, bu yüzyıldan alnının akıyla çıkmış ve bu yüzyılı anlamayı sağlayan tek teori Marksizm olarak ortada durmaktadır. Bu teorinin önemini ve yapısını kavramak için, tarihsel maddeciliğin temel önermelerine dönelim. Tarihsel maddecilik teorisini olgun biçimde formüle ettiği meşhur Önsöz’de Marks, üretici güçler gelişmelerinin belli bir aşamasında o güne kadar o gelişime yataklık etmiş koşullarla çelişkiye düşerler ve bir devrim dönemi başlar diyordu. Bu formülasyandan çıkan direkt mantıki sonuç ise şu oluyordu: sosyalist bir devrim de o güne kadar kapitalizmin bağrında en gelişmiş üretici güçlerin bulunduğu yerde yani en gelişmiş kapitalist ülkelerde bir imkân olarak ortaya çıkabilir. Bunun mantık sonucu olarak da, bütün Marksistler sosyalist bir devrimin ancak İngiltere, Fransa, Amerika gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde gündeme gelebileceği öngörüsünde bulunuyorlardı. Troçki ise, Rus devriminin dinamikleri ve olasılıkları üzerine 1905 devriminin de deneyleri ışığında kafa yorunca, tıpkı yıldızın patlama anında çekim gücünün belli bir sınıfı aşması durumunda sonsuz yoğunlukta kara deliklerin oluşabileceği ama başka bir fizikçinin de kara deliklerin ışık bile sızdırmamalarına rağmen ve tam da bu nedenle kara olmayabileceğini öngörmesi gibi, ilk bakışta klasik Marksist önermelerle uyuşmayan bir sonuca ulaşıyordu: sosyalist devrimin geri bir ülkede olabileceği sonucu ortaya çıkabiliyordu akıl yürütmelerin sonucunda. Halbuki tarihsel maddeciliğin ilk önermelerinden çıkan sonuç, bunun ancak ileri ülkelerde olabileceği idi. Şimdi aynı Tarihsel Maddecilik, bunun geri bir ülkede, örneğin Rusya’da olabileceğini söylüyordu. Bu vülger ve burjuva Marksizmin hiç bir zaman anlayamayacağı dinamik analiz şu uslamlamalardan yola çıkıyordu: Kapitalist gelişime geç giren bir ülke, öncekilerin geçtiği aşamalardan aynen geçmiyordu. Örneğin Rusya’da ticari ve manifaktür kapitalizmi denebilecek aşamalar adeta minyatür ölçülerde, tıpkı canlıların daha önceki evrimlerini ana karnında ya da yumurtada minyatür ölçülerde yaşamaları gibi (ontojenes-filojenes), yaşanmış ve Rusya’da kapitalizm daha doğarken bir büyük sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkmıştı. Bu da ortaya güçlü, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir İşçi Sınıfının ortaya çıkmasına yol açmıştı. Öte yandan bu işçi sınıfı da, sadece üretimde modern ve gelişmiş bir sanayide çalışmakla kalmıyor aynı zamanda teorik ve örgütsel bakımdan da batı Avrupa işçilerinin yüz yıllık mücadelelerinin ve deneylerinin sonuçlarına dayanabiliyordu. Buna karşılık, burjuvazi ise, bir yandan yine uluslar arası burjuvazinin tarihsel deneyi nedeniyle bir yandan da genç Rus işçi sınıfından korkusundan demokratik tarihsel görevlerden kaçıyordu. Öte yandan, Rusya feodal egemenliğin sürdüğü bir köylü ülkesiydi de. Bu verilerden yola çıkınca, Troçki, demokratik tarihsel görevleri, burjuvazi korktuğu, köylülük de yapamayacağı için, köylüleri yanına alan işçi sınıfının yapmak zorunda olabileceği sonucuna ulaşıyordu. Buraya kadarını aslında birçok Marksist de ön görebiliyordu. Troçki burada, tıpkı Einsten’ın kafada deneyler yapması gibi, akıl yürütmesini bir adım daha ileri götürüyordu ve şu soruyu soruyordu: eğer işçi sınıfı, köylülüğün desteğinde iktidara gelirse ne
159 yapacaktır, nasıl bir davranış göstermek zorunda kalacaktır. Diyelim ki bir Fabrika’da işçiler greve gitti, buna karşılık da patron bütün işçilerin çıkışını verdi. Buna karşılık da işçiler tutup fabrikayı işgal ettiler ve üretimi kendi ellerine aldılar. Bu durumda o işçi hükümeti şöyle mi davranacaktır: biz demokratik görevlerin ötesine geçmeyiz, işçiler derhal fabrikayı boşaltmalıdır, bu özel mülkiyete bir saldırıdır ya da fabrikayı işçilerin kontrolüne mi verecektir ve buradan da onların toplumsallaşmasına mı gidecektir. Troçki, iktidara gelmiş işçi sınıfının kendini demokratik görevlerle sınırlamayacağını, ister istemez işçiler ile kapitalistler arasındaki savaşta sosyalist tedbirler almak zorunda kalacağını ön görüyordu. Burada akıl yürütme bir adım daha ileri gidiyordu, peki böyle olursa ne olurdu? Geri bir ülkede, tarihsel ve toplumsal koşulların oluşmadığı geri bir ülkede bir sosyalist devrim. Bu devrim iki sorunla karşı karşıya bulunuyordu. Birincisi böyle bir devrimci iktidara, dünya burjuvazisinin müsaade etmeyeceği; ikincisi böyle bir ülkede sosyalizme geçiş için maddi ve kültürel temelin eksikliği. Birinci sorun o dönemin Marksistlerinin hepsi için çok açıktı. Bırakalım sosyalist bir iktidarı, Lenin aynı yıllarda, eğer Rus devrimi Avrupa’da devrimlere yol açmaz ise, demokratik bir rejimin bile Rusya’da ayakta kalamayacağını düşünüyordu. İkinci sorun ise daha da zorluydu. Bütün Marksistler için, tarihsel ve maddi koşullar olgunlaşmadan sosyalizm kurmaya kalkmanın ancak kışla sosyalizmi ile, yani bütün pisliklerin geri gelmesiyle sonuçlanacağı; bir devrimci sınıf ya da iktidar için en büyük tehlikenin tarihsel koşullar olgunlaşmadan iktidara gelmek olduğu, o zaman bu iktidarın daha önce karşı çıktıklarını yapmak zorunda kalacağı çok açıktı.(bütün bunlar Marks ve Engels’te defalarca belirtilmişti). Yani ortaya çıkan sonuç şuydu Rus İşçileri ve devrimcileri için, Tarihsel koşullar olgunlaşmadan sosyalist devrim yapmak zorunda kalmak. Rus devrimcileri bu çıkmazın bilincindeydiler ve bu nedenle de devrimlerinin batı Avrupa'daki devrimlere atılım vereceği, oradaki devrimlerin Rus işçilerini tarihsel koşullar olgunlaşmadan bir sosyalist devrim yapmanın açmazlarından kurtarabileceğini umuyorlardı. Sonra sanılanların aksine, onlar Rusya'da sosyalizmi kurmak gibi bir amaca sahip değildiler. Bunun olamayacağında hepsi mutabıktılar. Yirminci yüzyılın tarihi bu çıkmazın tarihidir. Batı Avrupa'da devrimlerin olmaması ve Rusya'da devrimin tecridi, tam da Marks-Engels'in ön gördüğünün, yani tarihsel koşullar olgunlaşmadan bir devrimci sınıfın iktidara gelmesinin nelere yol açacağını göstermiştir. Yirminci yüzyılın tarihinin anahtarı buradadır: Geri ülkelerde demokratik devrimlerin sosyalist devrime yol açması. Ekim devriminin yozlaşması da, sonraki bütün devrimlerin mekanizmaları da bunun tekrar tekrar kanıtlanmasından ibarettir. Bu teori, nesnel eğilimlerden, olayların iç mantığından çıkan bir teoriydi. Yoksa devrimciler sosyalist devrim istedikleri için sosyalist devrim yapmıyorlardı. Bu tarihsel eğilim öylesine güçlü idi ki ve Troçki öylesine doğru bir öngörüde bulunmuştu ki, bütün sosyalist devrime dönüşen
160 demokratik devrimleri, sürekli devrim teorisine karşı çıkanlar yapmışlardır. Karşı çıktıkları teorinin pratik uygulayıcıları olmuşlardır. Mao, Tito, Ho Sci Ming, Fidel vs. Dolayısıyla yirminci yüzyılda, demokratik tarihsel görevlerin sosyalist devrimlere yol açması yüzünden demokratik demek sosyalist demek oldu. Yirminci Yüzyıl, 1917'de başlar 1989'da biter. Sanılanın aksine 2000 yılında yirmi birinci yüzyıla girmeyeceğiz. On bir yıldır yirmi birinci yüzyıldayız. Yirmi birinci Yüzyıl: Demokratik demek emperyalist demektir. Tam da, demokratik görevlerin sosyalizme yol açması ve bütün sosyalist devrimlerin geri ülkelerde olması ve bu nedenle de bürokratik olarak yozlaşmaları sonucunda yeryüzü işçi sınıfı adeta tekrar on dokuzuncu yüzyılın başındaki noktaya, kendi kendine bir sınıf olma noktasına geri gelmiş bulunuyor. Şu an ne ideolojisi, ne programı ne de partisi var. Dünya tarihsel bir yenilgi ve demoralizasyon söz konusu. Bunun giderilebilmesi on yıllar alır ve şu ana kadar en ufak bir ışık bile görünmüyor. Ama problem sadece bundan ibaret de değil. Dünya işçi sınıfı, tarihinde hiç olmadığı türden bir bölünmeye uğramış durumda. Zengin ülkelerin işçileri, öylesine bir refah içindedirler ki, yeryüzü ölçeğinde eşitlikçi bir sistem, bunların var olan koşullarında belli bir gerileme anlamına gelir. Bu nedenle ileri ülkelerin işçi sınıfı, dünya ölçüsünde eşitlikçi bir programdan çıkarlı değildir, aksine geri ülkelerin etrafındaki çin setlerinin korunmasından yanadır. Bir rastlantı değildir, ırkçı partilerin özellikle işçiler arasında taraftar bulması. Geçen yüzyılda, faşist partiler, örneğin Yahudi düşmanlığını, Yahudilerin zengin tefeci olduğu argümanına dayandırmak zorundaydı. Bugünküler ise, refahını diğerleriyle paylaşmama argümanına dayandırmakta. Ve en ırkçı işçiler, yabancılar ile iş gücü pazarında en fazla rekabet etme durumunda olabilecek işçilerdir. Yani batı işçilerinin en alt kesimleri en ırkçı işçidir. Bu durumda, Marks, Engels, Lenin Troçki'lerin, hiç birinin karşılaşmadığı bir sorunla karşı karşıya gelir geri ülkenin sosyalisti. Marks Engels zamanında, Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar. Lenin'ler biz başlayalım elbet İleri ülkeler işçi sınıfı yardıma gelecektir diyordu. Ama onlar, ileri ülkeler işçi sınıfı yardıma gelmeyecek diye bir problemi akıllarından bile geçirmiyorlardı. Ne yazık ki, bugün bu, yeryüzü ölçüsünde işçi sınıfının bölünmüşlüğü nedeniyle bir realite. Bu durumda ne olacak? Geri ülke işçi sınıfının, bir an için demokratik görevleri yaparken iktidara geldiğini düşünelim. İleri ülkelerin bu devrimin ateşinden hız alıp yeryüzünde eşitlikçi bir toplum için harekete geçmesi söz konusu değil. Aksine ileri ülke işçi sınıfları böyle bir devrime karşı burjuvazilerinin yanında yer alacaklardır. Buna ek olarak, tarihsel deneyi ekleyelim. Yani yirminci yüzyılın tarihinin sınıfların bilincinde yol açtığı değişikliklere bakalım. Günümüzün işçisi, ileri işçinin yardıma gelmeyeceğini bildiğinden, tecrit olmuş, ambargo ve askeri müdahale tehdidi altında sosyalizm denemeleri
161 yapmaya kalkıp bir nesil sonra hiç bir yere ulaşamadan karşı tarafa teslim olmaktansa, daha baştan kendini demokratik görevlerle sınırlandıracaktır. Öte yandan burjuvazinin konumunda bir değişme vardır. Burjuvazi geçen yüzyıldan farklı olarak, İşçi sınıfının kendi kendine bir sınıf haline gelişinin bilincindedir ve ondan politik bir güç olarak artık korkmamaktadır. Burjuvazi kendine güvenini kazanmıştır. Bu burjuvazi de, demokratik bir sistem kendi doğrudan iktidarı için daha elverişli koşullar sağlayacağından, zaman zaman işçilerle demokrasi için ittifaklar yapabilir. Ayrıca şu çok açıktır. İşçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlaması demek aynı zamanda burjuvazinin ideolojik hegemonyası demektir. Ama ideolojik bir hegemonya olmadan, işçi sınıfı bir sınıf olarak davranamayacağından. Demokratik devrimler burjuvazinin hegemonyası altında, işçilerin sınıf olarak kendi ayrı program ve partileriyle katıldığı değil, kitlenin bir unsuru olarak katıldıkları girişimler olacaklardır. Bu durumda ise, burjuvazinin ideolojik ve politik hegemonyası altındaki bu devrimler devrim olamazlar. (Kara deliklerin kara olmaması gibi). Büyük kitle hareketleri dağın fare doğurması gibi, kimi demokratik dönüşümlerden başka sonuca yol açmazlar. Nikaragua ve Güney Afrika devrimleri bu dönüşümün somut kanıtlarıdırlar. Nikaragua devrimi yirminci yüzyılın son devrimlerinden biri olarak bir geçiş özelliği taşımaktadır. Bir yandan başlangıçta, sürekli devrim dinamiğine bağlı olarak sosyalizme doğru bir dönüşüm eğilimi göstermiştir. Ama yirminci yüzyılın bitişiyle birlikte, Nikaragua İşçileri ve yoksulları, sosyalizm uğruna umutsuz bir savaşa girip daha fazla acı çekmektense, Sandinistleri iktidardan uzaklaştırıp kapitalizmin savunucularını seçtiler. Sandinistlere de belli bir güç verdiler ki, kapitalistlerin vahşi saldırıları karşısında sistem içinde onları savunabilsinler diye. Güney Afrika'da ise, İşçi sınıfı -ki en bilinçli ve Örgütlü işçi sınıfıydı- sosyalizm lafını bile ağzına almaya kalkmadı. Kendini kapitalizmle ve onun çerçevesindeki demokratik reformlarla sınırladı. Güney Afrika, Afrika'da bir bölge gücü durumuna geldi. Bir tür alt emperyalist olmaktan başka bir çıkış yolu yoktur. Bu durum, geçen yüzyıldaki tartışmalarda Bay Pavrus'un ön görüsüne benzer bir durum yaratmaktadır. Pavrus Efendi de, demokratik görevlerin işçi sınıfını iktidara getirebileceğini söylüyordu ama o buradan bambaşka bir çıkarsamada bulunuyordu. İşçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlayıp, işçi iktidarı altında bir kapitalizm olabileceğini ön görüyordu. Yirminci yüzyılda bu da gerçekleşti. İsveç, işçi sınıfının iktidarı altında bir kapitalizm yaşadı. Benzeri Avustralya için de geçerlidir. Ancak yirminci yüzyılda bunlar, feodal kalıntıların hiç olmadığı ya da çok zayıf olduğu ülkelerde biraz istisnai bir bir özellik taşıdılar. Şimdi, yirmi birinci yüzyılda, bu istisnai özelliğin genel bir eğilim olması olasılığı çok güçlü görünüyor. Sonuç Günümüzde, en azından Türkiye gibi, Güney Afrika gibi belli bir gelişmişlik düzeyinde, belli bir eşikte bulunan ülkelerde, güçlü işçi sınıfına rağmen, demokratik tarihsel görevler, işçileri iktidara
162 getirmeyeceği gibi (çünkü işçilerde böyle bir konumu almak için ne ideoloji, ne program ne de parti bulunmamakta), olayların zorlamasıyla kendiliğinden iktidara gelmeleri durumunda, kendilerini burjuva demokratik görevlerle sınırlayacaklardır. Bu görevlerin yapılması ise o ülkeye, kapitalizmin gelişmesi için ideal koşulları sunmaktan başka bir anlama gelmez. Elbet zengin ülkeler, ön tarafı tuttuklarından, onların arasına girme şansları yoktur ama en azından, onların bölgedeki taşeronu gibi (ödünç bir kavram kullanalım: alt emperyalist diyelim örneğin) bir konum almalarına yol açabilir. Türkiye'de bu aynı zamanda, Rusya'nın tarihsel çöküşüyle çakıştığından, demokratik dönüşümler yapan bir Türkiye, Kürt hareketinin dinamizmini de arkasına alarak, bir bölge gücü olabilir. Demokratik Türkiye demek Alt-Emperlyalist bir Türkiye demektir. İnsanlığın durumunu adeta umutsuz yapan koşullar Türkiye’nin önüne yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılma yolu açıyor. İşte Öcalan'ın ve Kürt hareketinin dönüşümü bu tarihsel ve kavramsal çerçeve içinde anlaşılabilir. Öcalan da bunu görmüş bulunuyor. Demir 28.09.1999 13:41
163
İlk Yazı: "Schachnovelle" Özgür Politika'dan gazeteye yazı yazmam için teklif geldiğinde, bu alanda deneysiz olmanın getirdiği zorluklar bir yana, nasıl bir içerik ve biçimde yazılar yazmam gerektiği sorusuyla karşılaştım. Bu ilk yazıda, karşılaştığım sorunları ve bunlar için bulduğum çözümü kısaca ele alayım. Kişi olarak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ister hukuki olarak, ister dile veya başka bir kritere göre, milliyetin de din gibi bütün siyasi anlamından dışlanarak, kişinin bir inanç ve tercih sorunu olarak kabulünden yanayımdır. Nasıl üç kişi bir araya gelip bir dernek kurar gibi bir din ya da tarikat kurabilir veya isteyen dinsiz olabilirse ve bunların politik olarak kırk üç numara ayakkabı giymekten veya bamya yemeği sevmekten daha fazla bir anlamı olmazsa; aynı şekilde üç kişinin bir araya gelip ulus kurabilmesinden veya isteyenin ulussuz olabilmesinden ve bunların hiç bir politik anlamı olmamasından yanayım. Ayrıca böyle bir sistemin gerçekleşmesini uzak bir geleceğin değil, bu günün acil bir sorunu olarak görüyorum. Dolayısıyla, Türkiye topraklarında yaşayan insanların gelecekte nasıl bir ulus tanımına göre siyasi yapılarını kuracağı tartışmasında; tarafların hepsi bizim anlayışımıza karşı bir taraf oluştururlar dayandıkları ortak varsayımlar bakımından. Bu ortak varsayım: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiğidir. Biz ise tam da bu ortak var sayımı reddediyoruz: ulusal olanla siyasal olanın çakışması gerektiği anlayışı aşılmalıdır. İnsanlığın çıkışı ancak bu noktadan olabilir. Bu hedefi önüne koymayan her çaba, yer yüzünde bu günkü apartheit siteminin devamına; yer yüzünden imtiyazlılığı kaldırmayı değil; imtiyazlılar arasına katılmayı getirir. Bu anlamda, Bugünün dünyasında Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan insanların, Kürtlerin ve Türklerin yürüttüğü nasıl bir cumhuriyet tartışması, yeryüzünün imtiyazlıları arasına nasıl katılınabileceği tartışmasıdır. Kaldı ki, sadece politik olarak ulusal olanla politik olanın ilişkisinin koparılmasından yana değilim, kültürel ve ruhsal olarak da, kendimi bir ulustan hissetmiyorum. Bir Türk'ün ya da Kürdün, kendini herhangi bir ulustan gören bir insanın boğazında düğümlenmelere yol açan, onu coşturan yada hüzünlendiren olaylar bende hiç bir etkiye yol açmaz. Hatta bunu komik ve anlaşılmaz bulurum. İnsanların örneğin bir milli maçta takım tutmaları ve oyunun sonunda sevinme veya üzülmeleri benim için kavranılmaz olaylardır. Ama politik olarak, önce insanın kendi milliyetçiliğiyle mücadele etmesi gerektiği ilkesine göre, Türk milli takımına karşı kim oynuyorsa onun kazanmasını isterim. Kendimi Türk hissetmesem de, yeryüzünden şu ulus denen felaketin, nasıl bir tanıma dayanırsa dayansın yok edilmesini savunsam da, elimde olmadan bir Türk'üm. Ezen ulustan bir insanım. Ulusum yok, ulusçuluğa karşıyım diyerek, kimilerinin yaptığı gibi, Türkiye'deki bu üst ve egemen konumumu görmezden gelemem. Bu fiili durumu görmezden gelmek, fiilen, ezilen ulusun mücadelesi karşısında tarafsızlık, dolayısıyla da ezen ulustan yana bir tavır anlamına gelir.
164 Bu durumun çelişkisini daha iyi kavramak için ırk ayrımcılığı bize güzel bir analoji sunar. Diyelim ki, beyazsınız ve bulunduğunuz toplumda siyahlar baskı ve zulüm altındalar. Siz aslında ırkların olmadığını; bunların ırkçıların uydurması olduğunu savunuyor ve buna bağlı olarak kendinizin bir ırktan olamadığınızı söylüyorsunuz. Bütün bu inanç ve iddialarınız, sizin bir beyaz olarak, ırkçı baskılara uğramadığınız ve uğramayacağınız gerçeğini değiştirmez. Belki görüşlerinizden dolayı siyasi baskılara uğrayabilirsiniz ama bunlar sizin deri renginizden değil, görüşlerinizden gelen baskılar olacaktır. Görüşlerinizden gelen bu baskılara rağmen, istemeseniz de, beyaz olmanın imtiyazlarını yaşamaya devam edeceksinizdir en azından beyaz olduğunuz için özel bir baskıya uğramayarak. Böyle bir durumda, ırkları ırkçılığın uydurması olarak görseniz de, var olan bir gerçeklik olarak ezilen ırkların savaşını desteklemek, hatta fiili eşitsizliği biraz dengelemek için, çubuğu ezilen ırklardan yana bükmek zorundasınızdır. Aynı şey bizim için de geçerlidir. Ulusların ulusçuların uydurması olduğunu söylesem de, kendimi bir ulustan, yani Türk, hissetmesem de, Türk olduğum için hiç bir özel baskıyla karşılaşmadığımdan, ezen ulustan olmanın imtiyazlarını yaşamaktayımdır. Kendimi öyle görmesem de, nesnel olarak ezenin bir parçasıyımdır. Bu durumu dengelemek için, ezilen ulusların mücadelesine destek vermem, hatta çubuğu eğerek destek vermem gerekir. Yani bir yandan, siyasi inançlarım nedeniyle ulusçuluğun ulus anlayışını yok ekmeye çalışırken, diğer yandan inanç ve tercihlerime rağmen Türk olduğum için, ezen ulustan bir insan olduğum için; ulusal baskıya karşı hareketleri desteklemek, dolayısıyla ulusçuluğun var oluşuna hizmet etmek zorundayımdır. Bu çelişki gökten inme bir çelişki değil, gerçek hayatta bulunan bir çelişkidir. Ama sadece bu değil, ezilenlerin kendi hareketlerini desteklemek diye de bir sorunumuz vardır. Tıpkı bir fabrikada grev yapan işçiler gibi. İşçiler çoğu kez hiç de kapitalizmi ortadan kaldırmak için değil, sadece yaşamlarını biraz daha iyi koşullarda sürdürebilmek için grevler yaparlar. Siz ise yaşam koşullarındaki bir iyileşmenin kapitalizmi ortadan kaldırmayacağını; son duruşmada kapitalistin daha rasyonel bir üretimine yol açacağını bilseniz de, bizzat bu mücadelenin kendisi, ezilenler için baha biçilmez bir deney olduğundan; onların hayatlarında küçük de olsa bazı iyileştirmelere yol açacağından o grevi desteklemek zorundasınızdır. Ama bir yandan desteklerken, onun başarısı için çalışırken, diğer yandan da gerçek çözümün mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirmesinden geçtiğini söylemek; mücadeleyi bu yöne doğru geliştirmek için çaba göstermek zorundasınızdır. Ortada yine benzer bir çelişki vardır. Birine aşırı bir ağırlık ve vurgu bir anda sizi amaçlarınız açısından hiç de istemediğiniz bir konuma düşürebilir. Birden bire sıradan bir sendikalist durumuna da, nihai hedefe ilişkin vaazlar veren ve fiili mücadeleden kopuk, dolayısıyla egemeni destekleyen bir duruma düşebilirsiniz. Benzer şekilde, bir sosyalist olarak da, bir ulusal hareket karşısında da taleplerinin bir çözüm getirmeyeceğini bilerek ve söyleyerek de, ezilenlerin bir girişimi, bir deneyi olduğu için; içinde daima kendini aşabilme tohumu taşıdığı için de ezilen ulusun bir hareketini desteklemek zorundasınızdır.
165 Buraya kadar esas olarak bir zorluk yok. Ama sorun burada bitmiyor. Türkiye'de, Dünyanın bu günkü koşullarında, hangi gerekçeyle olursa olsun Kürtlerin mücadelesini desteklemek, fiili sonuçları bakımından, akıllı bir Türk milliyetçiliğini desteklemek olur. Çünkü, somut olarak Türkiye'deki Kürt sorununda Kürtlerin mücadelesi sadece kendileri için bir mücadele değil, kendilerinden çok kendilerini ezenler için bir mücadeledir. Dünyada her halde Türkler kadar talihli bir ulus yoktur. Kürt ulusal hareketi, Tarihin Türk ulusuna en büyük armağanıdır. Kürtler, uğradıkları baskıya karşı savaşlarında aslında nesnel sonuçları itibariyle, kendilerinden çok, kendilerini ezen Türkler için savaşmaktadırlar. Diyelim ki, silahlı Kürt direnişi başarı kazansaydı Kürtler Türk ordusunu yenilgiye uğratıp ayrı bir devlet kursalardı, Türklere en büyük iyiliği yapmış; onları Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusunun bukağılarından kurtarmış; İspanya Yunanistan benzeri demokratik bir güney Avrupa ülkesi yapmış olurlardı. Hatta daha fazlası, gerek İspanya, gerek Yunanistan'da bu geçiş kontrollü, kısmen Prusya yolundan gerçekleşmişti, böyle bir alt üstlük daha kökten ve alttan bir dönüşüme yol açar, Türkiye'nin insan ve toprak büyüklükleri göz önüne alındığında orta doğuda bir iktisadi, siyasi ve kültürel bir devin ortaya çıkmasına yol açardı. Bu nedenle, bir Türk'ün ya da bir Türk sosyalistinin; ister ezen ulustan olduğundan ezileni desteklemesi gerekçesinden, ister sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini desteklemesi gerekçesinden kaynaklansın, Kürt ulusal hareketine desteği aslında, nesnel sonuçları bakımından, Türk milliyetçiliğinin desteği olur. Akıllı ve uzun vadeli düşünebilen bir Türk milliyetçisi, bir Türk sosyalistinin demokrasi ya da sosyalizm gerekçesiyle Kürt ulusal hareketini desteklemek için savunduğu her şeyi, Türk milliyetçiliğinin gerekçeleriyle savunabilir. İkinci Cumhuriyetçilerin, yani daha uzun vadeli düşünebilen, daha modern Türk milliyetçilerinin, Kürt sorununda bir sürü sosyalistten daha tutarlı bir konumda bulunmalarının ardında bu nesnel durum, Kürtlerin aslında kendileri kadar ve hatta nesnel sonuçlar göz önüne alınırsa kendilerinden de fazla Türkler için savaştığı gerçeği yatmaktadır. (Kürt hareketi de bunun bilincinde oldu, eksikliğini duyduğu şey hep akıllı Türk milliyetçileriydi, zaten bunu bulamayınca kendisi bu işi de üstlenmek zorunda kaldı.) Buraya kadar Kürt hareketinin bir askeri zafer kazanması olasılığına göre sonuç çıkarmıştık. Ancak, Kürt hareketi, dünya dengelerinin elverişsizliği koşullarında, silahlı mücadelede bir zafer kazanamadı, aksine uzun vadede onun çözülüşünü getirebilecek bir denge ve kendini tekrarlama noktasında kaldı; üstüne üstlük, önderini düşmana kaptırmak gibi çok ağır bir darbe de yedi. Kürt hareketinin aldığı bu ağır darbeler, savaş politikasının seçimlerde büyük bir zafer kazanmasının en büyük nedeniydi. (Kimilerinin iddia ettiğinin aksine, Türkleri Kürt varlığını inkar eden savaş partileri ve politikalarına oy verdirten, Kürtlerin mücadelesi değil, bu mücadelenin uğradığı yenilgiler oldu; bu mücadelenin kazandığı başarılar tamamen zıt sonuçlara yol açardı.) Böylece Türkler, Kürt ulusal hareketini ağır bir darbe vurarak, Kendilerinin modern ve zengin bir toplum olabilmeleri için tarihin sunduğu bu hediyeyi tepmiş ve kendilerini geriliğe ve gericiliğe mahkum etmiş oluyorlardı.
166 Kürt ulusal hareketinin en büyük felaketi, yani önderini karşı tarafa kaptırması bir bakıma onun en büyük şansı da olmuştur. Böylesine köşeye sıkışmasaydı, artık kendini takrarlayan ve aşındıran niteliğini görmesine rağmen, silahlı mücadeleye son verip; program strateji ve mücadele biçimlerinde dramatik dönüşümler yapamaz ve sınırlılık böylesine somutça görülüp değişiklikler kabul edilemezdi. Bu karanlık ortamda, Kürt Ulusal Hareketi, felaketi bir şansa çevirdi; hiç kimsenin düşünemediği muazzam bir stratejik dönüş yaptı, bir ulusal hareketten bir sosyal harekete dönüşmeye girişti. Türklerin teperek yok ettikleri şansı tekrar önlerine koydu. Bir anda güçler ve güçlerin yer alışını kökten değiştirdi. Akıllı bir Kürt milliyetçisi olarak, akıllı bir Türk milliyetçiliğini de üstlendi. Kürt ulusal Hareketi,ulus tanımını, dil, kültür ve etnisiteden soyutlayıp, tamamen hukuki bir tanıma indirgedi. Kürt ulusçuluğunun bu modern ve esnek uzun vadeli biçimi, aynı zamanda Türk ulusçuluğunun da modern, esnek ve uzun vadeli düşünen biçimiyle çakışmaktadır. Bu gün, dünden de daha fazla ve açık olarak, Kürt Ulusal Hareketinin savunduğu her şey, bir Türk milliyetçisi olarak savunulabilir. Akıllı bir Türk milliyetçisinin savunabileceği her şey de akıllı bir Kürt milliyetçisi olarak savunulabilir. Program aynıdır, sadece gerekçeler farklıdır. Hatta Kürt Ulusal Hareketi, bu özdeş programı, Türkleri kazanmak için, Kürtler zaten durumu kavradıklarından Türklere yönelik olarak ve Türklere uyan gerekçelerle ifade etmektedir. Bu durumda, akıllı bir Türk milliyetçisi olarak savunulabilecek konumları, yok ezen ulustan bir insan olarak dayanışma, yok sosyalist olarak ezilenlerin tarihsel girişim ve tecrübelerini destekleme gibi gerekçelerle savunmak, aslında milliyetçi bir konumu milliyetçi görünmeyen gerekçelerle savunmak olabilir ve dolayısıyla ezilenlerin bilincini karartabilir; onlara yanlış hayaller yayar. Elbet bu gerekçeler de varlıklarını sürdürmektedir ama bu gerekçelerle destekleyen her sosyalist, bunun aslında nesnel sonuçları itibariyle akıllı bir Türk milliyetçiliğinin hedefleriyle çakıştığını gizlememeli ve ezilenlerin bilincini karartmamalıdır. Aslında Kürt hareketini destekleyen Türk solunun yaptığı tam da bu türden bir karartmaydı. Kürt ulusal hareketinin başarısı halinde bile, nesnel sonuçlarının Türk ulusunun işine yarayacağını, Kürt ulusal hareketini destekleyişlerinin tamamen Türk milliyetçisi gerekçelerle de yapılabileceğini görmek istemiyorlardı. Kürt hareketi bunu görüp, eşyayı adıyla çağırınca, bunlar kendilerini birden boşlukta buldular. Böylece, yazımızın başında sözünü ettiğimiz çelişki, daha derin bir boyut kazanmaktadır; bir yandan, bir sosyalist olarak ulusal olanla politik olan arasındaki her türlü bağın koparılmasının insanlığın önündeki en acil hedef olduğunu savunmak durumundasınız yani milliyetçiliğin nasıl tanımlanırsa tanımlansın her biçimine karşısınız; diğer yandan, ezilen bir ulusun hareketine gerek egemen ulustan olduğunuzdan; gerek ezilenlerin tarihsel girişim ve deneyi olması nedeniyle verdiğiniz destek fiilen akıllı bir Türk milliyetçiliğinin desteklenmesi; hukuki bir tanıma dayanan milliyetçiliğin desteklenmesi olmaktadır. Siz bunu bütünüyle, başka bir gerekçeyle yapsanız ve gerek genel olarak milliyetçiliğin, gerek özel olarak Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanı
167 olsanız da, Kürt ulusal hareketine desteğinizin ardında en küçük bir milliyetçi motif bulunmasa da fiilen Türk milliyetçiliğine hizmet edersiniz. Bu çelişki, en aşırı noktasına ve mantık sonuçlarına götürülerek aşılabilir bir sosyalist olarak. Kürt ulusal hareketini desteklemeye yönelik bütün yazılar akıllı ve uzun vadeli düşünen bir Türk milliyetçisi açısından yazılabilir, ki bu aynı zamanda akıllı bir Kürt milliyetçiliği de demektir. Ama bu aynı zamanda, Kürt ulusal hareketine sosyalist ve devrimci gerekçelerle destek verenlerin, nesnel sonuçları bakımından aslında bilinçsiz Türk milliyetçisi olduklarını gösterir ve onların zımni bir eleştirisi de olur. Diğer yandan böylesine ideal ve akıllı bir milliyetçilik, bize sosyalist programımızı koyabilmek ve onu açıklayabilmek için en mükemmel olanağı sağlar. Yani kendimize akıllı bir düşman yaratmış oluruz. Akıllı bir düşman ise, akılsız dostlara yeğdir. Akıllı düşman, bize ezilenlerin siyasi eğitimi bakımından da daha büyük bir olanak sağlar. Bu olanak şöyle açıklanabilir. Fiziki savaşla, fikir savaşı arasında kökten bir fark vardır. Fiziki savaşta, güçlerin en irisini, düşmanın en zayıf yerine yığmak gerekir. Fikir savaşında ise, karşı tarafı mat etmek değil de, ezilenlerin geri yanlarını okşamak değil de, onları geliştirmek isteyen karşı fikrin en mükemmel, en güçlü temsilcilerine yığmalıdır eleştirisini. Bir görüşü toyca savunup rezil edenleri değil, onu en rafine biçimde, en akıllıca ve ustaca savunanları eleştirmelidir. Eğer yoksa böyle bir savunucusu eleştirilecek görüşün onu yaratmalıdır ve öyle eleştirmelidir. Ancak bu tarz ezilenlerin gelişimine hizmet edebilir. Evet, gereğinde eleştireceğimiz görüşün en akıllı savunucusunu yaratmak gerekiyor. Bu biraz insanın kendine karşı satranç oynaması gibi. Stefan Zweig'ın "Schachnovelle"diye bir romanı vardır. (Sanırım Türkçeye "Bir Satranç Öyküsü" ya da "Satranç" adıyla çevrilmişti.) Bu romanında, Zweig, atıldığı bir tecrit ortamında kendine karşı bir siyah bir de beyaz olarak satranç oynayan ama bu çelişki altında dayanılmaz ruhsal bir bölünmeye uğrayan birini anlatır. Evet biz de bir tür satranç oynayacağız, bir siyah bir de beyaz olarak; bir Türk milliyetçisi olarak ve bir sosyalist olarak. Bazı yazılar bir Türk milliyetçisinin bazı yazılar bir sosyalistin bakış açısından yazılacak. Bizi buna zorlayan tecrit koşulları değil, çelişkinin varlığı bizi kendimize karşı satranç oynamaya zorluyor. O romanda sonuç olan, bizde neden ve hareket noktası. Kendine karşı satranç, orada parçalanmaya yol açarken, bizde bu parçalanmayı aşmanın bir aracı. Hareket noktasındaki bu parçalanmayı yaratan çelişkileri ise tarihin izlediği yol dayatıyor. İnsanlığın çıkmazını pekiştiren koşullar Kürtlere ve Türklere geçici olanaklar sunuyor. Demir Küçükaydın
[email protected] 18.11.1999 13:42:13
168
Bir Dönemin Eşiğinde Sunuş "otuz altımda yarim yılda geçtim dört metre kare betonu elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Pırag'dan Havana'ya" Nazım Hikmet Yanlış hatırlamıyorsam Arthur Koestler, "yaşarken geçmek bilmeyen zamanlar sonradan kısa bir an gibi gelirler; yaşarken nasıl geçtiği fark bile edilmeyen zamanlar ise sonradan çok uzun gelirler" anlamında bir şeyler söyler. Bir hücrede örneğin, zaman geçmek bilmez, sonradan o geçmeyen zamanlardan anı olarak sadece koca bir boşluk kalır. Ama capcanlı ve yoğun olarak yaşanmış bir zaman; kelimenin tam anlamıyla nasıl geçtiğini fark bile edilmeden yaşanmış bir zaman; sonradan tüm anıları doldurur. Çoğu kez de hayatlar, tekrar öyle bir yoğun yaşantının, hayata anlam veren, onu dolu dolu kılan bir yaşantının özlemiyle geçer gider. Toplumların tarihinde de, yirmi günün yirmi yılda yirmi yılın da yirmi günde geçtiği zamanlar vardır. Uzun birikim dönemlerinden sonra bir değişimin yaşandığı dönemler; uzun bir gebelikten sonra; sancılı bir doğumun – doğum her zaman başarılı da olmayabilir- yaşandığı dönemler böyle dönemlerdir. Türkiye denen ülkenin toprakları üzerinde yaşayan insanlar, tarihin hızlandığı bir döneme girecek gibi görülüyor. Meteorologlar, hava durumuna ilişkin bir öngörüde bulunabilmek için, dünyanın dört bir yanına yayılmış ölçerlerden gelen nem, sıcaklık, basınç, rüzgar vs. durumu hakkındaki verilere; uzaydan çekilmiş fotoğraflara; her iklimde görülen kendini tekrarlamalara; önceki tecrübelerden çıkarılmış ve mükemmelleştirilmiş bilgisayar modellerine dayanıyorlar ve buna rağmen yine de çoğu kez yanlış öngörülerde bulunabiliyorlar. Toplumda ise, ne bu ölçerler var, ne mevsimlerin kendilerini tekrarlayışları, ne de matematik modeller. Dolayısıyla topluma ilişkin her ön görü, daha baştan büyük bir yanılgı tehlikesini içinde taşır. Bu nedenle topluma ilişkin bir öngörüde bulunmak, bir öngörüden ziyade; bir eğilime; bir sürece dikkati çekmek gibi bir anlam taşır. Belirtilmemiş bile olsa, daima koşullu bir nitelikleri vardır. Çünkü hiç bir zaman bütün etkenleri içermeleri söz konusu olamaz. Bu nedenle, daha çok da sezgiseldirler. Koşullu önermeler ve ön görüler ise, gerçekleşmemeleri durumunda bile doğru olabilirler. Yani onlar olgulara ilişkin yanılmış ama yöntemsel düzeyde doğrulanmış olabilirler. Toplumsal ön görülerde önemli olan da, olgusal değil yöntemsel doğruluktur. Bunun en tipik örneği, Marksistlerin devrim beklentilerinde veya bu devrimlerin izleyeceği yolu ilişkin ön görülerinde görülebilir. Bu ön görülerin hemen hemen hiç birisi olgusal düzeyde gerçekleşmemiştir; tam da bu gerçekleşmeyişin somut tarihte izlediği yollar o ön görülerin
169 ardındaki sağlam metodolojiyi doğrular. O öngörüler gerçekleşmediği için, tersinden doğrulanırlar ve insanlık azaplar içinde kıvranmaya devam eder. Özetlersek, toplumsal bir ön görüde önemli olan, eğilimdir; yöntemdir; onun gerçekleşip gerçekleşmemesi değil; olgusal değil, yöntemsel doğruluk önemlidir. Kaldı ki, tıpkı kuantum fiziğindeki belirsizlik ilkesine benzer bir ilişki söz konusudur toplumsal öngörülerde. Öngörünün kendisi, bir toplumsal fenomen olarak, öngördüğü toplumsal olay üzerinde onu saptırıcı ve belirsizleştirici bir etkide bulunur. Hava durumu üzerine bir öngörü meteorolojik bir olay değildir, dolayısıyla bir düşüncenin, bir sözün hava durumu üzerinde bir etkide bulunması düşünülemez, ama toplum söz konusu olduğunda, her söz, her düşünce; ne kadar doğru ya da yanlış olursa olsun, toplumsal süreçler üzerinde bir etkidir ve onlardan bir etkilenmedir; öngörünün kendisi de bizzat bir toplumsal olaydır ve bizzat öngördüğü üzerinde bir etkide bulunur. Bu ise belirsizliği daha da arttırır Bu belirsizlikleri veri kabul ederek ve baştan yanılma olasılığının büyük olduğunu düşünerek, yine de tarihin hızlandığı bir döneme girilebileceği olasılığı oldukça yüksek görünüyor. Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar için, tarihin hızlandığı bir döneme girilebileceğini söylerken, bununla büyük bir devrimci kabarışı kast etmiyoruz. Elbette böyle bir olasılık dışlanamaz, ama kast ettiğimiz, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar için, sonraki onlarca yılın yönünün önümüzdeki bir kaç yıl içindeki değişikliklerle belirleneceğidir. Sistem bir noktaya gelmiş ve tıkanmıştır. Artık durum sadece ezilenler için katlanılmaz değildir; bizzat egemenler de, sistemin eski biçimiyle devam edemeyeceğini görüyor ve bir yeniden düzenleme gereğini ifade ediyorlar. Yani artık, ezenler de eskisi gibi götürememektedirler ya da götüremeyeceklerini görmektedirler. Kökten bir değişiklik beklentisi ve arzusu giderek yoğunlaşıyor ve yaygınlaşıyor. Ezenler bunu bütünüyle kontrollü biçimde; sözü ayağa düşürmeden; egemenliklerini her hangi bir tehlikeye atmadan gerçekleştirmeye; geniş ezilen yığınları her zaman olduğu gibi; değişikliklerin nesnesi olarak tutmaya çaba gösteriyorlar ve büyük bir olasılıkla da bunu başaracaklar. Ancak bu tür yeniden düzenlenme dönemleri, daima bir risk de taşırlar. Gorbaçov'un yapmaya çalıştığı tam da böyle kontrollü bir dönüşümdü. Ama bizzat o kontrollü dönüşüm çabası bir kontrolden çıkmış hareketlenmenin yolunu açtı. Nesne olarak tutulanlar, birden bire o çatlaklardan sızarak ve değişimlerin bir öznesi olma olanağı elde edebilirler. Bu gün sistem bir gömlek değiştiriyor. Yılanların gömlek değiştirdikleri anlar en zayıf anlarıdır. Bu nedenle canlılar o kritik anlarda en tehlikesiz yerlerde bulunmaya özen gösterirler. Egemen sınıflar için de, içinde bulundukları gömlek değiştirme dönemi en zayıf anlarından birini oluşturuyor; değişimin yönü ve nasıl olacağına ilişkin aralarındaki çatışmalar ezilenlere de bir takım çatlaklar sunuyor. Bir kaç ay önce, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların ezici bir çoğunluğu en gerici, özel savaşın destekçisi partileri seçmişti. Öcalan'ın kaçırılması ve uğradığı muamele sonucu Kürtler ve Türkler arasında bütün köprüler yıkılmak üzereydi. Kafkaslar veya Balkanlar'da görülen türden gelişmelerin eşiğine gelinmişti. Adeta ortada hiç bir ışık, hiç bir çıkış yolu yok gibi görünüyordu. İmralı duruşmaları ile birlikte, tersine doğru bir değişim başladı. Bir Türk-Kürt
170 kapışması olanağı büyük ölçüde yok olmuş bulunuyor. Özel savaşçılar ise giderek inisiyatif ve ağırlıklarını yitiriyorlar. Akıllıca hareket edilirse geleceğin hiç de o kadar kötü olmayabileceği beklentisi havada hissediliyor. Deprem gibi felaketler bile, bu havanın güçlenmesine yarıyor. Toplum, sanki onlarca yıllık uykusundan uyanır, onlarca yılda uğradığı aptallaşmadan kurtulmaya çalışır gibi. Gündemi küçük, anlamsız sorunlarla belirleme çabaları eskisi kadar etkili olamıyor. Genel ve temel sorunlara yönelik tartışmalar, öneriler tekrar ilgi buluyor ve bütün manüplasyon çabalarına rağmen zihinlerde yer ediyor. Bir kaç ay içinde, hiç biri sözünü sakınmayan, özünde hepsi aynı toplumsal değişiklikleri öneren programatik metinler ortalığı kaplıyor ve tartışılıyor: Öcalan'ın ifade ve savunmaları; Sami Selçuk'un konuşmaları, Aydınlar Bildirisi; Abant Toplantısı; Kürt aydınları bildirisi vs. . Bir biri peşi sıra bütün toplumsal gruplar programlarını ortaya koyuyorlar. Güçlerini tartıyorlar, bir araya geliyorlar ve güçlerini arttırmayı deniyorlar. Sanki toplum, bilinçli veya bilinçsiz bir değişime hazırlanıyor. Değişimi, dayandığı güçler, ideoloji ve politikada bir değişikliğe yol açmadan sadece devlet cihazının daha modern ve esnek bir örgütlenmeye kavuşturulmasıyla sınırlamak ve bunu da sözü ayağa düşürmeden kontrollü bir biçimde yapmak isteyenler de (Genel Kurmay); dayanılan güçlerin, politika ve ideolojinin oldukça kökten bir değişimini isteyenler ve bunun ordunun vesayetinden kurtulmayla mümkün olacağını savunanlar da var (İkinci Cumhuriyetçiler, ki bunlar da kendi içinde farklılaşıyorlar). Ancak bu günkü bölünme ve tartışma değişimin yolu ve yöntemi üzerine değil; bölünme bir değişim isteyenler ile istemeyenler arasındadır. Bu bölünme öylesine derinleşmiştir ki, devlet cihazını bile sarmış ve en radikal savunucularını bizzat yine devlet cihazının içinden çıkarmış bulunuyor. Bir yanda Yargıtay başkanı bir yanda Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı. Bunların ifade ettikleri eğilimlerin uzun vadede bir arada bulunması olanaksızdır. Ve bu bölünme, değişimin yönü ve yolu üzerine değil; değişimin gerekli olup olmadığı bölünmesidir. Eğer bir değişimin gerekliliğine inanan ve savunan güçler, var olan durumu sürdürmek isteyenleri, yani kısaca savaş rantçılarını tecrit edebilir ve güçlü bir hareket yaratabilirler ise, böyle bir hareket, daha sonra değişimin ne yönde ve nasıl olacağına ilişkin gelişmeler üzerinde de bir etkide bulunabilirler ve kontrollü bir değişimi epey zorlayabilirler. İşte o zaman, kelimenin gerçek anlamıyla sadece bir toplumun geleceğini belirleme anlamında değil; geniş kitlelerin büyük tarihsel deneyler yaşamaları anlamında tarihin hızlandığı bir döneme girilebilir. Bu olasılık şimdi daha güçlü gibi görünüyor. Türkiye denen ülkede yaşayan insanlar önümüzdeki bir kaç yıl içinde daha sonraki on yılların yönünü belirleyecek değişiklikleri yaşacaklar büyük bir olasılıkla. Sorun bu değişmelerin nasıl bir yoldan gerçekleşeceğinde düğümleniyor. Prusya yolundan mı Fransız yolundan mı? Kitlelerin aktif bir mücadelesi olmadan, yukarıdan düzenlemeler; piç olmuş reformlar ve demokratik geleneklerden yoksunluklar yoluyla mı; yoksa kitlelerin değişimlerin bir öznesi olarak ortaya çıkışları aracılığıyla mı? Yarım buçuk, hiç bir demokratik gelenek bırakmayan düzenlemeler mi; pislikleri dev bir süpürge gibi temizleyen, bir kaç gün hatta saat içinde onlarca yıllık yolları
171 aşabilen radikal dönüşümlerle mi? Şu an birinci yol ağırlıkta görünüyor. Ama bizzat bu yola girilmişlik, ikincinin var oluş olasılığını arttırıyor. Böyle bir durumda bize düşen görev nedir? Biz derken kast ettiğimiz, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine inananlar; yani kara değil, insan ihtiyaçlarına ve doğanın dengeli bir kullanımına göre ürettiği zenginlikleri insanlar arasında giderek daha eşitçe paylaştıran ve zenginlik farklarının insanlarda yarattığı tahribata son verecek bir toplumun; kararların bizzat zenginlikleri üretenler tarafından alınacağı bir toplumun her zamankinden daha acil olarak gerekli ve aynı zamanda mümkün olduğuna inananlar; yani o artık değersizleşmiş kavramla sosyalistlerdir. Bu anlamda bizler ne yapmalıyız? Bu içinde bulunulan durumda nasıl bir programımız; nasıl bir stratejimiz, ne gibi taktiklerimiz olması gerekir? Ama biz sosyalistlerin çoğu, böyle bir problemi sağlıklıca tartışabilecek durumda değiliz. Çünkü sosyalistlerin hemen hemen hepsi, geçmiş dönemin anlayışlarına hapis olmuş bulunuyorlar. Ve bu hapis oluş iki düzeyde kendini gösteriyor: Birincisi, sosyalist politika diye bilip öğrendiklerinin, aslında yanlışlığı ve nasıl bir bürokrasinin egemenliğini korumaya yönelik olduğu son on yılların dramatik olaylarıyla kanıtlanmış, sosyalizmle ilgisiz pratikler ve teorilerden ibaret olanlar. Buna, aşağı yukarı, ortalığı kaplamış bütün sosyalist parti ve eğilimlerin çoğunu katmak mümkün. Bunların böyle bir tartışmayı yürütebilmesi için bildikleri her şeyi unutmaları ve sorgulamaları gerekir. Bildiklerinin hepsi ıspanakta demir olduğuna dair yanlış ama yaygın bilgilere benzer. Onların gücü içeriklerinden değil, yaygınlıklarından gelir. İkincisi klasik Ortodoks Marksist geleneği sürdürenler (örneğin Troçkistler). Bunlar elbet en azından tarihsel düzeyde Marksist politikayı biliyorlar ama günümüzün problemleriyle yüzleşmek, hata yapmaktan korkmayarak yeni deneyler ve genellemelere girişmek yerine, bilinmeze duyulan korku ve eski araçlara güvenle yeni dünyanın sorunlarına eski reçetelerle cevaplar vermenin ya da o sorunları eski problematikler içine çekmenin ötesine gidemiyorlar. Dolayısıyla buradaki önermelerimizi, birinci kategoridekilerin anlayıp tartışabilmesi aşağı yukarı mümkün değildir, çünkü gerek tarihe ilişkin bilgileri, gerek kavramsal araçları buna olanak vermez, onlarla her tartışma, olgular ya da kavramsal araçların kullanımı üzerine bir tartışmaya; Marksizmin ne olduğuna dair bir tartışmaya dönüşmek durumundadır. Böyle bir tartışma ise, son duruşmada skolastik bir tartışma olmaktan öteye gidemez. İkinci kategoridekilerle bu bakımdan bir sorun yoktur. Olgular ve kavramsal araçlar hakkında anlayış ortaktır. Bunlarla olan problem, bu günkü dünyanın problemlerini anlayabilmek ve çözebilmek için eski paradigmaların ve kavramsal araçların yeterli olmayacağı önermesinde yatıyor. Söz düzeyinde bunu kabul edenler bile, pratikte eski kavramsal araçların ve paradigmaların ardına sığınıyorlar. Tıpkı, bilmediği bir kültür ve ülkeye göçenlerin, etraflarına bir koza örmelerine benziyor durumları. Açık bir yüzleşme yerine içine kapanma, eski değerlere
172 daha büyük bir sarılma. Bilinmeyen denizlere açılma cesareti göstermektense, sahilden sahilden gitme. Aşağıda tartışacağımız temel önermeleri anlayıp tartışabilmek için, bu klasik Marksist geleneği bilmek şart. Biz o klasik kavramsal temeli kabul ediyor ama onu geliştirmeyi; günümüzün sosyalist politika ve stratejinin sorunlarını tartışabilmek için en azından bir başlangıç noktası sağlamayı deniyoruz. Örneğin, Troçki'nin sürekli devrim teorisi veya Sovyet devletinin sınıf karakterine ilişkin teori veya klasik Marksizm'in tek ülkede sosyalizm olamayacağına dair teorileri bilinmeden ve kabul edilmeden, önermelerimizi tartışmak mümkün değildir. Türkiye'deki sosyalistlerin yüzde doksanı ise bu teorileri, tarihçe doğrulanmış olmalarına rağmen kabul etmezler. Bunlarla bir tartışma olsa olsa skolastik bir tartışmanın, Marksizm'in ne olduğuna dair bir tartışmanın ötesine gidemez. Bu klasik teorileri bilip kabul edenler ise, yaşanan tarihin bu temel önermeleri nasıl bir alt üstlüğe uğrattığını görmekten kaçarlar. Dolayısıyla bu gözü kapayışla bir diyalog ve polemik olanağı bulunmaz. Sonuç olarak önermeler yankısız kalmaya mahkûm olur. Günümüz dünyasındaki gelişmelerin, Klasik öğretide ne gibi alt üstlüklere yol açtığını, klasik öğretideki kavramlarla ve paradigmalarla bu günkü olaylara ve cevap aramanın nasıl tehlikeli sonuçlara yol açabileceğini bir kaç örnekle göze batırmaya çalışalım. Klasik Marksizm'e göre, işçi sınıfı, ya da ücretliler, iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayanlar, kapitalizmi yıkma ve onun yerine eşitlikçi ve modern bir toplum kurma yeteneğindeki tek güçtürler. Modern toplumu ve tarihi bütün eski tarihten ve toplumlardan ayıran temel fark budur. Biz de bu önermeye katılıyoruz. Burada bir sorun yok. Bu işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı önermesine de katılıyoruz. Keza, yine işçi sınıfının birçok tabakalardan meydana geldiği, bunların da, yani zümre çıkarlarının da politik ifadesini bulduğu; sosyalistlerin bu sınıfın genel ve tarihsel çıkarlarını ifade etmesi gerektiği konularında da klasik gelenekle problem yok. Tabii bütün bunlarda, ortalığı kaplamış solla eski problemler de ortada duruyor. Bütün bunlarda problem yok. Ama biz, dünyadaki duruma bakarak, dünya işçi sınıfının zengin ve fakir ülkelerin işçi sınıfı diye bölündüğü; bu bölünmenin eskiden de olmakla birlikte, aradaki farkın artık öylesine büyüdüğü, ki artık bir nitelik değişimine yol açtığı gözleminde bulunuyoruz. Bu gözlem bize, bir çok şeyi açıklama olanağı ve aynı zamanda başka gelişmeleri ön görme olanağı sunuyor. Ancak, klasik görüşlere sığınanlar bu bölünmeye gözlerini kapıyorlar. Aslında, bu kapayışları onları eskiden eleştirdikleri görüşlere doğru yakınlaşmaya itiyor. Örneğin, ortalığı kaplamış sosyalistlerin çoğu için, işçi sınıfının birçok zümrelerden oluştuğu; bu zümre çıkarını öne alan işçi partilerinin olabileceği gibi görüşler çok yabancıdır. Troçkistler gibi klasik Marksizm'i bilenler için bu bakımdan bir sorun bulunmuyor ama onlar, dünya işçi sınıfının siyah ve beyaz işçiler olarak bölünmüşlüğü (burada siyah ve beyaz kavramlarını politik olarak kullanıyoruz
173 beyaz zengin ülkelerin ücretlilerini, siyah yoksul ülkelerin ücretlilerini ifade ediyor) ve bundan gereken sonuçları çıkarmaya gelince, işçi sınıfının içindeki bölünmelere ilişkin eski savunduklarını unutmuş görünüyorlar. Bu gün Batı'daki bir sıradan ücretli ile, üçüncü dünyadaki bir işçi ya da işsiz arasındaki farkın, bir sendikacı ile bir işçi arasındaki farktan defalarca daha büyük olduğu gerçeğine gözlerini kapatıyorlar. Örneğin, bu gün İsviçre ve Mozambik arasında kişi başına düşen gelir bakımından fark 400'e 1'dir. Kaldı ki, bu rakam bile farkın gerçek niteliğini vermekten uzaktır. Bir dilim ekmeği olan ile, bir ekmeği olan arasındaki fark, diyelim ki bire on olsun; bu bire on fark, bir ekmeği olan ile 400 ekmeği olan arasındaki farktan daha büyüktür. Bir ekmekle karnınızı doyurabilirsiniz ama, bir dilimle değil; ve nihayet 400 ekmeğiniz olsa da hepsini yiyemezsiniz. Bu anlamda, yaşama için gerekli girdiler bakımından bakıldığında ve hesaplandığında, farkın çok daha büyük olacağı açıktır. İşin ilginci, bu fark iki yüz yıl önce bire beş idi. Ve bu fark giderek büyümektedir. Ama sadece bu fark değil; zengin ülkelerin insan sayısıyla, yoksul ülkelerin insan sayısı arasındaki fark da giderek büyümektedir. Bu da giderek aşılmaz bir sınır yaratmaktadır; ileri ülkelerin işçisi, artık yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen isteyemez. Bunu istemesi demek, kendi maddi yaşam düzeyinde bir düşüşe razı olması ve bunu istemesi demek olur. Dünya tarihinde hiç bir dönemde, hiç bir sınıf, zümre ya da tabaka bunu istememiş ve bunun için mücadele etmemiştir; aksine, tarihsel deney, en küçük bir imtiyazı korumak için, sınıf, zümre ve tabakaların her yola başvurduklarını gösteriyor. Bir sendikacı ile bir işçi arasındaki fark bile, dünyanın hiç bir yerinde siyah ve beyaz işçiler arasındaki kadar büyük değilken ve Klasik geleneği savunanlar, pekala bir sendikacılar bürokrasisi, işçi bürokrasisi tabakasından, çıkarlarından, partilerinden söz ederken; siyah ve beyaz bölünmesi konusunda susmaları anlaşılır gibi değildir. Ya da çok anlaşılırdır. Bu da, beyaz işçilerin zümre çıkarlarını gizlemenin bir aracıdır. Bu bölünmüşlüğün sonuçları üzerine düşünüldüğünde, bütün eski önermeleri gözden geçirmek; onları bu bölünmüşlüğün ışığında yeniden sınamak gerekiyor. Bu bölünmüşlüğün ilk sonucu şudur: zengin ülkeler ücretlileri, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen için mücadele etmeyeceklerse, insanlık için, klasik Marksist önermelere göre bir umut yoktur sonucuna ulaşmak gerekir. Çünkü Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüksemburg gibi, bütün Ortodoks Marksistler sosyalizmin ancak, ileri ülkelerin işçi sınıfı tarafından gerçekleştirilebileceği var sayımı ve beklentisinden hareketle bütün program ve stratejilerini oluşturuyorlardı. Bu durumda, Marksizm, kökten bir soru ve tavır alışla karşılaşır. Eğer nesnel veriler bakımından, bu bölünmüşlük nedeniyle, en azından kısa ve orta vadede bir umut yok ise, sosyalizm için, sınıfsız bir toplum için mücadele edilmeyecek mi? Bizim cevabımız elbette edilmeli. Ama bu umutsuz bir mücadeledir, bu bilinerek edilmeli şeklindedir. Bu durumda, sosyalizm uğruna bir mücadele her şeyden önce bir ahlaki seçim sorunu olur.
174 Marksizm'in kendine bilimsel sosyalizm demesinin nedeni, tarihte ilk kez kapitalizmin, hem sınıfsız bir toplum için maddi koşulları hem de bu sınıfsız toplumu kurabilecek gücü, ücretlileri yarattığı öngörüsüne dayanıyordu. Ne var ki, bu iki önerme de, son yüz yılın, ya da yarım yüzyılın gelişmeleriyle tarihçe aşılmış bulunuyor. Kapitalist üretici güçlerin gelişimi, sadece sosyalizme yaklaştırmıyor ama aynı zamanda uzaklaştırıyor da. İki anlamda uzaklaştırıyor, hatta olanaksızlaştırıyor. Bir yandan, geçen yüz yılda sınırsız olduğu var sayılan doğayı tahrip ederek veya yok etme olanaklarıyla (atom savaşı, nüklear biyoloji vs. ); diğer yandan, araçların kendisi tarafsız değildir ve aynı zamanda bir ilişkiyi ifade ederler ve onun aracıdırlar da. Otobanları, otomobilleri vs ile, bu günkü uygarlık aynı zamanda sosyalizmin maddi koşullarından bir uzaklaşmaya da karşılık düşer. İkinci önerme, işçi sınıfının tarihte sınıfsız bir toplumu gerçekleştirmeyi isteyebilecek ve bunu yapabilecek tek güç olduğu önermesi de ücretlilerin siyah beyaz bölünmesiyle, en azından kısa ve orta vadede geçersizleşmiş bulunuyor. Zengin ülkelerin ücretlileri gerçekleştirebilecek ama istemeyecek; yoksul ülkelerin işçileri ise; isteyebilecek ama gerçekleştiremeyecek bir durumda bulunuyorlar. Böylece Marksizm yine bilimsel olarak, bu sefer bunun olanaksızlığını kanıtlamış oluyor. Ama eşitlikçi bir sistemin olmazsa olmaz olduğunu düşündüğünden, yine bilimsel olarak kendini inkar ederek bir ütopik sosyalizme dönüşmek gerekliliğiyle karşılaşıyor. Marksizm artık ütopik bir sosyalizmdir, ahlaki bir seçime dayanan bir sosyalizmdir. Ama dendiği gibi, toplumda hiç bir şey mutlak değildir. Bir öngörü bile öngörü üzerinde bir etki yapar. Bu nedenle, çıkışsızlık ve umutsuzluk da mutlak değildir. Durumun umutsuzluğunun bilinci bizzat bir çıkış kapısı oluşturabilir. Dolayısıyla, ütopik ve umutsuz bir durumdan hareket etsek de, mücadele etmek gerektiği sonucu çıkar bundan. Mücadele ise, somut güçlere dayanır. O güçlerin karakterlerinin, çıkarlarının doğru tanımlanmasına ve böylece, bilimsel sosyalizme yani toplumsal gerçekliği daha derinlemesine anlamamızı sağlayan kavramsal araçlara ve metoda, yani tarihsel maddeciliğe olan gereklilik tekrar ortaya çıkar. Ütopik bile olsa bir sosyalizm için mücadelede, tarihsel maddeciliğe olan gereklilik var olmaya devam eder; hem de her zamankinden fazla. Bölünmüşlüğün sonuçları Bu kadar değil elbette. Örneğin, tıpkı teorik fizikte olduğu gibi, bu bölünmüşlük durumundan kaynaklanan modeller geliştirilebilir. Bilinir, teorik fizikçiler, örneğin, bir yıldız yanıp tükendiğinde ne olur sorusunu sormuşlar ve farklı kütle büyüklüklerine göre, beyaz cüceler, atarcalar veya kara delikler gibi maddenin değişik var oluş biçimleriyle karşılaşacaklarını ön görmüşlerdir. Sıradan sağ duyu için, aklın alamayacağı ön görülerdir bunlar. Sonsuz yoğunlukta noktalar, saniyede binlerce kere dönebilen koskoca gezegenler gibi. Sınıfın bölünmüşlüğünü de, mantık sonuçlarına götürüp, olasılıklar üzerine kafa yorulduğunda, pek ala alışılmış görüşlere pek sığmayan, tıpkı kara delikler gibi adeta akla aykırı gelen sonuçlara ulaşılabiliyor. Bir örnek verelim. Zengin ülkelerin işçi sınıfı, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemekten çıkarlı değildir diyoruz. Ama öte yandan, zengin ülkelerin ücretlilerinin,
175 kapitalizmin kimi saldırılarına karşı kendilerini gayet iyi savunabilip, örgütlenebildikleri de bir gerçek. Buradan pek ala şöyle bir durumun olabileceği var sayılabilir. Zengin ülkelerin ücretlileri, pek ala kapitalizmin saldırıları karşısında kendilerini korumak için bir sosyalist devrim yapıp sosyalist bir sistem kurabilirler; ama aynı zamanda; fakir ülkeler karşısında da imtiyazlı konumlarını sürdürmek isteyebilirler ve isteyeceklerdir. Bu fiilen, eski yunan toplumunda olduğu gibi, bir tür köleci sosyalizm gibi bir şey olur. Kendi içinde demokratik organlara dayanan, planlı bir ekonomi, ama aynı zamanda, dışındakilerle eşitsizlik ilişkisini sürdüren bir sistem. Böyle bir olasılık vardır artık. Tıpkı kara delikler gibi, aklın sınırlarını zorlayan bir sonuçtur bu, köleci bir sosyalizm, ama artık bir olasılık olarak ortadadır. Bu olasılık şimdiden bir eğilim olarak da ortada görülüyor. Zengin ülkelerdeki ırkçı partilerin yükselişi kanımızca bu eğilim bir ifadesidir. Bu bölünmüşlük bize zengin ülkelerde ırkçı partilerin yükselişini ve bu partilerin özellikle niye işçiler arasından büyük oylar aldığını çok daha iyi açıklayabiliyor. Ama bu bölünmüşlüğü görmezden gelenler, bu ırkçı partilerin yükselişini hala klasik faşist partilerin yükselişini açıkladıkları modellerle açıklamaya devam ediyorlar. Ama böyle yaptıklarında farkına varmadan, ırkçı bir sistemi bu partilerin yükselişiyle gelecek, gelecekteki bir tehlike gibi koyarak, fiilen yaşanan, dünyanın bir apartheit sistemine dönüşmüşlüğünü görmüyorlar. Böylece fiilen, istemeden de olsa, bu apartheit sisteminin savunucuları haline dönüşüyorlar. Irk ayrımcılığı gelecekteki bir tehlike değildir, şu an gerçekleşmiş bir sistemdir. Tabii bu sistemi görmeyince, ona karşı nasıl mücadele edilebileceği de bir sorun olmuyor bile. Mücadele edilecek güçler hep eski kavramlarla tanımlanıyor. İşçi sınıfının bölünmüşlüğü ve bunun ortaya çıkardığı umutsuzluk durumu program, strateji sorunlarını da toptan gözden geçirmeyi gerektiriyor. Örneğin artık, ülke ölçüsündeki programlarla politika yapılamayacağı gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Artık sosyalist politika ancak, dünya ölçeğinde, evrensel bir politika ve strateji ile mümkündür. Günümüzde bir sosyalist, her hangi bir ülkedeki ve o ülkedeki herhangi bir durum karşısındaki konumunu ancak evrensel ölçüdeki programı ve stratejisinden hareketle belirleyebilir. Evrensel bir durum değerlendirmesi, evrensel bir program olmadan sosyalist bir politika, örgüt, strateji, taktik, hasılı hiç bir şey mümkün değildir. Ulusal ölçekte sosyalist bir program oluşturulamaz, program ancak evrensel olabilir. Evrensel bir program için ise ancak evrensel bir partiyle mücadele edilebilir. Sonuç, biçimsel olarak bir ülkede kurulmuş bir sosyalist parti bile, kendini inkar ederek, evrensel bir parti gibi davranmak ve program geliştirmek zorundadır. Bu önermeler bile, sınıfın bölünmesinin politika bakımından nasıl bir alt üstlük getirdiği konusunda bir fikir verir. Geri bir ülkedeki sosyalist bir hareket ne gibi sorunlarla karşılaşır ki, bu onu evrensel bir programa yöneltir ve ulusal programı olanaksızlaştırır? Geçen yüzyılın sosyalistleri ile bu günün sosyalistleri arasındaki temel fark bu noktada toplanmaktadır. Geçen yüzyılda da klasik Marksist görüşlere sahip sosyalistler, her hangi bir ülkede sosyalizm kurulamayacağını biliyorlardı, ama bir ülkede iktidara gelip, ileri ülkelerin devrimine doğrudan veya dolaylı bir etkide bulunma ve onu bekleme opsiyonu var olmaya ve
176 dolayısıyla belli ülkelerin sosyalistlerine ülke çapında bir program geliştirme ve politika yapmaya imkan sunuyordu. Yirminci yüzyılda ise, bürokrasinin "Tek ülkede sosyalizm" teorisinin bütün sosyalist ve işçi hareketinin büyük bölümüne egemen olmasından ve klasik Marksist anlayışların unutulmasından sonra; bir ulusal programın bile ancak, yeryüzü ölçeğindeki bir program ve stratejinin parçası olabileceği; her hangi bir ülkede devrimin amacının o ülkede sosyalizmi kurmak değil (zaten kurulamayacağından) dünya sosyalist devrimine azami katkı olması gerektiği unutulduktan sonra, sosyalistler için ülke ölçüsündeki programlar; mümkün olup olmadıkları üzerine tartışma gerektirmeyecek dogmalardı ve bugün de geçmiş dönemin sosyalistlerin çoğu için da hala öyle. Onları bir yana bırakıp, klasiklere bakalım. Geçen yüzyılda, Marks-Engels sosyalizmin kaderinin İngiltere'de belirleneceğinden hareketle, geri bir ülkede devrimin başlaması halinde, ki o zamanlar Avrupa'nın geri ülkesi Almanya idi, şu formülasyonu öne sürüyorlardı: Almanya başlar, Fransa sürdürür, İngiltere tamamlar. Çözümlemeler, stratejileri, programları hep Fransız Proletaryasının sürdüreceği ve İngiltere proletaryasının tamamlayacağı ön kabulüne dayanıyordu. Onlar şöyle bir soruyu akıllarından bile geçirmediler. "Ya Fransa sürdürmez ve İngiltere tamamlamaz ise" ne olacak? Bu otomatikman umutsuz bir durum yaratırdı. Aynı yaklaşım klasik Marksist gelenekleri sürdüren Troçki ve Lenin'ler kuşağı için de geçerliydi. Onlar da, Rusya gibi bir ülkede sosyalizm kurulamayacağını biliyorlar ve Almanya'nın devam edeceği; batı proletaryasının bir gün yardıma geleceği kabulüne dayanarak program ve stratejilerini geliştiriyorlardı. Onlar da şu soruyu sormayı akıllarından bile geçirmediler. Ya batı proletaryası yardıma gelmez ise? Zaman zaman kimi akıl yürütmelerinde batı proletaryasının yardıma gelemeyeceği gibi durumlara atıf yaptıkları görülebilir ama bu, batı proletaryasının sosyolojik niteliklerinden değil, belli tarihsel konjonktürsel nedenlerle yardıma gelemeyeceği bir durum olarak ele alınır. Yani devrimci bir kriz olmayabilir veya kriz olsa bile iktidarı alacak öznel özellikler gösteremez vs. . Ama sorunun bugün olduğu gibi, konjonktürsel ya da sübjektif sorunlardan öte, sosyolojik olarak, batı proletaryasının bunu istemeyeceği tarzında bir tartışılması ve ele alınışı yoktur. Buna rağmen, yapısal nedenlere dayanmayan olumsuz öngörüler durumunda bile, örneğin Lenin'in 1905'te yazdığı: Avrupa'da bir devrime yol açmadığı takdirde Rusya'da demokratik bir devrimin bile ayakta kalamayacağıdır. Dün akla bile gelmeyen, geçici bir opsiyon olarak bile akla geldiğinde, durumu umutsuz kılan bu olasılık, hem de sadece konjonktürsel ya da öznel nedenlerle değil, yapısal nedenlerle bir gerçek olmuştur. Batı proletaryasının yardıma gelmesi söz konusu değildir. En azından kısa ve orta vadeli göstergeler bu yöndedir. Ama sadece bu kadar da değil. Rusya büyük bir ülkeydi, o zamanlar dünya proletaryası ve ezilen ulusların konumları farklıydı. Emperyalistler arası çelişkiler oldukça derindi ve bir savaştan yeni çıkmışlar yeni bir savaşın öncesindeydiler. Bütün bu farklı güçler arası çelişkiler, herhangi bir
177 ülkede devrimin bir süre ayakta kalması için koşullar sağlayabiliyordu. Hemen olmasa bile, eğer dengeler akıllıca kullanılabilirse (bu arada bürokratik deformasyonların ve karşı devrimlerin vs. olmadığını var sayıyoruz) en azından uzunca bir süre ayakta kalabilme olanağı küçük de olsa vardı. Daha sonra, Rusya ve Amerika arasındaki denge de, kısmen böyle bir direk bir askeri müdahaleye uğramadan ayakta kalabilme olanağı sunuyordu. Ama bu günün dünyasında bu olanak yitirilmiş durumdadır. Önce bunun farkında olan işçi ve köylüler böyle bir maceraya girmek istemeyeceklerdir. Ama girdiklerini ve bir sosyalist devrime doğru evirildiklerini var sayalım. Bir zamanlar Rusya'da olduğu gibi, yeryüzünün altıda birinde; dev gibi bir ülkede olmayacaktır bu devrim. Bir zamanların İngiliz işçileri veya Alman bahriyelileri gibi emperyalistlerin içindeki müttefikleri olmayacaktır. Ezilen uluslardan müttefikler bulamayacaktır. Usta bir diplomasi ve dengeleri güttüğünü ve böylece bir askeri müdahaleye uğramadan ayakta kaldığını var saysak bile, sadece iktisadi baskılar ve emek üretkenliğindeki geriliği nedeniyle planlı bir ekonomi kurup geliştirmesi ve ayakta kalması ve İleri ülkeler işçilerinin yardıma gelebileceği bir tarihsel dönemi beklemesi olanaksız olacaktır. Ama sadece bu kadar da değil. Marksların, Leninlerin, Troçkilerin kafa yormadığı başka bir sorun da var. Onlar için insanlığın yok oluş tehlikesi, canlı hayatın var oluş koşullarının yok oluşu tehlikesi yoktu. Onlar pratik olarak doğayı sonsuz kabul ediyorlardı ve o günün dünyası için bu tür bir kabul bir problem oluşturmuyordu. Çevre kirlenmesini ve Atom savaşını kast ediyoruz. İnsanlığın önünde, bir elli altmış yıl olduğunun bir garantisi yok. İnsanlık bir gökdelenin tepesinden atlamış bir insana benzetilebilir. Yere çakılıncaya kadar o insana hiç bir şey olmaz. Şu anki duruma bakıp, henüz yerin çok uzak olduğu düşünülmemelidir. İnsanlık her an yere çakılabilir. Yani birikim ani bir sıçrama noktasına, kritik kütleye erişip yeryüzünden en azından "yüksek" canlıların var oluşunu mümkün kılan koşulları ortadan kaldırabilir. Kaldı ki, bazen durumun farkına varılıp harekete geçilse bile çok geç olabilir. Yani paraşütünüzün pimini çekersiniz ama, yere o kadar yakınsınızdır ki paraşütünüzün açılıp sizin hızınızı kesecek kadar zaman ve yolu yoktur artık. Geç kaldığınız için yok oluşunuz mukadderdir. İnsanlığın hangi durumda olduğunu bilmiyoruz. Problem şuradadır: durum öğrenildiğinde çok geç olacaktır. Dolayısıyla burada tarihte ilk kez, durumun henüz bilinmemesi bir umut kapısıdır, hala geç olmadığına dair bir umut besleyebilirsiniz. Durum bu iken, yani tümüyle umutsuz iken, geri bir ülkenin sosyalisti ne yapabilir? Geri ülkenin sosyalistine, doğanın sınırlılığı; çevre kirlenmesi, Atom savaşı; Nükleer enerjinin insanlığın geleceğini ipotek etmesi; bir atom savaşı gibi sorunlar zaten çoğu kez biraz fantezi; zengin ülkelerin insanlarının dertleri olarak görünüyor. Dolayısıyla bu tür problemleri gündemine almıyor. Bunları bir yana koyup aldığında ise, durumun umutsuzluğu karşısında şu tavır görülüyor: Durumun umutsuzluğunu görüp, gerçekçilik adına kapitalizm çerçevesinde iyileştirmeler ve demokrasi ile kendini sınırlamak. Gerçekçilik adına statükonun peşine takılmak. Dolayısıyla
178 ezilenlere kapitalizm çerçevesinde insanlığın bir çıkışı varmışçasına sahte hayaller yaymak ve en iyi durumda sosyalizm uğruna mücadeleyi geleceğe atmak. (Reformist sosyalist akımlar) Diğeri ise, durumun ümitsizliğini görmezden gelmek: sosyalizm ve devrim güçlerinin ne kadar güçlü olduğunu, kapitalizmin krizden krize yuvarlandığını vs. anlatarak gerçeğe gözlerini kapamak ve ezilenlere sahte hayaller yaymak. (Radikal sosyalist akımlar) Ama her iki tavır da aynı gizli varsayımdan yola çıkmaktadır: Durum umutsuz ise sosyalizm için mücadeleye girmek anlamsızdır. Bu gizli varsayımı ikisi de paylaşmakta, tam da bu varsayımı paylaştıkları için bir kutuplaşma oluşturmaktadırlar. Küçük burjuva radikalizmi, durumun umutsuzluğunu gizlemekte, bu gerçeklikten söz etmeyi sosyalizm uğruna mücadeleyi baltalamak olarak görmekte ve karşısındaki burjuva sosyalizminin çıkarsamasına saldırmaktadır. Demektedir ki, iste bakın durumun umutsuzluğunu görenler ve söyleyenler nereye gidiyor? Var olan gerçekliğin karşısında kölece teslimiyete, burjuvaziye kapılanmaya veya sosyalizm uğruna mücadeleyi bilinmez bir geleceğe ertelemeye. Ama bunu söyleyen küçük burjuva sosyalizmi, gerçekliğe gözlerini kapadığı için, günümüz dünyasıyla ilgisiz, onun gerçek sorunlarını görmeyen bir slogancılığa ve taşlaşmaya yuvarlanıyor. Bunun karşısında burjuva sosyalizminin reel politikerliği, bu taşlaşmış, gerçeklikle bağı kopmuş radikalleri bir korkuluk gibi göstererek ve gerçekçilik adına kapitalizm çerçevesindeki iyileştirmelerle yetinmenin teorisini yapıyor. Hamamın namusunu kurtarmak isteyip hala sosyalizm diyenleri ise, sosyalizm uğruna mücadeleyi, demokratik mücadelenin sonrasına, bilinmez bir geleceğe atıyor ve en iyi durumda demokrasinin sosyalist mücadele için elverişli koşullar sunacağı düz mantığının ardına gizleniyor. Gerek küçük burjuva sosyalizminin dogmatizmi ve öznelciliği, gerek burjuva sosyalizminin pozitivizmi ve nelnelciliği (objektivizmi) birbirini doğurarak ve birbirlerine haklılık kazandırarak ortalığı kaplıyorlar. Ama her ikisi de aslında şu ortak ve gizli var sayımı paylaşıyorlar: durum umutsuzsa sosyalizm için mücadelenin anlamı yoktur. Biz ise, bu onların gizli varsayımına karşı çıkıyor ve her ikisinden farklı bir pozisyonu tutuyoruz: Diyoruz ki, hiç bir şey önceden yüzde yüz belirlenmiş değildir. Toplumsal süreçlerde nasıl yukarıda öngörüden söz ederken öngörünün kendisinin bile toplumsal süreçler üzerinde şöyle veya böyle bir etkide bulunacağını belirttiysek; umutsuzluğun bilinci ve umutsuzluğa rağmen sosyalizm uğruna mücadele bizzat o umutsuz durum üzerinde bir etkide bulunabilir. Diyalektik yaklaşım böyle olmalıdır. Yaşanan tarih yaşanabilecek tek tarih değildi, yaşanacak tarih de yaşanabilecek tek tarih değildir. Filimi yeniden oynattığınızda aynı filmi göreceğinizin hiç bir garantisi yoktur. Diyoruz ki, sosyalizm uğruna mücadele umut var olup olmamasına indirgenemez. Umut yoksa, çok daha gereklidir. O toplumsal gereklilikten çıkar, mücadele edilmediği takdirde insanlık yok olacaktır, ama mücadele edilirse belki zayıf bir olasılık ta olsa, var olmaya devam edebilir.
179 Diyoruz ki, sorun tarihin tekerleğinin sosyalizmden yana dönüp dönmediği değildir. Sorun, ahlaki bir seçimdir. Ezen var, ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Umut var mı, yok mu? Bunun önemi yoktur. Ve nihayet, umutsuzluğun insanların mücadele azmini baltalayacağı da hiç bir tarihsel ve toplumsal tecrübeyle uyuşmaz. Aksine umutsuz durumlardır insanları en gözü kara ayaklanmalara sürükleyenler. Umut kaybedilecek bir şeydir de. Kaybedecek umudu bile olmayanlar en kökten ve cesur savaşlara girebilirler. Umutsuzluğun bilinmesi ve bilinci savaşı baltalamaz, aksine, onu çok daha güçlü, uzun soluklu ve radikal yapar. Bugün durumun umutsuzluğunun bilinmesi gerçek bir mücadelenin ve evrensel program oluşturulmasının olmazsa olmaz koşuludur. Umutsuzluktan, kapitalizm çerçevesinde iyileştirme ve demokratik istemlerle kendini sınırlayan bir program çıkaranlar; kapitalizm devam ederse insanlığın bir çıkışı, yoksulluğu ortadan kaldırılması mümkünmüş gibi bir hayal yayıyorlar ve kapitalizmin her koyun kendi bacağından asılır felsefesini çok başka bir düzeyde tekrarlayıp yaygınlaştırıyorlar. Küçük burjuva radikaller de, zaten umut varmış gibi koyup, sahte hayaller yayıyorlar. İkisi de sahte hayaller yayıyor. Ama umut karşısındaki bu kökten farklı konum, kategorik bir farklılık olmakla birlikte sosyalizm uğruna mücadelenin somut programatik sorularına bir cevap getirmez, sadece o yöndeki bir arayışa temel sağlar. Her hangi bir geri ülkede, sosyalist bir devrimin başarılıp ayakta kalmasının ve ileri ülkelerdeki devrimi beklemesinin olanaksızlığı bu devrimi bir salto mortale atmak zorunluluğuyla yüz yüze getirir. Yani her devrim ya herro ya merro demek zorundadır. Her devrim bir ülke çapında bir değişim isteği olmaktan çıkıp insanlığın önüne bir program koymak ve bunun uğruna savaşa dönüşmek zorundadır. Diğer bir deyişle, çıkışsızlıktan kurtulmak için: gerek hedeflerde, gerek o hedefleri gerçekleştirecek güçlerde (öznede) bir ölüm saltosu, diğer bir deyişle evrenselleşmek gereklidir. Hedefler, yani Programatik düzeyde bu evrenselleşme sadece bir zorunluluktan değil, programın içeriğinden de gelmektedir. Bunu kısaca açıklamayı deneyelim. Marks, Paris Komünü deneylerini sistemleştirirken, azınlığın çoğunluğu baskı altına almasının bir aracı olarak şekillenmiş devlet cihazının, çoğunluğun egemenliğinin bir aracı olarak fonksiyon göremeyeceği, dolayısıyla ezilenlerin, var olan devlet cihazını parçalamak ve artık kelimenin gerçek anlamında devlet olamayan bir devlet aracıyla sosyalizme doğru yol alabilecekleri sonucunu çıkarmıştı. Dolayısıyla, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki proletarya diktatörlüğü de denen geçiş döneminin gerekliliği, bu dönemde Paris Komünü tipinde bir devlet cihazının da gerekliliğiyle tamamlanıyordu. Sonraki dönemde sosyalist mücadelelerin tarihi bize sadece siyasi araçların değil (yani devletin değil), maddi ve manevi araçların da sosyalizme gidiş için kullanılamayacağını kanıtlamış bulunuyor. Klasik Marksizm açısından, teknik ve maddi araçlar tarafsız kabul ediliyorlardı. Ancak, son yüzyılın tecrübeleri, işçiler nasıl burjuvazinin devlet cihazını kullanamazlar ise,
180 burjuva uygarlığın maddi araçlarını da sınıfsız bir topluma gidiş yolunda kullanamayacaklarını gösteriyor. Dolayısıyla, proletarya diktatörlüğü de denen geçiş dönemi, aynı zamanda burjuva uygarlığını maddi araçlarının tasfiyesini de içeren bir geçiş dönemi olmak zorundadır. Ama bunun Programatik anlamı şudur da: işçiler artık sadece siyasi ve iktisadi düzeydeki teklif ve taleplerle programlarını şekillendiremezler, onlar burjuva uygarlığı karşısında başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar. Başka bir uygarlık ise, sadece iktisadi, (meta üretimine son verilmesi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin iptali ve insanların ihtiyaçlarına ve doğanın imkanlarına yönelik bir demokratik planlama) siyasi (Paris komünü tipi, büyük çoğunluğun egemenliğinin aracı olabilecek ve onun kontrolü dışına çıkıp ondan bağımsızlaşamayacak bir "devlet" cihazı) ve maddi uygarlığa ilişkin (otobanların, otomobillerin, reklamların, atom santrallerinin, devasa fabrikaların, mono kültürlerin vs. tasfiyesi) değişikliklerden ibaret olamaz. O bu günkü uygarlığın temel örgütlenme biçimine ve değer sistemine de yönelmek ve bugünkü uygarlığın biçimiyle uzlaşmaz kendi biçimini yaratmak zorundadır. Bu temel örgütlenme biçimi ne olabilir? İnsanlık tarihinde kabaca, uygarlık öncesi toplumların temel örgütlenme biçimi kandaşlık ilişkileriydi. Basit meta üretimine dayanan sınıflı toplumların ve antik uygarlıkların temel örgütlenme biçimi dinler oldu. Modern burjuva uygarlığının temel örgütlenme biçimi, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulus oldu. Ve bunların her biri, bir öncekini içinden parçalayarak; onu bir kenara iterek; anlamını ve içeriğini değiştirip kendisine tabi kılarak egemenliğini kurdu. Her biri değeri ile uzlaşmaz bir çelişki oluşturdu. Antik uygarlıklar için, kandaşlık ilişkilerini sürdüren toplumlar kanı helal kitapsızlar ve kâfirlerdi. Kandaşlık ancak, orijinal anlamını yitirip, dinsel uygarlığa eklemlendiği ölçüde kabul edilebilir oldu. Modern ulusçuluğun dinle ilişkisi de farklı olmadı. Dini kişinin bir inanç sorunu yaparak, özel alana hapsetti ve kendisine tabi kıldı. Her ikisi de, önceki örgütlenme biçimlerinin içinden onları parçalayarak egemenliğini kurdu. İslam ilk kez aynı soydan insanları din kardeşleri ve kafirler olarak karşı karşıya getirdi. Uluslar aynı dinden insanları, farklı uluslara göre bölerek karşı karşıya getirdi. O halde, ezilenlerin uygarlığı, burjuva uygarlığının bu temel örgütlenme biçimini reddediş; onu, ulusu bir inanç ve tercih sorunu yapanlar ve yapmayanlar arasında bir bölünmeyle ortasından parçalama; tıpkı İslam'ın kan kardeşlerini birbirine düşürmesi; tıpkı ulusçuluğun kan ve din kardeşlerini birbirine düşürmesi gibi; ulus kardeşlerini de birbirine düşürmek; bütün ulusların içinden ulus kardeşliğini reddedenlerden bambaşka bir kardeşlik ilişkisi yaratmak zorundadır. Bu ise, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusu, tıpkı din gibi, kişinin bir inanç ve seçim sorunu yapmak; ulusal olan ile politik olan arasındaki bağı koparmaktan geçer. Bunu yaptığınız an ise, bütün ulusal devletlerin, yani burjuva uygarlığının var oluşuna saldırmış olursunuz. Dolayısıyla programınız artık, sadece ulusal ölçekte ayakta kalamayacağı için değil, tam da bu içeriğinden dolayı evrensel (uluslararası değil, uluslar arası zımnen ulusalı kabul eder ve yeniden üretir) olmak zorundadır.
181 Ve böyle bir program ise, aynı zamanda, işçi sınıfının bölünmüşlüğünü yaratan bu günkü apartheit sistemine karşı bir program anlamını da taşır. Ulusların, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, zımnen en sosyalistlerce bile olası tek biçim olarak anlaşılması ve kabulü; bu günkü apartheit sisteminin katlanılmazlığının ve insanlık dışılığının görülmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Bu sistem, ulusların sınırlarının ve devletlerinin meşru bir hak olduğu anlayışının ardına gizlenerek varlığını sürdürmektedir. Böyle bir program her şeyden önce bu anlayışa bir saldırı olur; bu meşruiyeti sorgular ve bu günkü apartheit sisteminin temellerini dinamitler. Her hangi bir ulusal çaplı program ise, bu apartheit sistemini meşrulaştırır ve o sistem içinde bir düzenleme anlamı taşır. En fazlasından, zenginler arasına katılma anlamına gelir. Dolayısıyla, ulusal ölçekli programlar fiilen gerici programlar olarak ortaya çıkarlar dünya ölçüsünde. Artık her hangi bir ülkedeki sosyalist bir parti veya hareket, nitelikçi ve içerikçe evrensel ölçekte politika yapmak ve evrensel ölçekte bir programa sahip olmak zorunda olduğuna göre o bu evrensel program ve stratejiyi, sadece belli bir devletin sınırları içindeki taktik durum çerçevesinde uygulamakta farklı bir pozisyona sahip olacaktır. Varolsun veya olmasın, her hangi bir ülkedeki sosyalist parti, bir dünya partisinin seksiyonu gibi çalışmak zorundadır. Programı da dünya partisinin programı olmak zorundadır. Onun yapacakları sadece bu genel strateji ve program içinde taktik bir anlama sahip olabilir. Bugün, yeni bir döneme girilirken, ortalığı kaplamış bulunan eski dönemin anlayış ve perspektiflerine hapis olmuş sosyalistlerin bağımsız bir bayrakları ve programları bulunmamaktadır. Sosyalizmden söz ediş, ya uzak bir geleceğe ilişkindir ya da bir ülke ölçüsünde bir sosyalist devrimin yaşama sansının olmadığı gibi bir gerçeğe gözlerini kapamakta ve programını da klasik anlayışlara dayandırmaktadır. Yeni bir uygarlığın tasarısı ve evrensel bir program yoktur. Diyelim ki, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanlar gerçekten devrimci bir kabarış yaşayacaklar ve bu günkü sistemi alaşağı edecekler. Bu kabarış kendisini demokratik karakterde görevlerle sınırlamak zorunda kalacaktır. Ezilen insanlar sosyalistlerden çok daha gerçekçidirler çünkü. Ama kendini demokratik görevlerle sınırlamış bir devrim, Türkiye gibi bir eşik ülkede ve bu günün dünyasında beyazların arasına katılmış, bir tür emperyalist bir ülkeden başka bir şey yaratmaz. Hatta bırakalım emperyalisti bir yana, zenginler arasına katılmış bir ülkeden başka bir şey yaratmaz. Bu ise bu günkü apartheit sistemi içinde bir yer değiştirmeden başka bir anlama gelmez. Burada bölünmenin sonucu bir başka önermeye varıyoruz. Demokratik görevlerin yapılması, ülkeyi beyazlar arasına katacağından, yani imtiyazlılar arasına katacağından, beyazlığı ve imtiyazlılığı sorgulamayacağından; beyazlar arasına katılmış bir ülkenin ücretlileri ise sosyalizm için savaşmak; yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen için savaşmaktan çıkarlı olmayacağından; sosyalizmden uzaklaşma sonucu verecektir. Yani demokrasi ile sosyalizm arasındaki klasik ilişki de parçalanmış bulunmaktadır.
182 Klasik ilişkide, on dokuzuncu yüz yılda, demokratik görevlerin gerçekleştirilmesi; sosyalist devrim için daha uygun koşullar anlamına geliyordu; yirminci yüzyılda ise, demokratik görevlerin gerçekleştirilmesi fiilen sürekli devrim teorisinde açıklanan dinamikler nedeniyle sosyalist bir devrim sonucunu veriyordu; ama bu gün ne on dokuzuncu yüz yıldaki gibi yaklaştırmakta ne de fiilen sosyalist bir devrime dönüşmektedir; kendini demokratik görevlerle sınırlama, fiilen kapitalizm için ideal koşullar, bu da Türkiye gibi bir ülke için, zenginler arasına katılma ve de dolayısıyla sosyalizmden uzaklaşma sonucunu verir. Demokrasi ile sosyalizm arasındaki klasik bağ kopmuş bulunuyor. Bu ise, bir ülke çapında politika bakımından yeni sorunlar getiriyor. Elbette bundan demokrasi uğruna mücadeleyi küçümsemek ve ona karşı savaşmak gerektiği sonucu çıkmaz. Demokrasi mücadelesi desteklenmelidir, ama sosyalizmi yaklaştıracağı için değil, bizzat bu mücadele bambaşka dinamikleri harekete geçireceği; ezilenlerin eğitimine muazzam bir katkı sunacağı gibi gerekçelerle; tıpkı ücret artışı için yapılan bir grevin desteklenmesi gibi. Bu mücadele esnasında sosyalistler bu ayaklanmış insanlara ne demelidirler? Ortalığı kaplamış var olan eskinin anlayış ve perspektiflerini sürdüren sosyalistlerin dediği gibi: "Gelin devrimi sosyalist devrime çevirelim, burada bir sosyalist ülke kuralım mı? " Hayır. Böyle "sosyalist bir ülke"nin kurulmasının mümkün olmadığını söylemektir bugünün sosyalistinin görevi. Bunu söyleyenlerin sahte hayaller yaydığını söylemektir öncelikle bu günün sosyalistinin görevi. Ama şunu de eklemelidir: Bu çıkmazdan çıkışın tek yolu var: dünyayı sosyalist yapmaya kalkmak; Türklerin ve Kürtlerin Kürt ve Türk olmaktan çıkmaları: Bir ölüm perendesi. Biliyoruz, bu olasılık son derece zayıftır. Bir kitle hareketlenmesi ve radikalleşme durumunda bile demokrasi seçeneği, Türk ve Kürtlere var olan sistem çerçevesinde zenginler arasına katılmak ve Orta doğuda bir güç olmak şansı sunmaktadır. Hiç biri daha ötesine gitmek istemeyecektir muhtemelen. Ama bir kitlesel hareketlenme daima bir bilinmezlik unsurunu; çılgınca bir şeyler yapma unsurunu da içinde taşır. Küçük küçücük bir ihtimal de olsa, radikalleşen yığınlar kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaktan vazgeçip; bir ölüm perendesi daha atarak kendileri olmaktan çıkabilirler. Ama bunun olabilmesi için, her şeyden önce, böyle bir gerekliliği öneren ve programlaştırmış sosyalistlerin varlığı gereklidir. Her hangi bir ülkedeki sosyalist devrim, yaşamak ve gerçekleşebilmek için bütün diğer ülkeleri parçalamak zorundadır. Bütün diğer ülkelerdeki gayrı memnunları; ezilenleri içeren bir program geliştirmek zorundadır. Zaten, değişik bir uygarlığı taslaklaştırmak bu da demektir. Evet, belki zengin bir ülkenin ücretlisi, bir işçi olarak maddi imtiyazlarının kölesi olduğundan, işe gitmekten başka bir işe yaramayan arabasını terk etmemek için geri ülkelerdeki milyarlarca insanla eşitlikçi bir düzen içinde yaşamayı istemekten kaçacaktır. Ama o işçi, aynı zamanda, yalnızlığından dolayı; yaşamının anlamsızlığından dolayı; metalaşmış ve soğuk insani ilişkilerden dolayı; her sabah işe giderken kullandığı arabasından çıkan gazların doğadaki tahribatından dolayı; parçalanmış yaşamından dolayı pek ala kazanılabilir ya da en azından tarafsızlaştırılabilir. Bir
183 ülkedeki bir sosyalist devrim, onlara sizlere daha fazla bir sözde maddi refah sunmuyoruz, sunamayız ama manevi olarak daha doygun ve zengin bir hayat sunabiliriz diyebilmelidir. Böyle bir program ise, gelişmiş ülkelerin hala eski ücret artışları ve sosyal iyileştirmelerden başka bir şey önermeyen ve yakından bakınca zengin ülkeler işçisinin insanlık için bir program geliştirmek istemeyeceği eğiliminin ifadesi olan radikal sol grupları ve reformist partilerince veya gelişmiş ülkelerin insanlarının problemlerini, zenginliğin problemleri gibi görüp snopça bulan geri ülke sosyalistlerine egemen yaklaşımlarla geliştirilemez. Yollardaki köpeklere ve köpek boklarına bakıp: "Bunlar insanlara köpekler kadar değer vermiyorlar. Köpeklere harcanan milyarlarla şunlar yapılırdı" diye tepki gösteren ve o köpek boklarının ardındaki son derece insani ve bir yanıyla umudun tek kaynağı olan yalnızlıktan kurtulma çabasını ve kapitalizme bireysel direnişi görmeyen yaklaşımlar hiç bir zaman böyle bir programı geliştiremez. Gelişmiş ülkelerin insanlarının problemleri karşısındaki bu hor görü; bu anlama yeteneksizliği feminizmden ekolojiye her alanda görülebilir. Bu anlayışlarla dünyanın tüm gayrı memnunlarını birleştirme yeteneğinde bir program geliştirilemez. Bunun için de, her hangi bir ülkenin sosyalisti, öncelikle her hangi bir ülkenin sosyalisti olmaktan çıkmak, bir kozmopolit olmak, yani önce kendisi bir ölüm perendesi atmak zorundadır. Evet, bir sosyalist olarak, alışılmış anlayışların dışında bir programımız ve stratejimiz olması gerekiyor. Her halükarda ayrı durmayı bilmek gerekiyor. Ama ayrı durmayı bilmek kadar, birlikte vurmayı da bilmek gerekir. Sadece bir çağrı yetmez, somut gelişmeler karşısında, her durumda bu programla bağlantılı bir politika da, taktikler de gerekmektedir. Bir yanda umutsuzluktan yola çıkış; bu umutsuzluğun sorunlarını aşabilmek için tek umut olarak evrensel program ve diğer yanda somut günlük politika: bu ikisi arasında muazzam bir uçurum; eskisinden farklı ilişkiler olacağı açıktır. Bu ilişkilerin mahiyeti nedir? Nasıl olmalıdır? Ortaya ne gibi sorunlar çıkarmaktadır? Örneğin kendini demokratik görevlerle sınırlayan, ya da zaten niteliği gereği demokratik bir karakteri olan ama aynı zamanda bir baskıya, bir sömürüye karşı niteliği; bir ezilen hareketi olma niteliği olan hareketler karşısında nasıl bir tutum almak gerekir? Burada klasik anlayışları aşamayan bütün radikal sosyalistler birden bire ipin ucunu kaçırıyorlar. Bunlar, kendisini demokratik görevlerle sınırlamayı eleştiriyorlar, sınırlamamasını istiyorlar. Ama bu isteyişleri, gerçek problemlere gözlerini kapayarak, klasik sosyalizm anlayış ve programları çerçevesindedir. Bunlar böyle yaparak, sosyalizmin bayrağını yüksek tuttuklarını, devrimci bir tavır sergilediklerini düşünüyorlar. Ama tabii zerrece inandırıcılıkları olmuyor gerçek sorunlara gözlerini kapadıkları için. Reformist sosyalistler için ise, sosyalizm geleceğin bir sorunu olduğundan ortada bir sorun bulunmuyor. Ama bizim gibi, sosyalist bir program için çağrıyı günün acil görevi olarak görenler nasıl davranmalı? Kaba bir mantıkla, demokratik görevler zaten imtiyazlılar arasına katılmaya yol açar bu bizi ilgilendirmez mi demelidirler? Hayır. Tıpkı bir işçi grevi gibi bakmak gerekir bu mücadelelere. Örneğin, işçiler daha fazla ücret için mücadele ediyor. Bu da son duruşmada, kapitalizmi daha rasyonel yapmaktan başka bir sonuç
184 vermez. Onlar bu nedenle; kapitalisti mülksüzleştirmek için mücadele etmediklerinden dolayı kınanamazlar. Ama belki bu mücadele içinde, daha fazla ücretten daha başka şeyler için de mücadele etme gereğini anlayabilir ve bu uğurda savaşa girebilirler. Önemli olan, sonucu ne olursa olsun, işverenlere karşı her grevi desteklemek gerektiği gibi bu grevi desteklemek ve onun başarısı için çalışmak ama aynı zamanda bunun özünde hiç bir şeyi değiştirmeyeceğini de söylemek ve ayrı durmak; ayrı bir bayrağı olmak. Genel olarak demokratik hareketler karşısındaki tavır bu olmalıdır. Yani mücadeleyi hedeflerinden dolayı değil, hedeflerinden öte, ezilenin ezene karşı bir mücadelesi olarak desteklemek gerekmektedir. Ayrıca her grev başarıyla sonuçlanacak diye bir kural da yoktur. İşçiler, çoğu kez, başlangıçtakinden de kötü şartlara razı olarak uzlaşmalar yapmak zorunda kalabilirler, bazen de öyle yenilgiler alırlar ki, bütün kazançlarını yitirebilirler. Her şeyi yitirmemek için, çok kötü uzlaşmalar yapmak zorunda kalabilirler. Bütün bunlardan dolayı işçiler kınanamaz. Görev uzlaşma yaptıkları için onlara karşı çıkmak veya eleştirmek değildir. O uzlaşmanın azami kazançla olabilmesi için çaba göstermektir. Ancak böyle mücadeleler içinde programımızı insanlar ciddiye alabilirler. Ancak bu klasik tavır da sorunun sadece bir yanını ele alır. Örneğimiz işçi hareketini düşündüğümüzde, işçi hareketi zaten bizim dışımızda başka bir özne de oluşturmaz. Yani biz de işçilerin içinde bir işçiyizdir, toplumsal konumumuz bakımdan bir fark yoktur; Programatik ve stratejik bir farklılığımız vardır. Programatik bakımdan bütün ezilme biçimlerine karşı olmak; stratejik olarak farklı özneleri bir araya getirmek ile somut mücadele içinde değişik özneler karşısında tavrın ne olacağı ciddi bir sorundur. Çünkü çoğu kez, diğer özneler karşısında onların içinden içinde bir konumda değil; onların dışında ve ezen bir konumda olabilirsiniz. Ve toplumda sadece işçi hareketi yok. Geçen yüzyılın ve yirminci yüzyılın sosyalistleri için bir problem olmamış bir başka sorun var. Bizim dışımızda da başka özneler var. Bir sosyalist olarak ne kadar ezilenden yana olsak da, diğer özneler karşısında ezen konumda olabiliriz. Örneğin, bir erkek sosyalist olarak, kadın hareketi karşısındaki destek, işçileri desteklemekten çok daha başka bir niteliğe sahiptir. Burada dıştan, hatta onları ezenlerin arasından bir destek gerekmektedir. Burada kendi konumuna ihanet etmek gerekir. Kimilerinin sandığının aksine, sosyalist ya da işçi olmak kimseyi ezen cins, ulus ya da ırkın fiili üst konumunu yaşamaktan alıkoymaz. Bu da o baskı biçimi karşısındaki tavrı ister istemez etkiler. Dolayısıyla, bu baskı biçimleri karşısında, ezen konumunda bulunanların, klasik sosyalist tavırlardan öte daha özel tavırlar geliştirmeleri gerekir. Sık sık şöyle bir tavır görüyoruz: "Benim milliyetim yok. Ben milliyetçiliğe karşıyım. Hatta uluslara karşıyım". Buradan hareketle, örneğin Kürt sorunu karşısında tarafsız, dolayısıyla da biri altta biri üstte çatışan iki güç olduğundan, fiiliyatta ezen ulusu destekleyen bir tavır ortaya çıkıyor.
185 Bu tavrın saçmalığını en iyi diğer iki önemli baskı biçimi bize gösterir. Erkek bir sosyalist, ne kadar kadın haklarını desteklerse desteklesin, ne kadar kadın erkek arasındaki eşitsizliğe karşı olursa olsun, hatta günlük yaşamında tersine bir örnek oluşturmaya çalışırsa çalışsın, hiç bir zaman bir kadının kadın olarak uğradığı ezilmeyi yaşayamaz. Geceleyin yalnız bir karanlık sokakta yürürken, bir kadının duyduklarını duyamaz örneğin. Her an hayatın her anında farkına bile varmadan bu üstün konumunu yaşamaya devam eder. Kadın hareketine gösterdiği destekten dolayı cezalandırıldığını düşünsek bile, bu onun fikirlerinden dolayı bir cezalandırmadır yoksa bir kadının her an uğradığı fiili ezilme değildir. Aynı durum siyah ve beyaz ilişkisinde de görülebilir. Diyelim ki, beyaz bir sosyalistsiniz. Irkçılığa ve ırkçı baskıya karşısınız. Aslında ırkların olmadığını, bunu ırkçıların yarattığını söylüyorsunuz. Hatta bu görüşlerinizden dolayı diyelim ki baskıya uğruyorsunuz. Ama bütün bunlarda hiç bir zaman siz deri renginizden dolayı bir aşağılanmayı yaşamayacaksınız demektir. Siz imtiyazlılar arasındasınız demektir. Burada yapmanız gereken sadece iyi bir hain olmaktır. Yani beyazlara ihanet, erkeklere ihanet içinde olmanız gerekir. Ve bu ihanetinizi, gerçek eşitsizliği giderebilmek için en aşırı biçimlerde, çubuğu olabildiğince öbür tarafa bükerek yapmanız gerekir. Ancak böyle bir davranış, gerçek bir işbirliğinin ve eleştirinin koşulunu yaratabilir. Bunu Türkiye'ye aktarırsak, Türkiye'de yaşayan her sosyalist, ne kadar Türk olmadığını düşünürse düşünsün; sadece bir Türk olarak bir Kürdün uğradığı aşağılanmalara uğramamanın imtiyazı nedeniyle bile, ezen ulustan bir insan olmaya devam eder. O hiç bir zaman olaylara Kürtler gibi bakabilme yeteneğinde olamayacaktır. Bu durumu dengelemek için, Kürtlere olan desteğini, sadece sosyalist bir strateji bağlamında değil; sadece ezilenleri desteklemek bağlamında değil; kendi ezen konumunda biri olarak ezileni desteklemek bağlamında geliştirmek ve Kürtleri ulusal baskıya karşı mücadelelerinde çubuğu Kürtlerden yana iyice bükerek desteklemek zorundadır. Özetlersek, başka öznelerden ve baskı biçimlerinden doğan mücadeleler de desteklenmelidir. Bunu ezen konumu gereği de yapmak zorundadır ezen ulusun, ırkın, cinsin sosyalist hareketi. Ve bunu yaparken, o harekete karşı daha da dikkatli olmak zorundadır genel bir demokratik harekete olduğundan. Son on yılların mücadelelerinden çıkan bu ders de geçerliliğini sürdürmektedir. Bu günün dünyasında sosyalist program ve stratejinin sorunlarını özellikle Özgür Gündem'de çıkan yazılarımızda ve daha sonra da Sosyalizmin sorunları dergisindeki yazılarda ele almaya çalışmıştık. Öcalan'ın kaçırılmasıyla başlayan süreçte, bu program ve stratejinin; bu yeni yaklaşımın pratik politik sonuçlarıyla yüzleşmeyi denedik. Pratik politika bakımından ortaya çıkan sorunları araştırmaya çalıştık. Bunlar özellikle İnternetdeki tartışma forumlarında daha sonra da Özgür politika'da ve Öcalan'ın yaşamını Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi faaliyetlerinde ilk deneme olanaklarını buldu. Bu yepyeni program ve politikanın ilk uygulamalarıdır bunlar. Hep el yordamıyla bir gidiş, bilinmeyen bir alanda bir ilk keşiftirler. Bir bakıma dünyada bu alandaki ilk denemelerdir bu yeni program ve stratejiye dayanan.
186 Aşağıdaki satırlarda bir yandan bir sosyalist olarak ayrı bir program ve bu programın ardındaki metodolojik temel açıklanmaya ve uygulanmaya çalışırken, bir yandan, somut taktik konularda tavırlar geliştirilmeye çalışılırken bir yandan da ezen ulustan bir insan olarak destek sürdürülmeye ve böyle yeni bir anlayış taslaklaştırılmaya çalışılacaktır. Bütün bunlar bilinmeyen bir alanda el yordamıyla da olsa, gelecekteki bir sosyalizm mücadelesinin nasıl bir program, strateji, taktikler bütünlüğü içinde olması gerektiğine dair, olaylarla denenmesi gereken bir tasarı, bir öneri, bir deney olarak görülmelidir. 21 Aralık 1999 Salı
187
Ne Yapmalı? Bir sohbet havasında biraz dağınık da olsa kafada olanları yazarak en azından sözü açmak denenebilir. Ne yapmalı? Bu, doğrudan pratik cevapları gerektiren bir soru. Ama o doğrudan pratik cevaplar, verili durum kadar, hedefler ve beklentilerden çıkar. Bu nedenle verili durumdan önce, o verili durumdan şu veya bu görevi çıkarsamaya yol açan hedefler ve beklentiler üzerine, daha doğrusu kendi hedeflerim ve beklentilerimi açayım. En azından sonraki dönemde söyleyeceklerimin yanlış anlaşılmaması ve ardındaki mantık örgüsünün kavranması bakımından. Kısa vadede, yani en azından bizlerin ömrü içinde, sosyalist düşüncenin veya hareketlerin yeniden canlanabileceğini, her hangi bir başarı kazanabileceğini düşünmüyorum. Şu an bir başarı ya da canlanma olabileceğine dair hiç bir belirti görünmüyor. (Tabii dünyanın bilmediğimiz bir yerinde, bilmediğimiz gelişmelerin olması olasılığı hep var. Bu payı bir yana koyuyorum.) İki tipik belirtiye dikkati çekmek isterim. Birisi, solda hiç bir entelektüel canlanma olmaması. Elimden geldiğince, yayınları izleyerek bir yerlerde yeni sorular soran, yeni cevaplar arayan ve bunları klasik Marksist geleneği özümleyerek yapma çabasında yazı ve düşünceleri bulmaya çalışıyorum. Ortada gerçekten hiç bir şey yok. Biraz medya, iletişim gibi alanlarda var ama o da post modern denen düşünür ve yazarların tekelinde bir alan adeta. Son yıllarda, sadece iki yazarın kitapları bende bir ufuk açtı. Biri, bir doğa bilimcisi, paleantolog, Stephan Jay Gould. Sanırım kendisi, Chomsky, Sagan gibi Amerika'daki ilerici muhalif entelektüeller geleneğinden. Özellikle Aydınlanma'nın oluşturduğu evrimci anlayışın, türlerin evrimi konusundaki bulgularca nasıl parçalandığını gösteriyor. Yani doğa bilimi alanındaki son yıllarda gerçekleşmiş gelişmelerin metodolojik genellemeleri. Ve bu genellemeler, Marksizm'in özellikle Frankfurt Okulu ile yapmaya çalıştığının, yani aydınlanmanın kalıntılarından temizlenmenin, canlılar tarihinden hareketle desteklenmesi. Bence çok önemli ve ben şahsen, birçok konuda onun metodolojisinden yararlanıyorum. Bir diğeri de, Michael Löwy. Aslında onun da problematikleri aynı. Yani aydınlanmacı, ilerlemeci düşüncenin Marksizm'deki izleri ve Marksizm'in gelişimi boyunca bu anlayıştan hep arınmak zorunda olması. Özellikle Mesihçi düşüncenin, Marksizm'deki romantik köklerin ortaya çıkarılması gibi konular. Bir de tabii özellikle Ulus teorisi alanında 80'lerin başındaki büyük patlamanın kalıntıları hala görülüyor. Bunların dışında, heyecan uyandıran yeni bir şey görülmüyor. Hele toplumsal mücadelenin derslerinin sistemleştirilmesi ve sonuçlar çıkarılması konusunda hemen hemen hiç bir çaba görülmüyor. Koskoca Doğu Avrupa'nın çöküşü, ortaya bir yığın teorik problem çıkarmış olmasına rağmen, bunların hiç biri ne ortaya koyuluyor ne de tartışılıyor. Örneğin devrimler, kitle hareketleri yığınları eğitirdi. Doğu Avrupa'da tersini gördük. Yığın hareketi yükseldikçe ve özellikle işçiler ortaya çıktıkça, bir “tersine eğitim” ve “aptallaşma”
188 süreci başladı. En tipik örneği Doğu Almanya. Bürokratlar, muhalif entellektüeller henüz harekette ağırlığa sahip iken, kitle hareketlerinin başlarında, herkes ne bürokratik ne de kapitalist bir sistem istediğini söylüyordu. Gerçek ezilenler, işçiler sokağa çıkınca, lafı hiç değiştirmeden kapitalizmi istediklerini söylediler. Bu değişim, bu kadar uç ve keskin biçimlerde olmamakla birlikte bütün doğu Avrupa'da tekrarlandı. Gorbaçow'un reformlara başladığı ilk dönemde, Rus aydınları hala, bir sosyalizmden söz ediyorlardı, sonra hepsi başka tarafa geçti. Doğu Almanya'nın batı ile birleşmesini ele alalım. (Doğu Almanların yaptığını aslında bütün doğu Avrupa yapmaya hazırdı.) Bu birleşmenin deneyinden sonra, şimdi yeni bir doğu Almanya daha çıkıp biz sizle birleşmek istiyoruz dese, artık Batı Alman işçisi ve ücretlisi bunu istemez ve karşı çıkar. Ama bu şu anlama geliyor, zengin ülkelerin işçisi, refahını hiç kimseyle paylaşmak istemeyecektir. Dolayısıyla, Marks, Engels, Lenin, Troçki'lerin dayandığı var sayım, onların bütün çıkarsamalarının ardındaki var sayım bu gün geçersizdir. Bunların hepsi, ileri ülkeler işçisinin bir gün yardıma geleceği, sosyalizm için bir devrim yapacağı, görevin bunu hızlandırmak olduğu, ona elverişli koşullar sağlamak olduğu noktasından hareket ediyorlardı. Bunlar, (doğru olarak ve bu hüküm hala geçerliliğini korumaktadır) ileri ülkelerde bir sosyalist devrim olmadığı takdirde, sosyalizmin kurulamayacağını düşünüyorlardı. Onların hiç aklına getirmedikleri, "ya ileri ülkelerdeki işçiler sosyalizm istemez ise sorusu", bizim karşımıza bir realite olarak çıkmış bulunuyor. Onlar böyle bir soruyu sormuyorlardı bile, fikir jimnastiği olarak sorduklarında da, ortada hiç bir şans yoktur sonucunu çıkarıyorlardı veya çıkarırlardı. Bunu en azından Lenin'den, Batı Avrupa devrimi gelmez ise, bırakalım sosyalizmi bir yana, Çarlık Rusya'sında demokratik bir iktidarın bile ayakta kalamayacağı sonucunu çıkarmasından biliyoruz. Şimdi bırakalım diğer sorunları, sadece şu iki sonuç bile, sosyalist strateji bakımından alt üst edicidir. Bunları tartışan bir tek ciddi inceleme, polemik yok. Herkes bu gibi sorunlara gözlerini kapamış. Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada böyle aşağı yukarı. Ve sosyalistler, sanki bütün bu sorunlar ve onların muazzam alt üst edici sonuçları yokmuş gibi, örneğin Seattle'de, güçlerin rastlantısal bir tepkisinden kapitalizme karşı bir direniş başlamış sonuçları çıkarıyorlar. Bu "anti-globalizm" gerçi Türkiye'de sosyalistler için biraz Kürt sorunundan kaçma ve onu gündemden düşürme işlevi görüyorsa da, Türkiye'de ve diğer yerlerde aynı zamanda, yukarıda sözü edilen ciddi sorunlardan kaçma, kafayı sokacak bir kum yığını fonksiyonu görüyor kanımca. Türkiye'yi ele alalım. Hangi yayında hangi yazılar çıktı, şu dünyadaki değişmelerin Türkiye'deki mücadele ve strateji üzerindeki etkisinin neler olabileceğine dair? Bırakalım böyle bir tartışmayı ve yayını, böyle sorular bile yok. Bundan öte, sosyalist entelektüellerin yazdığı dergilerde de bir bitmişlik havası görülüyor. Toplumda bir canlanma veya belli fikirlere eğilim, genellikle daha önceden aydınların bir yöneliş ve canlanmasını izliyor. Şimdiye kadar hemen hep böyle oldu. Bu nedenle kısa vadede, yani en azından bizlerin yaşam süresi içinde, sosyalizme entelektüel veya kitlesel bir yöneliş
189 beklemiyorum. Ayrıca ortadaki malzemenin, yani duvarın yıkılış öncesi kuşakların, yani bizlerin bunu yapabilecek konumda olmadığımızı da düşünüyorum. Bizden sonra gelen kuşak ise, yani şimdilerde var olan ve daha bir süre var olmaya devam edecek olan kuşağın da bir ileri adım atma olasılığı görülmüyor. Onlar biraz bizlere ve yirminci yüzyıla tepki olduğundan ve şekillenmeleri muazzam bir gericilik döneminin damgasını taşıdığından; onların sosyalizasyonlarında, peş peşe yenilgilerin tayin edici bir etkisi olduğundan, onlar en temel konularda bile bizlerden de fersah fersah gerideler. Belki onlara tepki olarak ortaya çıkabilecek, kapitalizmin yerleşmiş zaferine bir tepkiden doğabilecek, bu nedenle kendine bir gelenek arama eğilimi gösterecek, bir sonraki kuşak tekrar sosyalist düşüncenin yataıcı bir canlanmasını, strateji ve program sorunları üzerine bir tartışmayı kendi yükselişiyle beraber getirebilir. Böyle bir gelecek projeksiyonu nedeniyle, ben bir bakıma her davranışıma, her düşünceme biraz da bu bir sonraki kuşağa bir örnek, bir gelenek bırakma perspektifinden bakıyorum ve ona göre hareket ediyorum. Kısa vadede, sosyalizmin bir yükseliş gösteremeyeceğinin bir diğer delili, bizzat PKK'nın izlemek zorunda kaldığı evrim. Geniş bir açıdan düşünüldüğünde, doğu Avrupa'nın eğiliminin değişik biçim ve koşullarda tekrarı olduğu görülebilir. Başka koşullarda, gerçekten, bir ulusal hareketin sınırlarını aşarak, bir sosyalist harekete dönüşme potansiyeli ve yeteneği gösterebilecek bu hareketin, bizzat bu yeteneğinin bile, tersine çalışmak zorunda olması. "Süreksiz Devrim", "Bir Değişimde Üç Değişim", "Finlandiya İstasyonu'ndan İmralı'ya" gibi yazılarımda ele aldığım ve hemen her yazıda bir şekilde değindiğim konu. Yani emekçilerin sosyalist bir devrim istemeyecekleri ve bunun çıkışsızlığını görmeleri; kursalar ayakta kalamayacaklarını bilmeleri ve kendilerini sınırlamaları. Elbette bunlardan hiç bir şey yapmama gibi bir sonuç çıkmaz. Zaten çeşitli denemelerde üzerine vurgu yapmaya çalıştığım, açıklamayı denediğim ve çok büyük önem verdiğim anlayış bu. İkinci Enternasyonalin ve resmi sosyalizmlerin, tek yönlü, ilerlemeci, "tarihin tekerleği bizden yana dönüyor"cu anlayışlarına karşı, klasik Marksizm'in unutulmuş, sonra özellikle Frankfurt Okulu tarafından yeniden öne çıkarılmış, açık uçlu, belirsiz, birçok olanakları olan bir tarih anlayışını, bu sefer tam zıddı, “aslında tarihin tekerleği hiç de sosyalizmden yana dönmüyor” düşüncesinin karşısına koymak. Yani reformist vülger Marksizm’in, tarih bizden yana çalışıyor mantığının karşısına koyulan mantık pek ala, tarih bizden yana çalışmıyor mantığının da karşısına koyulabilir. Eğer gerçekten eğer geçmiş tarih bize geleceğin izleyeceği yol hakkında bir ipucu veriyorsa, geçmiş tarih aydınlanmacılığın iyimser tarih anlayışını doğrulamıyor. Aksine, hiç bir uygarlığın kendi içinden bir devrimle yıkılmış olmaması ve eşitsiz gelişme, bu gün bir tek olmuş bir dünyada sosyalist bir devrime ilişkin hiç bir umut olmadığını gösterir. Ama burada da, vülger Marksizm'in alternatifsiz tarih anlayışına getirilen itiraz getirilebilir ve getirilmesi gerekiyor: yaşanmış ve yaşanacak tarihler olası tarihlerden sadece biridir. Gould'un canlılar tarihinde gösterdiği gibi ("İnsan bir Rastlantı" olarak Almanca'ya çevrilmiş. Orijinal adı
190 "Wonderful Live" sanırsam"), insanın ortaya çıkabilmesi aslında bir zorunluluk değil, çok küçük bir olasılığın gerçekleşmesi. Bu sosyalizm için de niye olmasın? Dolayısıyla son yılların tarihinden ve toplumsal mücadelelerinden dersler çıkarma çabasıyla, tarihin aydınlanmacı ya da diyalektik kavranışı arasında içsel bir bağlantı var ve bu bizlerin görevlerini belirlerken hayati bir önemde. Özetle, son derece umutsuz bir durumdan yola çıkmak gerekiyor. Ama küçük de olsa tersi bir olasılık olabileceği, nasıl insan aslında çok küçük bir rastlantı olarak ortaya çıkabildi ise, sosyalizmin de benzer biçimde çok küçük bir rastlantı olarak ortaya çıkabileceği noktasından hareket etmek gerekiyor. Bu yaklaşımdaki, geri dönüşün yollarını tıkayan radikalizm pek anlaşılmıyor. Hâlbuki böyle bir yaklaşım olmadan, günümüzde artık hem gerçekçi (yani durumun umutsuzluğunu gören) hem de devrimci (bu umutsuzluğa teslim olmayan, onu mutlak olarak almayan) bir politika olanaksızdır. Bu yaklaşımım genellikle yanlış anlaşılıyor ve umutsuzluk yaydığım sanılıyor. Aksine, umut ve mutlak umutsuzluk, ikisi de aynı metodolojik hatayı yapıyor kanımca. Bir rastlantı değil, tarihin tekerleğinin kendilerinden yana döndüğünü düşünen vülger Marksist-reformistlerin, kapitalizmin zaferi karşısında, madem o alternatif yok, kapitalizm içinde düzenlemelerle yetinelim deyip, bu düzenlemeyi siyasi düzeyde ele alanlarının reformizme ve liberalizme; kişisel düzeyde alanların işverenliğe ya da menajerliğe geçmeleri. Böyle, Gould, Löwy gibilerin tartıştığı türden bir yaklaşım olmadığı takdirde, gerçekçilik kapitalizme teslimiyetten başka bir sonuç veremez. Radikal pozisyonları sürdürmek ise, aynı varsayımlar çerçevesinde ancak gerçek duruma gözlerini kapamakla olabilir ve ikisi de aynı madalyonun iki yüzüdür. Aslında bunun bütün dünyadaki solun durumu olduğunu görüyoruz. Bir yanda gerçeğe teslim olanlar, diğer yanda gerçeğe gözlerini kapayarak devrimcilik yapmaya çalışanlar. Reformistler ve liberaller birinci, radikal sol gruplar ikinci kategoriyi oluşturuyor. Ve burada ifade edilen pozisyon, birincilere hayalcilik, ikincilere kötümserlik ve umutsuzluk yayma olarak görülüyor. Ama birbirine zıt gibi duran iki taraf da aslında, tarihin benzer kavranışına sahipler. Gerçekçiler tarihin tekerleği sosyalizmden yana dönüyorsa sosyalist olmaya hazırlar. Devrimciler ise, gerçeğe gözlerini kapamadıkları takdirde, tarihin tekerleğinin hiç de sosyalizmden yana dönmediğini görüp ona teslim olmaları gerektiğini düşündükleri için gerçeğe gözlerini kapamak zorundadırlar. İkisinin de ardında, tarihin tek uçlu bir gidişi olduğu anlayışı var. Genel eğilimin hemen hemen hiç bir umut vermediğini görmek ama bunun hiç bir zaman bir mutlaklık taşımadığı, çok küçük de olsa daima başka bir olasılığın da olduğu noktasından hareket edince, kısa ya da uzun vadede ortada bir umut olmadığını söylemek bir şeyler yapmamak gerektiği ve hiç hesapta olmayan bir şeylerin gerçekleşmeyeceği anlamına gelmiyor. Aksine, bir şeyler yaparak, işleri hiç hesapta olmayan bir duruma getirmek söz konusu.
191 Özetle, genel olarak dünyadaki duruma baktığımızda, iyimser olmak için hiç bir neden yok. Hem dünya tarihsel olarak, hem de daha kısa dönem, örneğin bizlerin yaşam süresi bakımından sosyalist düşüncenin ve hareketin yeni bir canlanmasını olsun görme şansımız pek yok gibi. Dolayısıyla, düşünce ve davranışlarımıza, bir örnek bırakma, bir gelenek bırakma düşüncesinin, tıpkı bir senfoninin, zaman zaman öne çıksa da arkada hep varlığını sürdüren temel motifi gibi, damgasını vurması gerekiyor. Elbet bunda, muhalif mistik tarikatların çileciliğine benzer bir yan var. Hele bu günün, hedonist ya da “Epiküryen” dünyasında böylesine bir “kelbiyun”luğun hemen hiç bir rezonans bulamayacağını, bir an için bile gözden uzak tutmamak gerekiyor. * Türkiye'deki gelişmeler karşısında da fazla bir beklenti anlamsız. Kürt hareketinin başarısı, büyük bir olasılıkla, klasik Bizans-Osmanlı bölgesinde bir yeniden doğuş yaratabilir. Ondan sonra, kapitalizm çerçevesinde belli bir stabilizasyon ve refah gelecektir muhtemelen. Bu refahtan, ezilenlerin de payına bir şeyler düşer. Sosyalizmin genel kredisizliği, sosyalist bir devrimin çıkışsızlığı ile birleşmiş böyle bir refah ve stabilizasyon, sosyalizme ilgiyi gene çok gerilere iter. Bu bakımdan, Kürt hareketinin başarısı için veya Türkiye'nin demokratikleşmesi için mücadele ve bunun gerçekleşmesi, en azından orta vadede, sosyalistlerin ayağının altındaki toprağın kaymasına yol açacaktır. Tabii bu çıkarsama da birçok bakımdan yanlış anlaşılıyor. Birçokları, bundan, "o halde eğer "alt emperyalist" bir ülke ortaya çıkaracaksa, desteklemek ne oluyor?" diye soruyor. Ve bu muhtemel ön görü ve sonuca rağmen, desteklememi, sanki Türk milliyetçisi olmak nedeniyle destekliyormuşum gibi anlıyor veya anlamak istiyor. Ben ise, tamamen başka bir nedenle destekliyorum, yani sonuç hiç de sosyalistlerin işine gelmeyecek olmasına rağmen, ezilenlerin ezenlere karşı bir mücadelesi olduğu için desteklemek gerekir noktasından hareket ederek destekliyorum. Kürt hareketini bir devrim ya da sosyalizm olasılığı yaratacağı gerekçesiyle desteklemenin, tarihsel deneylerden çıkan bir sonuç olarak, metodolojik yanlışlığına vurgu yapmayı tercih ediyorum. Ve tarihin önümüze çıkardığı bu paradoksa, geçen yüz yılda bulunmayan bu paradoksa dikkati çekmeye çalışıyorum. (Örneğin demokratik ve sosyalist devrimlerin bağının koptuğuna dair yazdıklarım.) Bu bağın kopuşu yeterince anlaşılmıyor. Bu bağın kopuşuna yol açan, yer yüzündeki işçi sınıfının bölünmüşlüğü, zengin ülke işçilerinin, yoksul ülke işçileri ve hakları için bir şey yapmayacağı. Geçmişteki, demokratik devrimin başarısı sosyalist devrimi gündeme getirecek, onun önünü açacaktır yaklaşımı bu gün artık geçerli değil. Demokratik devrimin başarısının kapitalist gelişimin de önünü açacağı ve işçi sınıfının sosyalist görevleri önüne koyabileceği noktasından hareket ediliyordu, ama bu günkü dünyanın bölünmüşlüğünde, köklü demokratik dönüşümlerin, en azından Türkiye gibi bir ülkede kapitalist bir gelişmenin önünü açması ve başarısı, otomatikman işçilerin sosyalist devrim görevini önlerine daha doğrudan koyacakları anlamına
192 gelmemektedir. Aksine, dünyada işçi sınıfının bu günkü, siyah-beyaz bölünmüşlüğünde, işçilerin sosyalizmden uzaklaşmalarına, kendi imtiyazlarını korumalarına yol açmaktadır ve açar. Örneğin, Türkiye ve Kürdistan'da halkın ayaklanıp, şu eskinin kalıntısı, keyfi ne varsa silip süpürdüğünü var sayalım. En ileri Avrupa ülkesi ayarında bir demokrasi. Toplumsal eşitsizlikler de iyi bir sosyal sistemle nispeten azaltılmış olsun. Yani tipik bir Avrupa ülkesi. Artık bu ülkenin işçisi, de Avrupa işçisi gibi davranacaktır. Eski kuşaklar, demokratik devrimin başarısı sosyalizm uğruna mücadeleyi kolaylaştırır derken, bundan teknik anlamda bir kolaylaşmayı değil, sınıfın sosyalist program ve fikirlere daha fazla eğilim duyacağını kast ediyorlardı. Elbet, Türkiye ve Kürdistan'da bir köklü demokratik dönüşüm, nispeten sağlama bağlanmış demokratik özgürlükler nedeniyle, sosyalist faaliyeti, teknik anlamda, tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kolaylaştıracaktır. Ama o faaliyetteki taleplere, işçilerin ilgisini azaltacak hatta yok edecektir. Bu daha önce olmayan, sosyalistlerin oturup tartışmadığı, yepyeni bir durumdur. Ve biz tam da bu sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu takdirde, klasik yaklaşımları sürdürürsek, bizi sosyalizmden uzaklaştıracak gelişmeleri desteklemememiz gerekmektedir. Her demokratik talep, dünya sosyalizminin başarısına tabi olarak değerlendirmeliydi. Hâlbuki bu durumda, bu ilkeye tabi olarak tavır almak gerekirse, Türkiye ve Kürdistan’daki demokratik talepleri desteklediğimiz takdirde, en azından kendi savaş alanımızda, desteğin sonuçları bizim ayağımızın altındaki toprağın kaymasına yol açacaktır. Desteklememek ise, fiilen bu günkü egemen sistemi destekleme anlamına gelir. Bu çıkmazdan çıkmak için ne yapmak gerekir? Ama nasıl dünyada herkes, durumun umutsuzluğunu, doğu Avrupa'daki olayları ve bunların sosyalizm uğruna mücadelede ortaya çıkardığı sorunları görmezden gelerek tartışmaktan kaçıyorsa, Türkiye'de de aynı şekilde, sosyalistler, kendi pratikleriyle son derece doğrudan ilgili, bu paradoksa gözlerini kapıyor ve tartışmaktan kaçıyorlar. Kimse, Türk sosyalistlerinden hiç kimse, sorunu böyle bütün çıkmazı ve çıplaklığıyla koyup, onunla yüzleşmeyi ve bundan bir çıkış yolunun ne olduğunu tartışmamaktadır. Benim ise, adeta bütün yazılarımda, doğrudan ya da dolaylı olarak tartıştığım sorun budur. Bu sorunu açıkça ortaya koyup tartışmadan ve bir çözüm noktası, ki bir program demektir, bulunmadan bağımsız bir sosyalist politika yapılabileceğini sanmıyorum. Sanmaktan öte bunun kendini kandırmaktan başka bir anlama gelemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye sosyalist hareketi, strateji sorunlarını bir kere altmışlı yıllarda tartıştı ve bu günün var olan bütün gruplarının, eğilimlerinin kökleri o tartışmalara ve o tartışmalardaki var sayımlara dayanır. Ben şahsen bu eski bölünmeler ve varsayımlar temelinde ne bir birleşme ne de canlanma olabileceğine inanmıyorum. Bence, yukarıdaki sorunları temel alan gerek dünya ve gerek Türkiye ölçüsünde, yeni bir strateji tartışması başlatmak gerekiyor. Ama bunun için de her şeyden önce, bir strateji tartışmasının öneminin ve gereğinin kavranması gerekiyor.
193 Ancak bundan sonra verili durumda hangi örgüt biçimleri ve taktiklerin uygulanacağı gibi bir sorun tartışılabilir. Tabii bu sonralık bir zaman sonralığı anlamında anlaşılmamalı, bir mantıki öncelik anlamında kavranmalı. Zaten bu yazıdan amaç da o, şu an ne yapılacağına ilişkin görüşlerimi belirleyen, bu mantıki bakımdan önceliği olanları açıklamak ki, neden şu veya bu pratik adımda şu ya da bu görüşü savunduğum iyi anlaşılabilsin. * Benim bütün teorik ve pratik faaliyetim, bütünüyle bu yukarıda ifade edilen, paradoksun nasıl aşılabileceği noktasında, yani program ve strateji sorununda yoğunlaşmış bulunuyor. Ve en azından son on beş yılın teorik ve pratik araştırmaları sonucunda belirli bir programatik ve stratejik cevap getiriyorum. Bu cevap çok basit, sıradan gibi görünen bir önermede ifadesini bulduğundan anlamı ve önemi kavranamıyor: Ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini reddetmek, ulusu kişinin bir inanç veya tercih sorunu olarak koymak. Bu politik programın anlamı ve sonuçları kavranmıyor çünkü teorik arka planı bilinmiyor. Bizlerin kuşağı ulusal sorunla klasiklerdeki temel yaklaşımlarla sınırlıdır. Hâlbuki bütün bu teorik klasik arka plan, ulus ve ulusçuluğun tarihsel maddeci bir teorisinden yoksundur. Bu tarihsel maddeci teoriyi Gellner gibi bir Burjuva sosyologa borçluyuz. Böylece, bu konudaki teorik gıdasını klasik metinlerden almış olup onları yeterli görenler bu teorik kazanıma gözlerini kapıyor. Daha sonraki kuşaklar ise, bu teoriden kısmen haberliler ama onun aslında Tarihsel Maddecilikle uyum halinde, onun bu en zayıf noktasını tamamlayan bir teori olduğunun farkında değiller ve dolayısıyla onun programatik sonuçlarının ne olacağı gibi bir sorunları bulunmuyor. Böylece bir taraf teoriyi bilmediği veya ona gözleri kapalı olduğundan, diğer taraf ise, sosyalizmle ve stratejiyle bir sorunu olmadığından, bu metodolojik katkının programatik ve stratejik sonuçları bilinmez ve anlaşılmaz kalıyor. Bu noktada benim yaptığım, sadece bu bağı kurup, bu önermelerin programatik sonuçlarının neler olacağını düşünmek ve bu küçücük adımı atmak. Maalesef bu adımı kimse atabilmiş değil şimdiye kadar. Bu adım atılıp da sonuca bakıldığında, aslında çıkmazın, paradoksun çıkışının da burada olduğu görülmekte. Yani ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin reddine dayanan bir politik sistem, bir çok sorunu bir tek kılıç darbesiyle çözmektedir. Bütün önemli ve sade teorik vargıların özelliğidir bu, çok ilgisiz gibi görünen başka sorunlar da çözülür. Burada da öyle bir durum var. Bu, bize hem Türkiye’de, bir yandan, Kürt hareketi ve demokratik hareketin, programından ayrı, ama uzak bir geleceğin değil, bu günün aktüel programı olarak, ulusal soruna bir cevap olarak ayrı ve bağımsız bir program, bağımsız bir bayrak sunma olanağı sunmaktadır. Fark çok açıktır. Demokratik hareket ulusal olanın tanımını değiştirmeyi, etni ve dili ve kültürü bu tanımın dışına itip, onu örneğin ABD’deki gibi bir hukuki tanıma dönüştürmeyi önermektedir, buna karşı biz ulusal olanın politik olanla bağının koparılmasını öneriyoruz.
194 Biri, en fazla bir parçanın imtiyazlılar arasına katılması sonucu verir, diğeri yeryüzündeki imtiyazlılığı ortadan kaldırmayı olanaklı kılar. Yani bu aynı zamanda, dünya çapındaki bölünmeye de bir cevaptır. Bunu mümkün kılan da, zaten, dünya çapındaki bölünmenin, aslında bu yeni apartheitın ulusçuluk aracılığıyla var olabilmesidir. Milliyetçiliğin ilkesi, dünya ölçüsünde, ırkçı bir sistemin ilkesi olmaktadır. Ama bu sadece bu iki sorunu çözmez, başka bir uygarlık sorununa da bir cevaptır. Bu ne demek? Yirminci yüzyılın mücadeleler tarihi, sadece eski devlet cihazının parçalanmasının değil yetmeyeceğini göstermiştir. Marks, Engels, siyasi araçların, devletin, sınıfsız bir topluma gidişin araçları olamayacağını ön görmüştü, bu doğruydu da ama yetersizdi. Klasikler, maddi araçlar söz konusu olduğunda, bunların tarafsız ve nötral olduğunu düşünüyorlardı. Ve bu anlamda kendileriyle bir çelişki içindeydiler. Özellikle yeni sosyal hareketler, maddi araçların nötral olmadığını gösterdi. O zaman bundan, şu sonucu çıkarmak gerekiyordu, işçi sınıfı sadece siyasi araçları değil, maddi araçları da sınıfsız topluma geçiş için kullanamaz. Dolayısıyla programımız artık eskisi gibi sadece, siyasi ve iktisadi dönüşümleri değil; maddi araçların dönüşümlerini de içermelidir. Ancak, burjuva uygarlığı sadece maddi araçlar da değildir, bütün uygarlıkların, dayandığı; temel örgütlenmesini oluşturan kavramsal araçlar da vardır; sosyalist bir devrim, burjuva uygarlığının örgütlenmesinin temelini oluşturan, temel kavramsal araçlarına da yönelmelidir. İşte ulusal sorun konusundaki sosyalist program formülasyonumuz, buna da bir cevap oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda, siyasi biçime de bir katkıdır, yani proletarya diktatörlüğünün alacağı biçim sorununa; proletarya diktatörlüğü ulus ilkesine göre de var olamaz. Böyle bir programatik temelin ne gibi sorunlar yaratabileceği ve ne gibi olanakları ortaya çıktığının denenmesi ve incelenmesi aşağı yukarı son bir yıllık çabamın özünü oluşturmaktadır. Bu hem aktüel bir program ve bağımsız bir bayrak sağlamakta, hem de aynı zamanda geniş bir taktik esneklik olanağı sunmaktadır kanımca. Hiç bir sahte hayal yaymamakta, demokratik taleplere olan desteğin, nesnel sonuçlarının neler olacağını söylemekte, ama buna rağmen onları destekleme, ama bu destek esnasında demokratik muhalefetin bir aşırı ucu olmaktan çıkıp ayrı bir parti olarak, ayrı bir programı savunmayı mümkün kılmaktadır. * Böyle bir programa dayanmadan, bağımsız ve sosyalist bir politika yapılabileceğine inanmıyorum. Bu gün bir yandan Kürt hareketini destekleyen, diğer yandan sosyalistlerin ayrı bir bayrağı ve bağımsız bir konumu olmasının gereğine inananlar çok küçük bir azınlığını oluşturmaktadırlar bu günkü Türkiye’deki sosyalistlerin. Elbette ben de kendimi bu grup içinde görüyorum. Ama şunu da biliyorum ki, bu grup içinde, yukarıda izah ettiğim anlamda bağımsız bir program ve strateji yaklaşımı hemen hemen hiç bulunmamaktadır. Sosyalistler klasik söylemle yetinmekte, gerçek sorunlara gözlerini kapamakta, onları tartışmak istemektedirler. Dolayısıyla yazılarımın hemen hemen tamamı, kendime en yakın gördüğüm bu sosyalistleri, bu
195 sorunların tartışılmasına çekebilmek, eski yaklaşımlarla ne bağımsızlığın ne de sosyalistliğin korunamayacağını göstermeye çalışmak noktasında toplanmaktadır. Yine de, bağımsız bir sosyalist odağın program ve stratejisinin ne olması gerektiği sorusu, bu arkadaşların pratik sorusu olmaya devam etmektedir. Benim buna az çok şekillenmiş bir cevabım var ve farklı bir cevabım var. Bu farkın ve ayrıksı durumumun bilincindeyim. Ama hiç olmazsa kaygı ve soru ortak: Türk şovenizmi ve milliyetçiliğinden arınmış öte yandan demokratik muhalefet ve hareketten de bağımsız ve sosyalist bir çizginin programı ve stratejisi ne olmalıdır? Kanımca tartışılması gereken budur ve bu bir ortak tartışma zemini yaratmakla kalmaz, milliyetçiliğin etkisindeki sosyalistlerin önemli bir bölümünü de bu tartışmaya çekebilir. Sorunun bu tarz koyuluşu, onların var oluşunu tehdit eder. Çünkü onların çizgilerinin hem milliyetçi hem de sosyalizmle ilgisiz olduğunu göstermeyi sağlayabilir. * Peki bu nasıl sağlanabilir? Şu an elde fazla bir şey yok. İlk elde, hem Kürt hareketi karşısında milliyetçi konumda olmayan ve aynı zamanda demokratik güçlerden ayrı olarak sosyalist bir çizgi izlemekten yana olan güçler çok az. Ayrıca bunlar da, İmralı sürecini değerlendirmede farklı oldukları için, yani tavırlarının ardında milliyetçilik değil, dayanışma olmasına rağmen, İmralı stratejisinin Kürtlerin davasına hizmet edip etmeyeceği noktasında farklı değerlendirmeler içinde bulundukları için, kendi içinde de bölünmüş bulunuyorlar. İlk elde, ne olursa olsun, İmralı sürecini farklı değerlendirseler de, Kürtlere desteğin verili durumda nasıl olması gerektiğinde farklı anlayışlara sahip olsalar da, bağımsız bir sosyalist odak olması gerektiğine inanan bütün güçlerin bir araya gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan hep birlikte, milliyetçi Türk sosyalistlerine karşı, Kürt ulusal hareketiyle dayanışmayı savunup gösterebiliriz, diğer yandan, kendini demokratik istemlerle sınırlayan Kürt ulusal hareketin karşı sosyalist ve bağımsız bir odağın ve programın gerekliliği ve önemini savunur ve koruyabiliriz. Bir yandan, bu bağımsız ve sosyalist odağın program ve stratejisinin ne olması gerektiğini tartışabiliriz. Ve nihayet bir yandan da, İmralı’da ifade edilen stratejiyi nasıl anlamak ve değerlendirmek gerektiği üzerine bir tartışma yürütebiliriz. Ve bütün bunları yaparken aynı zamanda, somut pratik gelişmeler karşısında, karınca kaderince somut girişimlerde bulunma olanakları aranmalıdır. Ben bunun ilk adımının en azından on beş günlük veya haftalık, bir zamanlar Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön gibi, (politikası ve ideolojisi anlamında değil, fonksiyonu anlamında) bir dergi olabileceğini düşünüyorum. Şu an darma dağınık olan “Kürtçü” ve “sosyalist” denebilecek muhalefetin toplandığı bir dergi. Bunun ciddi sorunları olacağı çok açıktır. Bu çevreler büyük ölçüde dogmatiktir. Dünyadaki değişmelere kapalıdırlar. Zaten en büyük zorluklardan biri de bu noktada toplanıyor. Dünyanın sorunlarına biraz daha açık olanlar, daha esnek düşünenler reformizm ve liberalizmin saflarını
196 dolduruyor; sosyalizme ve radikal konumlara sahip çıkmaya çalışanlar ise, insanda taşlaşıp bir yerlerde kalmış duygusu uyandıran ve çoğu kez de sekter, dogmatiklerden oluşuyor. Burada tehlike, (reformist ve eleştirel olanlar, zaten uzak olduklarından) bizim dogmatik ve radikallerimizden geliyor. Dergi kesinlikle bunların damgasını taşımamalı. Bu daha doğmadan ölüm demek olur. Derginin bir entelektüel egemenlik ve üstünlük kurabilmek için, hiç bir tabu tanımadan her sorunu tartışması, cesurca ortaya atması gerekmektedir; ama bu cesaretini aynı zamanda, o sorunlara getireceği Marksist cevaplarla desteklemelidir. Tabii bu cevaplar, dogmatiklerin dayandığı klasik metinlerde olmadığından, bu dogmatik radikallerin ideolojik kaynaklarına yönelik bir eleştiri olmak zorundadır. Ama bu, aynı zamanda, başlangıçta ifade edilen, Kürtleri destekleyen solun, en geniş ölçüde bir araya gelmesi ile de çatışmaktadır. Bu zorluğun nasıl aşılabileceği tartışılmalıdır. * Bir diğer problem, böyle bir sosyalist muhalefetin, kendini sadece ÖDP içindeki muhalefetin problemleriyle sınırlı görmesi, onun bir uzantısı olarak algılanması tehlikesidir. Zaten ÖDP içindeki muhalefet, Kurtuluş ve aveneleri olarak algılandığından, belli bir iticiliğe ve sınırlılığa sahiptir. Diğer yandan muhalefetin problematikleri de bütünüyle ÖDP ile sınırlıdır ve bizzat karşı çıktıkları, onların ufkunu belirler hale gelmiş bulunmaktadır. ÖDP dışında ve onun problematiklerinin ötesinde, hiç de az sayıda olmayan, hem sosyalist hem de milliyetçiliğe karşı, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde tek tek kişiler ve küçük gruplar bulunmaktadır. Gücü dağınıklığı nedeniyle görülemeyenleri toparlamak ve bir araya getirebilmek için bu dergi kendini kesinlikle ufku ÖDP ile sınırlı muhalefetten bağımsız olmalıdır. Ancak böyle bir derginin teorik baskısı bu muhalefetin daha tutarlı bir çizgiye geçişini ve ÖDP ufkunu aşabilmesini sağlayabilir. * Ve nihayet böyle bir derginin, en kısa zamanda çıkması gerekiyor. Olaylar her an hiç beklenmedik şekilde hızlanabilir. Hiç bir hazırlık olmadan fırtınaya yakalanma tehlikesi bu gün en büyük tehlikedir. Şahsen benim bütün davranışlarıma bu geç kalmışlık duygusu damgasını vuruyor. En azından böyle bir dönemi, yukarıda ifade ettiğim sorunları enine boyuna ele alan bir kaç teorik kitapla karşılayabilmeyi çok isterdim. Ne yazık ki, son derece hazırlıksızız. Hiç olmazsa kaba taslak bir şeyler söylemekten ibaret yaptıklarım. Bir örnek vereyim. 1970 Haziranına kadar Kıvılcımlı’nın kitapları raflarda ve depolarda çürüyordu. İşçi olaylarından sonra, bir kaç ay içinde, o kitaplar biter bir sürü yeni kitabın yanı sıra eskilerinin yeni baskıları yapılır.
197 Şu an hiç birimizin rafta çürüyen ve fırtına çıkarsa işe yarayacak üç beş kitabımız yok. Ben şahsen bu geç kalmışlığı, aceleyle ve özensiz, ama yarın birden önem kazanacağını düşündüğüm, mümkün olan her konuda bir şeyler söyleyerek kapatmaya çalışıyorum. Özetle yaptıklarım ve yapılmasını düşündüklerim böyle. Bu yazının baş ve son bölümlerini epey aralıkla yazdım. Dolayısıyla en azından üslup bakımından başı ve sonu farklı olabilir. Aslında çok daha uzun ve ayrıntılı ve daha bir çok konulara değinmeyi düşünmüştüm ama bu kadar uzayınca, yine aynı geç kalmışlık duygusuyla, hele bir başlayalım gerisi sonra gelir diyerekten, yazıyı tamamlama yolunu seçtim. Son bölümler biraz bu nedenle aşırı kestirme gidiyor olabilir. Umarım anlayışla karşılanır. 29 Ağustos 2000 Salı
198
1 Mayıs Düşünceleri Kendilerine sol diyenlere egemen olan bir stil vardır. Hep kendi gücünü ve yeteneklerini övmek, hataları, zayıflıkları ve zorlukları görmezden gelmek. Ne var ki, bir harekete bu stil, bu meşrep egemen olduğu zaman o hareketin hiç bir başarı şansı yoktur. Gerçekten yaptığı işi ciddiye alanlar ise, tam aksine, hep yetersizlikleri, zaafları, yanlışları vurgularlar. Bu farkın farkına ilk kez Türkiye'de işçi hareketinin yetiştirdiği tek gerçek işçi önderi olan, Zapataların, Panço Villa'ların hamurundan yoğrulmuş İsmet Demir'de varmıştım. TİP'liler, sosyalistler işçilerle ilişki kurduklarında, onların ne kadar iyi, ne kadar cesur ve güçlü olduklarını onlara anlatmaya kalkarlardı. Bizim İsmet Demir ise, tam tersini yapardı, onlara beş para etmediklerini, bir işe yaramadıklarını söylerdi. Ve işçiler de bizim İsmet Demir'e güvenirlerdi, o diğerlerine değil. Çünkü onlar İsmet Demir'in kendi içlerinden biri olarak onlara doğruyu söylediğini biliyorlardı. Burjuva sosyalizmi ile işçi sosyalizmi arasında böyle bir fark vardır. Burjuva sosyalizmi, ezilenleri, işçiyi, halkı idealize eder, kutsar. Ve bunlar hep onun dışından bir övgü ve kutsamadır. Bu stilin en uç örneği Ruhi Su'dur. Bu nedenle Ruhi Su Burjuva sosyalizminin türkücüsüdür, emekçilerin, halkın ezilenlerin değil, onun dışından ona ilanı aşk edenlerin. Ama tutkularının kör ettiği bu aşıklar, aşık olduklarının gözlerinin badem gibi değil kör olduğunu göremezler ya da görmek istemezler. Ruhi Su'nun müziği, işçinin, ezilenin, alttakinin dünyasını ve duygularını yansıtmaz. Onun dünyasını ve duygularını dile getiren Orhan Gencebay'dır. O Ruhi Su hayranı burjuva sosyalizmi ise, Orhan Gencebay'dan iğrenir, katlanılmaz bulur. Aslında nefret ettiği o uğruna methiyeler düzdüğünün ta kendisidir. Bunu bilmek ve anlamak istemez. Ola ki fark ettiğinde bu sefer de sevgi ve övgünün yerini ilgisizlik, hatta nefret ve yergi alır. Elbette burada Orhan Gencebay ve Ruhi Su birer semboldürler bir farkı ve yaklaşımı yansıtan. Sorun ezilenlerin kendilerine nasıl yaklaştığı ve onların stiliyle ilgilidir ve aslında sanıldığından çok önemlidir. Franz Fanon ırkçılığa karşı aynı zamanda en radikal eleştirileri içeren kitaplarında sanılanın aksine beyaz adama saldırmaz doğrudan, siyaha ne kadar berbat bir insan olduğunu, ne kadar düşürülmüş olduğunu anlatır. Siyah'a övgü bulamazsınız. Aslında Marksizmin ruhu da böyledir. Sosyalistlerin çoğu işçiliği idealize ederler. Marks'ın eseri, işçiliğin, sömürü ve yabancılaşmış emeğin insanı nasıl insanlıktan çıkardığının, düşürdüğünün hikayesidir. Kapital toplumu işçi yapmak için değil, işçileri işçilikten kurtarmak içindir, işçiliği yok etmek içindir, işçiliği yok etmek için de patronluğu yok etmek gerekmektedir. Ömrü yabancılaşmış emekle geçen işçi kadar düşürülmüş, insanlıktan çıkmış varlık yoktur. Bu nedenle toplumsal tabakalar kıyaslandığında, tek tek insanlar olarak, ortalamasına bakıldığında, işçiler kadar sıkıcı, tek düze toplum kesimi az bulunur. Bir köylü, bir küçük burjuva, bir patron,
199 bir aydın çok daha renkli ve hatta derin bir tip sunarlar işçi karşısında. Tek tek işçiler, diğer toplum kesimleri karşısında insanlığa en uzak, insanlıktan en çıkmış ortalamayı yansıtırlar. Tek tek burjuvazi, köylüler ve küçük burjuvazi karşısında kesinlikle kaybetmeye mahkum bu işçiler, bir sınıf olarak, bir bütün olarak toplumu değiştirme yeteneğindedirler. Burada Engels'in o klasik örneği anlamayı kolaylaştırır. Engels, Mısır seferinde Memlüklerle savaşmış Napoleon'un sözlerini aktarır. Napoleon, bir Memlük askeri tek tek iki Fransız askerinden üstündü, iki Fransızla iki Memlüklü karşı karşıya gelince, eşit olunuyordu, dört Memlüklü ve Fransız karşılaşınca kesinlikle biz kazanıyorduk anlamında bir şeyler söyler. Tam rakamlar hatırımda değil ama böyle bir şeydi. İşçilerle diğer toplum kesimleri arasındaki temel fark buradadır. İşçiler insani kaliteler bakımından bu örnekteki Fransız askerlerine benzer. Burjuva sosyalizmi hayalinde, bu Fransız askerlerine, birer Memlük giysisi giydirir, altına saf kan bir arap atı çeker ve sonrada bu yarattığı hayale tapar. Sadece Franz Fanon mu böyle? Malcom X de öyledir örneğin. Siyah adamı "tom Amcalar" diye eleştirir. Aslında o kadar uzaklara gitmeye de gerek yok. Kürt hareketinde de aynı olgu geçerlidir. Abdullah Öcalan da Kürtlere hep öyle yaklaşmıştır. Kürt burjuvazisinin ideal bir Kürtü vardır, ona övgüler düzer, Türkiye'nin burjuva sosyalistlerinin işçilere ve halka yaklaştığı gibi yaklaşır Kürtlere. Öcalan ise İsmet Demir gibi. Öcalan'ın konuşma ve yazıları Kürt'ün ne kadar düşürülmüş olduğunu, bir işe yaramadığını anlatır durur. Ama tabii bizzat Kürtlere. Ve nasıl burjuva sosyalistleri bir işçi hareketi yaratamadılarsa, bu Kürt burjuvazisi de bir ulusal hareket yaratamadı. Bunu İsmet Demir gibi, onları övmeyen aksine yeren ve eleştiren Abdullah Öcalan başardı. Aslında bu stil, onların bizzat kendi eğiliminin yansımasıdır. Bir sınıf, bir ulus, bir hareket bir şeyler yapmak istiyorsa önce kendi zayıflıklarıyla hesaplaşmak, onları açık yüreklilikle ortaya koymak ve üzerine gitmek zorundadır, bu önderlerin forksiyonu da aslında bu tarihsel sürecin bir aracı olmalarıdır. İsmet Demir'in işçilere, Öcalan'ın Kürt'lere yönelik ağır eleştirileri aslında o sınıfın veya ulusun kendisiyle hesaplaşması, kendi zayıflıklarını açık yüreklilikle ortaya koyması ve kendini değiştirmesinden başka bir şey değildir. * 1 Mayıs gösterilerine ve bu gösteriler hakkında sol basında verilen haberlere, bu ezilenlerin kendi zayıflıklarını sermesi ve onlarla ciddi hesaplaşmaya girmesi açısından bakılınca durum gerçekten umut kırıcı, bu sol basının yansıttığının aksine, ne gösterilerde, ne haberlerde kendi zaaflarını bir sergileme ve onlarla mücadelenin izi bile olmaması, söylenenin aksine mücadelenin yükselmekten çok uzak olduğunu gösteriyor. Bir mücadele yükselme eğilimi taşıdığında, düşmanlarından önce kendi zaaf ve yanlışlarıyla mücadele etmeye başlar. İslamiyetin dediği gibi, en zor savaş olan kendi nefsine karşı savaşa yönelir. Bunun izi bile yok, ve bu da sanılanın aksine ezilenlerin henüz böyle bir değiştirme ve değişme hedefinden veya yönelişinden çok uzak olduğunu gösteriyor. Burjuva sosyalizmi, işçiye hayrandır. Hadi gene burjuvazinin işçiye hayranlığının iyi kötü bir mantığı vardır. Ama bu işçiye hayranlığın sloganları, sendikalar ve sendikacılar aracılığıyla işçi
200 örgütlerinin de sloganları olarak ortaya çıkınca, işçilerin kendine hayranlığı gibi garip bir durum ortaya çıkar. Aslında burjuva sosyalizminin işçiye hayranlığı ile sendikacılar zümresinin kendine (tabii bu işçiler biçiminde ifade edilir) hayranlığı birbirini tencereyle kapak gibi tamamlar. Bu iki stilin egemen olduğu yerde işçi olmaz. Sadece, bu tür burjuva sosyalizminin etkisinde kalmış veya kendiliğinden işçi bilinci olan sendikacılığı aşamamış tek tük işçiler olur ki, bunların olduğu yerde işçi olmaz. Dolayısıyla gerçek bir işçi hareketi ancak bu gün işçi hareketi diye ortalığı kaplayanların ortadan kaybolmasıyla ya da sürülmesiyle mümkündür. Gerçek işçi hareketinin olduğu yerde, işçilerin kendilerine yönelik, kendileri için bir şey isteyen, kendilerini öven sloganları olmaz. Tüm topluma yönelik sloganlar olur. Burada kopmaz bir bağ vardır, kendine karşı gaddarlık, toleranssızlık ve eleştirellik ile tüm toplumu değiştirmeye yönelik, sadece kendine ilişkin düzenlemeler istemeyen, kendine övgü düzmeyen slogan ve hedeflerin birliği. Tersi de bir bütündür, kendini hayranlık, kendine ilişkin sloganlar bir bütündür. Olaylara bu açıdan bakılınca, solun varlığının, kendiliğinden bir işçi hareketlenmesinin bile önünde bir engel olduğu görülür. Bu stillerin egemenliği, işçilerin gösterilerden uzak durmasına yol açıyor. Bu gün dünyada duvarla birlikte, soldan ne kalmışsa onlar da yıkılsaydı, örneğin dinazorların bir kozmik felaketle yok olması gibi, memeli hayvanların gelişimi için bir fırsat doğması gibi, yepyeni ve canlı bir sol harekete olanaklar açılabilirdi. Maalesef olmadı. Bizlerin kuşağının bir şekilde yok olması gerekiyor solun yeniden canlanabilmesi için. Solu inleten problem aynen burjuvazide de var. Ama burjuvazi daha tecrübeli. Yavaş yavaş eski kuşaklarını değiştiriyor. Ecevit'lerin, Yılmaz'ların, Demirel'lerin kuşağı gidiyor ve yerine Derviş, Sezer, Pişkinsüt'lerin, kuşağı geliyor. Burjuvazi bunu yolsuzluk dosyalarıyla, skandallarla adım adım gerçekleştiriyor. Koşullar biraz daha olgunlaştıktan sonra, bambaşka bir partiler ve tiplerle bir seçim yapabilirse sonraki yirmi otuz yılı götürür. Şimdiki bunalım bu kabuk değişiminin sancıları. İşte bu kabuk değiştirdiği an sistemin en zayıf anıdır. Şimdi bir şey başarıldıysa başarıldı, yoksa yeni sistemin sağlayacağı olanaklarla bir kaç on yıl daha sistem kendine sürdürecek gücü bulur. İnönü'nün çok partili hayata geçiş reformu olmasaydı; 27 mayıs olmasaydı ve Özal'ın reformları olmasaydı bu sistem çoktan çökerdi. Bunların her biri en azından sonraki on veya onbeş yılı götürmeyi sağladı. İşte bu kabuk değiştirme anında gördüğümüz ne? Burjuvazi bile kuşak değişimini yaparken, solun içinde giderek taşlaşmanın yaşandığı. Elbette ortalama olarak solun yaşı küçük olduğundan biyolojik bakımdan fazla yaşlı sayılmaz sol. Burjuvazide şimdi onların kuşağı sırada. Ama problematikler olarak baktığımızda, sosyolojik olarak yaşlıdır. Duvar sonrasının solu değildir bu gün Türkiye'ye egemen olan. Duvar sonrasının bir solu da yok. Dolayısıyla duvar öncesinin kuşağı damgasını vuruyor. 1980'lerin sonunda, Kuruçeşme tartışmaları olurken bile sol bu günkünden daha yakındı bu güne, daha genç, dinamik ve canlıydı. Çünkü kendisiyle hesaplaşıyordu, kendisini acımasızca, aslında biraz acıyarak, ama o kadarı bile önemliydi, eleştirmeye başlamıştı. Ve bu eleştiri onu, yüzyılın
201 başının problemlerine götürmüştü, sosyalizmi yavaş yavaş kaynağından tanımaya başlamıştı. Aslında paradoksal gibi görünebilir ama, şu an 130 yaşı civarında olacak Ekim Devrimi öncesi kuşaklar, bu günün dünyasını anlamaya bu günün kuşaklarından daha yetenekliydi. Zaten oralara gitmeden bu günlere gelemez sol. Kimliğini kaybettiği yerde aramak zorundadır. 1980'lerin sonuna doğru böyle bir eğilim belirmişti. Sol içi bu ayaklanma, bu isyan toplumsal bir yükseliş ile desteklenseydi belki şimdi bu örgütler de olmayabilirdi. Ama Kuruçeşme olurken Duvar yıkılıyordu. Onu doksanların terör ortamı izledi. Bu günün ortalığa egemen örgütleri, bu dünya ve Türkiye ölçüsünde karşı devrimci dalgaların sol içinde tekrar yükselttiği örgüt ve eğilimlerdir ve aynı laneti taşımaktadırlar. Burjuvazinin içinden iyi kötü sema Pişkinsüt'leri çıkıyor. Sol'un kendi Pişkinsüt'leri yok. Hiç bir örgütün, hareketin sarsıldığını, içinden muhalefet ve isyancılar çıktığını duymuyoruz. İşin kötüsü, bu içinde bulunulan toplumsal bunalım dönemindeki memnuniyetsizlik, bu örgütlere daima bir takım memnuniyetsizlerin akmasına yol açarak, bu örgütlerin krize girmelerini engelleyen bir dış yardım işlevi de görür. Eh iyi kötü büyüyen bir örgüt de krize girmez. Şu an ortalığa egemen olan ve damgasını vuran hareket ve eğilimler dağılmıştı seksenlerin sonuna doğru. Bütün örgütler yenilikçiler ve gelenekçiler diye hızla bölünüyordu. Bu isyan halindeyken, yenilikçiler geleneksel çizgi ve örgüt biçimlerini savunanlara karşı uzlaşmasız bir mücadele yürütüp onları imha etmeleri gerekirken onlarla uzlaştılar. Kuruçeşme bu uzlaşmanın hikayesidir. Sosyalistlerin yenilikçi kanadı Frankfurt Parlamenterleri gibiydiler 1848'deki. Sol çapındaki bu devrimci kabarış yeterince uzlaşmaz ve kararlı olamadığı için, bunu gericilik ve restorasyon dönemi izledi, bütün örgütler tekrar canlandı. Örgütler mezbahası olması gereken Kuruçeşme'den zaferle çıkan örgütler oldu. O dönemde bunun dışında kalan bir Dev-Yol olmuştu. Kuru çeşmenin örgütler için gördüğü fonksiyonu da, Dev-Yol için ÖDP gördü. Böylece Dev-Yol'u, Sol'u, Aydınlık'ı, Halkın Kurtuluşu, Partizan'ı, TİP'i, vs. hepsi tekrar yerlerini aldılar. İşte Türk solu, şimdiki bunalımı burjuvazinin aksine, solun içindeki bir restorasyonun örgüt ve kuşağıyla karşılıyor. Dolayısıyla hiç bir şansı yok. Hatta bu sol olmasaydı, ezilenlerin ve işçilerin çok daha şansı olabilirdi. Bu sol onun bizzat yaratıcı kendiliğindenliğinin bile önünde bir engel. Bu solun olduğu yere işçi gelmez. Gelmeyince de kendiliğinden hareketlerin yolu tıkanır. Rosa, Alman Sosyal demokrasisini Lenin'den çok daha iyi tanıyordu. Savaş kredilerine Sosyal Demokrasinin oy verdiğini duyunca inanamamıştı Lenin. Rosa ise hiç şaşırmamıştı. Onun kokuşmuş bir ceset olduğunu biliyordu. Tam bu nedenle Rosa biricik umut olarak kendiliğindenliğe daha büyük bir vurgu yapmıştır. Bu gün de durum aynı. Şu an bütün örgütlü sol bir engel ve tutucu. Kitle hareketi ancak buna rağmen bir şeyler yapabilir. Ama bizzat bu solun varlığı bunun önünde de bir engel. Bu günkü bütün sol hareketler, 1980'lerin sonundan beri gelen, Dünya ve Türkiye ölçüsündeki gericilik ve karşı devrim dalgasından güç alan, sol içindeki restorasyonun, karşı devrimin ürünü olarak ortadalar. Toplumsal bunalım burjuvaziyi aynı dönemin tiplerini değiştirmeye zorlarken,
202 aynı bunalım solda bu tiplerin ve eğilimlerin stabilize olmasına yol açıyor ve toplumsal bir köklü dönüşümün önündeki muazzam bir engel haline dönüşmesine yol açıyor. Ama bu örgütlerin dışında kalan sol da farklı sayılmamalı. Yani şu sivil toplum vurgulular, küçük ve somut hedefleri öne çıkaranlar vs. . Bunlar genellikle daha sonra politize olmuş bur kuşak, daha esnek gibi görünüyor. Ama bizzat o örgütler gibi, aynı gericilik ve karşı devrim döneminin çocuğudurlar, dolayısıyla içi dışına çevrilmiş olarak tıpkı örgütlerle aynı olumsuzlukları taşımaktadırlar. İşin ilginci, örgütler ve örgütsüzler, "dinazorlar" ve "post-modernler" birbirlerinin varlığına haklılık kazandırıp birbirlerini güçlendiriyorlar. Bunların dışında başka bir alternatifin varlığı akla bile gelmiyor. Ama daha da ilginci şu, solun bu genel bölünmüşlüğü, Türkiye'nin egemen sınıfları arasındaki çatışmadaki bölünmeye de denk düşüyor. Örgütler genellikle anti-emperyalizm ve anti-kapitalizm vurgularıyla, farkına varmadan veya vararak, tıpkı benzer argümanlarla Sovyet bürokrasisinin değişimlere karşı direnmesi gibi (ki bu hareketler aynı zamanda Sovyet ve Çin bürokrasilerinin de aynı gerekçelerle destekçileri olmuşlardır), genel kurmayın, "Devlet Sınıfları"nın, Bonapartizmin ya da "Devlet Partisi"nin liberal burjuvaziye saldırısında mızrak ucu rolü oynuyorlar. Buna karşılık, sivil toplumcu muhalifler, daha genç ve modern görünenler ise, bu saldırılara karşı Liberal burjuvazinin bir kalkanı işlevi görüyorlar. Böylece bağımsız bir sol hareket aktüel politik gelişmeler bağlamında da olanaksız hale geliyor. Bütün bu manzarada bir tek istisna var. Kürt ulusal hareketi. Bütün dünyada gericiliğin yükseldiği dönemde yükselme ve canlanma eğilimi gösterdi. Bu yükselişin dinamiği bu harekete de yansıdı. Başlangıçta bu günün taşlaşmış küçük sol örgüt ve hareketlerinden pek az farklılıklar gösteren bu örgüt ve hareket, kitle bağları ve bu yükselen harekete dayanması nedeniyle kendini yenileme yeteneği gösteren tek hareket oldu. 1990'ların başından beri, Türk solundaki karşı devrimci restorasyonu pekiştiren gelişmeler, (duvarın yıkılışı, özel savaş rejimi) bu hareketin ve örgütün sürekli olarak kendini yenileme girişimlerine yol açtı. Kürt hareketinin iç mücadeleleri bu açıdan incelendiğinde, mücadelenin aslında değişim ve eski biçimleri sürdürmek isteyenler arasında olduğu görülür. Bir bakıma demokratlar ve milliyetçiler mücadelesidir. Bir yandan liberallere ve burjuvaziye, bir yandan da aşırı sola karşı bir mücadele görülür. Kürt hareketinin bu iç mücadelelerinde kazanan yenilikçiler oldu denebilir. Bir rastlantı değildir, Kürtleri en ağır dille eleştiren kişinin bu hareketin önderi olması. Öcalan'ın aynı zamanda, sadece Kürtleri değil, tüm toplumu, hatta bölgeyi değiştirmeye yönelik proje sunması. Kendi içine kapanma, kendini övme, toplumun tümüne yönelik hedef yokluğunun bir bütün olduğu olgusuyla burada da karşılaşırız. İdeal bir Kürt'e en çok övgü düzenlerin aynı zamanda yeni stratejiyi anlayamaması ve onun en büyük düşmanı olmaları rastlantı değildir. Buna karşılık,
203 Kürtlere en ağır eleştirileri yapan, onun yüzüne sürekli eksik ve yanlışlarını vuranların da aynı zamanda tüm toplumu değiştirmeye yönelik bir perspektif sunması da bir rastlantı değildir. O halde bu gözlemlerden bir tek sonuç çıkıyor. Bu bunalım döneminde, olur da sol hareketlerin kontrolü kendiliğinden bir kitle hareketlenmesinin engelleyemezse ve böyle bir hareketlenme ortaya çıkarsa, bu kitle hareketinin kendiliğinden radikalleşmesine cevap verebilecek tek olanak Kürt hareketi oluyor. Devrici demokrasiyi temsil eden bu hareket Liberaller ve Genel Kurmay karşısında üçüncü bir kutup olabilir ve tüm gayrı memnun alt kesimleri etrafında toplayabilir. O zaman gericilik döneminin güçlendirdiği bütün sol örgütler ve sivil toplumcular liberal burjuvazinin ve Genel Kurmayın yedeği olarak bu hareketin karşısında yer alır. Demokratik bir devrim Kürt hareketini iktidara getirebilir. Bu gün Öcalan'ın resmini parçalayanlar yarın onun resimleriyle yürürse kimse şaşırmasın. Çünkü tüm toplumu değiştirmeye yönelik demokratik bir programı, gücü ve bunu yürütecek tecrübesi olan tek hareket Kürt hareketi. Türkiye'deki bir radikalleşmenin ve devrimci kabarışın bununla buluşması kaçınılmazdır. Şimdilik, krizin derinliği bunu desteklerken, sola egemen olan örgütler ve sivil toplumcular bunun önünde en büyük engel, bu nedenle kendiliğinden yükselişler bunun ön koşulu. Ama bir kendiliğinden hareketlenme ve yükseliş olursa, bu Kürt hareketini iktidara getirir. Ve ortaya Ortadoğu ortamında Mandela'nin Güney Afrika'sı gibi bir şey çıkar. Aslında bu yazıda ifade edilen düşünceler açısından 1 Mayıs gösterilerini ele alacaktım. Ama düşünce aldı başını başka yerlere uçtu. Fakat, 1 mayıs gösterileri bu yazıda ifade edilen yaklaşımlar açısından ele alınırsa, onun hakkındaki haberler ve ondaki sloganların onun bütün zayıflığını yansıttığı görülür. Bunu okuyucunun kendisine bırakmak en iyisi. Solun kendini övmeyen, kendi eksikleri ve yanlışlarını sergilemekten kaçınmayan geleneğini de sürdürmüş oluyoruz böylece kendini öven, kendinden memnun sloganlar ve 1 Mayıs haberleri karşısında. demir@comlink. de http: //www. comlink. de/demir/ 02 Mayıs 2001 Çarşamba
204
Dünün ve Bugünün Dünyası 1960'larda Türkiye'de yükselen sosyalist ve demokratik hareketin temel programatik sloganı "Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye" olmuştu. Bu slogan bu gün Türkiye'de her türlü demokratikleşme çabasının engeli; ekonomik iflasın ve dolayısıyla ülkenin borçlar karşılığı ipotek edilmesinin gerçek sorumlusu güçlerin, çıkar ve egemenliklerini gizlemenin aracıdır. Bu günün dünyasında, altmışlı yıllarda o sloganın gördüğü işlevi görecek programatik slogan "Demokratik Cumhuriyet" olabilir. Yani iktidarın halkın özgürce seçilmiş temsilcilerinin elinde olması; pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer devlet cihazının tasfiyesi. Ancak bir Demokratik Cumhuriyet, ulusun tanımını dil ve etniden soyutlayarak, sadece Türk ve Kürtlerin güç ve olanaklarını birleştirmelerini değil, bunların diğer komşularıyla dostça ilişkiler geliştirmesini sağlayabilir. Ancak Demokratik bir cumhuriyet, örneğin Türklerin "biz aslında büyük ölçüde Rum ve Ermeniyiz" deyip kendi geçmişleri, kendileri ve komşularıyla barışmasının, sağladığı demokrasi ve refahla komşu ülkelerin halklarının sempatisini kazanmanın ve ABD veya Avrupa'nın dayatmaları karşısında nispeten onlara direnebilecek bir bağımsızlığı kazanmasının yolunu açabilir. Yirminci yüzyılın tarihi gerçek bir demokrasi olmadan, ne bağımsızlığın ne de sosyalizmin mümkün olmadığını göstermiştir. İster sosyalizm adına, ister bağımsızlık adına, halka ya da ulusa demokrasiyi layık görmeyenlerin hepsi, Rusya ve Çin'den Amerika'yı dize getiren Vietnam'a; Nasır'ın Mısır'ından Tito'nun Yugoslavya'sına hepsi, IMF'nin kapısında kuyruğa girmiş ve yabancı sermayeyi yaldızlı davetiyelerle çağırmıştır. Bu gün sözde kuyruğu dik tuttuğunu iddia eden Küba, ülkesini 1950'lerin Küba'sı gibi bir "Turist Cenneti" yaparak ayakta kalmaya çalışıyor ve muhtemelen böyle giderse ilerde kuyruklarda beklemekten bıkmış Kübalılar Amerika'nın yeni bir eyaleti olmak için kuyruğa girecekler. Kuzey Kore ise çocukları bile doyuramamakta ve en küçük bir gevşemede ülke olarak Güney'e katılmaya hazırdır. Buralarda Sosyalizm, bürokratik kastların kendi egemenliklerini savunmasının, meşru göstermesinin ve gizlemesinin aracıdır. Ve ezilenlerin gözünde sosyalizm bu kastların iktidarıyla özdeşleştiği için, bu kastların yıkılışı her türlü sosyalizm yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealinin değer yitirmesiyle sonuçlanmaktadır. Türkiye'nin Kemalist bürokrasisi de, Doğu Avrupa, Küba ya da Kore bürokrasisinin sosyalizmi kendi iktidarını gizlemenin bayrağı yapması gibi, bağımsızlığı kendi iktidarını gizleme ve meşrulaştırmanın bayrağı yapmaktadır. Ve nasıl bu iktidarların yıkılışı, sosyalizm düşünce ve idealinin değer yitirmesiyle ve kapitalizme tam bir teslimiyetle sonuçlandı ise, Kemalist bürokrasinin iktidarını yitirmesi de, emperyalizme tam bir teslimiyetle sonuçlanacaktır. Bürokratik kastın inkar, şiddet ve keyfilik politikalarından bıkan halk, doğu Avrupalıların "bana
205 refah ve demokrasi getirmeyen sosyalizm olmaz olsun" demesi gibi, "bana özgürlük, demokrasi ve refah getirmeyen bağımsızlık" olmaz olsun diyecektir. Bu teslimiyetin en büyük suçlusu ise, altmışlar dünyasının sloganlarını bu günün dünyasında tekrarlayıp duran; bilinçli ya da bilinçsiz Genel Kurmay politikasının araçları haline dönüşen sosyalistler olacaktır. Altmışların dünyasında, sömürgeler, bağımsızlıklarıyla refaha ve özgürlüğe ulaşmaya çalışıyorlardı. Ve o günün dünyasında doğru olan da buydu. Çünkü o günün dünyasında da emperyalistler, ezilen ulusların bu bağımsızlık mücadelelerinin, sınırların dışına çıkma savaşlarının en büyük düşmanıydılar. Türkiye'deki toplumsal muhalefet de, bağımsızlık hareketlerinin etkisi altında onlarla bir analoji kurarak, yeni sömürgecilikten kurtulma, refah ve demokrasiye ulaşma amacını ifade etmek için tam bağımsızlığı bir programatik slogan yapıyordu. Ayrıca o günün dünyasında bu, emperyalistlerin NATO bloğuna karşı, ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyen ve Sovyetler'e müttefik bir çizgi anlamına geliyordu nesnel olarak. Ama bu günün dünyasında, sınırları ören emperyalizm artık. Ulusçuluk yeryüzü ölçüsündeki yeni apartheit rejiminin, yeni ırkçılığın aracıdır ve bu sistemin ırkçı bir dünya sistemi olarak görülmesinin önündeki en büyük engeldir. Dün emperyalist ülkelerden ayrılıp ayrı bir devlet kurmak için savaşan milyonlar, bu gün, dün ayrılmak için savaştıkları o ülkelere ülkeler halinde veya bireysel olarak girip o demokrasi ve zenginliğin nimetlerinden faydalanmak için sıraya girmiş bulunuyorlar. Buna karşılık emperyalist ülkeler, Doğu Avrupa'ya, Akdeniz'e Meksika sınırına aşılmaz duvarlar örüyorlar. Bu kökten değişiklik, Türkiye'deki bürokrasinin de, altmışların devrimcilerinin sloganlarını ve o dönemin solculuğunu egemenliğini sürdürmesinin aracı olarak kullanabilmesini mümkün kılmaktadır. Globalizme ve emperyalizme dünün dünyasının sloganlarıyla karşı çıkılamaz. Globalizm, sözde malların ve sermayenin her türlü sınırlamadan uzak bir hareketini ön görmektedir. Ama artı değerin yaratıcısı iş gücü adlı mal söz konusu olunca, orada durmaktadır. Ve bu mekanizma sayesinde bu günkü yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sistemi kurulabilmektedir. Klasik anti emperyalizm bunu sorgulamaz, aksine var olan sınırları güçlendirmeyi hedefler. Güçlü hudutlar hiç bir zaman malları ve sermayeyi engellemez ama iş gücünü yerli gardiyanların denetiminde hapiste tutmayı sağlar. Bu nedenle globalizmin bu günkü gibi bir anti globalizme ve anti emperyalizme ihtiyacı vardır. Bu günkü türden bir anti emperyalizm ve globalizm olmadan globalizm kendini meşyru gösterip kaç ben kurtarayım oyununu sürdüremez. Bu tür bir antiemperyalizm veya anti globalizm, Dünya işçi sınıfının bölünmesini pekiştirir. İş gücünün dünya ölçüsündeki serbest dolaşımı olabilir bu günün sözde globalizminin ipliğini pazara çıkarabilecek hedef. Bu aynı zamanda bir yerden bir yere giden iş gücünün oradaki bütün sosyal ve politik haklardan yararlanması demektir. Bu slogan ise, bu günkü ister dile, ister anayasal vatandaşlığa dayansın bütün ulusal devlet ve sınırların temeline dinamit koymak demektir. Yani fiilen ulusal olanla politik olanın bağının koparılması, modern uygarlığın dini ulusçuluğa karşı başka bir uygarlık tasarımı demektir.
206 Çok somut bir biçimde bu gün Türkiye'de olmayan sosyalist politikayı söyle ifade edebiliriz. Klasik sol gibi, "Avrupa Topluluğuna girmek, senin daha yoksul ve baskı altında olmana yol açacaktır" demez. Böylece Avrupa hedefinde demokratikleşmeyi ifade eden toplumsal dönüşüm özlemlerine karşı, bunlara sözde bağımsızlık parolasıyla karşı çıkan Genel Kurmayın yedeği olmaz. Aksine der, "Avrupa'nın ve Almanya'nın jeo stratejik çıkarları nedeniyle Türkiye'nin Avrupa'ya giremeyeceği ve alınmayacağı sarfı nazar edilir ve soruna ilke düzeyinde bakılırsa, Avrupa Birilği'ne girmek, elbette Türkiye ve Kürdistan'daki insanların daha özgür ve refah içinde yaşaması anlamına gelir". Ve bu anlamda böyle meşru bir isteğe karşı çıkmaz. Ve işte o henüz var olmayan sosyalist, tam da bu nedenle, yani Türkler ve Kürtler de o yer yüzünün imtiyazlıları arasına katılacağı, ama yeryüzündeki aphartheit rejiminin kalitesinde bir değişim olmayacağı için, Avrupa'lılığı yok etmek çağrısında bulunur. Farkı göze batırmak için provakatif bir formülasyonla tekrarlamak gerekirse. Avrupa, refah ve demokrasi getirmeyeceği için değil, tam da getireceği için karşı çıkacak bir sosyalist harekettir bu günün dünyası için gerekli olan.
[email protected] http://www.comlink.de/demir/ 26 Mayıs 2001 Cumartesi
207
Sosyalizm, Din ve Politik İslam Sunuş Yerine ya da Söyleyecek Sözü Olmamak 1994 – 95 yıllarında, her şey dibe vurmuşken, İbrahim Sevimli’nin girişimiyle, hala Sosyalizm diye bir derdi olanların, sosyalizmin sorunlarını tartışacağı bir dergi çıkarmaya çalışmıştık. Dergiye genellikle Avrupa’da sürgünde yaşayan Türkiyeli Sosyalistler yazıyordu. Derginin adı ve ilk sayısının ağırlıklı konusu Sosyalizmin Sorunları idi. İkinci sayının ağırlıklı konusu Milliyetçilik ve Irkçılıktı. Ama ağırlıklı konusu Din ve Politik İslam olan üçüncü sayı hiç bir zaman çıkarılamadı. Üçüncü sayının çıkamamasında elbette dünya çapında dibe vuruşla senkronize olan Türkiye’deki özel savaş rejiminin yerleşmesi ve şovenizmin Türkiye’deki yükselişi, yani dünya ve ülke çapındaki genel tarihsel gerilemenin etkileri belirleyicidir ve öznel çabaların bu muazzam dalgalar karşısında pek bir etkisi olamayacağının ilginç bir örneğindir. Ama çıkamaması aynı zamanda üçüncü sayıda ağırlıklı olarak seçilen konuda söyleyecek sözümüzün olmamasıyla da ilgiliydi. Üçüncü sayının konusu Din idi. Eğer yazılar gelseydi yayınlamak zor da olmazdı ama yazı gelmemişti. Biri burjuva aydınlanmasının dine bakışıyla, diğeri post modern bir bakışla damgalı pek önemli olmayan iki amatör yazı gelmişti. Bir de bir arkadaş Michael Löwy’nin Kurtuluş Teolojisi üzerine, Marksizm’in dine yaklaşımı üzerine güzel bir yazısını çevirmişti. Hepsi o kadar. Üstüne üstlük, o dönem aynı zamanda Türkiye’de Politik İslam’ın yükseliş yıllarıydı. Sadece politik İslam’ın mı, politik Aleviliğin de. Eski sosyalistler de Alevi olduklarını keşfetmeye başlamışlardı. Sadece Türkiye’de mi? Dünya’da, özellikle kapitalist metropollerde, uzak doğunun tanrısız dinlerinin giderek yaygınlaştığı; doğu Avrupa’da dinin yükseldiği, aynı şekilde İslam’ın genel yükselişinin de sürdüğü bir dönemdi. Ve böyle bir dönemde, Türkiye sosyalistlerinin, en azından Avrupa’da ikamet edenlerinin, din hakkında söyleyecekleri, klasik yuvarlak laflar dışında bir sözü olmaması bir yana, böylesine aktüalitesi de olan bir konuda bir dergiyi doldurabilecek kadar bile yazı bile gelmiyordu. Türkiye’dekiler farklı mıydı? Türkiye’de ise, teorik sorunları tartışma çabası bile görülmüyordu ve hala da görülmüyor. Türkiye’de, dünyadaki gelişmelere, teorik, metodolojik sorunlara kafa yoran tek bir ciddi teorik organ yok hala. Biraz teorik olmaya çalışan Birikim ise, Marksizm’le, Tarihsel Maddecilikle bağını çoktan koparmış durumda. Avrupa’da çıkan bu dergi, belki, Türkiye sosyalistlerinin teorik sorunlara son kafa yoruşları oldu. Ve bu kafa yoruş bile din gibi bir soruna gelince kesin bir suskunluğa bürünmüştü.
208 Peki, bu gün farklı mı? İkiz kulelere yapılan eylemden beri genel olarak din ve özel olarak da politik İslam tekrar gündemin başında. Açın sol organlara bakın, bir tek derinliğine anlama çabası var mı? Yok!.. Şimdi sosyalizm, din, İslam, politik İslam konularında Tarihsel maddeciliğin kavramlarıyla o kavramlara dayanarak ve onları geliştirmeye çalışarak yazılmış bir tek yazı var mı? Yok!... Peki, bu yokluğun nedeni ne ve neyin yansıması? Bu yokluk, tam da biz sosyalistlerin bir alternatif sunmaktan ne kadar uzak olduğumuzun en kesin kanıtını sunuyor. Ortada zerrece entelektüel ve teorik dinamizm yok. Türkiye’nin sosyalistleri o hor ve aşağı gördükleri Kürt ulusal hareketi kadar olsun bir entelektüel dinamizm gösteremiyorlar. O hor görüp anlamaya değer bulmadıkları politik İslam kadar bile ufukları geniş değil. Politik İslam, kapitalizme yönelik eleştirilerini, Marksizm’in aydınlanmanın sınırlılıklarından kurtulma çabası olan Frankfurt Okulu’ndan aldı ve onu Hıristiyan batı uygarlığını eleştirmek ve mahkûm etmek için kullandı. Suyunun suyu ve tahrif edilmiş de olsa bu onlara belli bir perspektif genişliği ve dinamizm verdi. Ama Türkiye’nin sosyalistleri için Frankfurt Okulu, Frankfurt’ta bir okul olarak anlaşılmaya devam ediyor. Doğrusal ilerlemeci, son duruşmada ilerleme ve araçsal akıl hayranı aydınlanma anlayışı bütün sola damgasını vurmaya devam ediyor. Böyle bir dünyaya bakışla, Siyasal İslam veya dinin yükselişi ise, ancak bir manüplasyon, gizli servislerin desteği veya devlet eliyle pompalanmış suni bir şey olarak algılanır ve böylece o, sözde açıklanmış, anlaşılmış olur. * Türkiye’nin sosyalistleri arasında Kemalizm’in etkilerinden söz etmek çok prim yapar. Ama Kemalizm bile burada gerçek bir özeleştirinin önündeki engeldir. Kemalizm’e saldırının ardında aslında Kemalizm’in özüyle hesaplaşmadan bir kaçışı gizleme çabası vardır. Türkiye sosyalist hareketindeki Kemalist etkiye saldıranlar nedense Stalinizm konusunda hiç ağızlarını açmazlar ve hatta genellikle de Stalinist’dirler. Kemalizm’e saldırı sadece Kürtler veya ulusal sorunla sınırlanır. TKP veya Türkiye sosyalist hareketinin ulusal sorundaki tavrı Kemalist etkiyle açıklanır. Burada açıkça tarih de tahrif edilir. Çünkü görmek istemedikleri şudur: o Kemalizm’in etkisi denen şey Stalinizm’in ta kendisidir. Bununla hesaplaşma ise, çok köklü bir hesaplaşmayı ve o güne kadarki politik ve ideolojik çizgilerle kesin bir kopuşmayı gerektirir. Kemalizm’in etkisi denen şey tamı tamına Stalinizm’in ta kendisidir, çünkü bu gün unutulmuş ve unutturulmuş bir gerçeği es geçer bu Kemalizm’in etkisi açıklaması: o zamanlar bir tek dünya partisi olduğu ve çeşitli ülkelerdeki partilerin bu dünya partisinin şubeleri olduğu. Türkiye’nin dünyadaki yeri Çankırı’nın Türkiye’deki yerine benzer. Şimdi siz bir partinin Çankırı ilinin politikalarını eleştiriyorsanız, ama bu politikaları kabul eden, onaylayan, hatta dikte ettiren genel merkezin politikalarından söz etmiyorsanız, ortada belli bir politika veya anlayışın nedenleri ve kökleri üzerine giden ciddi bir hesaplaşma dağıl, bu hesaplaşmadan kaçış ve bu
209 kaçısın gizlenmesi var demektir. Türkiye solunun yaptığı tam da budur. TKP’nin bütün politik tavırlarının sorumluluğunun Komüntern ve Sovyetler Biriliği’ne ait olduğu gerçeğini görmezden gelir, unutmaya ve unutturmaya çalışır. Böylece Kemalizm’in etkisine yönelik eleştiriler, Stalinist geçmişle hesaplaşmadan kaçışın duman perdesi olur. 1980’lerde, henüz bu sol hala bir dinamizm gösterirken, 12 Eylülün ağırlığı yavaş yavaş kalkar, İşçi ve Kürt hareketi bir yükseliş yaşarken Türkiye solu, Stalinizm’in etkileriyle hesaplaşıyordu. Şimdi, her şey dibe vurduğu dönemde, sözüm ona Kemalizm’in etkileri onun yerini almış bulunuyor. Bu bile gericilik ve dibe vuruş dönemlerinin, teorik ve entelektüel gelişmeyi de nasıl dumura uğrattığına iyi bir örnek oluşturur. Böylece Siyasal İslam’ı, dini anlamak için kaçınılmaz koşul olan, Stalinizmle bir hesaplaşmadan kaçış, Kemalizm’e saldırı ardına gizlenir. İslam’ın yükselişini açıklayacak; tarihsel bakıştan ve kavramsal araçlardan mahrum eder kendini. Ekim devrimi sonrasında Sovyetlerin bürokratikleşmesi, bunun Ekim’in prestijiyle dünya işçi ve sosyalist hareketinde yaptığı muazzam yıkıntı, bunun ardında ise, geri bir ülkede sosyalist devrimin olması, bunun normal bir doğum olmadığı, ayakları önde geliş olduğu, Sosyalizmin stratejisini normal bir doğuma göre çizdiği. Ama normal doğumların da insanlık tarihinde hemen hemen hiç gerçekleşmediği, bir istisna olduğu; tarihin yumağının tersinden çözülüşünün ve bunun yol açtığı Gordiyos düğümlerinin bir istisna değil kural olduğu ve bunun ortaya çıkardığı teorik ve felsefi sorunlar. Yani çağımızı anlamanın ve onun içinde bir strateji ve politika geliştirmenin bütün temel sorunları kesin olarak sosyalistlerin ufku dışına düşer. Böylece entelektüel ve teorik bir canlılığın bütün teorik kaynakları kurutulur; politikasızlığa mahkûm olunur. Stalinizm’le köklü bir hesaplaşma yaşamadan, onun tarihsel anlamını anlamadan, ne yirminci yüzyıl ne de politik İslam anlaşılabilir. Böylece sosyalistler, Kemalizm’in etkileriyle mücadele adı altında, bu Kemalizm’in etkisi denen şeyin, Stalinizm’in, Sovyetlerde iktidarı ele geçirmiş bir bürokratik kastın politikaları olduğunu görmekten kaçarlar, böylece de bu günü anlamayı kendileri için olanaksız hale getirirler. Sadece bu mu? Kemalizm’in Stalinizm’le de özdeş, burjuva aydınlanmasından kaynaklanan, giderek pozitivist bir nitelik kazanmış metodolojik köklerine de yönelmezler. Marksizm’in gelişimi, bir bakıma Aydınlanma’nın etkilerinden arınmanın tarihidir. Ama Türkiye’nin Marksistleri, Kemalizm’e çatarken, onun metodolojik köklerine hiç dokunmazlar. Aksine onlara sahip çıkarlar ve Kemalizm’i bir politika olarak, o köklerle çelişki içinde olduğu gibi bir noktadan eleştirirler. Bu olsa olsa en ileriye gittiği dönemde, bir pozitivizm eleştirisi olur ama aydınlanmanın bir eleştirisi ve aşılması yoktur ortada. Bu eleştiri her şeyden önce Marksist gelenek içinde Frankfurt Okulunca yapılmıştır. Frankfurt Okulu ise, Türkiye sosyalistlerinin ufkunun dışındadır. Gerek politik (Stalinizm’le), gerek metodolojik (aydınlanma ile) bir hesaplaşmaya girmemiş, dolayısıyla, Kemalizm’le aynı politik ve metodolojik özellikleri paylaşan sosyalistler, politik İslam söz konusu olduğunda, elbette ne din ne de Politik İslam hakkında söyleyecek bir söz
210 bulamazlar. Gerek 95’lerde Sosyalizmin Sorunları dergisini çıkarırken, gerekse bu gün, İkiz Kuleler’e saldırının bütün dünyada bir kırılma noktası oluşturduğunda adeta herkes fikir birliği içindeyken ve Politik İslam bu eylemin aktörü olarak ortaya çıkmışken, sosyalistlerin söyleyecek sözü olmaması, toplumsal hareketin gerilemesi kadar bu metodolojik ve teorik sınırlılıklarla da bağlantılıdır. * O zamanlar, yani 95’lerde, Din, politik İslam konularında epey geniş bir literatürü taramış ve o çıkamayan derginin üçüncü sayısı için bir yazının taslaklarını hazırlamaya başlamıştık. Sonra dergi çıkmayınca konu ilgi alanımızın merkezinden uzaklaşmıştı. Bundan sonraki dönemde daha genel teorik ve metodolojik sorunlara yönelmiştik. Bunların bir sonucu, dökümü, “Geleceği ve Geçmişi Kurtarmak” başlıklı denemede görülebilir. Daha sonra da özellikle Kürt hareketindeki gelişmelere bağlı olarak, Kürt hareketinin gelişmelerinin anlaşılması ve buna bağlı olarak Türkiye’de politik hareket, dolayısıyla daha politik konular, dikkatimizin merkezine geçti. Son ikiz kuleler eylemine kadar, din ve politik İslam, her zaman ilgi gösterdiğimiz bir konu olmakla birlikte, ilgi alanımızın daha kenar bir yerinde bulunuyordu. Son eylemden sonra, tekrar eski çalışmadan kafamızda kalan tortulara dayanarak olayları anlamaya çalıştık. Bu bakımdan İkiz Kuleler’e saldırıdan sonra yazdığımız çeşitli yazılar, Sosyalizmin Sorunları dergisinin o çıkamayan sayısı için yapılan çalışmanın, gecikmiş, dağınık ve parça parça yazıya geçirilmesi, bir yeniden hatırlama, o çalışmadan kalan tortunun yeniden üste çıkması olarak görülebilir. Yazdıklarımızın üç teorik metodolojik kaynağı vardır, bu kaynaklar anlaşılmadan, sadece bu konuda değil, hiç bir konuda yazdıklarımız anlaşılamaz. Birincisi, Klasik Marksizm’dir. Stalinizm’in tahrifatlarından arınmış ve kısmen de gelişmiş haliyle klasik Marksizm, devrimci Marksizm. Özellikle Troçki ve Mandel gibi teorisyenlerin adına bağlı olarak korunmuş ve politika, ekonomi politik gibi alanlarda da gelişmiş Marksizm. Bu Marksizm hem kendi kaderini hem de yirminci yüzyılın tarihini anlamayı sağlar. Bu tarihin anlaşılması ise, Ekim Devrimi sonrasındaki karşı devrim, yani Bürokratik bir kastın iktidara gelmesi olayı anlaşılmadan anlaşılamaz. Bu da geri bir ülkede sosyalist devrim ve bu devrimin tecridi olmadan anlaşılamaz. Klasik Marksizm bunun koşulunu yaratır. Böylece politik İslam’dan milliyetçiliğe kadar yirminci yüzyıla ve günümüze ilişkin bütün fenomenlerin var oluşunu açıklama olanağı doğar. İkinci kaynak, Batı Marksizm’i de denebilecek, Frankfurt Okulu’nun aydınlanma eleştirisidir. Tarihin ilerleme olarak görünüşünün eleştirisi de denebilir buna. Bu bakışta devrimler tarihin lokomotifleri değil, imdat frenleridir. Bu genel yaklaşım olmadan ne yirminci yüzyıl ne de insanlık tarihi anlaşılamaz. Üçüncü Kaynak Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Kıvılcımlı yirminci yüzyılda olanın istisnai olmadığını aslında bütün insanlığın tarihinin böyle gittiğini gösterir. Frankfurt Okulunun felsefi çabasının sosyolojik ve tarihsel temellerini gösterir.
211 Bu birbirinden bağımsız olarak Marksizm’i geliştirmiş üç geleneğin asgari bir kavranışı olmadan, yazdıklarımızın anlaşılması olanaksızdır. Ve bu üç gelenek, birbirinden bağımsızca ortak metodolojik köklere sahiptir, birbirinden bağımsızca benzer sonuçlara ulaşmıştır ve organik bir bütün oluştururlar. Şimdi Türkiye’nin sosyalistlerine bakalım. Stalinistler için zaten bu üç gelenek de, birer sapkınlıktan başka bir şey değildir. Onları bir yana koyalım. Troçkist’i için, Frankfurt Okulu ve Kıvılcımlı bilinmez. Dolayısıyla genellikle Eurosentrik ve oldukça ilerlemeci kalır. Frankfurt Okulu ise, kimi aydınların tekelindedir ve aslında onlar da aynı Avrupa merkezci bakış açısıyla damgalıdırlar. Düşünsel yönde yoğunlaşıp, düşünceleri belirleyen tarihsel koşulları hiç hesaba katmama, bozulmaları, düşüncedeki bozulmalarla açıklama, dolayısıyla derin bir idealist eğilim gösterirler ve canlı politikaya çok uzak akademisyen bir eğilim olarak vardırlar. Dolayısıyla, bunlardan ses çıkmaz ve yankı olmaz. Diğer muhalif toplumsal gruplara gelince. Örneğin Aleviler. Türkiye’de Sünni İslam’ın ezdiği bir kesimin hareketi olarak haklıdırlar. Ama bu ezici İslam’ın aynı zamanda bir ezilen hareketi olduğu Alevi muhalefet için kabul edilemez ve anlaşılamaz. Zaten, Alevi muhalefetinin, Kemalizm ve Stalinizmle ortak ilerleme hayranı, yaklaşımları da böyle karmaşık süreçleri anlamaya olanak vermez. Tek yapacakları susmaktır. Bu dünya çapındaki hareketi anlamak ve onun karşısına dünya çapında çıkmak gibi bir sorunları da yoktur. Kürt hareketinin durumu daha mı farklı? 11 Eylül aynı zamanda ulusal hareketin sınırlarını da gösterir. Kürt hareketi bunların içinde en ileriye giden harekettir. Ama bu en ileri gittiği noktada, bir Orta Doğu Federasyonu gibi, bölgesel bir projenin ötesine gidemez. Bu proje ise, insanlık için bir program ve proje oluşturmaz. Onun bir kısmını bir tarafa aktarmaktan başka bir şey değildir son duruşmada. Dünya çapında alternatif bir proje oluşturma, onunla bu anlamda bir rekabete girme gibi bir problem koyuşu yoktur, olamaz da. Ulusal hareketin doğası bunun önünde bir engeldir her şeyden önce. Kürt hareketinin olaya yaklaşımı, hep bu olayın Kürdistan’daki ve bölgedeki sonuçları bağlamında oldu. Böylece, iyi kötü bir dinamizm gösteren ve belli bir kitle radikalleşmesi ve politizasyonunu yansıtan iki hareket için bile, olay anlaşılmaz ve açıklanamaz olunca, varın sosyalistlerin ve dünya tarihsel bir çöküş ve demoralizasyon yaşayan işçi ve sosyalist hareketin durumunu tasavvur edin. O zaman, olayın bir provokasyon olduğu, bir komplo olduğu gibi teori ve anlayışlar ortalığı kaplamakta. Yok, üç tane Yahudi ölmüş, yok bir gün önce muazzam paralar alınmış, yok Mossad yaptırmış, yok ABD yaptırmış. Yığınla teori ortalığı kaplıyor. Bu teorilerin bir tek işlevi vardır aslında. Politik İslam denen şeyin varlığını açıklamadaki acizliği gizlemek, onu anlama ve açıklama gereğinden kurtulmak. Bu nedenle, 11 Eylül’den beri yazılanlara bakın, kimse sosyolojik ve tarihsel bir analiz yapma çabasında değildir. *
212 Geçen haftaki “Politik İslam nedir?” başlıklı yazı aslında çok uzun bir yazı olmuştu, Özgür Politika’daki köşeye sığmayacak kadar uzun. Neredeyse on sayfa. Bu nedenle kısaltma, o yazının sonuç önermelerinin alt alta dizilmesinden başka bir şey değildi. O sonuç önermelerinin dayandığı olgu ve çıkarsamalar okuyucu için bilinmez kaldı ve onları okuyucunun bildiği var sayıldı. Aşağıda bu yazı yer alıyor. Politik İslam hakkındaki görüşlerin daha geniş versiyonu. Tarihsel Gidiş İçinde Politik İslam Politik İslam’ın ne olduğunu anlayabilmek için, bu günün yaşanan tarihi yaşanması mümkün ve zorunlu biricik tarih gibi ele almamak, onu olası tarihlerden biri olarak görmek gerekir. Peki, bu ne demek? Her doğum normal olmaz, bazı doğumlar aşılmaz komplikasyonlara ve ananın ve çocuğun ölümlerine yol açabilir. Normal olmayan bir doğumun gidişine bakıp, olası tüm doğum süreçlerinin böyle olacağı sonucuna ulaşmak nasıl yanılgılı sonuçlara yol açar ve doğum denen olguyu kavranılmaz kılarsa; aynı şekilde normal bir doğumun genelleştirilmesi de benzer sonuçlara yol açar ve tarihi anlaşılmayı olanaksız kılar. Marks, devrimi bir doğuma benzetirdi. Zaten her doğum bir devrimdir. Bu benzetmede Marks, hep normal doğumları göz önüne getiriyordu. Yani kapitalist üretim ilişkileriyle en fazla çelişki içindeki yerlerde bir devrim beklentisi, normal bir doğum beklentisiydi. Şimdi normal bir doğumun tarihsel sonuçlarını göz önüne getirmeden bu gün yaşanılan tarihin ne olduğu anlaşılamaz. Bir an için ABD’de veya Avrupa’da, yani Tarihsel maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, üretici güçlerin en geliştiği dolayısıyla kapitalist üretim ilişkileriyle en derin çelişki içinde olduğu ülkelerde sosyalist devrim olduğunu veya Ekim Devrimi’nin bir Alman devrimiyle desteklendiğini (ki bu pratik olarak bir dünya devrimi anlamına gelirdi) düşünelim. Bu sosyalizmin normal bir doğumu olurdu. Bu devrimin sancıları normal bir doğumun sancıları olur. Yani sosyalizm çocuğu dünyaya başı önde gelmiş gibidir, eğer insanın doğumuyla bir benzetme yapacak olursak. Fazla bir komplikasyon yoktur. Böyle bir dünyada, faşizm, ikinci dünya savaşı, sömürgeciliğe karşı savaşlar, politik İslam, Stalinizm hep bilinmez, tasavvur bile edilemez şeyler olarak kalacaktı, tıpkı bizler için neredeyse böyle bir tarihin de mümkün olduğu bilinmez ve tasavvur bile edilemez ise. Elbette Marks, bu kadar yüzeysel de değildi, demokratik görevlerin kendi dinamikleriyle bir sosyalist devrime dönüşme olasılığına, örneğin Almanya’da Köylü savaşının ikinci bir baskısıyla desteklenen bir işçi devrimi olanağına gözlerini kapamıyordu. Bu durumda bile, bunun Fransa ve İngiltere devrimlerinin başlangıcı olacağını düşünüyordu. Marks, haklı olarak çok iyi biliyordu ki -ki bu varsayım bu gün de bu geçerliliğini sürdürmektedir- ileri ülkelerde devrim olmadan sosyalizme geçiş olamaz. Bu gün de ABD ve Avrupa’da bir sosyalist devrim olmadığı sürece insanlığın sosyalizme geçmesi mümkün değildir. Çünkü sosyalizm tanımı gereği kapitalizmden daha yüksek bir üretkenlik ve refah derecesini var sayar.
213 Marks, Engels, Lenin, Troçki vs. hepsi, haklı ve doğru olarak bu önermeden hareket ediyorlardı. Ama hepsi, geri bir ülkede devrim olduğu takdirde, bunun ilerlemişlerdeki devrimi tetikleyeceği ve onun yardıma geleceği noktasından hareket ediyorlardı. Fakat hiç biri şunu düşünmüyordu: Ya ileri ülkelerdeki devrim yardıma gelmezse? Bunu konjonktürel olarak, geçici olarak olası gördüklerinde bile, bırakalım sosyalist devrimi, demokratik bir devrime bile zerrece şans tanımıyorlardı. Onların bu unutulmuş var sayımları ve akıl yürütmesi yanlış değildi ve hala geçerliliğini sürdürmektedir. Bütün dünyadaki sol, bilerek veya bilmeyerek bu akıl yürütmeyi, bu öncülleri terk etmiş bulunuyor. Çünkü eğer ABD ve Avrupa’da devrim olmazsa ne olur, bunun anlamı nedir, bundan ne sonuçlar çıkarmak gerekir gibi, hayati bir soruyu sormamayı mümkün kılıyor. Marks, Engels, Lenin, Troçki’ler bu soruyu sormuyorlardı ama bu onların çağında anlaşılabilirdi. Çünkü olayların gidişi, bu soruyu gerektirecek bir eğilim göstermiyordu. O nedenle sosyalizmin dünyaya belki biraz komplikasyonlu ama normal bir doğumla geleceği var sayımına dayanıyordu. Nedir komplikasyonlu ama normal bir doğum? Devrim geri bir ülkede olur. Burası normal olmayan bir doğumdur, tıpkı çocuğun ayakları önde gelmesi gibidir. Ama nasıl tıbbi müdahale ile bu çocuk tekrar başı önde hale getirilirse, ileri ülkelerdeki devrimler de benzer bir işlev görecekler ve başlangıçta normal olmayan bir doğum, normal bir doğuma dönüşecekti. Bunu bizzat geri ülkedeki devrimin yaratacağı devrimci kabarışın mümkün kılacağını düşünüyorlardı. Lenin’ler Troçki’ler hep bu umutla, bundan adeta emin olarak, geri bir ülkede sosyalist devrim için cesaret etmişlerdi. O zamana kadarki tarih de bu umut ve varsayımları destekler nitelikteydi. En ileri ülkeler krizden krize gidiyor İşçi partileri ve sosyalizm hızla oralarda yükseliyordu. Aksi olasılığı düşünmek için bir neden bulunmuyordu. Ama bu olmadı. Neden? Burada, düşünülmeyen şuydu: normal olmayan doğum başlangıcının sonuçlarının normal bir doğuma dönüşmeyi engelleyici etkiler yaratması ve artık giderek onun olanaksızlaşması. Yani, ayakları önde gelmenin uzaması, örneğin Almanya’da yirmilerde bir devrim olmaması, ayakları önde gelme durumunun sürmesine ve bunun yarattığı yan etkiler de, ileri ülkelerde devrimlerin engellenmesine yol açmıştır. Örneğin, bu ayakları önde gelişin sonucu olan Stalinizm, ileri ülkelerde tarihin gördüğü en büyük buhran olan 1929 buhranında, işçilerin kendiliğinden içgüdüleriyle bir devrim yapma olasılığını bile engellemiştir. Gericiliğin bu yükselişi, ise Stalinizm’i güçlendirmiş, Stalinizm’in güçlenişi de gericiliğin yükselişini güçlendirmiştir. Sonuçta sosyalizm çocuğu doğamadı. Öldü. İnsanlık ikinci bir defa sosyalizme hamile kalır mı? Buna zamanı var mı? Varsa bile, bu sefer veriler daha da kötü, birinci doğumun ölümle sonuçlanması, dünya tarihsel bir demoralizasyonun yanı sıra, ekonomi temelindeki dolaylı veya doğrudan sonuçlarıyla dünya proletaryasının korkunç bir bölünmesine yol açmış bulunuyor. Artık zengin ülkelerin işçisi yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir toplum isteyemez. Bu şu demektir, geri bir ülkede sosyalist devrime, ileri ülke işçisi destek çıkmaz. Yani devrim ileri ülkelere yayılmaz, hatta bırakalım yayılmayı, aksine onları devrime karşı olmaya iter. Bu ise şu demektir, insanlığın
214 sosyalizm çocuğuna yeniden bir hamile kalışının, normal bir doğuma, ayakları önde gelişe, dönme şansı yoktur. (İşte politik İslam karşısında batının sosyalistlerinin tavrı, aslında bu sosyolojik bölünmenin ifadesidir de. Bu da şu demektir, pratik olarak sosyalizm ve insanlık için yaşama şansı yoktur.) Eğer Marks, Engel, Lenin, Torçki’lerin, yani Tarihsel maddeciliğin öncüllerinden ve çıkarsamalarından yola çıkarsak, her Marksist’in çıkarması gereken sonuç budur. Ne yazık ki, dünyadaki hiç bir Marksist bu sonuçla yüzleşmeyi göz önüne almamaktadır. Bu sonucu veri kabul edip soru sorma yoluna gitmemektedir. Bizim bütün yazılarımız ise, bu sonucu veri kabul edip, buradan hareketle ne yapılacağına ilişkindir. Yani dünyadaki Marksistlerle aramızda bir uçurum bulunmaktadır. Burada biz, klasik Marksist öğretiyi ve onun mantıki sonuçlarını savunur durumdayızdır. Bu soruna gözlerini kapayanlar ise, fiilen tarihsel materyalizmin ve Marksizm’in öncüllerini fiili bir inkar içinde bulunmaktadırlar, sözde bol bol Marksizm sözü etmelerine rağmen. İşte Tarihe ve günümüze böyle bir bakış olmadan, Politik İslam anlaşılamaz. Politik İslam, ancak normal olmayan bir doğumun yarattığı komplikasyonlar sonucunda sosyalizm çocuğunun ölmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta bir bakıma, yeniden hamile kalma çabası olarak bile görülebilir insanlığın. Ama bu haliyle gebeliğe bile yol açamayacak bir çaba. İşte tarihe böyle bir bakış, bizim Politik İslam’ı anlamamızı mümkün kılar. O normal bir doğumun seyrini izleyecek bir tarihte var olamazdı. Bu tarihi olası biricik tarih olarak algılamak, onun olmayacağı bir tarihin tasavvurunu, dolayısıyla onun varlığını, var oluşunu açıklamayı olanaksız kılar. * Bu günkü tarihi olası biricik tarih olarak ele almak da, modern çağın Faşizm, Ulusal kurtuluş Savaşları, Politik İslam gibi birçok olgusunu anlamayı olanaksız kılar. Politik İslam da tıpkı ulusal kurtuluş savaşları gibi, son duruşmada, tarihin yumağının ters ucundan çözül(eme)mesinin, diğer bir deyişle, sosyalizm çocuğunun ayakları önde geldiği için doğamamasının sancılarının yol açtığı bir çığlıktır. Tekrar şöyle bir tarihsel gidiş tasavvur edelim. Eğer Ekim devrimi Avrupa’de bir Alman devrimi ile desteklense, bu Sovyetlerde bir bürokratik kastın iktidara gelmesini engeller, bu da devrimin diğer Avrupa ve ABD’ye yayılmasını getirir; genelleşmiş meta üretiminin, yani kapitalizmin yasalarından kurtulmuş insanlık, demokratik bir şekilde, el yordamıyla da olsa, her türlü baskı ve sömürüyü ortadan kaldırma sürecine girebilirdi. Veya Sovyetlerde bürokratik kastın iktidara gelişi biraz daha gecikse, bu devrimin prestiji üzerine oturmuş kastın, politik, ideolojik tahribatı daha gecikebilir, bu da belki, kapitalizmin tarihinde gördüğü en derin buhran olan 1929 buhranında, Alman Komünist Partisi’nin, Üçüncü
215 Enternasyonal’in intihar politikaları izlemesine yol açmaz; Almanya’da Faşizme değil, bir işçi devrimine ve oradan da dünyanın sosyalist oluşuna yol açabilirdi. Böyle bir dünyada ulusal baskılar ve sömürgecilik; bu günkü gibi bir yoksulluk ve eşitsizlik olmayacağından, bir kaç kuşağın hayatını belirleyen, faşizm, ulusal kurtuluş savaşları, politik İslam, ikinci dünya savaşı gibi bir çok fenomen var olamaz, onlar tıpkı maddenin başka var oluşlarına dayanan olası başka evrenler; bambaşka türlerin ortaya çıkmasına yol açan olası başka canlı evrimleri gibi, olası bir başka tarihsel gidiş olarak, üzerinde kafa bile yorulmayacak, tasavvur edilemez olgular olarak kalırdı. Diğer bir deyişle, İslam dinine inanan toplumların modernleşmesi illaki kapitalizm çerçevesinde, sömürgecilik koşullarında olacak diye bir zorunluluk yoktur tarihte. Bu ülkeler pek ala, zengin ve ileri ülkelerde iktidarı almış, sömürme gibi bir derdi olmayan, bilgisini ve zenginliğini bu yoksul ve geri ülkelerin refahını yükseltmeye aktaran bir işçi sınıfının desteğiyle, kapitalist ya da sömürgeci olmayan, bu yaşanan acıların hepsine yabancı, tıpkı normal bir doğumun olağan sancılarıyla da modernleşebilirlerdi. Geri ve yoksul uluslar, hiç bir ulusal baskıya uğramadan, hatta ulusal olanla politik olanın çakışması zorunluluğu gibi bir kavrayışı bile tanımadan modern dünyanın eşit haklı, refahını eşit olarak paylaşan, sınıfsız toplumunun insanları olabilirlerdi. Böyle bir dünyada, sömürü, baskı olmayacağından, ne ulusal hareketler, ne de politik İslam olmazdı. Yaşanan tarihin iğrençliği ve gerçek anlamı ancak hayallerin aynasında görülebilir, olası başka tarihlerin hayali olmadan da yaşadığımız bu tarih ve ona has olgulardan biri olan politik İslam anlaşılamaz. Politik İslam’ın ve onun temelindeki Müslüman Kardeşler’in, İşçi hareketinin devrimci geleneklerinin bir bürokratik kastın terörüyle tümüyle silinip süpürüldüğü, işçi hareketinin peş peşe tarihindeki en büyük Alman ve İspanyol yenilgilerini aldığı, otuzlu yıllarda doğması bir rastlantı değildir. Sosyalizm ve Ulus Bayrağının Yitirilmesi ve Politik İslam Bundan sonra sosyalizm, aslıyla ilgisi kalmamış biçimde ya sosyalist denen ülkelerdeki bürokratik kastın ya da gelişmiş ülkelerdeki sendikalar ve işçi partilerinde yuvalanmış işçi bürokrasisinin, ya da bizzat bunların sonucu olarak ortaya çıkmış ezilen ulusların ulusal kurtuluş savaşlarının bayrağı olarak daha bir süre ezilenlerin tepkilerinin ifade eden bir bayrak işlevi gördüyse de, Ulusal Kurtuluş hareketlerinin ne refah ne de demokrasi sağlayamamaları ve sınırlarına erişmeleri ile politik İslam’ın yükselişi başladı. Bu nedenle, dün sosyalizm veya ulusal kurtuluş bayrağıyla yürüyenlerin bu gün İslam’ın bayrağıyla yürümeleri bir rastlantı değildir. Aynı sosyolojik olgunun farklı bir ideolojik görünümüdür. Aslında sosyalizm devrimci ve isyancı bir güç olarak, Sovyet’lerin bürokratikleşmesi ve yirmilerde devrimci işçi hareketinin çökmesinde sonra, sadece anti-emperyalist direnişlerin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin bayrağı olmuştur. Diğer bir deyişle sosyalizm bayraklı bütün
216 devrimci hareket ve isyanlar, son duruşmada anti emperyalist ve ulusçu bir karakterdeydiler toplumsal temelleri ve programlarıyla. Pek ala ulusal bir bayrakla da oluşabilecek hareketler, sosyalizmi bayrak ediyorlardı ekim devriminin prestiji ve Sovyetlerdeki bürokrasi ve batıdaki işçi bürokrasisinin emperyalizm ve kapitalizmle çelişkileri nedeniyle. Bu nedenledir ki, ulusçularla sosyalistler arasında kolayca geçişler olabilmiştir. Bu en açık, kendine sosyalist diyen ülkelerin, orak, çekiç, kızıl yıldız gibi sosyalizmi sembolleriyle ulusal bayraklarının kombinasyonlarında görülebilir. Bunlar bu sembolleri aldıkları gibi kolaylıkla da çıkarabilmişlerdir. Politik İslam, daha doğuşunda, tıpkı Ulusal hareketler gibi, emperyalizme ve onun iş birlikçisi sınıfların yaşamına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Aynı toplumsal temel ve hedeflere sahiptir bir bakıma ulusal ve anti emperyalist hareketlerle. O halde, yirminci yüzyıl boyunca ister ulusal, ister sosyalizm bayrağıyla ister bunların çeşitli derecelerde kombinasyonlarıyla olsun, bütün anti emperyalist ve ulusal kurtuluş hareketleri devrimci harekete damgasını vurmuşlardır. Bu hareketlerin yükseliş dönemi boyunca, politik İslam daima marjinal bir akım olarak kalmış, hatta bu hareketlere karşı, gerici ve emperyalistlerden bir destek bile almıştır. Ancak onların sıralarını savmalarından sonra, yani başarısızlıklarının ortaya çıkmasından sonra, yetmişli yıllarda, sosyalizm bayraklı olanlarının, tam da Vietnam’ın ve Afrika’daki Portekiz kolonilerindeki zaferinde zirveye ulaşımın kısa bir süre içinde tıkanmasından sonra; ulusal bayraklı olanların ise, örneğin Arap ülkelerindeki Baas rejimleri gibi, ondan da önce iflaslarından sonra politik İslam, yoksul İslam ülkelerindeki anti emperyalist ve sömürgeciliğe karşı direnişin bayrağını ele geçirmiştir. Politik İslam’ın bu emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı direniş karakteri bu gün bile belirleyici olmaya devam etmektedir. Ve insanlığın bölünmesi, üçüncü dünya veya güney kuzey de denilen, siyah ve beyaz karakteri aldığı için, kolayca bu direniş, siyahların tamamen farklı tepkisinin ifade biçimi de almakta ama bu onun kazandığı bu özelliğin anlaşılmasını, onun bu özgül yanının görülmesini engellemektedir. Özetle, Politik İslam, dünün sosyalizm ya da ulus bayraklı toplumsal hareketlerin yani ulusal ve anti emperyalist hareketlerin bayrağıdır. Onların tarihsel iflası üzerine onların yerini almıştır. Politik İslam ve Burjuva Uygarlığı’nın Krizi Ne var ki, politik İslam’ın yükselişi, aynı zamanda Burjuva uygarlığının da, kapitalist uygarlığın da iflası ve kriziyle yakından ilgilidir. Gerek sosyalist hareketler, gerek ulusal hareketler, burjuva uygarlığının modellerini ve ideallerini hiç bir zaman sorgulamadılar, aksine onlar aynı ideallere ulaşmaya çalışıyorlardı. Bu onlar gibi zengin ve demokratik ülkeler olma biçiminde ifadesini buluyordu. Sosyalist teorinin burjuva uygarlığının dayandığı temellere ve ideallere yönelik eleştirisi hiç bir zaman, özünde ulusal karakterli ve sosyalizm bayraklı hareketlerde bir yankı bulmamasının nedeni budur. Bu ulusal hareketlerin tek farkı, burjuva uygarlığının ideallerine, planlı ekonomi,
217 kara dayanmayan bir ekonomi aracılığıyla ulaşma yollarındaydı. Yani hedefin kendisine değil, ona ulaşılacak yol bakımından bir eleştiriden söz edilebilirdi sosyalist veya ulusal bayraklı antiemperyalist ve ulusal hareketlerde. Ancak, bu hareketlerin iflaslarıyla aşağı yukarı aynı zamanda, burjuva uygarlığının bir krizi ortaya çıkıp, bu krize karşı tepkiler, özellikle yeni sosyal hareketler biçiminde kendini ifade etmeye başladı. Evet, batı uygarlığı bir refah ve görünüşte bir demokrasi ve özgürlük sunuyordu ama bunun ne olduğu anlaşılmaya kalkınca o zenginliğin, doğanın ve dünyanın yoksul uluslarının korkunç bir yağmasına dayandığı ortaya çıkıyordu. Bu refaha rağmen orada yaşayanlara mutluluk verilemiyordu. İnsanlar yalnızlık, metalaşmış insan ilişkileri, insan düşmanı şehirler, tahrip olmuş bir doğa gibi aşılması çok daha zor problemlerin içindeydi. Burjuva uygarlığı kendi refah ve demokrasisini tadanlar için bile ideal bir toplum olmaktan uzaklaşmıştı. Yani ortadaki artık sadece bir kapitalizm krizi değil, bir uygarlık kriziydi. Bu uygarlık krizine ise, hala o uygarlığın on dokuzuncu yüzyıldaki ideallerine bağlı ulusal ve sosyalist hareketler bir cevap veremezdi. “Sosyalist” denen ülkelerdeki veya gelişmiş ülkelerdeki işçi bürokrasisinin de bu uygarlığa bir eleştirisi olamazdı. Bu uygarlığın bir eleştirisinin temelleri elbette otantik Marksizm’den kaynaklanan Frankfurt Okulunca ve batı uygarlığının tam da merkezlerinde yapılmış ve en azından böyle bir eleştirinin temel taşları konulmuştu. Bu uygarlık krizine yönelik toplumsal hareketlerin (Feminizm, Ekoloji vs.) tam da bu eleştiriye dayanmaları da bir rastlantı değildi, ama bu hareketler hiç bir zaman burjuva uygarlığına karşı bir alternatif uygarlık projesi geliştiremiyorlardı. Çünkü bu uygarlık projesi, ancak modern bir sınıfa dayanabilirdi ama bu sınıf da bu ülkelerde devrimci bir sınıf konumunda bulunmuyor, dünya işçi sınıfının beyazlar zümresini oluşturuyordu. Bu koşullarda, uygarlık paradigmasına yabancı, dolayısıyla burjuva uygarlığını eleştirmek ve onun karşısında bir başka uygarlık projesi geliştirmek gibi bir sorunu olmayan sosyalizm ve ulus bayrakları entelektüel güçlerini de yitiriyorlardı. Aşılmış bir dünyanın problemlerine hapis olmuş bulunuyorlardı. Zerrece entelektüel bir dinamizm de gösteremiyorlardı, başka bir uygarlık projesi sunamadıkları gibi. İşte Politik İslam, burjuva uygarlığının krizi koşullarında, başka bir uygarlık ve değerler sistemi olarak da, cevapları geçerli olmasa da çağa uygun bir paradigmaya sahip olarak ortaya çıkıyordu. Bu da onun, modern kapitalizmi tanımış daha modern ve şehirle tabakaların memnuniyetsizliğinin ifadesi olmasıyla da ilgiliydi. Klasik ulusal ve sosyalist hareketler de, İslam’ı bir politik ve toplumsal sistem, modernleşmenin önünde bir engel olarak görülür. Modernleşmek için İslam toplumundan uzaklaşmak gerektiği var sayımı egemendir. İslam tıpkı Batı’da olduğu gibi, kişinin bir inanç sorunu olarak toplumsal ve siyasal hayatın bir köşesine itilmelidir.
218 Burjuva uygarlığının kriz döneminde, bu uygarlığın zirvelerinin bile insanlara mutluluk getirmediğinin ortaya çıktığı bir çağda, bu yaklaşımın ezilen halklar için hiç bir çekiciliği olamazdı. Politik İslam ise, yetmişlere kadar egemen bu anlayışı ters çevirir. Müslüman olduğu için değil, Müslümanlıktan uzaklaştığı için gerilediği noktasından hareket eder. Böylece, batı uygarlığının bütün değerlerine karşı, bir başka uygarlık projesi sunma olanağı bulur. Bu anlamda, politik İslam, Burjuva Uygarlığının krizine ilk sistemli bir cevap verme çabasıdır. Politik İslam’ın bu çabası değildir yanlış olan, buna verdiği cevaptır. Ama bizzat bu çaba olarak, bir uygarlık projesi gibi bir sorunu olmayan, sosyalizm dahil bütün politik akımlar karşısında tartışılmaz bir üstünlüğü bulunmaktadır. Bizzat İkiz kulelere yapılan eylemin, hedeflerinin seçilişi ve yapılışı bile bu üstünlüğünün yansımasıdır. İslam bu çabasında, burjuva uygarlığına yönelik bütün eleştiriyi, Frankfurt Okulundan almaktadır. Bu da onun aslında, bu uygarlığa karşı bir proje geliştirme yeteneğinde olmadığının tipik bir göstergesidir. Fakat bu burjuva uygarlığının krizine bir cevap olma ve başka bir uygarlık kurma iddiası, geri ülkelerdeki anti-emperyalist ve ulusal direnişlerin, aynı zamanda ulusallığın sınırlarını aşmadıkça bir çözüm bulamayacakları çıkarsamasına da bir cevap verme çabasıdır. Sol ise, bu çabadan yoksundur. Politik İslam’ın bu yönleri, ortaya koyduğu ya da bilinçli veya bilinçsiz cevap olmaya veya bulmaya çalıştığı sorunlar, onun sol karşısındaki gücünü oluşturur. Bu sorunları tartışmak, politik İslam’ın tanıştığı sorunları tartışmak ve başka bir alternatif sunmak mümkün olmadığı sürece, sosyalizmin bir yeniden yükselişi beklenemez. Diğer bir ifadeyle sosyalizm politik İslam’la aynı dili konuşmayı, yani aynı sorunları tartışmayı öğrenmelidir. Klasik sosyalist ve ulusal hareketlerin son kuğu çığlığı olan Kürt Ulusal Hareketi de bu sınırları aşma zorunluluğuyla karşılaşmaktadır. Bu yönde el yordamıyla belli bir aşama da kaydetmektedir. Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği, Kürt Ulusal hareketinin Türkleri de içine alan demokratik bir sosyal harekete dönüştürme projesi ve bunun bölge çapında bir demokratik federasyona dönüşmesi projesi, böyle bir tarihsel zorunluluğun bilinçsiz ifadesi olarak görülebilir. Keza, kısmen son savunmasında görülen, uygarlıklar sorununa dönüş de bu bağlamda anlaşılabilir. Bizans ve Osmanlı, Ulusların ortaya çıkışıyla dağılmış bir uygarlık alanıdır. Çin, Hint ve İslam devrimi ile İran uygarlıkları, modernizme bir şekilde bütünlüklerini koruyarak cevap vermiş bulunuyorlar. Bizans-Osmanlı alanı ise henüz cevabını bulabilmiş değil. Öcalan’ın projesi aynı zamanda böyle bir soruna da cevap olarak görülebilir. Tarihsel olarak ve toplumsal olarak, hala bir şansı vardır bu projenin. Böylece bu alan, politik İslam karşısında burjuva uygarlığını savunan bir işlev de görebilir. Kürt hareketi bu sorunu tek problematize eden ve bir cevap öneren hareket olduğundan eğer böyle bir proje gelişme olanağı bulursa, bu Kürt
219 hareketinin dinamizmine dayanabilir ve bir bakıma sosyalizm ve Ulusal bayraklı hareketlerin, son kuğu çığlığı olabilir. Burada, politik İslam karşısında sosyalist bir uygarlık projesi geliştirmek zorunda olan sosyalizmin, bu kuğu çığlığının projesinin kendi projesi gibi anlaşılmaması için ayrı bayrağı olması gerekir. Çünkü bu proje, son duruşmada, yeryüzünden siyahlığı da ortadan kaldıran bir başka uygarlık projesi değil, burjuva uygarlığının projesinin bir ronesansı ve bir beyazlar arasına katılma projesidir. Klasik Bizans-Osmanlı alanının, yani Türkiye’nin eşik konumu böyle bir projeyi mümkün ve gerekli kılmaktadır. 25 Ekim 2001 Perşembe http://www.comlink.de/demir/
[email protected]
220
ÖDP’den Ayrılan Muhalefetin Sorunları Muhalefetin önemli bir bölümü ÖDP’den ayrıldı. Ayrılık bir kısa bir basın bildirisi ve daha uzun bir deklerasyonla kamuoyuna duyuruldu. Şimdi ortada bu muhalefetin ne yapacağı sorunu var. Bundan sonra neyin nasıl yapılacağı, ÖDP’den ayrılan muhalefetin ve muhalefetin eleştirilerine yakınlık duyan çevrelerin, temel gündem maddesi olacaktır muhtemelen. Biz de bu vesileyle, ÖDP deneyi, ayrılanların ÖDP içindeki mücadeleleri ve bundan sonra nelerin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin görüşlerimizi geliştirmeye ve daha da açmaya çalışalım. Bunu yaparken bir yanlış anlamaya meydan vermemek için önce bir açıklama gerekiyor. Biz kendimizi elbette şimdi ayrılan muhalefetin pozisyonlarına daha yakın görüyoruz. Özellikle “Kürt Sorunu” karşısındaki tavır ve ne kadar farklı anlaşılırsa anlaşılsın sosyalist mücadelelerin mirasının ve geleneklerinin savunulması konuları bu yakınlığımızın temelini oluşturuyor. Zaten bu nedenle kimse fikrimizi sormasa da bir şeyler yazmak gereğini ayrıca duyuyoruz. Ve tam da kendimizi yakın gördüğümüz için, yani kendimizi biraz da içinde hissettiğimiz için bu muhalefetin şimdiye kadar yaptığı hatalar ve bundan sonra yapacakları ve karşılarında bulunan sorunlar konusunda sözümüzü sakınmayacağız. Çünkü gerçek kimi sorunlar “aman şimdi problem çıkarmayalım” veya “zamanı değil” diyerekten sürekli örtülüyor. Alışkanlıkların gücü hiç küçümsemeye gelmez. Ayrılan muhaliflerin gerek ÖDP kuruluşunda, gerek sonra ÖDP içindeki muhalefetlerindeki stillerini de ÖDP üyeliğiyle birlikte orada bıraktıklarına dair bir emare görülmüyor. Bu daha sonra ayrıntılı olarak ele almayı düşündüğümüz ayrılanların bildirgesinde çok açık. Örneğin somut hiç bir programatik ve stratejik ayrılık noktası yok. Ama buna sonra gelelim. Şöyle bir eğilim seziliyor: işte sosyalizme inananlar ve Kürtlerle ittifakı savunanlar olarak bir parti kurup yolumuza devam edelim. Bunun için yapılacak şey, belli kişiler, gruplar ve çevrelerle görüşmelerdir. Öyle program, strateji gibi sorunlarla fazla uğraşmanın gereği yoktur. Şimdi laf değil iş zamanıdır. Muhalefetin, sosyalist bir partinin karşılaşacağı gerçek sorunlar hakkında kafa yorduğuna veya insanları kafa yorup bu gerçek sorunlarla yüzleşmeye çağırdığına dair en küçük bir emare yok. En basit sorunu ortaya koyalım. Sosyalist bir partinin bu günkü Türkiye’de programı ne olmalıdır? Cevap ne olursa olsun, bu cevapların ne gibi sorunları bulunmaktadır? Bunun iki cevabı olur. Demokratik Cumhuriyet ya da Sosyalist Talepler. Birincisi ulusun tanımından dil, kültür ve etniyi dışlamak, tüm dil ve milliyetlerin eşitliği; militer, bürokratik devlet cihazının tasfiyesi; iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olması. Bütün mahalli idarelerin özerkliği ve özgür iradeleriyle birliği; yani Demokratik Cumhuriyet.
221 Ama Demokratik Bir Cumhuriyet, aynı zamanda kapitalizm için ideal koşullar demektir. Böyle bir Türkiye veya Türk-Kürt Federasyonu veya başka bir biçim (adı önemli değil) ekonomik, politik ve kültürel olarak bölgede bir dev olur. Yani Demokratik Cumhuriyet, ya da demokrasi demek, yani bu günkü bürokratik militer cihazı ve etkisini tasfiye etmiş, halkın kendi aşağıdan girişim ve örgütlerinin büyük bir etkisinin bulunduğu; iktidarın halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde bulunduğu böyle bir ülke, aşağı yukarı bir zamanların Sosyal Demokrat İsveç’i gibi bir ülke olur. Veya daha somut bu günün Güney Afrika’sı gibi. Böyle bir ülke kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar sağlar. Böylece, gelişkin bir demokrasi sağlamış, gelir uçurumlarını törpülemiş böyle bir ülke bölgeyi de böyle demokratikleşme yönünde etkiler ama demokratikleşme etkisi aynı zamanda bu ülkenin etkisinin yayılması anlamına gelir. Böyle bir ülkenin proletaryası sosyalizme geçmek istemez. İki nedenle istemez. Bu ülkedeki gelişim ona yeni ufuklar ve durumunda iyileşme olanakları yaratacağı için. İkincisi, eğer sosyalizm deyip özel mülkiyete saldırırsa, o andan itibaren tecrit olacağı ve kimse yardımına gelmeyeceği için. Bu günkü dünyada sosyalizmin değersizleşmişliği veya sosyalizme doğru en küçük bir eğilim olmaması gibi “konjonktürel” durumları bir yana bıraksak bile. Bu şu demektir, sosyalistler aslında ne kadar köklü demokrasi getirmek için mücadele ederler ve ne kadar köklü bir demokrasi getirirlerse, o kadar kapitalizmin gelişmesi için uygun koşullar yaratmış ve dolayısıyla, bu kapitalizm barışçı ve demokratik bir programla yayılsa da, emperyalist bir ülke oluşturmuş olurlar. ÖDP’den ayrılanların hiç birisi bu sorunla yüzleşmek istemiyor. Aslında kendilerini kandırıyorlar. Kendilerini kandıranları da kimse ciddiye almaz. “Sosyalist bir partinin bu günkü Türkiye’de programı ne olmalıdır?” sorusuna ikinci cevap, sosyalizmi acil bir program olarak ortaya koymaktır. Ama bunu ortaya koyunca da, namuslu politikacılar olarak, Türk ve Kürtlerin sosyalizmi seçtikleri takdirde, çok uzun yıllar tecrit içinde kalacakları, ambargo, müdahale olasılıklarının çok güçlülüğü; ileri ülkeler işçilerinin bu devrime yardıma gelmeyeceği aksine düşmanca tavır alacağı açıkça koyulmalıdır. Yani sosyalizmin aşağı yukarı Ayrılış Bildirgesi’nde söylenenin aksine neredeyse “erişilmez bir ütopya” olduğu açıkça belirtilmeli ve insanlar buna rağmen sosyalizm uğruna mücadeleye çağırılmalıdır. ÖDP’den ayrılanlar ise, kendilerine ve halka yalan söyleyerek, gaz vererek, ayrılık bildirgesinde “sosyalizm erişilmez bir ütopya değildir” diyerek, gerçek sorunları gizliyorlar. Özetle ayrılan muhalefet demokrasi ile sosyalizm arasındaki bağın kopmuşluğu sorununu görmezden geliyor ve bu bağın nasıl kurulabileceği sorununu tartışmıyor. Eğer demokratik Cumhuriyet, toplumu sosyalizmden uzaklaştıracak, kapitalizmi güçlendirecek bir sonuç veriyorsa, sosyalistler açısından bir hedef olarak savunulamaz. Yok eğer Demokratik Cumhuriyet değil de Sosyalist karakterde, kapitalizmi tasfiye eden talepler ise, bunun nasıl zor olduğunu,
222 bekleyen tehlikeleri açıkça söylemek gerekir. Bu tehlikelere rağmen sosyalizm için çağrı yapılabilir. Ama böyle bir hareketin de, bir propaganda grubu olmaktan başka şansı olmaz. Bu çelişkiler gerçek hayatın, tarihin gidişinin ortaya çıkardığı çelişkiler. Bu çelişkilerle yüzleşmeden bir sosyalist politika yapılamaz. Bu çelişkilerle yüzleşmekten kaçanlar, ya bu çelişkilere teslim olup “sol liberaller” haline gelecekler ya da dünyaya gözlerini kapamış, dogmatik, iman gücüyle yürüyen, evde kalmış yaşlı bakireler olarak ömürlerini tamamlayacaklardır. Ve sosyalistlerin tüm yaratıcılıklarını yitirmesinin ardında bu çelişkilerle yüzleşmekten kaçınmak yatıyor. Tabii Demokratik Cumhuriyet talebi olmadan Türkiye’de somut politika yapmanın mümkün olmadığı sorunu ortadadır. Buna dayanarak politika yaparsanız sonuçta kapitalizme hizmet edersiniz. Yok, yapmazsanız fiilen bir hiç olursunuz. Muhalefet bu gerçek sorunu ortaya koyup bir çözüm aramıyor. Demokratik Cumhuriyet talebine sahip çıkmıyor ve kimi demokratik talepleri bir tür antikapitalist ve işçici sloganlarla çiftleştiriyor. Politik bir işçi hareketinin oluşumunu engelliyor. Demokratik Cumhuriyet’ten söz ettiğinde de sanki o sosyalizme geçiş olacakmış gibi ve o gerekçeyle savunuyor. Bu günkü dünyanın gerçeğine gözlerini kapıyor. Çelişkiler bu kadarla da bitmiyor. Bu çelişkiyi örtmek yeni tutarsızlıklara yol açıyor. Örneğin PKK da sosyalist olduğunu söyleyen bir örgüttür. Ancak Öcalan, ÖDP’den ayrılan muhalefetten çok daha cesur ve dürüst olarak, köklü bir demokratik devrimin bu nesnel sonuçlarını görmezden gelmiyor, açıkça böyle sonuçlar doğuracağını görüyor. Bu yokmuş gibi davranmıyor. Aksine bunun sonuçlarını vurguluyor ve egemen güçlere bu sonuçları hatırlatıyor ve onların en azından bu gerçek durumdan hareketle tarafsız veya hayırhah bir durum almasına veya kendi içinde birliğini bozmasına çalışıyor. Bizimkiler ise, sanki bu sonuçlar olmayacakmış gibi davranıp sosyalistliklerine toz kondurmamaya çalışıyorlar. Tabii böyle olunca ciddi bir politika yapmaları olanaksız oluyor. Ciddi bir politikacı, karşı tarafın güçlerini bölmek için en küçük bir olanağı değerlendirmelidir. Bizimkiler anti-kapitalist olduklarından, bir yandan demokrasi için mücadele ediyorlar, diğer yandan kapitalistlerin ne kadar demokrasiye karşı olduğundan söz ediyorlar. Tamam, kapitalistlerin demokrasiyle başı hoş değildir ama onlar da aptal değildir. Bir demokratik ülkenin nasıl iç ve dış pazarlarının büyüyeceğini, kendilerinin karları kadar işçilerin payına da bir şeyler düşeceğini ve bunun kendi egemenliklerini daha da sağlamlaştıracağını pek ala biliyorlar ve görüyorlar. Zaten bu nedenle adeta işçileri demokrasi için daha aktif bir mücadeleye çağırıyorlar neredeyse. Bizim ayrılan muhalifler ise, hem demokrasi için mücadele edecekler hem bu uğurda en tutarsız güçleri bile kazanmak için çaba göstermeyip aksine karşıya itecekler. Ondan sonra da ciddi politika yapmış olacaklar. Ama bu politika ne kendilerine yarar verir ne de Kürt hareketine. Ayrıca bu durumda Kürt hareketiyle ilişkileri de tutarsız olacaktır.
223 Kürt hareketi hem demokratik bir cumhuriyetin fiili sonuçlarını en tutarsız Türk kesimlerine bile hatırlatarak onları en azından kazanmaya veya tarafsız kılmaya çalışıyor ama aynı zamanda kendisinin sosyalist olduğunu da söylüyor. Bizce de onlar kendi inançları bakımından sosyalizme ÖDP’den ayrılan muhaliflerden daha az inanmış ve inançlarında daha az samimi değiller. Bu durumda, bizim Kürt Hareketi ile ittifakı savunan ÖDP’den ayrılan arkadaşların, Kürt hareketini sosyalist olarak eleştirmeleri lazım gelir. Yani kendi yaptıklarını onlara önermeleri gerekir ya da kendilerinin onlar gibi davranmaları. Eğer kendilerinin doğru bir politika izlediklerini düşünüyorlarsa, Kürt hareketine demeliler ki, “Evet arkadaşlar biz de biliyoruz ki, en köklü demokratik devrim bile, sosyalizme dönüşmediği takdirde, kapitalizmin gelişmesine ve dolayısıyla burjuvazinin egemenliğine, dolayısıyla fiilen Türkiye’nin Demokrasi yayarak etkisini artıran bir bölge gücü olmasına yol açacaktır. Ama böyle şeyler söylenmez. Yoksa sosyalistliğimiz nerede kalır? Siz de söylemeyin ve burjuvaziyle ittifak etmeyin. Burjuvazi sizlere yakınlaşsa bile onlara dirsek gösterin. Yoksa sosyalistliğimizin anlamı kalır mı?” Bunu diyorlar mı? Demiyorlar. Peki, onların yaptığını yapıyorlar mı? Onu da yapmıyorlar. Çünkü o zaman sosyalistliklerine halel gelir. Görmezden geliyorlar farklarını. Eğer PKK’yı sosyalist bir örgüt olarak görüp bunları söylemiyorlar ve eleştirilerini dile getirmiyorlarsa PKK’ya da kötülük ediyorlar. Onun yanlışını görüp kendini düzeltmesi için mücadele etmeyerek. Yok, eğer PKK’yı sosyalist bir örgüt olarak görmüyorlarsa, bunu açıkça söylemeleri gerekir. Sadece bu da yetmez tabii kendi programlarının da nerede farklı olduğunu söylemeleri gerekir. Ama bunu da söylemiyorlar ya da söyleyemiyorlar. Çünkü özünde bir farkı yok. Tam deve kuşu politikası. Ve bu politikalarla Türkiye’de Sosyalist Parti kurup Kürtlerle ittifakı savunacak bu arkadaşlar. Bizim gibi bir sıradan vatandaşı nasıl ikna edebilecekleri epeyce merak konusu oluyor. İşte ÖDP’den ayrılan muhalefetin temel zaafı burada. Onlar gerçek sorunlarla yüzleşmiyorlar. Bunlara gözlerini kapıyorlar. Bunlardan bucak bucak kaçıyorlar ve sosyalist bir parti kurmayı ve politika yapmayı bir takım görüşmeler yaparak bir takım isimleri bir araya getirerek yapılacak bir iş olarak görüyorlar ve sosyalist politikayı da, sosyalizmin hayal olmadığından söz etmek ve demokrasinin nesnel sonuçlarından hiç söz etmemek olarak anlıyorlar. Ayrılan muhaliflerin hiç biri şimdiye kadar ÖDP’deki taktiklerle uğraşmaktan bu konuda bir şeyler yazmadı. Onlar pratik insanlar, böyle teorik gevezeliklerle geçirecek vakitleri yok. Biz ise, yıllarıdır, bu sonuçlara rağmen, bu sonuçları gizlemeden ve açıkça vurgulayarak demokratik bir cumhuriyet için savaşmak gerektiğini ve bunun da bizim amacımız olan sosyalizme yaklaşmak, yeryüzünden sömürüyü kaldırmak amacıyla doğrudan bir bağı olmadığı, hatta bundan uzaklaştıracağı, ama tam da buna rağmen, tıpkı fazla ücret isteyen işçilerin grev yaparken desteklenmesi gibi desteklenmek gerektiği, bu mücadelenin kendisinin küçük de olsa, tüm zorluklara rağmen bir sosyalizm uğruna girişime cesaret etmeyi getirebileceğini söylüyoruz. Bu sosyalizmin de bir ülke ile sınırlı olamayacağı, ancak tüm ulusçuluğu sorgulayan, ulusal olanla politik olanın bağını kopararak, tüm ulusal devletleri içinden bölmeye kalkarak ayrı bir
224 uygarlık tasavvuruyla gerçekleşebileceğini söylüyoruz. Yukarıda ifade ettiğimiz sorunları ve çelişkileri aşabilmek için önerilerde bulunuyoruz. Demokratik Cumhuriyet programı ile Sosyalist bir programın farkını en açık ve çarpıcı şekilde defalarca şöyle ifade ettik: Demokratik Cumhuriyet, ulusun tanımından etni, dil, kültürü dışlar, onu hukuki olarak tanımlar ve tüm dil ve kültürlere eşitlik verir. Sosyalist bir program ise ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışını reddeder, bir ulustan olmayı tıpkı bir inançtan olmak gibi kişinin bir inanç ve vicdan sorunu olarak koyar. Bu ise fiilen bütün insanlara ulusal devletleri parçalama çağrısıdır. Ve bu program insanlık için acil olarak gereklidir. Ama bu da, o fiilen bir tek ülkede bile etkili olsa, bir dünya partisi ve dünya çapında bir program demektir. Artık ülke çapında bir sosyalist program mümkün değildir. Çıkmazdan çıkışın tek yolu dünya çapında acil bir başka uygarlık tasavvuru olabilir. Muhalefetten hiç kimsenin, bırakalım bu önerileri tartışmak bir yana, yukarıda ifade edilen sorun ve çelişkileri açık yüreklilikle ortaya koyup tartıştığını bile görmedik. Bu sorunları ve çelişkileri açıkça ortaya koymak ise politika yapmanın alfabesidir bu günün dünyası ve Türkiye’sinde. 23 Ocak 2002 Çarşamba
225
Sorular ve Sorunlar Bir sosyalist ile bir demokrat veya yurtsever arasındaki fark, sosyalistin sorunu, dünya çapındaki mücadelenin; işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarlarının açısından; buna karşılık yurtsever ve/veya demokratın, bunu ülkesindeki işçilerin, emekçilerin veya genel olarak ülkesinin demokrasisi ve refahı açısından koymasındadır. Türkiye’deki sosyalistlerin hiç birisi, ne yapılması gerektiği sorununu, gerek programatik, gerek taktik düzede, dünya çapındaki mücadelenin; işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarlarının açısından, onlara tabi olarak koymuyor ya da koyma çabasında değil. Örneğin, benden bu yazıyı isteyen yayın organı da, kendini sosyalist olarak tanımlayanların bir organı olmasına rağmen, sorunu, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin örgütlenebilmesi için sosyalistlerin ne yapması gerektiği, nasıl bir birlik ve ittifaklar politikası izlemesi gerektiği şeklinde koymaktadır. Bizim bu soruya cevabımız çok kısa ve açıktır: ilk yapılması gereken, soruyu böyle sormanın yanlışlığını görmektir; bunun bir sosyalistin hareket noktası olamayacağını göstermektir. Yanlış sorulara doğru cevaplar verilemez. Sosyalist olarak bu soruyu sorgulamayan her cevap yanlıştır. Bu soru bir demokrat veya yurtsever açısından doğru ve anlaşılır bir sorudur, ancak bir sosyalist açısından aynı durum söz konusu değildir. Ve işin ilginci, bu sorunun sosyalistlerce sorulmaması nedeniyle demokratların sorularına doğru cevap vermeleri mümkün olmamaktadır. Daha birinci Enternasyonalin tüzüğünde dendiği gibi, “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağından” dolayı bir ülkeye ilişkin görevler ancak dünya çapındaki durumdan hareketle belirlenebilir. Her hangi bir ülkedeki demokratik mücadelenin başarısı 19. yüzyılda sosyalizme yaklaştırdığı; yirminci yüzyılda ise fiilen sosyalist devrimlere dönüştüğü için, bu uzun dönem boyunca, her hangi bir ülkedeki demokratik devrimin başarısının sosyalizmin dünya çapındaki başarısına hizmet ettiği; ona yaklaştırdığının kabul etmek, pratik olarak bir soruna yol açmıyordu. Ancak içinde bulunduğumuz bu günkü dünyada, bu ilişkinin mahiyeti değişmiştir. Ve sorunu dünya işçi sınıfının genel ve tarihsel çıkarından hareketle koymamak, bu ilişkinin değişen mahiyetini tartışmamak; dolayısıyla 19 ve 20. yüzyıla has varsayımları mutlaklaştırmak ve bu günün dünyasını anlamamak sonucuna yol açmaktadır. Sorunu bu günün dünyasında, bir ülkeyle sınırlı koyuş, sosyalistlerin kendi hakkındaki iddia ve düşünceleri ne olursa olsun, yani kendilerinin ne kadar sosyalist olduğunu düşünürlerse düşünsünler, fiilen demokrat ve yurtseverler oldukları anlamına gelir. Türkiye’deki sosyalistlerin, kendi haklarındaki iddiaları ve düşünceleriyle gerçek durumları arasındaki bu çelişkiyi göstermek ve en azından onları hiç tartışmaya yanaşmadıkları, bir
226 ülkedeki demokratik mücadelenin başarısının aynı zamanda dünya sosyalizminin başarısına katkı anlamına geleceği varsayımını sorgulamalarını sağlamak, son yıllardaki teorik ve ideolojik çabamızın özünü ve esas ağırlıklı kısmını oluşturdu. Ne yazık ki, bir tek Türkiyeli sosyalistin dahi, bu sorunu tartıştığını görmedik. Bu olgu şunu gösterir, Türkiye’deki sosyalistlerin istisnasız hepsi, kendilerini sosyalist sanan yurtsever ve demokratlardır. Çünkü bu sosyalistlerin hepsi, bu günün dünyasında, Türkiye gibi bir ülkede, ne kadar köklü ve derin olursa olsun, bir demokratik devrimin ya da dönüşümlerin başarısının, dünya ölçüsünde sosyalizmin zaferine hizmet etmeyebileceği; aksine bu ülkede yaşayan insanların yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılması sonucunu vereceği gerçeğine gözlerini kapamaktadır. Bu sorunla yüzleşmekten; Demokratik Devrim ile Sosyalist Devrimin kopan bağı sorunuyla yüzleşmekten kaçınmaktadırlar. Ama bizzat bu kaçınmanın kendisi, nesnel olarak bizzat bu kopuşun bir sonucu ve ifadesidir. Aslında, kendini sosyalist olarak tanımlayanların tartışmadıkları bu sorunun cevabı, onların demokrasi ve yurtseverlik ufku içinde karşılaştıkları problemlerin açıklaması ve çözümünün ipuçlarını da içerir. Çünkü Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin içinde bulunduğu çıkmazın nedeni, tam da bu demokrasi ve sosyalizmin kopan ilişkisinde, bunun sınıfların birbirine göre konumlarına ilişkin sosyolojik değişimlerinde ve bunun kavranılamamış olmasında yatmaktadır. Biz ise, hem dünya ölçüsündeki mücadele bağlamında, hem de demokrasi ve sosyalizmin kopan bağının sorunlarını çözme bağlamında programatik ve stratejik yaklaşımlar ortaya koyuyoruz. Bunu en kısa ve özlü biçimde, ulusal olan ile politik olanın çakışması ilkesini reddeden başka bir uygarlık programı olarak ifade ediyoruz. Birçok kereler yazılarımızda gösterdiğimiz gibi, bu aynı anda, hem yeryüzündeki apartheid sistemine bir cevaptır hem de demokrasi ile sosyalizmin kopan bağı sorununa bir çözüm. Niçin böyledir? Çünkü, işçiler ve köylülerin önderlik ettiği bir demokratik devrim bile, kendini sadece demokratik görevlerle sınırlayacaktır. Bu ise, İşçi ve köylü iktidarı altında bir kapitalizm demektir. Türkiye gibi bir ülkede ise bu fiilen, zengin ülkeler arasına katılmış; fakirlerin kendine katılma istemlerine karşı duvarlar ören; emekçilerin, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden çıkarlı olmadıkları, tıpkı diğer gelişmiş ülkeler gibi bir ülke demektir. Yani Türkiye gibi bir ülkede, demokratik devrimin başarısı, sosyalizme yaklaştırmaz, uzaklaştırır. Bu sorunla yüzleşmeyen ve bu sorunu çözüm getirmeyen bir sosyalist parti, program veya politika olanaksızdır. Türkiyeli sosyalistler, bırakalım bu programatik ve stratejik cevapları bir yana, bu cevaplara yol açan sorunları bile tartışmadığından, sosyalist olarak onlarla hiç bir ortak noktamız bulunmamaktadır. Onlarla somut hedefler konusunda ittifaklar, iş birlikleri, güç birlikleri yapabiliriz ama onlar aynı zamanda teorik ve ideolojik saldırımızın hedefi olarak kalacaklardır.
227 Bu bağlamda, Türkiye’deki sosyalistler olarak neler yapmamız gerektiği tartışmasını bile onlarla yürütmek mümkün değildir. Çünkü onlar, bu sorunu Dünya proletaryasının genel ve tarihsel çıkarı açısından değil, Türkiye ve veya Kürdistan açısından tartışmaktadırlar. Onlar Türkiye ve Kürdistan’daki görevlerini, programatik ve stratejik hedeflerini, dünya ölçüsündeki görevlerden hareketle belirleme gibi bir kaygı ve yöntemle hareket etmemektedirler. Muhtemelen, bu dergiye yollanan yazıların hepsi de böyle tartışacaktır. O halde, bizim Türkiye’deki sosyalistlerle sosyalist olarak programatik bir birlik gerektiren bir biçim altında yer almamız olanaksızdır. Onlarla, temelden programatik bir ayrılığımız vardır. Onlar ülkeye ilişkin programın dünya durumundan çıkarılacağı noktasından hareket etmemekte; dolayısıyla demokrasi ve sosyalizmin bağının kopmuşluğu; yeryüzündeki apartheit sistemi gibi konuları ise tartışmaya bile yanaşmamakta bunlara bir çözüm aramamaktadırlar. Bizim sosyalist olarak sorunumuz ise, tam da onların tartışmaya yanaşmadıkları bu sorunlardır. Ortada iki farklı dünya vardır. Ama işin ilginci, ulusal perspektifle tartıştıkları soruların ve cevapların anahtarı tartışmadıkları dünyadaki değişmede ve somut olarak da demokrasi ve sosyalizmin kopan bağındadır. * O halde, bizim açımızdan yanlış olan bu sorulara, doğru cevap vermemiz mümkün değildir, bizim yapmamız gereken sosyalistlere sorunun yanlışlığını göstermektir. Eğer bizim açımızdan yanlış olan bu soruya ve tartışmaya girersek, bu dışardan bir katılma olacaktır. Demokrasi ve sosyalizmin bu kopan bağı, burjuvazinin demokratik dönüşümler karşısındaki tavrında değişmeye; demokratik dönüşümlerden eskisi kadar korkmamaya yol açmıştır. Buna ek olarak, burjuvazi bir yandan Doğu Avrupa’nın çöküşüyle 1848 devrimlerinde yitirdiği tarihsel güveni kazanmıştır, diğer yandan, son kitlesel ayaklanma ve devrimlerin hepsinin gösterdiği gibi, işçilerden ve köylülerden korkmasının yersiz olduğunu görmüş bulunmaktadır, çünkü işçiler ve köylüler kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaktadırlar. Bu da burjuvazinin demokratik dönüşümler konusunda cesaretini arttırmakta; doğrudan sınıf olarak iktidarı elinde tutmanın en ideal biçimi olan parlamenter demokrasiden yana bir tavır almasına yol açmaktadır. Dolayısıyla artık burjuvazi, soğuk savaş döneminin, kendi emekçiler karşısında, güçsüzlüğünü örtmek için, askeri diktatörlüklerin ardına sığınan klasik konumunu terk edip; ordunun elinden siyasi iktidarın alınması, bir parlamenter demokrasi yönünde eğilim göstermesine yol açmaktadır. Bu da ister istemez, Demokratik dönüşümlerin en büyük düşmanı ve engeli Ordu’nun egemenliği karşısında, Burjuvazi ve demokratik güçlerin birbirlerine yakın konumlara gelmelerine yol açmaktadır. Türk burjuvazisi, Kürtlere ve çeşitli dillere haklarını vermenin; geniş mahalli bir özerkliğin; ordunun aşırı masraflarından kurtulmuş bir ekonominin Türkiye ve Orta Doğuda kendisine nasıl geniş olanaklar açacağını görmektedir. Bir rastlantı değildir Boyner’in Yeni Demokrasi Partisi’nden, TÜSİAD raporlarına kadar, burjuvazinin Kürt sorununda solun çoğundan daha hassas bir tavır takınması. Bütün bunların hepsi son duruşmada, demokrasi ve sosyalizmin kopan bağının bir ifadesidir.
228 Ama sosyalistler, sorunu dünya çapında koymadıkları, dolayısıyla demokrasi ve sosyalizmin kopan bağıyla yüzleşmedikleri için, eski refleksleriyle burjuvaziyle yakın konumlarda bulunmaktan rahatsız olmakta, bu sefer korkuyla ve kendilerine güvensizlikle, adeta bu burjuvaziyi karşı tarafa itmek, dışlamak için, ittifaklar reddedilmekte, bir sosyalizm ve işçi söyleminin ardına saklanılmaktadır. Kürt hareketinin bu ortaya çıkmış güçle ilişkileri, ona uzak durmak için bahane edilmektedir. Bu durumda, demokrasi cephesinde bir ters yüzlük olmaktadır. Burjuvazi, Kürt demokratik ulusal hareketinin demokratik özlemlerine daha hassas bir tavır almakta; aslında kendileri yurtsever ve demokratlar olan sosyalistler ise, sosyalist bir söylemin ardına gizlenerek, demokratik cumhuriyet mücadelesinden yan çizmektedirler. Yüzleşmekten kaçındıkları programatik sorun ve çözümden ittifaklar ve söylemde bir sekterlikle sıyrılmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’deki demokratik güçlerin bir araya gelmesinin önündeki en büyük engel bu sosyolojik değişim ve onun sosyalistlerce kavranılmaması, kabullenilmemesidir. Ama sosyalistlerin bunu kavrayama ve kabullenememelerinin nedeni de, aslında onların sosyalist değil, yurtsever ve demokrat olmalarıdır. Programatik bir ayrılık ortaya koyamadıkları için, sınırlarını ideolojiyle, sosyalizm söylemiyle çizmeye kalkıyorlar. * Çok açıktır ki, kendine sosyalist diyenler, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin gerçek çekirdeğini oluştururlar. Ama bu sosyalistlerin durumuna bakarsak ne görürüz? Şimdi bu kendini sosyalist sanan yurtsever ve demokratların, çok önemli bir kısmı, “ikinci cumhuriyetçiler” ve genelkurmay arasında, bunların yedeği ve ideologu olarak bölünmüş bulunuyor. Denebilir ki, eskinin burjuva sosyalizmi, şimdi Genel Kurmay ve burjuvazi arasında paylaşılmış bulunuyor. O zamanların sol Kemalizmi veya Anti Emperyalizmi de Genel Kurmayın ardında saf tutmuş durumda. Bunların dışında, bu ikisine de mesafeli kalmaya çalışan, hala sosyalizm diyen geniş bir devrimci demokrat denebilecek bir kesim var. Bu kesimin önemli bir bölümü, sosyalizm, işçi ve emekçiler, antiemperyalizm gibi kavram ve sloganlarının ardına gizlenerek, bir yandan doğrudan genelkurmayın egemenliğine karşı, demokratik bir cumhuriyet için mücadeleden kaçmaktadır; diğer yandan da “ikinci cumhuriyetçi” denen liberal burjuvaziyle taktik ittifakların yollarını tıkamaktadırlar. Böylece bunlar da, fiiliyatta genelkurmay egemenliğinin dolaylı destekçileri fonksiyonunu görmektedirler. Devrimci demokrasinin Sosyalizm iddia ve sloganları, onun devrimci ve demokrat bir işlev bile görememesine yol açmaktadır. Bunlar Kürt hareketini kendilerine rakip olarak görme özelliğindedirler bir müttefik değil. Kürt hareketini bir nesne olarak görmek bu geniş sol kitlenin temel özelliği. Örgütlü solun büyük çoğunluğu da bu durumda. Bunların dışında kalan devrimci demokrasinin küçük bir bölümü, Kürt ulusal hareketinin devrimci ve demokratik potansiyellerini destekleme eğilimi göstermektedir. Ne var ki, Kürt
229 Ulusal Hareketinin Demokratik Cumhuriyet stratejisi ve taktik esneklikleri, bunların Kürt Ulusal Hareketine de mesafe koymasına yol açmaktadır. Böylece, bu oldukça geniş kendini sosyalist sanan demokrat ve yurtseverler bloğundan, gerçekten devrimci demokrasi işlevini görebilecek ve Kürt Ulusal Hareketinin destekçisi de olabilecek marjinalin de marjinali küçücük bir güç kalmaktadır. Bu küçücük güç ise, Kürt hareketine desteğini, onun başarısının, yani demokratik devrimin sosyalizmi yaklaştıracağı klasik argümanına dayandırdığından, yani yazının başında sözünü ettiğiniz, demokrasi ve sosyalizmin kopan bağı sorunuyla; programın dünya çapındaki görevlerden çıkarılacağı sorunuyla yüzleşmediğinden; ancak kimi olgulara gözlerini kapayarak veya Kürt hareketi içindeki sosyalistlere destek vermek gibi bir argümanın ardına gizlenerek konumunu rasyonalize edebilmektedir. Böylece Devrimci Demokrasi bayrağını taşıyacak, Kürtlerle de burjuvaziyle de komplekssiz ittifak yapacak hiç bir güç kalmamaktadır ortada. Açıktır ki, özüne inildiğinde, bunun nedeni kendine sosyalistim diyenlerin sosyalist değil yurtsever ve demokrat olmalarıdır. Paradoks gibi görünebilir ama yurtsever ve demokrat çok olduğu için demokrasi cephesi zayıf ve kurulamıyor. Ya da tersinden yurtsever ve demokratlar kendilerini sosyalist sandıkları için. Ama bu şu demektir, aslında programını dünya ölçüsündeki durumdan çıkaran sosyalistler hemen hemen hiç olmadığı için, yani sosyalistler olmadığı için, demokratik güçler hiç bir şey yapamıyor. Bir sorunu çözmenin yolu onun nedenlerini bilmektir. Nedenler böyle ortaya çıkınca ne yapılabilir? Bu nedenlerin ortadan kaldırılmasına çalışılabilir. Bu ise elbette sosyalistlere karşı bir aydınlatma çabası, bir ideolojik mücadeledir. Ancak bunların etkileri sınırlıdır ve çok uzun vadede ortaya çıkarlar. Politik görevler ise beklememektedir. Bu nedenlere rağmen bu solla bir şey yapılabilir mi? Sanmıyoruz. Bütün bu sol örgütlenmeler, ideolojiler, bir müttefikten ziyade bir engeldir. Sorunu nasıl bunları bir araya getiririz şeklinde değil, bunlar nasıl imha edilebilir, parçalanabilir diye koymak gerekmektedir. Dediğimizin anlaşılması için şöyle bir örnek verelim. Diyelim ki, İslamiyet’in doğuşunda olduğu gibi, aşiretler çağını yaşayan bir toplum var. Herkes bir aşiretin üyesidir. Yeni bir toplumsal sistem, o aşiretler bir araya getirilerek, yeni aşiret federasyonları vs. örgütleyerek başarılamaz. Bunun tek yolu, başka bir ilkeye göre aşiretleri kendi içinden parçalamaktır. Aşiretlerin kan kardeşliğine karşı, örneğin din kardeşliği, ya da Kürt ulusal uyanışında görüldüğü gibi bir Ulus kardeşliği ilkesiyle karşı çıktığınız takdirde başka bir ilkeye göre yeniden bir mayalanma başarılabilir. Türkiye sosyalist örgütlerinin durumu, Kürt ulusal uyanışı ve İslamiyet’in doğuşu çağındaki aşiretlere benzemektedirler. Onlar artık yeni bir şekillenmenin araçları olamazlar, birer
230 engeldirler, parçalanmaları gerekir. Demokrasi cephesi de onlarla değil, onlara rağmen kurulabilir. Hâsılı, Kürt hareketiyle dayanışma içindeki sosyalistleri bir araya getirmek, sonra da onların daha geniş bir demokrasi blokunun içinde yer almasını sağlamak gibi, ilk bakışta çok makul gibi görünen çözümler bu nedenle pratik bir geçerliliğe sahip değildirler. Sorunun çözümü başka bir yerden aranmalı. Bu solu dağıtacak, dışından bir etki gerekiyor. Toplumun derinliklerinden gelen ve sarsan bir etki. Bu günkü sosyalist örgütler, dinozorlara benziyorlar. Dinozorlar kendileri doğal evrimle yok olmadılar. Onları bir gök taşı yok etmeseydi, bu gün yeryüzünde hala memeliler ve insanlar bulunmayacaktı. Bu göktaşının etkisi gibi bir etki gerekiyor, bu dinozorları silip süpürecek ve memelilerin önünü açıp patlama yapmalarını sağlayacak. Bunu bir kendiliğinden kitle hareketlenmesi sağlayabilir. Ama bizzat bu örgütlerin varlığı, kendiliğinden hareketlenmenin önündeki en büyük engellerden birini oluşturmaktadır. Bu durumda Kürt hareketinin demokratik güçlerin toparlanmasına yol açacak ve bu dinozorları en azından güçten düşürecek bir girişim, Kadınların Kürt hareketinin siyasi örgütünde, demonstratif ve provakatif bir biçimde tüm yönetim organlarında en azından yarısını almaları olur. Bu Türkiye’yi derinden sarsar ve aşağıdan güçleri harekete geçirir. Aynı zamanda, Kürt hareketinin içindeki radikal ve demokratik güçleri kuvvetlendirir ve girişkenliğin önünü açar. Yani dinozorları öldürecek bir meteor düşmüş gibi olur. Yanlış sorulmuş bir soruya, ya da yurtsever ve demokratların sorusuna, dışarıdan bir sosyalist olarak, cevap ve önerilerimiz bunlar. Demir Küçükaydın 22 Mart 2002
231
Eski Yaklaşımlarla Nereye Kadar? “Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kurumlarla artık Türkiye bir yere gidemez. Değişim, dönüşüm ve yenilenme ihtiyacı vardır.” Bu sözler Özgür Politika’nın Pazartesi günkü Ufuktan köşesinden. Benzer sözleri her yerde duymak ve okumak mümkün. Doğru söze ne denir? Şimdi aynı önermeyi şöyle formüle edelim: “Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kurumlarla Dünya (veya insanlık) bir yere gidemez. Değişim, Dönüşüm ve yenilenme ihtiyacı vardır”. Bu önerme de en azından yukarıdaki önerme kadar doğrudur, hatta yukarıdaki önermeden daha doğrudur. Şimdi aynı önermeyi bir de şöyle ifade edelim: “Eski yaklaşımlarla, eski siyasal kavramlarla dünyada sosyalist hareketler, ezilenlerin hareketleri bir yere gidemez. Değişim, dönüşüm ve yenilenme ihtiyacı vardır.” Bu önerme de en azından diğer iki önerme kadar doğrudur. Ama bu önermeler zincirinde, sürükleyici ana halka hangisidir? Türkiye, diyelim ki, Kürt sorununa ve diğer sorunlara bir çözüm buldu, bu insanlığın eski yaklaşımlardan kurtulması anlamına gelir mi? Hayır. Dünyada sosyalizm tekrar entelektüel ve kitlesel gücünü kazanmadan eski yaklaşım ve kurumların aşılması söz konusu olabilir mi? Yine Hayır. Demek ki, Türkiye’nin de, Dünyanın da eski yaklaşımlara tutsak olmasının kökeninde, dünyada solun ve sosyalistlerin eski yaklaşımlara tutsak olması yatmaktadır. Sol bir yere gidemeyince, Dünya da Türkiye de gidemez. Ama ortada şöyle bir garip durum var. Türkiye’nin eski yaklaşımlarla bir yere gidemeyeceğini söyleyen bir çok sosyalist, sosyalizm içinde eski yaklaşımları yıkmak için hiç bir şey yapmıyorlar veya böyle bir sorunları yok, hatta eski yaklaşımları savunmaya devam ediyorlar. Demek ki, Dünya’nın veya Türkiye’nin eski yaklaşım ve kurumlarla bir yere gidemeyeceğini söyleyen, sürükleyici ana halka olarak dünyada sosyalist hareketlerin eski yaklaşım ve kurumlardan kurtulması sorunun önüne koymalıdır. Ama sosyalistler eski yaklaşımları sürdürürken, Türkiye ve Dünya’da eski yaklaşımların aşılmasından söz etmeleri tam anlamıyla bir paradoks oluşturmaktadır. Çünkü eski yaklaşımları sürdüren sosyalistler kendileri aşılması gereken sorunun bir parçasıdırlar. Peki aşılması gereken eski yaklaşımlar nelerdir? En başta, yirminci yüzyıl boyunca sosyalistlerin kanına işlemiş ulusalcı perspektif, uluslararası görevleri ulusal görevlerden çıkarma perspektifidir. Burada her şeyden önce, ulusal ölçüdeki görevlerin evrensel görevlerden çıkacağı şeklindeki perspektife geri dönüş gerekir. Bu olmadan eski perspektiflerden kurtulma yolunda hiç bir adım atılmamış olur. Bu temel koşul oluştuktan sonra ancak, eski yaklaşımlar evrensel düzeyde eleştirilip aşılabilir. Bir küçük beldenin mahalli seçiminde aldığı bir kaç oyla güçlenmekten söz edenlerin anlamadığı
232 ve hiç bir zaman anlayamayacakları sosyalizmin gücünün aldığı oylardan değil, entelektüel gücünden, açtığı ufuklardan geldiğidir. Bir kaç örnek verelim. Sosyalistlerin dünyayı kırıp geçiren ulusal sorun konusunda, hala klasik ulusların kendi kaderini tayin hakkı programından öte bir programları yok. Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, bu toprak reformu yapıp, köylüye toprak dağıtmak düzeyinde bir programdır. Elbet köylülüğün feodal baskı altında olduğu ülkelerde toprak dağıtımı desteklenebileceği gibi, ulusal baskının olduğu ülkelerde ezilen ulusların mücadelesi desteklenmelidir ama sosyalistlerin bir de kendi programı olması gerekir, üretim araçlarından özel mülkiyeti dışlayan ve meta üretimi yerine kullanım değerlerinin üretimini hedefleyen programın karşılığı olabilecek bir ulusal program. Bunun karşılığı olarak ulusal alanda bir programı yoktur dünya sosyalistlerin. Dolayısıyla insanlığa sunacağı bir perspektif de. Sosyalistler, en iyi durumda, dil ve kültürün ulusun tanımından dışlanarak, tıpkı ABD’deki gibi ulusu yurttaşlıkla tanımlayan, ulus devleti reforme eden bir talepten ötesine sahip değiller. Bunu isteyenler de sözüm ona, kendilerini yenilemiş sosyalistler oluyorlar. Halbuki, ulusun, kişinin bir inanç ve seçim sorunu olarak kabulü ve ulusal olanla politik olanın çakışması anlayışının reddi, tüm dünya için yepyeni bir perspektif sunmakla kalmaz, tüm ulusları, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedenler ve etmeyenler olarak, dolayısıyla ulusal devletlere son vermek isteyenler ve onları savunanlar olarak bölebilir. Böyle bir bölünme bile kesin olarak sosyalizmin politik ve ideolojik inisiyatifi yeniden ele alması anlamına gelir. Ya da başka bir örnek. Sosyalistler bütün dünyada, devletlerin haberleşme özgürlüğüne yönelik saldırıları karşısında haberleşmenin veya özel hayatın gizliliği argümanıyla bir savunma cephesinde yer alıyor. Kaçınılmaz olarak da sürekli mevzi yitiriyorlar. Aslında burada burjuva uygarlığının, özel ve kamusal ayrımıyla düşünülüyor ve burjuvazinin ufku içinde davranılmış oluyor. Sosyalistler, burjuva ideolojisini güçlendiriyor. Diğer yandan bu tam anlamıyla bir devekuşu politikası. Devletler ve şirketler yurttaşların veya müşterilerin veya çalıştırdıklarının her şeyini, donunun rengine hangi dişinin çürük olduğuna kadar bilirken, özel hayatın gizliliği ilkesi ile bunlar başka insanlardan gizlenmiş oluyor. Asıl kendisine karşı gizlenmesi gerekenler ise her şeyi biliyor ama onlar hakkında kimse bir şey bilmiyor. Burada örneğin, sol özel ve kamusal ayrımını savunmayı bırakıp buna karşı çıkmalıdır. Tıpkı bir köyde herkesin aşağı yukarı herkes hakkında her şeyi bilmesi gibi, Devletin ve her kurumunun, her kuruluşun, her firmanın ve her kişinin her türlü bilgisi herkese açık olmalıdır. Bu sadece devlet ve şirketlerin kesin kontrolünü sağlamakla kalmaz, modern toplumun anomimliğinin yol açtığı suçlardan bile toplumun kendini korumasını da sağlar. Ama esas önemlisi, sosyalistler böyle bir programla, kaybettiği ideolojik ve entelektüel üstünlüğü tekrar ele geçirir. Ya da başka bir örnek. Yaşlılık ve hastalık sigortası gibi sosyal haklar işçi hareketinin önemli kazanımlarından biri olagelmiştir. Ama işçi ailesinin henüz hala 19. yüzyıldaki gibi nispeten büyük bir aile olduğu, insan ömrünün bu güne göre kısa olduğu zamanlarda bir ilerleme olan bu talep, bu gün artık aşılmalıdır. Örneğin, insanların hayatları boyunca hem eğitim, hem çalışma
233 hem de dinlenmesini esas alan bir sistem savunulmalıdır. Yani kreşler ve yaşlı bakım evleri, daha fazla emekli maaşlarının savunma mevzilerinden çıkılıp, yaşlıları ve çocukları kreş ve bakımevi getto hapishanelerinden kurtarıp, insanı tüm sağlıklı yaşamı boyunca toplumun aktif bir üyesi yapan bir sistemin kurulması için saldırıya geçilmelidir. Bunlar öyle ilk akla geliverenler. Daha niceleri var. Sosyalistlerin dünya çapında böyle yenilenmeleri, bu yenilenmeye uygun örgütlenmeleri olmadan ne Dünyada ne de Türkiye’de bir yenilenme gerçekleşemez. Türkiye veya Dünyada eski olanı aşmak mı istiyorsunuz? İşe sosyalizmden başlamanız gerekir. 20 Mayıs 2002 Pazartesi
234
Metaforlarla Konuşulursa Bilim gerçeğin özünü anlamak için kavramların dilini kullanır, sanat ise imgelerin, hayallerin, benzetmelerin, metaforların. Şimdiye kadar, dünya çapında apartheit; sosyalizm ve demokrasi arasındaki bağın kopuşu; süreksiz devrim gibi kavramlarla açıklamaya çalıştığımız, dünyada sosyalizmin karşı karşıya olduğu açmazı bir de metaforların diliyle anlatmayı deneyelim. Türkiye’de toplumsal ve özellikle sosyalist muhalefetin kavramlarla; iç tutarlılıkla, analitik düşünceyle ve teorik genellemelerle pek başı hoş değildir. Sanat, edebiyat her zaman daha fazla ilgi görür. Bunda, solun esas kaburgasını oluşturan geniş kitledeki Alevilikten kaynaklanan geleneklerin hiç de küçümsenmeyecek bir yeri olsa gerektir. Alevilik, uygarlığa bulaşmamışlığın, sınıfsız toplumun, dolayısıyla yazıya dayanmayan sözlü kültürün alışkanlık ve eğilimlerini sol politik kültüre de damgalamıştır. Yazısız kültürün tarihsel geleneklerinin; düşünme ve algılama biçimlerinin sol politik kültüre damgasını vurduğu bir ortamda; kavramsal ve teorik iç tutarlılıktan yola çıkarak bir takım genel ve sorunları tartışmaya kalkmanın, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzediğini bilmiyor değiliz. Hele bir de buna bakış açısından, problematiklerden doğan fark eklenirse, konumunuzun, domuz eti satmaya benzeyeceği açıktır. Bu farkı da şöyle açıklayalım. Biz diyoruz ki, sosyalist görevlerini, dünya işçi sınıfının zaferine azami katkının nasıl olacağı noktasından hareketle belirleyebilir. Diğerleri ise kendi ülkeleri, halkları veya işçi sınıflarının refahı, başarısı ve özgürlüğü açısından. Ve bu farkı, sanki pratik politika ile, hayaller arasındaki bir farklılık gibi koyuyorlar. Bu gibi koyuşun ardında şöyle gizli bir varsayım bulunmaktadır: bir ülkenin veya o ülkedeki işçilerin, halkın demokrasi ve refaha erişmesi, dünya çapındaki mücadeleye azami katkının yoludur. Böylece o refah ve demokrasiye ulaşan halk ya da işçiler, diğer ülkedeki kardeşlerine daha fazla yardım etme olanağı bulacaklardır. Bizim ise tartışma konusu yaptığımız, artık geçerli olmadığını söylediğimiz ve bir çıkış yolu aradığımız tamı tamına bu gizli varsayımdır. Onlar ise bu gizli var sayımı tartışmayarak, geçerliliğinin sürdüğü noktasından hareket ederek, pratik ve gerçekçi sosyalist politikacı olduklarını iddia ediyorlar. Çünkü bu varsayım tartışma konusu olduğu an bütün verilerin onun geçerliliğini tartışma konusu yapacağını biliyorlar, seziyorlar. Bu durumda, tek çıkış yolu kalır, bu sorun yokmuş gibi yapmak; bu sorunu tartışmayı pratik görevlerden kaçmakmış gibi koymak ve böylece kendi ulusalcılığını gizlemek. Savaşın kuralıdır, savaşı rakibin istediği koşullarda kabul etmemek gerekir, elbette onlar buna uygun davranacaklardır. Geçen haftaki yazımız, bazı tartışmalara yol açtı. Bunlardan birinde, Bağımsız Kıbrıs grubunda bir tartışmacı, Bertold Brecht’in bir şiiriyle bizi şöyle eleştiriyordu: “Eğer evin yanıyorsa hemen dışarı kaçman gerekir
235 ‘acaba dışarısı soğuk mu kalacak yer bulabilir miyim karşıma bir kurt sürüsü çıkabilir mi bir katil beni bekliyor mudur’ und so weiter demenin anlamı yoktur, bunlar kafanda olsa bile, bunlara karşı hayali bir politikan olsa bile öncelikli işin yanan evden bir an evvel dışarı kaçmaktır” Bu satırlar, Avrupa’ya girmek isteyen Türklerin ve Kürtlerin yüzde sekseninin veya Kıbrıs’ın yerlisi Türklerin doksan dokuzunun duygu ve düşüncelerini; olaya yaklaşımını yansıtmaktadır. Zaten biz de bunu tartışmıyoruz. Ama, benzetmeye bağlı kalırsak, bizim dediğimiz ve bir çözüm aradığımız şudur: bu yanan evden dışarı fırlayanlar, dışarı çıktıkları andan itibaren, diğer yanan evlerdekilerin dışarı çıkmasının önünde engel olup, onları yanan evlerin içine hapsetmeye, dışarı çıkmalarını engellemeye başlayacaklardır. Onlar ise, hele bir ben şu yanan evden çıkayım, diğer evlerin söndürülmesine o zaman daha iyi yardımcı olabilirim demektedirler. Bizim dediğimiz ise, bunun belki 19 ve 20 yüzyıllarda geçerli olduğu ama artık geçerli olmadığı. Bütün verilerin bunun aksini gösterdiği. Her gün birlerce insan bin bir yoldan Avrupa’ya girmeye, yanan evden dışarı fırlamaya çalışıyor. Bu insanlar hudutlarda yakalanıp geri yollanıyor. Önlerine engeller koyuluyor. Eğer benzetmeye bağlı kalırsak, yanan evin kapı ve pencerelerinden kaçmaları engelleniyor. Kimileri de bunu ülke olarak yapmayı deniyorlar. Türkiye ve Kıbrıs’ta olduğu gibi örneğin. İkisi arasındaki tek fark, Kıbrıs’ın yanan evden dışarı fırlamasına müsaade edileceği; hatta bunun istendiği; Türkiye ve Kürdistan’da ise bunun engellenmesi. Bu engelleme de, demokrasi güçleri zayıflatılarak yapılıyor. Örneğin en büyük demokratik örgüt, Kürt ulusal hareketi, terörist ilan ediliyor. Yani o evin içinden çıkmak isteyenlerin camları, kapıları kırarak dışarı çıkmalarını sağlayacağı, merdivenler, ipler, baltalar ellerinden alınıyor. Batan bir gemi benzetmesi, belki çok daha gerçek durumu açıklayıcı olur. Zaten bunun aynısı, Titanik batarken yaşanmıştır da. Ayrıca yanan evden dışarı çıkanlar, çıktıkları andan itibaren, yanan ev benzetmesinin değil, dolu bir kayık benzetmesinin, bütün Avrupalılar veya Zengin ülkelerde yaşayanlar gibi, kendi çıkarlarını daha iyi savunduğunu fark edeceklerdir. Bir takım zenginler can kurtaran kayıklarındalar. Sularda boğulmakta olan binlerce insan, kayıklara çıkarak ölümden kurtulmaya çalışmakta, kayıktakiler ise, kayık doldu diyerek; onları tekmeleyerek tekrar suya yollamakta; tutunanların parmaklarını kesmektedirler. Bizim dediğimiz kayığa çıkanların da, oraya çıkmayı başarırlarsa, ki bazılarına, örneğin Kıbrıs gibi, bu olanak
236 sağlanıyor, kayığa çıktıkları andan itibaren, kayıktakiler gibi davranacakları. Aksine davranmaları için hiç bir neden olmadığı; Avrupalı işçilerin de aynı nedenlerle böyle davrandığı. Bu Avrupa bağlamında söz konusu olan aynen Demokratik bir devrim için de geçerlidir. Yani Demokratik devrim yapan bir Türkiye de, Tıpkı Avrupa’ya girmiş, Avrupalı olmuş bir ülke gibi davranacaktır. Kendine sosyalist diyen demokratların anlamak istemediği ve sonuçlarını tartışıp bir çözüm bulmaya yanaşmadığı budur. İşte demokrasi ve sosyalizmin kopan bağı; süreksiz devrim, gezegen çapında apartheit vs. derken hep dediğimiz budur. Sadece bu sorunu koymuyor buna ilişkin somut çözüm önerilerimizi de yazıyoruz. Kendine sosyalist diyenler ise, bırakalım somut çözüm önerilerini, bu sorunu yok sayıyorlar ve tartışmaktan kaçıyorlar. Ama bunu tartışmaktan kaçarak, sosyalist değil ama demokrat olduklarını fiilen kanıtlamış olmuyorlar mı? 19 Haziran 2002 Çarşamba
237
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (1) Yirminci yüzyılın başında, ışık hızının değişmezliğinin keşfi, klasik Newton fiziğini bir sürü açmazla karşı karşıya bırakmıştı. Bu fiziği kurtarabilmek için, örneğin ışığı eser denilen varsayımsal bir ortamda hareket ettiği gibi, bir çok payanda ile kavramsal binanın çöküşü engellenmeye çalışılmıştı. Sonunda Albert Einstein’in, aslında son derece basit, sade ve estetik özellikler taşıyan teorisiyle, bilinen bütün fiziksel süreçler, tekrar birbiriyle iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi içinde açıklanır oldu. Bu teori eskisini orasından burasından payandalarla düzeltmiyor, eskisini de özel bir hal olarak içeren yepyeni bir sistem yaratıyordu. Fizikteki bu değişimler bile, genellikle fizikçilerin yeni teoriyi kabulleriyle değil, eski teoriyle yetişmiş fizikçiler kuşağının ölümlerle sahneyi boşaltması ve yeni teoriyle yetişmiş kuşağın onların yerini alması biçiminde gerçekleşmektedir. Fizikteki bu devrim, elbette toplumsal devrimlere benzer. Ama temel bir fark vardır. En azından, kapitalizmin emek üretkenliğini arttırmak için doğa bilimlerinin gelişmesini desteklemesi nedeniyle, idari ve fiziksel baskılarla teorideki değişimin gerçekleşmesi engellenmez. Tıpkı geçliğine ulaşan bir insanın ergenlik sivilceleri çıkarması gibi, küçük bunalımlarla değişiklik aşılabilir. Eski kuşağın sahneden çekilmesiyle, kuşaklar arası bir çatışma biçiminde değişim gerçekleşebilir. Ama sınıflı toplumda, egemen sistemi koruyan devlet denen sert bir kabuk vardır. Yeninin doğumu ve kendini kabul etmesi zorla engellenir ve o da ancak yine o zoru parçalayan zorla doğabilir. Zor bu anlamda doğumların ebesidir. Fakat konumuz bu değil, devrimci ya da sosyalist teori ve stratejilerde bu değişim nasıl gerçekleşir? Çünkü toplumsal teoriler, bu teoriler üzerinde yükselen program ve stratejiler de tıpkı fizikte veya başka her hangi bir doğa ve toplum bilimindeki teoriler gibi, olayları sistemli bir biçimde açıklamakta zorlandıkları, eski teorileri oradan buradan esnetme ve yamamalarla durumu idare edemeyecekleri bunalım dönemleri yaşarlar. Bunların ortaya çıkış ve aşılma mekanizmaları nasıldır? Bu gün dünyadaki sosyalist teori, program ve strateji, tam anlamıyla yüzyılın başında fiziğin karşılaştığı türden klasik bir bunalım içindedir. Bu bunalımın eski sistemin yerini alacak daha yeni ve başka bir teori, program ve stratejiyle aşılmasından başka bir yolu yoktur. Ama bunun gerçekleşmesinin ek zorlukları vardır. Fizikteki bunalımda, yeni teorileri ortaya koyan bilim adamları, her biri sistematik bir akademik eğitim görmüş, görmese bile klasik fiziğin bütün kazanımlarını öğrenmiş, bilimdeki kavramların iç tutarlılığı konusunda ortak bir kavrayış sahibi insanlardır. Sosyalist teoride ise ilk şanssızlık burada başlar. Bunun okulları yoktur. Toplumun en alt ve cahil tabakaları arasında yayılmak zorundadır. Ve nihayet insanlar şu veya bu sosyalist teoriyi, bilimsel kaygı ve nedenlerle değil, pratik nedenlerle, onların teorik mahiyeti hakkında hiçbir bilgileri
238 olmadan benimserler. Problem sadece bu da değildir. Onu benimsedikleri an ve benimserlerken de onu kendi kültürel, politik ihtiyaçlarına, farklı sınıfsal çıkarlarına uygun olarak çarpıtırlar. Yeni kuşaklar, sosyalist teori diye, bu aslıyla ilgisiz şeyleri öğrenirler ve onların doğruluğundan zerrece şüphe etmezler. Böylece, sosyalist bir teoride bir devrimin, gelişkin bir teorinin ortaya çıkmasının koşulları minimuma iner. Yani aşağı yukarı, fizikçilerin fiziksel teorileri bilmedikleri, dolayısıyla ondaki bunalımı da göremeyecekleri türden akıl almaz bir durum sosyalizm söz konusu olduğunda gerçeğin anlatımı olur. Örneğin en basitinden bir pratisyen doktor veya sıradan bir fizik öğretmeni olmak için bile, on yılı aşkın bir teorik ve pratik eğitim gerekir. Genel teorik sorunlarda bir yazı yazmak için ise, belli aşamalardan geçmiş olmak gerekir. Ama sosyalist teoride öyle değildir. Elinize kalemi alıp, her konuda inciler döktürebilirsiniz. Kimse sizin sosyalist teoriyi kaynaklarından sistematik olarak öğrenip öğrenmediğinizi denetleyemez. Ve örneğin belli bir politik etkisi olan bir örgütün yayın organıysa bu, incileriniz yüzlerce ve binlerce militan tarafından bilimin son sözü olarak kavranılacak ve öğrenilecektir. Ve bu mekanizmayla, çarpıtmaların çarpıtmaları beslediği, bilgisizliğin kendini güçlendirdiği “kara delikler” ortaya çıkar. Bunlar öylesine bir çekim gücüne sahiptir ki, adeta kurtuluş yoktur. Ama bu soyut olarak anlatılan, aşağı yukarı evvelki yüzyılın sosyalist teorisinin problemidir. O zamanlar, iyi kötü yine de sosyalist teorinin kaynaklarına hala bir şekilde ulaşma yolları; yükselen işçi hareketinin açtığı kanallar vardır. Ama ekim devrimi sonrasında bürokrasinin iktidarı ele almasıyla daha da korkunç bir durum ortaya çıkar. Bu teori fiziksel olarak tasfiye edilir. Tasfiye edenler tasfiye ettiklerinin bayrağıyla yaparlar bu işi. Yeni kuşaklar, artık sosyalizm ve teoriyle ilgisiz bu yeni inşayı sosyalizm diye öğrenir. Öte yandan, gelişmiş ülkelerin işçileri nispeten imtiyazlı bir zümre olduklarından, buna karşılık, devrimci mücadeleler, köylülüğün etkin olduğu geri ülkelere kaydığından, teorinin kaynaklarına yol açacak toplumsal kanallar da tıkanır. Bütün sosyal hareketlere bunlar damgasını vurduğundan, orijinal teorideki sorunlar ve varsa gelişmeler ancak çok özel koşullarda gerçekleşir. Böylece teori ve program, politika, strateji arasında aşılmaz sınırlar oluşur. Bu da geçen yüzyıldaki durumu anlatır. Bu bile gene iyiymiş. Ya şimdi? Kendine sosyalistim diyenler, sosyalizm diye sosyalizmle ilgisiz çarpık bir teoriyi bilenlerdir. Bildikleri teorinin bunalımını gördüklerinde, orijinali hakkında hiçbir fikirleri, metodolojik temelleri olmadığından, karşı tarafa savrulurlar. Yeni kuşaklar için ise, sosyalizmin veya böyle bir teorinin zerrece değeri yoktur. Bırakalım sosyalist teorinin sorunlarını tartışmayı bir yana. Böylece, sosyalist teorideki gerçek sorunları, bırakalım aşmayı, tartışacak bir muhatap bile bulmak olanaksızdır. Kaldı ki, artık teorik, metodolojik tutarlılık ile devrimci politika arasında bulunan derin ve özsel bağlantılara ilişkin kavrayış ta bulunmamaktadır. Her türlü eklektizmi olağan ve meşru gören anlayışın görünmez diktatörlüğü vardır. Sizin tamamen teorik ve yöntemsel kaygılarla, bir yöntemsel yanlışı göstermek için verdiğiniz örnek, hemen güncel politikanın ölçüleri içinde kendine zıt anlamlar kazanır. Müslüman mahallesinde salyangoz satar duruma düşersiniz.
239 Bir yanda savaş, bir yanda imha tehlikeleri vardır. İnsanların yoktur böyle şeylerle uğraşacak zamanı. Onlar hala eski kurgular içinde, daha sıkı organizasyon, daha büyük irade ile bir şeylerin düzeleceğini düşünürler. Örneğin Bloğun başarısızlığı, yeterince örgütlenememek, yeterince ciddi çalışamamakla izah edilir. Kim o başarısızlığın, dünya çapındaki program ve teorisizlikle ilgisine kafa yorar ki? Bu yöndeki vurgular, pratikle ilgisizlik, gökteki yıldızlarla uğraşmak olarak görülür. İşte bu koşullarda tutup da “Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi”nden söz etmek, ne sosyalistinde ne de gayrı sosyalistinde zerrece bir yankı uyandırmaz. Kimse teoriyi bilmemektedir, kimsenin teorik tutarlılık diye bir problemi yoktur ki, ışığın hızının sabit olmasının bütün bilinen teoriyi alt üst ettiğini görebilsin. Böyle bir ortamda, dünya çapında bir strateji değişiminden söz etmek iyice anlamsızlaşır. Ama ne kadar anlamsız görülürse görülsün, eski teorik, programatik, stratejik sistemle bu günün dünyasına tutarlı teorik açıklamalar getirmek ve bir program ve strateji oluşturmak, karşı güçlerin saldırısını durduracak bir teorik savunma mevzii kurmak olası değildir. Bu nedenle, sosyalist teori, program ve stratejinin, ilk bakışta pratik mücadeleyle ilgisizmiş gibi görünen, ama o pratikte karşılaşılan sorunların aşılabilmesi için olmazsa olmaz olan sorunlarını gündeme almaya çalışalım. Savaş tamtamları çalarken, bu yöntemsel ve teorik sorularla ilgilenmek saçma görünebilir. ama bu görünüş yanıltıcıdır. O savaşın daha da göze batırdığı ve batıracağı sorunların çözümü yolunda ancak böyle adım atılabilir. 11 Aralık 2002 Çarşamba
240
Dünya Çapında Bir Strateji Değişimi Gereği (2) Geniş ezilen yığınlar dünya çapında bir strateji değişimini ayaklarıyla gerçekleştirmiş bulunuyorlar. Bu anlamda sorun, yeni bir strateji ve program bile değildir. Fiilen var olan bu hareketi, görmek, onun tarihsel ve siyasal anlamını kavramak, ona birleştirici ve bilinçli bir ifade vermektir. Her zaman böyledir bu işler, bilgelik kuşu akşamın alaca karanlığında her şey olup bittikten sonra öter. Her zaman ezilen milyonlarca insanın sosyal, kültürel ve siyasi hareketleri, onların gerçek toplumsal değişikliklere, en değme sosyologlardan, en değme istihbarat örgütlerinden daha önce ve daha doğru tepki gösterdiğinin yeni bir kanıtını sunar. Bir örnek. Çocukluğumda Ege köylüleri, zirai ilaçlar çıktıktan sonra, bitkilerdeki hastalıkların da arttığından şikâyet ederlerdi. Buna karşılık aydınlanmış ve aydınlanmacı, ilerici ziraat memurları, öğretmenler, kasaba bürokrasisi, köylülerin bu tepkilerini gericilik, “müspet ilimlere” gözünü kapamak; ortaçağ kafasıyla düşünmek olarak tanımlarlar, onlarla alay ederler onları “fenni usullerle” ziraat yapmaya zorlarlardı. Gerçekten de ilk bakışta bu aydınlıkla karanlığın kavgası gibi görünürdü. Aradan yarım yüz yıl geçtikten sonra bu günün dünyasından bakıldığında, o günün dünyasındaki rollerin tamamen değiştiği görülür. Köylülerin dediğinin haklı olduğunu, çevre ve ekoloji hareketleri ve onların dayandığı veriler kanıtladı. Şimdi bu örneğe bağlı kalırsak, ellili yıllarda, köylülerin bu tepkisinin derin anlamını kavrayan ve ona bilinçli ve siyasi bir ifade vermeye çalışan bir sosyalist hareket çıksa, bu gün her şey bambaşka olurdu. Örneğin soyutlanmış örneğimize bağlı kaldığımızda, bu sosyalist hareket, CHP’li ve “İlerici” aydın ve bürokrasinin aydınlanmacılığı karşısında “ortaçağ karanlığı”ndan yana, “gerici” köylülerin tarafında yer alırdı. Bunun nasıl farklı sonuçları olabileceği tasavvur edilebilir. Örneğin, böylece sosyalizmin hep üst ve aydın tabakalar arasında yayılmışlığı ve onların eğilimlerinin aracı olması buna bağlı olarak, yoksulların zenginlere duyduğu tepkilerin sosyalizme tepki biçiminde yansıması olmaz faşist ve dinci kanallara akan bu tepkiler gerçek mecrasını bulurdu. Bunun gibi daha nice ters yüz oluşlar düşünülebilir. Bu sadece Türkiye için değil, dünya için de böyledir. Benzer bir davranış gösterilse, yani gerçekte var olan sosyal hareketlerin anlamını kavrama ve onlara bilinçli bir ifade verme anlamında davranılsaydı, bu günün dünyasında, emperyalizme, karşı savaşın bayrağı İslam değil Sosyalizm olurdu. Böyle bir dünyada insanlığın kurtuluş ve yaşama şansı çok daha yüksek olurdu. Bu çıkarsamaların da gösterdiği gibi, stratejik değişiklikler hayati önemdedir. Başlangıçta yanlış koyulmuş bir strateji, o yanlışlığın sonuçlarının da nesnel koşullar haline gelmesiyle gerçek bir gerçek hedefin bir aracı değil engeli haline dönüşür.
241 Şimdi bu günün dünyasındaki sosyalistlerinin ne yapması ve nasıl davranması gerektiğini yine bu örneğimize bağlı kalarak formüle edersek, örneğimizdeki, ellili yılların dünyasının, aydın ve bürokratların aydınlanmacılığına karşı, köylülerin “ortaçağ karanlığı” biçiminde görünen eğilimlerini savunan ve onlara bilinçli bir ifade veren, hiçbir zaman var olmamış o sosyalistlerin yapması gerekeni yapmaktır sosyalistlerin görevi. Gerçekten de yer yüzündeki milyarlarca insan yeni bir stratejiye geçmiş bulunuyor. Tıpkı ellili yılların ilaçlar çıktı hastalıklar çoğaldı diyen köylüleri gibi ilk bakışta saçma ve akıl dışı görünen biçimlerde bu değişimi gerçekleştiriyor. Sosyalist düşüncenin yapması gereken aslında bunu görmek, ona siyasi bir program kazandırmaktır. Bu değişikliğin nasıl gerçekleştiğine dair tipik bir örnek verelim. Geçen yüzyılda halklar, emperyalizme karşı başka bir strateji izliyorlardı, ona karşı bağımsız devletler kurmaya çalışıyorlar, sınırlar çekiyorlar böylece özgürlük ve refahlarını yükseltmeye çalışıyorlardı. Bu gerçek bir hareket olarak da vardı. Sosyalistler buna bir anlamda bir bayrak sunmuşlar ve daha siyasi ve bilinçli bir ifade vermişlerdi. Ya da belki daha doğrusu, bu hareketler sosyalist bir söylemi bayrak edinmişlerdi. Ama bu günün dünyasında, milyarlarca insan, bu stratejinin iflas ettiğini, bununla bir yere varılamayacağını kavramış ve bu yeni duruma uygun yani bir strateji geliştirmiş bulunuyor. Artık emperyalist ülkelerden ayrıldığı, onunla arasına sınır çekmeye çalıştığı takdirde, bunun kendisinin aleyhine olduğunu, bunu tam da karşı tarafın istediğini sezmiş bulunuyor. Bu nedenle, Emperyalist ülkelerle arasındaki sınırları yok etmeye çalışıyor. Ne yapıyor? Milyarlarca insan, bu sınırları kaldırmak için farklı biçimlerde aynı stratejiyi uyguluyorlar. Büyük bir bölümü, bireysel çabasıyla Emperyalist ülkelere kapağı atmaya çalışıyor. Veya bunu ülkeler olarak yapmaya çalışıyorlar. Örneğin Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyorlar. Veya kapatıldıkları gettoya gelen zenginleri gelemez kılarak, yaşatmayarak başka bir yoldan bu dışlanmışlığa karşı hareket geliştiriyorlar. Yani ister kapağı zengin ülkeye akmaya çalışsın, ister zengin ülkeden gelen turiste karşı terör uygulasın, birbirine zıt gibi görünen bu hareketlerin hepsi, dışlanmaya karşı bir strateji değişiminin ifadesidir. Geçen yüzyıldaki strateji, ulusal sınırlar koyarken bu yüzyıldaki o ulusal sınırları kaldırmaya çalışıyor. Geçen yüzyıldaki ayırırken bu yüzyıldaki birleştirmeye çalışıyor. Sadece ezilenler açısından değil, ezenler açısından da aynı değişiklik var. Emperyalistler geçen yüzyılda sınır çekilmesine karşı bütün güçlerini harekete geçiriyorlardı, bu günün dünyasında zengin ülkeler etraflarına aşılmaz fiziksel, hukuki, askeri sınırlar çekiyorlar. Zengin ülkelerde dünün işçi partilerinin kaleleri, bu gün refah şovenizminin, ırkçı partilerin kaleleri. Şimdi bu durumda, sosyalistlerin görevi nedir? Bu fiili değişikliği bilinçli bir programa kavuşturmak ve dünya çapında siyasi bir hareket yaratabilmektir. Örneğin, programatik olarak yeryüzünden sınırları kaldırmak acil bir programatik hedef olmak zorundadır. Sınırlar artık gerici bir işlev görmektedir. Onlar emperyalist sömürüden kurtuluşun, ırkçı baskıdan kurtuluşun araçları olmaktan çıkmış, aksine yeryüzü ölçüsündeki ırkçı bir sistemin
242 araçları haline gelmiştir. Yoksul insanlığın, zengin ülkelerin hudutlarının dışında tutulması gerekir bu günkü sistemin sürdürülebilmesi için. Ama bunu kavramazsanız nasıl dünya ölçüsünde bir program ve strateji geliştirebilirsiniz ki? Mümkün değildir. Dünya ölçüsünde bir program olmadığından her hangi bir ülkede sosyalist bir politika da mümkün değildir, çünkü tanımı gereği, sosyalist politika ve strateji, ancak dünya ölçüsünde bir program ve stratejiye tabi olarak var olabilir. Böylece ilk sonuç ortaya çıkıyor. Bu gün ne Türkiye’de ne de her hangi bir ülkede, sosyalist bir parti veya hareket yoktur veya olamaz. Çünkü bu günün dünyasının sorunlarına bir cevap oluşturan, gerçek var olan harekete dayanan ve onun siyasi bilinçli ifadesi olan bir dünya çapında program ve strateji yoktur. Şimdi böyle bir dünyada, kendine sosyalist diyen partiler, olmayan bir şeyi varmış gibi gösterirler. Dolayısıyla daha baştan, sorunun doğru koyulmasının önünde bir engeldirler. Görüldüğü gibi, dünya çapında yeni bir program ve strateji değişikliğinden söz ettiğiniz an, bu gün var olan ve en devrimci ve solcu gibi görünenlerle bile konumunuz kökten değişir. Onlar artık politik bir değişimin araçları olarak değil, bu politik değişim için gerekli strateji değişiminin önündeki en büyük engel olarak ortaya çıkarlar. Dolayısıyla dünya çapında bir strateji değişikliği sadece genel ve geleceğe yönelik değil, bu gün yaptığınız, somut günlük politika ve taktiklerde de baştan aşağı bir değişim anlamına gelir. Hasılı dünya çapında bir strateji değişimini sorun etmek, aktüel politikanın taktiği ve eylemi olarak, bu değişikliğin bizzat uygulamasından başka bir anlama gelmez. Yani strateji değişikliği taktik ana halkadır. 18 Aralık 2002 Çarşamba
243
İmparatorluk Her halde pek az kitap, yine bu kitapta geleceğin sosyal hareketi olarak vaftiz edilen orta sınıf solcululuğunun birdan bire hit olmuş bir müzik parçasıymışçasına dilinden düşürmediği Negri'nin "İmparatorluk" kitabı gibi, yayınlanışından çok kısa bir zaman sonra olaylarca tekzip edilmiştir. İkiz kulelere vuran uçaklar ve ABD'nin dünya imparatorluğunu kurmak için başlattığı sefer, bu kitapta öngörülen çoklu, merkezsiz, topraksız ve esnek İmparatorluk düzeni öngörüsünü de havaya uçurmuştur. Ama sade ce kitabı ve öngörüsünü değil, bu kitabı manifestosu olarak selamlayan ve bu kitapta selamlanan tuzu kuru şehir orta sınıflarının "şenlikli" hareketleri de. ABD'nin Irak'ı işgaline karşı çıkarken, Türk Ordusunun Kuzey Iraktaki fiili bağımsız Kürt bölgesini işgali konusunda ağzını açmayan, ezilen ulusları ve üçüncü dünyayı bir nesne olarak gören hareketler de kısa zamanda kendi sınırlarına toslayacaktır. Onlar bu günkü savaş karşıtı hareketin bileşim ve stiline damgalarını vuruyorlarsa, bu onların hareketin geleceğinin tohumu değil, geçmişin kalıntıları olduğunu gösterir. Çünkü bu savaş İmparatorluk kurma savaşıdır ve İmparatorluğa karşı savaş, kapitalizme karşı bir savaş olarak var olabilir. Kapitalizme karşı program ise, bu Negri'nin İmparatorluğunu manifestoları kabul edenlerin gündeminde yoktur. Başlıktakı "İmparatorluk" sözcüğünün yarattığı çağrışımla, Negri'nin İmparatorluk kitabına ve bu kitabın özne ve nesnelerine yapılan bu kısa değinme bir yana, içinde yaşadığımız dramatik değişikliklerin birbirini izlediği şu günlerde, tarihin genel eğilimleri üzerine de, bizlerin bütün enerjisini ve dikkatini yutan politik çabaların, evrensel gidiş içindeki yeri ve anlamı üzerine de düşünmek gerekir. Öyle ki, bütün bunlarda, bizler bambaşka toplumsal dinamiklerin bilinçsiz failleri olabiliriz. Tipik örnek 1968'dir, onu yaşayanlar kendilerine ve yaptıkları işin tarihsel işlevine bambaşka anlamlar yüklüyorlardı ama aslında kapitalizmin kendini yenilemesinin bilinçsiz araçlarıydılar. Geri ülkelerdeki kimi sosyalist hareket ve mücadelelerin, dünya tarihinin genel gidişi açısından bakıldıklarında, o toplumlardaki modernleşmenin birer aracı işlevi görmeleri gibi. Antik tarih, bu gün yaşanan süreci anlamak için bazı ipuçları sunabilir. Uygarlıklar kentlerde doğar. Kent ise, ilk orijinalinde topraktaki tarım üretimine dayanırsa da bir kere ortaya çıkıp o düzenli ve büyük artı ürün temelinde ticaret başladıktan sonra, o ticaret yollarının antrepoları, düğüm noktaları üzerine doğar. Ama her kent, örneğin klasik Grek medeniyetinde olduğu gibi, başına buyruk bir yurttaşlar topluluğudur. Birbirileriyle rekabet ve çekişme içindedirler. Bütün bu rekabetler ise, ticaret yollarının istikrarını bozar ve onları tehdit eder. Bunun için, uygarlık varsa, ticaret, ticaret varsa, yollar, yollar varsa bu yolların emniyeti ve bunun için de, bütün bir uygarlık alanında yolların emniyete alınması, yani bütün kentleri bir siyasi bütün içinde birleştiren fetihler ve imparatorluklar ortaya çıkar.
244 İmparatorluğa egemen olanlar arasında olsa da, onun bütününde bir kentin yurttaşlarının eşitliği yoktur artık. Her ulusa biçimsel de olsa eşitlik tanıyan Birleşmiş Milletler, hatta NATO bile İmparatorluk ile bağdaşamaz. Merkezde, Roma yurttaşlarının hakları bakidir. Ama sınırlar dışında eşitlik değil, hiyerarşi vardır. ABD'nin ele geçirdiği El Kaide savaşçılarını ABD topraklarına sokmaması anlamlıdır. Topraklarında hukuk geçerliliğini sürdürmektedir. Onları ABD toprağı olmayan, hiçbir ülkenin hukukunun da geçerli olmadığı Guantanamo'da tutması, imparatorluğun mantığını tohum halinde gösterir. İmparatorluk kurulduğunda, ABD'nin dışındaki dünya bir Guantanamo olacaktır. İmparatorluklar sadece şiddete dayanmaz. Ele geçirdiği yerlere yollar ve düzen getirir ki ticaret işlemeye devam etsin, elbet bunun karşıylığında onların artı ürününün önemli bir bölümüne de el koyar. Belirli bir otonomi verilir, güçler sürekli olarak onların başında tutulmaz. Haraç verildiği ve düzen bozulmadığı sürece gereksiz baskılara gerek duyulmaz. İsa'yı Roma valisine şikayet edenler, kendi hemşehrileri Yahudilerdi; Sabetay Sevi'yi de Osmanlı Padişahına şikayet edenler bizzat hahamlardı. Eğer klasik uygarlıklarla analoji içinde konuşmak gerekirse, kapitalizm şimdi, antik uygarlıkların kentler ve kentler arası rekabet dönemini geride bırakıp, imparatorluk dönemine geçiyor. Kapitalizme geçebilmiş ulusal devletler bir bakıma, eski Yunanistan'ın, şehir devletleri gibidirler. Hiç biri değimlerinin üzerinde kesin ve uzun bir üstünlük kuramaz. Kapitalizmin şimdiye kadarki dönemi biraz böyle sayılabilir. Ama bu biçim, dünya ticaretinin ve globalleşmenin bu günkü yaygınlık ve gelişmişlik düzeyinde, artık giderek bir engel halini alır. Bu globalleşmeye uygun bir siyasi biçim de gerekir, bu biçim bir tür modern imparatorluk olabilir. ABD'nin şimdi kurmaya çalıştığı buna uygun bir dünya imparatorluğu düzenidir. Bunu bu gün ABD yapmasa, yarın Avrupa veya Çin yapmaya kalkmak zorundadır. Kapitalizm varsa, tekniğin ve ticaretin böylesine geliştiği bir dünyada, hem rakiplerin muhtemel tehditlerini ortadan kaldırmak, hem de ticaret yollarını emniyete almak için imparatorluk biricik geçerli biçimdir. Yani kapitalizm bir bakıma gerçek imparatorluk çağına geçiyor, şimdiye kadarki antik tarihin şehir devletlerine karşılık düşen, ulusal devletler çağıydı. İmparatorluğun hiyerarşık yapısı bu biçimleri ortadan kaldırmayacak, hatta pekiştirecektir. Çünkü imparatorlukların hiyerarşik yapısı için, kendini denetleyen cemaatlere ihtiyacı vardır. Bu anlamda, ulusal devletler var olmaya devam eder, ama onlar artık, bir imparatorluğun düzeninin araçları, denetim mekanizmaları haline dönüşürler. Tıpkı antik uygarlıklardaki otonom cemaatler gibi. Kapitalizmin bu imparatorluk ihtiyacı, zorunlu olarak bu günkü gibi bir kapitalist ülkenin diğerlerinden teknik ve askeri bakımdan kat kat üstün olduğu bir durumu var saymaz. Bu somut dünya tarihinin ortaya çıkardığı bir durumdur. İmparatorluk çağı, pek ala aşağı yukarı eşit güçteki emperyalist birçok adayın bulunduğu bir durumda da karşılanabilirdi. Böyle bir durumda adaylar arasındaki uzun ve sert çatışmalar onların gücünü tüketebilir ve bir imparatorluk kurulmadan kapitalizm veya insanlık yok olabilirdi. Rastlantısal olarak, ABD'nin olağanüstü askeri gücü ve
245 teknik üstünlüğü, şimdiki verilere göre, kısa bir çatışma döneminden sonra bir dünya imparatorluğu kuracağı izlenimi veriyor. Bu imparatorluğun, klasik antik imparatorluklardan diğer bir farkı, kelimenin gerçek anlamında bir cihan imparatorluğu olmasıdır. Eski dünyada, Akdeniz, İran, Hint ve Çin, her biri ayrı bir dünyaydı ve bunların her birinin imparatorlukları vardı. Her imparatorluk aynı zamanda bir uygarlık demekti. Ama bu günün küçülmüş dünyasında, Avrupa, Çin, Japonya gibi her biri ayrı bir dünya olan imparatorluklar mümkün değildir. ABD'nin Irak'ı işgalinin engellendiğini var sayalım. Bu kapitalizmin bir dünya imparatorluğuna olan ihtiyacını azaltmayacaktır. Sadece güçlerin farklı bir dizilişinde imparatorluğun kuruluş savaşları devam edecek demektir. Ve yine klasik uygarlıklara bakarsak, bu imparatorluk kurma mücadelesinin sürdüğü, veya kurulduğunda onun henüz stabilize olmadığı dönem, eşitlikçi hareketler için daha büyük olanaklar sunmaktadır. Ama imparatorluk bir kere kurulup, stabilize olduktan sonra, direniş bireysel ve mistik biçimlerde var olabilmektedir. Kapitalizmin bu imparatorluk çağına girişinde, ABD'nin imparatorluğun en önemli ve biricik adayı olduğu bir biçim nasıl bu sürecin kendisinin mantık sonucu ve zorunlu bir koşulu değilse; Sosyalist hareketin de, böylesine dağınık, teorisiz ve programsız girişi de sürecin mantığının zorunlu bir sonucu veya koşulu değildir. Tehlike, sosyalist hareketin, kendini toparlama fırsatı bulamadan, (ki bu toparlanmanın ip uçlarını veren henüz hiçbir entelektüel canlanma yok), İmparatorluğun kurulması, stabilize olması ve kurtuluşu bireyin içinde ve mistisizmde arayan bir çağ ruhunun egemen olmasıdır. O zaman bu şimdi bulunduğumuz berbat yer bile, dizlerimiz üzerinde sürünerek ulaşmaya çalışacağımız bir hedef olacaktır.
[email protected] http://www.comlink.de/demir/ 05 Mart 2003 Çarşamba
246
Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir Site Tarihsel Maddecilik veya Tarihin Maddeci Anlayışı, konusu ve içeriğiyle toplumu ve onun değişim yasalarını anlamaya çalışan bir bilimdir. Yani Toplum Bilimidir. Diğer bir deyişle: Sosyolojidir. Bu gün Sosyoloji başlığı altında toplanan çeşitli tarih ve toplum teorileri ise, özünde, Tarihsel Maddecilik adlı Toplum Bilimine karşı, gerçeğin özünü gizlemeye yarayan bilim kaftanı giymiş İdeolojilerdir. Tarihsel Maddecilik, içeriği ve konusu bakımından gerçek Toplum Bilimi olduğuna göre, onun adının yanlış olduğu; zarf ile mazruf arasında bir uyum bulunmadığı ve hatta bu durumun kendisi için bir handikap oluşturduğu görülür. Toplum Bilime (Sosyolojiye) verilen bu Tarihin Maddeci Anlayışı (Tarihsel Maddecilik) adlandırması, yani insanların varlıklarını bilinçlerinin değil, bilinçlerini varlıklarının belirlediği önermesine ağırlık veren bu adlandırma, varlık ve bilinç arasındaki bu ilişkinin, yine bizzat bu teorinin kurucularınca sürekli vurgulanmış ve fiilen uygulanmış olan, diyalektik niteliğine gereken vurguyu yapmaz. Yani, son duruşmada, var oluş tarafından belirlenmiş bilincin, bir kere ortaya çıktıktan sonra kendi bağımız evrimine ve var oluşu etkileyip değiştirmesine; yani ilişkinin diyalektik karakterine gereken vurguyu yapmaz. Bu bakımdan, “Tarihsel” ve “Maddecilik” kavramları ile karşılanan tarihin ve toplumun bu bilimine, eğer yönteminin en temel özelliklerini içeren bir adlandırma yapmak gerekirse, Maddeci ve Diyalektik Tarih ve Toplum Bilimi demek gerekir, diğer bir ifadeyle Maddeci ve Diyalektik Sosyoloji. Ya da tersinden Toplumun Bilim (Sosyoloji), bir ideoloji değil bir bilim ise, zaten diyalektik ve maddeci olması gerektiğinden, sadece Toplum Bilimi ya da Sosyoloji demek yeterlidir. Sosyoloji diye bilinenler, yani Sosyoloji diye ortaya çıkmış onlarca Toplum ve Tarih teorisi ise; son duruşmada, maddeci ve diyalektik olmayan yöntemsel çarpıklıklar içindedirler, dolayısıyla ideolojilerdirler. Böylece yaygın ve alışılmış biçimiyle adlandırmada, gerçeğin tam zıttı bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Toplumu kavramak için biricik yöntemsel temele sahip olan teori Toplum Bilimi (Sosyoloji) adıyla anılmamakta, adeta sadece toplumun maddi hayatına mekanik ve tek taraflı bir vurgu yapan bir isimle anılmakta, hatta o kendisine bu ismi yakıştırmakta; buna karşılık, onun karşısındaki bütün sosyoloji ekolleri olarak tanımlanan ideolojiler, Sosyoloji genel başlığı altında, sanki bir bilimin uzak sınırlarındaki farklı teorik açıklama denemeleriymiş gibi kavranılmaktadır. Yani gerçekte sosyoloji olan bir ideoloji olarak, ideolojiler ise sosyoloji olarak adlandırılmakta ve kavranılmaktadır. Elbette sosyolojinin adının bile olmadığı çağda, bu bilimin kurucuları için ismin büyük bir önemi yoktu ve öğretilerini o zamanın temel tartışmalarının atmosferi içinde yönteminin temelinin sadece bir yönüne vurgu yapan bir biçimde adlandırmak, yani zarf ile mazruf arasındaki bu uyumsuzluk, bu uyumsuzluk bilindiği sürece bir problem oluşturmuyordu. Bu gün bile doğa
247 bilimlerinde adlandırmaların Yunan mitolojisine göre yapıldığı bir bilimsel gelenek içinde, adlar ile onların karşılıkları arasında doğrudan bir uyum aramak gerekmeyebilirdi. Ama bu gün, metafizik ve mekanik sosyolojilerin ya da diğer deyişle toplumu açıklama iddialı ideolojilerin, temsil ettikleri ve çıkarlarını savundukları egemen sınıfların maddi zaferlerinin tadını çıkarıp, büyük bir gurur ve küçümsemeyle Tarihsel Maddeciliğe bir ölü köpek muamelesi yaptıkları ve bu toplumsal zaferi kendilerinin teorik ve entelektüel bir zaferi gibi göstermek istedikleri çağda, sadece adlandırmanın yarattığı yanlış yargı ve izlenimler bile çok ciddi engeller oluşturmaktadır genç kuşakların bu biricik bilimsel toplum ve tarih öğretisiyle bir kontak kurabilmeleri için. Adlandırmadaki problem sadece bu kadar da değil. Bu Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum Teorisi ya da kısaca Sosyoloji’nin göbek adı da, onu, antik uygarlıkların zirvesinde ilk kez keşfetmiş ve Batı için bilinmez kalmış, İbni Haldun’dan ve birbirinden bağımsızca ikinci defa keşfetmiş ve sonra bir araya gelmiş ilk iki kurucusundan birinin adına izafeten Marksizm’dir. Çoğu kez uzun uzun “Tarihsel Maddecilik”, ya da “Tarihin ve Toplumun Maddeci ve Diyalektik Teorisi” gibi sözleri sıralamak yerine kısaca “Marksizm” denmektedir. Bu ise karışıklığı iyice arttırmaktadır. Çünkü Marksizm büyük ölçüde ve aynı zamanda siyasi ve felsefi anlamlara da sahiptir. Böylece bu göbek adı da bu sosyolojinin bir bilim değil bir ideoloji, hatta bir din olduğu kanısını pekiştirmektedir. Kaldı ki, ortada Tarihsel Maddecilik veya Marksizm diye bilinenlere baktığımızda, Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji olduğu izleniminin tamamen haksız olmadığı da görülür. Çeşitli sınıf ve tabakalar, özellikle işçi aristokrasisi ve bürokrasisi ile köylülük ve küçük burjuvazi ya da deklase olmuş burjuvazi Marksizm’in ya da Tarihsel Maddeciliğin gerek on dokuzuncu yüzyıldaki teorik ve entelektüel zaferlerinin; gerek bu teoriyi bayrak edinmiş işçi hareketinin yirminci yüzyılın başındaki toplumsal zaferlerinin etkisiyle, çıkarlarını ve eğilimlerini onun deyimleriyle savunmanın yolunu aramışlardır. Yani bizzat mekanik ve metafizik sosyolojiler, Diyalektik Sosyolojinin, yani Tarihin ve Toplumun Diyalektik ve Maddeci teorisinin terminolojisini kullanarak, ama onun yönteminin ve kavramlarının içeriğini boşaltarak ortaya çıkmışlardır. Ve daha korkuncu, bu Tarihsel Maddecilik ya da Marksizm’e dayandığını iddia eden ideolojiler, hem bürokratik işçi devletlerinin ve partilerinin; hem işçi bürokrasisiyle konumu ve çıkarı tencere ve kapak gibi birbirine denk düşen deklase burjuva zümrelerin; hem de köylülüğe dayanan devrimlerin ve partilerin muazzam maddi gücüne dayandıklarından, ortalıkta Marksizm diye bilinen veya Tarihsel Maddecilik diye öğretilen de sadece neredeyse bunlar olduğundan, bu görünüş apaçık bir gerçekmiş gibidir ve neredeyse gerçeğin özünün değişik olabileceği yönünde hiçbir şüpheyi ve sorgulamayı çağırmaz. Yani, sözde tarihin Maddeci ve Diyalektik anlayışına göre Tarih ve Toplumu açıkladığını iddia edenler de öyle değildir; onun terminolojisi kullanan metafizik sosyolojiler, ideolojiler, hatta skolastik tartışmalardan ötesine geçmeyen inanç sistemleridir.
248 Bu durumda şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır. Bir yanda üniversitelerin en azından biçimsel akademik kriterlerine uygun araştırmalar yapan sosyolojiler vardır; diğer yanda biçimsel akademik kriterlere bile uymayan, ya tamamen skolastik ya da belli çıkarları savunmak için oluşturulduğu en parmağım gözüne sözde teorilerden ibaret Tarihsel Maddecilikler ortalığı kaplamıştır. Böylece Tarihsel Maddeciliğin bir ideoloji buna karşılık sosyolojilerin bir bilim olduğu türünden bir yargının görünüşte hiç haksız olmadığı da görülür. Sadece bu kadar da değil, bu gün bütün dünya üniversitelerinin sosyoloji bölümlerini doldurmuş sosyoloji teorileri ile Tarihsel Maddeci terminolojiyi kullanıp aynı işi daha ince yapan, aynı metodolojik hatalara sahip teoriler arasında, gerçek Diyalektik ve Maddeci Sosyolojiye karşı bir suç ve çıkar ortaklığı bulunmaktadır. Nasıl, burjuvazi doğu Avrupa’nın bürokratik diktatörlüklerine sosyalizm diyor ve saldırıyor ve böylece oradaki bürokratik diktatörlükler de bu saldırıları kendi sosyalistliklerinin delili gibi sunuyor ve bürokratik diktatörlüklerin böyle sosyalist geçinmesi de, burjuvaziye bu kolay yemi sosyalizm olarak gösterme ve böylece insanlığın hayalinden sosyalizm düşüncesini sürme olanağı sağlıyorduysa öyle. Yani gerçekten Diyalektik ve Maddeci Tarih ve Toplum teorisi karşısında, akademik Sosyolojiler ile muhalif akımları kapsamış Marksizmler, yani şu Tarihsel Maddecilikler bir suç ortaklığı ve susuş komplosu içindedirler gerçek Tarihsel Maddeciliğe karşı. Böyle bir ortamda, hele ortada hiç bir devrimci kabarış yokken, kim Tarihsel Maddecilikle karşılaşabilir ki? Bütün bu engelleri ve susuş komplolarını aşıp karşılaşsa bile, bu karşılaşma, ya metafizik ve mekanik, akademik dünyayı kaplamış doğrudan burjuva sosyolojilerinin ya da Tarihsel Maddeci olduğunu söyleyen, politik olarak muhalif hareketleri kaplamış, metafizik ve mekanik sözde Tarihsel Maddeciliklerin prizmasında kırılmış; onların yarattığı ve beslediği yorum ve ön yargılarla dolu bir karşılaşma olacaktır. Bütün bu engeller aşılsa bile, bu karşılaşma da hiçbir zaman dört başı mamur bir teori ile karşılaşma olmayacaktır. Geçmiş düşüncelerin kalıntılarının, birer kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibi henüz var olmaya devam ettiği; içinde henüz adım atılmamış bakir alanlar bulunan; bazı alanlarda katkıları yapanların aynı zamanda başka alanlarda büyük körlükler içinde olduğu, bu “hatalı ürünlerin” ayıklamalarının bile yapılmadığı; henüz standart bir Giriş veya El Kitabı bile bulunmayan bir teorik inşaat alanıdır bulacak olan. Ve bu inşaat alanı şu sıralar neredeyse bomboştur. Çalışanlar ölmüş ya da oradan ayrılmışlardır. Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji, “Uzak Batı”nın terk edilmiş hayalet şehirlerini; rezervler tükendiği için terk edilmiş madenci kasabalarını andırmaktadır. Hala orada kalıp bir şeyler yapmaya direnenler ise aklını kaçırmış meczuplar gibi görülürler. * Hâsılı, kurucularınca sadece birkaç temel kazığı ve yol gösteren ipi çekilmiş, bu yapılırken bile, organik bütünlüğünün bir parçası olmamakla birlikte, burjuva uygarlığının kimi kalıntılarını içinde bir kör bağırsak gibi taşıyan; daha sonra gelenlerce, kimi alanlarda geliştirilmiş ama bu
249 geliştirme de başka alanlardaki birçok yanlışlıkla bir arada bulunan, daha da ilginci onu geliştirenlerin birbirlerinin katkılarını bilmedikleri, bütün bunlara ek olarak bu katkıların tümünün neredeyse tarih öncesi şehirler gibi kat kat toprağın altında bulunduğu; arkeolojik kazılarla yeniden gün yüzüne çıkarılması gereken bir bilimdir bu. Bu genel ifadeleri birkaç örnekle somutlamayı deneyelim. Kurucularınca “birkaç temel kazığı çakılmış ve yol gösteren ipi çekilmiş” derken, bir abartma söz konusu değildir. Marks ve Engels, Tarihsel Maddeciliği ilk formüle ettikleri eseri, yani Alman İdeolojisi’ni, önemli olan kendilerini aydınlatmayı sağladıkları için, yayınlamazlar bile. Kendi deyimleriyle “Farelerin kemirici eleştirisine” bırakırlar. Oradaki sonuçların uygulamasına geçerler. Daha sonraki eserlerinin ve davranışlarının tamamı bunun uygulamasıdır. Örneğin, Marks’ın hayatını verdiği Kapital, aslında, Tarihsel Maddeciliğin temel önermesine uygun olarak, düşünceyi belirleyen varlığın, yani üretim ilişkilerinin, tarihin çok küçük bir dönemindeki çok özel bir halinin, yani saf bir kapitalizmin analizine yöneliktir. Yani burada henüz, ne kapitalizm öncesi, ne kapitalizmin somut tarihsel hareketi ve ne de hukuk, politika, devlet, partiler, sınıflar, estetik, ahlak gibi “üstyapı”ları söz konusudur. Toplumsal gerçekliğin gerek zaman içinde gerek toplum denen gerçekliğin yapısının tümü içinde çok küçük bir bölümünün soyut bir analizi söz konusudur. Ve daha da kötüsü, bu soyut analizin bile çok küçük bir bölümü yazılabilmiştir. Yani Marks’ın bütün hayatını verdiği temel eserinin yazılmış bölümleri, tasarlananın çok küçük bir bölümüdür ve bu yazılan bölümler içinde de Marks’ın yayınlayabildiği Kapital’in birinci cildi de yazılanların çok küçük bir bölümüdür. Hasılı ilk taslağa uygun olarak bütün plan tamamlansaydı bile, ortaya çıkacak olan sadece modern toplumun, o da Marks’ın yaşadığı dönemdeki üretim ilişkilerinin bir çözümlemesi olabilecekti. Ama o sınırlı tarihsel dönemin bile, üst yapıları, (devlet, sınıflar, partiler, hukuk, gelenekler, ahlak, estetik, sanat, felsefe vs. ) zaman zaman yeri geldikçe değinmeler içerse bile, kendi bağımsız evrimleri içinde, birbirleriyle ve üretim ilişkileri temeliyle karşılıklı etkileriyle ele alınmış olmayacaktı. Çünkü plan henüz bunları bile içermiyordu. Onlar gelecek kuşaklarca genişletilip derinleştirilmesi gereken muazzam bir işin sadece ilk birkaç temel kazığını çakıp, birkaç duvarcı sicimi gerebilmişlerdi. Herkesten daha fazla bunun bilincindeydiler. Başka bir örnek. “Tarihin sınıflar mücadelesinin tarihi” olduğu bu öğretinin temel önermelerinden biridir. Ama bu önermenin temel kavramı olan, Sınıf’ın bir tanımı ya da teorisi bile yoktur kurucuların eserlerinde. Marks, Kapital’in yarım kalmış son bölümünde, “Sınıflar” başlığını koyar, sadece genel giriş anlamında birkaç paragraf yazar. O kadar. Gerisi yoktur. Toplum Bilimin bu durumu, aşağı yukarı, kütle, hız, ivme gibi temel kavramlardan birini net olarak tanımlamamış bir fizikle kıyaslanabilir. Elbette kavramın bir uygulaması ve kullanımı vardır büyük harflerle bir teorisi ve açıklaması yoksa da. Işığın ne olduğunu tanımlayamadan da herkes ışığın ne olduğu hakkında bir fikre sahip olabilir ve örneğin optik alanında belli ilerlemeler ve uygulamalar başarılabilir. Buradan hareketle bir ölçüde içeriği doldurulabilir. Aşağı yukarı böyle bir durum söz konusudur sınıf kavramı örneğinde.
250 Kaldı ki, büyük harflerle bir sınıflar teorisinin formüle edilmiş olmaması, onun uygulamalarında bunun fiili, örtük bir teorisi olmadığı anlamına da gelmez. Pek ala bu uygulamaların analiziyle de bu teori formüle edilebilir. Ama bu, uygulama ve kullanımdan hareketle, bunların analiziyle, kavramın faklı kullanımları ve içeriğinin daha dakik ve net olarak tanımlanması alanında da fazla bir şey yoktur. (Sınıflar teorisi alanında, daha sonra gelen Marksistlerden, Kıvılcımlı ve Troçki’nin, birbirinden bağımsızca ama birbiriyle ve Marks’ın öğretisiyle iç tutarlılık içinde yaptıkları katkılar vardır. Ama bu katkılar da ortalığı kaplamış Tarihsel Maddecilik adlı mekanik ve metafizik sosyolojiler nedeniyle bilinmez. ) Ya da teorinin kurucularınca da açıklamasının sınırlılığı noktasına dönersek. Alman İdeoloji’sinden sonra Tarihin Maddeci Teorisi’nin yani Maddeci ve Diyalektik Sosyolojinin ya da kısaca Sosyoloji’nin büyük harflerle bir teorisi, bir açıklaması denecek metinlere bakıldığında, korkunç bir yoksulluk görülür. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’ndeki birkaç sayfa, Marks ve Engels’in birkaç mektubundaki bazı bölümler. Aşağı yukarı hepsi bu kadar. Lenin, Marks’ın bize büyük harflerle bir Diyalektik Mantık bırakmadığını ama “Kapital’in mantığını” bıraktığını yazıyordu bir aforizmasında. Benzer şekilde, Marks-Engels, bizlere büyük harflerle bir Tarihsel Maddecilik Teorisi bırakmadılar denilebilir. Bu teorinin uygulamalarını bıraktılar. Bu uygulama ise, tarihin ve toplumun çok sınırlı alanlarına çok sınırlı bilgilerle bir uygulamadır. Ve bu uygulamanın sistematik bir incelemesiyle bu uygulamalarda gizli bir varsayım olarak var olan bu teorinin büyük harflerle bir teorisi de yoktur ortada; sonradan gelenler bunu da yapmamışlardır. Ama bu uygulama da saf değildir, içinde sadece olgulara ilişkin bilgilerden kaynaklanan sınırlılık ötesinde, Marksizm’in içinden çıktığı, burjuva uygarlığının, özellikle aydınlanmanın, birçok değer yüklü yargısını, onlar onun organik bir bileşeni olmasa bile, içinde taşır. Bu anlamda arıtılması gereken bir tüvenan, bir ham madde gibidir bu uygulamanın kendisi de. Bu kalıntılar onun içinde, tıpkı kör bağırsak veya kuyruk sokumu gibidirler. Onun gerçek niteliği hakkında bunlara bakılarak bir karar verilemez. Çünkü onlar onun organik bir bileşimini oluşturmazlar. Aksine, onların bu öğretiden soyutlanması gerekir. Yani, Marksizm’in, özellikle Aydınlanmanın etkilerinden, onun tasavvur ve değer yüklü yargılarından arınması gerekir. İlerleyen Bir Tarih anlayışının ağırlığından “Tarihsiz Halklar” kavramına kadar birçok örnek verilebilir bu kuyruk sokumlarına; bu arıtılması gereken pisliklere, kör bağırsaklara. Ve işin ilginci, daha sonra Marksizm’i bayrak yapan metafizik ve skolastik öğretiler, hep bu kalıntılara, temizlenmesi gerekenlere dayanmışlardır. Daha sonra Marksizm’in tarihi bir bakıma, bu kalıntılardan arınmanın tarihidir. Çünkü Tarihsel Maddeciliğin kavramlarını kullanan metafizik ve idealist sosyolojiler, hep bu geçmişin kalıntılarına, örneğin düzgün birbirini izleyen aşamalarla ilerleyen bir tarih kavramına, dayanmışlardır. İlerleme kavramı büyük ölçüde evrimin yerine kullanılmıştır ya da evrime ilerleme anlamı verilmiştir. İlerleme ise, baştan aşağı değer yüklü, aydınlanmanın değerleriyle yüklü bir kavramdır. Dolayısıyla bunlara karşı teorik mücadele ister istemez bu kalıntıların temizlenmesi mücadelesi de olmuştur. Ama bu mücadeleyi
251 yapanlar, yani Troçki, Kıvılcımlı, Walter Benjamin gibi sembolik isimleri sayarsak, Marksistler olarak bilinmemektedirler. Dolayısıyla Marksizm diye öğrenilenler de, en otantik kaynaklara gidilse bile, bir yığın kör bağırsakla birlikte öğrenilenlerdir. Özetlersek, otantik kurucuların kaynakları bile göz önüne alındığında ortada gerçekten büyük zorluklar vardır. Büyük harflerle bir teorinin, birkaç kısa değinme dışında neredeyse, bulunmaması; fiili uygulamaların zaman ve alan olarak tarihin ve toplumun çok sınırlı bir bölümünü kapsaması; bu uygulamadan yola çıkarak, sonra da büyük harflerle bir teorinin çıkarılmadığı; bu uygulanan teoride geçmişin kalıntıları ve sınırlı verilerden gelen eksiklikler vs. gibi çok ciddi sorunlar bulunmaktadır. * Peki arada geçen dönemde hiçbir gelişme yok mu? Elbette var. Ama bu gelişme de çok parçalı ve karmaşık bir niteliğe sahip olduğu gibi, Marksizm olarak da bilinmemektedir. Bu gelişmeyi sağlayan üç damarı ele alalım. Sadece bunlara bakarak bile bu gelişmenin bu karmaşık, parçalı ve bilinmez niteliği gösterilebilir. Kıvılcımlı, Troçki (Mandel) ve Benjamin’i (Frankfurt Okulu, Eleştirel Teori) ele alalım. Bu üç sembolik isim de, bu gün dünyada kendini Marksist kabul edenlerce ve geniş çoğunluk tarafından bilinen Marksizm içinde yer almazlar. Kıvılcımlı Türkiye dışında zaten bilinmez. Türkiye’de bilindiği kadarıyla ise ekzantirik ama inançlı bir sosyalist olarak bilinir. Troçki küçük bir akımın kurucusu olarak bilinir. Walter Benjamin ise bir edebiyat eleştirmeni, Alman filozofu olarak. Şu an dünyada hiçbir örgüt ya da eğilim, Tarihsel Maddeciliği öğretirken, Marks, Engels, Lenin gibi klasiklerin yanı sıra Kıvılcımlı, Troçki, Benjamin’i okumayı tavsiye etmez. Tarihsel maddeciliğe bunların yaptığı katkılar bilinmeden, onun nispeten gelişmiş son durumu hakkında bir fikir sahibi olunamayacağını kimse söylemez. Peki, bunların kimilerini bilenlerde durum farklı mı? Hayır. Öncelikle, bu sembolik isimlerin birbirinin varlığından pek bir haberi yoktur. Bunların devamcısı olduğunu iddia edenlere gelince durum daha da vahimdir. Kıvılcımlı, kimi “doktorcular” denen sektlerce bilinir. Daha doğrusu bayrak yapılmıştır ama yöntemsel olarak bilinmez. Açın bakın bu sektlerin yazdıklarına, bu satırların yazarı dışında, Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları konusunda bir tek değerlendirme bulamazsınız. Bunlar için örneğin Troçki, Benjamin aşağı yukarı küfür veya şeytan gibi bir şeydir. Troçkistler de farklı sayılmaz. Kimi bir takım formülleri tekrarlamaktan başka bir şey yoktur. Teoriye korkunç bir uzaklık vardır. Kıvılcımlı zaten bilinmez. Benjamin siyasi mücadele pratiğinden uzak bir sol entelektüel damgasını yemiştir kimse okumaz ve ciddiye almaz. (Bir tek Michael Löwy gibi, yazdıkları Troçkistler arasında da pek yankı bulmayanlar vardır. Yani Troçkistler arasında bizim bir benzerimiz gibidir, ya da biz onun “Doktorcu” paraleli olarak görülebiliriz. )
252 Peki, Frankfurt okulunun teorik mirasından haberdar olanlar için durum farklı mıdır? Hayır. Onların çoğu akademik Marksizm’in labirentlerinde yolunu yitirmişlerdir. Bu okulun bu günkü devamcısı sayılan Habermas, Alman ve Fransız burjuvazisinin ve reformizmin filozofuna dönüşmüştür. Ama bu sembolik isimlerin katkıları ve sağladıkları gelişmeler de, içlerinde arındırılması gereken birçok unsuru barındırmaktadır. Kıvılcımlı politik olarak tipik bir Stalinist’tir. Teorik katkıları bununla çelişmesine rağmen böyledir. Dolayısıyla bu teorik katkılarda, o politik yaklaşımların etkileri de vardır. Troçki belki otantik Marksizm’e en yakındır ama onda da belli bir Avrupa Merkezcilik ve İlerleme düşüncesinin etkileri hemen görülür. Örneğin, Ekoloji hareketinin yaptığı katkılara dayanan bir eleştiri karşısında dayanacak durumda değildir Troçki’nin birçok yazdığı. İlerleme anlayışıyla güçlü bir kopuş içermesine rağmen, Benjamin’in düşüncesi Avrupa’nın düşünsel geleneklerine ve tarihine fazlasıyla bağlıdır ve politik mücadeleyle ilişkisi oldukça örtüktür. Teorinin içeriğindeki radikallik politik bir suskunlukla sağlandığından, dolayısıyla felsefeye kaçışıyla Stalinizm’le belli bir uzlaşmayı yansıtır. Kıvılcımlı’da nasıl Tarih’e yönelmek Stalinizm’le zımni bir uzlaşma anlamı da taşırsa, Frankfurt Okulu’nda da Felsefeye yöneliş, politikadan uzaklaşma benzer sonuca yol açar. Teorik saflık ancak politikadan zorunlu veya bilinçsiz bir uzak kalışla bir arada mümkün olabilmişti, bütün işçi hareketine Stalinist partilerin egemen olduğu o dönemde. Ama bunların izleyicileri veya izleyicisi olduklarını söyleyenler, tam da onların bu esas aşılması ve terk edilmesi gereken yerlerine bağlı kalmışlar, esas katkılarını ise susuşa getirmişlerdir. Yani Marksizm’in kurucularının başına gelen, bunların da başına gelir. Nasıl sosyal demokrat partiler ve reformizm, Marksizm içindeki aydınlanmanın kalıntılarına, onda kendi özüne ait olmayanlara dayanarak var oldu ve o urları geliştirdiyse, aynı süreç bu teorisyenlerin küçük izleyicileri içinde de tekrarlanır. Onlar da onların içindeki arındırılması gereken yanlara dayanırlar. Hem de daha korkunç bir biçimde. Marks-Engels sonrası dönemde yine de Marksizm muazzam bir işçi hareketiyle canlı ilişki içindeydi. Hâlbuki bu sembolik üç damar, bir yükselen işçi hareketi ve geniş aydınların sahiplenmesi gibi ona belli bir dinamizm kazandıracak güçlerden de yoksundur. Küçük grupların evrenindedirler. Dolayısıyla onların düşünce ve davranışlarının izleyicileri, bu mirasın içindeki en olumsuz öğelere dayanırken, tam anlamıyla bir skolastiğe giderler. Tam anlamıyla bir tımarhane görünümü ortaya çıkar. Doktorcular, onun yönteminin değil, Stalinizminin, skolastik izleyicileri ya da daha doğrusu dinsel cemaati olurlar. Troçki’nin izleyicisi küçük gruplar onun katkılarının değil; eksiklerinin damgasını taşırlar. Benjamin’in veya Adorno’nun en eksik yanı, Stalinizmle belli bir uzlaşmanın ifadesi olan politik mücadeleden kopukluk, bu okulun izleyicilerinin temel karakteristiğidir. Bunlar kısmen en saf katkıları yapanlar. Bir de Lukacs’tan, Blok’a, Gramsci’den Lefevbre’ye, daha birçok adlar eklenebilecek, Perry Anderson’un “Batı Marksizmi” çerçevesinde ele aldığı, Tarihsel Maddeciliğin pek el değmemiş alanlarına (estetik, günlük hayat, politika öğretisi) el
253 atmış ama aynı zamanda politik mücadele ile de daha yakın bağ içinde bulunmuş, ama bu nedenle de teorileri Stalinizmle bu uzlaşmanın etkileri nedeniyle daha fazla yabancı madde içeren, tam bu nedenle de eserleri ve katkıları daha dikkatli bir arıtmaya tabi tutulması gerekenler var. Şimdi sadece Türkiye’de değil, dünyada şöyle bir etrafınıza bakın, bırakalım saf, arındırılmış halini bir yana, şu arındırılması gereken haliyle bile hangi politize olan gence, hangi işçiye, hangi örgüt Tarihsel Maddeciliği öğrenmesi için, bu yukarıda saydığımız isimlerin hiç olmazsa temel önemdeki eserlerini öneriyor. Böyle bir örgüt, böyle bir çevre yok bu gün dünyada. Hâlbuki Tarihsel Maddecilik, ancak toplumu değiştirme mücadelesinin yarattığı ihtiyaçlarla ilerleyebilir. Ve ancak Tarihsel Maddeciliği bilenler bu değiştirme mücadelesinde, başarı kazanamasalar bile doğru bir şeyler yapabilirler. Ama Tarihsel Maddecilik toplumu değiştirmeye kalkanlarca bilinmez kalıyor; toplumu değiştirmeye kalkanlar Tarihsel Maddeciliği bilmiyor ve onunla buluşmaları neredeyse olanaksız. Toplumu değiştirmeye kalkan radikalleşen gençler veya işçiler ile Tarihsel Maddecilik arasındaki bu kopukluk, hem Tarihsel Maddeciliğin hem de bu mücadelenin tam anlamıyla kısırlaşması ve kendini bile üretememesine yol açmaktadır. * Ama sorunlar sadece burada bitmiyor. Tarihsel maddeciliğe katkıları bağlamında buraya kadar sözü edilen sembolik isimler yine de iyi kötü Marksizm’e bağlı isimler, yani kendilerini Tarihsel Maddeci gelenek içinde tanımlayan isimler. Ama Tarihsel Maddecilik bakımından durumu daha da karıştıran gelişmeler bulunmaktadır. Tarihsel Maddeciliğe en önemli katkılar, son yıllarda, Tarihsel Maddeciliği reddedenlerce yapılmıştır. Çünkü Tarihsel Maddecilik diye bilinen, Tarihsel Maddeciliğin terminolojisini kullanan metafizik sosyolojiler olduğundan, kendini Tarihsel Maddeci gelenekten görmeyen birçok sosyolog, tamamen bilimsel kaygılara dayanan araştırmalarla, Tarihsel Maddeciliği geliştirmişlerdir. Ya da burjuva sosyolojileri, tarihsel maddeciliğin, en boş bıraktığı, en zayıf alanlara yüklenip bir üstünlük kurmaya çalışırken, ister istemez, Tarihsel maddeciliğin sahip çıkabileceği katkılar yapmıştır. Yani ortada yaygın Tarihsel Maddeciliğe rağmen; büyük ölçüde kendiliğinden, bilimsel araştırmanın kendi iç dinamiklerinden doğan, Tarihsel Maddecilik karşıtı Metafizik Sosyolojiler dünyasında görünen ve kendini de öyle tanımlayan Tarihsel Maddeciliğe katkılar vardır, Yani Tarihsel Maddeciliğin özellikle son yıllardaki kimi kazanımlarını ancak onun karşıtlarının, daha doğrusu karşıt olduğunu düşünenlerin katkılarından öğrenebilirsiniz. Bu biraz, Morgan’ın Tarihsel maddeciliği bilmeden onu daha sonra Marks-Engels’ten bağımsız olarak, kendiliğinden keşfetmesi ve uygulaması gibidir de. Bunu bir örnekle somutlayalım. Örneğin Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi alanının Marksizm’in en az gelişmiş alanlarından biri olduğu; daha doğrusu Marksizm’in bu konuda dişe dokunur bir teorisi olmadığı, bir parça Marksizm’le haşır neşir olmuş aklı başında her Marksist’in kabul edeceği bir gerçektir. Ama Tarihsel Maddeciliğin hiçbir sorun olmadan benimseyebileceği bir
254 ulus teorisinin temellerini, ayrıntılarda ne kadar düzeltmeler gerektirirse gerektirsin ve burjuva sosyolojisinin sınırlılıklarını ne kadar içinde barındırırsa barındırsın, Ernest Gellner adlı bir Tarihsel Maddecilik karşıtı bir sosyologa borçluyuz. Hatta bu ulus teorisinin temellendirildiği bölümler, Tarihsel Maddecilikle polemik içinde onun eleştirisi biçimindedir. Ama biraz dikkatli bir Marksist, bu eleştirilerin hepsinin aslında, Tarihsel Maddecilik namlı metafizik sosyolojilerin eleştirisi olduğunu görür. Yani Tarihsel Maddecilerin yapması ve sahip çıkması gereken eleştiri, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde yapılmaktadır. Tarihsel Maddeciliği reddederken Tarihsel Maddeciliğin özünü savunmaktadır. Yani biraz gerçeğin özüne yönelen burjuva sosyolojisi bile, bilmeden Tarihsel Maddecilere rağmen Tarihsel Maddeciliği savunmaktadır. Yani bir bakıma yer değiştirme söz konusudur. Nasıl metafizik teoriler Tarihsel Maddeci bir terminoloji ile ortaya çıktılarsa, şimdi de tersi olmakta, Tarihsel Maddecilik, intikam almakta, metafizik sosyolojiler görünümü altında kimi ilerlemeler kaydetmektedir. Ya da son yıllarda, kadın hareketinin, ekoloji hareketinin, ırkçılık üzerine inceleme ve katkıları göz önüne getirelim. Bu katkıların çoğu, Tarihsel Maddecilik bayrağı altında yapılmayan, hatta çoğu kez ona karşı bir söylemle gerçekleştirilen, katkılardır. Örneğin Marks’ın temel eseri olan Kapital’in sadece değişim değerini incelemesi Kullanım Değerini ihmal etmesi, teorinin özüne ilişkin değil, sadece konunun kendisinin yarattığı bir sorundur. Somut bir toplumun analizi elbette Kullanım değerini analize koymayı gerektirirdi. Ama yukarıda değinildiği gibi, Marks’ın yaptığı somut bir toplumun analizi değil, soyut bir kapitalizmin analiziydi ve bunun da üretim ilişkilerine ilişkin yanıydı. Burada Tarihsel maddeciliğin yöntemsel yanlışlığı değil, gelişmemiş yanları, eksikliği söz konusudur. Ya da Foucault’un adeta tarihsel maddeciliğe karşı ideolojik saldırının bayrağı haline gelmiş, hastaneler ve hapishanelerin, yani kapitalist toplumda egemenliğin sadece devlet denen politik baskı aracıyla sürdürülmediği; aksine bu egemenliğin günlük yaşamın her anında ve yerinde olduğu; diğer bir deyişle maddi araçlar, kurumlar ve örgütlenme biçimlerinin bu egemenliğin bir parçası olduğu ve tarafsız olmadığı anlamına gelen çalışmaları ve genellemeleri, Tarihsel Maddeciliğin hiç korku duymadan, üstüne üstlük bir de “benim yapmam gerekeni yaptınız beni yükten kurtardınız” diye teşekkür ederek sahiplenmesi gereken çalışmalardır. Hatta bu çalışmaların İşçi Sınıfının önüne çıkmış, başka bir uygarlığı programlaştırmak sorunun cevaplarının ipuçlarını içerdiği çok açıktır. Marksistler bu işleri yapmaları gerekirken, bu yapılmamıştır ve şimdi bu katkılar Marksizm’e karşı bayraklar altında yapılmaktadırlar ama Marksizm’e katkıdırlar. Hâsılı özler ve görünüşler adeta tamamen birbirine zıt görünümler içindedir. Tarihsel Maddeciliğe katkılar, Tarihsel Maddeciliğe karşı sosyolojiler ve akımlar içinde ortaya çıkıyor; Tarihsel Maddeciliğe karşı ideolojiler, metafizik sosyolojiler Tarihsel Maddeciliği savunma biçiminde ortaya çıkıyor. Özlerin ve görünüşlerin böylesine ters yüz olduğu bir dünyada kim Tarihsel maddecilikle karşılaşabilir, onu tanıyabilir ve anlayabilir ki?
255 Görüldüğü gibi, Tarihin Maddeci Öğretisinin, kör topal, darma dağınık, yukarıda kısaca değinilen ilerlemelerle ulaştığı durum bile önümüze birçok devasa görevler koymaktadır. İlk kurucularının, uygulamalarında içkin teorinin, kör bağırsaklarından arındırılması, formülasyonu; sonra buna o gelenek içinde yapılan katkılara aynı işlemin uygulanması, daha sonra burjuva sosyolojileri çerçevesinde yapılan katkıların sistemleştirilmesi gibi muazzam, birkaç kuşağın enerjisini yutacak görevler ortada durmaktadır. Yani Tarihin Maddeci anlayışının kendisinin bizzat muazzam bir teorik çabanın konusu olması gerekir ki, Tarihsel maddeciliğin bu gün bulunduğu yerin bir bilançosu çıkarılabilsin. Ve bütün bu işlerin yapılması aslında Tarihsel Maddecilikte bir gelişme anlamına da gelmez, sadece şimdiye kadar yapılmış, başarılmış, dağınık olanın toparlanması, sistemleştirilmesi, arındırılması gibi işlemlerdir. Ama sadece bu bilanço, bu derleme, bu “El Kitabı” ya da “Giriş” hazırlama çabası ya da Büyük harflerle bir “Tarihsel Maddecilik Teorisi” veya “Diyalektik ve Maddeci Sosyoloji” bile muazzam bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu gerçekleştiğinde, tarihsel maddecilikte bir ilerleme sağlanmış olmaz, sadece Topluma İlişkin bilimin durumu hakkında bir bilgimiz olur. Hâlbuki bu teori geliştirilmeyi beklemektedir. Hem olgular yığını muazzam ölçeklerde arttığı için hem de toplum hızla değiştiği için. * Olgular bilimin ham maddesidir. Bilim onları kavramlar aracılığıyla işler. Olgular hakkındaki bilgilerimiz ise, müthiş bir hızla, katlanarak artmaktadır. Düşünün, Marks ve Engels, Tarihsel Maddecilik teorisini ortaya attıklarında, insanlığın tarihi eski Yunan ve Roma’dan başlıyordu. Çin ve Hint tarihi büyük ölçüde onlar için bilinmezdi. Daha sonra öğrendikleri Tarih öncesi hakkındaki bilgi ise, Morgan, Beachefon gibilerle sınırlıydı. Bu çok sınırlı alanın çok sınırlı bilgisinden yola çıkarak bu teorinin temel kavramları belirlendi. Hatta teorinin temel kavramlarının çoğu, esas olarak, batı Avrupa tarihinin son birkaç yüz yılından çıkmıştı. (Jakobenizm, Bonapartizm gibi kavramlar göz önüne getirilsin. ) Daha sonra Kıvılcımlı’nın Sümer’den beri gelen 5000 yıllık tarihe dayanarak bu teoride başardığı bir gelişmeden söz edilebilir. Ama Kıvılcımlı’nın dayandığı veriler ise, eni sonu 1950’lerin ve altmışların dünyasının sonuna kadar geliyordu. Sadece o dönemden bu güne, bu tarih ve tarih öncesi hakkındaki bilgilerimiz birçok kez katlanmış bulunuyor. O zaman şu soru ortaya çıkar: “Bu yeni bilinen olgular, Tarihsel maddeciliğin Kavram sisteminde ne gibi zorluklar yaratmaktadır? Varsa bunlar nelerdir? ” Soruyu böyle soran ve cevap arayan gördünüz mü? Maalesef yok. Hâlbuki ister PaleontolojiBiyoloji (Canlılar Tarihi) ister Astronomi ve Fizik (Evrenin Tarihi) aynı dönemde, olgular yığınında benzer bir çoğalmanın yarattığı birçok teorik sorunla karşılaştılar ve bunları çözmeye yönelik yeni teoriler ortaya koydular. Sosyoloji (Toplum Tarihi) bakımından durumun farklı olabileceğini nasıl söyleyebiliriz ki?
256 Görüldüğü gibi, ortada sadece Tarihsel Maddeciliğin bir bilançosunun çıkarılması, bir el kitabının hazırlanmasından öte, gerçekte onun yapması gereken devasa bir iş bulunmaktadır, bu teorinin eldeki yeni zengin veriler ışığında tekrar kontrolü; eğer gerekiyorsa yeni teorilerle desteklenmesi veya eski teoriyi de özel bir hal olarak içeren yeni ve daha gelişmiş bir teorinin formülasyonu. Böyle bir teori, ya Newton ve Relativite fiziği arasındaki gibi, Marks’ın teorisini Newton fiziği gibi, özel bir hal olarak içeren, bir tür Tarihsel Maddeciliğin “Rölativite” teorisi gibi bir gelişme olabilir ya da Darvin’in teorisi ile DNA teorisi gibi; DNA’nın keşfi Darvin’in teorisini doğrulamış ama onun işleyiş mekanizmalarını anlama olanağı sağlamıştır. Benzeri türden, toplumsal değişimin mekanizmalarını açıklayan ama daha derine inen teorik katkılar olanağı ve gerekliliği olabilir. Belki bunların hiç birine de gerek yoktur. Bilmiyoruz, çünkü ortada sorunu böyle koyan veya böyle koyup çalışan yok bu terk edilmiş madenci kasabasında. Toparlarsak, tarihte gerçekleşmiş olanlar hakkındaki olgular yığını içinde bildiklerimizin işlenmesinde durum bile böyle umutsuz. Ama zorluk burada bitmiyor. Toplumun ne canlılar ne de evren tarihiyle kıyaslanamayacak; onlarda pratik olarak olmayan başka bir yanı var. * Evrende değişimler yüz milyonlar, milyarlarca yılda gerçekleşiyor. Dolayısıyla astronominin doğuşundan beri, evrende bir şeyin değişmediğini veri kabul edebiliriz. Bilgimiz sadece zaten var olanlar hakkında derinleşmekte; zaten var olanlar hakkında daha fazla bir veriler yığını birikmektedir. Bilmediğimiz yeni olgunun bu kadar kısa zamanda ortaya çıkması mümkün değildir. Birkaç yüz hatta bin yıl evrenin tarihi bakımından, toplum tarihindeki birkaç saniye bile değildir. Bu bir saniyede maddenin yeni var oluş biçimlerinin rotaya çıkması söz konusu değildir. Olsa bile bunu algılamak fizik olarak mümkün değildir. Canlılar tarihi bakımından da, durum böyle kabul edilebilir. Biyoloji ve paleontolojinin doğuşundan yani şu birkaç yüz yıldan beri, hatta neolitik devrimden beri yeni bir türün ortaya çıkmadığını kabul edebiliriz. Biyolojik değişimler yüz binlerce yıl gerektirir. Ama toplumda böyle değil, toplumun değişim hızı, onlarla kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Tüm insanlık tarihi, biyolojik ve astronomik tarih göz önüne alındığında, bir göz açıp kapayıncaya kadar zamandır. O göz açıp kapayacak kadar zamanda, insanlık, bir yığın üretim biçimini yaşamıştır. Yani birkaç yüz yıl içinde evrende maddenin yeni bir var oluş biçimi ya da yeni bir tür çıkmaz ama pek ala birkaç uygarlık yıkılabilir, birkaç üretim biçimi değişebilir. Ama sadece bu kadar da değil, toplumsal değişimin zaten hızlı olan hızı da artmaktadır. Teknik buluşlar ve onların geniş uygulanması, bunların ekonomi, kültür, politika vs. üzerindeki etkisi, baş döndürücü bir hızla, moda deyimiyle “gerçek zamanda” gerçekleşmektedir. Binlerce yıl boyunca, kapitalizm öncesinde, ilk uygarlığın doğuşundan, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar, insanlığın, bu günkü hıza göre neredeyse bir kaplumbağa hızıyla değişimi söz konusudur. Ama son beş yüz yıldır, artan bir hızla değişim sürmektedir. Yani sürekli yeni “canlı türleri” maddenin
257 yeni “var oluş biçimleri” ortaya çıkmaktadır. Bu astro fizikte ya da biyoloji-paleontolojide olmayan bir sorundur. Ve bunların incelenip anlaşılması pratik bakımdan, olmuş olanlar hakkındaki olgular yığınının incelemesinden çok daha büyük bir öneme sahiptir. İnsanlar bu hızla değişen dünyada, sürekli yeni “türlerin”; “maddenin yeni var oluş biçimlerinin” ortaya çıktığı bir dünyada yaşıyorlar ve bu yeni ortaya çıkanların onların hayatı üzerindeki etkisi, daha önce var olanların etkisinden aşağı değil. Bu Toplumun Bilimine has ek bir sorunlar yaratmaktadır. Tarihsel Maddeciliğin bir astronomi gibi, bir paleontoloji gibi bilançosunun çıkarıldığını, sistematik hale getirildiğini; ayrık otlarından temizlendiğini; var olanlar hakkındaki bilgi ile teorinin sürekli kontrol altında tutulduğunu var sayalım. Ortaya çıkan ek zorluk sürekli yeni fenomenlerin ortaya çıkmasıdır. Bunların görülmesi, kavranılması, anlaşılması ve açıklanması gibi çabaların kendisinde, bütün ek problemlerden ve sapmalardan soyutlanmış olarak düşünsek bile, olgu ile onun anlaşılması arasında ciddi bir zaman farkı ortaya çıkmaktadır. Bu zaman farkı ise, (Tarihsel Maddecilik son duruşmada, toplumu değiştirme iddiasındaki insanların bir mücadele aracı olarak iş göreceğinden), onun bu işlevini görmesini ek olarak güçleştirmektedir. Hegel bu soruna, Minerva’nın kuşu akşamın alaca karanlığında öter diye değinmişti. Yani bizler olaylar olup bittikten sonra, sonuna doğru olup bitenin ne olduğunu anlamaya, ayaklarımız suya değmeye başlardı. Ama bu günün bitişi ile kuşun ötüşü, olgu ile onun anlaşılması arasındaki makas da giderek açılmaktadır. Yani kuşlar artık gün biterken, akşamın alaca karanlığında değil, ertesi gün ya da birkaç gün sonra ötebiliyor. Yani biz daha olguları anlamaya uğraşırken, toplumsal pratik bakımından onlar olaylarca aşılmış bulunuyorlar. Örneğin Kültür sosyolojisi alanında bu son yıllarda çok açık görülüyor. Her hangi bir davranış kotu, müzik veya giyimin anlamını sosyologlar daha araştırmaya başlarken, verileri toplanıp sınıflanmaya çalışılırken, birkaç yıl geçiyor ve bu birkaç yıl içinde başka bir kuşak başka kotlarla ortaya çıkıyor. Öbürküler ise, yaşları büyüdüğü için başka kotlara yöneliyor ve araştırma konusu olan fenomen ortadan yok oluveriyor. Sorun elbette kültür sosyolojisiyle ilgili değil, toplumu değiştirme mücadelesiyle de ilgili. Toplumsal ve sınıfsal memnuniyetsizlikler ve protestolar kendini genellikle kültürel formlarda dışa vurmaktadır. Hatta politika bile çoğu kez bu kültürel dışa vuruşun bir aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumu değiştirme mücadelesinde bu sorunların pratik bir önemi vardır. Ama olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile onun anlaşılması için gereken zaman arasındaki oransızlık, adeta anlaşılma olanağını yok etmekte, anlaşıldığı an ise olgunun kendisini anlamanın pratik bir anlamı kalmamaktadır. Bu kültür sosyolojisiyle ilgili örnek aşırı bir örnek gibi görülebilir. Daha başka bir örnek verelim. Örneğin yirminci yüzyıla damgasını vuran Bürokratik Diktatörlükleri ele alalım. (Ki bunlar yine de bir uzun dönem kapsıyor. ) Bunların kapitalist mi, bürokratik olarak yozlaşmış bir işçi devleti mi ya da başka bir şey mi oldukları üzerine henüz çok ciddi bir tartışma yapılmadan, (Yapılanlar
258 aslında sadece Troçkist, yani klasik Marksist gelenekten gelenler arasındadır. ) mahiyetleri hakkında el yordamıyla bir şeyler bulunurken bu devletler fiilen yok oldu. Artık pratik politik mücadele, sosyal pratik bakımından bir anlamları yok, onları şöyle ya da böyle tanımlamanın. Diyelim ki, bu arada, her türlü veriye daha rahatça girilebildiği için, çok daha zengin ve doğrudan malzemeye dayanılarak, bu devletlerin ne olduğu hakkında daha gelişmiş ve tutarlı bir teori ortaya koyulsa bile, bunun pratik politika bakımından, Sümer toplumunun sosyo ekonomik karakterinin ne olduğundan daha fazla bir önemi olmayacaktır, ancak metodolojik düzeyde yeni sonuçlara yol açarsa, bu sonuçların dolaylı bir etkisi olur. Ama burada bizzat bu gelişmeyi engelleyen başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Engels’in dediği gibi, bilimlerin ilerlemesinde ihtiyaçlar, onlarca üniversiteden daha büyük etki yaparlar. Yani o yok olan bürokratik devletler hakkında gelişkin bir teorinin ortaya çıkabilmesi için, onların biraz sorun olarak, toplumsal mücadelenin bir sorunu olarak ortada olmaları gerekir. O ülkelerin kendileri tarihe karıştığında, toplumsal mücadelenin bir konusu olarak ortadan büyük ölçüde kaybolduklarında, onlar hakkında gelişmiş bir teoriyi zorlayacak itici güçler yok olur. Bu toplum bilimin gerçekten yeni bir sorunudur. Karşısına her an öylesine muazzam bir yeni olgular yığını çıkmaktadır ki, bunların her hangi birine yönelme fırsatı bulamadan onlar yok olmaktadır. Ava giden bir avcının, önünden birden bire onlarca kuşun havalandığını düşünün. Avcı daha bunların her hangi birini seçip, tüfeğini doğrultuncaya kadar kuşlar gözden yitmekte bu arada başka kuşlar havalanmaktadır. Böylece sosyoloji ciddi bir açmazla karşı karşıya bulunmaktadır. Var olanı daha açıklayamadan o değişmekte, toplumsal pratik bakımdan giderek daha geriden geldiğinden, toplumsal pratik ile teori arasındaki ilişkide bir kopukluk ortaya çıkmaktadır. Ama sabitlenmiş yani olup bitmiş olgular yığını ise giderek akademik bir ilginin alanına kaymaktadır. Bu gün Sovyetler Birliğinin Karakteri, Babil veya Sümer toplumunun karakterinden daha fazla canlı politik mücadeleyi ilgilendirmemektedir. Tabii burada eğilimlerden söz ediyoruz, bunları mutlaklaştırmamak gerekir. Elbette Sovyetlerin karakteri hakkında bir şeyler söyleyecek durumdaydık. Elbette yeni olgular hakkında belli bazı hükümlere varabiliyoruz. Ama burada eğilimleri ele almak, onları anlamak için kabartmak durumundayız. Yeni ortaya çıkan Olgunun ortaya çıkışı ve yok oluşu ile ve onun anlaşılması arasındaki zaman makasının açılması, ister istemez, toplumsal ve politik mücadelede “sezginin”, “içgüdünün” öne çıkmasına yol açmaktadır. Ama politik “seziş” ya da “içgüdü” dediğimiz nedir? Bu sadece sınıfsal konumdan kaynaklanmaz, aynı zamanda içselleşmiş tortusu kalmış, adeta kültür gibi içimize işlemiş metodolojidir, mantıktır. Ama bu mantık ve metodolojinin böyle bir “içgüdü” ya da “seziş” haline gelebilmesi için mükemmelleşmiş ve bu biçimiyle özümlenmiş olması gerekir. Böylece Tarihsel Maddeciliğin, günümüzün olgularıyla doğrudan ilgisi olmayan kavramları ve yasaları, metodoloji ve mantık kanallarından sosyal pratik alanında tekrar bir pratik işlev kazanırlar bizlere kazandıracakları “iç güdüler” sezgiler aracılığıyla. Yani bizlere zaman
259 kazandırırlar, kredi açarlar. Teori pratik bağlantısı, bu derin dip akıntısı aracılığıyla yeniden kurulur. Ama bu bağlantı artık bir “sezgi”, bir “içgüdü” gibi görünür. * Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Teorinin bu günkü durumundan gelen başka sorunlar da var. Teorinin bir bilançosu ortaya çıkarıldığında şu görülür. Çeşitli alanlara ilişkin teoriler arasında da, onun en temellerinde de kullanılan kavramlar ve teoriler, bir tek bütünsel kavram sistemi içinde toparlanmaya muhtaçtırlar. Bunu bir analoji ile açıklamayı deneyelim. Modern astronomi ve fizik aslında bir tek bilim olarak kaynaşmış, aynı alanı farklı araçlarla izleyen farklı araştırma yöntemleri düzeyine kadar inmiştir farkları. Evrende uzaklara baktıkça onun eski haline bakılmış olmakta; çekirdek fiziği araştırma merkezlerinde ise parçacıklara daha büyük enerjiler yüklendikçe, daha büyük sıcaklıklara ulaşıldıkça da yine evrenin deha eski dönemleri hakkında yeni veriler toplanmaktadır. Bütün bu veriler ışığında de bunları açıklayan teoriler geliştirilmektedir. Şimdiye kadar yirminci yüzyılın başında ortaya koyulan iki büyük teori bütün bu deneyler ve yeni olgular imtihanını başarıyla geçmiş bulunuyor. Kuantum ve Rölativite teorileri. Eğer kaba bir yarım yapmak gerekirse, hızlandırıcılarda atom altı parçacıklarla uğraşanlar, daha çok Kuantum teorisinin kavramlarıyla iş görüyor ve ön görülerde bulunuyorlar; evreni gözleyen astronomlar ise Rölativite teorisinin araçlarıyla. Diyelim ki, hızlandırıcıda yapılan deneyde, ölçümler birbirine uymayınca, nötrino adı verilen bir parçacığın olması gerektiği var sayılıyor; bu parçacıkların yıldızlardaki, dolayısıyla Güneş’teki reaksiyonlarda ortaya çıkması gerektiği ön görülüyor. Ve gerçekten de, kullanılmaz maden ocaklarında büyük sıvı kütleleri ve dedektörlerle yapılan ölçümlerle bunlar bulunuyor. Her iki teori de parlak bir biçimde doğrulanıyor. Ancak, bu ikiz doğru teori bir tek kavram sistemi içinde değil. Bu bütün fizikçilerin rahatsızlığını hissettiği ve aşmaya çalıştığı bir durum. Bu iki teoriyi aynı kavram sistemi içinde toplayacak ama hala bulunmamış ve keşfedilmeye çalışılan teorinin kendisi olmadan adı bile var. Birleşik Alanlar Kuramı. Fizikçiler bu ikisi de doğru, deneylerin ve olguların sağlamasını başarıyla geçen bu iki teoriyi bir tek bütünsel kavram sistemi içinde tanımlamayı temel hedeflerinden biri olarak koymuş bulunuyorlar. Benzer sorunlar, Tarihsel Maddecilikte de var. Örneğin bunların en önemlisine Perry Anderson, Tarihsel Maddeciliğin tarihini ele aldığı, Türkçe’ye “Batıda Sol Düşünce” diye çevrilen, “Batı Marksizmi” adlı eserinin devamı olan, Tarihsel Maddeciliğin İzinde adlı çalışmasında değiniyor: Özne ve Yapı ilişkisi. Yani tarihi bir sınıflar mücadelesi olarak ele alabilir ve sınıflı toplumlar tarihini bu açıdan inceleyebilirsiniz. Ama aynı zamanda aynı tarihi, Ekonomi ve Üst Yapılar olarak da inceleyebilirsiniz ve yine doğru sonuçlara ulaşabilirsiniz. Ama bu ikisi, bir kavram sistemi içinde değildir, farklı paradigmalar, farklı sistemler olarak bir aradadırlar. Tıpkı Kuantum ve Relativite gibidirler, ikisi de geçerlidir ama aynı zamanda farklıdırlar.
260 Bu sorunla Hikmet Kıvılcımlı, bilinçsizce yüz yüze gelmiş ve bir çözüm denemesinde bulunmuştur. Bu Özne ve Yapı paradigmalarının farklılığı ve bir tek kavram sistemi içinde tanımlanmış olmaması, Antik tarihin ele alınmasında ve açıklanmasında ciddi bir sorun yaratmıştır, (çünkü antik tarihte devrimleri sınıflar değil barbarlar yaparlar, sınıfı Kapitalizmde ekonomi dolayımıyla nispeten yapıya bağlamak mümkündür ama barbarla karşılaşılınca bu öznede, temeldeki farklılıktan doğan sorun daha olgun bir biçimde ortaya çıkar) ve bu ayrılığı bilinçsizce aşma çabası, Kıvılcımlı’nın Üretici Güçler kavramlarını daha farklı yorumlarla tanımlamasına yol açmıştır. Özne ile Yapı arasındaki bu farkı, Üretici Güçler kavramına, Tarih ve Kollektif Aksiyon’u sokarak çözmeyi denemiştir. Yani Yapının en derindeki özü, yani Üretici Güçler aynı zamanda Özneler olarak (Kollektif Aksiyon, İnsan, Barbarlık) tanımlanmıştır. Elbette bu kafadan uydurma teori, bir tahrif değildir, büyük ölçüde Marks-Engels’e ve her şeyden önce de olgulara dayanmaktadır ama onlarla ciddi bir farklılığı da içermektedir ve Antik Tarihi açıklamakta son derece başarılı işlev görmektedir, tıpkı kuantum teorisinin atom altı parçacıklar alanında gördüğü gibi. Öte yandan Troçki, Sovyet Devleti’nin sınıf karakterini ele alırken Kıvılcımlı’dan daha farklı, daha ziyade Marks-Engels’inkine daha yakın bir kavram sistemine dayanmakta, ama korkunç benzer sonuçlara ulaşmaktadır. Kıvılcımlı’da “Devlet Sınıfları” Troçki’de “Bürokrasi” birbiriyle uyumlu ve ele aldıkları olaylar da uyumlu ama aynı zamanda farklı sistemlere dayanan kavramlar olarak ortaya çıkmaktadır. Yani tıpkı Kuantum ve Rolativite teorileri gibi, biri mikrokosmosta diğeri makrokosmosta iyi iş gören teoriler olması ama bu teorilerin bir tek kavram sistemi içinde bulunmamamsı gibi; Kıvılcımlı’nın Antik Tarih’te çok iyi iş gören Troçki’nin Kapitalizm ve sonrasında iyi iş gören kavram sistemleri bulunmaktadır ama bunlar bir bütünsel kavram sistemi içinde birleşmiş değillerdir. Bütün bunlar Yapı ve Özne arasındaki, yani tarihi sınıflar mücadelesi, toplumsal güçler arasındaki bir mücadele olarak kavrama ile toplumu bir yapı olarak kavrama arasındaki farkın yansımalarıdırlar. Ama sadece bu mu? Daha ikincil düzeylerde de başka paradigmalar bulunmaktadır. Örneğin, Feminist paradigma, Ekolojik paradigmayı ele alalım. Bunların tarihsel maddeciliğin bir tek kapsayıcı kavram sistemi içinde birleştirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Toparlarsak, bütün olgulara, teorinin tanımına, arındırılmasına, geç kalmasına vs. ilişkin sorunları halletsek bile, ortada aşağı yukarı bu gün fizik-astronominin karşı karşıya olduğu türden çok ciddi devasa bir görev durmaktadır. Bütün farklı paradigmaları bir bütünsel kavram sistemi içinde kapsayacak daha yetkin ve gelişkin bir teori. Peki, kim yapacak bunca işi? * Dikkat edilirse buraya kadar Tarihsel Maddeciliğin, teorinin kendisinden gelen sorunlarını ele aldık. Tabiri caiz ise, konu Yapı idi. Kim yapacak sorusu Özne’yi gündeme getiriyor. Biraz da Özne’den gelen sorunlara gelelim. Kapitalist toplumda, Tarihsel Maddeciliğin bütün diğer bilimlerden temelden farklı bir yanı var. Bilimsel çalışmaların yapıldığı ve geliştirildiği yer olan, Akademik Dünyada Tarihsel Maddecilik
261 yer almaz ve alamaz. Çünkü Toplum hakkında gerçeğin bilgisi ile egemen sınıfın çıkarı karşı karşıyadır. Gerçek devrimcidir. Bu aynı zamanda gerçeğin özüne inen bilginin, onun derin bilgisinin egemen sınıfın çıkarıyla uyuşmadığının ve uyuşamayacağının değişik bir ifadesidir. Dolayısıyla bütün akademik kurumlar ve oralarda yer bulan ve teşvik edilen Sosyolojilerin Tarihsel Maddeciliğe karşı olmaları gerekir. Onlar tam da ona karşı savaş için kurulmuşlardır. Tıpkı Marks’ın emek-değer değer teorisine dayanan ekonomi politiğin iktisat fakültelerindeki durumu gibi bir durum vardır Sosyoloji ve Tarih alanında da. İktisat nasıl, kapitalist ekonomiyi sürdürme tekniklerine dönüşmüş bulunuyor ve sadece ona hizmet ettiği takdirde var olabiliyorsa, Toplum bilimleri de kapitalist toplumu sürdürmenin tekniklerine dönüşmüş durumdadır. Dolayısıyla egemen sınıfın üniversitelerinde ve akademik ortamında, Tarihsel Maddeciliğin var olma ve gelişmesinin koşulları yoktur. Oralar aksine Tarihsel Maddeciliğe karşı toplum teorilerinin üretildiği yerlerdir. Elbet, zaman zaman, artık bilimsel kalitesi inkâr edilemeyen bir Tarihsel Maddeci sosyologun veya Marksist bir ekonomi bilimcisinin bu ortamda ayrıksı bir yeri olabilir. Burjuvazinin olanakları geniştir, bu gün bir ölçüde belli bir tolerans gösterebilir. Örneğin Ernest Mandel aynı zamanda Akademik kariyeri olan bir insandı. Ama bunlar da esas katkılarını akademik ortamda ve akademik ortam aracılığıyla yapmazlar, Akademik faaliyet bir bakıma onların hayatlarını idame ettirmeleri için bir araçtır; gerçekten teoriyi geliştirme gerekliliğini ve olanağını yaratan toplumsal pratiğe daha fazla zaman ayırmanın bir aracıdır. Onlar bu katkıları Akademik kariyerleri sayesinde değil, ona rağmen yapmışlardır. Ya da tamamen bilimsel kaygılarla yapılan bir keşif veya bir ilerleme, Tarihsel Maddeciliğin korkusuzca sahip çıkabileceği bir sonuç içerebilir. Ama bu koşulda bile o sonuç çoğu kez, Tarihsel maddeciliğe karşı, bir dünya görüşünün bir aracı gibi ortaya çıkar. Bu soyut gibi görünen ifadeye, daha önce sözünü ettiğimiz, Gelner’in Ulus Teorisi bir örnektir. Ulusçuluğun ulustan önce geldiği, türünden, adeta bu alanda, Tarihsel Maddecilik için de bir Kopernik devrimi yapan teori, Tarihsel Maddeciliğe karşı bir biçimde sunulur. Ya da daha önce de değinildiği gibi, Focault’un, hastane, hapishane gibi kurumlarla ilgili katkıları. Bunlar gerçekten Tarihsel Maddeciliğin hiç korkusuzca sahip çıkacağı, hiç de onlardan yapısalcıların veya post yapısalcıların veya post-modernistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak zorunda olmadığı; Tarihsel Maddeciliğe muazzam bir katkıdır. Tarihsel maddecilik, bu çalışmalar aracılığıyla, işçi sınıfının nasıl burjuva devletini sınıfsız topluma giden yolda nasıl bir araç olarak kullanamaz ise, burjuva uygarlığının kurumlarının, örgütlenme mekanizmalarının, hatta bunların yoğunlaşmış ifadesi olan binaların, maddi araçların da kullanılamayacağını öğrenmiştir ya da öğrenmelidir. Bu sadece siyasi değil, günlük hayattaki araçların tarafsız olmadığı anlamına gelen, çok temel bir ilerlemedir. Böyle bir anlayışta, örneğin Taylorizm, sosyalizme giden bir araç olamaz artık. Bu İşçi sınıfının, başka bir uygarlığı programlaştırmak gerektiğini gösterir. Gerçekten de, örneğin Gellner’in Ulusa veya Focault’un kurumlara ilişkin çıkardığı teorik sonuçlara sahiplenen ve bunları kendi kavram
262 sistemi içinde özümleyen bir Tarihsel Maddecilik olmadan, bu günün dünyası için bir program oluşturulamaz. Hatta başka bir program anlayışına, bir uygarlık programı ve tasavvuruna ulaşılamaz. Ama Tarihsel maddeciliğe bu katkılar, sosyalizme ve Marksizm’e karşı bir haçlı seferinin aracı olarak da ortaya atılmışlardır. Akademik dünyada, üniversitelerde başka türlüsü de mümkün olamaz zaten. Hâsılı, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek özne, akademisyenler ve aydınlar dünyasında var olamaz. Ama bu çok ciddi bir sorun yaratır. Düşünelim, her hangi bir Paleontolog veya Astronomi profesörü, lise üniversite gibi klasik bir eğitimden sonra, uzun araştırma pratikleri ve uzmanlaşma eğitimlerinden geçer. Bir yığın konferanslara katılır. Kendi bilim dalının uzak sınırlarındaki çalışmaları yakından izler. Genellikle bunları bir bilim adamları-kadınları çevresinde yapar ve sonunda kendisi de bu tartışmalara katılır. Ortada uzun ve meşakkatli bir yol vardır. Tarihsel Maddecilik konusu olan toplumun karmaşıklığı, fizik veya biyolojik dünyayla kıyaslanamayacak yüksekliktedir. Bu bilim alanında çok daha köklü ve derin bir bilgi birikimi ve hazırlık gerekir. Ama akademik dünyada yeri olmaması nedeniyle, Tarihsel maddecilik, yani Toplum bilim söz konusu olduğunda, bütün bunların gerçekleşmesi mümkün değildir, çünkü akademik dünyada yeri yoktur ve o dünyanın kendisi ona karşıdır. Geçmişte Tarihsel Maddecilik bu açığı fiilen şöyle gidermiştir: İşçi hareketin yükselişi, kapitalizmin bunalımları, bu akademik ve bilimsel eğitimi yapmış burjuva aydınlarının taraf değiştirmesine yol açmıştır. Tıpkı, gelişmiş ülkelerin beyin ithali gibi, işçi sınıfı burjuva felsefe ve sosyal bilimlerinin en iyi beyinlerini ithal etmiş, kazanmıştır. Tarihsel Maddeciliğe Katkı yapan ve onu geliştiren, Marks’tan Adorno’ya kadar, herkesin durumu aşağı yukarı budur. Ama işçi sınıfının gerek Stalinizm’in tarihi felaketi nedeniyle öznel, gerek dünya işçi sınıfının siyah beyaz bölünmesi nedeniyle nesnel nedenlerle burjuva uygarlığının krizi karşısında ona son verecek bir güç olarak hiçbir yerde ve şekilde görülmemesi, Tarihsel Maddeciliğin beyin kaynağını kurutmuştur. Artık entelijansiyanın en iyi beyinleri taraf değiştirmemektedir. Hatta, gençlik yıllarında, örneğin altmış sekizlerde olduğu gibi, belli bir konjonktürün etkisiyle işçi sınıfı saflarında işe başlayanlar, burjuvazinin tarafına geçmektedirler ve geçmişlerdir. Böylece, korkunç bir kendi içine kapanıp daralan çember çıkmaktadır. İşçi hareketinin yokluğu Aydınların ona akmasını engellemekte; onların olmayışı, Tarihsel Maddeciliğin ve sosyalizmin bir canlanma ve yenilenme yaşamasını olanaksızlaştırmakta; bunun sonucunda sosyalist ve işçi hareketinin tekrar canlanması daha zorlaşmakta ve bu böylece gitmektedir tıpkı bir kara delik gibi. Bu durumda kimler kalır geriye, Tarihsel Maddeciliği geliştirecek? Bu eksikliği giderecek başka gelişmeler var mıdır? Devrimci hareketlerin militanları ve işçiler mi? İşçileri, en geniş anlamıyla aydınların önemli bir bölümünü de içeren, ücretliler anlamıyla ele alalım.
263 Bu koşulda beden işçilerinin bu öğretiyi geliştirmesi, adeta olanaksızdır. Yaşam savaşı, kol işçilerinin kültürel yapısı, yani zamansal ve kültürel koşulların yokluğu bunu engeller. Tıpkı yeryüzünde hayatın ortaya çıkabilmesi için, birçok ön koşulun bir araya gelmesi gibi, Tarihsel Maddeciliğin geliştirebilecek kişisel kaliteler için de birçok koşulun bir araya gelmesi gerekir. Ama bu koşullar yoktur beden işçilerinde. Marks-Engels’in çağdaşı Joseph Dietzgen, ki Tarihsel maddeciliği Marks-Engels’ten de bağımsız olarak keşfetmiş bir işçidir, o dönemin zanaatkar ve entelektüel, artık var olamayan bir işçi sınıfının üyesiydi. Onun keşfi bile, otodidaktlara has eksikliklerle maluldür. Kaldı ki o tek örnektir ve ondan sonra bir daha benzeri görülmemiştir. Günümüzün, korkunç yabancılaşmış emeğiyle, makinenin basit bir parçası haline gelmiş, insanlıktan çıkmış işçisinin, geçmişin zanaatkâr işçilerinin gösterdiği türden, bu tür göz alıcı başarılan göstermesi olanaksızdır adeta. Aydın ücretliler bir umut gibi görünüyor. Ama onların büyük çoğunluğu, zaten işçi sınıfının daha imtiyazlı zümrelerine dâhildirler. İleri ülkelerde olanları zaten dünya işçi sınıfının bölünmesinde beyazların içindedirler. O bakımdan oralardan bir atılım beklemek hayal olur. Kültürel temeli bir ölçüde olsun karşılayabilecek durumda olsalar bile. Geri ülkelerde olanları ise, o geri ülkenin standartlarına göre, nispeten, iyi koşullarda yaşadıkları için onlar da var olan düzeni köklü değişikliklere uğratma eğilimi taşımamaktadırlar bugün. Bu eğilim yoksa insanların Tarihsel Maddeciliği öğrenme ve geliştirme ihtiyaçları da olmayacaktır. Ya da örneğin çeşitli ulusal baskılarla radikalleşme ve politize olma eğilimi gösterenleri ise, daha günümüzde milliyetçiliğe, burjuva ideolojilerine eğilim göstermektedirler. Geriye ne kalır? Şu veya bu ülkede, toplumsal mücadelenin belli bir yükseliş momentinde radikalleşen gençler ya da radikal marjinal grupların taraftarları olan militanlar. Ama bunların tarihsel maddecilik ile karşılaşmaları, ona ilgi duymaları neredeyse olanaksızdır. Karşılaşanlar onun tahrifatlarıyla karşılaşırlar. Kültürel hazırlıkları ve birikimleri yoktur. Çoğu zaten birkaç yıl sonra, dalganın çekilişi veya yaşın kemale ermesiyle kaybolur giderler. Bu hareket veya grupların dergilerinde, birkaç yıllık politik tecrübesi olan, birkaç klasiği okumuş, derin bir felsefe ve tarih arka planı olmayan, aslında Tarihsel Maddecilik alanında da hemen hiçbir şey bilmeyen militanların Tarihsel Maddeciliğe “katkıları” görülür. Bunlar ise, Tarihsel maddeciliğe katkı olmak bir yana, zaman ve enerji kaybından başka bir sonuca yol açmazlar. Matematikte meşhur klasik problemler vardır, örneğin bir pergelle bir açıyı üç eşit parçaya bölmek veya Fermat Teoremi gibi. Bu gibi problemlere ilişkin olarak, bir dönem her yıl yüzlerce amatör matematikçi bilimler akademilere çözümlerini yollarlar ve kontrol edilmesini beklerler. Aslında bu yollananların tamama yakını meslekten bir matematikçinin hiçbir zaman yapmayacağı temel hatalarla doludur. Bunların kontrolü ve işe yaramazlıklarının gösterilmesi gerçek matematikçilerin muazzam bir zaman ve enerji kaybına yol açar. Bu yükten kurtulmak için matematikçiler sonunda, her hangi bir ciddi matematik dergisinde bilimsel bir makalesi yayınlanmamış kimselerin çözüm önerilerinin ciddiye alınmaması kararı alınır. Çünkü, bunların
264 her hangi birinin çözüm içerme olasılığı, dünyada bir delinin daha fazla olma olasılığından daha azdı. Matematikçiler, akademik otoritelerine davranarak böyle davranabilirler. Ama Tarihsel Maddeciliğe gelince işler değişir, böyle hiçbir temel matematik bilgisi olmayanların, örgütler yönettiklerini düşünün. O örgütün veya toplumsal hareketin gücü, bilimsel hiçbir değeri olmayan “katkıların” güçlü olduğu kanısına yol açar ve Bilimler Akademisinin matematikçileri gibi, bunları okumayacağım da diyemezsiniz. Çünkü eni sonu, sosyalizmle ilgili olduğunu düşündüğünüz insanlar onları okumaktadırlar ve onlara ulaşmak zorundasınızdır. Ondan sonra işi gücü bırakıp, en alfabetik konularda yanlışlarla dolu “Fermat Teoremi” çözümleriyle zamanınızı harcamak zorunda kalırsınız. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek isteyen, birkaç yıldır yazdığımız yazıları astığımız ve onlara yönelik eleştirileri de topladığımız Yazılar ve Yankıları Forumu’nun Arşivini inceleyebilirler. Yazılmış yüzlerce yazıya yapılmış binlerce eleştiri arasında, alfabetik düzeyde hata yapmayan eleştiri sayısı bir elin parmaklarından azdır. Yani, Tarihsel Maddecilikle, bir şekilde ilgilenenler bile, aslında onun gelişiminin önünde bir engel olarak ortaya çıkarlar. Güç ve zaman kaybından başka bir şeye neden olmazlar. Dünyadaki sol ve Marksist grupların, çevrelerin, örgütlerin dergileri, aslında bilimsel bakımdan hiçbir değeri olmayan böyle çöplerle doludur. Görüldüğü gibi, Tarihsel Maddeciliğin gelişmesi için, var olanın sistemleştirilmesi için bir özne de ortada görülmemektedir. Bu koşulların, dünyada işçi hareketinin ve sınıf bilincinin tekrar doğup gelişmesine bağlı olarak, ne zaman nasıl tekrar değişeceğine dair bir öngörüde bulunmak da mümkün değildir. Bu yönde hiçbir umut verici işaret görülmüyor. Sol kendine gaz vermeyi sever. Amerika veya Cenova’daki son birkaç kitlesel radikal gösteri hemen yeni bir mücadelenin başlangıcı olarak selamlandı. Hâlbuki aksine işaretler çok daha güçlüdür. İşte en son Brezilya’da Lula’nın, yani son on yıllarda dünyadaki en canlı ve dinamik işçi hareketinin, vardığı yer ortadadır. Hal böyleyken, iyimser olmak için neden var mı? Geriye ne kalır Tarihsel Maddeciliğe hala ilgi duyup o alanda bir şeyler yapmak isteyen? Altmış sekizin kabarışından ve belki daha sonra da kimi bölgesel hareketlenmelerin veya kimi sosyal hareketlerin yükselişlerinden geriye kalan kılıç artıkları. Ama bunlar da öylesine parmakla gösterilecek kadar az ki yeryüzünde. Belki bunlardan bir şey çıkabilir. Ama onlar için bile koşullar öyle sınırlı ki? Her hangi bir bilimin gelişmesinde bir bilim insanları çevresinin varlığının önemine birçok bilim tarihi araştırmacısı dikkati çeker. Tarihsel Maddeciliğin tarihi de bunu kanıtlar. Marks-Engels’in bizzat kendileri bir çevre oluşturuyorlardı. Daha sonra, Neue Zeit yıllarında, bu dergi aracılığıyla tartışan, birbirinin düşüncelerini bilen Marksistler kuşağı vardı. Lenin’ler, Troçki’ler, Plekhanov’lar o bir daha benzeri hiçbir zaman gelmeyen, Bolşevik Rus entelektüelleri
265 kuşağı, hep bu çevrenin ürünüydüler. (Hatta bu kuşağın son temsilcisi kabul edilebilecek Mandel bile bu çevrenin ürünü sayılabilir. Evlerinde Neue Zeit ciltleri varmış. Böyle bir evde büyümüş. ) Benzeri kısmen Frankfurt Okulu çevresi için de geçerlidir. O dönemin yükselen işçi hareketinin, başka tarihsel koşulların da bir araya gelmesiyle Klasik Alman Felsefe Geleneğini içinde taşıyan Yahudi entelijansiyasını çekmesi aşağı yukarı böyle bir çevre yaratmıştır. Yani “Batı Marksizmi” de bir çevrenin ürünüdür. 1960’larda da böyle bir çevrenin ortaya çıkışından söz edilebilir. New Left Review gibi dergiler, bütün dünyada, Marksizmin sorunlarına kafa yoran, birbirinin gelişimlerini, katkılarını izleyen bir sosyalist aydınlar çevresini ortaya çıkarmıştı. Ve bütün bu dergiler etrafındaki, onları izleyen veya tartışmaya katılanlar aynı zamanda toplumsal hareketle çok canlı bağlar içindeydiler. Bu gün ise öyle bir şey dünyada yok. New Left’in yeni çıkışı gibi girişimler görülüyor ama bunlar bile, gerek Türkiye’deki gerek dünyadaki sosyalistlerin çoğunca ne biliniyor, ne izleniyor. İzleyenler de canlı ve dinamik bir çevre oluşturmuyor. Böyle, uluslararası bir bilimsel çevrenin yokluğu, elde kalanların olsun bir şeyler yapabilmesinin yani Tarihsel Maddeciliğin gelişmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. * Türkiye’de ise durum daha da korkunç. Önce 12 Eylül’ün, tam bu darbenin etkisinden kurtulur gibi olurken, çöken duvarın, daha onun sersemliğini atmadan yükselen şovenizmin ve özel savaş rejiminin darbeleri, tam anlamıyla bir toplumsal çürüme yaratmış ve elde kalanlarda da Teoriye ilgi tümüyle yok olmuş, bir parça ilgi gösterebilecekler bile gerilemiş durumda. Tarihsel Maddecilikle ilgili denebilecek iki dergi vardır. Birisi Praksis, diğeri Teori ve Politika. Praksis, Marksist akademisyenlerin Tarihsel maddeciliği savunmak amacıyla çıkardığı bir dergidir, ama bu söylemin ötesinde Tarihsel Maddecilikle ilgisi yoktur. Dergiye adını veren Praksis gerçek anlamını yitirmiş, boş bir söze dönmüş, akademik Marksizm çalışmaları anlamını kazanmıştır. Bir bakıma kendini Marksist kabul eden akademisyenlerin“Toplum ve Bilim” dergisidir, aralarına bazen çeşni olsun diye eski altmış sekizlileri alırlar. İçindeki yazıların başlıkları ve ağırlıklı konular listesi bile bunu gösterir. Yazıların çoğu, metinler arasıdır. Yani bilmem kimin, ki o bilmem kim de gene dünyanın bir yerindeki bir üniversitede çalışan bir muhtemelen Marksist bir akademisyendir, bilmem hangi konudaki görüşlerinin veya teorisinin açıklaması, yorumu ya da eleştirisidir. Örneğin bu yazıda sözü edilen, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarına ilişkin bir tek yazı bulamazsınız. Tarihsel Maddeciliğin böyle kavranışı görülmez. Teori ve Politika, ise, merkezcilerin genel metodolojik hatasıyla maluldür. Aslında konusu Tarihsel Maddecilik değildir. Felsefeden doğrudan doğruya politikaya sıçrar. Tarihsel Maddecilik ne yöntemiyle ne de alanıyla onların konusu değildir. Bu Maocu, Althusserci yöntemsel hatanın üzerinde yükselir. Aynı metinlerarasılık burada da görülür. Ama buna rağmen Teori ve Politika’da Praksis, yani teorik pratik, ama bir akademisyenin teorik pratiği olarak değil,
266 toplumsal mücadelenin bir gereği olarak Praksis, Praksis dergisiyle kıyaslanmayacak daha sıkı bir bağlantı içindedir. Ama bu dergilerin esas sorunu, bütün dünyadaki, Marksist teorik dergilerin çoğunun esas sorunudur. Akademik Marksizmin labirentlerinde yollarını kaybetmişlerdir. Onun dışında başka bir Marksizm olabileceğini düşünmezler, varlığını bilseler bile onu hor görürler. Bunlarda Troçki, Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı gibilerin Tarihsel Maddeciliğe katkıları ne tartışılır ne de bir kavramsal temel olarak alınır. Mao, Althusser, Laclau gibi, aslında Klasik Tarihsel Maddeciliğin dünyasıyla ilgisiz, bir takım felsefi genellemelerden direk toplumsal mücadelenin sorunlarına atlayan, Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemine dayanmayan ve öyle problemleri olmayan yazarları ya da bunlar gibi veya bunların suyunun suyu düşünürleri veya dünyanın her hangi bir üniversitesindeki Marksist akademisyenlerin dediklerinden başka konuları yoktur. Bir parça dikkatli okuyucu, bu sunuşta Tarihsel Maddecilik, onun sorunları ve alanları ve gelişimi hakkında açıklanan kavrayış ile bu dergilerde ifadesini bulan sorunlar arasında büyük bir uçurumu hemen görebilir. Bu uçurumun varlığının nedeni bizim tamamen bunların dışladığı, kaynağa yönelik bir geleneğe bağlılığımızdır. Bu dergilerde ifadesini bulan gelenek, Tarihsel Maddeciliğin önündeki çok ciddi bir engeldir. O dergilerde tartışılan konular ve sorunların ortaya koyuluşları birer labirenttirler ve labirent olarak engeldirler. Onların karşısında yapılması gereken, Occamlı’nın usturasıyla yaptığı gibi, onların problemlerini kesip atmaktır. Bir kaynağa dönüş gerekmektedir. Bunu şöyle ifade edelim. Muhammet, İslamiyet’i kurarken doğrudan doğruya kutsallık zırhıyla korunmuş İbrahim geleneğine başvurur. Sonraki tarikatları, Hıristiyanlığı vs. bir ustura darbesiyle kesip atar, bir kenara iter. Bunu Hikmet Kıvılcımlı, çok nefis açıklamaktadır. Tarihsel Maddeciliğin ihtiyacı olan budur. Kaynaktaki ve gelişmiş kavramsal araçlarla, kaynakta yapıldığı gibi, olayları ele almak ve oradan yola çıkmak gerekmektedir. Yani bizzat MarksEngels’in o teoriye vardıkları gibi olaylardan hareket etmeli, olayları ele almalıdır. Yoksa MarksEngels’in eserinin bilmem kimce yapılmış yorumunun, örneğin Althusser’in diyelim, nasıl okunacağı üzerine yazılmış bir yazının eleştirisinin eleştirisi gibi konuları, bir kalemde, tıpkı Occamlı’nın usturasıyla keser gibi, kesip atmak gerekmektedir. Akademik ya da skolastik Marksizm’in labirentlerinde zaman ve enerji kaybedilmemelidir. Ama sorun böyle koyulduğu an, bütün akademisyen Marksistler zaten birer burun kıvırmasıyla ve küçük görmeyle uzak duracaklardır. Görüldüğü gibi ortaya korkunç uyumsuz bir tablo çıkıyor. Ortada devasa bir teorik görevler duruyor, ama onları yapabilecek bir özne dünyada neredeyse yok derekesinde, Türkiye’de ise daha de kötü . Bu nasıl aşılabilir? Bilmiyoruz.
267 Ama hiçbir şey yapmamak da olmaz. Süt kabına düşmüş fare gibi çırpınmaya devam etmek zorundayız. Belki çırpınmalarımız, sütün içinde katı yağ küreciklerinin oluşmasına ve o katı yağ küreciklerine dayanarak umutsuz durumdan kurtuluşa yal açabilir. İşte Tarihsel Maddecilik sitesiyle bu yönde bir bakıma bir yoklama çekmek, bir keşif devriyesi çıkarmak amaçlanıyor. Yani yukarıda koyulduğu gibi sorunları sorun edenler varsa, sorunlar yığınını öyle tanımlayanlar varsa onların bir diyalogu, bir tartışmayı başlatıp sürdürebilecekleri bir “Mekân”, bir “ilişki ortamı” sağlanmaya çalışılacak. Bu olmadıkça hiç bir adım atılması mümkün değildir. İnternet bu anlamda, en dağınık olanların bir arada yoğunlaşması için teknik olarak nefis bir olanak sunuyor. Acaba bu olanak, böyle bir yoğunlaşma için küçük bir itilim sağlar mı? Bilmiyoruz? Ama böyle bir ihtiyacın olduğu ortada. O halde denenebilir. Kimsenin söyleyeceği yoksa, en azından bizim söyleyeceklerimiz var. * Bu sitenin bir adının ikinci bölümü var: Sosyalizmin Sorunları. Tarihsel Maddecilik bölümü bir bakıma, Almanların “Grundlagenforschung”, (Temel Araştırmalar) dediklerine denk düşüyor. Doğrudan sosyal pratikle bağı görünmeyen, ama sonuçları alt üst edici olan çalışmaların alanıdır Tarihsel Maddecilik. Tarihsel Maddecilik, zaten onu kabul edenlerle sınırlıyor alanını. Ama Sosyalizmin Sorunları böyle değil. Orada eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna mücadelenin, sorunları tartışılacak. Tıpkı uygulamalı bilimler gibi. Sadece Marksistleri kapsaması söz konusu değil, bu uğurda mücadele eden tüm görüşleri, Anarşizmden Ütopik Sosyalizme veya Feminizme kadar kapsamak zorunda. Bu ikisi birbirini tamamlayacaktır. Tarihsel Maddecilik, Sosyalizm Sorunları bağlamında ortaya çıkar sorunlara bir cevap bulma çabasından itilimini alır ve diğer cevaplarla tartışma içinde, mücadele içinde kendini geliştirebilir. Burada, Tarihsel Maddecilik konusunda yaptığımız gibi, Sosyalizmin Sorunları’nın bir bilançosunu çıkarmak gerekmiyor. Bunlar bizzat bu sitenin içeriğinde tartışılacaktır. Aslında sorunların neler olduğunun kendisi, sorunların tanımlanmasıdır esas sorun ve ayrılık noktası. Bu nedenle, bu sorunları açık bırakmak yerinde olacaktır. * Bu site de daha önce Kürdistanlı Sosyalist sitesinin çağrısında ifade edilen biçimde, bir tür Teorik bir Linux gibi çalışacaktır. Forum ve e-Grup’taki tartışmalar sonunda ortaya çıkan en kaliteli metinler, bir dergi biçiminde toparlanacaktır. Yazarlarının, tartışmalarının, yazı kurulunun herkesin önünde tartıştıkları, herkesin katılabileceği katkı ve eleştiri sunabileceği bir ortam. Siteye aktif olarak teknik veya yazı düzeyinde katılanlar, aynı zamanda onun düzenlenişini yapma hakkına, yetki ve sorumluluğuna da sahip olacaklardır.
268 Belirsiz ve açıkta kalan noktalar varsa, bunlar bizzat bu metne yönelik eleştiriler çerçevesinde açıklığa kavuşurlar. Sitenin adresi alınmış olmakla birlikte, açılmadan önce bu duyurusunun yapılması ve bu duyuruya göre aktif katılımcılar çıkarsa onlarla birlikte hazırlanması daha iyi olacaktır. Demir Küçükaydın Site Adresi şöyledir: http. // www.tarihsel-maddecilik.net Şimdilik İrtibat adresi: demir@comlink. de 28 Ağustos 2003 Perşembe
269
Tarihsel maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının Neler Olduğuna Dair Bir Soruşturma ve Anket İçin Davet Bir süre önce Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları başlığını taşıyan bir site açıldı. çıkış yazısında da belirtildiği gibi, bu sitenin bir amacı da, ziyaretçilerinin katkısıyla, sadece zengin bir başvuru kaynağı olmak, bir tartışma platformu sağlamak değil, aynı zamanda Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları üzerine bir dergi çıkarmaktır. Bu derginin ilk sayısının ağırlıklı konusunun yine bizzat Sitenin ve Derginin adında ifade edilen sorunlar olması en doğrusu olacaktır: yani Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının neler olduğu. Niçin? Çünkü, Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları’nın neler olduğunun tanımlanması, aynı zamanda, bu tanımlamayı yapan bakımından, hem bir tarihsel maddecilik anlayışını ifade eder, hem de bu anlayışa bağlı olarak bir gündem ve program demektir. Diğer dergiler ya da siteler veya kişiler Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları üzerine kendi anlayışlarını ve programlarını bir tartışma konusu yapmamakta, bunu veri alıp, yazıları ve yazarları bu ifade edilmemiş ama fiilen egemen kılınmış anlayış içinde belirlemektedirler. Elbette Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları sitesinin kuruluşunu ve onun görevlerini açıklayan bildirge de belli bir Tarihsel Maddecilik anlayışına dayanmakta ve buna bağlı olarak görevlerini ve programını belirlemektedir. Dolayısıyla bu sitenin problemleri, gündemi ve hedefleri ile diğer dergi ve (eğer varsa) sitelerin veya kişilerin problemleri, gündemleri ve hedefleri arasında bir çelişki, farklılık hatta uzlaşmazlıklar bulunmaktadır. Ama bu Site ve Dergi ile diğerleri arasında temel fark şuradadır: Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları Sitesi ve Dergisi bu fark yokmuş gibi davranmamakta, bunu açıkça ortaya koymakta ve esas tartışmanın ağırlığını tam da bu noktaya çekmek istemektedir. Farklı gündemlerin ortak kesişme noktası, bizzat bu gündemlerin farkının kendisidir. Yani Tarihsel Maddeciliğin ve Sosyalizmin Sorunlarının neler olduğunun tanımlanmaları arasındaki farklar ve bu farklılıkların tartışılması ile farklı Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizm Sorunlarının farklı anlayışlarının ortak bir tartışma noktasında buluşmaları olanağı çıkar. Ancak bu takdirde, sadece belli bir anlayış çerçevesindekilerin değil, farklı anlayışlardakilerin tartışması gerçekleşebilir. Yani konuyu, gündemi, Tarihsel Maddeciliğin ve Sosyalizmin sorunlarının neler olduğu biçiminde tanımlamak., tam da gündem üzerine bir tartışmayı gündeme almak demektir. Şimdiye kadar yapılmayan ve kendisinden kaçılan budur. Çünkü bunun yapılmaması, fiilen var olan gündemlerin tartışılmaması , dolayısıyla egemenliklerinin sürmesi anlamına gelmektedir.
270 İşte bu nedenle, ilk sayının konusunu yine Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları olması en doğrusu olacaktır. Yani Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunlarının gündeminin ne olması gerektiği üzerine bir tartışma açılmış olacaktır. Bu da tanımı gereği Tarihsel maddecilik ve Sosyalizmin sorunları üzerine tüm anlayış, programları kapsar. Bu durumda ortaya kapsamı ve muhatabı farklı iki anket konusu var demektir. * Birincisinin muhatabı, ister istemez, soru Tarihsel Maddeciliğin sorunları olduğu için, Marksistler, yani Tarihsel Maddeciliği toplumu anlayabilmek için geçerli kavramsal ve yöntemsel temel olarak görenlerdir. Bütün Marksistlerin, ayrıntılı bir şekilde, Tarihsel Maddeciliğin, gerek tarih üzerine bilgilerimizin artması nedeniyle, gerek ortaya çıkan yeni tarihsel ve toplumsal olgular dolayısıyla ne gibi teorik sorunlarla karşı karşıya bulunduğu konusundaki görüşlerini yazmaları bekleniyor. Elbette bu sorunlar, niçin sorun oldukları hakkında gerekçelerle ve açıklamalarla ayrıntılı bir biçimde ortaya koyulmalıdır. Ve elbette, bu sorunlar içinde, hangilerinin öncelikli veya önemli olduğu belirtilmelidir. Tarihsel Maddeciliğin sorunlarının neler olduğuna dair Marksistlerin cevaplarının böylesine bir birikimi, bizzat Marksistlere, hem Marksistlerin sorunlar hakkındaki farklı anlayışlarının hem de bizzat, o çok farklı anlayışlara bağlı olarak ifade edilmiş sorunların bir listesini, bir bilançosunu çıkarma olanağı sunacak, dolayısıyla teorik çabanın nerelerde yoğunlaşması gerektiği konusunda ip uçları verecektir. Ama bunun bir yan ürünü de, her biri kendi içine kapalı Tarihsel maddecilik anlayışları arasında bir diyalog ve tartışma ortamı yaratmak, surları yıkmak, kabukları parçalamak olacaktır. Dolayısıyla Marksist gelenekten olan sosyalistler arasında tekrar canlı ve geniş bir tartışma ortamı anlamına gelecektir. * Sosyalizmin Sorunları’nın neler olduğu, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum uğruna mücadelenin nesnel ve öznel sorunlarının neler olduğu üzerine bir soruşturmanın muhatapları ise elbette sadece Marksistler değildir. Bu sorun, tanımı gereği, bu amacı paylaşan bütün politik gelenekleri kapsar. Yani Anarşistlerden, Ütopik Sosyalistlere, Feministlerden, Anarko Sendikalistlere kadar çok farklı teorik ve politik gelenekler bu sorunun muhatabı durumunda olurlar. Aynı şekilde bu soru da, Marksistler, Anarşistler gibi büyük ölçüde kendi içine kapanmış; kendi belirledikleri sorunlar ve gündemlerle meşgul farklı gelenekler arası bir tartışma ortamı sağlar. Bu da yine farklı sosyalist gelenekler arasında fikir alışverişinin başlaması; onların surlarının
271 dışına çıkması ve yeni bir canlanmanın; temel sorunlara dönüşün koşullarının oluşması anlamına da gelir. O halde, ister anarşist, ister Marksist veya feminist olsun, bütün sosyalistleri, sosyalizm uğruna mücadelenin bu gün karşı karşıya olduğu sorunların neler olduğu; gündemin özellikle hangi sorunlarda yoğunlaşması gerektiği konusunda ayrıntılarıyla ve nedenleriyle görüşlerini yazmaya çağırıyoruz. Bunlar içinden de, Tarihsel Maddeciliği, toplumu anlayabilmek için kavramsal ve metodolojik temel olarak görenleri, Tarihsel Maddeciliğin sorunlarının neler olduğu konusunda görüşlerini yazmaya çağırıyoruz. Bütün bu görüşler sitede yer alacak, Forum ve Mail grubunda eleştirilere açık olacaktır. Eleştiriler ve tartışmalar sonunda, son şekli verilmiş metinler Tarihsel Maddecilik ve Sosyalizmin Sorunları dergisinin ilk sayısının içeriğini oluşturacaktır. Kendini sosyalist ve Marksist gören herkes katılarak ortak bir tartışmanın oluşmasına katkıda bulunmaya davetlidir.
[email protected] http://www.tarihsel-maddecilik.net 08 Eylül 2003 Pazartesi
272
Olası Tarihlerden Biri Olarak Tarih Dünyaya kendi köylerinin veya ülkelerinin; tarihe kendi hayatlarının ekseninden bakanların onun ani dönüşlerini anlama şansı olmaz. Bu gün ne olduğunu anlayabilmek için ona dünya tarihsel bir eksenden ve yüzlerce yılda ortaya çıkan genel eğilimlerden bakmak gerekir. Bizler için kural gibi görünen çoğu kez bir istisnadır. Evreni göz önüne getirelim. Evrende milyarlarce galaksi her galakside milyarlarca yıldız var. Bunların bir çoğunda, en azından kendi benzerini üreten moleküllerin, yani canlıların yapı taşlarının veya canlıların var olduğu düşünülebilir. Ama evrene onun tüm tarihi ve yapısı açısından baktığımızda ortada adeta mucizevi denebilecek sayısız koşulun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir durum olduğunu görürüz. Örneğin, evren aşağı yukarı on beş milyar yıldır vardır. Başlangıçta evren sadece hidrojen ve helyumdan oluşuyordu. Yani birinci kuşak yıldızlar ve onların etrafında oluşması mümkün gezegenlerde bunlar dışında elementler olmayacağından canlı yaşamın doğma olasılığı yoktur. Hayat, Phoeniks gibi ömrünü doldurmuş yıldızların küllerinden doğar. Yani bu elementleri demire kadar yakan ve dönüştüren ve daha sonra da patlayan ve bu patlama esnasında da diğer ağır elementleri yaratan yıldızların külleri belli bir yoğunluğa ulaşmalıdır ki, hayatı oluşturan maddelerin belli bir yoğunluğu ortaya çıkabilsin. Olaya böyle baktığımızda, evren tarihinin büyük bir bölümünde, hayatın ortaya çıkmasının en elementer koşullarının olmadığı görülür. Yani en azından ikinci ya da üçüncü kuşak yıldızlardan sonra, her hangi bir yıldızın etrafında oluşabilecek bir gezegende hayatın ortaya çıkması için gerekli elementler bulunabilir. Yani hayatın ortaya çkış koşul olarak, evren tarihinin on milyar yılını, yani en azından üçte ikisini ya da dörtte üçünü bir çırpıda silmeniz gerekir. Ama evrendeki yıldızların yüzde doksanı ortak bir eksen etrafında dönen çift yıldızlardır ve çift yıldızların etrafında gezegen oluşamaz. Yani evrendeki yıldızların yüzde doksanının bir yana atmanız gerekir. Tek yıldızlar içinde büyük ve küçük olanları bir kenara atmanız gerekir, birincilerin ömrü; ikincilerin yaydığı enerji ve çekim gücü gezegenler oluşmuşsa bile orada yaşamın ortaya çıkmasına el vermez. Ancak güneş gibi orta boy ve tek yıldızların etrafında ve ne çok yakın ne çok uzak çok dar bir kuşakta bu olasılık vardır. Ama bu yıldızın galaksideki yıldızların büyük bölümünün toplandığı merkezde veya spirallerin yoğun bölgelerinde de olmaması gerekir, çünkü diğer yıldızlarla etkileşimler ve çarpışmalar, süpernova patlamaları vs. hayatın ortaya çıkması için koşulları yok eder. Daha burada sayılmayacak kadar çok başka koşullar da gerekir. Böylece, ilk başta sanki evrimin zorunlu bir sonucuymuş gibi görünen, birden bire adeta mucize denebilecek bir sırat köprüsünden geçiş gibi ortaya çıkar. Günümüzün bilimi ile on dokuzuncu yüz yılın bilmi arasındaki temel fark da buradadir. On dokuzuncu yüzyılda, evren, doğa ve toplum, canlılara insana ve sosyalizme giden zorunlu bir süreç gibi görünür. Günümüzün
273 astronomi ve paleontolojisinin ortaya çıkardığı ise, bunun bizlerin kültürel değer yargılarıyla dolu olan bir tasavvur olduğunu gösterir. Böyle bir zorunlu gidiş yoktur. Eğer bir zorunlu gidişten söz edilecekse, tam aksi yöndedir. On dokuzuncu yüzyılda zorunlu gidiş gibi görünenler aslında olağanüstü rastlantılardır. Astronomi ve paleontoloji, yani evrenin ve canlıların tarihinin bu günkü kavranışı, eski kavrayışı çoktan havaya uçurdu. Ne var ki, sosyolojide, yani toplum tarihinde hala büyük ölçüde eski anlayış egemenliğini sürdürüyor. Bunun nedeni, tarih ve toplum hakkındaki bilgilerimizin yetersizliği değil, sosyolojik ya da psikolojik ya da kültürel olgulardır. Örneğin, ezeli adaletin bir gün gerçekleşeceğine dair mesihçi diyebileceğimiz kültürel yargılar veya bu kültürel yargılarla şekillenen insanların iyi bir gelecek beklentisi olmadan mücadele etmeye eğilim göstermeyen psikolojileridir. Tabii ayrıca bunun ardında, başarıya gör programlanmış, aslında sınıflı toplumdan ve özellikle de kapitalizmden kaynaklanan bir ahlak, değer yargıları ve politika anlayışı da yatar. Hiçbir başarı beklemeden bir mücadele ve politika anlayışı tasavvurun bile ötesindedir bu kültür ve dünya için. Eğer bu kültürel, psikolojik yargılardan arınarak, tıpkı canlıların ya da evrenin tarihine baktığımız gibi insanlığın tarihine bakabilmeyi öğrensek, yaşanmış ve yaşanan tarih bize olası tarihlerden sadece biri olarak görünür. (Ve yine o zaman tarih, sosyalizme doğru giden zorunlu bir süreç gibi değil, tıpkı evrenin varlığı, tıpkı canlıların ortaya çıkması, tıpkı insanın ortaya çıkması gibi, olağanüstü koşulları gerektiren bir mucize olarak görünür. O zaman sosyalizm uğruna mücadele, “tarihin gidişini hızlandırmak” gibi bir anlam içinde değil, korkunç zayıf bir olasılığı gerçekleştirmek olarak ortaya çıkar. Mücadeleye ve tarihe böyle baktığınız an ise, artık değer yargılarınız ve politika anlayışınız, öncelikleriniz de değişir. Politika başarıya kenetlenmişlikten ziyade, uzun vadeli etkilere, gelenek bırakmaya öncelik verir. Politikanız umuttan değil umutsuzluktan yola çıkar. Bu ise tam aksine bir kültürle yoğrulmuş geniş insan yığınlarıyla korkunç bir uyumsuzluk yaratır vs..) Örneğin ulusal hareketlerin kendileri, tarihin çok özel bir gidişini var sayarlar. Olası tarihlerden sadece birinde mümkündür ulusal hareketler. Eğer yirminci yüzyılın başında veya yirmi dokuz bunalımından sonra ABD, Almanya gibi ülkelerde sosyalist devrimler olsaydı, dünya tarihinde ulusal kurtuluş savaşları diye bir olgu hiç olmayabilirdi. Nasıl bu tarihte bizler kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş gibi bir şeyi yaşamadıysak ve bunun sorunlarını tasavvur edemiyorsak öyle. Öyle bir tarihte de ulusal kurtuluş hareketlerinin var oluşun bile tasavvur edemeyecektik. Bütün bunları niye yazıyoruz? Bu her alana aktarılabilir. Bizzat ulusal hareketlerin izlediği yollara bile. Bir düşünün şöyle, 1960’ların dünyasında birisi çıksa, Sovyetlerin çökeceğinden, kapitalizmin dünya tarihsel bir zafer kazanacağından söz etse, kim inanır ve böyle bir gidişi tasavvur edebilirdi. Bunu tersine de çevirebiliriz. Kapitalizmin bu zaferinde, otuz yıl sonrasının dünyasında kapitalizmin var olmayacağını biri söylese kim inanır. Onu deli diye tımarhaneye
274 tıkmaz mıyız veya rüya gördüğünü söylemez miyiz? Daha mı az olasıdır böylesine bir tarih gidişi bu günü ortaya çıkaran gidişten? Değil. Kürt Ulusal hareketi açısından düşünün yetmişli ya da doksanlı yılları. Barzani ABD tarafından satılmış, on binlerce Kürt ölmüştür. Yetmişli yılların Kürt basınında çıkan yorumları okuyun o zamanlardan. Ya da doksanlarda Talabani’nin Saddam ile şapur şupur öpüştüğü sahneleri göz önüne getirin. Kim inanırdı o zaman birileri, yirmi yıl sonra ABD’nin yaptıklarını hiç kimsenin hatırlamak bile istemeyeceğini söyleseydi? Kim inanırdı, Talabani Saddamı öptükten sonra, onun politik ölümü bizzat Kürtlerce ilan edilmişken, şimdiki duruma. 1960’larda veya yetmişlerde diğer ulusların ve kendilerini ezen ulusların ezilenlerini kazanmak biricik doğru strateji olarak görülüyordu Kürt ulusal hareketi için, hiç bir Kürt ABD’nin desteği ile bir başarıyı tasavvur bile edemezdi. Şimdi ise tam tersi, diğer ulusların ezilenlerini kazanmaya kalkmanın aptallık olduğu, bununla vakit kaybetmenin Kürtlerin davasına zarar vereceği düşünülüyor. Günün kahramanları tekrar Talabaniler Barzaniler’in temsil ettiği çizgi. Öcalan’ın temsil ettiği çizgi bu gün hiçbir başarı vaat eder görünmüyor. Tıpkı onbeş ya da yirmi beş yıl önce Talabani ve Barzani çizgilerinin başarı vaat eder görünmediği gibi. Ama on veya yirmi yıl sonra bu gün artık Kürtler tarafından bile artık hatırlanmak istenmeyen ve tabulaştırılarak canlı canlı gömüldüğü İmralı’daki mezarında unutulmak istenen Öcalan’ın, kan gölüne dönmüş bir Orta Doğu’da, biricik kurtarıcı olarak görülmeyeceğini; bu günün kahramanlarının adını bile kimsenin hatırlamak istemeyeceğini kim garanti edebilir? Hava ile iklimi karıştırmamak gerekir. Beş on yıl sıcak yazlar yaşayabilirsiniz. Ama iklim çok uzun vadeli eğilimleri ifade eder. Bu gibi hava değişikliklerini iklim değişikliği olarak tanımlamak yanlıştır. O iklimlere ise dünya tarihinden baktığımızda, şu an bir buzul çağında yaşadığımız, yeryüzü tarihinin sadece yüzde onunu bu günkü gibi buzul çağlarının kapladığı, dünya tarihinin yüzde doksanında buzulların olmadığı görülür. Yani istisnai olanın içinde istisnai bir durumu genel bir eğilim gibi almamak gerekir. Emperyalizmin karakteri, ABD’nin karakteri değişmedi. Yani iklim değişikliği yok. Geçici çıkar çakışmalarını onun karakterinin değişimi gibi yorumlamak, büyük yanılgılara ve acılara yol açar. Birdenbire yakıcı sıcakta susuz, dondurucu soğukta yorgansız kalabilirsiniz. 07 Ekim 2003 Salı
[email protected] http://www.comlink.de/demir/
275 Negri’nin Görüşleri ve Dünya Çapındaki Mücadelenin Stratejisi
Çok uzun zamandır gündemimize koyduğumuz ve yapabilmek için uygun bir boşluk kolladığımız projelerden biri de Negri’nin kitabını temel alarak ve onun eleştirisi biçiminde görüşlerimizi açıklamaktı. Ama gündemin öylesine hızla değiştiği ve zamanın öyle azaldığı bir çağdayız ki, anında yapılmamış ve ilerde şöyle derli toplu ve dört başı mamur olarak yapılması düşünülen her iş yapılmadan kalmaya mahkum oluyor. Anlaşılan Negri’nin kitabıyla ilgili proje de öyle, hep bir kenarda kendisine dönülmesini bekleyerek kalmaya mahkum. Bu durumda, dört başı mamur bir çalışmadan ise, yeri geldikçe konuya dönerek tartışmaktan başka çare yok gibi görünüyor. Son birkaç haftada, “ABD’nin Dünya İmparatorluğu Projesi ve Ona Karşı Mücadelenin Sorunları” başlıklı, biraz sesli düşünme biçminde, bir seri yazı yazdık. Bu yazılarda açmazları ele alıp göstermeye çalıştıktan sonra, son bölümde, ne gibi program ve stratejilerle ezilenlerin ve insanlığın bu açmazlardan çıkabileceğine ilişkin bir takım önerilerde bulunduk. Bu öneriler elbette yeni değildir, aşağı yukarı 1990’ların başından beri geliştirilmiş görüşlerden çıkarlar. Aslında Sovyetlerin çöküşünden beri içine girilmiş yeni döneme ilişkin önerilen bir stratejinin, 11 Eylül, Afganistan ve Irak’ın işgali gibi, ABD’nin bir dünya imparatorluğu için giriştiği savaş ve işgaller bağlamında yeniden kontrolünü ve dakikleştirilmesini ifade etmektedirler. Dikkatli bir okuyucu, gerek İmparatorluk kavramına yüklenen içerik ve onun tanımlanması; gerekse içinde bulunulan dönemde güçler, program ve strateji bağlamında çok farklı görüşleri ifade etsek de, Negri ile benzer sorunlara dikkat çekildiğini ve onların tartışılmaya çalışıldığını görebilir. Görüşlerin Negri ile farklılık ve benzerlikleri, en iyi ve açık biçimde, somut program ve strateji bağlamlarında daha iyi anlaşılabilir. Negri ile çok temel bir noktada anlaşıyoruz. Bu kısaca en genel olarak şöyle özetlenebilir: Eski program, dayanılacak güç ve strateji, örgüt ve mücadele biçimleri anlayışlarıyla bu günkü dünyada sosyalist bir hareketin yeniden bir canlılık ve inisiyatif kazanması mümkün değildir. Bu nedenle her şeyi, baştan sona gözden geçirmek gerektiğini söylüyoruz. Bunu yaparken benzer olgulara dikkati çekiyor ve bunların öneminden, bunlara dayanılarak bir şeyler yapılabileceğinden söz ediyoruz. Dolayısıyla bu belli bir ortaklık ve yakınlık yaratıyor. Örneğin, Negri, uluslararası göç hareketinin öneminden, bunun devrimci mücadele için açtığı perspektiflerden ya da “çokluk” dediği özneden (ki S. Savran bunun için “Yığın” sözcüğünün daha doğru bir çeviri olabileceğini söylüyor.) ve eski özne kavramının gözden geçirilmesinden, bunlara bağlı olarak mücadele ve örgütlenme biçimlerinin farklılaşması gerektiğinden söz ediyor. Aşağı yukarı bütün bunlardan biz de söz ediyoruz ve bizim de somut önerilerimiz bulunuyor.
276 Bu da ister istemez, hala değişmeyene; gerek sistem, gerek özneler, gerek program, strateji, mücadele ve örgüt biçimleri bağlamlarında vurgu yapanlara karşı Negri ile yakın veya benzer bir konumda bulunmamız anlamına geliyor. Böylece, biz, değişmeyene vurgu yapanlar karşısında değişene vurgu yapan Negri’nin yanındayız. Aslında Negri’ye yapılan bütün eleştiriler gözden geçirildiğinde, bu eleştirilerin değişen karşısında değişmeyene vurgu olduğu görülür. Merkezi olmayan imparatorluk ve ulusal devletlerin işlevini yitirmesi mi? Eleştiri Ulusal devletin hala büyük politik önemine yapılmaktadır. İmparatorluk artık Klasik Emperyalizme benzemiyor mu? Aksine klasik emperyalizme has fenomenlere vurgu yapılmaktadır. Çokluk mu? İşçi Sınıfı hala yerinde duruyor. Böylece tartışma, yeni olguları anlamak isteyenler ve onların önemine vurgu yapanlarla, eski olanın hala geçerliliğini sürdürdüğünü; yeni olanın bunları gözden geçirmeye yol açacak öze ilişkin bir değişme anlamına gelmeyeceğini söyleyenler arasında bir tartışma biçiminde sürüyor. Yeni olguların eskinin geçerliliğini yitirdiği anlamına gelemeyeceğini söyleyen kanatta esas olarak kendilerini Marksist olarak tanımlayanlardır; yeni olana vurgu yapanlar ve Negri’nin kitabını coşkuyla karşılayanlar ise, genellikle Marksist gelenekle ilişkisi olmayan veya bu ilişkiyi koparmış, post modern durumun teorisyenlerinin kavram sistemine (Foucault, Deleuze – Guattari) dayananlardır. Eskinin geçerliliğini sürdürdüğüne vurgu yapanlar için her şey açıktır. İşte bu görüşlerin revizyonist karakterinin en güçlü kanıtı, Marksizm gibi bir devrimci teorik geleneğe değil de Post Modern geleneğe dayanmaları ve onların kavramlarıyla düşünmelerdir. Yeni olgu ve sonuçlara vurgu yapanlar için de her şey açıktır. İşte yeni olanı anlamak istemeyenler, ona gözlerini kapatanlar, hala geçen yüzyılın kavramlarıyla bu günün anlaşılacağını savunan Marksistlerdir. Yani klasik dogmatik-revizyonist bölünmesi kerşısındayız. Böylece her iki kanat da, kendini haklı kılacak anti tezini bulmuş olmaktadır. Ancak bu bölünmeler her ne kadar birbirinin varlılığına haklılık kazandırsa ve varlıklarını birbirlerine borçluysalar da, son derece yanıltıcıdırlar ve bu birbirinin zıddı gibi görünen taraflar, var olan gerçek bölünmeyi gizleyen bir suç ve çıkar ortaklığı içindedirler. Bu ortaklık içindeki zıtların karşısında birleştikleri ve kendisiyle bölündükleri üçüncü çizgi nedir? Bu çizgi, dış görünüşü itibariyle, yeniye vurgusu ile Post Moderniste; Marksizme dayanışıyla dogmatiğe benzer. “Marksistlere” karşı yeni olanı; Post Modernistlere karşı Marksizmi savunur. Ama yeni olanı, başka bir ışık altında görür; Marksizmi dogmatik Marksistlerinkinden başka bir Marksizm’dir. Bu çizgi iki cephede birden savaşmak zorundadır.
277 Kendi dogmatizmlerini ortaya çıkardığı için onu susuşa getirip gözden uzak tutmaya çalışan dogmatik Marksistler, onu değişene vurgusu ve geliştirmeye çalıştığı yeni Marksist kavram temeli nedeniyle, revizyonist post modernlerin arasına atarlar. Buna karşılık, post modernistler, onun Marksizm’e sahiplenmesi ve eski olanın hala geçerliliğini sürdüren yanlarına vurgusu nedeniyle, onu dogmatik Marksistler arasına atarlar. Böylece, her iki taraf da, yani dogmatik Marksistler de; post modernistler de özden kendileriyle ayrı olan karşısında, varlıklarını borçlu oldukları paradigmayı savunurken suç ortaklığı yaparlar. Bunların bütün zıt duruşları, ancak onların ortak varsayımlarıyla mümkündür. Ortak varsayımları şudur: değişiklikler ve yeni olan kabul edildiği takdirde, onlardan benzer sonuçlar çıkarılması gerektiğini kabul etmektedirler Marksist veya dogmatik kanatta olanlar. Bu nedenle bütün vurguları değişmeyen üzerinedir. Diğer kanat da, tam tersine, değişiklikler yok ise, muhataplarının çıkarsamalarını kabul etmek gerektiğini düşünmektedirler. Bu nedenle bütün vurgusu, değişen üzerinedir. Dogmatik Marksizm ve post modernizm çok derinden aynı varsayımları paylaşan, aynı ufkun içindeki görüşlerdir. Taraflardan biri diğerinin öne sürdüğü olgu ve sonuçları kabul ettiği takdirde onun dayandığı teorik temeli de kabul etmesi gerekeceği var sayımına dayanmaktadırlar. Bu nedenle tartışmaları olgular düzeyindedir. Hâlbuki o olgular içinde, gerek yeni olandan post modernistlerin; gerek geçerliliğini sürdürenden dogmatik Marksistlerin çıkardıkları sonuçları çıkarmak gerektiği söylenemez. Tartışılması gereken aslında onların çıkarsamalarının ardındaki gizli varsayımlardır. Ama bu gizli varsayımların tartışılması onların var oluş temelinin havaya uçması demektir. Bu nedenle gizli varsayımlarını tartışan her görüş karşısında bir suç ortaklığı içinde bir susuş kumkuması uygulayacaklardır. Negri ve onun eleştirmenlerini (veya post modernistleri ve dogmatik Marksistleri) dünya çapındaki bir bölünmenin sembolleri olarak alırsak, yıllardır dile getirdiğimiz ve artık bir sistem olmuş görüşlerin kaderi tam da böyledir. * Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz. Örneğin, 1980’lerin ortalarında Avrupa’ya çıktığımızda, çok kısa sürede, hem de bütün diğer akımlardan önce ve onlardan bağımsız olarak, Avrupa’daki göçmenler ve bir göçmen hareketinin önemini gördük ve bunun sorunları üzerine yoğunlaştık. Bunu yaparken bütünüyle Marksizm’e dayanıyorduk ve bizzat Markszmin bu yeni olguyu analiz etmeyi zorladığını ve bunun için gerekli kavramsal araçları da sunduğunu söylüyorduk. Bu arada, Dev-Yol’un Avrupa taraftarlarında bir bölünme oldu. Bir yanda Taner Akçam’ın başını çektiği “Göçmen” ya da “Yönelimci”ler; diğer tarafta Ali Dayı’nın (İbrahim Sevimli) başını çektiği “Devrimci İşçici”ler.
278 Taner Akçam ve taraftarları yeni olan Göçmenlik olgusuna dikkati çekerken doğru ve haklıydılar. Ama buradan hareketle, gerek Marksizmi reddediyorlar ve günün moda akımlarından aldıkları teorik cephaneliği kullanıyorlar; gerek politik sonuçları itibariyle de oldukça reformist ve sistem içi bir muhalefet durumuna kayıyorlardı. Diğer taraftakiler ise, tam anlamıyla dogmatik bir yaklaşım içinde bulunuyorlardı. Bir göçmenler olgusunun varlığından söz etmek bile, yönelimcilerin revizyonizmi olarak algılanıyordu. Durum öyle bir hale gelmişti ki, göçmenlerin bir mücadele öznesi olarak varlığını kabullenmek otomatikman devrimciliğin ve Marksizm’in terki; bunu reddetmek de otomatikman devrimci değerlere ve Marksizm’e bağlılık olarak anlaşılıyordu. Gerçeğin özü böyle olmamakla birlikte, böyle bir anlayış yaygınlaşınca ve insanlar onu sorgulamayı bile bırakıp öyle kabul edince, artık bu farklılığın başlangıcındaki sebep ve sonuç ilişkisi de yer değiştiriyordu. İnsanlar başlangıçta, örneğin Marksizmi terk etmek veya sisteme uyum sağlamak için değil, diyelim ki gerçek durumu daha iyi kavramak için göçmen olgusunun varlığını kabul ediyorlardı. Bunun Marksizmi reddetmek veya sisteme uyum sağlamak anlamına geldiği yargısının yaygınlaşmasıyla birlikte, artık gerçekten Marksizmi reddetmek için veya gerçekten sisteme uyum sağlamak için göçmen hareketinden söz etmeye başlıyorlardı. Başlangıçta nesnel bir sonuç olan, sonra artık bir seçim nedeni haline geliyordu. Ama böyle olunca da karşı tarafın iddiasının da, yani onların kötü niyetle Marksizmi veya devrimciliği terk etmek için göçmenlerden söz ettikleri iddiasının gerçekten somut örnekleri de ortaya çıkıyordu. Yani iddianın yaygınlaşması kendi kanıtlarını yaratıyordu. Yani kendini gerçekleştiren kehanet gibi bir durum oluyordu. Aynı durum karşı taraf için de geçerlidir. İnsanlar sırf radikal ve devrimci bir politik çizgiyi korumanın aracı olduğun düşündükleri için, göçmen olgusunun varlığına gözlerini kapıyorlar ve onu reddediyorlardı. Böylece göçmen olgusunun reddi ile devrimci kaygıların ayrılmazlığı yargısı kendi kanıtını da yaratıyordu. Böyle bir durumda, sizin, hem göçmen olgusunun varlığını sorun etmeniz; bunu bizzat Marksizm’le açıklamanız; devrimci politikanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu söylemeniz vs. hiçbir alıcıya sahip olmayacaktır artık. Tam da doğruluğunuz görüşlerinizin etkisizliğinin ve zayıflığının nedeni haline gelir. Taraflar sizi, karşı taraftan olarak prezante ederler. Göçmenler dediğiniz için, revizyonist bir yönelimciden farkınız yoktur. Marksizm ve işçi sınıfı dediğiniz için de dogmatiklerden farkınız yoktur. Bu eğilimler karşısında ne kadar doğru olursanız olun ve ne kadar güçlü bir teoriye dayanırsanız dayanın, bir kere o birbirine varlıklarında haklılık kazandıran anlayışlar egemenliklerini kurup yaygınlaşınca, kendi büyük kütlelerinin çekim gücüne çekerler her şeyi. Ondan sonra onların teorik olarak çürütülmüş ve aşılmış olmaları bilinmez kalmaya mahkûm olur. Yeni kuşaklar da var olan durumu olası ve geçerli biricik tarihsel durum ve bölünme olarak algıladığından sorgusuzca o bölünmeleri benimserler ve onun içinde tavırlarını alırlar.
279 Doğru görüşün bu yanlış görüşleri ortadan kaldırmak için bilinmesinin ve maddi bir güç haline dönüşmesinin bütün yolları ortadan kalkar. Ama hiçbir etkisi olmasa da doğru görüş, o nesnel eğilimlerin bir derin analizi de demektir. O saçma bölünmenin tarafları bir süre sonra, doğru görüş tarafından fiilen ve pratik bir yenilgiye uğratıldıkları için değil, doğru görüşün ifade ettiği nesnel toplumsal eğilimler tarafından tarihten ve toplumdan silinirler. Ama bu sefer de artık olaylarca aşıldığı için o doğru görüşün yine ilgiyi çekme ve bulunma şansı olmaz. İki tipik örnek verelim. Birisi yukarıda aktardığımız Göçmenler hareketidir. Bu gün ne göçmenci yönelimciler ne de Ali Dayıcılar var artık. Bir zamanlar sizi Göçmen dediğiniz için, Marksizmi terk etmekle suçlayan en dogmatik akımlar bile artık dünya çapındaki bu fenomenin varlığını kabul etmektedirler. Ama bunun Markssit öğreti bakımından açıklanması ve savunulması kimseyi ilgilendirmemektedir artık. Böylece ilgi duyulmadığı için, bir zamanların tartışmasının yanlış varsayımlara dayandığı ve sizin burada tek doğru çizgiyi temsil ettiğinizin bilinmesi şansı kalmıyor. Yani sizi doğrulayan olaylar aynı zamanda doğruluğunuzu anlamsız hale getirmektedir. Uluslar arası sosyalist hareketin tarihinden de bir örnek verilebilir. Örneğin Sovyetler Birliğinin karakteri sorunu. Bunun bir sosyalist ülke olmadığını; tek ülkede sosyalizme geçilemeyeceğini; Stalinizmin Marksizmin bir revizyonu olduğunu vs. yıllarca Marksistler söylediler. Hatta böyle dedikleri için kitleler halinde katledildiler. Ama o devletler de kendilerinin sosyalist olduğunu söyledi, kapitalist devletler de onların sosyalist olduğunu söyledi. Bir süre sonra, ilk kuşakların anısı da iyice hafızalardan silinince, artık yeni kuşaklarca onların sosyalist olduğunu tartıştıracak hiçbir fikir ve argümana ulaşma şansı bile kalmaz. İşin ilginci bundan şüphelenecek bir durum da yoktur. Bir yanda ABD gibi bir emperyalist vardır diğer yanda Sovyetler. Birinden olmayan diğerindendir. Yani artık insanlar, bir yanılsamanın ürünü olarak, sosyalizmle Sovyetleri özdeşleştirdikleri için Sovyetçi olmaktadırlar ve Bürokrasinin yalanının yaygınlaşması onun doğru gibi görülüşünün kanıtlarını yaratmaktadır. Aynı şey karşı tarafın propagandası için de geçerlidir. Ama tersi de doğrudur. Yanılsama sadece tek taraflı da değildir, O “sosyalist” ülkelerde yaşayanlar da, bu sefer yaşadıklarının sosyalizm olduğuna hem o ülkelere egemen kastlar hem de karşı taraf yemin ettiğinden, her ikisi de o ülkelerin sosyalist olmadığı gerçeğini savunan Marksistlere karşı bir susuş komplosu içinde bulunduğundan, gerçekten yaşadıklarının sosyalizm veya komünizm olduğundan kuşkulanmayı bile akıllarına getirmezler. Böylece eğer yaşadığımız komünizm ise, kapitalizm veya ABD iyidir deyip, gerçekten komünizme karşı olmak amacıyla Amerikancı ya da kapitalizm hayranı olmaya başlarlar. Böylece aynı yalanın yaydığı yanılsama, kapitalist dünyadaki ezilenleri, Sovyetleri savunmaya, “Sosyalist” dünyadaki ezilenleri kapitalizmi ve ABD’yi savunmaya iter. Bir süre sonra bu ülkeler yıkıldığında, hem de yıkılış bunların sosyalist değil bürokratik ülkeler olduğu; tek ülkede sosyalizm olmayacağı gibi görüşlerinizi kanıtlamış olmalarına rağmen, yani dile getirdiğiniz nesnel eğilimler sonucu o ülkeler yıkılmış olmasına rağmen; hem bu bilinmediği için hem de
280 artık yıkılmış ve olaylarca aşılmış olan bu ülkelerin bürokratik diktatörlükler olup olmadığının artık bir anlamı kalmadığı; kimse buna kafa yormadığı veya yormanın bir pratik anlamı olmadığı için insanların bu görüşleri bilme ve tanımasının bütün yolları tıkanır. Tarih böylesine korkunç adaletsizdir doğru görüşlere karşı. Tarih kendi sırrına erenleri ve o sırrı açığa vuranları affetmez. Onları bilinmez kalmakla cezalandırır. Çünkü o tarihin cezası gibi görünen aslında egemen sınıfların ezilenler karşısındaki suç ortaklığından başka bir şey değildir. Bu nedenle, o tarihin cezalandırdığı ve bilinmez kalmaya mahkûm görüşlerle, ezilenlerin savaşı ve başarısı arasında korkunç derinden işleyen kopmaz bir bağ vardır. Bu nedenledir ki o geleneği sürdürmek önemlidir. O bağ, Marks’ın Köstebek benzetmesi gibi, toprağın derinliklerinde sürer ve Köstebek üste çıktığında apaçık ve bütün haşmetiyle kendini gösterir. Ama tarihte bu gibi “yıldızın parladığı anlar” olağanüstü azdır. (Aslında böyle bakıldığında insanlık tarihinin bir yanılsamalar tarihi olduğu görülür. Bütün büyük dinlerde de benzer durumlar vardır. Aslında her görüşün en yaygın ve bilinen biçimleri onun en oportünist çarpıtılmalara uğratılmış biçimleridir: Bizler bunları onun ta kendisi sanırız ve onun kabulleri içinde tekrar kendi sınıfsal eğilimlerimizi ifadenin yollarını ararız. Ama bu aynı toplumsal eğilimlerin farklı ön kabuller nedeniyle birbirlerine karşı mücadelesi demektir. Sınıf egemenliğinin sürdürülmesinde ve ezilenlerin birbirine karşı kullanılmasında bunun korkunç önemi vardır.) * Kaldığımız yere dönersek. Bu durumla ilk kez karşılaşmıyoruz demiştik ve Avrupa’da Türk solunun göçmenleri içindeki bir tartışmaya değinmiştik. İşte bu gün Negri ve Eleştirmenleri ile bizim görüşlerimiz arasındaki ilişki, tıpkı “yönelimciler” ve “Devrimci İşçiciler” veya “Tanerciler” ve “Ali Dayıcılar” bölünmesi karşısındaki ilişki gibidir. O zamanların Taner Akçam’ı veya Yönelimcileri’nin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri veya Post Modern görüşlerdir. O zamanki Ali Dayıcıların veya Devrimci İşçici’lerin bu günkü dünyadaki karşılığı Negri’ye karşı çıkan marksistlerdir. Bu James Petras veya Sungur savran veya Callinicos da olabilir. Biz yine bunların ikisinin de dışında ve ikisine de karşı konumdayız. * Kitaplarının Türkçe basımına Önsöz’de Negri şöyle yazıyor: “Bu kitap çağdaş, küreselleşmiş bir dünyada genel bir iktidar teorisi kaleme almayı amaçlıyor. Son derece iddialı bir işe kalkıştığımızı ve en başta bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden, tam bir başarı sağlamamızın imkânsız olduğunu gayet iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu birçok kişi tarafından ve birçok açıdan eleştirilecek, değiştirilecek ve tamamlanacak bir kitaptır.” Bu kitap 2000 yılında yayınlandı.
281 Biz de aşağı yukarı duvarın yıkılışından beri, yani aşağı yukarı 1990’ların başından beri, yani Negri’nin kitabının çıkışından on yıl öncesinden beri dünyada durumun değiştiği ve dünya çapında yeni bir stratejinin gerektiği üzerine yazılar yazıyoruz. Biz bunu “küreselleşmiş bir dünya” kavramıyla değil; o küreselleşmiş dünyanın devrimci strateji açısından çok önemli özgül bir eğilimine vurgu yaparak, “gezegen çapında Apartheit” kavramıyla ifade ediyoruz. Yani ilgi alanımız ve sorunlarımız ortaktır. Elbette bu yazılar “bilgimizin, deneyimlerimizin ve yetilerimizin sınırlılığı yüzünden” tam bir başarı ve çözüm değildir, bir ilk adımdır; tartışma için bir temeldir. Negri’nin kitabı, bütün dünyada ve Türkiye’de hemen hemen herkes tarafından eleştirildi ve tartışıldı. Bizim yazdıklarımız ise bu güne kadar hemen hemen hiçbir şekilde eleştirilmiş ve tartışılmış değil? Neden böyle? Biraz bu sorunun cevabını arayalım. Birincisi, biz bu görüşlerimizi, Negri gibi, sistematik ve büyük bir kitapla sunmadık. İstemediğimizden değil, buna olanak bulamadık. Daha ziyade, gazete makaleleri ve küçük denemeler biçiminde, İnternet sayfalarında ya da marjinal dergilerin sayfalarında; aktüel gelişmelerin içinde o gelişmeleri yorumlayan açıklamaların arasında yer aldılar. Bu yanıyla bir bakıma, Marks-Engels’in Tarihsel maddecilik teorisini açıklamaları ve uygulamalarına benzer konumları. Onların teorisinin de sistemli, kalın bir kitap halinde bir açıklaması yoktu. Teorinin açıklamaları ya Alman İdeolojisi gibi, hiç yayınlanmamış ve “farelerin kemirici eleştirisine” bırakılmıştır ya da kişisel mektuplara dağılmıştır. Tek doğru dürüst bir açıklama, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın “Önsöz”ündedir ve birkaç sayfayı geçmez. Bizimkiler de öyledir. Bu elbette onun anlaşılmasının ve sitemli bir şekilde tartışılmasının önünde bir engel oluşturmaktadır. Politik yazıların içeriğine yedirilmiş olarak sunulduğundan, politik bağlamlarda değerlendirildiklerinden hemen hemen olanaksızdır da. Yanı Negri’nin koca bir kitapta sistematize olarak ele aldığı teori bizde Marks-Engels’in teorisi gibi sistematik bir açıklamadan yoksundur ve uygulamalar biçiminde dağınık olarak bulunmaktadır. Bu tartışılmamasının önemli nedenlerinden biridir. İkincisi, biz bu teoriyi, tam da en dibe vurulduğu noktada ortaya koymaya başladık. Yani duvarın yıkılışının hemen ardından. Yani Teorik sorunlara ilginin en aza indiği; insanların genelleme yeteneklerini en çok yitirdiği bir dönemde. Negri’nin kitabı ise, iyi kötü tekrar belli bir kitle hareketlenmesinin olduğu bir dönemde yayınlandı. Bizzat kendisinin yayınlanışı ve okunuşu, teorik sorunlara duyulan ilginin yeniden bir yükselişinin ifadesidir. Yani biz teoriyi yanlış zamanda ifade ediyorduk. Ama bu “yanlış zamanlılık” sadece Dünya çapındaki geri çekilişle ilgili bir yanlışlık değildi. Bu görüşler Türkiye ve Kürdistan’da da yanlış zamandaydı.
282 Bu teorinin en önemli bileşenlerinden biri, dünya çapında apartheid kadar modern ulus teorisiydi ve bu iki sorunu birbirine bağlıyordu. Ne var ki, dünyadaki gerileyiş sürerken, Kürt ulusal hareketinin yükselişi sürüyordu. Daha sonra da Türk milliyetçiliğinin yükselişi ortaya çıktı. Halbuki milliyetçiler milliyetçiliğin ne olduğunu anlayamazlar. Yani Türkiye ve Kürdistan’daki gelişmeler teorinin içeriğinin kavranması ve tartışılması bakımından yanlış zamanlılığı katmerlendiriyordu. Milliyetçiliğin ezen ve ezilen ulus arasında muazzam bir yükseliş yaşadığı bir zamanda, kim milliyetçilik teorisiyle ilgilenirdi ki? Ama sadece yanlış zamanda değil, yanlış yerde de. Türkiye’de değildik. Yazılarımız esas olarak Avrupa’da ama Türkçe yayınlanıyordu. Türkçe olduğu için Avrupa’nın düşünce ve toplumsal hareket dünyasının dışında; Avrupa’da olduğu için de Türkiye ve Kürdistan’daki düşünce ve toplumsal hareket dünyasının dışındaydı. Dolayısıyla ne Avrupa’da ne de Türkçede tartışılması mümkün değildi. Tartışılmasının önündeki bir diğer engel de onun içeriğinden gelir. Sosyalistler arasında her zaman şu iki eğilim vardır. Bir yanda, eski formülleri tekrarlayan inancı sağlam, hatta radikal dogmatik kanat. Diğer yanda yeni olana dikkati çeken ve unun için eski teorik veya siyasi çerçevenin yeterli olmadığını söyleyen eleştirel veya revizyonist denebilecek kanat. Bu iki kanatın birbirilerinin varlığına ihtiyaçları vardır. Kendi gerekçelerini diğerinde bulurlar. Ama ortada, hem yeni olgulara dikkati çeken, hem eski teorik ve politik sistemlerin var olan sorunları karşılayamayacağını söyleyen hem de bu değişikliği eski teorik ve politik sistemi reddederek değil; içinde taşıyarak ve aşarak bir çözüm arayan bakış karşısında ikisinin de suç ortaklığı ile sustukları görülür. Biz şahsen bütün hayatımız boyunca bunu yaşadık. Görüşlerimizin tartışılmamasında bunun da çok önemli bir payı vardır. Bizim bir açmazımız da şurada. Görüşlerimizin uluslar arası sosyalist ortamda tartışılması gerekir ama onlar Türkçededirler ve bir üçüncü dünyalı tarafından ifade edilmişlerdir. Bu da onun tartışılmasının önünde çok ciddi bir engel oluşturur. Birinci engel, üçüncü dünyalı olmaktan gelen engeldir. Yani biz görüşlerimizi, Batı dillerinden birinde ifade edebilseydik bile, batılı aydın ve sosyalistin latent ırkçılığının duvarına çarpması kaçınılmazdır. Elbette bir üçüncü dünyalı olarak ciddi bir teorik katkıda bulunma şansımız hemen hemen yok gibidir. Batılı aydın ve sosyalistlerin üçüncü dünyalılar karşısındaki latent ırkçılığı, olgusal düzeyde temelsiz değildir. Gerçekten Üçüncü Dünya’dan bir teorik sentez çıkabilmesi olasılığı çok zayıftır. Kültürel gerilik muazzam engeller yaratır. Bu nedenle batılı zaten, ırkçı olmamak için ve nezaket gereği aksini söylese ve öyle davranmaya çalışsa da, bir üçüncü dünyalıdan gelen bir görüşü ciddiye almaz. Dolayısıyla ne kadar doğru ve yeni bir şeyler de söylerseniz söyleyin, onların kurunun arasında yaş olacakları kesin gibidir. Ama buna ek olarak, bir de zaten bir taşra dili olan Türkçede ifade edildiğinden bilinmez ve bu nedenle Avrupa’da tartışılması söz konusu değildir. Türkiye’de ise, nasıl firmalar ürettikleri tekstil ürünlerine batı damgası vurarak satabilirlerse, bir fikir ancak Batı’da tanınmışsa
283 Türkiye’nin düşünce veya sosyalistler ortamında tartışılmaya değer bulunabilir. Dolayısıyla Batı’da tartışılmadığı için de Türkiye’de tartışılmaz. Ama bütün bunlar, 1990’ların başında formüle ettiğimiz ve bu arada sürekli geliştirdiğimiz günümüz dünyasına ilişkin bir teori ve stratejiye ilişkin görüşlerimizin tartışılmaya değmeyecek sıradan şeyler olduğu anlamına gelmiyor. Bütün zaaflarına, kültürel arka planımızın yetmezliğine; dağınıklığına vs.ye rağmen bu görüşler bir çok tesadüfün bir araya gelmesi sonucu çok sağlam bir teorik geleneğe dayanmaktadır. Bu onun gerek dilden, gerek ifade edenin kültürel ve birey olarak sınırlılıklarından gelen eksikliklerine rağmen diğerlerinde hiç bulunmayan çok gelişkin bir teorik ve kavramsal temele dayanmasından kaynaklanmaktadır. Klasik Marksizmin, Marks, Engels, Lenin geleneğinin yanı sıra Troçki-Mandel; Frankfurt Okulu ve Batı Marksizmi ve nihayet Kıvılcımlı; bunlara ek olarak Yeni Sosyal Hareketler denen hareketlerin katkıları; ve nihayet seksenli yıllarda ortaya koyulmuş modern ulus ve ulusçuluk teorisi. Ve bütün bunların bir tek tutarlı bir teorik sistem içinde birleştirilmesi ona diğerlerinin hiç birinde bulunmayan bir üstünlük kazandırmaktadır. Bu somut üstünlüğü, Negri’nin kitabı bağlamında ele alalım. * Şimdi birkaç örnekle Negri gibi sorular sorduğumuzu, hem de ondan önce ve bağımsızca sorduğumuzu yani alanlarımızın ortak olduğunu göstermeye çalışalım. Örneğin biz, sürekli olarak ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini yok etmekten; “yeryüzü ölçüsünde bir apartheid”ten; Ulusçuluğun artık zıddına dönüp ırkçılığın bir aracı olduğundan söz ediyoruz. Negri de bugünkü politikaların çıkışsızlığını görüyor ve bunları bambaşka bir konsept ve teori bağlamında şöyle ifade ediyor: “Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır.” Şimdi buyrun en son yazdığımız yazıdan bir bölüm: “Böyle bir strateji ve program değişikliği için, kafalarda tam anlamıyla bir devrim yapmak gerekiyor. Artık geçen yüzyılın sömürgecilikten ya da emperyalizmden bağımsızlık kazanma ve
284 bir siyasi bakımdan bağımsız ulusal devlet kurma hedefi ve stratejisinin bu günkü dünyada, zengin Emperyalist ülkelere karşı mücadelede anlamı ve işlevi yoktur. Hatta bu strateji bizzat var olan sistemin onaylanması ve pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal devletlere dayanan sistem artık dünya çapında ırkçılığın bir aracıdır. Ulusal sınırlar sayesinde insanlığın büyük çoğunluğu bir rezervata kapatılmaktadır. Bu ulusal sınırları savunmak, aslında insanlığın içine hapsedildiği hapishanenin duvarlarını savunmak demektir artık. Eskiden emperyalist baskı ve sömürüden kurtulmak için her ülke bu duvarları örmeye çalıyordu. Bu anlamda belli bir işlevleri de oldu. Ama diyalektik olarak dün olumlu olan bu gün olumsuz hale gelmiş bulunuyor. Eskiden sömürü ve baskıya karşı olan bu duvarlar artık sömürü ve baskının araçlarına; bir hapishanenin duvarlarına dönüşmüş bulunuyor. Bunu anlamak gerekiyor. Solun bütün çaresizliği bunu anlamayışında ve anlamak istemeyişinde.” Görüldüğü gibi çok farklı kavram sistemleri içinde de olsa, Negri ile aynı telden çalıyoruz. Sadece bu değil. Örneğin Negri’den bizim dünyanın siyahları dediğimiz ile ilgili bazı alıntılar yapalım: “Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden 21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini sonuna kadar destekliyorum. İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur. Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz.” Şimdi aynı konuda bizim yazdıklarımıza bakın: “Uygulanması gereken yeni stratejiyi dünyanın işçileri, yoksulları kendiliğinden uygulamaya başlamış bulunuyorlar. Ne var ki, sosyalistler hala eski kavramlarla ve modellerle düşünmeye devam ediyorlar ve gözlerinin önündeki bu yeni strateji ve programı görmüyorlar. Marks-Engels, Manifesto’da komünistlerin var olan gerçek harekete dayandıklarını, ondan yola çıktıklarını söylüyorlardı. Bu gün bu bağ yok ve yeniden yaratılması gerekiyor. Dünyanın dört bir yanındaki ekmekçiler denizlerde gemilerle, dağların ıssız ve soğuk doruklarında; çöllerde her Allah’ın günü bu stratejiye göre bireysel düzeyde bir mücadele veriyor. Bunların onlarcası soğuk, sıcak, açlık susuzluktan ölüyor. Çok küçük bir bölümü ancak
285 Batı’nın zengin ülkelerine kapağı atabiliyor ve bunların büyük bir bölümü yine o hapishaneye geri gönderiliyor. Bu var olan hareket muazzam bir siyasi program ve mücadele stratejisi haline geldiği an, sosyalizm tekrar ezilenlerin bir hedefi olarak eski itibarını kazanabilir ve emperyalist ve kapitalist sistemin bütün ikiyüzlülüğü ve ırkçı karakteri açığa çıkar.” Bizim yazdıklarımızda on yıldır böyle onlarca alıntı bulunabilir. Burada sadece son yazıdan bir tane aldık.
Yani Negri, yeni olanı görüyor ve onu anlamaya çalışıyor. Biz de aşağı yukarı doksanların başından beri bu yeni olanı görüp anlamaya çalıştık. Ne var ki, Negri, ne bu yeni olanı açıklayacak bir teorik donanıma sahip ne de ondan tutarlı stratejik, programatik ve politik sonuçlar çıkarabiliyor. Çünkü ne Marks’ın temellerini attığı teoriye dayanıyor ne de onun gelişmiş biçimlerine, sadece son derece eklektik, Spinoza’dan tutun Focault’a kadar başka teorik geleneklere dayanıyor. Bu onun en büyük zaafını oluşturuyor. (Onun bu en zaaflı yanı aynı zamanda çok tutulmasının da bir nedeni tabii. Moda ve zamanın ruhuna uygun bir söylemi var. Merkezsizlik ve çokluk gibi örneğin.) Ama onun bu zaafı, diğer, ister Sungur Savran ister James Petras, hatta nispeten daha kaliteli olan Callinicos olsun, dogmatik Marksistler karşısında onu ne kadar zor durumlara düşürürse düşürsün, yeni olana, baştan aşağı bir değişiklik gerektiğine dair görüşlerinin doğruluğuna zarar vermiyor. Diğerleri korkak korkak sahilden gitmeye çalışıyorlar. Bildikleri toprakları gözlerden yitirmeye cesaret edemiyorlar. Negri ise, sahilden gitmekle bir yere gidilemeyeceğini, tıkanmış ticaret yollarının açılamayacağını görüyor; denize açılıyor; açılmak gerektiğini söylüyor. Ama elindeki aletler ve gemi (yani dayandığı teorik arka plan ve kavramlar) onun yeni yollar bulmasına el vermiyor. Korsanların (Ezilenlerin düşmanlarının) eline geçiyorlar. Öbürküler bağırıyorlar. “Bak o yollar bir yere çıkmıyor, bu emin sahil yollarını terk edenin başına bunlar gelir işte”. Adamı post modernizm öcüleri yiyiverir falan diyerek kendi korkaklıklarını gizlemenin zaaflarını fazilet gibi göstermenin yollarını arıyorlar. Şimdi Negri’nin nasıl bir sürü parlak formüllere rağmen pek bir şey söylemediğini ve teorik ve kavramsal arka planının ne kadar zayıf olduğunu göstermeye çalışalım. * Birincisi, Negri, Modern Ulus teorisini bilmiyor ya da hiç kavramamış. Bu çok açık. Bu onun siyasi strateji önermelerinde açıkça görülüyor. Birkaç örnek verelim: Şu soru ve cevabına bakalım: “Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz? “Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden kastettiğimiz de zaten budur. Söz konusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri
286 konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.” Dikkat edin, elbette bunlar doğrudur ama bütün bunlar da eni sonu sosyalistlerin “vatan millet Sakarya”sı gibi sözlerdir. Daha çok adalet, daha çok demokrasi. Bu demokrasi ve adalet nasıl olabilir.? Bu konuda hiçbir şey söyleyemiyor. Bir şeylerin yanlışlığının farkında ama doğrusunun ne olduğunu söyleyemiyor. Örneğin Fransa’ya ilişkin şöyle diyor: “Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en büyük hata budur” Ama bu ulus devleti savunacak programa karşı ne savunulması gerektiğini söylemiyor. Söyleyemiyor çünkü bütün zengin ülkelerin sosyalistleri gibi, gerçek sorunları koyduğu an kendini çok kötü bir durumda bulacaktır. Bütün söyleşide somut olarak önerebildiği bir tek şey var: “Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.” Şimdi Negri’nin neleri anlamadığını ve kaçtığı soruları görelim. Bu en son somut önerisinden başlayalım. “Batı’dan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir.” Dikkat edilsin, bunları Kürtler vesilesiyle söylüyorsa da, aslında bütün dünyanın siyahları için Batı’da önerebileceği tek somut eylem ve örgütlenme biçimidir. Ama bu birçok soruyu da beraberinde getirir. Bunlarla yüzleşmemektedir. Birincisi, Negri’nin “biz”i sol aktivistleri kapsamaktadır. Hâlbuki İtalya’nın veya Batılıların büyük çoğunluğu, bu göçe yardım etmek bir yana karşıdır. Bizzat İtalya’da Liga Nord gibi örnekler var. Bunlar bizzat ülkenin kuzeyinin güneyinden bile ayrılmasını savunan bir refah şovenizmi içinde. Bu gün her hangi bir batılı veya zengin ülkeye giden şunu görür, bu ülkelerdeki nüfusun ezici çoğunluğu ve özellikle de yabancı işgücüyle rekabet içinde bulunma durumunda olan işçilerin en alt tabakaları ve işsizler, yabancıların gelmesine karşı en militan takımı oluşturmaktadırlar. Bu sorunu nasıl çözecek? Bu çelişkinin varlığı ve çözümü konusunda tamamen susuyor.
287 Hâlbuki şunu bilmesi gerek, eğer bir sol hareket, zengin bir ülkede, sınırların kardırılmasını, dünyada iş gücünün serbest dolaşımını isterse, hiçbir şekilde destek bulma şansı yoktur. Bu Avrupa’da da, Japonya’da da Amerika veya Avustralya’da da böyledir. Ama öte yandan, bu ülkelerden birinde, ama özellikle de Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğu buna kazanılmazsa, yani kapitalizme karşı yönelmezse, insanlığın bir şansı yoktur. Negri bunun farkında, örneğin ABD’nin tayin önemini açıkça belirtiyor. Diyor ki: “İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır.” Doğru ama biz istemlerden değil de gerçek durumdan yola çıkarsak, ABD’de solun canlanmasının nasıl olabileceği üzerine kafa yormak zorundayız. Hâlbuki burada Negri, yukarıda sözü edilen soruna gözlerini kapıyor. Yani ABD’deki ücretlilerin ezici çoğunluğunun iş gücünün serbest dolaşımına karşı olduğu ve olacağı; sorunun bir ikna sorunu olmadığı, bütünüyle iktisadi konumla ilgili olduğu konusunda susuyor. Yani Dünya proletaryasının fiili bölünmüşlüğünde susuyor. Bu sefer kendini zengin ülkelerdeki yoksullukla ve yoksul ülkelerdeki zenginlikle şöyle avutuyor: “Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır. Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor.” Evet, dünyanın en büyük fakirliğini NewYork’ta ve en büyük zenginliğini yine o “Üçüncü Dünya”da görebilirsiniz. Ama Üçüncü dünyanın zengini nüfusun yüzde onuysa zengin ülkenin yoksulu da yüzde onudur. Bu yüzde onla ABD’de bir değişiklik mümkün değildir. İşin daha kötüsü, bu yüzde on, göçmen ile en çok rekabet içinde bulunacağından, en çok milliyetçi veya ırkçıdır da. Bu çıkmaz konusunda da hiç konuşmamaktadır. Yani Negri’nin kavrayışında ekonomi politik, sınıfların nesnel durumları kavrayışı pek yoktur. Sadece bu yok değildir, buna bağlı olarak dünya proletaryasının bölünmüşlüğü konusunda susmakta ve onu görmezden gelmektedir. Dolayısıyla bu bölünmüşlüğün nasıl aşılacağı gibi bir sorun da bulunmamaktadır. Ama tam da bunu görmediği için, bu zengin ülkelerin işçilerinin veya hadi çokluğunun nasıl kazanılabileceği sorusunu sormamaktadır. Negri de olmayan bir diğer sorun, kapitalizme karşı mücadeleyi hala bir klasik sosyalist geleneğe bağlı olarak bir üretim ve siyasi ilişkileri değiştirme olarak kavramasındadır. Negri’nin gündeminde, burjuva uygarlığına karşı başka bir uygarlığın programlaştırılması gereği; sadece devlet gibi siyasi araçların değil, maddi ve manevi araçların da tarafsız olmadığı ve
288 olamayacağı, dolayısıyla tıpkı burjuva devletinin sınıfsiz bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamayacağı gibi, bu uygarlığın maddi ve manevi araçlarının da kullanılamayacağı gibi sorunların en küçük bir izi bile bulunmamaktadır. Aslında, Negri’nin daha demokratik ve eşitlikçi ve ulusal sınırları kaldırmış dünyada tüm iş gücünün serbestçe dolaştığı sistem teorik olarak Kapitalizm ile çelişmez. Bu kapitalizm için ideal koşullar sağlar. Yani, meta üretiminin tasfiyesinden hiçbir söz bulunmamaktadır. Yani sadece sosyalist bir uygarlıktan söz etmemekle ve bunu problematize etmemekle kalmamaktadır; en temel koşul bile, meta üretiminin tasfiyesi bile bir hedef olarak ortada bulunmamaktadır. Dolayısıyla, programı ideal bir burjuva programıdır. Yani bu gün, burjuvazinin küçümsenmeyecek bir kesimi, iş gücünün serbest dolaşımı; ulusal sınırların kaldırılması; zenginlik farklarının azaltılmasına hiç de hayır demez. Bundan nesnel olarak çıkarlıdır. Bu şöyle bir duruma benzer: soyut olarak burjuvazinin toprağın kamusallaştırılmasıyla bir sorunu yoktur. Ama somut tarihte bunu istemez. Ama kendine sosyalist diyen demokratların önemli bir kısmı bu burjuva karakterdeki talebi savunur. Savunduğu aslında burjuvazinin bu nesnel eğilimidir. Negri’nin durumu biraz böyledir. Negri Modern ulus teorisini bilmediği için, bu günkü sistemin ırkçı karakterini kavramamakta ve ulus devlet ile burjuva uygarlığı buna karşılık ulusun bir inanç sorunu yapılması ile sosyalist bir uygarlık tasarımı arasındaki ilişkiyi de kavramamaktadır. Ulusçuluğun bir ırkçılığın aracı olduğunu görmemekte ve bunu kavramsal bir açıklamaya kavuşturamamaktadır. Örneğin şöyle şeyler diyor: “Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır.” Biz ise bunu şöyle formüle ediyoruz: ulusal olanla politik olanın bağının koparılması; ulusun kişinin bir seçim ve inanç sorunu olarak; kişisel bir sorun olarak alınması. Bizim önerimiz Ulusçuluğu, her biçimiyle reddeder. Negri’nin önerisi ise, oldukça muğlaktır. Sorunu sanki küresel bir ulusun yurttaşlığı gibi kavramaktadır. Burjuva uygarlığının dayandığı var oluş biçimini sorgulamamakta, ama bu ulusu, küresel bir ulus olarak düşünmektedir. Küresel dahi olsa o bir tek soyut küresel ulusla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamamaktadır. Yani başka bur uygarlık nosyonundan yoksundur. Ama Ulus ve Ulusçuluk konusundaki teorik eksiklik sadece burjuva uygarlığına karşı bir uygarlık ve dünyayı bir apartheit olarak kavrama yeteneği göstermeme konusunda ortaya çıkmamaktadır. Yani sadece ulusçuluğun bu günkü globalleşmede aslında aparthaitın, ırk ayrımcılığının bir aracı olduğunu kavramıyor; aynı zamanda; hala belli ülkelerde ulusal baskıya karşı mücadele konusunda kesin bir anlayışsızlık ve körlük olarak da ortaya çıkıyor. Örneğin Kürt ulusuna ilişkin söylediklerini bir hatırlayalım:
289 “Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz.” Burada, Kürdistan’daki ulusal mücadeleye ilişkin bir tek söz yok ve kesin bir kavrayışsızlık var. Hâlbuki ciddi bir devrimci stratejinin orta doğu gibi, dünyanın en kritik bölgesinde, Araplar Farslar ve Türkler arasında bölünmüş bu ulusal hareketin potansiyelleri konusunda kafa yorması; bu mücadelenin nasıl dünya çapındaki mücadeleye bağlanacağını sorması gerekir. Tabii bunları sormadığı için, bu demokratik karakterli hareketin başarısının ister istemez ne gibi sorunlarla karşılaşacağı gibi sorunlara da hiç değinmemektedir. Nasıl olacaktır da bu ezilen ulusun hareketi, şu dünya vatandaşlığı projesiyle birleştirilebilecektir. Böyle bir sorun da yoktur problem de. Ama sadece bu kadar değil, ulusçuluğun karmaşık nitelikleri konusunda da son derece suskunluk ve anlayışsızlık içindedir. Uluslar arası göçün nasıl ve hangi mekanizmalarla bir diyaspora ulusçuluğu yarattığı; bunun uzaktan kumandalı ve çoğu kez anavatandakinden daha şoven ve fosilleşmiş karakteri gibi sorunlar ve bunların politik mücadele bakımından yarattığı sorunlar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Yani göç olgusunun kendisi aynı zamanda cemaatlerin içe kapanması gibi sonuçlar da doğurmaktadır. Bu sorun nasıl çözülecektir mücadele bakımından. Farklı ulusçuluklar konusunda da hiçbir şey söylememektedir. Örneğin Kürt hareketi içinde, bir yanda PKK’nın ifade ettiği, etniye dile dayanmayan, coğrafyayla sınırlı, etni, dil vs.’yi ulus tanımının dışına iten, burjuvazinin devrimci dönemine has bir demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluk ile Barzani ve Talabani’de ifadsini bulan etni ve dile dayalı ulusçuluklar ve bunlar arasındaki mücadelenin ortaya çıkardığı sorunlar vs. konusunda da bir tek söz yok. Bütün bu sorunlar onun ufkunun dışında kalıyor. Elbet bu eleştiriler uzatılabilir. Negri’yi eleştirenler, onu edata fazla açılmakla, fazla ileri gitmekle eleştiriyorlar. Biz ise onu, yeterince açılmamakla; sonuçlarından korkup tekrar gizlice sahile dönmekle eleştiriyoruz. Bu bölüne son verirken Negri’nin iki kavramına ilişkin birkaç söz edelim. Negri’nin Roma’sız imparatorluk kavramının hiçbir karşılığı olmadığını düşünüyoruz. Aksine, dünya ticareti ve globalleşme imparatorluğu zorunlu kılar. Bütün imparatorlukların esas işlevi ticaret yollarının emniyetinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, globalleşme, Romalı bir imparatorluk eğiliminin nesnel temelidir. Bu imparatorluğun iki biçimi olabilir. Biri batı ortaçağında görülen, uygarlığın batıya yeterince yerleşmemişliğiyle ilgili olan; eşitler arasında birinci, aslında tepedeki imparatorun fazla bir gücünün olmadığı bir vasal ve süzerenler hiyerarşisi biçimindeki daha barbar ama tarihsel olarak kapitalizme geçişe olanak sağlamış imparatorluk biçimi. Diğeri, doğu imparatorlukları gibi, bir tek egemen sultanın mutlak merkezi biçimi altındaki imparatorluk.
290 Şimdilik gelişmeler birinci türden bir imparatorluğu zorluyor. Ama bu imparatorluk yerleştikçe ikincisine giden yola girer. Bütün imparatorluklar bu yolu izlemişlerdir. Bu anlamda, Üstte ABD, onun altında Avrupa ve Japonya, Onun altında Çin, Rusya gibi bir imparatorluk sistemi ilk elde gerçekleşebilir. Ama bu başka bir tartışmadır ve Negri’nin dediğiyle ilgisi yoktur. Ne var ki, Negri bu biçiminin gevşekliğini Romasız Romanın kanıtı gibi kavrama eğilimi taşıyabilir. Bu yanlıştır. Çokluğa gelince, bu tartışma başından yanlıştır. Biz, yeni sosyal hareketlerin çıktığından beri “çokluğu” savunuyoruz. Ama çokluk aynı zamanda birliktir de. Bu bir yanda işçi sınıfı bir yanda çokluk saçmalığı değildir. İşçi sınıfı çokluk olduğunda işçi sınıfı olur. Çokluk ta ancak işçi sınıfı olduğunda Çokluk olur. Bu saçma ikilemin dışındayız. Bu çok farklı öznelerin varlığı ve b.unların programatik, stratejik ve örgütsel olarak ortaya çıkardığı sorunlar da sosyalistler için bilinmez kalmaktadır. Negri ile bu bağlamda da buraya kadar eleştirdiğimiz bir pozisyondayız. Bir “çokluk”tan söz ederken haklıdır Negri. Ama bunu tanımlama, sorunları vs.de son derece belirsiz ve yüzeysel kalmaktadır.
(Bu yazı burada yarım kalmış. Yarım kalan yazının altında Negri’den alıntılar ve kısa hotlar var. Bunar aşağıda yer alıyor.)
Bu kitap, karşılıklı olarak birbirini ima eden iki kavramın etrafında dönüyor: İmparatorluk ve çokluk.
Sol iki yanlışa saplanmış durumda. Birincisi, küreselleşmenin totaliter, statükocu ve tıkanmış olarak görülmesidir. Bu bakış açısına göre, kapitalizm tamamen sermayenin baskıcı egemenliğinin bir çeşididir. Ve yine bu bakışa göre, kapitalizmin konseptine öncülük eden tüm ideolojik düşünce ekolleri devinimsiz ve dogmatiktir. İkinci büyük yanlış ise; kapitalizm, bir hukuk olarak her şeye hükmederken, solun küreselleşmeyi sadece totaliter bir fenomen biçiminde değerlendirerek ve ulusalcılığı esas alarak küreselleşmeye karşı direnmesidir. Sol ulusal sınırları tek zemin olarak kabul ediyor. Sermaye karşısında ulus-devleti güçlendiren her türlü politika yanlıştır. Bunun yerine küresel zemini direnişin maddi temeli olarak kabul etmeye ihtiyaç vardır. Bugün Avrupa’da çok karakteristik bir fenomen olarak Fransa’nın cumhuriyetçi devletinin korunumu var. Mesela Fransa’da yapılacak seçimlerde aday olan Chevenement, küreselleşmeye karşı ulus devleti savunan bir programla hem soldan hem ve sağdan oyları topluyor. Bugün yapılabilecek en büyük hata budur.
291 Peki siz nasıl bir küreselleşme öneriyorsunuz? Daha çok özgürlük, daha çok eşitlik, daha çok demokrasi ve adalet. Alternatif küreselleşmeden kastettiğimiz de zaten budur. Sözkonusu mevcut küreselleşmenin biçimi ve uygulanması eleştiri konusudur, küreselleşmenin kendisi değil. Kastettiğimiz daha üretken ve demokratik bir küreselleşmedir, küresel yurttaşlıktır. Bütün ezilenlerin evrensel yurttaşlık haklarını savunmaktır. * İnanıyorum ki, eğer sol canlanacaksa, Amerika’da da canlanmak zorundadır. Şimdiye kadar sol kendini hep emperyalizme karşı savaş ile ifade etti. Ama bence en önemli problem, sermayeye karşı örgütlenmektir. Günümüzün proletaryasını, yani göçmenleri, kadınları, işçileri, işsizleri, entelektüelleri örgütleyebilmek. Bunların ihtiyaçlarını, istemlerini organize edebilmek asıl problem. Bu aynı zamanda sosyal bir sorundur da. Bence bugün solun en temel problemi, göç hareketini takip etmemektir. Bugün sol bununla kurulmalı, sol, sınırları ortadan kaldırabilme yeteneğiyle ölçülmelidir. Eğer ürünlerin dünya çapında bir pazarı varsa, emek gücünün de ürünler gibi dolaşım serbestisine sahip olmaması anlaşılmazdır. İşte, sol bunun üzerinde yükselmelidir. Sol sözkonusu işgücünün dünyada yayılması için daha fazla göç hareketini örgütleme yeteneği üzerinden doğacaktır. Ve o zaman bu hareketliliğin, bu hareketlerin teminatı olma gerçeğinden doğmalıdır. * Halkların mücadelesi devam ediyor. Bir defa yaşadığımız koşullardan sıyrılmalıyız ve Üçüncü Dünya Teorisi’ni de artık terk etmemiz gerekiyor. Çünkü dünya düzeni sınırları buraya getirdi ve ulusal kurtuluş mücadeleleri de bazı sınırlar koydu. Bu mücadeleler tek tek insanların, ulusların, etnik grupların özgür olabilecekleri boşluklar yarattılar. Ama inanıyorum ki, bu eski bir teoridir, eski bir yöntemdir. Bugün kendini özgürleştirmeden, kendisini efendisinden kurtaran etnik gruplar bu kürenin içerisindedirler, dolayısıyla küreselleşmenin içerisindedirler. Üçüncü dünyacılığın sona ermesinin başka bir sebebi daha var: Çünkü fakir ve zengin sadece coğrafik çizgilerle ayrılmamışlardır. Birinci Dünya ve Üçüncü Dünya bugün aynı karışıklığı yaşamaktadır. Üçüncü Dünya’dan parçaları Los Angeles’ta, Birinci Dünya’dan parçaları Güney Afrika’da bulabilirsiniz. Üçüncü Dünya ya da coğrafi sınırlar içerisinde ulusal kriterlerin ön plana çıkarılması sorunların bir bütün olarak yanlış tahlil edilmesini beraberinde getiriyor. Sorunlarımız bazı kapitalistlerin bakış açısını önplana çıkarmak ya da Üçüncü Dünya’ya yardım etmek değil. Sorunumuz sınırları açmak ve çokluklar arasında haberleşme ağını sonuna kadar geliştirmektir. * Peki örgütlenemeyen, düşünce özgürlüğünden yararlanamayan kitleler nasıl haklarını savunacaklar?
292 Kaçarak... Nasıl yani? Gemileri, göçmenlerle doldurup doldurup Türkiye’yi boşaltmak gerekir. Bütün Batılı ülkeleri de bunu kabul etmeye zorlamak lazım. Şu anda devletler çok fazla güçlüler. Asalak halini almışlar. Tümüyle saf ve kuru şiddetçiler. Ulus-devletler basılmak üzere yaratılmış birer böcektirler. Ancak halkların reel ve aktif bir küreselleşme perspektifiyle modern olanı öldürüp yeni bir döneme girebiliriz. Modern olandan bahsettiğimiz zaman, elbette ki ulus-devletten bahsetmiş oluyoruz. Bugün ulus-devlet Ariel Sharon’dur. Filistin’de yaşananlar, çağımızın en korkunç olaylarıdır. Biz bunu saf hassasiyet ve dayanışmadan dolayı reddediyoruz. Yapılanlar vahşiliğin izleridir ve geçmişe aittir. * Kitabınızda ve konuşmalarınızda göç hareketinden sıkça bahsediyorsunuz. Mesela İtalya’da ve diğer birçok ülkede göçler, neredeyse yüzyılın felaketi olarak görülüyor. Neden felaket? Göç neyi tehdit ediyor? Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor, Marks bu hayaletin komünizm olduğunu söylemişti. Bugün ise dünya üzerindeki hayalet, göçlerdir ve bence göçmenler, İmparatorluğu istila eden 21’nci yüzyılın yeni ‘barbarlardır’. Ancak bu olumlu bir ‘barbarlıktır’. Ben göç hareketini sonuna kadar destekliyorum. İtalya’dan biliyoruz, Kürtler, diğer göçmenler o yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi, sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Nitekim insan cemaati de dolaşım yollarında kurulmuştur. Hareketlilik her zaman önemlidir. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketi oluşmadı. Evet felakettir, çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırlarını delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Oturup bu yeni istilacı ‘barbarların’ sonsuz yollarından yeni bir hayat tarzını nasıl oluşturacağımızı düşünmeliyiz. * Kürt hareketine ilişkin neler söyleyebileceksiniz? Kürt hareketinin en güçlü silahının göç olduğunu düşünüyorum. Batıdan yapabileceğimiz en iyi şey göç hareketine yardım etmektir. Her yolu kullanarak, yardım etmeliyiz. Biz buna uluslararası kardeşlik diyoruz, Kürt hareketine destek diyoruz. * Negri: İmparatorlugun emperyalizmi uluslararası sistemin örgütlenmesi açısından aştığı tezi bir eğilime dair bir tezdir. Bazılarının "Irak'ta Amerikan emperyalizmi" olarak adlandırdıkları
293 şey İmparatorluk'un ilerlemekte olduğunun belki de en ikna edici testidir. Amerikalılar Irak'ta kendi başına ayakta durabilecek bir yönetim kurmada başarısız oldular. Birleşmiş Milletler "önleyici savaş" üzerine bir karar almayı reddettikten sonra bile, yine bu kuruma başvurmak zorunda kaldıkları görüldü. Uluslararası düzeyde küçük düştüler. Bu savaş için gerekli parayı bile tahsil edemiyorlar. Ortaçağda İngiliz kralının aristokratlarından krallık savaşlarını finanse etmelerini istediğinde düştüğü duruma düştüler. O dönemdeki gibi bugün de aristokratlar, "temsiliyet yoksa vergi de yok" ilkesine göre, tam da Amerikalıların vermek istemediği bir şey istiyorlar: Irak hükümetine katılım.
Bakın, ben Amerikalıları savunmuyorum. Söylediğim olan bitenin Amerikalı, tek taraflı bir tepki, iflas etmiş emperyal modelleri yeniden kullanma girişiminden ibaret olduğu. İmparatorluk'un oluşumu eğilimi (açımlanırken - emrah) Amerikalılar askeri güçleri sayesinden süreçten mükemmel bir şekilde fayda sağlayabilirlerdi. Ancak onları durduran şey tam da bu eğilim oldu. İşaret ettiğiniz noktaları tekrar ederken çok dikkat etmek gerekir. O noktaları teker teker bir daha sayarsanız, size hepsini teker teker yanlışlayabilirim * Negri’nin sorunu şu, ulusal egemenlik ve ulus ilkesi yaşamak zorunda, çünkü, o bizzat dediği sınırları yıkalım talebinin arında da bunun yaşatılması yatmaktadır. * Antik İmparatorlukların temelinde ticaret ve ticaret yolları vardır. Ticaretin emniyetli bir şekilde yürüyebilmesi tüm imparatorlukların asli işidir. İmparatorluklar ticaret yolları boyunca oluşur ve yayılırlar. Sadece ticaretten doğmazlar aynı zamanda onu gelişimi ve yaygınlaşmasına da belli bir itilim verirler. Roma imparatorluğunun yaptığı yollar bu güne kadar gelmiştir. Osmanlı Ordusu’nun sefere giderken aynı zamanda yollar yaptığı anlatılır. Modern Kapitalizm için de durum farklı değildir. Britanya İmparatorluğu, her şeyden önce dünya ticaretinin gerçekleştiği deniz yolları üzerinde Britanya’nın egemenliği demekti. Hem ticaret yolları bir Britanya İmparatorluğunu gerekli ve olanaklı kılmıştı hem de bu imparatorluk dünya ticaretinin gelişmesini. Yirminci yüzyıl, bu gidişte bir duraklama ve gerileme olarak görülebilir. Şimdi Globalizm ile birlikte kapitalizm tekrar eski yörüngesine girmiş demektir. Komünist Manifesto’nun son yıllarda en çok aktarılan satırlarının bu globalleşme eğiliminin anlatıldığı satırlar olması bir rastlantı değildir.
294 Ama Globalleşme demek her şeyden önce mal ve para ticaretinin dünya çapında büyümesi ve gelişmesi demektir. Bu bakımdan, globalleşme, bu ticaretin emniyeti ve düzenli işlemesi ve bunun için maddi ve manevi koşulların oluşturulmasını zorlar. Bu ise, farklı çıkarların ve güçlerin olduğu bir dünyada, dünya çapında bir imparatorluğu zorunlu kılar. Yani kimilerinin sandığının aksine imparatorluk globalleşme ile çelişmez, aksine onun gelişmesinin koşuludur.
295
Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi, Politika ve Kültür Modern demek kapitalizm demektir. Kapitalizm ise her şeyden önce genelleşmiş bir Meta üretimi demektir. Her şeyin bir meta halini alması demektir. Meta ise, çevremizdeki bütün var olan ürün ve maddelerden, içindeki değişim değeri ile kendini ayırır. Bu değişim değeri ise, onun içinde yoğunlaşmış emektir. Emeğin bir tek ölçüsü vardır: Zaman. Değer olarak yoğunlaşmış emeğin, bir uzman işçinin ya da bir çocuğun, bir kadının, bir siyahın, bir Almanın, bir Kürdün emeği olmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bu emeği yaratan şeyin kendisi de yine değişim değeriyle tanımlanan bir metadır: İşgücü. Bu metanın bütün diğer metalardan farklı bir özelliği vardır. Kendisinin tüketilmesi esnasında ortaya çıkan emek miktarı, onun kendisinin, yani iş gücünün yeniden üretilmesi için gerekenden emek miktarından fazladır. Yani bu işgücü denen malı kullandığınızda, artı değer denen bir artık elde edersiniz. Onun kullanım değeri budur. Kapitalizmin özü burada gizlidir. O halde, nasıl her hangi bir malın kullanım değerinin onun değişim değerini belirlemesi söz konusu değilse, yani nasıl kar sağladıkça, bir at ya da otomobil satmanın hiçbir farkı yoksa; iş gücü denen metaı satan işçinin, siyah ya da beyaz, kadın ya da erkek, Kürt ya da Arap, çocuk ya da yaşlı olmasının hiçbir önemi yoktur. Diğer bir deyişle, Kapitalizm saf haliyle ele alınırsa, tıpkı bir kilo pamuk ile bir kilo demirin boşlukta aynı hızlarla düşmesi gibi, o cinsler, ırklar, uluslar, kullanım değerleri karşısında nötrdür, tarafsızdır. Ulusal baskılar, ırksal baskılar, kadın cinsi üzerindeki baskılar, çevre felaketleri vs. gibi, “Yeni Sosyal Hareketleri” yaratan sorunlar ve çelişkiler, Kapitalin (Sermayenin) kendi iç mantığının, ya da değer yasasının bir ürünü olarak ortaya çıkmazlar ya da onlar onun zorunlu bir koşulu değildir. Örneğin, insanlar cinsiyetsiz olup, solucanlar gibi çift cinsiyetli yaratıklar olsalar ve bunun sonucu olarak da, kapitalizmin doğduğu dünyada, geçmişten kalan bir cinsel farklılık ve baskı olmasaydı, kapitalizm yine olurdu. Hem de bu günkü kapitalizmden daha mükemmel bir kapitalizm olurdu bu. Sermaye saf hareketine daha da yakın bir biçimde bu hareketini gerçekleştirirdi. Örneğin “Irklar” olmasaydı ya da insanların hepsi aynı dili konuşsaydı, aynı toplumsal kültürel kotlara sahip olsalardı, Kapitalizm her türlü ulusal ayrımdan sınırdan azade bir tek dünya pazarında çok daha mükemmel ve hızlı gelişirdi. Böyle bir dünya kapitalizmin var oluşu ve gelişmesi için bir engel teşkil etmez, aksine onun en ideal biçimde, en saf biçimde gerçekleşmesinin koşullarını yaratırdı. Tıpkı, Marks’ın Kapital’inde ele aldığı gibi, saf bir kapitalizmde olabileceği şekilde olurdu her şey.
296 Ya da kullanım değerlerinin fiziksel özellikleri çevreyi tahrip edecek nitelikte olmasaydı veya dünya bu tahribatın önemsenmeyeceği kadar büyük olsaydı, bu kapitalizmin işleyişinde en küçük bir değişiklik gerektirmezdi. İşte kapitalizmin o muazzam esnekliğini yaratan da tamı tamına sermayenin, yani değişim değerinin bu cinsler, ırklar, uluslar vs. karşısındaki nötr karakteridir. Tabii burada otomatikman şu soru ortaya çıkıyor: sermaye bunlar karşısında nötr ise, kapitalizm uluslar, ırklar, cinsler karşısında nötr ise, kapitalizm doğduğundan beri insanların milyarlarcasının ölümüne ve acılar içinde bir yaşam sürmesine yol açan nedir? Eğer dendiği gibi kapitalizm bunlar karşısında nötr olsaydı, ırkçılığın, ulusal ayrımcılığın vs. bu dünyadan şimdiye kadar yok olması; kapitalizmin bunları tasfiye etmesi gerekirdi. Tarih ise tam aksini gösteriyor. Böyle bir akıl yürütme, çocuksu bir akıl yürütmedir. Sermayenin saf hareketinin yasalarından hareketle dünya tarihini açıklama çabasıdır. İşin ilginci, bizzat Das Kapital’in yazarı Marks’ın ve arkadaşı Engels’in ilk eserlerinde de bu türden bir kestirmeden akıl yürütme vardır. O çok yerde ifade edilen “Hindistan’da İngiliz Egemenliği” gibi makalelerde; Komünist Manifesto’da ifadesini bulan tamı tamına bu akıl yürütmedir. Sermayenin gelişmesi ve yayılmasıyla birlikte bu tür ayrımların ortadan kaldıracağı. İşte kapitalizme o muazzam esnekliğini kazandıran da, Marks’ın Kapital’ine o eskimezliği ve giderek artan bir tazeliği bahşeden de tamı tamına bu kapitalizmin bu nötral karakteridir. Ulusal, cinsel, ırksal baskılara karşı mücadeleler veya çevreci hareketler başarılara ulaştıklarında eninde sonunda kapitalizme sadece yeni bir dinamizm kazandırmaktan, onu daha mükemmelleştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Ama Marks’ın eserinde ele aldığı da işte saf ve mükemmel bir kapitalizmdir. Yani, kapitalizm ne kadar gelişirse, genelleşmiş meta üretimi ne kadar dünyaya yayılır ve yaşamın tüm alanlarını istila ederse, o kadar Marks’ın analiz ettiği, Kapitalizm’e yaklaşır. Buna karşılık, Marksizm’in evrimi de, tam tersi yönde işler. Marksizm geliştikçe, şu var olan, hiç de o Marks’ın ilk eserlerinde tahmin edilene uygun davranmayan ve Kapital’de ele alınmayan somut ya da tarihsel kapitalizmi daha iyi anlayacak kavramsal araçlar geliştirir. Bu öyle bir gidiştir ki, Kapitalizm ve Marksizm’in evrimlerinin yüz yıllar sürmesi halinde, Kapitalizm, tam da Kapital’de çözümlenen saf bir Kapitalizm haline geldiğinde, Marksizm de onun tüm bu noktaya gelinceye kadar kat ettiği somut ve karmaşık yolu açıklayacak kavramsal araçlara sahip olacaktır. Ama bu sefer bu kavramsal araçlar, artık saf kapitalizmde işçi sınıfından, yani işgücünü satanlar ve sermayedarlardan başka ciddiye alınabilir bir toplumsal güç olmayacağından muhtemelen bir pratik ve politik bir işlevleri olmayacaktır. O zaman onunla mücadele için, Marksizm’in doğuşundaki, Kapital’deki kavram ve çıkarsamalar gerekli teorik temeli rahatlıkla sağlayacaklardır. Bu bakımdan Kapital’in çok erken yazılmış bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Ve o tam da bu nedenle, eskidikçe gençleşme ve tazeliği pekiştirme gibi bir özelliğe sahiptir.
297 Marks ve Engels’in başlangıçtaki ve daha sonraki kuşakların temel hatası, saf biçimiyle sermayenin hareketinden somut tarihe ilişkin sonuçlar çıkarmadır. Hâlbuki sermayenin saf hareketi başkadır, Somut veya gerçek tarihsel hareketi başkadır. Kapital’in mantığından, bir kadın hareketinin, ulusal kurtuluş hareketlerinin, ırkçı hareketlerin, çevre hareketlerinin ve bu hareketleri yaratan öznelerin varlığına dair bir sonuç çıkarılamaz. Çünkü orada saf haliyle kapitalizm ele alınmaktadır. Kapitalizm evirildikçe, çok uzun bir zamana yayılarak, hem de bu gibi sorunlardan çıkmış öznelerin mücadelelerinin sonucu, saf haline daha yaklaşmakta, yani Kapital’de ele alınan kapitalizme benzemektedir. Ama somut tarihte, kadın hareketleri, ulusal hareketler, köylü hareketleri vs. ortaya çıkarlar. Peki, bunu yaratan nedir diye sorduğumuzda SERMAYENİN GERÇEK TARİHSEL HAREKETİ ile karşı karşıya geliriz. Ve Marksizm’in evrimi, aslında Sermeyenin Gerçek Tarihsel Hareketinin anlaşılmasının tarihidir. Daha Marks’ın Kapital’inde bile bu yönde adım atılır. Marks’ın eseri, soyut bir kapitalizmden somut bir kapitalizme doğru adım adım gidecek şekilde planlanmıştı. Ama Marks bu somuta gidişin, sadece çok küçük bir bölümünü gerçekleştirebildi. Bunu Rant Teorisi alanında yaptı. (Elbette Marks’ın eserinde Kadınların, çocukların, köylülerin, sömürgelerin ezilmesi, sömürülmesi ve soyulması yönünde yüzlerce gönderme vardır. Ama bunlar tahlilin bir aracı olarak ele alınmamakta, incelenen soyut süreci anlatmak için somut tarihsel örnekler işlevi görmektedirler. Bu örnekleri çözümlemenin kendisi ve kavramsal aracı olarak görmek büyük bir yanılgı olur.) Örneğin Üçüncü ciltte Rant, (toprak geliri) ele alınır. Rant konusu tipiktir. Tıpkı yukarıda sözünü ettiğimiz ayrımlar gibidir. Toprak üzerindeki mülkiyete, sermayenin ya da kapitalizmin kendi saf mantığı bakımından bir gerek yoktur. Aksine toprak üzerinde özel mülkiyetin olmaması kapitalizmin çok daha mükemmel ve iyi işlemesine yarar. Zaten tam da bu nedenle, en radikal burjuva zümre ya da aydınları, toprakların kamulaştırılmasını talep ederler. Ama gerçek hayatta ya da somut tarihte kapitalizm toprak üzerinde özel mülkiyetin olduğu bir dünyada doğmuştur ve bu da kapitalistleri, büyük toprak sahiplerine artı değerden rant denen haracı vermek zorunda bırakmıştır. Böylece Büyük Toprak Sahipleri ile Kapitalistler denen iki farklı toplumsal sınıfın ilişkileri ortaya çıkmıştır. Ama bu sınıfsal ilişkiler, politika ve devlet aracılığıyla ekonomi üzerinde bir karşı etkide bulunur ve kapitalizmin tarihsel hareketini ek olarak çarpıtır. Yani somut tarihsel harekette, örneğin toprak mülkiyeti analize katılınca, çok komplike süreçler devreye girmektedir. Ama bunun politik mücadele bakımından en önemli sonucu, sınıf ilişkilerinin değişmesidir. Burjuvazi, işçilerden korkusundan büyük Toprak sahipleriyle uzlaşır ve hiç de o saf kapitalizmde sermayenin mantığının gerektiği gibi davranmaz. Ama sadece toprak mülkiyeti bakımından böyle değildir, böyle yüzlerce faktör daha vardır o somut tarihsel hareketi etkileyen.
298 Engels’ten bir örnek verelim. Engels, gençliklerinde yaptıkları metodolojik hatanın aynısını kadın konusunda yapar. Kapitalizmin geliştikçe fiilen kadın erkek eşitliğini gerçekleştireceğini, Aile’nin yok olacağını söyler. Dolayısıyla böyle bir analizde, Kadınların Kadın olarak ezilmelerinden dolayı, bir mücadele öznesi olarak varlıkları ön görülmez. Sorunu zaten kapitalizm bir biçimde halletmektedir. Ama somut tarihte böyle olmadığı görülüyor. Evet, kapitalizm kendi saf mantığı bakımından Aile’yi gerektirmez, kadın ya da erkek olmuş, iş gücünün cinsiyeti onu ilgilendirmez. Ama somut kadınların altta ve ailenin olduğu bir dünyada, bunlar kapitalizmin hareketi üzerinde bir karşı etkide bulunurlar; onlar kapitalizmi kapitalizm onları çarpıtır. Aile içinde kadının ödenmemiş emeği, iş gücünün fiyatının düşük olmasının bu da yine kapitalizmin mantığı gereği, kar oranlarının yükselişinin bir koşuludur. Ayrıca ailenin birçok başka boyutları da vardır. Örneğin, her şeyin metalaştığı bir dünyada, çıkara dayanmayan ilişkinin son sığınağı, bu anlamda insanlar için ara sıra soluk alacak küçük bir deliktir. Örneğin aile, ezilen erkek işçiye, ezilmesinin acısını çıkaracağı, bir başka ezilen bahşeder. Böylece kadının ezeni olarak o kapitalizmin ezileni olarak başka türlü davranışlar göstermeye başlar. Ezen sınıflar bunu kendi tecrübeleriyle bilirler. Örneğin Türk ordusu gibi ordularda, diğer askerleri ezmek için en çok ezilmişler onbaşı ya da çavuş yapılır. Böylece kadının ezilmesi, Erkek işçinin sömürü ve baskıya tepkisine karşı bir sibop işlevi görür. Kadını buna tepkisi ise, kapitalizmi tehdit edici bir sosyal hareket dönüşemez. Örnekler cinsel hayatın ve bilinçaltının psikolojik mekanizmalarından otoriter bir eğitime kadar çok geniş bir alana yayılabilir. Böylece kapitalizmin soyut hareketi bakımından İşçi hareketi olup, kadın hareketi olmaması gerekirken, aile yok olup fiili bir eşitleme ortaya çıkması gerekirken, bambaşka bir şey ortaya çıkar. Aile yok olacağına kapitalistler ve burjuva hükümetler onu güçlendirmek için tedbirler alır. Bu gibi nedenlerle, İşçi hareketi adeta kaybolur kadın hareketi ortaya çıkar. Bu Kapital’deki resmin tam zıddıdır. Engels’in ön görüsünün tam zıddıdır. Bu zıtlığı yaratan tam da sermayenin somut tarihsel hareketidir. Ve bu somut tarihsel hareket sonucu ortaya çıkan hareketler ve özneler, kendi varlıklarını ve kendilerini yaratan sorunları açıklamaya kalktığında, tamı tamına bu Sermayenin gerçek tarihsel hareketini analiz sorunuyla karşılaşmakta ve bilmeden veya bilinçli, Marksizm’i bu yönde geliştirmektedirler. Böylece Marksizm’e en büyük katkıların işçi hareketinin dışında, başka hareketler içinden, ya da o hareketlerin içindeki işçi sınıfının eğilimlerine denk düşenlerden gelmesi gibi bir paradoks da ortaya çıkar. Bu paradoksun açıklaması da bizzat bu somut tarihsel hareketin kendisindedir. Öte yandan şu da görülür: kadın hareketinin elde ettiği başarılar (Ulusal, ırksal baskıya karşı hareketler vs.de de durum aynıdır.) kapitalizmi sarsmak bir yana güçlendirir, ona bir dinamizm ve tazelik kazandırır. Çünkü mücadelesinin sonuçları aslında kapitalizmi saf haline yaklaştırır. Kadın hareketinin başarısından sonra, bu günün batı ülkeleri, Engels’in ön görüsüne yaklaşmıştır. Gerçekten aile fiilen yok olur. Batı’nın büyük şehirlerinde nüfusun yarısından fazlası “single” (tek) yaşar. “Aile” kaldığında bile artık, iş gücünün yeniden üretiminden ziyade, iş gücünün
299 yeniden üretiminin değil, tüm ilişkilerin metalaştığı bir dünyada bir parça yumuşaklık ve sıcak bir kovuk, insani bir ilişki aramanın aracı olarak kalır. Böylece Engels’in çıkarsaması saf kapitalizme dayandığından kadın hareketini öngörmez, ama kapitalizmin somut tarihsel hareketin sonucu kadın hareketi var olup da belli bir başarı kazandığında Engels’in kehanetini doğrular ya da var olan kapitalizmi o kehanete yaklaştırır çünkü var olan kapitalizm daha çok saf kapitalizme benzemiş olur. Ama bu bize aynı zamanda sosyal hareketlerin niçin ortaya çıktıkları mücadelelerin suyu çekildiğinde kapitalizmin en iyi kadroları haline geldiğini de açıklar. Kapitalizm genel tarihsel eğilimini uzun ve dolaylı bir yoldan gerçekleştirmekte ve bu sosyal hareketleri bu tarihsel eğilimin gerçekleşmesi aracı olarak kullandığı gibi, bu sosyal hareketler aynı zamanda kapitalizmin yeni halinin ihtiyaçlarına uygun kültürel dönüşümlerin aracı işlevi görmektedir. Kişilerin niyetlerinden ve kendilerin tanımlamalarından öte nesnel bir süreçtir bu. Altmış sekizlilerin dünyanın her yerinde kapitalizme esneklik kazandıran siyasi ve kültürlü kadrolar olması bir rastlantı değildir. Ayrıca bu sadece sosyalizmi bayrak etmiş hareketlere has da değildir. Kadın hareketi, ulusal hareketler, siyahların hareketleri, politik İslam vs. hep aynı sonucu verirler, bayrak yaptıkları ideolojilerden ve kendileri hakkındaki nitelemelerinden bağımsız olarak, yaptıkları son duruşmada her zaman kapitalizmi saf haline biraz daha yaklaştırmak ama aynı zamanda bunun için gerekli kültürel dönüşümü sağlamak olmuştur. Hareketlerin sosyal başarıları demek, ideolojik yenilgileri demektir. Aynı zamanda kendilerini var eden temelin yok olması demektir. Irk ayrımcılığı giderilmiş bir kapitalizmde ırkçılığa karşı bir hareketin maddi temeli olmaz. Irk ayrımcılığının bukağılarından kurtulmuş bir kapitalizm ihtiyaç duyduğu, ırkçı yargılardan kurtulmuş insanları, politik ve kültürel kadroları, bizzat bu hareketler hareket eğitirler. Böylece, kültür ve politikanın yer değiştirmesine geliyoruz. Proletarya, politikayı, yani siyasi iktidarın fethini, toplumsal zenginliklerin önemli bir bölümünü ezilen ve cahil bırakılmış geniş yığınların kültürel gelişim veya bu gelişimin en temel maddi koşullarını sağlamak aracıyla kullanmak zorundayken; Kapitalizm, politikayı, yani kendisinin gerçek tarihsel hareketinin ortaya çıkardığı sorunlara karşı mücadele edenleri, kendisi için gerekli kültürel değişikliklerin aracı olarak kullanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, politik hareketler kültürel modernleşmenin, yani kapitalizme uygun insanların kültürel şekillenmesinin bir aracı olarak işlev görmektedirler. Buradaki elbet bilinçli bir kullanma değildir, nesnel olarak böyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Niçin böyle nesnel bir sonucun ortaya çıktığı ise zaten bu yazıda açıklanıyor. Çünkü saf kapitalizm, işgücü sömürüsü hariç, bütün diğer baskı biçimleri karşısında özü itibariyle nötrdür. Zaten sorun, somut tarihsel harekette hangi mekanizmalarla bu nötr oluşun kısa ve orta vadede yok oluşudur. 06 Ocak 2004 Salı
300
Teori ve Politika Teori demek, yüzey akıntısı değil dip akıntısı; görünen değil, görünenin zıttı biçimindeki özü; birbiriyle ilgisiz görünen olgular arasındaki görünmez ortaklık demektir. Teori demek genelleme demektir. Gericilik dönemlerinde insanlar genelleme yeteneklerini yitirirler. Diğer bir deyişle teoriye olan ilgi kaybolur. Kaybolur çünkü, bilimlerin ilerlemesine pratik ihtiyaçlar yüzlerce üniversiteden daha büyük atılım verirler. Toplumsal bir hareketlenme, bir mücadele yoksa, teoriye ihtiyaç, dolayısıyla genelleme yeteneği de yok olur. Bu nedenle toplum bilimleri alanında bütün büyük ilerlemeler her zaman modern işçi sınıfının hareketlerinin ayak izleri üzerinde gerçekleşir. Marksizm, Fransa, İngiltere ve Almanya’daki işçi hareketinin yükselişinin çocuğudur. Bir benzeri hala gelmemiş, o her biri bir zirve ve teorisyen olan ve o zirvelerin içinden Lenin, Troçki gibi daha büyük zirveleri çıkarmış Rus Devrimcileri kuşağı, Rusya’nın genç ve yükselen işçi sınıfı ve onun hareketi olmadan tasavvur bile edilemezdi. Türkiye sosyalist hareketinin hala aşılamayan iki önemli ismi olan Kıvılcımlı Hikmet ve Nazım Hikmet, doğrudan 1917 – 23 dönemindeki dünyada bir eşi daha bulunmayan işçi hareketi yükselişinin çocuğudurlar. 1960’larda önce DİSK’i, DİSK’ten önce TİP’i yaratan işçi hareketleri olmasaydı, Türkiye tarihinde bir eşi benzeri daha gelmemiş, o altmışlı yılların teoriye olan açlığı ve teorik tartışmaları düşünülemezdi bile. Teori çoğu kez, ağzı laf yapma, entelektüalizm ve akademisyen kırkambarlığıyla karıştırılır. Teori ancak bunlara karşı ve bunlarla mücadele içinde gelişir. Teori sadece pratikten beslenmez, kendisi en can alıcı pratiktir; teorik pratiktir, praksistir. Evet teori, modern işçi hareketinin ayak izleri üzerinde yürür ama, bir kere ortaya çıktı mı, onun kendi bağımsız bir dinamiği de hükmünü icra eder. Walter Benjamin veya Adorno’nun katkıları, yükselen bir işçi hareketinin değil, dünya tarihsel yenilgilerin damgasını taşırlar ve o yenilgilerin sorularına cevap ararlar. Bu yenilgide yapılan katkılar, yeni yükselişlere maya olurlar. Yeni bir yükseliş o gericilik dönemlerinde akıntıya karşı yapılmış birikimler ve geleneklere dayanarak gerçekleşir. 1968 yükselişi örneğin, Almanya’da Frankfurt Okulu’nun bu gericilik dönemlerinde açılmış teorik kanallarında birikti. Türkiye’de altmışlardaki hareket ilerledikçe, eski sosyalistlere yöneldi. Öyle ki, 15-16 Haziran İşçi hareketi zirvesinden sonra örneğin, Kıvılcımlı gibi en eski ve en teorik sosyalistin depolarda çürüyen kitapları birkaç haftada tükenip, yeni baskılar yaptı.
301 Bu gün zerrece bir teorik dinamizmin olmadığı; insanların genelleme yeteneklerini; teoriye olan ilgilerini yitirdiği bir dönemde yaşıyoruz. İşçi hareketinin yeni bir yükselişi, nerede ve nasıl gerçekleşir bilmiyoruz. Muhtemelen Uzak Doğu’da, Pasifik kıyılarında, bu günkü dünya ekonomisinin en dinamik olduğu, dolayısıyla en genç ve dinamik işçi sınıfının en korkunç sömürü altında şekillendiği bölgede. Uzak Doğu’nun elektronik aletleri evleri feth etmişken, filmleri sinemaları yavaş yavaş feth ederken, bütün bunları yaratan milyonlarca işçinin hareketi ve bunların teoriye getireceği dinamizm de er veya geç zamanla etkisini gösterecektir. Ama ne olursa olsun, tarihin genel eğilimleri günün acil görevlerinin yerine geçirilemez. Ve hiçbir hareket de gökten zembille inmez, daima var olandan yola çıkar. O halde, bu gün giderek artan bir ihtiyaç kendini dayatmaktadır: bir zamanlar Adorno, Benjamin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin yaptığını yapacak, Akıntıya Karşı yüzecek teorik ve ideolojik mücadeleye müthiş bir gereksinim var. Evet teori İşçi hareketinin ayak izlerinde yürür ama modern işçi hareketi ve diğer toplumsal hareketler de, teorinin ışığı olmadan karanlıkta yola çıkmaya cesaret edemez. Son yıllarda toplumsal hareketlerin bu kadar zayıf ve soluksuz kalışının bir nedeni de teorik ve ideolojik zayıflıktır. Güçlü bir demokratik hareket için bile, güçlü bir teorik çabaya ihtiyaç var. Teorinin gücü hiç küçümsenmeye gelmez. O tıpkı gravitasyon gibidir. Gravitasyon, atom çekirdeğindeki güçler veya elektromanyetik güç karşısında neredeyse hiç denecek kadar zayıftır. Ama uzak mesafeler ve büyük kütleler söz konusu olduğunda, evrenin kaderini o belirler. Teori de öyledir, milyonlarca insanın eylemi ve uzun dönemler söz konusu olduğunda, son sözü teori ve onun ifadesi olan programlar söyler. 05 Ekim 2004 Salı
[email protected] http://www.comlink.de/demir/
302
Umutsuzluk İlkesi İşçi Hareketi tarihindeki en büyük bozgunu yirmili ve otuzlu yıllarda yaşadı. Bu dönemde, bütün işçi sınıfı içinde zaten çok ince bir katman oluşturan devrimci işçi hareketinin son kalıntıları İspanya’da, Almanya’daki Konsantrasyon kamplarında ve Sovyetlerdeki kamplarda fizik olarak yok oldu. O zamandan beri dünyada devrimci bir işçi hareketi yok. Bundan sonra işçi hareketi var olduğu kadarıyla, sendika bürokratlarının kontrolünde, insanlığın önüne bir proje sunmaktan uzak bir burjuva sosyalizmi, bir tür bürokratik sosyalizm olarak var oldu. İşçi sınıfının daha alt kesimleri ise, radikal devrimci demokratik hareketler içinde kendilerini ifade ettiler. Dolayısıyla, paradoksal görünebilir ama yirminci yüzyılın tarihi, devrimci bir işçi hareketinin yok oluşunun ve yokluğunun tarihidir. Yine paradoksal gelebilir ama devrimci bir işçi hareketinin fiilen yokluğu, devrimci demokrasinin, yani köylülüğün, küçük burjuvazinin, ulusal hareketlerin var oluşunu mümkün kılmıştır. Devrimci bir işçi hareketinin var olduğu bir dünyada, kapitalizm ve emperyalizm ayakta duramazdı, kapitalizm ve emperyalizmin ayakta duramadığı bir dünyada, ulusal baskılar, köylülük üzerindeki baskılar, anti demokratik rejimler var olamazdı. İşçi Hareketi devrimci demokrasinin özlem ve taleplerini, kendi hedeflerinin bir yan ürünü olarak geçer ayak gerçekleştireceğinden, bu hareketlerin var oluş koşulları ortadan kalkardı. Ama devrimci bir işçi hareketinin fiili yokluğu sadece devrimci demokrasinin var oluşunun koşullarını yaratmamış, aynı zamanda, onun kendisini sosyalist bir hareketmiş gibi algılamasına ve sosyalist ideolojiye sahip çıkmasına da yol açmıştır. Eğer yüzyılın başında olduğu gibi, sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi, devrimci demokrasinin yanında var olsaydı: devrimci demokrasi, devrimci işçi hareketin sosyalizmine karşı her zaman soğuk ve bağışık kalırdı. Ama devrimci demokrasi tarafından Ekim Devrimi’nin prestiji nedeniyle benimsenen sosyalizm, artık milliyetçi, bütün devrimci ve demokratik özünden soyulmuş, bir bürokratik kastın çıkarlarını savunan sosyalizm olduğu için, devrimci demokrasi burjuva devrimlerinin devrimci demokrasisi bile değildi artık. Devrimci demokratik idealler, yani sınırsız bir örgütlenme ve fikir özgürlüğü ve partiler; dil veya etniye değil, yurttaşlığa, tüm dillerin ve ulusların eşitliğine dayanan rejimler, devrimci işçi hareketini ezerek iktidar olmuş bürokrasinin çıkarlarıyla uyuşmazdı. Bu nedenle paradoksal gibi görünebilir ama, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş bütün sosyalist devrimler ve hareketler sosyolojik olarak devrimci demokratik (yani köylülüğe dayanan) ama politik, programatik ve ideolojik olarak demokratik bile olmayan hareketler ve rejimlerdir.
303 Böylece sosyalist ve devrimci bir işçi hareketi olmadığı için, var olabilen ve kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devletler, yine aynı nedenle devrimci demokratik değildirler. Ama bu devrimci demokratik olmama, onu içinde taşıyarak aşma anlamında, yani işçi hareketindeki anlamında değil, devrimci demokrasiden geriye düşme anlamındadır. Dolayısıyla yirminci yüzyılı sadece devrimci bir işçi hareketinin yokluğu değil, gerçek devrimci demokratik hareketlerin ve rejimlerin yokluğu da karakterize eder. Bu nedenle yirminci yüzyılın bütün büyük devrimleri, sosyalist oldukları ölçüde devrimci demokratik olmaktan uzaktırlar. Bugün, o dönemin (Yirminci Yüzyılın) kalıntısı olarak var olan bütün sosyalist hareketler, yüzyılın ilk üçte birinde yok olmuş işçi hareketinin değil, bu yok oluş sayesinde var olup kendini sosyalist olarak tanımlama olanağı bulmuş, artık devrimci demokratik bir programı bile olmayan bir hareketin kalıntılarıdırlar. Örgütlü işçiler veya gelişmiş ülkelerdeki sosyalist hareketler ise, sendika ya da parti bürokrasilerinin, reformizmin, burjuva sosyalizminin ifadeleri ve kalıntılarındırlar. Yüzyılın başında yok olmuş devrimci işçi hareketinin kalıntıları, sadece, burjuva kültürünü özümleyerek aşmış, işçi hareketinin devrimci geleneğiyle tanışmış teorisyenlerin eserlerinde, bir sosyal hareket değil, bir düşünsel hareket olarak varlığını sürdürebilmiştir. Somut politik hareketten zorunlu ya da bilinçli olarak uzak olduğu, kendini anlaşılmazlığa ve yalnızlığa mahkûm ettiği ölçüde devrimci işçi hareketinin devrimciliğini, eleştirelliğini ve bağımsızlığını koruyabilmiştir (Adorno, Benjamin, Kıvılcımlı, vb. ) Politik harekete enerjisini verdiğinde ise, devrimci demokrasinin ve burjuva sosyalizmlerinin egemen olduğu dünyada, küçük grupların tüketici ve çürütücü dinamikleri altında enerjisinin büyük bölümünü harcamak zorunda kalmıştır. (Troçki, Mandel ve yine bir anlamda Kıvılcımlı). Bu gün var olan sosyalist parti, eğilim veya hareketlerin hiç birisi, yirminci yüzyılın ilk üçte biri sonunda yok olmuş bu işçi hareketinin veya onun düşünsel geleneklerinin devamcısı ya da kalıntısı değildirler. Reformistleri bürokrasinin veya burjuva sosyalizminin, radikalleri, kendini sosyalist olarak tanımlayan devrimci demokrasinin kalıntılarıdırlar. Bu nedenle devrimci işçi hareketini canlandırmaları söz konusu olamaz. Geleceğin devrimci işçi hareketi, otuzlarda fiilen tasfiye olmuş, daha sonra düşünsel olarak varlığını sürdürebilmiş bu geleneğe dayanarak ve onu aşarak var olabilir. Ortalıktaki sosyalist hareketler ise, bu geleneğin yokluğu ve inkârı üzerinde var olabildiklerinden, böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeleri olası değildir. Zaten ancak onların yok oluşu ve dağılışı ve inkârlarıyla bu geleneğe bağlanışlar ortaya çıkabilir. Yükselen bir harekete dayanan devrimci demokratik hareketlerin, Sovyetlerin çöküşü, dolayısıyla sosyalizm diye bildikleri bürokratik kastın ideolojisinin itibar yitirişi koşullarında, burjuva devrimleri çağının devrimci demokratik ideallerine ve programına dönüşü gerçekleşebilir.
304 Ne var ki burjuva devrimlerinin ideallerin yarattığı bu uygarlığın, bu gün içinde bulunduğu çöküş nedeniyle, sosyalist söylemli ve demokratik olmayan devrimci demokrasinin yerini, yine demokratik bir programı olmayan, İslam radikalizminin alması veya kendisinin ona dönüşmesi daha büyük bir olasılıktır. Örgütlü işçi hareketi veya zengin ülkelerin işçi hareketi ise, giderek, daha Avrupa veya batı merkezli olma, kendini radikal bir İslam biçiminde dışa vuran devrimci demokrasiye giderek düşman bir tavra doğru kayma eğilimi gösterir. Böylece İşçi hareketinin siyah ve beyaz bölünmesi; ya da burjuva reformizmi ve küçük burjuva radikalizmi bölünmesi -ki hepsi aynı olgunun farklı görünüşleridir son duruşmada- tarihte aldığı en keskin biçimi alarak, “radikal politik İslam” ve “laik sosyalizm” ayrılığı biçiminde ortaya çıkabilir. Bütün bu karmaşık Gordiyos düğümünü yaratan, tarihin yumağının tersinden çözülmesidir. İleri ülkelerde sosyalist devrimlerin olmamasıdır. Ya da Rusya gibi geri bir ülkedeki devrimin, Batı’nın zengin ülkelerinde devrimlere yol açmamasıdır. Tarihin bu yola gidişi, o zamanın hiç olmazsa var olan bu nesnel olanağını giderek ortadan kaldırmaktadır. Devrimci işçi hareketi tasfiye olduğu için, yoksul ve zengin ülkeler arasındaki fark böylesine büyük ölçülere ulaşmıştır ve artık böylesine büyük ölçülere ulaştığı için, devrimci bir işçi hareketinin yeniden doğuşu giderek zayıflayan bir olasılık haline gelmektedir. Ama bu olasılık ne kadar zayıflarsa zayıflasın, hep yine de bir olasılık olarak kalır. İşte bu olasılıktır insanlık yaşarsa onu yaşatabilecek olan. Evrenin kendisi de öyle değil midir? Dört temel kuvvetten birindeki küçücük bir farklılık bile bu günkü evreni olanaksız kılardı. Evren son duruşmada, o bıçak sırtındaki küçük olasılığın gerçekleşmesidir. İnsan, evrimin zorunlu bir sonucu değil, küçük, küçücük bir olasılığın gerçekleşmesidir. Sosyalizm de öyledir. Eğer bir gün sosyalizm kurulursa bu yeryüzünde, bu tarihin zorunlu gidişinin bir ürünü değil, açık uçlu bir tarihte, küçük bir olasılığın gerçekleşmesi olabilir. Bu paradigma değişikliği, adeta olanaksızlıktan hareket etmek, geleceğin devrimci işçi hareketinin sosyalizminin ilk adımı olmak zorundadır. Böylesine bir umutsuzluk ancak gereken eleştirelliği, radikalizmi, uzlaşmazlığı ve devrimciliği verebilir sosyalist harekete. Ernst Bloch’un aksine: “Prinzip Hofnung” (“Umut İlkesi”) değil; Prensip Umutsuzluk. Umut Umutsuzluktan doğabilir.
09 Nisan 2003 Çarşamba
305
Kadın Kurtuluş Hareketi ve Tarihsel Maddecilik (Marksizm) Kadın hareketi aynı zamanda tüm tarihe başka bir ışık altında bakışın yolunu da açtı. Bu hem tarihte unutulmuş olay ve kişileri tekrar gün yüzüne çıkarma, hem de bilinen olay ve kişileri bir başka ışık altında görme biçiminde ortaya çıkmaktadır. Gerçi aslında unutulmuş olay ve kişileri ortaya çıkarma da son duruşmada tarihi bir başka ışık altında görüşün bir sonucu olarak ortaya çıkar ama yine de tek tek olgular veya kişiler söz konusu olduğunda böyle bir sınıflama yapmak belli bir kolaylık sağlayabilir. Tarihi ve dünyayı başka bir ışık altında görüş, sadece Kadın hareketinin bir sorucu değildir. Bu hemen hemen bütün “Yeni Sosyal Hareketler”de görülür. Siyahların hareketi, tarihin beyaz adama açısından, ırkçı bir bakışla yazıldığını göstermiştir bizlere; Kadın Hareketi erkek merkezli ve seksist; Ulusal Kurtuluş Hareketleri, İlerlemeci ve Avrupa Merkezli yazıldığını göstermiştir. Ekoloji hareketi, bazı uygarlıkların ve kültürlerin yok oluşunda ekolojik felaketlerin önemini unutulmuşluktan kurtarmıştır. İşçi hareketi de daha doğarken, tarihin unutulmuş başka bir zembereğine, sınıflar mücadelesine dikkati çekmiş ve tarihi bu açıdan görüş ve yorumlayışın yolunu açmıştı. Ne var ki, bir genel tarih teorisi, bu bakışların bir toplamı değildir ve olmamalıdır; o bu farklı bakışların ve o bakışları yaratan öznelerin var oluşunu açıklamak, böyle bir açıklama çerçevesinde onları bir tek tarih bakışı içinde özümlemek zorundadır. İşti Tarihsel Maddecilik, namı diğer Marksizm, tam da bunun araçlarını sunar bize. Tarihi Sınıf Mücadelesi olarak kavramak henüz Marksizm ya da Tarihsel Maddecilik değildir; tarihte niçin sınıflar ve dolayısıyla sınıf mücadelesi olduğunu; dolayısıyla tarihin sınıf mücadelesi olarak da kavrandığını açıklamaktır Tarihsel Maddecilik. Benzer şekilde, bu bütün diğer Yeni Sosyal Hareketlere uygulanabilir, tarihe kadınların açısından bakmak, ekolojik açıdan bakmak vs. henüz tarihsel maddecilik değildir. Tarihte niçin kadınların alta düştüğünü ve niçin ve hangi koşullarda bir kadın hareketi oluştuğunu; dolayısıyla tarihe kadınların açısından bakışın var olduğunu açıklamaktır Tarihsel Maddecilik. Belki bunu şöyle bir analojiyle daha kolay açıklamak mümkündür. Bu gün astronomi sadece görünen ışığın astronomisi değildir. Gamma, Radyo, Röntgen vs. gibi farklı dalga boylarının astronomileri vardır. (Hatta örneğin bir notrino astronomisinin “teleskopları” yerin altında terk edilmiş madenlere kurulmaktadır.) Ve bu dalga boylarının her biri evrenin bambaşka bir görünümünü sunmaktadır. Görünür ışıkla bomboş ya da simsiyah görünen yerlere örneğin bir radyo teleskopla bakıldığında muazzam radyo dalgaları yayan kaynaklar görülebilmektedir.
306 Ama fizik, bu farklı dalga boylarındaki evren resminin bir mozayiğin parçaları gibi toplanması değildir. Fizik, evrenin niçin ve nasıl olup bu farklı dalga boylarında ışınlar saçtığını ve onların niçin var olduğun açıklamaktır. İşte Marksizm’in, son yıllarda karşılaştığı en ciddi sorunlardan biri buydu. Onun kurucuları, tıpkı sadece görünür ışıkla uzaya bakan Galile, Kopernik ya da Kepler gibi, sadece sınıfların var oluşunun nedenlerini açıklamışlar ve tarihe sınıf mücadelesi açısından bir bakışı getirmişlerdi. Ve bizzat kendileri sınıf mücadelesini ön görmüşler ve bunu veriyorlardı. Ama o kurucular böyle “Yeni Sosyal Hareketler” denen başka özneleri öngörmemişlerdi, dolayısıyla o öznelerin ışığından tarihe ve toplumlara bakışları da. O nedenle, Marksizm sadece bu hareketleri öngörmemekle kalmamış, onlara karşı kör olmuş ve tarih ve topluma bakışta bir bakıma, mor (kadın), yeşil (ekoloji) ve siyah (Irkçılık, sömürgecilik) renkleri görmeyen bir renk körlüğü içinde kalmıştır. Burada ortaya çıkan teorik sorun şuydu, bu hareketlerin ve o farklı dalga boylarından tarihin niye var olduğunu açıklamak yetmezdi; bu açıklamanın aynı zamanda, Tarihsel maddeciliğin, yani Marksizm’in kendi renk körlüğünü de açıklaması gerekiyordu. Bu teorik sorun, yani tarihte sadece niçin farklı baskı biçimleri ve özneler olduğu değil, aynı zamanda bu özneler açısından bakışın da (çünkü yine tarihin gösterdiği gibi bir baskı biçimi her zaman o baskının nesnesini bir toplumsal özne kılmaz ve o özne açısından bir tarih kavramı yaratmaz. Bu son derece modern bir fenomendir.) niçin var olduğun ve kendisinin bu özneler ve bakışları konusundaki körlüğünü, bir tek kavram sistemi içinde açıklamak, çözülmez kaldığı sürece Marksizm’in yeniden bir toplumsal değişim projesi ve bu öznelerin mücadelelerini bir bütünsel sistem içinde toplaması mümkün olamaz. Birçok Marksist teorisyen bu konunun önemini sezip bir şekilde ifade etmiş olmakla birlikte, bu sorunu çözmeye yönelik olarak bir teorik varsayım bulunmamaktadır. Bu konuda tek ciddi teorik açıklama denmesini biz yaptık. Bu hem hareketleri, hem farklı bakışları hem de bizzat Marksist teorinin kendi körlüğünü açıklamakta ve Marksizm’in bir Marksist eleştirisini sunmaktadır. Bu konuyla 1980’lerin ortalarından sonra yeni sosyal hareketler bağlamında ilgilenmeye başlamıştık ve seksenlerin ikinci yarısında teorik açıklama aşağı yukarı son biçimini almış bulunuyordu. Temel kavram, “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”dir ve bütünüyle Marks’ın Kapital’de geliştirdiği kavramlara dayanmaktadır. Marks’ın değer teorisinin en temel kavramı, İşgücü denen metadır. İşgücünün, kullanım değerinin, yani artı değer üretme kapasitesinin işgücünün yaşı, cinsiyeti, dini, ırkı, soyu, inancı ile ilgisinin bulunmamasıdır.
307 Aslında ırkçılık, seksizm, sömürgecilik saf olarak kapitalizmin kendisinden çıkmazlar. Kapitalizm özünde seksist, ırkçı ya da sömürgeci değildir. Kapitalist artı değer üretiminin kendi iç mantığı böyle bir zorunluluk içermez. Ama “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”nde bu çarpılma ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla farklı özneler de çıkmaktadır. Marksizm tam da saf bir kapitalizm analizine dayandığı; bu tarihsel hareketi somut gerçekleşmesi içinde incelemediği için bu hareketleri ön görmemiş ve körlük içinde bulunmuştur. Böylece hem hareketleri yaratan neden, hem o özneler hem de o özneler konusundaki körlük ve öngörüsüzlük hepsi aynı, kavramla açıklanabilmektedir. Tabii burada zorluk, eskiden kolayca açıklandığı sanılan, ulusal, sömürgeci, seksist baskıları kapitalizmle toptan açıklama değildir: Kapitalizm’de bunların olmaması gerekirken, nasıl olup da var olduğudur. Eski vülger açıklama kolayca ve ajitatif olarak bütün bunları kapitalizme bağlıyordu. Marks ve Engels’in aslında zayıflık gibi görünen, bu hareketleri öngörmemesi ve bu öznelerin ışığına körlüğü, aslında bir teorik iç tutarlılığın sonucuydu. Engels, kapitalizmin normal işleyişi içinde, işgücünün cinsiyetinin onun ürettiği artı değer üzerinde bir etkisi olmadığı gerçeğinden yola çıkarak Kadın hareketini özel bir özne olarak öngörmüyordu örneğin. Ama teorik bakımdan bu daha tutarlı bir duruştu, kadının emeğinin sömürüsünü yuvarlak hesap kapitalizme bağlayan “açıklama”dan. Sorun çok basittir. Eğer kapitalist kar ve artı değerin temeli olan iş gücünün kullanım değerinin, yani onun ürettiği artı değerin, o iş gücünün dili, dini, cinsi, boyu, soyu, dili, etnisi, zevkleri vs ile ilgisi yoksa, niçin ve nasıl olmaktadır da ulusal, cinsel, dinsel vs bölünmeler ve baskılar var olmakta ve şiddetlenmektedir. Soru budur. Yani sorun bu yeni öznelerin, aslında var olmamaları gerekirken, niçin var olduklarıdır. Başkaları için, kendiliğinden bir cevap gibi görüneni anlaşılmaz bulmakta ve soruyu o noktada sormaktadır bizim yaklaşımımız klasik Marksist geleneğe uygun olarak. Bütün bu baskılardan kapitalizmi suçlamakla sıyrılan eleştiri, teorik bakımdan bir eklektisizmden başka bir şey değildir. Yani Marks-Engels’in körlükleri ve bu hareketleri ön görememesi bir iç tutarlılığı yansıtır, onların tam da en güçlü yanlarıdır bu. Bunu da yine astronomiden bir örnekle açıklamayı deneyelim. Aslında fizik açısından zor olan, Evren’in niye var olduğu? Nasıl olup ta var olduğudur? Bu açıklama aynı zamanda bu soruyu soran fizik biliminin de varlığını, yani insanın varlığının da belli bir açıklamasını sunar. Çünkü böyle bir evrenin var olmaması halinde insan dolayısıyla bu soruyu sorun fizik bilimi de var olmaz. Bilindiği gibi evrende bir simetri ilkesi vardır. Bu ilkeye göre de, evrenin başlangıcı olan o büyük patlamasında, madde kadar anti madde oluşması ve bunların birbirini yok etmesi gerekir. Dolayısıyla da evrenin olmaması. Dolayısıyla da bu soruyu soracak öznenin olmaması gerekir.
308 Bunun bir tek açıklaması olur bu günkü fizik bilgilerimizle, bir şekilde madde, antimaddeden biraz daha fazla oluşmuş olmalıdır. Bu günkü evren, bu fazlalık maddedir, anti madde tarafından yok edilemeyen. Yani ancak bir rastlantı, simetri ilkesinin bir bozulması ile vardır bu evren, aslında olmaması gerekir. Hadi bunu böyle kabul ettik diyelim. Ama sorun burada bitmemektedir. Bu fazlalık maddeden oluşan evren, her yerde aynı özelliklere sahip olduğuna, ya da homojen bir yapıda olması gerektiğine göre, zaman ve mekan kendisiyle oluştuğuna göre, her hangi bir yerde evrenin genişlemesinin zıddı olan yoğunlaşmalar, yani galaksiler olmaması, yani evrenin kapkaranlık bir boşluk olası, dolayısıyla bu sorunun sorulamaması gerekir. Ama bu soruyu sorduğumuza göre, yani bu evren var olduğuna göre, nasıl olmuştur da, evrenin belli bölgelerinde, madde yoğunlaşıp galaksileri ve yıldızları oradan giderek de bu soruyu sorun canlıları ortaya çıkarmıştır? Klasik fiziğin evren niye vardır diye bir sorunu yoktu, dolayısıyla bu soruyu soran özne fizik biliminin kendisi nasıl oluyor da var oluyor diye sormuyordu? Bu konuları bir bakıma metafizige, felsefeye bırakıyordu. Evrenin varlığından hareket ediyordu. Bu günkü fizik ise, tam tersi noktadadır. Klasik fiziğin soru olarak sormayı aklından bile geçirmediği, aksine kendisinden şüphelenmeye gerek duyulmayan bir varsayım olarak gördüğünü sorun olarak görür bu günkü fizik. Fiziğin buna cevabı, ilk patlamadan hemen sonra bazı bölgelerde ısı yani enerji farklılıkları olduğu, buralarda evrenin petek gibi yapısının oluştuğu, bu düzensizliklerin ise, “Karanlık Madde”yle ilgili olduğudur. Yani yine bir simetri ilkesinin kırılışı, bir “düzensizlik”, bir “sapma” sonucu olarak evren vardır. Küçük de olsa ısı ve enerji farklılıkları, küçük de olsa sapmaların sorucu olarak bu günkü biçimiyle bir evren var olmuştur. Aslında canlılarda da benzer bir durum görülmez mi? Canlı kendinin tıpkısını yaratan bir molekülden başka nedir ki? Eğer ilk kendisinin tıpkısı oarak atomları organize eden molekül, hep kendi simetrik benzerlerini yapsaydı, bu gün bu muaazzam çeşitlilik ve insanlar var olamazdı. “Kaza”lar, kopya hataları sonucu bu günkü milyonlarca canlı türü var olabilmiştidr; simetri ilkesinin kırılmalarının ürünüdür bu çeşitlilik ve insanlar. İşte biraz kapitalizm de böyledir. İdeal bir kapitalizmde, yani simetri ilkesinin bozulmadığı bir evrende evren olamayacağı; yine simetri ilkesinin bozulmadığı bir dünyada bu günkü milyonlarca canlı türü olamayacağı; yari evren ve canlıları bu sapmaların yaratması gibi, bu hareketleri de, saf kapitalizmden sapmalar yaratmıştır. Marksizm kuruluşunda bu kapitalizmin hareketini saf haliyle düşündüğü ve analiz ettiği için bu hareketleri ön görmemiştir. Aslında bu hareketlerin varlığı ve Marksizm’in körlüğü, daha derin düşünüldüğünde, Marksizm’in parlak bir kanıtlanışıdır. Tıpkı modern fizikte veya astronomide, galaksilerin varlığını açıklamak esas sorun olduğu gibi, modern Marksizm’de de Yeni sosyal hareketlerin ve bunları yaratan baskı biçimlerinin varlığını açıklamak sorundur.
309 Nasıl evrenin gerçek tarihsel hareketi, bir çarpılmaya., bir sapmaya, bir simetri ilkesinin kırılışına uğrayarak bu evren var olabiliyorsa, yeni sosyal hareketler de, dolayısıyla bunların tarihe bakışları da, sermayenin hareketinin gerçek tarihsel harekette bir çarpılmaya uğramasıyla mümkün olmaktadır. Ama bu çarpılmayı yaratan da bizzat kar ilkesinin kendisi ve bizzat kar eden sınıfın çıkarıdır. Bu çarpılışın ortaya çıkışın ekonomik mekanizmasını açıklamakta, simbiyoz ya da eklemlenme kavramını kullanıyoruz. Sermaye, dinlere, soylara, boylara, cinsel eşitsizliklere bölünmüş bir dünyada hareketini gerçekleştirdiğinden, azami kar ilkesi, onu bunlarla bir simbiyoz ilişkiye zorlar. Kadın emeği örneğin, iş gücünün yeniden üretim masraflarını düşürür dolayısıyla kar oranlarını yükseltici bir etki yapar vs.. Saf hareket bakımından kadının ödenmemiş emeğine gerek yokken, gerçek tarihsel harekette bu emekle simbiyoz ilişkisine girer. Kadın hareketi de bunun sonucu olarak ortaya çıkar. Böylece “Simbiyoz” ya da “Eklemlenme” denen kavram bu gerçek tarihsel hareketi, yani sermayenin gerçek tarihsel hareketini açıklayan temel bir kavram olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla bu kavramlar, farklı özneleri de açıklar, Marksizm’in bunlardaki körlüğünü de açıklar; ve nihayet bu körlüğün aşılması ve hepsinin bir bütün içinde açıklanmasını da sunar. Ama bu sadece Yeni Sosyal Hareketler’i açıklamaz, Marksizmin başka bir eksiğini ve körlüğünü de açıklama ve aşma olanağı sunar. Ulus ve Din teorileri de bizzat yine bu yaklaşımdan kolayca çıkar. Ulus fenomeni, İç Pazar gibi ulusçuların ulus teorilerinden kurtarılıp, yine bizzat Marksizm’in temelindeki İşgücü kavramından ve bunun niteliklerinden hareketle açıklanır. Ulus teorisi, bir din teorisi, din teorisi de bir üstyapılar teorisi içinde yeniden tanımlanır. Burada da aynı şekilde zorluk, aslında uluslara bölünmüş bir dünyanın kapitalizm bakımından olmaması gerekirken, niçin ve nasıl olup da var olabildiğinde toplanır; ulusun niye dine, dile, etniye, soya, belli bir toprak parçasına göre tanımlandığı noktasında toplanır. Cevap yine Yeni Sosyal Hareketler sorusunun cevabıyla aynıdır. Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi. Böylece, Marksizm’in bir Üstyapılar teorisi, bir Ulus teorisi olmaması ve Yeni Sosyal Hareketleri öngörmemesi ve bu alandaki renk körlüğü aslında bir tek kavram sistemi içinde açıklanmış olur, bu birbiriyle ilgisiz gibi görünen alanlar aslında aynı teorik çözümün ve sorunun farklı görünümleri olarak ortaya çıkarlar. Bu yaklaşım ve açıklamayı iki yıl önce ilk kez Beşikçi Eleştirisi adlı kitapta sunduk. Şu ana kadar hiçbir Marksist’ten bu teorik açıklamaya ilişkin hiçbir eleştir almadık. Kitapta ortaya konan ve bütün bilinenleri bambaşka bir ışık altında ele alan; Marksizm’in Marksist bir eleştirisi; ya da
310 kendini eleştirerek geliştirmesi olarak ortaya konan görüşler, adeta yokmuş gibi bir muameleye uğramış bulunuyor. Bu yaklaşım, aynı zamanda Marksizm’in, başka bir uygarlığı taslaklaştırması gerektiğine bir ihtiyacın anahtarlarını da sunar. Çünkü burjuva uygarlığının üstyapısının kapısını açar; onun dininin de din olduğunu gösterir böylece başka bir uygarlığın; dinin, üstyapının dayanacağı ilkeyi kurar: Özel, politik, ekonomik ayrımının aşılması. Çünkü burjuva uygarlığının dinin özü, üstyapısının özü budur. Ama bu yaklaşım sadece bir gelecek projesi kurmayı mümkün kılmaz, geçmişi de baştan aşağı başka bur ışık altında görür; geçmişi de yeniden kurar. Çünkü geçmişe, burjuva uygarlığının örgütlenme ilkesi bakımından, yani özel, politik, ekonomik ayrımı bakımından; burjuva toplumunun dini bakımından bakılmıştır, böyle bakılarak dinler tıpkı bu toplumdaki gibi birer inanç olarak görülmüşlerdir; dolayısıyla geçmiş anlaşılamamıştır. Böylece bu bakış aslında tüm tarihi yeniden yazmayı zorunlu kılar. Ve nihayet, çok farklı öznelerin varlığını açıklama ve kabul ediş, bu çok farklı özneler arasındaki ilişki; yani devrimdeki güçler ve onların yer alışına ilişkin temel strateji sorununa yepyeni bir boyut kazandırır. Dolayısıyla bu öznelerin ilişkisi ve dile, dine, etniye göre oluşmuş devletleri sorgulama, bilinen bütün örgütlenme anlayışlarını alt üst eder. Bütün bu muazzam alt üstlük tartışılmayı ve geliştirilmeyi bekliyor. Gelişme ancak tartışmayla olur. Ne var ki, içinde bulunulan gericilik döneminde insanların Marksizm’e ve teoriye hiçbir ilgilerinin bulunmadığı bir dönemde, tartışma olmadığı için geliştirme de mümkün olamıyor. Tıpkı kendi yaydığı ışığı çeken bir kara delik gibi, çürüme o çürümeden çıkışın yollarını da tıkıyor. Çürüme çürümeyi besliyor. Ama evrende şunu da görüyoruz: hiçbir eğilim sonsuza dek öyle gitmez, bir noktadan sonra kendi zıddını da yaratır. Demir Küçükaydın 8 Mart 2006 Cuma
311 Dünyanın Temel Sorunu: Uluslar Biliniyor dünyada ticaret üretimden hızlı artıyor. Üzerinizdeki, evinizdeki veya midenizdekilerin nereden geldiğine bir bakın. Televizyon veya bilgisayarınız veya müzik dinleme aletiniz Uzak Doğu’dan; midenizdeki yiyecek, Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda veya İsrail’den, Ayağınızdaki ayakkabı Çin’den, Tekstil yine Çin’den veya Türkiye’dendir. Böyle büyük bir global ticaret onu uygun bir üstyapı gerektirir. Böyle bir üstyapı bir tek dünya toplumu olabilir. Bu günkü dünya ise, uluslar ve ulusal sınırlarla birbirinden ayrılmış bir dünyadır. Bu tıpkı, kapitalizm çağında yüzlerce küçük prensliğe bölünmüş Avrupa veya Muhammet zamanının Çin, Hint ve Akdeniz arasında o zamanın dünya ticaretini yapan Arap Yarımadasının Aşiretler düzeni yaşaması ile kıyaslanabilir. Aydınlanma da, İslamiyet de bir bakıma bu çelişkiyi çözmek için birer girişimdiler. Bu günkü toplumun dini dinlere inanç der, yani dinlerin politika dışında olduğunu söyler. Ama Dinlere inanç demenin kendisi de modern toplumun dinidir. Dinin inanç olduğu iddiasının modern toplumun dininin bir kabulü olduğu görüldü mü, dinlerin tıpkı bu modern toplumun dini gibi tüm üstyapının kendisi ve ifadesi oldukları görülür. O zaman da, dünya tarihinde, her dinin ortaya çıkışı ve yayılmasının aslında üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin o günkü düzeyine uygun bir üstyapı kurma denemesi olduğu, yani bir devrim olduğu görülür. Gerçekten dinlerin ortaya çıkışı ve yayılması tam da Marksist devrim tanımının karşılığıdır. Dine ve tarihe bu tür bir yaklaşım, sadece modern tarihin ve o modern tarihin üstyapısı olan ulusçuluğun veya modern toplumunun dininin ne olduğunu anlamamızı sağlamaz; kapitalizm öncesi tarihin ve toplumun ve onun üstyapısı olan dinlerin de ne olduğunu anlamamızı sağlar. Böylece tarih, İlkel, köleci, feodal deli gömleğinden; devrimleri sadece modern tarihle sınırlayan saçmalıktan; tarihin ve toplumun en önemli konusu olan dini yani üst yapıyı inanç diye bir kenara atıp dini ve tarihi anlaşılmaz kılmaktan kurtarır. Tarih, son derece basit ve sade: Komün, Uygarlık ve Kapitalist Uygarlık gibi üç büyük üretim biçimi ve bunların üstyapısı olan dinler olarak ortaya çıkar. O komünlerin ve uygarlıkların (yani dinlerin) çeşitliliği; farklı aşamalardaki komünlerin farklı aşamalardaki uygarlıklara geçişleri ve karşılıklı etkileri ışığında kolaylıkla anlaşılabilir. Sadece komünler uygarlıkları değiştirmez; uygarlıklar da komünleri değiştirir. * Ama bu yaklaşım, yani dinin tümüyle üstyapı olduğu ve dine inanç demenin de bütünüyle modern toplumun dini ve üstyapısı olduğu, sadece geçmişi ve bu günü anlamamızı sağlamaz, Marksizm’in bir sürü sorununu, bir darbede çözüverir. Yeni bir uygarlık projesi gereği mi? Ahlaki bir boyut ihtiyacı mı? İşçi hareketinin bu günkü milliyetçilik içinde boğulup tükenmesi
312 mi? Programsızlık mı? Yeni stratejiler mi? Hepsi bir vuruşta çözülürler. Böylece bu yaklaşımın aynı zamanda sadece bu günü ve geçmişi değil, geleceği de daha iyi anlama ve şekillendirme olanağı ortaya çıkardığı görülür. Burada bir örnek olarak geçmiş, bugün ve gelecek bağlamında bunu somut olarak göstermeyi deneyelim. * Ticaretin esas olarak lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm öncesi çağlarda bile, Akdeniz Ticareti, bu ticarete uygun bir çok üstyapılar, dinler kurmayı denedi. Uygarlık Komün’den doğdu, komünün dini ise, totemlerdi. Komünlerin totemleri, yani dini, tanrıları, doğa karşısında son derece güçsüz bir canlı olan insanın yaşamasını ve dayanışmasını mümkün kılıyordu ama uygarlığın ve ticaretin ilişkileri söz konusu olunca, bir engel haline geliyordu. Her komün, her tanrı, ayrı bir hukuk, ayrı bir üstyapı demekti. Böylece komünün üstyapısıyla gelişmiş ticaret arasındaki çelişki önce tanrılar arasındaki ilişkiler ve hiyerarşi ile çözülmeye çalışıydı. Birinci ve ikinci batın uygarlıkların, Sümer, mısır, Asur, Yunan ve Roma’nın o bir yığın tanrısı, aslında, o dönemin uygarlıkları ve komünleri arasındaki ilişkinin üstyapıda yansımasıydı. Ne var ki, bu çözüm, bir bakıma, bu günkü bir tek dünya olmuş dünyada, bir tek dünya toplumu ve dini (üstyapısı) ihtiyacının, Birleşmiş Milletler ile çözülmeye çalışılması gibidir. Zeus’un ve en güçlü birkaç tanrının yerini bir bakıma ABD ve Güvenlik konseyi almıştır. O zamanın tanrıları da tıpkı bu günün ulus totemleri olan bayraklar gibiydi bir bakıma. Bu çelişki Roma’da en had safhasına ulaştı. Roma bir yandan, bütün Akdeniz ve Orta Doğu bölgesini feth ederek bölgenin birliğini sağlamış oluyordu, ama feth ettiği yerlerde tek bir üstyapı sistemini kuracak bir dinden yoksun bulunuyordu. Hıristiyanlık bir bakıma bu çelişkiyi aşmanın dinidir. Hıristiyanlık bütün bu bölgedeki bütün diğer tanrıları yani uygarlık ve komünlerin düzenlerini yok edip onları bir tek Allah’ın düzeni içinde toplama girişimiydi. Kendisi başlangıçta böyle bir kaygıyla değil, sınıflı toplum içinde ezilenlerin bir muhalefet hareketi olarak başlamış olsa da, gerçek tarihsel gelişimi böyle oldu. Havariler o dönemin büyük ticaret yolları ve kavşaklarında yaşadılar. Baba-Oğul-Ruhülkudüs aslında Arz-Talep ve Fiyat üçlüsünün tanrılaştırılmasıydı. Pazarı yöneten yasalar Allah adıyla tüm o uygarlık alanının gerçek tanrısı (dini-Üstyapısı) oluyor ve bütün diğer tanrıları (dinleriüstyapıları) ortalıktan kaldırıyordu. Hıristiyanlık belki Akdeniz ticaret alanında böyle bir birliği sağlayabilecek bir araç olarak ortaya çıktı ama, bu arada Çin, Hint, İran ve Ortadoğu-Akdeniz arasındaki dünya ticareti gelişti. Çürüyen Bizans ve Pers uygarlıkları bu ticaretin gelişmesi önünde bir engel haline gelmişler böylece ticaret yolları, henüz uygarlığa yeterince bulaşmamış Güney’e, Arap yarımadasına kaymıştı.
313 Böylece bir yandan Semitik gelenekler dolayısıyla eski orta doğu kervan yolları üzerinde ortaya çıkmış İbraniliğin, diğer yanda yine ondan kaynaklanan, Roma İmparatorluğu topraklarında yayılmış Hıristiyanlığın geleneklerini bilen; aynı zamanda o zamanın dünya ticaret yollarının merkezinde bulunan; aynı zamanda putları ile henüz komün döneminde yaşayan, kan ve kabile kardeşliğinden ötesini bilmeyen ama Kabe’ye topladığı putlar (Totemler, komün tanrıları) aracılığı ile bu komünler arasındaki ilişkileri düzenlemeye çalışan Araplarda bu çelişki hem en üst düzeyde bulunuyor hem de çözecek unsurları, ve çözmek için gerekli katalizatörleri de içinde barındırıyordu. Böylece Muhammet dini bir yandan, içinde doğduğu komünler, yani putlar düzenine karşı bir tek Allah ile bir tek hukuk ve din kardeşliği üstyapısı kurarken, aynı zamanda bu din, sadece Araplar için değil, o günkü Dünya Ticareti için de bir tek dünya hukuku üstyapısı oluşturacak bir anlayışı içinde taşıyordu. Örneğin, sosyalizm doğuşunda bulunan ve bu gün unutulmuş olan, emeğin kurtuluşunun ne ulusal ne de yerel bir sorun olamayacağı önermesi, her hangi bir yerde sosyalizmin iktidara gelmesi halinde bu ülkede veya yerde kurtuluş olamayacağından, bütün dünyadaki diğer yerler kurtuluncaya kadar savaşı içerir. Bu kavrayış da keza, şu meşhur “Tek Ülkede sosyalizm Olmaz” anlayışını içerir. Yani sosyalizm ancak dünya çapında kurulabilir. Yani sosyalizmin egemen olmadığı her yer, ele geçirilmesi ve sosyalizmin egemen kılınması gereken bir savaş alanıdır. Bu ele geçirme ille de dışarıdan fetihle olacak diye bir kural da yoktur. Aynı anlayış İslam’da da vardır. “Darül Harb, Dar Ül İslam” kavramları, bir dünya devrimi, bir sürekli devrim anlayışını tıpı tıpına içerir. Tanrının dışındaki bütün tanrıların, putların (yani başka hukukların, başka dinlerin) egemen olduğu her yer bir savaş alanıdır, onların ele geçirilip orada hak düzeninin kurulması; diğer tanrıların ortadan kaldırılması gerekir. “Kutsal Cihat”, bu “sürekli devrim” savaşının ta kendisi olarak ortaya çıkar. Müslümanların kardeşliği, Allah’ın birliğine inananların kardeşliği olduğundan, Müslümanlığın, aslında tüm insanların kardeşliğini kabul edenlerin kardeşliğinin dini olduğu; bunu kabul etmeyenleri ise, puta taparlık olarak yok etmeyi hedeflediği, yani bütün dünyada, bir tek hukuk ve üstyapıyı kurmayı hedeflediği görülür. Allah’ın birliği bir tek hukuk, bir tek devlet demekti aslında. Hazreti Muhammet de Çin, Hint ve Akdeniz yollarının birliğini sağlamak için Tanrının birliğini savunurken, aslında bir tek hukuk ve siyasi sistemi savunmuş oluyordu. Ne var ki, Muhammet’in ya da İslam’ın bu Devrim’i ve yayılışı, bırakalım Çin ve Hint’i bir yana, Pers ve Bizans’ı daha feth edemeden, Klasik ön Asya uygarlıklarının topraklarına yayıldığında, bütün gençliğini ve dinamizmini daha sehabeler zamanında yitirdi. Feth ettiği uygarlıklar tarafından fet edildi.
314 Bundan sonra sadece, Oğuzlar, Berberiler, Özbekler gibi henüz komün gelenekleri yaşayan yeni Müslüman olmuş fatihlerin yaptıkları gençlik aşılarıyla, İberik (Endülüs Emevileri); Balkan ve Anadolu (Osmanlı) ve Hint (Babür Şah) yarımadalarında yayılabildi. Ama bu sefer, en azından Pers ve Akdeniz uygarlık alanını ele geçirmiş olan ve bir zamanlar kendisi dünya ticaretine bir çözüm olarak ortaya çıkmış bulunan İslam Uygarlığının kendisi bizzat bu ticaretin gelişmesinin önünde bir engel olarak ortaya çıktı. Tıpkı İslam’ın doğuşu öncesinde Sasani ve Bizans’ın yolları tıkaması gibi, bu sefer Osmanlı ve İran’daki Müslüman (Şii ve Sünni) imparatorluklar bu yolları tıkamış bulunuyordu. Ve tıpkı Bizans, Sasani döneminde, ticaret yollarının güneye, kuş uçmaz kervan geçmez Hint denizine ve Arap yarımadasına kayması gibi, o zamanlar dünyanın kuş uçmaz kervarn geçmez sapa köşesi olan, Batı Avrupa kıyılarına ve Okyanuslara kaydı. Önce İspanyol ve Portekizliler bu yolları açtı. Roma’nın kötü ruhunu yaşatan Katoliklik, onların bu dünya ticaretine uygun bir üstyapı geliştirmesini olanaksızlaştırdı. Böylece ağırlık, daha az Uygarlığa bulaşmış, Denizcilikte ve ticarette ustalaşmış, Püriten Hollanda ve İngiltere bayrağı ele aldı. Ne var ki, Püritenlik, Hristiyanlığa ve yani Uygarlığa, Roma’nın yaşayan Ruhuna karşı bir komün geleneklerini savunma olanağı sağlasa ve oralarda ticaretin gelişmesine olanak sağlasa da, dünya ticaretinin gelişmişlik düzeyine uygun dünya çapında bir üstyapı sunmaktan çok uzaktı ve bir zamanların Müslümanlığı kadar olsun bir evrensellik çabası taşımıyordu. Hıristiyanlık çerçevesinde reformlarla, belki yeterince uygarlığa bulaşmamış Hıristiyan ülkelerinde (Kuzey Avrupa) bir ölçüde sorunlar çözülebilirdi ama dünya çapındaki ticarete uygun bir üstyapı geliştirilemezdi. Muhammet’in İslamiyet’iyle kıyaslanabilecek girişim, Kıta Avrupa’sından, Fransa’dan geldi. Muhammet’in Müslim kavramıyla yaptığını bu sefer İnsan (veya Akıl) kavramıyla yapmayı denedi aydınlanma. Yeni dinin Formülü, Muhammet’inkinden pek farklı değil, ama daha akıllıcaydı. Muhammet, bir tek dünya pazarı ve hukuku için, Allah’ın birliğini ve Allah’ın birliğine inananların (Müslümanların) kardeşliğini savunmuştu. Aydınlanma, yeni dininde, bütün eski dinlerin bir inanç olduğunu söyleyerek, dinler insanın özel sorunudur diyerek. Diğer dinleri, kendisinin basit bir eklentisi haline getiriyordu. Aslında onları yok ediyor ama onlara karşı toleranslıymış gibi ortaa çıkıyordu. Aslında bu din de diğer dinlere karşı, İslam’dan hiç de farklı değildi. İslam diğer dinleri, sosyolojik olarak tamamen dosdoğru bir biçimde, tüm toplumu örgütleyen bir üstyapı olarak gördüğü için, Allah’ın birliğini kabul etmeyen bir “kafir” oluyor yani, insan olarak kabul edilmiyordu. Ama modern toplumun dini, kendi kabulünü bir sosyolojik gerçek gibi koyarak bunu gayet ustaca gizliyordu. Bütün dinlerin serbestliğinden söz ediyordu ama bu dinleri din olmaktan çıkararak. Yani dinler kendilerinin inanç olduklarını; kişisele ait, özele ait olduklarını kabul ettikleri
315 takdirde; yani artık din olmadıkları; modern toplumun dininin bir bileşeni oldukları takdirde serbesttiler. Hiçbir dinden kimse, benim dinime göre devlete vergi vermiyorum, askere gitmiyorum, özel mülkiyeti tanımıyorum vs. diyemezdi. Bu noktada, Aydınlanma’nın, yani dinin inanç olduğunu söyleyen dinin, bu dinlere davranışı hiç de İslam’ınkinden daha anlayışsız ve daha az şiddetli olmamıştı ve olamazdı. İslam ile Aydınlanma, yani modern toplumun dini arasındaki tek fark şuydu ve ikisi de birer diktatörlüktü diğer dinler karşısında. Bu diktatörlüğü, biri (İslam) bunu Allah’ın birliğinin kabulüyle; diğeri, dinin özele ait olduğunun kabulüyle kuruyordu. Ve kendi ilkesini kabul etmeyenlere karşı biri diğerinden farklı davranmıyordu, davranamaz da. Dinin tümüyle üstyapı olduğu sosyolojik gerçeği buna el vermez. Sadece İslam ve Hıristiyanlık değil, bütün dinler de böyledir. Ama bu Aydınlanma dini, böylece hem kendisinin bir din olduğunu; diğer dinlerden zerrece farklı olmadığını gizliyor; hem de diğer dinlerin artık din olmadıklarını görme olanağını ortadan kaldırıyordu. Örneğin insanlar, dini artık tümüyle üstyapı olarak değil, bir inanç, epistemolojik veya kişisel bir sorun olarak gördüklerinden, kendilerinin dinsiz olduklarını iddia edebiliyorlardı. Halbuki, dinsizliğin kendisinin modern toplumun dininin din kavramını kabul anlamına geldiğini, aslında kendilerinin dinsiz olduklarını söylerken, dinin özel veya inanç olduğunu söyleyerek; dinsizliğin mümkün olamayacağını göremeyerek, modern toplumun dininin bir amentüsünü söylediklerini göremiyorlardı. Sadece dinsizler değil, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Budistler, Aleviler vs. İnançlarının, Budizm, İslamiyet, Hıristiyanlık, Alevilik vs. olduklarını söylerken aslında Modern toplumun dininin bir amentüsünü söylediklerini, bunu söyledikleri an artık, Müslüman, Hıristiyan, Budist veya Alevi olmadıklarını göremiyorlardı. Bu “dinsizim” diyen bir ateist ile “benim inancım İslam”dır diyen bir Müslüman, ikisi de modern toplumun dinindendir ve bu sözleriyle bu dinden olduklarını söylemiş olurlar. İkisi de modern toplumun, dinin inanç olduğunu, özele ait olduğunu söyleyen dinindendirler. Özetle, Aydınlanma filozofları’nın ticari kapitalizm döneminde, dünya ticaretinin ihtiyacı olan din sorununu, Muhammet’in yaptığı gibi, bütün Allah’ları Öldürüp bir tek Allah’ın kabulüylü değil; Allah’ın birliği ile değil, Allah’ı ve diğer Allah’ları, politik iktidardan uzaklaştırıp insanların “özel” sorunu, inanç sorunu yapmakla çözdüler. Yeni Allah, İnancı, özel olarak tanımlayan ve epistemolojik olarak akıl dışına atan Akıl ve bu dinden olan da İnsan oluyordu. Bu dinden olanın adı da, İnsan oldu. İnsan kavramı aslında, tıpkı Müslüm kavramı gibidir. Müslüm, Allah’ın birliğine inanan ise; İnsan da, dinin, soyun (ki komün’ün dinidir soy) özel, hukuki veya politik bir farklılık yaratmadığını kabul edendir. Bütün insanlar, dini, soyu, sopu ne olursa olsun eşittir inancından olandır insan. Ama hemen görüleceği gibi bu tanım aslında hukuki bir tanımdır, dinin özel olduğu kavrayışına dayanır.
316 Müslüm de İnsan da, bir tek dünya pazarı ihtiyacına biri Semitik gelenekler içinde; diğeri, Yunan ve Roma uygarlığının düşünce gelenekleri içinde verilmiş, özünde birbirinden farklı olmayan iki cevaptır. Aydınlanma’nın “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” sloganı, veya “bütün insanlar eşittir” bu ticari kapitalizmin ve dünya ticaretinin bir tek siyasi üstyapıya ihtiyacının ifadesiydi, “Allah’tan başka Tanrı yoktur” (la ilahe illallah) dan özünde hiçbir farkı yoktur. Ne var ki, bu günkü dünyaya baktığımızda, tıpkı bir zamanların İslamiyet’i gibi, bu projenin de korkunç bir başarısızlık ile sonuçlandığını görüyoruz. İslamiyet de bir Dünya Toplumu kuramadı; Şam’ı Bağdat’ı feth ettikten sonra, devletleşti ve hızı kesildi. Aydınlama da bir Dünya Toplumu kuramadı. Fransız devrimi ile birlikte, daha Fransa’nın hudutlarında bütün gençliğini ve hızını yitirdi. Yurttaş, İnsan ile özdeş bir kavram olmaktan çıktı; bir etni, dil, din, bölge ile tanımlanmış devlet veya ulustan olan insan anlamı kazandı. Dünya toplumu ve devletinin yerini, yüzlerce küçük devlet aldı. İnsanlık sanki, dünyayı klanların, aşiretlerin, putların, totemlerin, tanrıların kapladığı “Cahiliye” dönemine döndü. Ulusal bayraklar bu modern aşiretlerin putları, tanrıları, totemleri gibidirler. Muhammet veya Aydınlanma döneminde, yani ticaretin bu günküyle kıyaslanamayacak ölçüde dar ve lüks mallarla sınırlı olduğu dönemde bile, bu günkü uluslardan çok daha geniş alanları ve uygarlığın çoğunu kapsayan büyük dinler bile bir çözüm olamazken ve İslamiyet ve Aydınlanma buna bir dünya Toplumu ile çözüm olarak ortaya çıkmışlarken; bu günün dünyasında ticaretin böylesine muazzam yaygınlığı ve her şeyi kapsamasına rağmen, sayıları yüzleri aşan ulusal devletler ve sınırlar, çağımızın bütün sorunlarının anasıdır ve en büyük çelişkisidir. Sosyalizm her şeyden önce bütün büyük dinler, İslam ve Aydınlanma dinleri gibi, bu büyük çelişkiye bir cevap olmak zorundadır. Bu cevabın ne olduğu ise çok açıktır: uluslara ve ulusal devletlere karşı bir kutsal savaş. Aydınlanma nasıl, din özel bir sorun dediyse, ulusun da özel bir sorun olmasını kabullenmek; İslam nasıl Allah’tan başka tanrı yoktur dediyse ve bütün putları yakıp yıktıysa; bir tek insanın birliği ve kardeşliği diyerek; bütün ulusal bayrakları; devletleri ve sınırları yakıp yıkmak. Hasılı sosyalizm bu günün dini karşısında; politik olanın şu veya bu şekilde tanımlanmış ulusal olanla tanımlanmasını kabul eden din karşısında; o ulusalı özel bir soruna indirgeyen bir DİN olmak ve bir DİN olarak; yani yeryüzü ölçüsünde bir üstyapı tasavvuru olarak ortaya çıkmak zorundadır. Tıpkı, İslamiyet veya Aydınlanma gibi. Görüldüğü gibi geçmiş başka bir ışık altında çok daha net görüldüğü gibi gelecek projeksiyonları da klasik yaklaşımlardan çok farklılaşmaktadır. Şimdi biraz da bu günün dünyasını ve nasıl böyle olduğun ve bu ünün dünyasının temel sorunlarını bu ışık altında anlamayı deneyelim. *
317 Dünya ticaretinin gereklerine uygun bir üstyapı projesi olan Hristiyanlık (Akdeniz bir dünya gibi görülebilirdi o zaman), İslam ve Aydınlanma projelerin hepsi, daha ilk adımda başarısızlığa uğradı. Hıristiyanlık, başarıya ulaştığı noktada bir devlet dini haline geldi. Hristiyanlık Roma’yı feth ettiğinde aslında artık eski uygarlıkların devletçiliğinin “Ruh Ül Habis”i (Kötü ruhu) Roma tarafından feth edilmiş bulunuyordu. Müslümanlık yayılmasını eski uygarlık beşiklerine doğru yaptığından, daha ilk eski ön Asya uygarlıklarını feth ettiğinde, onlar tarafından feth edildi, Pers, Orta Doğu ve Roma uygarlıklarının yoluna girdi. Daha bir kuşak geçmeden çürümeye başladı. Aydınlanma, kapitalizm önce batı Avrupa’da, yani uygarlığa an az bulaşmış noktada doğup, yayılmasını başlangıçta Akdeniz, İran, Hint ve Çin’e doğru değil, henüz uygarlığa geçmemiş ve ya uygarlığın çok geri bir aşamasında bulunan toplumların yaşadığı Amerika, Afrika ve Avustralya gibi kıtalara doğru yaptı. Bu onu klasik bezirgan uyarlığa dönüşmekten ve onlar tarafından feth edilmekten nispeten kurtardı. Ve bu bileşimler üzerinden sanayi kapitalizmine geçebildi. Sanayi kapitalizminin sağladığı emek üretkenliği üstünlüğü, onu diğer uygarlıklar tarafından feth edilme tehlikesinden kurtardı ama bu sefer başka güçlerin etkisi benzer gerici bir sonuca yol açtı. Aydınlanma’nın bir dünya cumhuriyeti idealinden geri dönüşünü, klasik uygarlıklar tarafından feth ediliş getirmedi İslam’da olduğu gibi. Ya da dünya ticaretinin daralması vs.. de yol açmadı buna. Aksine, Sanayi devrimi, modern kapitalist uygarlığa, klasik uygarlıklarda bulunmayan muazzam bir zenginlik ve emek üretkenliği üstünlüğü veriyordu. Keza, Aydınlanmanın, dini İnanç ilen eden dini de, uygun bir üstyapı sunuyordu. Niçin ve nasıl oldu da, tüm insanların dini, dili, etnisi, soyu, sopu ne olursa olsun eşit yurttaşlar oldukları bir dünya cumhuriyetine doğru bir gidiş olmadı. Dünya ticareti de Aydınlanma da bunun için gerekli alt ve üst yapıyı sunuyordu. Bunun yerini niçin ulusal devletler aldı? Niçin insanların eşitliği ve kardeşliği idealinin yerini; bir ulustan olanların eşitliği ve kardeşliği aldı?. Elbet burjuvazinin İşçi Sınıfı karşısında gericileşmesi; feth edilen bölgelerin, eşit haklı yurttaşlar yapılmasından ise, sömürge ahalisi olarak hiçbir hak olmadan sömürülmesi, yani sermayenin kar hırsı bunda büyük rol oynadı. Ama aynı zamanda sanayi kapitalizminin, bu üretim yordamının kendisinden gelen bir özellik de bunun için uygun bir koşul oluşturdu. Sanayi kapitalizmi aynı zamanda eğitilmiş iş gücü, standartlaşma; bu da standart bir dil ve genel eğitim, bu da fiiliyatta genellikle bir dil ile tanımlanmış bir ulusal devlet demek oldu. Böylece burjuva uygarlığı, eski uygarlıklar tarafından feth edilemeyecek aksine onları feth edecek bir teknik ve emek üretkenliği düzeyine geçmiş olmasına rağmen; dünya ticareti klasik uygarlıklarla kıyaslanmayacak ölçüde yayılmasına ve derinleşmesine rağmen, üstyapı, klasik uygarlıklardan
318 bile daha dar kapsamlı bir şekillenmeye uğradı; bir dile, dine, etniye, soya, yere göre şekillenmiş ulusal devletlere geçti. “Vatanım yeryüzü milletim insanlık” idealinin ve programının yerini; “insanlar dili, dini, ırkı, soyu sopu ne olursa olsun eşittir” diyen evrenselciliğin ve humanizmin yerini; sadece şu ya da bu ulustan olanlar, şu ya da bu devletinin yurttaşları eşittir diyen; insanlar değil; uluslar eşittir, insanlar ancak uluslar aracılığıyla eşit olabilirler diyen bir ulusçuluğa geçildi. Ve insanların eşitliği ve birliği unutuldu. Vurgu, özel politik ayrımından, ve bu ayrım aracılığıyla eski uygarlıkların ve komünlerin bölücü dinlerinin özele atılmasından ve insanların eşitliği temelinde bir dünya çapında birliğin savunulmasından; politik olanın (ulusun) belli bir dil, tarih, din kültür ile tanımlanmasına kaydı. Bu aynı zamanda burjuvazinin devrimcilikten gericiliğe geçişi demek oldu. İşçi hareketi ve Marksizm tam da bu noktada doğdu. Bu çelişkiyi içinde taşıdı. Bir yandan, Demokratik Cumhuriyet ve Enternasyonalizm idealleriyle, Aydınlanma’nın bir tek dünya projesini yaşatır ve savunurken; diğer yandan “Alman Birliği”ni savunmaktan “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”na kadar, burjuvazinin dininin bu gerici biçimlerinin de savunucusu oldu. Marksizm Aydınlanmanın çocuğu olduğu kadar sanayi devrimin de çocuğu idi. “Bütün ülkelerin işçileri (ki burada ülkeler, ulusal devletlerin yurttaşları anlamına geliyordu) birleşiniz” şiarı; Muhammet’in “Allah’tan Başka Tanrı Yoktur”undan veya “Vatanım yeryüzü Milletim İnsanlık” şiarından daha fazla gerici milliyetçilikle damgalıydı. Sosyalizmin ideali, yeryüzünün işçileri, tüm insanları birleştirmek ve onların eşitliğini sağlamak için; yani “tüm dünyada arkaik (Soy), antik (Semavi) veya modern (ulus) dinlerinden olmayı özel bir sorun yapınız, politik olmaktan çıkarınız; ulusları ve ulusal sınırları yıkınız” olmalıydı ve olabilirdi. Böylece Marksizm ve sosyalizm daha doğarken uluslara karşı bir proje olarak doğabilir ve milliyetçiliğe karşı daha baştan şerbetli olabilirdi. Onun içindeki aydınlanma kalıntıları bunu engelledi ve sonunda milliyetçilik ve milletler tarafından teslim alındı. Bu günkü Marksizm’in, Sosyalizmin, İşçi Hareketinin ve İnsanlığın krizinin özü burada yatmaktadır. * Bu arada dünyada ne oldu? Ekonomi ve teknikte birbiri peşi sıra muazzam devrimler yaşanırken, üstyapı tam tersine, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dar ve gerici biçimlere büründü. Bir yandan bir dünya pazarı için üretim, diğer yandan bu dünya pazarına uygun bir dünya devleti yerine küçük ulusal devletler. Bütün dünya savaşlarının esas nedeni budur. Birinci ve İkinci dünya savaşlarını Emperyalist savaşlar olarak tanımlamak bile onların özündeki bu çelişkiyi gizleyip; uluslara göre tanımlanmış devletlerin varlığını olağan ve çağa uygun görür. Eleştirisini ulusal sınıra değil; bu sınırların ihlaline yapar.
319 İnsanların niçin ele geçirilen ülkelerin eşit haklı yurttaşları yapılmadığında görmez akıl dışılığı; ulusal devletlerin ele geçirilmesinde ve baskı altına alınmasında görür. Bu nedenle, var olan sistem içinde, onu olumlayan gerici ulusları ve ulusçuluğu olumlayan bir hareket olarak kaldı esas olarak sosyalist hareket. Bu arada kapitalizm, var olan üretimin muazzam sosyal ve uluslar arası niteliği ile ulusal devletlerin, farklı hukukların, gümrüklerin ve sınırların yarattığı sınırlamaları aşacak hiçbir köklü ideoloji ve program geliştiremedi. Aydınlanmaya dönemezdi, çünkü bu diğer ülkelerin yurttaşlarını kendi yurttaşları yapmak anlamına gelir ve onları sömürme imkanını yok ederdi. Böylece bu çelişkileri çözmenin yollarını aradı kapitalizm ve burjuvazi. Birleşmiş Milletler ve bütün uluslar arası kurumlar hep bu çelişkiyi çözme ve uzlaştırma denemeleri oldular. * Bunu dünya ticaretinin ihtiyacı olan temel araçlardan biri olan para örneğinde görelim. Dünya ticareti için örneğin dünya ölçüsünde bir ortak değişim aracı, bir para mı gerekiyordu? Bir tek dünya cumhuriyeti bunu sağlayabilirdi. Ama bu olmayınca, bunu Dolar ile sağlamaya çalıştı, en güçlü ve zengin ülkelinin parasını uluslararası ödeme aracı yaptı. Ama sınırlı bir devletin parasının, dünya parası olması, tıpkı bir ülke içinde devletin para basma tekelini elinde bulundurması sayesinde karşılıksız para basarak enflasyon yoluyla gizli vergi alıp (ki bütün burjuva devrimleri aslında vergileri yurttaşların belirlemesi hakkı için yapılmıştı ve bu fiilen bu hakkın da fiili yok edilmesi anlamına geliyordu. Enflasyon bu nedenle son derece anti demokratiktir) yurttaşları sömürmesi ve zengin fakir farklarını arttırması gibi muazzam bir güç sağlıyordu ABD’ye. O hiçbir karşılığı olmadan, tıpkı bir ülke içindeki bir devlet gibi, sadece kağıt ve mürekkep masrafıyla istediği kadar para basabiliyordu. Böylece Dünyayı sömürüyordu. Bir devlet yine de iyi kötü seçimler aracılığıyla yurttaşlar tarafından bir ölçüde olsun denetlenebilir. Devlet masrafları için karşılıksız para basan bir iktidar, seçimlerle uzaklaştırılabilir. Ama dünyadaki insanlar ABD’nin yurttaşları olmadığı için; ABD karşısında böyle bir denetim mekanizması bile bulunmuyordu. Ayrıca bir kere bu mekanizma oluşunca ABD’de toplumsal ilişkiler ona göre belirleniyor ve artık o ilişkiye bağımlı hale geliyordu ekonomi. Yani ekonomi, dolar basarak dünyayı sömürmeye öyle bağımlı hale gelir ki, ABD karşılıksız para basmayı durdurduğu an bu ekonomisinde muazzam bir gerileme ve çöküş (ki bu da aynı zamanda kapitalist dünya ekonomisinde benzer etkiler demektir); toplumsal ilişkilerdeki dengenin bozulması ve ezilen sınıfların bir radikalleşmesi hatta kapitalizmin sonu anlamına bile gelir. Böylece çelişkiyi çözmek için bir tedbir olarak önerilen bir ülkenin parasının uluslar arası rezerv para olması, giderek o ülkede bir tür bağımlılık yaratarak kendi başına bir hedef haline geliyor. Bir sömürü ve iktidar aracı oluyor.
320 Ama bu ülke öylesine büyük ve güçlüdür ki, bu ülkedeki bir sarsıntı tüm dünyadaki kapitalizmi de tehlikeye atacağından dünyanın diğer ülkelerinin kaderi ABD’nin gücüne ve istikrarına da bağlanmış; ABD’nin gücü ve istikrarı Dolar’ın dünya parası olmasına ve bu da dünyanın ulusal devletlere bölünük olarak kalmasına bağlı olmaktadır. Ama dünya ulusal devletlere bağlı kaldıkça da bu sefer üretimin sosyal ve uluslararası niteliği ile bu ulusal devletler arasındaki çelişki daha derinden bu sistemde tıkanmaya yol açmaktadır. Bu çıkmazdan yani hem ulusal devletleri korumak hem de dünya ticaretinin önündeki engelleri kaldırmak için “Globalizm” bir çözüm olarak geldi. Buna göre. Ulusal devletler varlığını ve egemenliklerini sürdürüyorlar bu böylece ABD’nin her türlü denetimden uzak olarak istediği gibi para basmasını sağlıyor ama aynı zamanda para ve malların dolaşımı üzerindeki sınırlamalar kaldırılarak dünya ticaretinin büyümesinin olanakları sağlanmış oluyordu: Ve bu sayede ABD ve kapitalizm bir taşta birkaç kuş vurmuş oluyordu. Ticaretin büyümesi ister istemez uluslar arası para birimi olan dolara olan talebi arttırıyor, bu da ABD’nin hiçbir karşılığı olmadan para basıp refahını sürdürmesine olanak sağlıyordu. ABD’nin bu yüksek tüketimi aynı zamanda dünya ekonomisinin belli bir büyümede kalmasın sağlıyordu. Ne var ki, ABD’nin karşısında Avrupa daha büyük bir üretkenlik ve sağlam para birimiyle çıkıyordu. Bir süre sonra Çin’in de bir rakip olarak ortaya çıkacağı görülüyordu. ABD’nin bu sistemi ekonomi gücüyle sürdürmesi olanaksızdır. O zaman hiç kimsenin kendisiyle baş edemeyeceği silah gücüyle bu sistemi sürdürebilir olmaktadır. O halde, parasını uluslar arası para olarak koruyabilmek için daha fazla silahlanmak. Daha fazla silahlandıkça, daha büyük açıklar vermek, daha büyük açıklar verdikçe, parasının da rezerv para olmaktan çıkması tehlikesi arttığından daha fazla silahlanmak ve işgaller yapmak, Dolar’dan en küçük bir yüz çevirmeyi en ağır şekilde cezalandırmak zorundadır. Ama bunun için de gerekli masrafları karşılamak üzere daha fazla karşılıksız para basmak. Böylece ABD artık geri dönülmez ve sonunda kendini tüketecek bir yola girmiş bulunmaktadır. Doların uluslar arası para birimi olmasını sağlamak ve korumak onun var olan düzenini koruması ve sürdürebilmesi için hayati önemdedir. Bunu ekonomi gücüyle sağlayamaz ama silahların gücüyle sağlayabilir en azından bir süre. Ama ne var ki, sistem öyle kurulmuştur ki, bizzat rakipleri de sadece ABD’nin varlığına ve gücüne değil; dolar egemenliğine bağımlı hale gelirler. Para basmanın yolu da şudur. Borçlanmak. Bu da faizler yüksek tutularak, dünyadaki sermayenin ABD’ye akmasını sağlamakla olur. Yani ticareti fazla veren ülkeler ABD’den kağıt parçaları alırlar ABD’den alacakları karşılığında ellerinde birikmiş dolarlarla. Ama bu dolarları da ABD’ye sattıkları mallar karşılığında almışlardır. Ama ellerindeki dolarlarla alabilecekleri tek şey de ABD’nin borç senetleridir. ABD’den borç senedi alarak da ABD’nin daha çok dolar basmasına böylece talebi yükselterek kendi ürettikleri malları almasına olanak sağlamış olurlar.
321 Böylece Ekonomisi ABD’den daha güçlü ülkeler bile, bir bakıma ABD’ye bağımlı hale gelir ABD’nin onlara bağımlı hale geldiği gibi. ABD dolarının her düşüşü, veya ABD’nin borçlarını ödeyemeyeceğini söylemesi bu ülkelerin alacaklarının da sıfır olması, ellerindeki milyarlarca doların boş kağıt parçalarına dönmesi, onlarca yıllık birikimlerini bir dolandırıcıya kaptırıp üzerine bir soğuk su içmeleri anlamına gelir. Böylece diğer ülkeler de bu borçlunun iflas etmemesi için bir yandan dikkatli davranmak zorunda kalırlar. Böylece Çin, Japonya ve diğer Asya ülkeleri gibi ticareti fazla veren ülkeler de, “Baba bir hırsız tutum” durumundadırlar. Fazlaları ile ABD’den tahvil alırlar ya da Dolarları Rezerv olarak tutarlar. Bundan kurtulmaya kalksalar, birden bire kendi alacakları ve dolarları da hiç kıymeti olmayan kağıt parçalarına dönüşecektir. Bu nedenle hiç biri çıkıp da örneğin, ben dolar kullanmıyorum diyemez. Kaldı ki bu olmasa bile, bunu açıktan diyecek olanın başına gelecek ortadadır. Bunu diyen ülke dediği an başına Atom bombası iner. Çünkü böyle bir karar ABD’nin sonu demek olur. Benden sonra kıyamet. Bütün hazır yiyici egemenlerin değişmez parolasıdır. Dolar’ı bırakıp Euro’ya geçen Irak örneği ortada. Kaldı ki, Avrupa da dünya kapitalizminin yaşaması bakımından şimdi doların çökmesini istemez. Euro dünya parası olabilir ve bu sefer ABD’nin avantajını Avrupa ele geçirebilir. Ama Avrupa’nın ne ortak siyasi bir iradesi, ne de askeri gücü vardır. Bu dünya kapitalizmi için bir “Fetret devri” gibi olur. Bir bakıma Bizans veya Selçuk devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan beylikler düzenine geri dönüş gibi olur. ABD gerek askeri gücüyle, gerek borçlarıyla tüm dünya kapitalizmini kendi kaderine zincirlerle bağlamış bulunmaktadır. Kendisinin çöküşü bütün sistemin çöküşünü getirebilir. Bu nedenle ABD’nin rakiplerinin de şöyle bir açmazı bulunmaktadır. Bir yandan onun bu egemenliğine son vermek, güneşin altındaki yerlerini almak isterler, ama bu yönde fazla ileri gittiklerinde, onunla birlikte kendilerinin de yok olabileceğini görürler. Çin ve Japonya’nın ABD’den muazzam alacakları vardır, muazzam döviz rezervleri vardır ama Doları bırakamazlar ve ABD’den kağıt almaktan vaz geçemezler. Vaz geçtikleri an, iflas etmiş bir ABD, tüm dünya ticaretinin da muaazzam bir darbe yemesi, tüm fabrikaların kapanması, muazzam bir kaos olur. Bu kendi sonlarını da getirebilir. Benzeri Avrupa için de geçerlidir. ABD’nin politik iradesine ve askeri gücüne karşı bir yandan karşı güç oluşturmaya çalışırlar ama diğer yandan, bu güç çöküğü an kendilerinin de çökeceğini bilirler ve bu nedenle aynı zamanda onu desteklemek zorundadırlar. Bu çelişkiyi en açık biçimde Alman dış İşleri bakanı Fischer, Irak’a ABD saldırısı öncesinde ifade ediyordu: bir yandan ABD’ye karşı Fransa’yı öne sürerek direniş cephesi oluşturuyor diğer yandan da “Saddam’ın bir zaferinin düşünmek bile istemem” diyordu. Böylece ABD ve diğer emperyalistler veya rakipleri arasındaki ilişki, Türkiye’deki Bürokratik Oligarşi ile Burjuvazi arasındaki; Devlet ile Hükümet arasındaki ilişki gibidir. AKP veya
322 burjuvazi nasıl bir yandan gerçek iktidara gelmek ister ama diğer yandan bunun için gerekli adımları atmaya kalktığı an kendi iktidarını ve varlığını yok etme tehlikesi ortaya çıkacağından bu adımları atamaz ve o askeri bürokratik oligarşinin ayaklarına kapanır. Benzeri dünya için de geçerlidir. ABD, benim sayım suyum yok, çekiliyorum dese, bunu dediği an, bütün rakipleri ayağına kapanmaya hazırdırlar. * İşte bu dünyada, Sosyalizmin ve İşçi hareketinin bir projesi yok. Diğer emperyalistlerin de yok. Ama ABD’nin bir projesi var. “Benim egemenliğim altında, benim egemenliğimi tanıyarak, hepinize yer var” diyor bütün diğer büyük güçlere (Avrupa, Rusya, Çin, Japonya gibi). Aksi diyor ABD, dünya ölçüsünde kaos olur. ABD ulusal devletlere bölünmüş bir dünyada, Roma gibi tam bir merkezi İmparatorluk değil, O imparatorluk sınırlarında yaşayanların Roma Yurttaşı olduğu bir imparatorluk değil; yani tüm dünyayı feth edip, bütün dünyayı ABD yurttaşı yapmayı değil; Hitler’inki gibi feth ettiği ülkeleri aşağı ırktan köleler yapmayı da değil ara bir çözümü öneriyor. Kutsal Roma Germen imparatorluğu ile Roma İmparatorluğu arasında bir biçim öneriyor. (Aslında Roma da denebilir. Çünkü bütün imparatorluklar aynı zamanda belli özerk bölgeleri de tanırlar vergisini ve haracını düzenli ödediği veya otoritesini kabul ettiği sürece. Üçüncü Roma İmparatorluğu, yani Osmanlı bile böyleydi örneğin.) ABD’nin planı şu: Bütün ulusal devletler, hukuki bakımdan eşit haklı devletler olarak oldukları yede dursunlar, kendi egemenlik alanları da olsun. Ama dünya ticaretinin büyümesine engel olmasınlar, ABD’nin gücünü ve egemenliğini her hangi bir şekilde sorgulamaya kalkmasınlar. Hiçbir gücün en üstte olmadığı devletler arası bir sistem, bir gücün üstte olduğu bir sistemden daha iyi değildir. Birincisi eşit güçlerin birbiri aralarındaki savaşlara ve birbirlerini tüketmelerine yol açar. İkincisinde ise, en üstteki bundan en fazla karlı çıkandır ama yine de bir düzen olur ve herkes bundan karlı çıkar. Herkesin birbirini tükettiği durumdan daha karlı çıkar. Oyun Teorileri bu yasallığın matematik kanıtlarını sunarlar. Ve üstte olacaklar içinde de en iyisi benimdir diyor ABD. Soru şudur ulusal devletlerin var olduğu dünyada. Bir sosyalist alternatif olmadığı sürece bütün insanlar ve devletlerin karşı karşıya olduğu soru şudur: Eşit güçte emperyalist rakiplerin bulunduğu bir dünya mı iyidir? Yoksa birinin hepsinden daha güçlü olduğu, diğerlerinin onun otoritesini tanıdığı ama kendi egemenlik alanlarının da olduğu bir sistem mi daha iyidir? ABD sorunu böyle koyuyor ve doğru cevabın ikincisi olduğun söyleyip “en güçlü ve üstte olmaya en layık olan da, bunu en iyi yapacak olan da benim” diyor. Ve işin kötüsü, kapitalizm ve ulusal devletlerin veri olduğu koşullarda dediği pek de haksız değil.
323 Bir Alman ırkçılığı ile bezenmiş Avrupa’nın egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen olduğu bir dünyadan daha iyi olmaz. Avrupa, ABD’nin aksine dile, dine, ırka dayanan bir ulusçuluğun zehrini, ABD’den çok daha fazla taşır. ABD’nin gücünün Avrupa’da olması halinde, Avrupa, dünyadaki diğer halklara ABD kadar geniş bir hareket alanı tanımaz ve onları açıktan köleleştirebilir. Bir Çin’in egemen olduğu bir dünya, ABD’nin egemen olduğu dünyadan daha iyi olmaz. Çin’in ırkçılığı, binlerce yıllık devletçiliği vs. ABD’ninkinden bir kat daha korkunç bir dünya egemeni demektir. ABD ne de olsa kapitalizmin saf çocuğudur. Burjuva uygarlığının modeli ve idealidir. Daha büyük bir esneklik taşır. Diğer emperyalistler karşısında ABD, Engels’in bir zamanlar, Alman küçük burjuvası karşısında gerçek bir insandır, çünkü serfliği yaşamamıştır dediği Norveç’li gibidir. Biri yunker kapitalizminin ve gerici ulusçuluğun, diğeri şark devletçiliğinin bütün pisliğini dünyaya bulaştırır. Bu bakımdan verili çerçevede, ABD’nin dünya imparatorluğu, olabileceklerin en az kötüsü sayılabilir. ABD’nin gücün yitirip, Çin, Japonya, Rusya, Avrupa gibi onlar ayrında onlara eşit güçte bir güç haline geldiğini; her biri eşit güçte beş altı emperyalistin bulunduğu bir dünya düşünelim. Bu dünya bu günkünden daha iyi olmazdı. İkinci dünya savaşının atom silahlı emperyalistlerin yaptığını düşünmek ortaya nasıl bir sonuç çıkacağını gösterir. Bırakalım daha iyi olmamayı bir yana, bu olasılıkta insanlığın yaşama olasılığı bile sıfırdır. Sadece kapitalizm değil, insanlık da yok olur eşit güçteki emperyalistlerin bulunduğu bir sistemde. * Elbette ABD bir yandan bu sistemi öneriyor ama bunu sadece bir proje olarak, ikna ve kabul için sunmuyor. Böyle bir şey olmayacağını bilir. Projeniz, silahların gücüne dayanıyorsa ikna edici olur ve kabul edilebilir. İşte bunun için, ABD, özellikle bir yandan diğer emperyalistlerin kendisine askeri, ekonomik bakımdan bir rekabet oluşturmasının yolunu kesmek; diğer yandan da var olan egemenliğin ve dolar sistemini ve dünya ticaretinin büyümesini (globalizm) sürdürmek zorundadır. Bunun için de dünya ticaretinin ana yollarını ve petrol ve gaz kaynaklarını kendisinin veya etkisindeki güçlerin kontrolünde bulundurması gerekir. Bu dünyada üç stratejik nokta demektir: Güneydoğu Asya (Dünyanın atölyesi Asya’nın pasifik kıyılarına giden petrolün ve oradan dünyaya dağılan malların geçtiği dar boğaz. Yani şu Tsunami’nin yıktığı yerler. Zaten bu paylaşım ve etki savaşı orada, Tsunami nedeniyle “yardım” biçiminde gerçekleşiyor.) Orta Asya ve her şeyden önce Orta Doğu demektir. (Bu ikisine, Akdenizin Güneyiyle birlikte “Büyük” veya “Genişletilmiş Ortadoğu” da deniyor.)
324 Orta Asya’ya Afganistan ile, Orta Doğu’ya Irak ile girdi. Şimdi Orta Asya ve Orta Doğu’nun köprüsü olan İran’ın da bir şekilde saflara katılarak zincirin tamamlanması gerekiyor. Ayrıca İran üzerindeki savaş aynı zamanda diğer muhtemel rakip emperyalistlerle bir savaş anlamına gelecektir: bu bakımdan İran, Dünya’nın ve ABD’nin kaderini belirleyecektir. İran’da bir yenilgi ABD’nin sonu olur. Bu dünya kapitalizminin de ciddi sarsıntılara girmesini getirebilir. Ama İran’ın saf dışı edilmesi ABD’nin dünya egemenliği yolunda en zor adımı atıp hedefine yaklaşması demektir. Ondan sonra İran, Orta Doğu ve Orta Asya’nın her biri dile, dine dayanan küçük devletlere bölünmesi (bu arada sıra Türkiye’ye de gelecektir) aşamasına gelir. Dünyaya egemen olabilmek için birbirine karşı kullanılabilecek böyle küçük devletler zorunludur. Böylece her devletin içinde diğer devlette çoğunluk olan azınlıklar olacağından, bunlar kolaylıkla birbirine karşı da kullanılabilir. * Ama İran bir Afganistan ya da Irak değil. İkisi de ekonomik olarak tükenmiş, askeri olarak hiçbir gücü kalmamış; egemen olanların tecrit içinde sadece silah zoruyla egemenliklerini sürdürebildiği ülkelerdi. Bunlar kolaylıkla topu topu bir kaç yüz ya da bin asker kaybıyla bir kaç hafta içinde düşürüldüler. Ama İran binlerce yıllık geleneği olan bir devletin bulunduğu, rejimin her şeye rağmen geniş bir tabanı bulunduğu, eski Pers uygarlık alanında bu uygarlığın damgasını taşıyan Şiilik aracılığıyla birliğini, (örneğin Türkiye’deki Türkçü Kemalist sistemden çok daha güçlü ve sağlam olarak) sağlayan bir devlet. Öte yandan kökleri binlerce yıllık Pers uygarlığına, ta Sümer zamanının Elamlılarına, Abbasilere, Selçuklulara, Haçlı seferleri dönemlerine kadar giden etkileri var (Lübnan’daki ve Irak’taki, Arap yarımadasındaki Şiiler). Ve nihayet, yükselen petrol gelirleri nedeniyle ekonomik durumu düzelen ve petrolü ve gazı bizzat bir silah olan İran var: İran da Rusya ve Çin’in belli ölçüde desteğine de sahip. Bu güce karşı öyle kolayca, Afganistan veya Irak’ta olduğu gibi harekete geçilemez ve işgal edilemez. İran’ın çökertilmesi, dize getirilmesi gerekir. İşgal İran için bir yol değildir. Atom bombası, ekonomik ambargo, diplomatik ve politik tecrit ve tehditler veya bunları çeşitli kombinasyonları gerekmektedir. İşte İran insanlığın geleceğini tayin edecektir. ABD’nin egemen olduğu bir dünya mı, yoksa başka bir gücün egemen olduğu veya eşit güçteki emperyalistlerin paylaştığı bir dünya mı? ABD bu savaşı kazanabilmek için, güçlerin en irisini, düşmanın en yaralanabilir yerine yığmak zorundadır. Yani İran’a karşı sefer, sadece Askeri olmaz ve olamaz. Tüm cephelerde, yani diplomatik, kültürel, politik, askeri ve tüm silahlarla (psikolojik savaş yöntemlerinden Atom silahlarına kadar) topyekün bir savaş olmak zorundadır.
325 Bunun için önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin de dünyanın da nabzı İran üzerinde atacak, ve tüm gelişmeler bunlar ışığında okunup anlaşılabilecektir. * ABD’nin dışında bu dünyada, tek alternatif bir programı olan güç biziz. Bu program bütün ulusların ortadan kaldırılması, ulusal devlet ve sınırlara karşı savaştır. Bir paradoksal ifadeyle bütün dünyanın ABD vatandaşı olması da diyebiliriz. Tüm insanlar ulusu, dili, dini, soyu sopu ne olursa olsun eşittirler. Ulus tıpkı soy, sop, din, inanç gibi özel bir konudur ve inanç sorunudur. Biz bir insanlık dini, bütün insanların birbirinden sorumlu olduğu hukuken eşit olduğu kadar gerçekten de eşit olacağı bir din ve yeryüzü nizamı öneriyoruz. İnsanları Türk, Alman, ABD’li vs. olmaktan çıkmaya ve İnsan olmaya; yani bu devletleri yıkmaya; Türklüğü, Almanlığı, ABD’liliği özel bir sorun yapmaya çağırıyoruz. Nasıl Müslim, Hristiyan, Budist, Alevi vs. olduğunuz sürece insan olamazsanız. Ancak bunları birer inanç olarak gördüğünüzde ve öyle bir sistemde insan olabilirseniz. Bir Türk, Bir Alman, Bir Ermeni., Bir Kürt, Bir Arap olduğunuz sürece de İnsan olamazsınız. Ancak, bunları kişilerin özel sorunu olarak gördüğünüzde ve böyle bir sistem için mücadele ettiğinizde insan olabilirsiniz. İşte, dinin özel değil, inanç değil bir üstyapı olduğu önermesi geçmişi, bu günü ve geleceği böyle anlaşılır ve değiştirilebilir kılıyor. Demir Küçükaydın 31 Mayıs 2006 Çarşamba
[email protected] http://www.koxuz.biz