Ziya Gökalp _ Türk Ahlakı
TOKER YAYINLARI Hazırlayan: Yalçın Toker TOKER YAYINLARI TOKER "GENEL DİZİ"'No: 214 "DOĞUDAN...
58 downloads
523 Views
433KB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
Ziya Gökalp _ Türk Ahlakı
TOKER YAYINLARI Hazırlayan: Yalçın Toker TOKER YAYINLARI TOKER "GENEL DİZİ"'No: 214 "DOĞUDAN-BATIDAN SEÇMELER" Dizisi No:16 TOKER YAYINLARI: Ankara Cad. 46 Cağaloğlu - İSTANBUL Tel: 522 33 09
• Dizgi: Murat Fotodizgi • Baskı ve Cilt: Metinler Matbaası • Kapak: Lütfü Çolak • Kapak Baskısı: Alemdar Ofset. İSTANBUL — 1989 YAYINEVİNDEN Ziya Gökalp, modern Türkçülüğün kurucusudur. Bu sebeple, Türk gençlerinin, Türkçülüğü tam olarak kavrayıp öğrenebilmeleri için, Ziya Gökalp'in eserlerine ihtiyacı vardır. Cumhuriyetin kurucusu büyük Atatürk'ün, «Etimin ve kemiğimin babası Ali Rıza Efendi ise, fikrimin babası da Ziya Gökalp'tir.» diyerek, bu büyük düşünürümüzün fikirlerini kendine rehber yaptığını hep biliriz.. Öyle ise, bugünün gençliğine, Atasının kendisine rehber yaptığı fikirleri öğretip benimsetmek de, bizlerin görevidir. Ziya Gökalp'in hemen bütün eserleri kitap halinde yayınlanmıştır. Ama ne yazık ki, bu kitaplarda kullanılan dil. bugünün gençliğinin kolayca okuyup anlayabileceği durumda değildir. Kitapların bir kısım basımlarında 70-80 yıl önce, Ziya Gökalp'in kullandığı dil aynen korunmakta, ba- ¦ zı basımlarda ise, bir zamanların Dil Kurumu Türkçesi dediğimiz uydurukçaya yer verilmektedir. Tabiidir ki, her ikisinin de bugünün gençliğince anlaşılabilmesi zordur. Biz bu çalışmamızda, ikisi arası bir yol izleyerek, iki aşın ucun ortasını bulmaya çalıştık. Halkımızın okuduğu zaman anlayabileceği kelimelerin, «bir başka dilden mi gelmiştir?» veya «sonradan mı uydurulmuştur?» diye kökünü aramaya girişmeden, halkımız o kelimeyi kullanıyorsa biz de kullanmakta sakınca "görmedik. Çünkü amaç, Ziya Gökalp'i •<"•; fikirlerini anlatmaktır. Bunu en iyi yapacak «araç»ı, yani kelimeyi kullanmamız gayet doğal sayılmalıdır. Bu söylediklerimize bir kaç örnek vermek gerekirse, lisan yerinde dil, darbı mesel yerine atasözü, nesil yerine soy kelimesini kullandık.. Bazan bir kavramı karşılayan eski kelimenin yanında, parentez içinde onu açıklayıcı eski ve yeni kelimeleri verdik; teamül (örf-adet, gelenek) örneğinde olduğu gibi.. Bazan da, hem mefkureyi, hem ülküyü, hem harsı, hern kültürü ayni zamanda kullandık.. Kısacası, dil konusundaki tek kaygımız, «anla-sıhrlık» tan ibaretti. Kısmet olursa, bu dizide, Ziya Gökalp'in bütün eserlerini, bugünkü neslin anlayacağını umduğumuz Türkçe-•mizlc yayınlamak dileğindeyiz. "Türk Ahlâkı" eserinin hazırlanmasında büyük yardımlarını gördüğümüz Ahmet Karabacak'a ve Türk Kültür Yayını ekibine teşekkür ederiz. Saygılarımızla Yalçın TOKER İÇİNDEKİLER SOSYAL BİRLEŞİM VE TOPLANMA............................................ YIĞIN VE ZÜMRE, KLAN VE AŞİRET.......................................12 TOPLUMLAR ARASINDA TOPLANMA VE SOSYAL BİRLEŞİM....17 1. Uzlaşma ......... 19
2. Uyum ............ 19 3. Kaynaşıp Erime .......... 19 21 LIMI......"......................................................... C.......................................................................33 K......................................................................43 ISI.....................................................................58 ŞAHSİYETİN ÇEŞİTLİ ŞEKİLLERİ..................................... AHLAK BUNALIMI ........... 27 ŞAHSİ AHLAK. CİNSEL AHLAK AİLENİN YAPISI 1. ilkel Toplumlarda Aile Yaoısı ve Evlilik Türleri ............ 2. Eski Türklerde ve Yakutlarda Aile Yapısı ......... 61 3. Eski Arap Simye (Klân)lerinde Aile Yapısı .......... 65 AİLE AHLÂKI ........ 68 1. Eski Türklerde Aile Hukuku ve Kamu Hukukunda Ailenin Yeri....69 ........................................73 ?!SS" Geçirdiği Değişiklikler (UlüğYasa) 74 AİLE TÜRLERİ I. Eski Arap Ailesi .... 79 A. Arap Simyesi .... 79 a. Zevil Erham ....79 b. Usbe 79 b. Usbe ............. 81 1. Ata-erkil Akrabalık Toplumu ......... 81 2. Kandaş Olmayan Sosyo-ekonomik Topluluk................................81 3. İki Ayrı Kadının Meydana Getirdiği Topluluk ........... 81 II. İslâmî Aile ........... 83 İSLAMİYET'İN AİLE YAPISINDA YARATTIĞI DEĞİŞİKLİK VE YENİLİKLER ........ 86 A. Evlenme ve Eş Hukukunun İslâm Öncesi Durumu......................86 a. Kalın Konusu ............ 86 b. İstek Dışı Evlilik .......... 86 c. Ölünün Eşi .......... 86 d. Çahiliyet Dönemi Evlilik Çeşitleri (7 tür) ......... 87 B. İslâmiyette Evlenme ve Eş Durumu ......... 89 EN ESKİ MİLLETLERDE KADIN, AİLE VE AHLÂK......................96 1. İran, Eski Yunan, Atina ve Ispartada Ata-erkil Aile......................96 2. İran Zerdüştilerinde Durum .......... 98 3. Çinlilerin Anlayışları ........ 99 4. Tolunoğulları ve Mısırda Kadın ve Aile ....... 105 5. islâmda Kadın İle İlgili Hadis-i Şerifler ........ 106 6. Türk Ailesi ......... 110 a. Özbek ve Türkmen Kadını ........... 115 b. Osmanlı Döneminde Kadın ve Aile ........ 110 AİLEDE "KONAK"TAN "YUVA" TİPİNE.................................124 1. Yeni Kültür ......... 124 2. Yeni Tip Devlet Yönetimi ........ 126 3. Raiyyeliğin Kaldırılması ........... 127 4. Zımmîliğin Kaldırılması .......... 128 5. Rakıyyetin Kaldırılması ......... 129 6. Mutlakıyetin Kaldırılması .......... 129 TOPLUMSAL DAYANIŞMASI.................................................131 Ümmet, Halk ve Millet Dayanışması ......... 132 ŞÖVALYE AŞKI VE FEMİNİZM...............................................136 ÇAĞDAŞ AİLE VE MİLLİ AİLE...............................................144 DÜĞÜN ADETLERİ .......... 150 1. Ana-üstün Klanda ......... 150 2. Baba-üstün Ailede .......... 150 3. Aile Dininde Ayin ........ 152 4. Genel Dinlerde Ayin (Kız isteme )......... 152 5. Kanunî Törenler ........... 153 TÜRK AİLESİNİN TEMELLERİ................................................155
TÜRK AİLESİNİN YAPISI.......................................................162 ÖDÜLLENDİRME VE CEZALANDIRMA....................................169 FERDİYET (Biyolojik Yapı) ŞAHSİYET (Fikrî Yapı)......................173 SOSYAL BİRLEŞİM VE TOPLANMA Sosyal birleşim, kesin bir şekilde, çeşitli insanların biraraya gelmesi demek değildir. Bazan birçok insanlar bir yerde toplandıkları halde sosyal birleşmeyi meydana getirmezler Nitekim: Oksijen ve hidrojenin birbiriyle karışık durumda bulunması, kimyasal bir birleşim olan suyu (H2O) meydana getirmek için yeterli değildir. İnsanlar arasında sosyal birleşme olayı, dereler arasındaki kaynaşma olayının tıpkısıdır. Moleküller, kaynaşma şeklindeki bileşimden başka, toplanma şeklinde de birleştikleri gibi; insanlar da bazan sosyal birleşim halinde, bazan toplanma halinde birleşirler. Toplanma halinde iken oksijen ve hidrojen atomlarının her biri, kendi özelliklerini korumaktadır. Kimyasal kaynaşma durumunda ise, artık ne oksijen atomu ne de, hidrojen vardır. Ortada yalnız su molekülleri kalmıştır. insanlarda da yalnız toplanma halinde her fert, kendi ferdiyeti ile dolu bulunur. Meselâ Sizinle ben bir toplanma halinde birleştiğimiz zaman, ben kendimi sfze beğendirmeğe çalışırım. Siz de kendinizi bana beğendirmeğe uğraşırsınız. Bu esnada ruhunuzda hakim olan duygular (ben) hissidir. Gerçi, bu duygumuzu açıktan açığa göstermek istemeyiz. Bunun için gayet dolaşıklı yollardan yürürüz. Ben sizin faaliyetlerinizden söz ederim, bunun sonucu olarak siz de benim üstün özelliklerimi sorarsınız. Ya da ikimiz birleşerek başkaları hakkında dedikodu yaparız. Onlardaki eksiklikleri görür, bizim o eksikliklerden uzak olduğumuz sonucuna varırız. TOPLANMA VE SOSYAL BİRLEŞİMİN FARKLARI Toplanma durumu yalnız iki kişi arasında olmaz. Birçok fertlerden oluşan büyük gruplarda da bu durum görülebilir. Genellikle salonlar, eğlence yerlerinde toplanmalar gerçekleşir. Toplanma halinde iken ruhlara hâkim olan his ''övünme' veya "kendini beğenmişlik" diye tercüme 'edebileceğimiz (vanite)dir. Toplanmayı, sosyal birleşimden' ayıran en belirgin özellik, birincisinin fertleri kendini beğenmişliğe itmesi, ikincisinin ise aksine bu duygudan uzaklaş-tırmasıdır. Sosyal birleşimde insanlar benliklerini tamamiy-le unuturlar. Ruhlarinı toplanma durumunda var olmayan bir aşırı heyecan kapiar ki, buna (Vecdenthousiasme) diyoruz. Bu aşırı, heyecan hangi fikri sararsa, ona bir ülkü özelliği verir. Bu anda artık "ben", "sen" yokuz; yalnız ülkü şeklinde benliğimizde yanan yeni eğilimlerimiz vardır. Bu eğilimler eski eğilimlerimize hiç benzemez. Çünkü eski eğilimlerimiz, benliğimize bağlı kalmak esasına dayandığı halde, bu yeni eğilimler, kişiliğimizden ülkülere samimi ibâdetler, gerçek ve karşılıksız hizmetler ister. Sosyal birleşim halinde ruhumuz kutsal bir iman mabedi, kutsal bir ülkü odağı olduğu için; artık oraya kendini, düşünme ve övünme gibi; açık duygular giremez. Bu duyguları taşıyan bir kişi sosyal birleşime girdiği zaman; eğer sosyal birleşim güçlü ise, kişisel eğilimlerini gösteremiye-rek, toplum bilinci içinde erimeğe başlar. Fakat ruhların yeni kaynaşmağa başladığı; ancak henüz tamamıyle kaynaşmadığı anlarda, öyle bir fert, bir sosyal birleşim topluluğunu, toplanma topluluğuna çevirebilir. Çünkü bir adamın ferdiyetçi olması; diğerlerindeki gizli kişisellikleri uyandırmağa sebep olabilir. Ovünücü fertler, işte bu sebeple her çeşit sosyal birleşimlerin çöküşüne yol açabilirler. Sosyal birleşim olayını yönetenlerin bu gibi fertleri çok iyi tanıması, sağlıklı sosyal birleşimin en önemli kurallarından biridir. Bazı yazarlar ve psikologlar, sosyal birleşim halinde, fertlerin gerek akılca, gerek ahlâkça aşağı duruma düştüklerini iddia etmişlerdir. Meselâ Müpasan (Guy de Maupu Sant) şöyle yazıyor: "Kaç defa dikkat ettim ki, zekâmız tek başımıza yaşadığımız zamanlarda büyüyor ve yükseliyor. Yeniden insanlarla toplanmaya başladığımız zaman ise, azalıyor ve alçalıyor. Çünkü gerek ilişkilerimiz, gerekse söylenen ve bizi duymaya, dinlemeğe ve cevap vermeğe zorlayan sözler, ülkülerimize etki etmektedir.
Birçok kişinin normal zekâsı şeklinde bir düzey vardır. Yalnız olan her fert, insanların büyük kitlesine katıldığı zaman yalnızlık halindeki zihni, görüşü, akıl yürütme ve anlama gücü; görüş özellikleri derhal kaybolur." Seykel'in, Tarde'in, Niçe'nin buna benzer sözleri vardır. <1> Fakat biraz düşünülünce anlaşılır ki bu kanaatlar bir yandan toplanma ile sosyal birleşimin, diğer yandan ferdi özelliklerle, şahsiyet özelliklerinin ayrı düşünülmesinden meydana gelmiştir. (1) Ferdiyetçilik: (Endividüalizm) Sözünü ettiğimiz düşünürleri ve fikirlerini daha iyi anlamamız için ferdiyetçiliği kısaca ele almamızda yarar vardır. Ferdi ve ferde ait olan her şeyi en üstün değer olarak kabul eden doktrin. Ahlâki ve siyasi bütün değerlerin temelini ve sosyal olayların hepsinin esasını fert oluşturur. Devlet ise bu görüşe göre, üstün değer olan ferd için bir araçtır. Tarde, sosyal olayların kesin açıklamasının fertte olduğunu iddia etmekle, sosyolojik açıdan ferdiyetçiliği temsil etmektedir. Ziya Gökalp ise,'ferdiyetçiliği "hodbinlik" olarak açıklamakta ve sosyalizmi kabul etmektedir. Fertçilik, insanı kendi varlığının ortaya koymadığı değerlerden uzaklaştırarak hoyratlaştıran bir doktrindir. Niçe'nin nihilist fertçiliği (hiçbir ahlakî değer ve kontrol kabul etmeyen görüş, hiççilik) bunun misalidir. (Felsefî Doktrinler S.H. Bolay) Önce şikâyet olunan biraraya gelmelerin pek çoğu ';u ianma şeklindeki toplantılardır. Gerçekten insan böyle t>r toplantıya girdiği zaman akıl ve ahlâk yönünden bir öüşuk-lükle karşı karşıya kalıyor. Çünkü her toplanma, sosyal birleşim olmadığı gibi, her yalnızlık da sosyal birleşim dışı de ğildir. Yalnızlık halinde iken ya okur, yazar, düşünür veya resim gibi bir şeyle uğraşırız. Okuduğumuz zaman ya bir gazetenin, yahut bir kitabın etki alanı ve kamusu içine, yani genişçe bir sosyal topluma girmişiz demektir. Yazdığımız zaman ise, böyle bir kamuya biz sesleniyor, onu biz idare ediyoruz demektir. Düşünmek ise genellikle ülküleri, sosyal birleşim gayelerini zihnimizde yaşamak demektir. Müzik ve resime gelince bunlar da toplumun ortak zevkini ilgilendiren uğraşlardır. FERDİYETÇİLER.. ŞAHSİYETÇİLER... Özetlersek, toplanma halinde iken ferdî bir hayat yaşadığımız halde, yalnız yaşadığımız zamanlar, çoğunlukla toplum hayatı yaşarız. Kendilerini kısa veya uzun süre bir kenara çekenler, sosyal hayattan ferdî hayata kaçanlar değil, belki kutsal olmayan ve ferdî olan hayattan, kutsal ve şahsiyetli olan hayata kaçanlardır. Toplanmadan zevk al-mayanlar, toplum hayatından zevk alabilirler. İkinci olarak ferdiyetçilerin zekâ düşüncesiyle; şahsiyet-çilerin (2) zekâ düşüncesi arasında, ferdiyetçilerin ahlâkı ile, şahsiyetçilerin ahlâkı arasında bir çeşit çelişki vardır. (2) Şahsiyetçilik (Personalizm): Değerler problemine öncelik veren, dini, insanın en önemli faaliyetlerinden biri kabul eden, dünyayı Al-laha inanma yeri olarak gören felsefî doktrin. Personalizm şahsa öncelik tanır, devletçiliğe olduğu kadar, ferdiyetçiliğe de karşıdır. Doktrinin kurucusu Fransız filozofu C. Revouvier'a göre, insan hürdür ve sosyal bir varlık olup, bir tek aile ve millet olmaya çalışır Ziya Gökalp, A. Fouillee'nin bir ayırımına uyarak, aşağı fertçiliğe sadece "fertçilik", yüksek fertçiliğe, "şahsiyetçilik" diyor. Ona göre, fert adı insandan başkasına verildiği halde, şahıs ismi insana ve Allaha aittir. Gökalp, aşağı fertçiliğin yok edilmesine inanır ve şahsiyeti, olumlu, olumsuz, ferdî, kollektif olmak üzere çeşitli kısımlara ayırır. Nurettin Topçu da şahsiyetçi fikirler ileri sürmüştür. Necip Fazıl'a göre şahsiyetçilik: "Hakkın üstün yargı gücünü temsil edenleri hâkim kılma davasıdır." Mehmet Akif de şahsiyetçi olarak kabul edilebilir. 10 Ferdiyetçilerce zekânın ölçüsü şüphe, soyaçekimlilik ve sistemsizliktir. Fertçiler kategorik (sistematik olarak düşen) kararlara sahip olan, fikrinde ve işinde tereddütsüz bulunan adamları sınırlı zekâlı ve basit muhakemeli görürler. Oysaki zeki bir şahsiyet ancak bu özelliklerin bileşimiyle oluşabilir. Tabiatın kanunları kategorik ve sistematik olduğu gibi, toplumun içten gelen eğilimleri de kategorik ve sistematiktir. Bu ikisinin uyuşmasından meydana gelen aklın ve ilmin aynı olayları taşıması gerekli değil midir?
Ferdiyetçilerle şahsiyetçilerin zekâ ve ilim hakkındaki görüşleri birbirine uygun olmadığı gibi; ahlâk görüşleride birbirinden başkadır. Devletler hukuku nasıl ittifak anlaşmalarına dayanırsa, fertçilere göre ahlâk da dostluk sözleşmelerine dayanır. "Bensize hürmet ediyorum, o halde siz de bana hürmet etmelisiniz" ilkesi fertçilerin ahlâkında esastır. Oysa şah-siyetçilere göre toplumlar fertleriyle birlikte kayıtsız şartsız şekilde saygıdeğer ve kutsal olduğu içindir ki; ben size, siz bana hürmet etmeye borçluyuz. Şahsiyetçiler ahlâkî kuralları Kant gibi az kategorik emirlere dayandırır. Ferdiyetçi başkalarının onuruna saygı gösterir ve kendisinin onuruna saygı gösterilmesini ister. Ferdiyetçilere göre hatırşinas olmayan yani görevini ve ülküsünü dostunun arkadaşının hatırı için feda etmeyen vefasız'dır. Oysaki şahsiyetçilere göre vefasızlık, insanın ülküsüne ve görevine hiçbir kayıt ve olağandışılık kabul etmeksizin, bağlı kalması demektir. Gerçekten toplum halinde, ferdi zekâ ile ferdî ahlâk kalkar. Yerine şahsî akıl ile şahsî ahlâk geçer. Ferdî olaylara değer verenle ¦--'•¦m halinde gerilediğimizi kabul edebilirler. Oysaki gerçekte o zaman yükseliyoruz. Dikkat edersek görürüz ki, toplum hayatı yaşandığında, kurulu bir karakter ve şahsiyet sahibi durumunun devam ettiğine derhal hüküm verebiliriz. Aksi halde, kişinin sosyal hayatın erdemliklerinden yoksun kaldığına, sosyal hayatın ve yıldız gibi parlayan bencil duygularla dolu karaktersiz bir fert olduğuna kani olmamız gerekir. Bu gibi insanlar vücutlarının hasta veya sinirlerinin bozuk olduğunu zannederek boşyere doktorlara, ilâçlara başvururlar. Halbuki hastalıkları (asosyallik) olduğu için, onlara kesin bir şifa verecek yalnız bir ilâç vardır; "asosyal hayattan kaçmak, sosyal hayata kavuşmak." 11 YIĞIN VE ZÜMRE, KLAN VE AİŞET Toplumun ilkel şekillerini aradığımız zaman bu konuda bize yol gösterecek etnografya'3' (Ethnographie) ilmidir. Etnografyanın en ilkel toplum olmak üzere bize göstereceği misâl Avustralya'nın iki klân'dan'4' oluşan bazı aşiretleridir. Toplumun en ilkel şekli niçin bir klânlı olmuyor-da iki klânlı oluyor. Çünkü önce-insanların ilkel bir hayat yaşaması, onlarda ortak bir bilinç meydana getirir. Ortak olan bir bilinç, fertlerin ruhunda; kesinlikle "kutsal bir heyecan", bir "ülkü" şeklinde doğar, insanların ilk toplum hayatında bu kutsal heyecan ve bu ülkü gayet şiddetlidir Kutsal heyecanın bu şiddetinden dolayıdır ki; zümreye ait olan her şey kutsal oluyor. Meselâ bir zümrenin adı, bir hayvan veya bitkinin adıdır. Kutsallık; zümrenin adaşı olan hayvan ve bitkinin çeşidine yayılarak ona bir ilâh özelliği veriyor. Nitekim (kurbağa) adı taşıyan bir zümre için tüm kurbağa -çeşitleri bir tanrı özelliğinde görülüyor. İşte fertleri için kutsal olan bu zümreye klan dendiği gibi onun adaşı olan hayvan çeşidine de bu klanın totemi denilir. Totemizm adı verilen en ilkel din, her klanın kendi totemini kutsal tanımasından; yani dolayısıyla ferdin, kendi klanına tapmasından ibarettir. Klan kutsal olduğu için; fertleri arasında yalnızca kutsal ilişkiler olabilir. Eğer yalnız kutsal bağların varlığı ile hayatın devamı sağlanabilse idi, belki bir klan tek başına yaşayabilirdi. Fakat, hayatın devamı için; kutsal olmayan ilişkilerde gerekli olduğundan, fertlerin içinde bulundukları zümreden, başka zümreye de ihtiyaçları vardır. Meselâ bir klandan olan fertler; birbirlerine karşı yasak durumunda olduklarından, aralarında evlenme olamaz. O halde bir klan kız alıp verebilmek için; kesinlikle diğer bir klan ile birleşmek ve anlaşmak zorundadır. İlk aşiret, bu şekilde iki klandan (3) (4) Etnografya: Kavimleri inceleyen bilim. Kavimlerin töre ve geleneklerini, kültürlerini araştırıp inceler. Bu konuda arkeolojiden de faydalanır. Klan: Birkaç aileden oluşan toplumsal grup. Üyeleri arasında kan bağı vardır. Her klanın bir başkanı, totemi, kendini tanıtan bir arması bulunur. 12 oluşunca, klan. kendi çevresinde yalnız kutsalhayat yaşamakla birlikte, iki klanın fertleri arasında kutsal olmayan bir hayatın yaşanmasına, yani evlilik, güzellik ve ekonomik ilişkilerin yaratılmasına imkân sağlanmış olur.
Totem dininden başka; birbirinin intikamını almak, biri-birinin totemini tutmak, birbirine kardeşçe yardım etmek görevleri de klanın içinde olduğu için, klan dinî, ahlâkî ve hukukî görev ve sorumlulukların var olduğu bir birim sayılır. Oysa aşiretin çeşitli klanları arasında, evlenme ve güzellik değerlerinin alış verişinden başka, bir çeşit ekonomik iş bölümü de vardır. Bir klanın kendi totemini yemesi yasak olduğu için. totemi olan hayvan veya bitkinin çoğalmasından ekonomik anlamda sorumlu değil gibidir. Ne var ki, klanın intişiyoma adı verilen tapınması ise, kendi toteminin çoğalması gayesiyle yapılır. Bu ibadetin dinî olan yönünden ayrılırsak. ekonomik olan faydası, doğrudan doğruya, aşiretin o hayvan veya bitkiyi yiyecek olan diğer klanlarına aittir, iki klânlı aşiretler gayet azdır. Genellikle aşiretler ikiden çok klandan oluşur. Bununla birlikte dinî özellik taşıyan ekonomik iş bölümü, sosyologların düşünceleri ile kısıtlı değildir. Bir aşireti oluşturan klanlar, birbirlerinin bu ibadeti yapıp yapmadıklarına dikkat ederler ve her yıl başında bir hayvan ve bitki yiyebilmek için onu totem edinmiş olan.klanın iznini alırlar. Aşiretin her klanına özgü ortak bir bilinç olduğu gibi, bütün aşireti kapsayan bir başka ortak bilinç daha vardır. Bunun belgesi, her klanın ortak bilincini doğuran özel bir dini olduğu gibi; aşiretin de ortak bilincini doğurmak üzere, bütün aşireti kapsayan bir dinin bulunmasıdır. Bu genel din, aşiretin ortak ilâhında ve bu ilâhın koruyuculuğunda yapılan uyarma ayinlerinde görünür. Bununla birlikte Avustralya'da, klanın ortak bilinci; aşiretin ortak bilincine oranla daha güçlü olduğu için, klan dini yani totemizm asıl olup, aşiret dini onun zayıf bir ışığı durumundadır. İŞ BÖLÜMÜ VE BİLİNÇ ORTAKLIĞI Açıklamalardan anlaşılıyor ki, toplumların en ilkel şeklinde bile; bilinç ortaklığı ile, iş bölümü zorunlu iki unsur olarak bulunmaktadır. Acaba, iki klânlı aşiretin oluşumun13 dan önce bilinç ortaklığı ile. iş bölümünden uzak bir toplanış biçimi daha var mı idi? Gerçekten bazı sosyologlar, akıl yürütme yoluyla böyle bir toplanma biçimine kadar uzanmışlar ve ona yığın (güruh, taife-horde) adını vermişlerdir. Yığın yani taife öyle bir topluluktur ki; fertleri arasında ne ortak inanışlar ve âdetler, ne de en ilkel bir sınıflanma ve iş bölümü vardır. Yığın bu anlamda olunca artık onu sosyal birzümre-grup saymak doğru olmaz. Çünkü zümre, fertleri arasında karşılıklı ilişkiler bulunan bir sosyal hayatın ya-şanıldığı toplum demektir. Zümre, tam ve eksik zümreler olarak ikiye ayrılır. Tam zümrelere (cemiyetsociete) adı verilir ki; fertleri arasında tam bir bilinç ortaklığı ve iş bölümü vardır. Aşiret, kavim, millet, ümmet gibi eksik zümreler ise; "ikinci derecede zümreler'Ve "medeniyet zümreleri" adıyla iki çeşittir. "İkinci derece zümreler", toplumun organları durumunda olan küçük guruplardır. Aşiretteki klanlar ve milletteki meslek toplulukları gibi. "Medeniyet zümreleri" ise; şekil olarak ortak bir hayatı birlikte yaşayan toplumun toplamı demektir. Akdeniz medeniyeti toplumları, Budizm medeniyeti toplumları, İslâm medeniyeti toplumları, Avrupa medeniyeti toplumları gibi. Tam toplumlar ile ikinci derecedeki toplumlarda bilinç ortaklığı ve iş bölümü tam veya eksik bir şekilde var olduğu halde; güruh bu ikisinden de yoksundur. Etnograflar ve tarihçiler güruh yani taife deyimini, klanlardan önce varlığı varsayılan topluluktan başka diğer bir takım topluluklar için de kullanırlar. Meselâ görünüşte her türlü iş bölümünden ve bilinç ortaklığından yoksun görünen, iyi bilinmeyen insan yığınlarına da güruh (horde) derler. Fakat Avustralyalılar gibi en ilkel hayat yaşayan insanlarda bile orta"k bilinç ve iş bölümü var olduğuna göre, bunlardan daha gelişmiş birtakım tam zümreleri yani toplumları, bu iki dayanaktan yoksun saymak nasıl doğru olabilir? Bu kümelerin içine girip de yakından incelediğimiz zaman; içlerinde çok karmaşık birtakım örgütler olduğunu görürüz. Buna rağmen, yığın deyiminin tam veya eksik toplumlardan birine sokulmasını uygun görmemekle birlikte, biz bu deyimin kullanılmasına taraftarız. Bize göre nasıl geçici toplanışların sosyal birleşim ve toplanma adıyla iki
14 şekli varsa, devamlı toplumların da zümre ve yığın diye iki biçimi vardır. Zümre; tekrarlanan sosyal birleşimlerin devam eden bir halidir. Yığın ise tekrarlanan toplanmaların eski bir şeklidir. Zümreyi oluşturan fertlerin arasında; bilinç ortaklığı ile, iş bölümünün, tam veya eksik bir şekilde varlığı esastır. Yığını oluşturan ise; fertlerin arasında çıkar, eğlence ortaklığı ile birlikte karşılıklı asalak hayatının bulunmasıdır. Zümrede bulunan, inanç ve ülkü birliği ile, taifede bulunan çıkar ve eğlenti ortaklığını birbirine benzetmek doğru değildir. Gerçekten inanç ve ülkü birliğinden de, sonuçta fayda ve haz oluşursa da, bunlar ötekiler gibi âdi değil, yüce duygulardır. Bundan başka çıkar ve eğlence, yığında gaye olduğu halde, zümrede hedef almayan bir sonuçtan ibarettir. Bunun gibi, zümredeki iş bölümüyle, yığındaki karşılıklı sömürülme aynı özellikte kabul edilemez. Nasıl ki; yaşama alanında, her canlının organları arasında bir iş bölümü bulunduğu halde protestlerle bitkiler arasında oluşan hayatî şirketlerde ancak karşılıklı sömürülme vardır. Durkheim fertleri arasında ortak bir bilinci olmayan top-luluklardaki karşılıklı alışverişlerin bir iş bölümü olmayıp; karşılıklı sömürülme olduğunu ilk defa ortaya atmıştır. Asosyal hayat genellikle milletlerin en bozuk dönemlerinde yaşadığı gibi, yığınlar (taifeler) de çoğunlukla devletlerin çöküş devirlerinde oluşur. Devletlerin çöküş devri özellikle feodalizm, taife, prenslik, derebeylik adları verilen devirleridir. Bir devletin çökmeğe başlaması, dayandığı ortak bilincin dağılıp erimeye uğrayışının bir sonucudur. Ortak bilincin dağılıp erimeğe başlaması, aynı zamanda iş bölümünün de dağılıp erimesini başlattığından, toplum bu iki dayanaktan yoksun olur. Devletin anayasası, ortak inanç ve ülkülerle iş bölümüne dayandığı için, bu dayanakların sarsılması; anayasanın sarsılmasına sebep olur. İşte böyle bir zamanda birtakım hırslı fertler, çevrelerine, çıkarcı kişiler arasındaki kendine bağlı kimseleri yurt içinde dağıtırlar. Bu fertlere derebeyi denildiği gibi; topladıkları sürüye de güruh (taife) adı verilir. İslâm tarihinde bu gibi topluluklara "taife-i mülk" adı verilmiştir. Bununla birlikte taifeler, yalnız devletlerin çöküş dönemlerine özgü değildir. Merkezileşmiş devlet içinde de, hırsız çeteleri, vur15 guncu sendikalar, kumar toplulukları şeklinde birtakım gizli topluluklar oluşturabilirler. Devlet, bu topluluklar hakkında şiddetli kovuşturma yaptığı sürece, bunların varlığından dolayı düzeni bozulmuş kabul etmek gerekmez. Fakat bu kovuşturma işlemini elden bıraktığı andan itibaren, devlet düzeni bozulmuş durumda olur. Çünkü artık devlet sosyal hayatın mikropları durumunda olan toplulukların güçlenmesine, bozulma nedenlerinin gelişmesine ve genişlemesine izin veriyor demektir. Bazan bu topluluklar, kötü yanlarını kapatmak için, kendilerine dış görünüşü ile kendiliğinden oluşan topluluklar süsü verirler. Meselâ ahlâk kurallarına uygun eğlencelere izin veren kulüpler ve topluluklar oldukları halde; en tehlikeli kumarlara sermaye olabilirler. Gazinolar başıbozuk tarifeler yatağı durumuna girebilir. Oysa kulüp adını taşıyan birtakım iyi gazinolar da vardır. Bunun gibi, belirli bir programa sahip olan, siyasi güçlere parti adı verilir. En aşağı bir programda birleşemedikle-ri halde; varolan bir partiyi yıkmak veya siyasi mevkileri bir ganimet gibi paylaşmak için; bir ferdin başkanlığı altında birleşen kümelere de bu partilerdeki hizip'ler denilir. Partiler toplumlar halinde, hizipler ise; çıkar toplulukları durumundadır. Çıkar toplulukları kendilerini kamuoyuna belirli bir programa sahip partiler şeklinde tanıtıp, kamuyu aldatırlar. Özet olarak tıp biliminin, sağlıklı ve hastalıklı adlı iki konusu olduğu gibi; sosyoloji ilminin de Sağlıklı sosyal toplum ve Hastalıklı sosyal toplum adlı iki bölümü vardır. Sosyolojinin sağlıklı toplum bölümü, toplumlardan, sosyal birleşimlerden ve şahsiyetlerden söz ettiği gibi, hastalıklı toplum bölümü de çıkar topluluklarından, toplanmalardan ve ferdiyetlerden bahseder. Hayatta sağlıklı vetire (sü-reç)lerle, sağlıksız süreçler arasında ne fark varsa, sosyolojide de olayların bu iki çeşit akışı arasında o fark vardır.
Toplum hayatı, ilmî bir metod ile, bu sosyal esaslar içinde incelenirse; bu incelemelerden toplumsal bir sağlık san'atı ile toplumsal bir iyileştirme san'atı niçin çıkmasın? 16 TOPLUMLAR ARASINDA TOPLANMA ve SOSYAL BİRLEŞİM Fertler arasındaki bağlar gibi, toplumlar arasındaki ilişkiler de, ya sosyal birleşim ya da toplanma şeklinde olur Aşiret, kavim, ümmet, millet zümreleri sosyal toplumlardır. Bu gibi toplumların arasında asosyal hayat yaşanabildiği gibi; sosyal hayat da yaşanabilir. Eğer birtakım aşiretler, kavimler veya milletler, bir medeniyet topluluğu halinde birtakım esaslı törelerde birleşmişlerse, aralarında sosyal birleşim hayatı vardır. Birbirlerine komşu oldukları halde, başka başka medeniyet topluluklarından olan toplumlar ise, aralarında yalnız asosyal hayat yaşayabilirler. Meselâ Türk milleti islâm medeniyetine girmeden önce, komşusu bulunan Fars (İran) kavmiyle yalnızca sosyal birleşim dışı ilişkide bulunuyordu. Oysa İranlılarla aynı medeniyet topluluğunda birleştikten sonra aralarında İslam medeniyeti şeklinde bir sosyal birleşim hayatı kuruldu. Osmanlı Türkleri de Avrupa medeniyetine girmeden önce, asırlar boyu düzensiz ve karışık sosyal ilişkilerde bulunmuşlardı . Oysa Avrupa medeniyetine girmemizden sonra, Avrupa milletleriyle aramızda milletlerarası bir sosyal hayat kurulmağa başlamıştır. Birbiriyle ilişkide olan iki medeniyet topluluğu, medeniyet sistemleri ayrı olduğu zaman aralarında asla milletlerarası bir sosyal hayat kurulamaz. Meselâ: Aşiretlerle, şehirler, teokratik devletlerle, bunlara bağlı devletler yan--yana asırlarca yaşasalar bile, hiçbir zaman Birbirleriyle uyuşup anlaşamazlar. Bundan anlaşılıyor ki; toplumların en geniş dairesi medeniyet topluluklarıdır, insanlık bütün toplumların kaynaştığı "bir büyük toplum" niteliğini henüz almamıştır. İnsanlığın tek bir toplum olabilmesi için, onun birtakım medeniyet toplulukları haline geçmesi gereklidir. Bunun için de, bütün aşiretlerin, kavimlerin, ümmetlerin "millet" düzeyine geçmiş olması ve bu milletler arasında aynı medeniyetin yayılması gereklidir. Bununla birlikte, öteden beri her toplumda, "insan" ve "insanlık" deyimleri kullanılmaktadır. Bunun içyüzünü incelediğimizde görürüz ki; her medeniyet topluluğu kendi ülküsüne göre bir şahsiyet tipi düşünüyor ve buna insan adını veriyor. Bu insan tipine karşı olan fertlere ise başka bir ad veriyor. Meselâ, kendi medeniyet topluluğu dışında 17 kalmış olan insanlara eski Romalılar "barbar" yabancı, eski Araplar "acem" (Arap olmayan), eski Türkler tat adını veriyorlardı. Daha derinlemesine araştırırsak görürüz ki; yalnız her medeniyet topluluğunun değil, kendi öz millî kültürüne sahip her toplumun, kendine özgü ülkü ve şahsiyet tipi vardır. Ve "insan olmak" "falan kimse adam değil!" gibi cümlelerdeki insan ve adam kelimelerinde vurgulanmak istenen anlam: "Milletin ülkü tipine uygun olan şahsiyetlerdir. Meselâ: İngilizler "adam" dedikleri zaman; bundan kendi karakterlerine uygun olan şahsiyetleri amaçlarlar. Bundan dolayı medeniyet toplulukları toplumların son gelişim sınırı olduğu için; iki medeniyet topluluğu arasında yalnızca sosyal hayat bulunabilir, asosyal hayat bulunamaz. Oysa tam zümreler yani toplumlar -ki aşiretler, kavimler, ümmetler, milletlerden ibarettir- bir medeniyet topluluğuna girmekle aralarında sosyal toplum hayatı da yaşayabilirler. Toplumlardan ve medeniyet topluluklarından başka bir de ikinci dereceli toplumlar vardır. Bunlar bir toplumun, bir aşiret veya devletin iç organları durumunda olan küçük top-lullıklardır. Meselâ; aile, köy, meslek grubu, partiler, sınıf ve dinî topluluklar, ikinci dereceden toplumlar sayılır. Bir topluma ait olan ikinci derecedeki topluluklar arasında, hem sosyal hayat, hem asosyal hayat yaşanabilir. Bu yarı toplumlar arasında ortak bir bilinç ve gerçek bir iş bölümü varsa; onlar aralarında sosyal birleşimi oluşturmuşlar, bir tek vatan, bir tek millet yaratmışlar demektir. Eğer, bu yarı toplumların içinde, ortak bilince sahip olmayan ayrı cinsten yarı toplumlar varsa; bunlar toplumdaki iş bölümü dışındadır-lar. Çünkü iş bölümü ortak bilince sahip olmayan fertler arasında olmadığı gibi, ortak bilinci olmayan yarı toplumlar arasında da"olmaz. Ayrı duygulan yaşayan fertler gibi; ayrı duygu-düşünceleri taşıyan yarı toplumlar arasındaki alışverişler de karşılıklı paraziterlık (sömürücülük)
durumundadır. Bununla birlikte, toplum aynı hayatı yasaya yasaya; bir gün gelir ki, bu karşılıklı sömürücülük; bir veya bir kaç iş bölümü sistemine dönüşür. Bunun için uzlaşma, uyum ve temessul (kaynaşıp erime) adlarını verebileceğimiz üç yol vardır. 18 1- Uzlaşma (Conciliation): Yar: toplum Duyük bir milliyet halinde olmakla birlikte, asıl toplumdan ayrı bir coğrafya üzerinde yurt oluşturmuş ise; bu ıkı tooium aynı hükümete bağlı, ayrı iki toplum şeklinde birleşir Bunlar politikada birleşik ayrı iki iş bölümü sistemi meydana getirirler. (Avusturya-Macaristan gibi.) 2- Uyum (Adaptation): Bir toplumda, yan toplum, toplumların vatanı üzerinde çıkmış ve yayılmışsa ve bununla birlikte, içinde yaşadığı toplumdan din konusunda farklı ise; dinî ayrılık tam bir kaynaşmaya engel olur. Fakat buna rağmen aralarında dil ve âdetler yönüyle bir görüş benzerliği meydana gelerek "yarı-toplum", topluma uyum sağlayabilir. (Avrupa devletlerindeki Yahudiler gibi.) 3- Kaynaşıp erime (assimilation): Bir toplumda küçük "yarı-toplum" asıl toplumun vatanı içinde dağınık olmakla birlikte, dinî yönde ortak iseler; uzun süre birlikte yaşamakla aralarında dil, âdet, ülkü beraberliği sonucu tamamen birleşme meydana gelir ve "yarı-toplum"la asıl toplum bütünüyle kaynaşır. (Almanya'ya göç eden protestan Fransızlar gibi.) Bir toplumda dil ve dinleri ayrı olan yarı-toplumların birbirine uyumu veya kaynaşması oluşmadıkça, sosyal hayat yaşayamadıklarını gördük. Bazen dil ve dinleri ortak olan toplumlar bile, aralarında tam bir sosyal hayat oluşturamazlar. Bunun nedeni adı geçen toplumların ayrı sosyal karakterlere sahip olmalarıdır. Meselâ millet özelliğine sahip bir toplumda, aile, meslek, köy, şehir, hükümetlerin güç kaynağını oluşturan kuruluşlar, hep millet özelliğine uymak zorundadır. Böyle bir cemiyette ümmet, kavim, aşiret özelliklerini taşıyan birtakım toplumlar olduğunda; bu toplumlar millet özelliğini taşıyan toplumlarla uyuşamazlar. Tabiîdir ki bu gibi çeşitli özelliklere sahip toplumlar; hattâ aynı dine ve dile sahip olsalar bile; birbirleri ile sosyal birleşimi oluşturamayarak, aralarında asosyal bir hayat yaşamak zorunda kalırlar. Dinî, ahlâkî, estetik (zevk ve güzellik), hukukî, ekonomik kurumlar yönünden bakarsak görürüz ki; hiçbir kutsal ga-. ye yoktur ki gerektiğinde bu ülküden vazgeçilmesin. Vatanını ancak plâtonik bir sevgi ile sevenler, gerçek vatansever olmadıkları gibi, diğer ülküleri de içten benimsemez19 i- T.j ler Vatanseverlik, milliyetçilik öyle bir güneştir ki; diğer ülküler ancak onun ışıkları durumundadır. Rus ihtilâlcisi Kerenski, bir sosyalist iken vatanını ve milletini tehlikede görünce; "Ben önce vatanseverim, sonra sosyalistim" diyerek, vatan düşüncesini unutan meslektaşlarını kan ve ateşle tehdit ediyor. Krenski'nin bu hareketi milletimiz için yararlı değildir. Bundan dolayı başarılı olmamasını dileriz. Fakat bu hareketten ders almak yararlı ise, niçin almayalım? insan bir dersi öğrensin de isterse düşmandan Öğrensin. 20 ŞAHSİYETİN ÇEŞİTLİ ŞEKİLLERİ "Ferdiyet" ve "Şahsiyet" adlı yazımda yalnız şahsiyeti ferdiyetten ayırmağa çalışmış, şahsiyetin çeşitli şekillerini göstermeğe zaman bulamamıştım. Bu bölümü.o zaman silik kalmış bu meselenin derinlemesine incelenmesine ayırıyorum. Öncelikle şahsiyet olumlu ve olumsuz adıyla ikiye ayrılır. Büyük ülkülerin doğduğu, büyük imkânların oluşmağa başladığı yükselme devirlerinde fert, güçlü sosyal toplum akışı içinde yaşadığı için, olumlu bir şahsiyete sahibolur Oysa bir de bu ülkülerin ölmeğe, bu imkânların yıkılmağa başladığı çöküş devirleri vardır. O dönemde çevre, fertleri bir yandan ölmüş geleneklere, diğer yandan aşırı isteklere doğru sürükler. Şahsiyetsiz fertler bu sürüklenmeyi kolayca kabul ederek, içine dalar gider. Oysa çocukluğunda sosyal bir hayat yaşamış, şahsî bir terbiye almış olan fertler; bu gelenekçilik ve fertçilik akımlarınaisyan ederek çevreden ayrılır. Çevredeki akımlara karşı koyan fertlerdeki şahsiyet olumsuz bir durumdadır.
Meselâ: İslâmiyetin ilk dönemlerinde her fert ister istemez güçlü bir sosyal hayat yaşamağa, ülkülerin ve inançların ardından koşmağa mecburdu. Bu devirde hiçbir büyük adam yetiştirmemiş olan çölün; yüzbinlerce savaşçılar, binlerce kahramanlar, yüzlerce dâhiler yetiştirdiğini görüyoruz. Bu yetişmenin nedenini sosyal şartlardan başka nerede bulabiliriz? Bu adamlara olumlu ülküleri, inançları, özet olarak olumlu şahsiyeti veren yüksek sosyal heyecanlar değil de nedir? İslâmiyet'in bu devrinde toplum bilinci yalnız din şeklinde doğuyordu. O dönemde ne politika, ne hukuk, ne ilim ve felsefe, ne ahlâk, zevkler-beğeniler ve güzellikler hattâ ne de ekonomi ve teknoloji, dinden ayrılmamıştır. Bu çeşit düşünceler, güçlü tek bir düşünce şeklinde yaşanıyordu. Bu katılığın ve birliğin sonucu olarak dinî düşünce sistemi oluşuyordu. O zaman, inanmış olmakla, çok dindar olmak aynı şeydi. İslâm topluluğu, tamamen bir koyu dindarlar topluluğu idi. Bunun içindir ki, islâmın gerçek dâhi ve kahramanları da koyu dindarlar arasından çıkıyordu. Abbasi devletinde medenî bir yükselmenin görüldüğü zamanda İslâm topluluğunun durumu değişmiştir. İş bölümü 21 ileri gitmiş, hukukî prensipler d'sr.aa, sultanlık hukuku ve politika adıyla yeni hukuklar, kelâm '5> dışında Yunan düşüncesinden aktarma yeni felsefeler doğmuştu. İlimde, güzellikte, ahlâkta, ekonomide islâm toplumu; kendi içlerindeki toplulukların egemen olması ve eşitlik kazanmasından oluşan iş bölümü: sosyal hayatla yeni akışların varlık bulmasına neden oluyordu. Bu yeni sosyal akışlardan biri de,eskiden çok tabiî görülen "genel koyu dindarlık" geleneğine karşı başlayan duygusal ve fikrî bir isyandır, iş bölümü bu kadar ileri gittikten sonra, politika, ilim, ahlâk, ekonomi, güzellik anlayışı, gibi disiplinler; dinden ayrılmaya başladıktan sonra; herkesin koyu dindarca bir hayat yaşaması imkânsızdı. Artık dinin genel bir psikoloji, dindarlığın ise: dinin havasına özgü özel bir düşünce olduğunu kabul etmek gerekiyordu. "Zahid' (her şeyden vazgeçip kendini dine adayan) uzman demektir. Hem başka bir sahada uzman olan bir kimsenin, ayrıca dinde de uzman olması mümkün değildir. Uzmanlık çerçevesinde şair, filozof, ekonomist, politikacı, hukukçu; dinî konulardaki uzmanlık hayatını yaşayamaz. Uzmanlar inanmış ve dindar olabilirler. Ancak din uzmanı olamazlar. Nasıl ki-bir ekonomist; şiirden hoşlanabilir, fakat şair olamaz. Bir politikacı felsefeden, bir filozof politikadan anlayabilir. Fakat ne gerçek bir politikacı tam bir filozof olabilir, ne de gerçek bir filozoftan tam bir politikacı yetişebilir, iş bölümü devrinde herkes şair, doktor, mühendis, avukat olamadığı gibi, din uzmanı da olamaz. Sonuç; bir adam ancak kendi uzmanlık alanında nitelikli, seçkin ve yol gösterici olabilir. Başka uzmanlıkların ancak genel çevresine girebilir. Önceden bütün mü'minler (iman eden) aynı zamanda koyu dindar iken, hepsi yalnızca din uzmanı idiler. Fakat birtakım fertler, başka başka uzmanlıklara ayrılınca her uzmanlık topluluğunun ayrı yol göstericileri, ayrı toplulukları oluştu. Bir filozof, bir şair topluluğuna, bir şair de bir filozof topluluğuna girdi. Bunun gibi koyu dindarlar da dinin yol göstericileri durumuna geçtiler, din uz-" manı olmayan mü'minler de bunların toplulukları içine girdiler. (5) Kelâm: Alladı ve Allahın birliğini konu alan bilim dalı. 22 f öununla beraber hayatta pratik br şekilde meydana gelen bu iş bölümü, teorik olarak halâ kabul edilmiyordu. Çünkü "genel zâhidlik" (dine adanmış!^ devrinde din uzmanı olanlarca oluşturulmuş "hukuk","'ehliâzimet" (güvenilir yetenekli yol göstericiler) adıyla bir "zâhidlik sınıfı" kabul edilmişse de; kabul edilen yol göstericilerin, aslında diğer dindarlardan farkı yoktur. Yalnız yol göstericiler bilgelik ve Allah'ın emirlerine uymak yönünden daha titiz ve ileri olduklarından ötekilerden ayrılıyordu. işte böyle bir zamanda bir Ebu'l-Alâ (6l'nın, bir Hayyam <7)'ın genel din uzmanlığı aleyhine isyan ettiklerini görüyoruz. Bunların bu isyanında haklı olup olmadıklarını anlamak için bugün Tibet'teki durumları gözden geçirmeniz yeterlidir. Tibet'te hakim olan Budizm dini; her ferdi bir "velî", bir "kutsal insan" kabul ediyor ve ondan o yolda bir davranış bekliyor. Budizm'in beklediği
bu davranış, imkânsız olduğu için; fertler yalnızca gerçekte değil, şeklen velî görünmeye çalışıyorlar, içten gelen davranış da; bu sahteciliğin kaçınılmaz sonucu olarak, aldatıcılığın toplamı oluyor. Her adama "mutlaka evliya olacaksınız" demek, onları bir yandan sahteciliğe zorlar, diğer yandan da onları kendi önlerinde bir sapık günahkâr durumuna düşürür. İşte bu durum Tibet'te meydana gelmiştir. Orada görünüşte evliya gibi görünen her fert, gerçekte; iki yüzlü günahkârdan başka bir şey değildir. Kutsal şehirleri olan Lah-sa'ya görünüşte hac niyeti ile giden insanların, gerçek niyetleri; oradaki gizli zevk ve eğlence yerlerinde bol bol eğlenmek imiş. İşte Ebu'l-Alâ'lar, Hayyam'lar, pratikte koyu dindarlığın "seçkinlik tekeli"ne dayandığı ve "genel din uzmanlığı" görüşünün etkin olması nedeniyle; dindar bilge olmayanların gerçek sapık, halk önünde iki yüzlü bir durumda kaldıklarını görerek, afifâne melâmet (temizce kınama) yolunu seçtiler. Gerekli düşünme gücünü, bu iki yüzlü sapık günahkârların gözden düşürülerek alay konusu olmalarına harcadılar. Bunlar tarafından yazılan eserlerdeki fikirlerin, sosyal toplum bilincine ters düştüğü görülmektedir. (6) Ebûl-Alâ (973-1057): Kör olduğu halde, hafızasının (bellek) son derece güçlü olması ile ünlü bir Arap şairi. (7) Ömer Hayyam: Hicri VI. yüzyılın ilk yarısında yaşamış, iranlı büyük şair ve matematik bilgini. """' 23 Ölmüş gelenekleri yapmacık davranışlarla zorla devam ettirmeye çalışan asosyaiçevreye karşı isyan eden Hayyam ile Ebu'l-Alâ olumsuz bir ülküye, olumsuz bir şahsiyete sahiptiler. Fıkıhın genel din uzmanlığı teorisine karşı, olumsuzca dikilen şahsiyetin, olumlu şeklini de gerçek din filozoflarında görüyoruz. Tasavvufun günümüzdeki şekline bakınca, onun da gelenekçi bir özellik almış olduğunu görüyoruz. Oysa gerçek tasavvuf: Şekilciliğe, kelimeciliğe, ayinciliğe karşı dinî bilincin olumlu şekildeki karşılığıdır. Çünkü tasavvuçular; hukukçulara yalnız lâf ehli demekle kalmadılar; dinin gereği olan yaşama zevkini tatmayı başardılar. Bir Muhiddinî Arâbî, bir Bayezid-i Bestamî, bir Celâleddin-i Rumî, Ebu'l Âlâlar gibi; yalnız olumsuz bir şahsiyete değil, aynı zamanda olumlu bir şahsiyete de sahiptiler. Bununla beraber, tasavvufta, niteliklilere özgü bir psikoloji olduğundan, varolan genel sosyal bunalımı kesin şekilde ortadan kaldıramadı. Onun içindir ki, tâ o zamandan başlayan bunalımın günümüzde de devamını görüyoruz. Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Ebu'l-Alâ gibi, Hayyam gibi Makes İstirne gibi, Nice gibi; ortama isyan edenleri fertçi görmüyoruz. Bunlar da olumlu ülküye sahip olan düşünürler gibi şahsiyetçi ve şahsiyete sahiptirler. Fakat şahsiyet bunlarda olumlu olduğu halde; önceliklerde olumsuz durumdadır. YÜKSEK FERDİYETÇİLİK TORTU FERDİYETÇİLİK Alfred Juviyye İtalyan milletinin psikolojisini inceleyerek fertçiliği: "yüksek ferdiyetçilik" ve "tortu ferdiyetçilik" adıyla ikiye ayırıyor. İtalyanlar'daki ferdiyetçiliğin tortu ferdiyetçiliği olduğunu söylüyor. Biz tortu ferdiyetçiliğe; yalnızca fertçilik, yüksek ferdiyetçiliğe ise şahsiyetçilik (personalisme) adını veriyoruz. Çünkü fert deyimi insanın dışında kullanıldığı halde, şahıs deyimi insana güdür. Renevoya kendi felsefesinde ilâhi şahsiyetle, insan şahsiyetini esas olarak aldığından; felsefesine "şahsiyetçilik" adını vermiştir. Bizim bu deyimlerde bir değişiklik getirmemize başka neden; İtalya'da olduğu gibi, bizde de tortu fer24 dıyetcnığın gittikçe genelleştiğini görmemizdir. Bizde Ingi-gilizler'ın ve Almanlar'ın yaşadığı yüksek fertçilik, yanı şahsiyetçilik, henüz felsefî bir düşünce şeklinde başlamamıştır. Çünkü, çöküş devrinde olan bir toplumda; ya yalnız tortu ferdiyetçilik, veya olağanüstü olarak "bencil şahsiyet" adını verebileceğimiz bir durum olabilir. O halde bizde hiçbir ayırım yapmadan ferdiyetçiliğe değer vermek, bu tortu ferdiyetçiliği güçlendirmekten başka bir sonuç vermez. Yüksek ferdiyetçiliğin (şahsiyetçiliğin) oluşmasını istiyorsak, önce bunu bir kelime ile ötekinden ayırmamız, sonra da birincisini yükseltmeğe, ikincisini (tortu ferdiyetçiliği) yok etmeğe çalışmamız gerekir. Biz sosyal toplum dışı çevrelerin psikolojik esaretine değil, toplum içi çevrelerin de; tortulaş-mış ferdiyetçilik isteklerine, geri ve ölmüş geleneklerine karşı;
bağımsız olan yaratıcı ve yenileyici psikolojilere değer veriyoruz Yalnız klâsik fertçilerden ayrıldığımız nokta şudur ki; biz yenileyici ve güzelleştirici fertlerin kaynağını; toplum bilincinin ve faaliyetlerinin yenilenmesinde görüyoruz. Şahsiyeti olumlu ve olumsuz diye ikiye ayırdığımız gibi, başka bir görüş açısından da kollektif (collektif) ve ferdî adlariy-le ikiye ayırabiliriz. İlkel toplumlara fertleri toplumlara bağlayan dayanışma, yalnız ortak çfeğer duygularından -yani toplumsal vicdandan- ibare'ttir. Bu devirde henüz iş bölümü başlamamış diyemesek bile, çok ilke! bir şekilde doğmaya yüz tutmuştur diyebiliriz. Bundan dolayı bu devirde, fertlerde yalnızca kollektif şahsiyet var olabilir. Fakat ortak toplum bilinci ve ortak duygulardan ne kadar çoğu şahsiyette varsa, o kadar güçlü bir şahsiyet varsayılır. Fakat bu şahsiyet; kişiyi, toplum bilincinin taşıyıcısı yaptığı için, fertle doğmakla birlikte, ferdî olmayıp toplumcudur. İş bölümü oluşup çeşitli meslekler birbirinden ayrılınca, fertlerde toplum bilincinden başka, meslek bilinci de meydana gelir. Bundan başka, önceleri yalnızca (klan) denilen ilkel toplum çevresi, yani bir tek toplum varken, iş bölümü devrinde fert; çeşiti toplum çevrelerinde, yani dinî, politik ve estetik, ahlâkî, ekonomik ve dil topluluklarına katılmıştır. Meselâ bugün bir fert hem bir aileye, hem bir din topluluğuna, hem bir dil grubuna, hem bir devletin askerlik görevini yüklenmesi sebebiyle orduya, bir bucağa, bir vilâyete, bir partiye, eğlence kulübüne, bir meslekî toplu25 luğa v.b. mensup olabilir. Aynı fertler, bu kadar çeşitli topluluklara bağlılığı dolayısıyla, her birisinden ayrı bir grup bilinci alarak; toplum ve meslek bilincinden başka, çeşitli grup bilincini de benliğinde toplamış olur. Bu kadar parıldayan bilinçlerin kaynaşmasından oluşan bir şahsiyet, tabiîdir ki, orijinal bir özelliğe sahip olur. Bundan başka küçük bir noktanın dar sahasında gittikçe derinleşerek, bir özelliğin bütünüyle özüne inmek ancak uzmanlar için mümkündür. Bir uzman kendi sahasını yalnız enlem ve boylam şekliyle değil, derinlemesine ve özünü tam kavrayışla sarabilir. Oysa genel bilgi sahibi bir kişi, genel bilgi sahasının sınırlarını ve sonra da yüzeyini görebilir. Bu gibi fertlerde idrakin üç boyutundan en önemlisi yani derinlik yönü var olamaz. İşte kendi sahasında gerçeğin ve becerinin, zevk ve bilincin en son derinliklerine inen bir uzman, başka sahalarında böyle derinlikleri olduğunu bileceğinden; her konuda gelişigüzel düşüncelerini ileri sürüp yayanlardan, son derece kaçınır. İş bölümünün bütün bu sonuçlan fertle toplum bilincinden başka, meslek ve grup bilincini oluşturur. Bunların derin bir uzmanlık bilinciyle birleşmesi sonucu ise, ferdî bilinç ve ferdî şahsiyet oluşur. Ferdî şahsiyete sahip bir insanın kendine özgü bir dini, vicdanı, ahlâkî görüş ve güzellik anlayışı olabilir. Bu gibi fertler, toplumların ters yönleri değil, aynı zamanda yankılarıdır. Çünkü birçok orijinal görüşler ve duyuşlar, bu fertlerden topluma geçerek, toplum bilincine de yerleşebilir. Fakat hiçbir zaman unutmamalı ki, bu ferdî şahsiyetleri meydana getiren sebep; toplumun ahenkli gelişiminin bir sonucu olan toplum iş bölümü, yani toplumun kendisidir. O halde, fertlere toplum şahsiyetinin düzeltici yüksekliğinin zevkinde, birtakım yükselişler sağlayan neden de yine toplumdur. Esasen "toplum bilinci" dediğimiz zaman, bu "sosyal bilinç" demek değildir. Toplum bilinci bir bütündür ki; sosyal bilinçten başka meslek grubu ve fert bilincini de içine alır. Bundan dolayı sosyal şahsiyet ile, ferdî şahsiyetin ikisi de toplum şahsiyetinin birer türünden ibarettirler. 26 AHLAK BUNALİMİ Bundan önceki bölümde, yurdumuzda fertçiliğin gittikçe genelleştiğini söylemiştik Bunun nedenini ararsak fertçiliğin niteliklerini de daha iyi anlamış oluruz. Genel din uzmanlığının hakim olduğu devirde, insanları ferdî tutkulardan uzaklaştıran bir dinî ahlâk (moral asceti-que) vardır. Dindarlık ahlâkının esası "kutsallık" ve bunun detayı olan "haram" ile "vacip" (borç görevi)dir. İlkel toplumlarda "mana" adı verilen, eski Türkler'de "kuvvet" adını alan bu "kutsallık" toplumun ve evrenin düzenleyicisi sayılırken, gizli bir güç şeklinde
düşünülür. İlkel toplumlara göre; toplumun ve.varlıkların düzenini sağlamak için; önce kutsallığın bozulması, sonra da eksiğinin giderilmesine çalışmak gerekir. O halde toplum ve evrenin düzen ve güvenliğini korumak için; öncelikle hangi işlerin kutsallığı bozduğunu, hangilerinin tamamladığını bilmek gerekiyordu. Bundan dolayıdır ki; kutsallığı bozan işlere haram, kutsallığı tamamlayan işlere de vacip adları verilerek "yasaklar" ve "görevler" olmak üzere iki türlü iş tayin edilmiştir. Bu iki türlü işlerin dışında kalan işler kutsallığın ne bozulmasına, ne de tamamlanmasına sebep olmadıkları için caiz (olur), mubah (günah olmayan), helâl (dinen uygun) adlarıyla diğerlerinden kesin bir şekilde ayrılmıştır. İlkel dinlerde kutsallığın bozulması veya tamamlanması; genel düzenin bozulmuş olmasını veya yıkılışını doğuracağına inanıldığından, yasakların kesinlikle yapılmamasına borç sayılan görevlerin yerine getirilmesine gerek duyuluyordu. Buna gerek toplum, gerek fert yönünden son derece dikkat edilirdi. Semavî dinlerde ise, bundan başka kutsallığı bozanların, ahirete ait cezalara, kutsallığı tamamlayanların, ahiretle ilgili ödüle ulaşacağına da inanıldığından bu dikkat daha güçlü bir şekil aldı. Bu ahlâka göre, yasak olan bir işi işleyenler, kendilerini günahkâr kabul ederek vicdan azabına tutulurlar. Sorumlu oldukları görevleri dinen olumlu süreçte yaparken, diğer yandan dinen olumsuz süreçlerde sevap kazandıkları için; daha güçlü bir karakter sahibi olurlar. Bununla birlikte, bu analizlere göre; koyu dinî hayatın, fertlerde sağlam bir ahlâk oluşturduğu, toplumlarda ise emredici ve kalıcı bir güvenlik sağladığı ileri sürülüyordu. 27 Geçen bölümde, toplum geliştikçe, toplumcu iş bölümünün kaçınılmaz sonucu olarak, bilgeli dindarlığın giderek genellikten özelliğe geçtiğini izah etmiştik. Ocak; küçük bir topluluğun yani bilgeli dindarlar topluluğunun karakterli ve erdemli olabilmesini sağlayabilir. Toplumcu iş bölümünün genel bilgeli dindarlığa karşı oluşturduğu direniş ne kadar genişlerse, gerçek bilgeli dindarların sayısı da o derece az olacağından, karakter ve erdemlilik toplumda o oranda daralmış olur. Bugün; toplumsal iş bölümüne temel olarak; bir yandan Avrupa medeniyetine gösterdiğimiz "sefilce tutkunluk", diğer yandan dünya savaşının oluşturduğu mânevi çöküntüler, yüksek dinî ahlâkı sarsmağa başlamıştır. Bunun sonucu, ruhlar ve vicdanlar her türlü ahlâk duygusundan uzaklaşmıştır. Yüksek dinî ahlâkın baskısından kurtulan ferdî ahlâkın; başıboş atlar gibi her yöne giderek türlü, türlü kötülüklere neden olması tabiî ve kaçınılmaz bir sonuçtur. İşte fertçilik dediğimiz unsur, insanların eski bir ahlâka karşı direndikten sonra; ahlâk duygularından büsbütün vazgeçerek kişisel tutkuların, kişisel eğlence ve çıkarların ardından koşması demektir. Günümüzde birçok keder verici oluşlarla, henüz bozulmamış ruhları yaralayan ahlâksızlık hareketi, işte bu bozuk fertçiliğin iğrenç bir sonucundan başka bir şey değildir. Fertçilerin kendilerine pîr ve üstad tanıdıkları Nice bile "Nefsin işlediği günâhlar affedilir, fakat aklın işlediği günâhlar affedilemez" diyor. Bu ahlâksızlık akışına bilmeyerek, düşünmeyerek kapılanlar, belki affedilebilirler. Fakat bu uğursuz harekete "kişinin hak ve özgürlüğü" gibi ululayıcı sıfatlar yakıştırırsak; buna felsefî ve toplumcu bir meslek özelliğini vermeye çalışan düşünürler, hiçbir zaman milletin affına lâyık olamayacaklardır. Nice Kânne diyor ki: "Sen ferdî ihtiraslardan kurtulmamış, benliğinin üzerine çıkmamışsan benim sözlerime muhatap olamazsın." Nice, kendisini mevcut insanlar arasında ancak iki kişinin anlayabileceğine inanır. Bu durumlar gösteriyor ki; ahlâksızlığın pîri sayılan Nice, gerçekte yalnız koyu-dindarlık ahlâkına direnmiştir. Eski bir ahlâka karşı yeni bir ahlâkı koymak doğru olabilir. Fakat her türlü ahlâkı temelinden reddederek, ahlâksızlığı, felsefî bir okul şeklinde yaymağa çalışmak, hiçbir zaman uygun görülemez. 28 Tevfik Fikret, butun hayatınca aydın topluluğunun bu bilinç ve metod ahlâksızlığına karşı savaşmıştır. Fakat ona bağlı olanlardan hiçbiri onun yerine gerçek öncü olamadılar. Üzülerek söyleyelim ki; bugü Fikret'in taraftarları da, ona karşı olanlar da, ona, fertçi de .ıgasını vuruyor. Oysa Fikret; ahlâksızlığa
ve bizim anladığımız fertçiliğe karşı savaşan tek şairimizdir. Öz kültürümüzün başka alanlarında da fertlerimiz olsaydı; bugünkü ahlâk bunalımı varolmayacaktı. Acınır ki; Fikret düzeyinde bir filozofumuz, bir ahlâkçımız, bir sosyologumuz henüz yoktur. Başka milletlerin bu gibi büyük insanları çok olduğu içindir ki; bizim bugün geçirmekte olduğumuz sosyal bunalımları, onlar kolayca atlatmışlar. Ve az zamanda normal bir duruma gelmişlerdir. Çünkü onlar, sarsılmakta olan koyu dindarlığın yerini boş bırakmayarak, onların yerine "toplumcu kutsallığı" koymuşlardır. Çünkü onlarda bu gibi yol göstericiler sayesinde: Sofu din duygusu yerine, "ahlâkî bir din duygusu", sofu bir ahlâk yerine, "sosyal bir ahlâk" geçerli olmuştur. Toplum hayatı bir ordudur ki; bir gün bile disiplinsiz kalamaz. Toplumun en canlı disiplini ise ahlâktır. Din ile hukuk kendilerine özgü bir disiplin kurabilirler. Fakat ikisi de güçlerini ahlâktan alır. Bir memlekette ahlâkî bir disiplin yoksa; benlikler üzerinde ne dinin, ne de kanunların etkisi olabilir. Bir millet ahlâklı olduğu oranda, dinine ve kanunlara saygı gösterir. Ancak, bir milletin kültür değişimine uğradığı bu dönemde, ahlâk ihtiyacı ne denli büyük olursa olsun; çağın gerisinde kalmış bir ahlâkı, tekrar yaşatmağa çalışmak da o denli tehlikelidir. Yaşanılmayan bir ahlâk; zorla kabul ettirilmek istendiği takdirde tehlikelidir. Üstelik toplumcu direniş şeklinde olan ahlâksızlık ve fertçilik akımının güçlenmesine yolaçar. Zaten ahlâksızlık akımı; bazen kendisini haklı ve teorik olarak güçlü gösterebiliyorsa, hiç şüphesiz bu gücü; "ölmüş bir ahlâkın baskı ve zorbalığı yardımıyla" gösteriyor demektir. Nasıl ki bazen tutucu güçler, ölmüş bir hükümet şeklini halka zorla kabul ettirdikleri için; halkta her çeşit hükümet şekillerine karşı genel bir direniş ve nefret duygusu oluşur. İşte günümüzdeki Rusya buna örnektir. Disiplin ister dinî ve politik, isterse ahlâkî olsun, ancak vicdanlarda yaşayan duygulara dayanabilir. Bilinçaltında 29 yaşamayan kural ve ayinleri, aile ve hükümet şekillerini, ahlâkî görev ve ülküleri; zorla yaşatmağa çalışmak, istenilen sonuçların tam tersini doğurur Bununla birlikte bugünkü ahlâk bunalımından sorumlu olanlar; birinci derecede, yeni ahlâkı oluşturmağa ve yaymağa çalışmayan düşünürler, ikinci derecede de eski ahlâkı zorla yaşatmaya çalışan tutucu güçlerdir. Yeni ahlâk dediğimiz unsur: "Toplumcu Ahlâk"tır. Şüphesiz bugün mantığa uygun olmayan, veya uygunluğu ilmî araştırmalar sonucunda ortaya konmayan kurallara kimse saygı göstermez. Bu çağ ilim çağı, gözlem ve deneye dayalı akıl çağıdır. Bugün pozitif olmayan bir gerçeğe ilmî olmayan, bir kurala kimse önem vermez Ahlâk kurallarına uyabilmemız için; öncelikle bu kuralların sosyal gelişim anında ne şekilde oluştuklarını, sonra da bunların sosyal görev ve yararlarının neler olduğunu bilmemiz gereklidir. Bununla birlikte, bu bilgi skolâstik bir bilgi veya edebî bir bilgi şeklinde olamaz. Kesinlikle pozitif ilimlerin metodu içinde olmalıdır. Çünkü bugün, ahlâk kurallarına saldıranlar, yalnızca pozitif ilimlere dayanıyorlar. "Ahlâk ilmi" de gerçekten pozitif ilim şeklinde kurulmalıdır ki. ahlâkî kuralların bu saldırılara karşı, devamlı ve kesin direnişi olabilsin. Gençlerimiz pozitif ilimlerle ilk karşılaştıklarında; benliklerinde değerlenmiş duygularla, pozitif gerçekler arasında müthiş bir çarpışma başlıyor. Değerlenmiş duygular ise. dinî ve ahlâkî duygulardır Dinî duygular, pozitif bir din ilmine, ahlâkî duygularsa pozitif bir ahlâk ilmine dayanarak bu pozitif öğretime katılsaydı; milletimizin aziz duyguları ile pozitif gerçekler arasında çarpışma ve çatışma meydana gelmeyecekti. Çünkü bu öğretim sonucunda diğer tabiî olaylar bize nasıl birtakım kötülükleri gösteriyorsa bu duyguların da sosyal kötülüklerin doğurucusu olduğu anlaşılacak ve canlılardaki organlar nasıl belirli görevler yapıyorsa; bu duygaların da çok gerekli sosyal görevleri yaptığı meydana çıkacaktır. Dinî ve ahlâkî gerçekler de, pozitif gerçekler türünden ilmî nitelik alacağı için, artık kendi türünden olan bir güçten hiçbir zaman korkmayacaktır. 30 Pozitif din ilmi. karşılaştırmalı dinler tarihinden, pozitif ahlâklar ilmi ise; ahlâkların karşılaştırılmasından ibarettir. Bu iki pozitif ilme, din sosyolojisi
ve ahlâk sosyolojisi adı da veriliyor, işte bugün sosyal hayatımızı müthiş mikroplar gibi kemiren din ve ahlâk bunalımlarını, ilmî bir metodla iyileştirecek, "sosyal tıp ilmi" ancak bu iki pozitif ilme dayanacaktır. Nasıl ki organ hastalıklarını iyileştiren doktorluk san'atı da biyoloji ilmine dayanmak zorundadır. Koyu dindarlık ahlâkının yerine geçecek olan; ilmî ve pozitif ahlâk, yalnız toplumcu ahlâk olabilir. Çünkü ahlâkın esaslarını materyalizmde, biyolojide, ferdî psikolojide aramak; ahlâkı tam temelden inkâr etmek demektir. Materyalistler, bi-yolojistler ve psikologlar şimdiye dek pozitif ahlâk ilmini çeşitli şekillerde kurmaya çalıştılar. Fakat hiçbirisi pozitif ilimlerin sert saldırılarına direnebilecek bir ahlâk disiplinini oluşturamadı. Ahlâkî kavrayışsızların yaptığı gibi, kötümserlerin tamamen dışında, ahlâkı anlaşılmaz bir kötülüğe dayan-dırmaksa, ona yine pozitif ilimlerin dışında şüpheli ve mistik bir duruma sokmaktır. Bundan dolayıdır ki; ne Kant'ın bütünüyle anlayışsızlık olan ahlâkı, ne de Aguste Conte <8) ile Sipencer'in pozitifçi olmakla birlikte anlayışsızlık esasına dayanan ahlâkları; pozitif ilimlerle eğitim görenleri kendine inandıramıyor. Bu çağ pozitifçilik çağıdır. Fakat bu pozitifçilik, A.Conte ile Sipencer'in anladığı yolda anlayışsızlık ile uyuşabilen bir pozitifçilik değildir. Gerçek pozitifçilik, yapısı bilinen herşeyin anlaşılır olduğuna, varlığı bilinmeyen bir kavramsın değil anlaşılması, düşünülmesi mümkün olmadığına kanaat getirmek zorundadır. Bundan dolayı insanlığın ötedenberi düşündüğü şeyler, kesin kavranılan yeni işlerin doğurucuları olduğundan, bunları alt oldukları yeni unsurlar içinde değerlendirerek onları o sahaya atmak ilmî bir davranış biçimi değildir. Bu (8) Auguste Comte (1798-1857): Her bilgiyi denemeye bağlayan po-zitivist felsefenin kurucusu Fransız filozofu. "Mutlak bir şey varsa, o da hiçbir şeyin mutlak olmadığıdır" diyerek, olayların arkasındaki giz sebepleri aramaktan çok, olaylar arasındaki değişmez ilişkiyi keşfetme metodunu uygulamıştır. Sosyoloji ilmini kurmuştur. Ziya Gökalp, sosyolojik pozitivizmin Türkiye'deki temsilciliğini yapmıştır. 31 şekilde sarsılmamasını istediğimiz değerlenmiş duygulara, pozitif gerçeklere karşı bir direniş gücü verilmiş olur. Toplumda yaşayan ve yaşamakta olan tasavvurlardan hiçbirisi asılsız ve esassız değildir. Yalnız bunlar hızlı ve sembolik şekillerde oluştuklarından; dış şekilleri ve geleneksel ilişkileri gereği uyumsuz ve eskimiş olarak görülebilirler. İlmin pozitif metodu; diğer alanlarda olduğu gibi. sosyoloji alanında da, önceleri şüpheli görülmüş birçok olayların gerçek durumlarını meydana çıkarmaktadır. Bununla birlikte, sosyoloji ilmi: "Toplumlarda halen yaşamakta olan ve sosyal disipline ait görevlerin en canlı organlarını oluşturan dinî, ahlâkî duyguların pozitif ilimlere karşı sarsılmamasını sağlayacak tek pozitif ilinV'dir. Çünkü, sosyoloji ilmi diğer ilimler gibi; başka olayların incelenmesinden çıkardığı konuları dinî, ahlâkî olaylara uygulamaz. Aksine doğrudan doğruya dinin kanunlarını dinin incelenmesinden, ahlâkın kanunlarını da ahlâkî olayların incelenmesinden çıkarmağa çalışır. Bu yüzden, bugünkü ahlâk bunalımının tedavisinin, yalnız sosyoloji ilminin tutacağı ışıkla yapılabileceğine inanıp, bekleyeceğiz. 32 ŞAHSÎ AHLÂK Sosyal ahlâkın "gerçek ahlâk" olduğu hakkında getireceğimiz belgelerden biri de bilgeli dindarlara özgü ahlâkın esasen sosyal ahlâktan başka bir şey olmamasıdır. Bilgeli dindarlık ahlâkının kaynağı olan kutsallık, kollektif bilincin gereği olan ülkü özelliğinden oluşur, ilkel toplumlarda, sosyal dayanışma yalnız bu kollektif bilinç aracıyla varolur. Kutsallığı bozan yasaklar; kollektif bilinci yaralayan cinayetlerden olduğu gibi, kutsallığı sakatlayan görevler de kolektif bilinci güçlendiren yükümlülüklerin aynıdır. Askerlik yükümlülüğü, öğrenim yükümlülüğü, vergi yükümlülüğü gibi. Bundan dolayıdır ki, bilgeli dindarlık ahlâkı, hakim olabildiği devirlerde, gayet güçlü bir sosyal dayanışma oluşturur. Böyle olmakla birlikte, bilgeli dindarlık ahlâkının yerine sosyal ahlâkın geçmesi; ahlâkın aslında büyük bir değişikliğe
uğraması demek değildir. Bu değişiklik; yalnız ahlâkın sembolü ve zincirleme biçimi olan düşünüşleri yerine, köklü ve akla dayanan düşüncelerin geçerli olmasından ibarettir. Bunun için toplumun başlangıcından beri geçerli olan ahlâk; sosyal ahlâktır. Ancak ne var ki, bilgeli dindarlık, ahlâkta yeri olan birçok kurallar; öz'ün sembol yerine geçmesiyle sosyal ahlâkta artık varolamaz. Ahlak: Ferileri kişisel cömertlik ve karşılıksız yardımlara iten birtakım kurallardan meydana gelmiştir. Sosyal ahlâkın kökü; bu karşılıksız çaba ve yardımlara amaç olarak sosyal toplumları almaktır. Bilgeli dindarlık ahlâkı: Benzeri (sembolü), öz yerine koyduğundan; toplum dışı olan birtakım maddeleri ahlâk özverilerinin gayesi kabul eder. İnsanlar çeşitli devirlerde hayvanları, bitkileri ve gökteki cansız cisimleri, kendi sosyal toplumlarına sembol yapmıştır. Bunlar; genellikle sosyal toplumların sancakları, sembolleri olarak kutsal bir özellik kazanmışlardı. Sosyal toplumlar belirli ve belirsiz toplumlar adıyla ikiye ayrılır. Belirli toplumlar: Politik toplum, meslek toplumu, aile ve medeniyet toplumu'ndan meydana gelir, Bu dört tip toplumdan; vatan ahlâkı, meslek ahlâkı, aile ahlâkı ve uluslararası ahlâk adlarını verdiğimiz ahlâk çerçeveleri oluşur, insanlığın bütününe dayanmağa eğilimi olan be33 lirsiz toplumun ise; ferdi şahsiyetlerde oluşan sosyal yankıları gözlenir. Bunda şahsî ahlâk dediğimiz ahlâk çerçevesi oluşur. Bu bölümde yalnızca şahsî ahlâktan söz edeceğiz. Şahsî ahlâk ferdî ahlâk degiMtii %d: kişiselliği yönüyle hiçbir ahlâk kuralının amacı c-iam<xz. Şahsî ahlâkın esası; insanın gerektiği zaman ve gerektiği oranda ferdiyetini şahsiyetine feda etmesidir. Şahsi ahlâkın kuralları, "olumlu" ve "olumsuz" adıyla ikiye ayrılır. Olumsuz kurallar insanların şahsiyetini saygı-, değer tanıyarak ona dokunulmamasını önerir. Bu kuralların toplamına "adalet ahlâkı" da denir. Cinayet veya ferde karşı her türlü saldırıların özü ve detayı bu çeşit ahlâkın çerçevesi içindedir. Olumlu kurallar, genel hukuk görevleri ile, anlaşmalı görevleri kapsar. Bunlar da ferdî şahsiyetin kutsallığına dayanır. Çünkü kutsal bir şahsiyete yalnızca saldırmamak yeterli değildir. Ona sevgi göstermek ve yardım etmek de bir borçtur. Bundan başka yaptığımız anlaşmalar kendi şahsiyetimize birtakım görevler yüklediği gibi; anlaşma yaptığımız fertlere de birtakım haklar verir. Bunların da her durumda yapılması, şahsî kutsallığın kaçınılmaz sonucudur. Savaş zamanlarında şahsî ahlâkla, vatanî ahlâk birbirine zıt olduğundan; olumsuz kuralların bir kısmı zorlanarak geçici değişikliğe uğrar. Savaşların şahsî ahlâka karşı olan zararlı etkileri, bu zorlamanın bir sonucudur Savaşta düşmanı öldürmek zorunlu bir durumdur. Fakat ele geçen esirlere severek-acıyarak işlem yapmak da değişmez bir görevdir. Vatanî ve şahsî ahlâkın zıtlaşması vicdanlar için çok kötü bir savaş alanıdır. Paralel bir ahlâka sahip olmayanlar, bu konuda aşırılıklardan veya ayrılıklardan kurtulamazlar. Gerekirse savaş zamanlarında geçici şahsî ahlâkın bazı kuralları vatanî ahlâka feda edilebilir. Fakat savaş anında bile askerin döktüğü kanlardan, vicdanen acı duyması ve hayatın bu gibi uğursuz zorunluklarına lanet etmesi gereklidir. Vatanın korunması için insan kanı dökülebilir. Fakat bu kanı içten gelen gözyaşları ile ululamak şartı ile... Savaş zamanında vatanın kutsallığı, şahsiyetin kutsallığına uyduğundan; yalnız "ferdi hayatın dokunulmazlığı" kuralı sarsılmıyor, "ferdi mülkiyetin dokunulmazlığı" kuralı da sarsılmalara uğruyor. Savaş zamanında bir yandan millet 34 tek bir aile özelliğini aldığından; birlikte katılma bilincinin hâkim olmasından, diğer yandan ekonomik yoksulluğun genişlemesinden mülkiyete saldırı olayları artıyor. Özellikle savaş ticareti, haksız büyük servetler edinilmesini sağladığından, toplumun ekonomik ve ahlâkî kuralları sarsılıyor. Şimdi ülkemizde bu durumun kötü sonuçlarını görüyoruz. Savaştan önce ülkemizde meslekî ve şahsî ahlâk güçlü şekilde kurulmuş olsaydı; ne vurgunculuk bu kadar yaygın hastalık şeklini alacaktı, ne de kanunsuz yoldan kazanılan paraların ahlâk dışı bir şekilde harcanmasına imkân bulunacaktı.
Şahsiyetini kutsal tanıyan bir fert; şahsî sarsıntıları için; şahsî şeref ve onurunu asla feda edemez. Vurgunculuktan kazanılan servet; kendi şahsiyeti ile birlikte vatanı, milleti ve mesleğini kendi çıkarı için feda etmekle meydana gelen uğursuz bir zenginliktir. Böyle zamanlarda fertçiler ve şahsiyetçiler birbirinden ayrılırlar. Şahsiyetçiler, şahsiyetlerini kutsal bildikleri için; böyle zenginliklerden uzak dururlar. Fertçiler ise, kendi deyimlerince ancak şahsiyetçi-lerin bu gibi ahlâkî şüphelerinden uzaklaşırlar. Vurguncu bir tüccar; yalan söylemek, hile yapmak ve sahtekârlık yapmakla vatanını gerekli ihtiyaçlardan yoksun 'kılar. Milletini büyük acılara uğratmak gibi, en alçakça cinayetleri işlemekten çekinmeyen zararlı bir mikroptur. Vurguncular şahsiyetten yoksun oldukları için, yanlız şahsiyet sahiplerine tanınan birtakım insanî haklardan da yoksun kalırlar. Eğer ahlâkın amacı fert olsaydı; canilerin de her türlü sosyal haklardan yararlanması gerekirdi. Bunun için de hürriyetlerinin hapis gibi cezalarla kısıtlanmaması gerekirdi. Canilerin birtakım haklardan yoksunluğu gösteriyor ki; ahlâkın amacı ferdiyetler değildir. Amaç, "sosyal toplumlarla birlikte ferdî şahsiyetler"dir. Günümüzde yüzbinlerce lira kazanmış birtakım vurguncuların; diğer caniler gibi hapse girmeleri, kanunsuz kazanılan zenginliğin insana hiçbir şeref ve saygınlık kazandırmadığının açık bir belgesi değil midir? Ferdi şahsiyetin kutsallığını bozan davranışlar arasında içki ve kumarı da sayabiliriz. Sarhoşluk, insanı, akıl ve ahlâk değerlerinden yoksun kılarak, hayvanlaştıran bir nedendir, insanın saygınlığı ve değerliliği; ahlâkî ve fikrî özellikleriyle ayakta durabilir. Kut35 sal olan insanın biyolojik yapısı değil, ahlâkî ve fikrî şahsiyetidir. Bu şahsiyeti yokeden etken geçici biyolojik bir lezzet meydana getirse bile, ferdin aleyhinedir. Çünkü ferdin sosyal değeri ancak şahsiyeti ile meydana çıkar. insanın şahsiyeti ile bağdaşmayan bir davranış da kumardır. Kumar, arkadaşının servetini elinden almak için oluşturulmuş bir çeşit dolandırıcılık, bir tür vurgunculuktur. Akşamcılık bize iranlı'nın Cemşid '9! ayininden geçmişti. Kumar da bize Avrupa'nın gazinolarından geldi. Millî kültürümüz batının iş bölümünden önceki zamana ait genel eğlencesiz hayat tipiyle kaynaşamaz. Aynı şekilde İranlı'nın Cemşid'liği ve batının kumarbazlığı ile de bağdaşamaz. Önceki toplumlarda şahsiyet; insanın manevî değerlerini toplayan ruh kelimesi ile karşılanır. Ruh kelimesinin sosyal kökünü arayan Durkheim (10> bunu; sonuç olarak, ortak bilincin sembolü olan totemin ferdî bir doğuşu şeklinde görüyor. Bu yazar ruh kavramının oluşumunu açıkladıktan sonra; şahsiyet kavramının da doğuşunu söyle açıklıyor: "Şahıs kavramı iki tür unsurdan oluşur. Birinci unsur esas olarak ferdî değildir. Bu toplumun, ortak değer ölçülerini oluşturan psikolojik kuraldır. Yanı mânâ veya kuvvet dediğimiz unsurdur." Gerçekten ferdî psikolojilerin özünü bu kural meydana getiriyor. O halde şahsiyet, ortak değer ölçülerinin bir parçasıdır. Bütün vicdanlar, şahsiyet aracılığıyla ve şahsiyetin derinliklerinde birbiri içine sızmakla, karşılıklı ilişkilere neden olurlar. Fakat diğer yandan ayrılmış şahsiyetler olabilmek için; başka bir etkenin etki etmesi ve bu ortak kuralı parçalayarak birbirinden ayırması gerekir, işte bu rolü yerine getiren de biyolojik yapıdır, insanların biyolojik yapıları ayrı olduğu, zaman ve yerde ayrı noktaları doldurduğu için; her biri toplumcu düşünceleri çeşitli şekilde ayrılan ve renk (9) Cemşid: Eski iran efsânesine göre. geçmişte ve gelecekteki bütün olayların içinde görülebildiği kadeh. Her akşam içki içerek, içki kadehinden bu olayların görülebileceği efsânesi ve ayini. (10) Emile Durkheim (1858-1917), Zıya Gökalp'ı derin biçimde etkileyen Fransız sosyologu. Eserlerinde, anlak ve manevî değerleri temel almıştır. Sosyal iş Bölümü ve Sosyoloji Usulünün Kuralları isimli eserlerinde, ferdin geliştiği ölçüde cemiyete bağlı olduğu ve sosyal olayların fertler dışında objektif olarak var olduklarını anlatmıştır. 36 veren özel bir çevre oluşturmuş olur Bundan dolayıdır ki, bu insanlarda varolan bütün vicdanlar; ayn; dünyaya yönelmiş, yani toplumun ahlâkî birliğini oluştu'an
ortak fikirler ve duygular dünyasına sapmış olmakla Dirlikte, hepsi aynı görüş açısından göremezler. Herbiri o ortak bilinci kendine özgü bir şekilde yaratır. Aynı derecede gerekli olan bu iki etkenden en az önemli olanı birincisi değildir. Çünkü psikoloji fikrine ilk maddeyi zorlayan da odur. Umulur ki şahsiyet kavramının oluşmasında şahıs dışı olan unsura bu derece önemli bir rol verdiğimize şaşılacaktır. Fakat sosyolojinin, şahsiyet kavramı hakkında yaptığı analizlerden çok önce; bu kavramın felsefî analizleri yapılmış ve bu analizlerde aynı sonuca varmıştır. Bütün filozofların esas olarak kabul ettiği monad (teklik) herşeyden önce serbest ve benlik olarak vardır. Keza. Leibnic'e göre: "Bütün tekliklerin kapsamları birbirinin aynıdır. Gerçekten hepsi bir tek şeyi, yani varlıklar dünyasını anlatan bilinçlerdir." Evren ise bir düşünceler toplamından ibarettir. Bunun için her bilinç toplu şekilde ortak bilincin bir parçasıdır. Ancak her parça ortak bilinci, kendi görüş açısından, kendine özgü bir şekilde anlatıyor. Laypnıç felsefesi ile uğraşanlar bilirler ki; bu görüş farkları, tekliklerin gerek birbirine karşı, gerekse evrene oranla çeşitli şekillerde dağıtılmış olmalarının bir sonucudur. Kant ise, aynı duyguyu başka bir şekilde ifade ediyor. Bu filozofa göre: "Şahsiyetin anahtar taşı irade"dir. Oysa akıl denildiği zaman, bu kişiye özgü akıl değildir. Bu genel anlamda insanlığın ortak malı olan akıldır. Akıl: "duygu-düşünce dünyasının öyle bir yeteneğidir ki: onun aracılığı ile özel ve gerekli kişisel olayların üstüne çıkarak geneli ve evreni düşünme gücünü kendinde taşır." Bu görüş noktasına göre, insanı bir şahıs yapan etken; onu başka insanlarla farksız yapan etkendir. Kant, aksine özellikleri, biyolojik bütünle insanı ferdîleştiren herşeyi şahsiyetin karşılığı olarak düşünüyor. Bu sözlerden anlaşılıyor ki, şahsiyetin belirgin özelliği "ferdîleşmek" değildir... Bir şahıs, yalnızca başka benlerden ayrılan özel bir ben demek değildir. Bir şahıs, bundan başka bir şeydir. O, özel37 likle en çok yakından temas ettiği çevreye karşı; soylu bir hürriyete sahip gibi düşünülen bir varlık demektir. Şahıs bir dereceye kadar kendiliğinden hareket etmeğe gücünü yeter olarak düşünülür. ' "Teklik dışa karşı bütünüyle kapalıdır" diyen Laypniç, aşırı bir dille aynı fikri ifade etmiştir. O halde bizim incelememiz bu kavramın nasıl oluştuğunu ve neyi gösterdiğini anlamamıza elverişlidir. Gerçekten şahsiyetin.sembolik anlatımı olan ruh da bu güç özelliğine sahiptir. Ruh (duygu-düşünce bütünü) biyolojik yapıya sıkı bir biçimde bağlı olmakla birlikte; ondan derin bir şekilde ayrı ye ona karşı geniş bir sonuç çıkarmağa sahip c'larak düşünülür. Hayat esnasında geçici olarak biyolojik yapıyı terk edebilir. Ölümle birlikte ondan büsbütün ayrılır. Duygu ve düşünce bütünü, biyolojik yapıya bağlılığı düşünülecek yerde; aksine taşıdığı yüksek saygınlık nedeniyle ona hakim kabul edilir. Hangi şekilde fertleşmiş-se, dış görünüşü ile ona, esaslı bir şekilde hiçbir unsurunu borçlu olmaz. Bunun üzerine, bütün toplumların duygu-düşünce bütününe dayandıkları bu serbestlik bir zandan ibaret değildir. Şimdi pekâla anlıyoruz ki, bu fikrin bir esası varmış. Gerçekten ruh fikrini oluşturan unsurlarla, biyolojik yapı düşüncesine giren unsurlar çeşitli ve birbirinden ayrı kaynaklardan doğmuştur. İkinciler canlılığın bütün noktalarından doğan kanaatlerden ve hayallerden yapılmıştır. Birinciler ise halktan gelen ve onu ifade eden fikirlerden ve duygulardan oluşmuştur. Bu şekilde, gerçekten bizim biyolojik etkenin, doğrudan doğruya emri altına alınmamış bir kısmımız vardır. Bu, bizde toplumu yaratan bütün duygular ve fikirlerdir. Dinin ve ilmin benliğimize kazıdığı fikirlerin ve ahlâkî hayatımızın temelini teşkil eden inançlar ve duygular: Toplumun bizde uyandırıp eğittiği duygu-düşünce faaliyetinin bütün yüksek şekilleri; uzmanlıklarımız ve biyolojik yapı özelliklerine ait niteliklerimiz gibi, bedenin yedeğine takılmış bağımlılar durumunda değildir. Çünkü sosyal hayatın aktığı düşünceler dünyası; dayandığı maddî kaynaktan doğmuş olacağı yerde, aksine ona dıştan eklenmiştir. Ö halde sosyal düşünceler alanında; canlılık dokulan-rnıza kök salan belirlilikten
daha hareketli ve esnek bir belirginlik vardır. Bu şekilde; sosyal hayatın aktığı duygu ve ¦. düşünceler
ulûhiyyetin insanlığa bağışladığı yüksek erdem-lik, Allah'ın insanlara bıraktığı kutsal bir emanet ve vekilliktir." 40 Sonuç olarak anlaşılıyor ki; şahsiyet, ferde dıştan ve insanüstü bir kaynaktan geliver Ferdî bilinçlerin üstünde toplum bilincinin varlığı dıkKate alınırsa bu sembollerin gerçeklikteki öz ve gerçeklen de meydana çıkmış olur. Dinin özünün, ferdiyetin şahsiyete feda edilmesi demek olduğu, ibadetlerin incelenmesiyle de ispat edilebilir. Din, bütün varlıkları, kutsal olan ve olmayan diye, birbirinin zıddı iki büyük türe ayırır. Mabut ve ona dayandırılan her şey kutsaldır. Bunların dışında kalanlar ise kutsal değildir. Dinin en esaslı şartı, kutsal olmayan olayların, kutsal olaylarla yakınlaşmasını ve ilişkisini yasaklamaktır. Diğer yandan, ibadetin iç yüzü de; kutsal olmayan ferdin, kutsal olan tanrılarla yakınlaşmasıdır. O halde, ibadetin yapılabilmesi için; öncelikle, ferdin kutsal olmama durumundan kurtulması gereklidir. Bundan dolayıdır ki, ibadetler iki devreye ayrılır. Birinci devrede kullar; kutsal olmayan olaylardan yani kişisel zevklerden uzaklaştırılmaya çalışılır ki; bu çeşit işlere "olumsuz ibadetler"denilir. (Şarap içmekten, kumar oynamaktan, cinsel münasebetten vazgeçme, oruç, gusül, abdest; dünya işlerini ilgilendiren söz söylememek, dünya giysisini çıkarıp ölü giysisi olan ihrama girmek, ihram anında saçı tırnağı kesip süslenmek,., ilh.) İkinci devrede artık kutsal olmama durumundan, yani ferdiyetten sıyrılmış olan kullar; toplu halde mabudun karşısına geçerek, toplum bilinci ile kutsal bir şahsiyet kazanırlar. Bu çeşit işlere de "olumlu işler" denilir. Namaz, hac gibi. Bu incelemenin ayrıntıları "islâm mecmuası"nda "Dinin Sosyal Görevleri" isimli makalede belirtilmiştir. ilkel toplumları araştırdığımız zaman', hukukun da özünün ferdiyet-olmayıp, şahsiyet olduğunu görürüz. Avustralya ve Kuzey Amerika toplumlarında kan davası; bir ferdiyetin yokedilmesinden değil, fertte var olan toteme ait kanın yani kollektif şahsiyetin yok edilmesinden dolayıdır. Çünkü totem, toplum bilincinin sembolüdür. Totemin fertle olan kanı ise; bu toplum bilincinin fertte oluşturduğu şahsiyetten ibarettir. 41 Aşiretin yüksek örneklerinde ise; totemin yerine manâ (pederşahi "ata-erkil" ailenin mabudu) geçiyor. Böyle olmakla birlikte; bunlarda da kan davası, manâ'ya ait kanın dökülmesinden doğar. Mülkiyet hakkı da; başlangıçta ferdin akıl yürütmesi şeklinde değil, birtakım eşyanın; totemin veya manâ'nın kutsallığı ile dolu olmasından ileri gelir. Meselâ, her ailenin evi kutsaldır. Oraya girilemez. Çünkü o, aile Tann'sının bir mabedinden oluşur. Türkçe'de eşik kelimesi, eşli anlamına gelir. Eş, kutsal bir ruhtur ki; ilişki kurduğu varlığa, dokunulmazlık yasağını yani saygınlık sıfatını verir. Eşik kelimesi başlangıçta, genel anlamda dokunulmaz yasak anlamında olduğu halde; daha sonra şimdiki anlamıyla yerleşmiştir. Bununla birlikte halâ, Türk folklorunda eşiğe ait yasakların izleri geçerlidir. Meselâ eşikte oturulamaz. O durumda o zamanlarda bir eve saldırı, bir eşiğe yani yasağa saldırı durumunda olduğundan, evler saldırıdan uzaktır. Tarlaların Sinor'u da, tarla mabedinin karşılığı olduğundan; eski Yunanlılar bu sinor-lar üzerinde kurbanlar keserlerdi. Bundan dolayı bir tarlaya saldırılmaması; onun bir ferdiyetin malı olmasından değil, bir ilâhın kutsallık çerçevesinde bulunmasından ileri geliyordu. Bu misaller gösteriyor ki; gerek ferdî hayatın dokulun-mazlığı, gerekse mülkiyet hayatının saygınlığı; başlangıçta ortak bilinçlerin, yani toplumcu şahsiyetlerin kutsallığı şeklinde başladıktan sonra; yavaş yavaş ferdî şahsiyetlerin oluşarak kutsallık kazanması ile meydana gelir. İlkel toplumlarda hak sahibi fertler değil, toplumlardı. Kan davası hakkı da mülkiyet hakkı da, fertlere değil toplumlara verilmişti. Çünkü bu devirde yalnızca kollektif şahsiyetler vardı. Henüz ferdî şahsiyetler oluşmamıştı. Sosyal iş bölümü başladıktan sonra; yavaş yavaş ferdî şahsiyetler de oluştuğu için, fertlerin de hak sahibi olmağa başladıklarını görüyoruz. Sonuç olarak insan; bir ferdiyet olduğu için değil, bir şahsiyet olduğu için değerlidir ve
saygıya lâyıktır. Önce yalnız toplumcu şahsiyetler var olduğu için, yalnız toplumlar kutsaldır. İş bölümü sonucu olarak, ferdî şahsiyetler de oluşunca, fertler de kutsal tanınmağa başlandı. Bununla birlikte ferdin bu kutsaiuğı. şahsiyet sahibi olmasıyle geçerlidir. Bu ise; ferdin şahsî ahlâka gereğiyle uyması, yani gerek kendi şahsiyetim, gerekse başkalarının şahsiyetini saygıdeğer tanıması demektir. CİNSEL AHLÂK Şahsî ahlâkın en önemli kısmı cinsel ahlâk (moral se-xeuelle)dir. Bu öneminden dolayıdır ki, bu konuya ayrı bir bölüm ayırıyoruz. Cinsel ahlâk, bugün ülkemizde bunalımının en yüksek bir devresini geçiriyor. Geçiş devresinde bulunan bir toplumda; bu gibi bunalımlar tabiîdir. Bu bunalımların iyileştirilmesi için tek çare, cinsel ahlâkın bugün yaşayan kuralları ile, yaşamayan kurallarını ayırmak ve yaşayan kurallarının hangi pozitif ve akademik esasa dayandığını göstermektir. Bunun için biz; bu bölümde önce cinsel ahlâkın çeşitli gelişim basamaklarını belirledikten sonra, bugünkü esaslarını belirtmeğe çalışacağız. Cinsel ahlâk, diğer ahlâk bütünleri gibi; dinin gelişimini izlemiştir. Bundan dolayı, cinsel ahlâkın gelişimini de; dinin gelişimine bağlayarak inceleyeceğiz. Dinin, yalnızca akrabalık dini olan devresinde; diyanetin özü olan manâ, kan bağına dayanan bir etkiye sahiptir. Manâ'nın simgelendiği her şey dokunulmaz yasak olur. Bu gibi şeylere Türkçe'de "tekin değil, çarpar" deriz. Tabu olan bir varlık; kendine dokunan insanları, ölçülü bir şekilde çarpar. Bunun için bir şeyin tekinsiz olması, ateşin yakıcı olması gibi tabiî bir özellikten ibarettir. Dinin bu şekline inananlar; ateş nasıl kendine dokunanı ölçülü bir şekilde yakıyorsa, tabunun da dokunanları aynı tabiilik ve ölçüde çarptığına iman ederler. Dinin bu devresinde, cinsel ahlâkın esası kadının erkeğe kaFŞi tabu olması inancıdır. Totemli klanlarda, manâ, totemde görünüyor. Bu tür klanlarda soy, ana yönünden olduğu için; çocuk yalnız anasının totemine mirasçı olur. Babasının totemine ise yabancı kalır. Bunun sonucu olarak, manâyı taşıyan totemin kanı erkeklerde değil, kadınlarda bulunur. 43 Kadınların tabu olması; manâ'lı olan bu totem kanının taşıyıcısı olmalarındandır. Kadınlarda aybaşı (regl) ve lohu-sa anlarında bir manâlı kan sızdığı için; kadınların tabulu-ğu özelikle bu zamanlarda üst düzeye ulaşır. İlkel toplumlarda bir genç kız; ergenliğin ilk belirtilerini gösterince, derhal klanın diğer üyelerinden ve bunlara yarayacak her tür eşyadan uzaklaştırılır. Hattâ diğer insanların bastığı toprağa dokunmaması ve güneşin ışıklarından uzak tutulması sağlanır. Çünkü manâ'lık veya tabuluk özelliği, toprak ve güneş aracılığı ile insanlara yayılarak onları çarpabilir. Bu yüzden genç kız, altı ot yığını ile döşenmiş, güneş görmez bir kulübeye hapsedilir. Yanına, yalnız regl'den kesilmiş bir ihtiyar girebilir. Yemek kapları, tenceresi bütünüyle ayrı olup; yemeği bu ihtiyar kadın tarafından verilir. Kadının bu kapanışı ergenlik anına özgü değildir. Her ay regl anında; kadın ayrı yaşamağa, başkalarının dokunacağı eşyaya dokunmamağa, başkalarının yiyeceği kaplardan yememeğe mecburdur. Bir Avustralyalı karısının regl anında, kendisinin yatağına yattığını görünce; hem onu öldürür, hem de dehşetinden ölür. Erkekler, kadınların bıraktıkları izler üzerinde yürüyemezler. Kadınlar da erkeklerin bulunduğu yerde bulunamazlar. Bu gibi karışıklıklara meydan vermemek için; kadınlar regl zamanı birkaç gün kapanırlar. Lohusalık zamanlarında da, buna benzer birçok kurallar geçerlidir. (11) Kadının kanlı görünüşlere uğramasından dolayı ergenlik, regl ve lohusalık zamanlarında tabu olmasından; diğer zamanlara da ait olmak üzere, birtakım kurallar meydana gelir. Birinci sonuç: Aynı klan içinde olan erkekler ile kadınların birbirlerine yasak olması, yani evlenmelerinin yasak-lanmasıdır. Bir erkek kendi klanından bir kadınla evlenir, veya münasebette bulunursa; bir kötülük yapmış sayılarak idam edilir. Kadın ya öldürülür, veya büyük cezalara uğratılır. Kadın totemin kanını taşıdığı için; o toteme ibâdet eden bir erkek, ferdî zevklerine hizmet edemez.
Bir klanın erkekleri, ancak başka klanın kadınları ile evlenebilirler. Çünkü; onlarda bulunan totem kanı, kendile(11) içtimaiyat Mecmuası- Sayı:3 Sahife: 119-124 44 rince kutsal değildir. Faka'. Kendi klâmarındakı kadınlar kendi totemleri gibi kutsal olduklarından onlarla ancak kutsal yani dinî ve ahlâkî ilişkide oulunabıiırler. Kutsal olmayan cinsel ve güzellik ilişkilerinde bulunamazlar. Bu klanın erkekleri ile kadınlarının gizli olarak evlenmelerininin yasaklanmasına; dışarıdan evlenme (exogomie) adı verilir. Önceleri bütün klana yaygın olan bu saygı kuralı; günümüzde yalnız yakın akrabaların birbirine yasaklanmış olması biçiminde daralmıştır Kadınların tabu tanınmasının ikinci sonucu; Toplumdaki erkekler ile kadınların birçok konularda birbirinden ayrılması, sosyal bir ikilik oluşturmasıdır, ilkel toplumlarda erkeklerle kadınlar aynı sofrada veya birbirinin karşısında yemek yiyemezler. Erkeklerle, kadınlar yemeklerini ayrı ayrı yerlerde yerler. Bir kadının evde: erkeklerin yemek yediği yere girmesi, bazen ölüm cezas: ile cezalandırılır. Hattâ kadınların gıdası ile erkeklerin gıdası ayrı ayrı şeylerdir. Meselâ, erkekler; erkek hayvanlar, kadınlar ise: dişi hayvanları yiyebilirler. Bunların uğraşıları da ayrıdır. Erkeklere özgü olan görevler; kadınlara ve kadınlarınki erkeklere yasaktır. Meselâ: Nikarova'nın bazı aşiretlerinde çarşıya ait işler kadınlara özgüdür. Bir erkek çarşıya girerse dayak yer. Diğer yandan kadınlar da ineklere, kayıklara dokunamaz. Aynı şekilde erkeklerle kadınlar için. ayrı ayrı olmak üzere iki ayrı dinî hayat vardır. Kadına özgü bir gece dansı vardır ki, erkekler katılamazlar. Erkeklere özgü dansta da kadınlar bulunamaz. Herve adalarında erkeklerle kadınlar, hiçbir za-man dansta birlikte olamazlar Dinî hayatın ikiliğini gösteren bir başka belge de; erkeklere özgü bir totemin ve kadınlara özgü başka bir totemin bulunmasıdır. Erkeklerle kadınların birbirinden kaçınması, yalnızca resmî ve ayin anlarına özgü değildir. Günlük hayatta da erkekle kadın arasında en küçük bir ilişkinin yasak olduğu da bir gerçektir. Samoid'lerde. Ostiyak'larda erkekler; kadınların kullanmış oldukları bir şeye dokunamazlar. Bilmi-yerek yasağı bozanlar, tütsü ile temizlenirler. Başka yerlerde, bir kadın kulübesine giren erkek, erkeklik onurunu kaybeder. Bazı aşiretlerde erkek çocuklarla kız çocuklar birlikte oynayamazlar. Kaliforniya, Malezya, Yenikaledon45 ya ve Kore'de erkek ve kızkardeşler; ergenlikten sonra birbiriyle konuşamazlar. Tonga'da bir aşiret reisi, büyük ablasına saygı gösterir ve çadırına hiçbir zaman giremez. Seylân'da, Tuvar'larda bir baba kızını ergenlikten sonra artık göremez. Yorma'da Lela'larda erkek ve kız çocuklar birbirine rastladıkları zaman görmemek için, başlarını çevirirler. Tenimber adalarında bir genç, bir kızın eline veya başına dokunamaz. Kızlar da erkeklerin saçına el süremez. Kadınlarla erkeklerin hayatı o kadar ayrıdır ki, bazı durumlarda herbirinin ayrı bir dili vardır. Yuvagoros'larda; kadınların kendilerine özgü kelime ve şiveleri vardır ki, erkekler bunları kullanamaz. Surinam'da da aynı durum geçerlidir. Mikronozi adalarında erkekler, kadınlarla konuşurken birçok kelimelerin kullanılması yasaktır. Zaponiya'da erkeklere ve kadınlara özgü iki çeşit lügatçe vardır. Madagaskar'da aynı şeyler vardır. Bütün bu geleneklerin zorunlu sonucu olarak; birçok aşiretlerde, erkeklerle kadınlar ayrı evlerde otururlar. Murtluk adalarında her klanda büyük bir ev vardır ki; geceleri klanın reisi erkeklerle beraber orada yatar. Bu evin çevresinde küçük kulübeler vardır ki; kadınlarla genç kızlar orda bulunurlar. Evli kadınlar kocaları ile beraber otururlar. Fakat dışarıdan evlenmek kuralı gereğince, bu erkekler yabancı klandandırlar. Bununla birlikte bir odada kalmaları kuralı bozmaz. Aynı klana mensup erkeklerle kadınlar birbirinden içgüdüsel bir biçimde ayrıdırlar. Aynı duruma Paluvas, Amiro-ta adalarında, Kaliforniya yerlilerinin bazılarında, Salamon, Morkiz ve diğer adalarda rastlanır. Bu adalarda erkeklere ait yere giren kadınlar idam olunur. (12> Bu olaylar ilkel toplumlarda bir tür harem hayatının varlığını gösteriyor. Kadının tabu olmasının üçüncü sonucu da; ayıp yerlerini gizleme ve kapanmadır.
Kadında tabu olan başlangıçtaki kanlı görünüşlerin kaynağı olan organdır. Bu kan tabu olduğu için; güneş ve bakışlarla karşılaşmaması, toprağa ve kullanılacak eşyaya dokunmaması gerekir. Bunun içindir ki, ilk kez olarak bu organ regl ve lohusalık za(12) İçtimaiyat Mecmuası: Sayı:3 Sahife: 122-124 46 inanlarında örtülüyor. Görülüyor ki. ayıp yeri denilen vücut bölgesi bu ayıplığı, kanın tabu olmasından almıştır. İlk örtünme ihtiyacı; bu kanın görülmesinden ve çevreye dokunmasının yasaklanması ihtiyacından doğmuştur. Tabu, kararlaştırma veya benzeme yoluyla yaygınlaştığından; kadın üreme organından, erkek üreme organına yayılmıştır. Bundan dolayı erkekler içinde, ayıp yerinin örtülmesi gereği oluşmuştur. Toplum genişleyip, toplum bilincinin etkisi arttıkça, tabunun da gücü artmakta ve giderek kadın ve erkekte ayıp olan yerler çoğalmaktadır. Sonuç olarak kadında bütünüyle örtünme,erkeklerde ise, bugünkü giyim şekli ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı kadınlardan gelen kanın tabu olması, bir yandan harem hayatını oluşturmuş, diğer yandan da örtünme ve kapanmayı, erkekle kadınların başka sistemlerde elbiseler giymesini gerektirmiştir. Kadının tabu olmasının dördüncü sonucu da; bundan doğan-sosyal ayrılık kadının medenî, politik ve sosyal hukukuna tesir etmiştir. Kadının siyasî haklardan yoksun olması, medenî haklarda da erkeklerden aşağı bir mevkide bulunması konusuna gelince. Bu noktada, biyolojik yapılarının farklılığı ortaya çıkar. Ayni görevlerin bazı aşiretlerde yalnız erkeklere,diğerlerinde ise yalnız kadınlara ayrılmış olduğunu görüyoruz. Meselâ çarşı görevleri; çok toplumlarda erkeklere özgü iken, yukarıda gördüğümüz nedenle, bazı aşiretlerde yanız kadınlara açıktır. Kuzey Amerika'da irokuva ve Heuron aşiretlerinde ziraat, kadınlara özgüdür. Bazı Male'lerde ve Polenezyalılar'da politik söz geçirme sembolü kadındır. Eski Türklerde Kadın: Bugünkü Kaşgar Türkleri gibi, savaşlara katılmakla birlikte politik bir etkiye de sahipti. Türk töresine göre bir emir ilân edileceği zaman; "Hakan emrediyor ki" diye ilân edilirse, bu emrin hiçbir hükmü olmazdı. Çıkan emirlerin geçerli olması için "Hakan ve Hatun emrediyor ki" diye ilân edilmesi şarttı. Bundan başka büyük devletlerden gelen elçileri, hakan. yalnız kabul edemezdi. Ancak hakan ile hatun birlikte olduklarında elçiler huzura girebilirlerdi. Demek ki, eski Türk-ler'de devlet yalnız hakanla değil, hakan ile hatunun beraber bulunduğu zamanlarda otoritesini ortaya koyuyordu. Erkekle kadın arasındaki hukukî ayrılıklar, biyolojik yapı farklılıklarının değil, mana'ya çeşitli şekillerde görünme yeri 47 olmalarından doğan sosyal uyumsuzlukların sonucudur. Biyolojik farklar bozulmaz olduğu için; hukukî farklılığın, biyolojik farklılıklardan doğduğuna kanaat getirenler; bu kanaati değişmez ve sonsuz sanırlar. Oysa bunların toplumlara ve zamanlara göre değişmesi gösteriyor ki; bu hukukî farklar biyolojik oluşumlara değil, sosyal iktidarlara dayalıdır. Kadının erkeğe karşı tabu olması, görünüşte aslı olmayan uydurmadan ibarettir. Fakat, ilim önünde her uydurma gibi bu inanışın da, bir kökü, bir gerçeği vardır. Sosyal olan her gelenek, sosyal işlerin köklü ve yararlı bir sonucudur. Toplumda zararlı hattâ gereksiz olan bir inanış, uzun süre devam edemez. Devamlı olan inanışlar; sosyal birtakım gerçekleri, sembolik bir şekilde ifade ederler. Bunların toplum içinde hayat hakkının bulunması, bu gerçeklere tercüman olarak, onları toplumun bilincinde yaşatmalarının bir sonucudur. Bir klan içindeki erkeklerle kadınların birbirine yasak ol-1 ması, bunların birbirinin gözünde saygıdeğer tanınması demektir. Klanın totemi, toplumcu şahsiyetin bir sembolünden ibarettir. Kadını bu toteme doğuş yeri tanımak, kadında toplumcu şahsiyetin varlığını onaylamak demektir. Kadının toteme özgü olan bu kutsal şahsiyete malik oluşu, totemci düşünceye göre, totemin, kadının kanında yaşaması ve kadının ergenlik, regl, lohusalık zamanlarında kanlı görünüşlere yol açması ile açıklanıyor. Fakat gerçekten kadına verilen bu kutsallık kandan gelmiyor. Mana denilen kutsal ruh, klanın hac ayinlerinin oluşturduğu bilinç ve yüksek heyecanın bir sonucudur.
Totem klanın adiyle anılan bir hayvan veya bitkidir ki, o da ad gibi klanın bir sembolünden, bir bayrağından ibarettir. Totemin kutsallığı, klandaki kutsallık sembolü bir ifadeden başka bir şey değildir. Bunun gibi kadın da; o klanda, akrabalık ve soyluluğun yegâne aracı olduğu için, klanın ikinci bir sembolü sayılır. O halde kadının kutsallığı; kanlı görünüşlerinden değil, klanın soyuna araç olmasından doğuyor. Fakat ilkel insanlar, bu psikolojik nedeni görmediklerinden, klanın kadınlarında duydukları saygının, kadının saygısıyle, kanın saygınlığını ise; totemin kutsallığı ile açıklamaya mecbur olmuşlardır. 48 Demek ki, klanın şahs::/er 'ertlerinde, özellikle kadınlarında ortak bir toplumcu şahsiyet şeklinde oluşunca; bir tür şahsî ahlâkın meydana gelmesine neden oluyor. Bu şahsî ahlâk cinsel ahlâk dediğimiz şeydir. Fakat bu cinsel ahlâk o derece katıdır ki. klana mensup erkeklerle kadınların kutsal olmayan birçok ferdî ilişkilerini yasak ediyor. Bu yasaklar arasında en çok göze çarpanı evliliktir. Gerçekten çok saygı değer tanıdığımız kadınlara; bugün bile benzeri olmayan ve cinsel istekli bir görüşle bakmayı ahlaken çirkin görüyoruz. Bugün bile yakın akrabamız olan kadınlar ki, bizce en saygıdeğer olanlardır. Bizim için yasak olma durumlarını koruyorlar. Demek ki son derece saygıdeğer yani kutsal tanınan şahsiyetlere yakınlaşmak ve ilişki kurmak şahsî ahlâkça çirkin görülüyor. Peru'da, Japonya'da, Hazarlar'da hükümdar; teb'asına görünmez, güneşin ışıklarına karşı korunur ve ayağını toprağa dokundur-mazdı. Padişahın karşısına çıktığımız zaman; içimizdeki saygı duygusu, bizi ona dikkatle bakmaktan, ona yaklaşmaktan alıkoyar. Kabe'nin, Harem-i nebevıyenin içini hiçbir insan göremez. Kimse, o kutsal perdelerin arasına bakamaz. Kutsal emânetler, hattâ velî türbeleri bile perdelerle gizlidir. Bunlara dokunmak bile tehlikeli sayılır. O halde, her kutsal olan şey; şahsiyet sahibidir. Ve bu şahsiyet sahibi olan şeylere fertler; yakınlaşıp dokunamazlar. Klanın fertleri de, klan dininin ilmî ile fertlikten kurtularak, bütünü ile şahsî olmuşlardır. Bundan dolayı aralarında ferdî ilişki oluşamaz. Yalnız şahsî ilişkiler yaşayabilir. Fakat aynı zamanda aynı klan üyelerinin biyolojik yapıları, birbirine karşı zevk istekleri uyandıracağı için; birbirinden ayrılmaları ve uzaklaştırılmaları gerekir. İşte bu psikolojik kanunun etkisi altındadır ki, klanın erkekleri ile kadınları birbirleri ile evlenemedikleri gibi, birbirlerinden uzak durmağa da zorlanıyorlar. Bununla birlikte, totemli klanda bu şekilde oluşan cinsel ahlâk; yalnız klan çevresinde kalıyordu. Çeşitli klanlar arasındaki erkskierle kadınlar; birbirleriyle evlendikleri gibi, bir dereceye kadar serbest sevişmede bulunabiliyorlardı. Daha sonra totemsiz ve erkekten ibaret klan oluştuktan sonra; cinsel ahlâk kesin bir biçimde yüceleşmedi. Cinsel ah49 lâkın klan dışında da oluşması için; mani dininin çıkışı ve pederşahî (ataerkil, babanın üstün sayıldığı) ailenin olması gerekiyordu. Pederşahî ailenin oluşmasından önceki evlenmeler, di-pî ve hukukî zorlayıcı kuralları olan sosyal bir kuruluş şeklinde değildi. Sanki ferdî bir dostluk veya ekonomik bir şirketleşme şeklinde idi. Çünkü kadınla erkek, ayrı totemlere yani ayrı dinlere sahip olduklarından; aralarında dinsel hiçbir bağ yoktu. İlkel toplumlarda hukuk ve ahlâk da dinin içinde bulunduğu için; aralarında dinsel bağ olmayan kadın-erkek arasında, hukukî ve ahlâkî bağ da var olamazdı. Çocuk, yalnız anasının simyesine, anasının totemine bağlı olduğundan; babasının totemine hiçbir bağla bağlı değildi. Ferdî bir eğilimle onu sevebilirdi. Fakat bu sevmenin, dinî, hukukî hiçbir zorlayıcı ilkesi yoktu. Karı ile koca arasındaki bağ da, yalnız ferdî eğilimden veya çıkar duygusundan ibaretti. Onun için diledikleri an: ikisi de ortak hayatı bozabilirlerdi. Çocuğun herhangi bir babadan doğması durumu, maderşahî (ana-üstün) totemizm için baba önemsiz olduğundan; kadının herhangi bir erkekten hamile kalmasında birsakınca yoktu. "Ana-üstün klan" yerine, "baba-üstün klân"ın gelmesi büyük bir değişiklik meydana getirmedi. Çünkü meydana gelen sürekli gelişim zorlayıcı ve kesin değildi. Fakat bu klanların totemi yerme; baba-üstün ailenin mabudu olan "man" geçince iş değişti. "Man mabudu" hükmünde olan aile, içine kendi soyundan
olmayan hiçbir ferdi kabul etmediği için; önce aileye girmesini isterdi. Bunun için öncelikle, gelinin babası, kızını evlâtlıktan reddederek, üzerindeki bütün hukukî hakları damadına devrederdi. Aynı zamanda kızın eski man ile ilgisi kesilerek, kocasının man'ı onu evlâtlığa kabul ederdi. Bu şekilde gelin hem damadın hükmüne, hem de damada ait aile dinine girerdi. Böylece koca ile karı arasında ilk defa olarak, dinî bir bağ oluşuyordu. Bundan böyle evlilik, ferdî bir ilişki halinden çıkarak, sosyal bir kurum oluyordu. Bununla birlikte, gelinin, aile mabudunun inanmış bir evlâtlığı durumuna girmesi yeterli değildi. Bu kadının doğuracağı bütün çocukların da man'ın soyundan olması ge50 kıyorau 6unuri*st>nucu6tacak kadın için cinsel ahlâkın yeni bir devresi başladı. Önceleri cinsel ahlâk; yalnız bir klana ait erkeklerle kadınların cinsel ilişkilerini yasaklıyordu. Şimdi ise bu kadının, kendi kocasından başka hiçbir erkekle ilişkide bulunmaması, bir borç şeklini aldı. Bu kuralın zorlayıcı gücü, yalnız kocanın veya aile reisinin vereceği cezadan ibaret değildi. Esas zorlayıcı güç, en gizli davranışları bile gördüğüne inanılan aile mabudunun bu kurala uyulmasını sağlamaya çalışması, uymayanları çarpıp mahvetmesiydi. Kadınlar için gerçek temizlik bu devirde başladığı gibi, aile mutluluğu da bugünden itibaren kurulmağa yüz tuttu. Çünkü önceleri erkek, hayatını daima dışarıda ve uzaklarda geçirirdi. Evlilik ise devamlı ve hayat boyu değildi. Şimdi, karı ile koca mabudun rahip ve rahibesi durumunda idi. Belirli zamanlarda, aile mabuduna kurbanlar keserek ibadetler yapmakla görevli olduğu için; erkek, zamanın büyük bir kısmını aile ocağının başında birlikte geçirmeğe, karısı ile samimi bir hayat arkadaşlığı yaşamağa mecburdu. Gerçi kadının babasının hukukundan çıkarak, kocasının hukukuna girmesi; kendi aile ocağını ve baba dinini terkederek bir dönme gibi, yeni bir dine girerek başka bir ocağa rahibe olması, hukuk yönünden büyük bir düzeye inmelerine neden oluyordu. Fakat kadının bu hukuksal alçalışına karşılık, evliliğin dinî bir nitelik olarak ebedîleşmesi; cinsel ahlâkı gerçek ve yüksek bir şekilde kuruyordu. Böylece kocasının kesin şekilde karısına ait olarak, ona sonsuza kadar sürecek seven bir hayat arkadaşı olması gibi yücelmiş düşünceler, onu diğer yönden yükseltiyordu. Ataerkil (baba-üstün) ailenin bir sonucu da; harem ve selâmlık hayatının kesin biçimde ayrılması ve eski sosyal ikiliğin düzenli kuruluşu idi. Eski Yunanlılar'da, (Gynece) adı ile bir harem dairesi meydana gelmişti. Eski Lâtinler'de de Salutatorium adlı misafir kabulüne ve sanki selâmlık anlamına olan bir daire vardı. Eski İranlılar'da da harem dairesine "sebistan", selâmlık dairesine "eyvan" derlerdi. Baba-üstün toplumlarda, harem ve selâmlıktan başka peçe, yaşmak gibi örtüler de çıktı. Bu gibi kurumlar Çin'de ve Hindistan'da da oluştu. Bununla birlikte babaüstün ai51 lenin oluşması için; öncelikle, isterse şehirde yaşama şekli olsun, kamuoyunun oluşması gerekirdi. Aile reisinin bir hükümdar tanınması için, önceleri örnek olarak toplumda bir hükümdarın bulunması gerekirdi. İslâmiyet'ten önce; Benî muzır araplarında devlet henüz oluşmadığından, aile totemsiz ve erkekli klan örneğinde kalmıştır. O zaman baba-üstün (ata erkil) aile henüz oluşmamıştı. Bu yüzden, islâmiyet'ten önce Araplar'da cinsel ahlâk yüksek bir derecede değildi. İslâmiyet bir devlet oluşturduktan sonra, gerçek anlamıyla baba-üstün bir aile oluşamazdı. Çünkü baba-üstün ailenin kökünü, manizm dini meydana getirir. Kesin biçimde tekleştirici olan islâmiyet; tabiîdir ki aile tanrılarını kabul edemezdi. Bundan böyle islâmiyet, babanın kontrolü altında cinsel ahlâka uyan yeni örnekte bir İslâmî aile kurdu. Bu ailenin kökü. önce cinsel ahlâk olmak üzere ata-erkil aile-ninki gibi kan bağı "dinî esaslara göre değil-şahsiyetin kutsallığı" esasına dayanıyordu. Bundan dolayı ata-erkil ailenin dayanağı olan manizm dini; erkeğin dışarıdaki davranışlarını belirleyip kontrol altına almadığı halde, islâmiyet; erkeği de, kadını da eşit şekilde yasaklardan kaçınmakla yükümlü tutuyordu. İslâmiyet, cinsel ahlakı ata-erkil ailede olduğu gibi; yalnız kadınlara uygulanır biçimde düşünmüyor, bu ahlâka uymayı aynı oranda erkeklerden de istiyordu.
Bu yeni din. erkek ve kadın arasındaki eşikliği, hukuk sahasında uygulamadı. Bunun nedeni de; hukukun daha çok sosyal hayata bağlı bulunmasıdır. İslâmiyet, ahlâk alanında erkek ile kadın arasında çok kesin bir eşitlik kurduğu halde; hukuk alanında, o zamanki Arapları alışkanlıklarından uzaklaştırabildiği oranda bir eşitlik kurmayı başarabildi. Eski Arap hukukuna oranla, İslâm hukukunun birçok feminist kuralları taşıması, İslâmiyet'in bu eşitlik eğilimine bir belgedir. Hukukun gelişimi toplum yapısına içten bir biçimde bağlı olduğu için; bu yapı gelişmeden İslâmiyet, hukukta köklü bir gelişim yapamazdı. Fakat ahlâk fikri manevî olduğu ve özellikle dinin temeli bulunduğu için; İslâmiyet gerçek gelişimini, ahlâk yönünü üstün tutarak yaptı. Meselâ boşanma ile birkaç kadını nikâh altında bulundurmayı uygun görmekle birlikte; birincisini ahlâk yönünden, helâl olmayan, 52 ikincisini pratikte imkânsız hukukî şartlara bağlaması; İslâmiyet'in gerçek yönelişlerini daha iyi göstermez mı? İslâmiyet: Bütün erkek ve kadınları yasaklardan kaçınmakla yükümlü tuttuktan sonra; Peygamber ve sahabelerin hanımları hakkında birtakım bilgeli dindaştık kuralları koydu. Meselâ Hz. Peygamberin hanımlarına perde arkasından söz söylenmesi emir buyuruldu. Cariye ve esir olmayan kadınların, Hz. Peygamberin hanımları ile diğer hanımların ve kızların örtülerini alınlarına indirerek kendilerini cariyelerden ayırmaları emri verildi. O zaman Araplar'ın gözünde cariyeler, her türlü saldırıya uğrayabilirlerdi ve bu yüzden diğer kadınları bunlardan ayırt edecek bir işarete ihtiyaç vardı. Zaten koyu din anlayışının aristokratik bir yönü olduğundan; diyanetin niteliğini halktan ayıran bu gibi ayrılıkların başka ümmetlerde de oluştuğu görülmektedir. İki sosyal sınıfı ayıran bu kuralın özelliğini herkesten iyi bilen Hz. Ömer. birgün evinde, başında şal olan bir kadın gördü. Karısından bunun bir cariye olduğunu öğrenince derhal bir buyrultu çıkarttı. Cariyelerin, temiz ve ahlâklı kadınlara özgü olan ve özellikle cariyelerden onları ayırmak için kullanılan peçe ile örtünmelerini yasakladı. Sahabeler devresinde, bu iki grubu tamamiyle ayrı kurallara bağlı kıldı. Bu devir son bulunca peçe ile örtünme yerine, örtünerek kapanma geçti. Hasan Basri odalıkların, ibn-ül Gattan ise, güzel olan cariyelerin örtünmesini kabul ettiler. Çünkü artık yavaş, yavaş müslüman- kadınlar arasındaki sınıf farkları ortadan kalkmağa başlamıştı. Aslında cariye olanlar da aristokratik kadınların^derecesine yükselmek istiyorlardı. Zamanla Hz.Peygamberin hanımlarına özgü olan perde kuralı, nikâhlı, nikâhsız ve cariye ayrılmaksızın bütün kadınlara uygulandı. Hattâ yeniçeri devrinde civelekler, yani ocağa yeni girmiş genç çocuklar bile peçeye girerek bu kurala uydular. islâmiyet'in başlangıcındaki peçenin şekline gelince; bu şimdiki başörtüsünden ibaretti. Bugünkü çarşafın pelerini de peçe yerini tutabilir. Bu devirde ne peçe, ne yaşmak gibi örtüler, ne de harem ve selâmlık diye ayrı daireler vardı. Ata-erkil ailenin sonuçları olan bu âdetler; bu devirden geç53 miş olan İranlılar'dan ve Rumlar'dan gelmiş olc'u. Bununla beraber bu yanlışlıklar; sosyal ve ekonomik gereksinmelerin sonucu olarak yalnız şehirlerde kaldı. Taklitçilikten ve aristokratlıktan uzak duran köylere ve boylara kadar yayı-lamadı. Köy ve boylardaki kadınlar, islâmiyet'in başlangıcındaki temiz,nikâhlı ve nikâhsız kadınlar gibi yalnız baş örtüsü örtmeyi yeterli gördü. Yabancı kültürlerden alınan öteki adetleri kabul etmediler. Son yüzyılda sosyal iş bölümü başlayıp da köylerde olduğu gibi; şehirlerde de kadınların ekonomik ve sosyal mesleklere girerek, toplumcu iş bölümüne katılmaları üzerinde de durulmalıdır. Bu durum, bu garip din dışı yeniliklerin büyük şehirlerde gereksizliğini ve zararlarını duyurmaya neden oldu. İslâmiyet'in emrettiği kapanma, köylerde ve boylarda kullanılan baş örtüsünden ibaretti. Büyük şehirlerde de bu tür kapanma yeterli görülerek, yeldirme ve baş örtüsü veya çarşaf ve pelerin ile yetınılmeğe başlandı. Ancak din açısından uygulanan kapanma da; aşırılığı benimseyerek yüzünü ve ellerini göstermeyen, haremde itikaf '*' hayatı yaşayan gelenekçi kadınların amaçları "cinsel ahlâkta
olgunluk" olduğu için, yine büyük bir saygı görmüşlerdir. Benimsedikleri koyu dindarlık kuralları; temelde yabancı kültürlerden alınmış olsa da ahlâkî bir kurala ve vicd'anî bir kanaata dayandığından, davranışları saygı ile karşılanmalıda. Fakat bu saygıdeğer kadınlar, ilim ve san'at öğrenimi yapmak, geçimlerini çalışarak kazanmak, milleti için meslekî ve vatanî görevleri yerine getirirken sosyal ortamda çalışmak zorunda olan kadınlardan, kendileri gibi giyinmelerini ve ibadet etmelerini istememelidirler. Her düşünce saygıdeğer olduğundan, bu iki kesim birbirinin fikrine saygı göstererek, birbirlerine gereksiz tenkitlerde bulunmamalıdırlar. Cinsel ahlâkın erkekler gibi kadınlardan da istediği temizlik ve inceliktir. Hangi kesimden olursa olsun kadınların bu temizlik ve incelikle birlikte; ciddî ve onur sahibi olmaları onlar için önemli bir görevdir. Bu görev erkekler için de aynı oranda önemlidir. Kapanma; bir din emri veya bir ahlâk emri olmaktan çok, yukarıda uzun uzadıya açıkladı('*) İtikâf: Bir yere kapanıp ibadetle vakit geçirme. 54 ğımız gibi bir ahlâk konusudur. Gerçi temelde yabancı kültürlerden alınmış olsa da; kurulu âdetlere karşı kesin bir uymamazlık demek değildir. Çünkü kurulu âdetlerin de az çok bir ahlâkî değeri vardır. Bundan dolayı kadınların bir harekette bütün gelenekleri bozmaya haklan yoktur. Halkın temizlik hakkındaki düşüncesi örnek ve sembollerden ayrılıp uzaklaşmadıkça; yalnız gözdelere ait düşüncenin değişmesi yeterli değildir. Temizlik düşüncesi, diğer ahlâkî düşünceler gibi: başlangıçta dış sembollere değer verdiği halde, zorlanmayan bir gelişimle; maddî kapanma yerine "mental kapanma" <13>nın geçmesiyle yüzeyden öze yani gerçeğe geçer Fakat diğer yandan tutucular da bu tabiî gelişimin gerekli olduğunu artık kabul etmelidirler. Bütün sosyal kurumlar gibi, cinsel ahlâka dayanan gelenekler de;, sosyal sebeplerle birlikte değişmeye, sosyal yükselişle birlikte yükselişe uğrarlar. Özellikle bu âdetlerin kaynağı ne din, ne de medeniyet olmadığı, zamanında yabancı kültürlerden alınmış din dışı davranış ve biçimler olduğu kesin olunca; bu davranışta inatçı olmamak gerekir. Tutuculuğun bu alandaki görevi, cinsel ahlâkta esas olan temizlik, incelik, utanma duygusunun korunmasında sağlamlık ve ödün vermemektir. Adetlerin değişmesi ise tabiî kanunların kaçınılmaz sonucudur. Bundan böyle artık şekiller ve sembollerle değil; cinsel ahlâkın gerçek unsurları ile uğraşmak zamanı gelmiştir. Çünkü bu gibi şekilcilikle uğraşıldığı sırada ahlâk yönüne gerekli özen gösterilmiyor. Bunun sonucu olarak da temizlik ve titizlik gittikçe yozlaşıyor. Cinsel ahlâkın bugün dayanacağı olumlu ve akademik esas: Toplumcu bilinçte ferdî şahsiyetlerin gittikçe daha kutsal bir özellik almasıdır.Toplumcu bilinç geliştikçe ferdî şahsiyet kutsallığından uzaklaşsaydı, cinsel ahlâkın giderek yozlaşacağına sonuçta ortadan kalkacağına hükmetmek doğru olurdu. Oysa başlangıçta yalnızca toplumcu şahsiyet kutsalken, sosyal iş bölümünden sonra bu kutsallık ferdî (13) Mental kapanma: Oluşturulan düşünce sisteminin, giyim ve moda denilen sosyal değişim biçimlerindeki örtürtme. 55 şahsiyetlere de geçmiştir. Bunun üzerine giderek cinsel ahlâkın yükselmesi, bu sosyal kanunun tabiî bir sonucudur. Avrupa'da bir iki yüzyıl önce var olan cinsel ahlâkla; bugünkü cinsel ahlâk ve özellikle millî eğitim kurumlarının benimsedikleri durumlar bu iddiamızın belgeleridir. Bugünkü cinsel ahlâkın bilimsel ve pozitif esası, ferdî şahsiyetlerin kutsal tanınmasıdır. Gerçekten şahsiyet kutsal olunca, her kutsal olan şey gibi; artık ona hiçbir insanın dokunmaması gerekir. Fakat bugün bu şahsî kutsallık; ilkel toplumlarda olduğu gibi yalnız kadınlara özgü olmayıp, erkekleri de kapsamaktadır. Bundan dolayıdır ki bugün; cinsel ahlâkın yalnızca kadınlar tarafından uyulması gerekli prensipler olarak tanınması, erkeklerin de ciddi ve samimi bir şekilde bu ahlâka uymaları gereklidir. Çünkü şahsiyetin kutsallığı dolayısıyle kadının psikolojik ve fiziksel çıplaklığı nasıl başkalarının gözlerinden uzak olması gerekiyorsa; erkeklerin de psikolojik ve fizikî
çıplaklıklarını yabancıların dokunmasından ve bakışlarından uzak tutmaları gerekir. Erkek veya kadın olsun, her insanın psikolojik ve fiziksel samimiyeti, gizli ve kutsaldır. Oraya hiçbir yabancı sı-zamaz ve giremez. Bir hayvan çırılçıplak meydanda geze-r bilir. Çünkü hayvan şahsiyetten, şahsî dokunulmazlıktan yoksundur. İnsanın samimiyet ve çıplaklığı ise: Kabe gibi, Peygamberlerin yeri gibi, kutsal emânetler, evliya türbeleri gibi veya bazı mistik milletlerin hükümdarları gibi bakışlardan ve ilişkilerden kesin şekilde uzak tutulmuştur. Bu durum, toplumcu psikolojinin kaçınılmaz bir kanunudur. Diğer tabiî kanunlara uymamak ne denli gerekliyse, bu sosyal yasayı önemseme de o derece zararlıdır. Çünkü sosyal dayanışma, toplumun kutsal tanıdığı sembollerin; kutsal olmayan unsurlardan ayırt edilmesiyle varolabilir. Bu ayırıma uyulmadığı zaman; toplum bilinci çözülmeye, sosyal dayanışma sarsılmaya uğrar. Toplumun yükselip yücelmemesi ve dejenere olması sözkonusu olur. Yalnız cinsel ahlâka dayanarak kabul ettiğimiz bu esasa itiraz edilebilir. Denilir ki; erkeğin de kadının da psikolojik ve fiziksel samimiyet ve çıplaklıkları dokunulmaz ve görülmesi kesin biçimde yasak ise; evliliğin de yasak veya olağan dışı olması gerekmez mi? Durkheim buna dvap olarak diyor ki: "Evlilik ruhların 56 ve iki bedenin öyle bir birleşip kaynaşmasıdır ki. artık birbirinden ayrı iki şahsiyet, birbirine kapalı iki içtenlik kalmaz. Karı ile koca birleştikten sonra artık bir tek vücut, bir tek şahsiyet haJine gelirler." Bundan dolayı bir erkeğin karısını, bir kadının kocasını çıplak görmesi; aynı kişinin kendi çıplaklık ve dokunulmazlığına sızması gibidir. Bir kişinin kendi çıplaklığını görmesi veya elini bacağına dokundurması, nasıl şahsiyetin kutsallığını bozmazsa; tek bir vücut haline gelmiş olan karı ile kocanın, birbirinin şahsî çıplaklığına, psikolojik ve fizikî içtenliğine de yasaklanmamış olması, bunların tekleşmiş şahsiyetlerinin kutsallığını bozmaz. Karı ve kocanın ikisinden birisinin temiz olmayışı, diğerinin de kirliliğim gerektirdiğinden, karı-kocamn tek kutsal şahsiyete sahip olduklarını işaret etmez mi? Toplumcu şahsiyetin kutsallığı ferdî şahsiyetin kutsallığından güçlüdür. Bu nedenle toplumda bir kadının kirliliği bütün toplumun temizliğine leke sürer. (14) Mahalle baskınları bunun içindir. Sonuç olarak bugünkü cinsel ahlâkın; ne kan bağına dayanan din çerçevesinin, ne de bilgeli dindarlığın esaslarına dayanma ihtiyacı yoktur. Ferdî şahsiyetlerin toplum bilincinde daha kutsal olması nasıl fertlere hukuken birçok haklar sağlıyorsa, aynı zamanda şahsî ve cinsel ahlâkta birtakım görevler yükleyecektir. Bu esasa dayanan tümü ile bilimsel ve pozitif biçimde bir cinsel ahlâk kurulabilir ve esasen kurulmaktadır. (14) Kirlilik ve temizlik: Burada sözü edilen kirlilik ve temizlik, maddi değil, sosyal anlamdadır. 57 AİLENİN YAPISI 1. İlkel Toplumlarda Aile Yapısı ve Evlilik Türleri: Aile, birbirine akrabalık bağı ile bağlı olan fertlerin toplamı demektir. Akrabalık, bugünkü şekline bakılırsa, kandaşlık ile aynı şey sanılır. Oysa bu iki bağ birbirinden bütünüyle ayrıdır. Kandaşlık yalnızca fizyolojik bir ilişkidir. Hayvanlar arasında akrabalık olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü etnografi (kavmiyat) ve tarih ilimleri bize gösteriyor ki; ne her zaman kandaşlar birbirinin akrabası sayılmışlar, ne de akrabalar arasında kesinlikle kan bağı aranmıştır. Ana-üstün ailede, baba çocuğun kandaşıdır ama akrabası değildir. Çocuk babasını kendisine akraba tanımadığı gibi, baba yönünden olan diğer kandaşları yani amcasını, halasını, amca ve hala çocuklarını da akraba tanımaz. Bu toplumlarda bir insanın akrabası; yalnız ana yönünden olan kandaşları, daha doğrusu totemdaşlarıdır. Ata-erkil (baba-üstün) ailede ise çocuk, yalnız baba yönünden olan kandaşlarını, daha doğrusu "man'daş"ları-nı akraba tanır. Anasını; kendi man'ını bırakıp kocasının man'ını akraba bildiği için, onu da akraba tanır. Fakat anasının kandaşlarına karşı hiçbir akrabalık duygusu taşımaz. Bundan başka, bir oğul kendi ata-erkil ailesinden çıkarılabilir. Yahut aile reisi onu aileden
uzaklaştırabilir. Yani kovabilir. Sonra bu kişi, başka bir aileye evlâtlık yolu ile girebilir. Böyle bir kimse, artık kendi kandaşları ile hiçbir akrabalık bağına sahip değildir. Yalnız yeni girdiği ailenin bireylerini kendisine akraba bilir. Ata-erkil ailelerde erkekler için olan bu durum, kızlar için de genellikle geçerlidir. Çünkü her kız gelinlik zamanında kendi ailesinden soyutlanarak, kocasının ailesine evlâtlık yolu ile girer. Kandaşlıkla arkabalığın ayrı şeyler olduğuna en iyi örnek Avustralya'daki Aronta aşiretinde görülür. Arontalar'-da çocuk; ne babasının totemine, ne"de anasının totemine mirasçı olur. Anası nerde gebe kalmışsa o yerin kurucusu çocuğun totemi olur. Bu şekilde çocuk, bu klanın totemine ait olacağından; ne anasının ne de babasının klanı ile hiçbir akrabalık bağını taşıyamaz. Akrabalar, kendisine kan yönünden yabancı olan birtakım kişiler sayılırlar. 58 Ana-üstün klanlarda da, bir erkek başka başka klanlardan iki karısı varsa; bunlardan doğan çocuklar arasında hiçbir akrabalık bağı bulunmaz. Bundan dolayı bunlar birbiri ile evlenebilirler. İşte bu gibi ayrılıklar üzerinedir ki; Durkheim, fizyolojik bir nitelik taşıyan kandaşlıkla, sosyal nitelik taşıyan akrabalığı birbirinden ayırmıştır. Dikkat edersek, bu ayrılık bugün de vardır. Bir erkekle kanun dışı çocuğu arasında kandaşlık bulunduğu halde, sosyal akrabalık yoktur. Çünkü kanun dışı çocuk, babasına mirasçı olamaz. Bundan başka süt kardeşliği; evlenme yoluyle oluşan akrabalık gibi bağlarla bir çeşit gizlilik yani evlilik saygısı gerektiriyor. Oysa bu çeşit akrabalar arasında kandaşlık yoktur. Arkabalığın eski esası, kandaşlık olmadığı anlaşılınca; bunun ilk temelinin ne olduğunu da aramak gerekir. İlkel toplumlarda bu temel dindaşlıktır. Ana-üstün klanın esası totemdaşlık olduğu gibi, ata-erkil ailenin esası da "man'daş"lıktır. Görülüyor ki; ilk zamanlarda aile, ortak bir mabuda tapınan fertlerin toplamı demektir. Ailenin kökü din olunca, birlikte yaşayan her toplulukta gerçek bir aile özelliği görmemek gerekir. Bir topluluğun sosyal bir aile özelliğini taşıyabilmesi için; onun hukukî, ahlâkî zorlayıcı kurallara sahip olması gereklidir. Toplum, sosyal gelişme sürecinde (aşiret, kavim, ümmet, millet) adlarıyla dört dönemden geçtiği için; aile de bu dört sürece uygun olarak (klan, ocak, konak, yuva) adlarıyla dört dönemden geçmiştir. Aşiret devrinde sosyal aile yalnız klandan ibarettir. Kavim devrinde klandan başka ocak da, sosyal aile özelliğini alır. Ümmet devrinde ocak, değişerek konak durumuna girer. Millet devrinde ise konak ayrılarak yuvalara dönüşür. Biz bu bölümde aşiret devrinden yani klanlardan söz edeceğiz. Klan, totemli ve totemsiz olmak üzere iki kısımdır. Totem; klanın adının bir hayvan veya bir bitki adı olmasıyla ve bu hayvan veya bitkinin, klan tarafından mabud tanınmasıyla ortaya çıkar. Totemli klanlar da ana-üstün ve baba-üstün olarak ikiye ayrılır. Bu klanlar totemlerinin etini yemekten yasaklanmıştırlar. Fakat her yıl, hac ayininde totemi kurban ederek etinden bir miktar yerler. Saydığımız türlerden hangisine gi59 rerse girsin, klanın fertlerine tr-v:! ettiği ahlâkın özü; akrabaların birbirine karşı her zaman yükümlü oldukları görev-ierden ibarettir. Birbirine yardın etmek, birbirinin intikamını almak, birbirinin yasını tutmak, bir çeşit ortak mülkiyete sahip olmak, klanın mabuduna ortaklaşa ibâdet etmek, to-temli klanlarda fazla olarak klan üyelerinin birbiri ile evlenmemesi de kesin hükümdür Ana-üstün klanda, akrabalık yalnızca ana yönündedir. Yani çocuk anasının totemine ve klanına bağlıdır. Ana-üstün klanda akrabalığın özü kadın olduğu için, kadın hukuk yönünden büyük bir serbestiye sahiptir. Bununla beraber klanın başkanlığı anaya değil, dayıya aittir. Çocuğun velisi babası değil, dayısıdır. Bundan dolayı dayının mirasçısı oğlu değil, yeğenidir. "Er dayıya çeker" deyimi ile, dayı yeğen arasındaki ilişki bu dönemden kalmadır. Ana-üstün klanda evliliğin uc şekli vardır: 1. Ambik anak denilen evliliktir ki koca, karısının klanına bir hizmet eri gibi girerek orada dayının emri altında çalışır. İç güveylik bu devirden kalmıştır.
2. Sumundo denilen evliliktir ki. erkeğin kendisini iç güveylikten kurtarmak için; karısının klanına bir miktar mal vererek kendi klanında yaşamak hakkını sağlamasıdır. Erkek kendi klanında yaşamakla birlikte, istediği zaman karısının evine gidebilir. Eski Araplar'daki geçici kazanç denilen (müt'a) bu evliliğin bir çeşit kalıntısıdır. 3. Kocanın karısını ya kaçırmak, ya diğer bir klandan bir erkekle, kendi kızkardeşini değiştirmek veyahut da az miktarda mal vermek şekli ile kendi klanına getirmesidir. Bu üçüncü evlilik türünde, çocuk babasının klanında doğup büyüdüğü halde; yine anasının klanında kalır. Bununla birlikte bu durum uzun süre devam ettikten sonra; beraber yaşamanın sonucu olarak babasının klanında ata-erkil bir totem oluşur. Bu şekilde klan "ana-üstün" biçimden, "baba-üstün" şekline geçer. Buna rağmen totemizmin devamı, "ana-üstün" olması ile mümkündür. "Baba-üstün" totemizm uzun süre devam edemez. Bundan başka totemizm erkeklerin avcılık, kadınların çapa ile bir çeşit bahçıvanlık yaptığı aşiretlerde yaşayabilir. Ehli hayvanlar kullanıldıktan sonra, artık totemizim de60 vam edemiyor. Zaten erkeğin biraz mal vererek kendi klanına kadını getirebilmesi, sürü sahibi olmasından sonra mümkün olabilir. Bunun üzerine, aşiretin avcılıktan çobanlığa geçişinden sonra; ana-üstün yerine baba-üstün klan oluşur. Böylece totemizm geriler. 2. Eski Türklerde ve Yakut'larda Aile Yapısı: Türkler'de klanın tek sosyal aile olduğunu görebilmek için, Türkler'in avcılık devrine kadar uzanmak gerekir. Türk soy kütüğü (Secere-i Türkî); Uygurların göçten sonra çiftçi, çoban, avcı olmak üzere üç bölüme ayrıldıklarını belirtir ve sonra avcı Uygurlar hakkında da şunları anlatır: "... ve yine bir bölüğü İrtiş nehri doğusunda hiç hayvan bulundurmayıp, balık ve kunduz ve samur ve sansar avlayıp, etini yiyip derisini giyerlerdi. Yapağıdan olmayıp, pamuktan olan kumaşı ömürlerinde görmezlerdi. Analar eğer kızlarını azarlamak isterlerse, kısrak ve sürü sahibi erkeğe düşüp et yiyip, kımız içip başka yaman günlerde olsunlar derlerdi..." Devson'un, Moğollar'ın Tarihi'nde, Cami-üt tevarih'ten alınmış şöyle bir not görülüyor: "Ormanlı oryankitlere ormanda yaşadıkları için bu ad verilmiştir. Bunlar Moğol kavminden olan oryankitlerle karıştırılmamalıdır. Bunlar çadır altında yaşamazlar. Hayvan derisi giyerler. Yabani öküzlerle koyunların etini yerler. Çünkü davar (koyun-keçi) beslemezler ve davar besleyen kavimleri küçük görürler. Bundan dolayı, bir baba veya ananın, kızını korkutmak için yapacağı en büyük tehdit; "Seni koyun besleyen birine vereyim de, sürülere bakasın." Bazı kızjarın bu tehdite inanarak kendini astığı görülmüştür. Bu efsânelerden, Türkler'in avcılık hayatının kadınlar için daha sevindirici olduğu anlaşılıyor. Çünkü avcı Türkler'in kızları, göçebe aşiretlerin erkeklerine, sürü ve servet sahibi olmalarına rağmen varmak istemiyorlardı. Avcılık hayatının artan yoksulluğunu, göçebe hayatının bolluğuna üstün tutuyorlardı. O halde avcı Türkler'de ana-üstün klanın var olduğu ve kadınlar gerek iç güveylik yoluyla kendi klanlarında kalmak, gerek akrabalığın özü anaüstün klan olduğundan geniş haklara sahip olmak gibi üstünlüklerin varlığı görülüyordu. 61 Bu devirde "ambık anak" şeklinde bir iç güveylik bulunduğuna, bugün halâ o hayata yakın bir hayat yaşamakta olan Altay'ın Barabınez Türkleri'nde <1S>; mal veremiyen erkekler ambikyen bir evlenme tarzında evlilik kurarlar. Bu aşiretlerde erkek, hayatının bir kısmını kayınbabasının evinde onun hesabına çalışmakla geçirir. Karısı üzerinde hiçbir hukuka sahip bulunmaz. Evliliğin bu tipi, ana-üstün bir klan ile, söz gelişi bir bağı taşıdığı için barabinezlerin böyle bir devreden henüz yeni çıkmış oldukları anlaşılır. Türkler'in klan şeklindeki ailesini göstermek için Anine sosyolojisinin beşinci cildinin 364. sahifesindeki gelecek ifadeyi naklediyoruz: "Yakutlar Sibirya'nın kuzey doğusunda dünyanın en soğuk ülkelerinden birinde yaşamakta olup, yaklaşık 220 bin nüfusa sahiptirler. Toprakları çok geniştir. Bütün şartlar ve durum bu kavmin birçok küçük topluluklar şeklinde birbirinden
uzak durumda yayılmasını ve böylece en eski âdetleri sürdürmelerini sağlamıştır. Bu kavmin en köklü sosyal topluluğu Seyyib adını alan klandır. Seyyib'in ne karakterde olduğuna, bileşiminin özelliğine ait bilgimiz pek eksiktir. Fakat biliyoruz ki, bu toplum soyca birbirinin akrabası olanlardan başka, birtakım yabancıları da kapsamaktadır. Ekonomik zorunluklara göre genişliği değişir. Klanı, belirleyen özellikler arasında bu saydığımız sıfatların da bulunduğu bilinmektedir. Seyyib'in fertleri arasında dayanışma çok güçlüdür. Bununla birlikte bu güçlülük zamanla azalmıştır. Toprağın sahibi klandır. Topraklar fertler arasında paylaştırılmış ise de; sürekli yeni paylaşım ve değişimlere uğrarlar. Orman ve mer'a klanın ortak malları içinde kalır. Bütün bu organizasyonda ortakçı bir düşünce hakimdir. Hattâ özel evler bile yalnızca sahiplerinin yaranına özgü değildir. Her önüne gelen istediği eve girerek, gündüz ve gecenin her saatinde orada kalabilir. Bir Seyyib'in içindeki özel ailelere yani evlere gelince; bunlar çok zayıf bir bağa sahip olup, hukukî korunmadan bütünüyle yoksundur. Yani bunlar ancak "tabiî aile" durumundadır. Dîn, ahlâk ve hukuk yönünden zoriayıcı ku(15) Baraba: Balı Sibirya'da yaşayan bir Türk boyu. Baraba aynı zamanda o bölgeye verilen isim olduğundan, orada yaşayan Türkler'e Ba-rabinez adı verilirdi. 62 rallara sahip olmadığı için; sosyal aile durumuna geçememiş, bir kurum değerini almamıştır. Hattâ karı, koca ve çocuklardan oluşan topluluğa özgü bir isim bile yoktur. Bunlar hukukî topluluklar olmayıp, fiili topluluklar durumundadır. Bundan dolayı fertleri arasındaki ilişkiler çok zayıf bir ahlâkî özellik taşır. Bu topluluğun içindeki düzen bütünüyle "asosyai"dir. Güçlü olan, zayıfları egemenliği altına alır ve böylece geçici bir düzen oluşturulur. Ana-baba ile çocuklar arasında belirli ve tanımlanmış bir görev yoktur. Aksine sürekli bir karışıklık vardır. Çocuklar küçükken evin reisi; karısına ve çocuklarına kesin olarak egemendir. Fakat çocuklar kendi kendilerine yetecek bir yaşa gelir gelmez bağımsızlıklarını isteyerek, ayrıca evbark sahibi olabilmek için; babalarının mallarından bir kısmını zorla alırlar. Sonra zamanla anne ve baba yaşlanınca; bu kez egemenlik sırası evlâtlarına gelir. Bu zorla egemen olma ise, çok ağır ve acı bir şekilde devam eder. "Özel aile"de hukukî organisazyonun bulunmadığı, akrabalığa ait deyimlerin olmaması ile belirlenmiştir. Yakut-ça'da bir evlâdın; babasıyla, erkek ve kızkardeşleri ile arasındaki ilişkileri açıklayacak kelimeler yoktur. Bu yoldaki kelimelerin anlattığı anlamlar, "Seyyib'in çeşitli kuşaklarından ve bunlardan doğanlara aittir. Yakut, kendi yaşında olan klan üyelerinin bütününü kapsayan bir kelimeye sahiptir. Fakat bu sözcük aynı zamanda kendinden önceki ve sonraki doğanlara da aittir. Demek ki Yakutlar'da dayanışma ve kurum bağı yalnızca klan akrabalığıdır. Bu şekilde klan organizasyonunun; özel aile organizasyonundan önce oluştuğu bir kez daha belirlenmiş olur. Özel aile fiilen vardır^ Fakat sosyal bir kurum olmağa yeni başlamıştır. Evlilik ilişkilerinde dışarıdan evlenme bir kuraldır. Yakut, bağlı olduğu Seyyib'in içinden evlenemez. Fakat gelenekler; eski zamanlarda var olan ilkel, içeriden evlenme kuralının hatırasını korumakta ve bazı deyimlerde bunun izlerini saklamaktadır." Bu özelliklerden alaşılıyor ki; Yakut Türkleri'nde "klân"ın adı "seyyib"dir. Bu toplum Türkmenlerin obasına, doğu ve kuzey Türkleri'nin avuluna pek benziyor. Yakutlar'da ise Türk klanı olan Seyyib'den doğduğu anlaşılıyor. Bizde kamu hukukuna ait kanunlar yapılırken; yalnız 63 bugünkü Türk köyünü değil, bunun öncesi olan oba ve Sey-yib'i incelemek gerekir. Çünkü bir kurumun geçmişteki gelişimi olmazsa, ondan bu anda ve gelecekte neler bekleneceği kestirilemez. Yakutlar'da klanın biricik "sosyal aile" olduğunu gördük. Bu klanda baba-üstün akrabalığın ve totemizmin izleri bulunduğunu da başka bir kaynaktan öğreniyoruz. Siyero-zeveski'nin "Revue de le histoire des religions" adındaki derginin 47. cildinde yayımladığı "İnanışlara göre Şamanizm" adlı bir incelemesinde; Yakutlar'da ağa-oza adıyla baba soyundan başka, eye-oza adlı bir de ana soyunun
bulunduğunu görüyoruz. "Ağa" baba anlamına, "eve" ana anlamınadır. Oza sözcüğü ise, soy ve akraba topluluğu anlamınadır. Her şaman, önceleri aşiret teşkilâtının kökü olan bir ana soyunun temsilcisi olduğu için, bir eğe-kila'ya yani bir ana totemine sahiptir. "Kila", Yakutça'da hayvan anlamına olup burada totem anlamınadır. Şamanlar'ın eğe-kila'ları: boğa, tay, kartal, geyik, ayı, kurt, köpek, karga gibi hayvanlardır. Bunlara ruhları yiyen koruyucu hayvanların hayalleri denilir. Yakut aşiretinin eski ana-üstün teşkilâtı bozulduktan sonra, izleri yalnız şaman teşkilâtında kalmıştır. Bununla birlikte samanların ana-üstün toteme sahip olmaları, eski teşkilâttaki ana-üstün klanın temsilcileri oldukları içindir. Nasıl ki; Yakutlar'da dört adetten fazla olmaması gereken dört büyük şaman da, aşiretin eski bölümleri olan dört ulusun temsilcileridir. Bundan başka şaman olmayan fertlerin yani lâiklerin de, eyeci adı ile birer koruyucu ruhları vardır. Siyerozeveski; "hist" edatının batı Türkçesi'ndeki "a" edatının karşılığı olduğunu açıklıyor. Bu sözcük bundan dolayı "anası" anlamına gelir. Şamanlar'ın koruyucu ruhlarına ise "amağat" adı verilir ki; Orhun kitabesindeki omay kelimesinin "tanrı" karşılığı şeklidir. Çünkü bay = bayat, gay*=gayat, tekin = tekyid, yokin = yekit kelimelerinde de bu çoğul şekilleri görülür. Kara Kırgızlar'da "seyyib" kelimesinin de "sibet" şeklinde olduğunu görüyoruz. Tomsen; "omay" kelimesini "tanrıça" diye tercüme ettiğine göre, "armağat" ında dişi bir tanrı veya bu anlamda olması gerekir. Şan-gloira anlamına olan "amat" sözü de bunun hafifletilmisi olabilir. Bu olaylar, Yakutlar'da; eski zamanlarda yaşamış 64 ana-üstün bir klanın izlerini göstermeğe yeterlidir. Totemizmin izleri Oğuzlarda da görülür. Oğuz ılı altı soya bölünür. Her soyun avcı kuşlardan olmak üzere bir ongun, yani totemi vardı: Günhan soyu = Şahin Ayhan soyu = Kartal Yildızhan soyu = Tavşancıl Gökhan soyu = Sungur Denizhan soyu = Çakır Dağhan soyu = Üç kuş "Cami-üt tevarih" (Toplanmış Tarihler) yazarı, Reşıd-üd'din'in açıklamasına göre; bu soylardan her biri kendi ongun'unu kutsal sayarak öldürmez ve etini yemezdi. Türklerde eski bir totemizmin derin izleri olduğunu Edebiyat Fakültesi dergisinin beşinci sayısında: "Eski Türkülerde Din" adlı makalede detaylı gösterdiğim için, bu konuyu geniş tutmayacağım. 3. Eski Arap simye (klân)lerinde Aile Yapısı: Eski Araplar'da Totemizmin izleri görünmüyor. Fakat, Araplar'da sosyal aile; İslâmiyet'ten önce, yalnız simye (klân)den ibaretti. Arap klanı da; Türk Obası gibi, bir çeşit ortak mülkiyete sahip bir toplum halinde idi. Hep birlikte konup göçen bu topluma "Ray" adı verilir. Bununla birlikte "Ray"ın içinde "Ehl" adıyla, Ehl'in içinde de "İyal" adıyla daha küçük aileler de vardı. Fakat bu aileler, sosyal bir özellik yani dinî ve hukukî zorlayıcı bir kurala sahip değildiler. Yalnızca fi-ziken varolan toplumlardan ibarettiler. Ehl, ayni evde yaşayan dede, oğullar, torunlar ve bunların çocuklarından oluşuyordu. "Ray"ın mer'ası ve su kaynağı ortak olduğu gibi; "ehl"in de çadırları ve sürüleri ortaktı. "Ehl"in içinde yer alan "iyal'Mar ise; karı, koca ve çocuklardan oluşan evlilik toplumlarıydı. İslâmiyet'ten önce, ne "ehl", ne "iyal" henüz sosyal bir aile özelliğini alamamıştı. Ehl'in sosyal bir kurum halini alması için; simye (klan, gibi, ehl'in de özel bir mabudunun bulunması gerekirdi. Totemli simyede, klanın mabudu "to-tem"dir. Totemsiz simyede de, simyenin adası olan "ced"-de kurbanlar kesilir ve ibadet edilirdi. .65 Eski Araplar'da her simye (klan), kendisine adını veren "ceddine" karşı bu gibi dinî görevlerle yükümlü idi. Fakat "ehf'in henüz özel bir mabudu, bir "man"ı oluşmamıştı. Bundan dolayıdır ki; cahiliyet çağında karı ile kocayı birbirine bağlayan evlilik bağı, dinî bir değer taşımıyordu. Bir kadın, ancak bir çocuk doğurduktan sonra kocası ile arasında bir bağ meydana gelirdi. Bir kadın çocuk doğurmadan ölürse, kocasına başsağlığı dilenmezdi. Kadın diyet vermeğe mahkûm olursa; bunu kocası değil, kadının kendi simyesi yani
klanı öderdi. İntikamını almak da kendi simyesine aitti. Bir kadın, kocasının simyesi gözünde; ancak ana olduktan sonra saygıdeğer tanınırdı. Bundan başka, bir erkekle bir kadın;-kanun dışı ilişkide bulunduktan sonra, bir çocuk doğarsa babası onu kabul etmeğe mecburdu.. Bu şekilde çocuk, meşru olmayan ilişkiyi, normal evlilik durumuna sokabilirdi. Araplar'da akrabalık yalnızca soy birliğine dayandığından; evlilikten doğan akrabalığın önemi yoktu. Bunun içindir ki; erkek anasına büyük saygı gösterirdi. Fakat karısına, ana olmadıkça hiçbir önem vermezdi. Bundan başka bir baba ölünce, oğlu üvey analarını eş olarak alabilirdi. Çünkü kazanılmış bir saygı henüz oluşmamıştı. Araplar'da yalnız simye (klan) akrabalığı vardı. Ehl'i akrabalık henüz kurulmamıştı. Sosyal ailenin yalnız simyeden ibaret olması, aşiret dönemine özgüdür. Aşiret devrinde kamu hukuku bulunmadığı için, fertlerin hukukunu yalnızca kan davası sağlardı. Kan davasına göre; bir ferdin işlediği bir suçtan bütün klan sorumludur. Saldırıya uğrayan bir ferdin intikamını da; yalnız yakın kandaşları değil, klanın diğer fertleri de almakla yükümlü idi. Diyeti alan ve veren klandı. Kan davası, hükümet ve mahkemenin bulunmadığı yerlerde fertlerin hukkunu koruyan manevî bir bağ durumundadır. İlkel cemiyetlerde yasal kuruluşların tek dayanağıdır. Bundan dolay] simye ahlâkı normal bir ahlâktır. Fakat kamu hukuku oluşup da devlet kurulunca; simye ahlâkı sağlıksız bir durum alır. İslâmiyet'ten önce faydalı hizmetler görmüş olan simye ahlâkının esası: "Simye (klan) üyeleri kutsal ve bütün haklara sahip kabul edildiğinden, yalnız simye üyelerine karşı yükümlü, dışında kalanlara karşı hiçbir ahlâkî görevle yükümlü olmamaktır. Oysa İslâmiyet'te 66 bütün Müslümanlar kardeş bilindiği gibi, İslâm devleti de; bütün vatandaşlarının hukukunu sağlamakla görevliydi. Bu nedenden aşiret örneğindeki çok normal simye ahlâkı; kavim, ümmet, millet devirlerinde sağlıksız bir durum göstermektedir. Eski Türkler'de "kavim devleti", "il" adıyla çok eski zamanlarda oluşmuş, kan davasının yerini, hükümet adına cezaları getiren "töre" var olmuştu. Zaten Türkçe kelimelerdeki "ke" edatı; "Soğdak-soğutlu, çitat-çitli" kelimelerinde olduğu gibi, "Türk" kelimesi de "Töreli" demektir. Türkler "cahil"lere "tatiri" derlerdi. Ki sonradan Tatar şeklini almıştır. Devson, "Cami-üt tevarih"ten naklen şöyle yazıyor: "Tatar kavmi, birçok şubelerden meydana gelmiş olup; takriben 70 bin evden oluşuyordu. Önceleri Çin sınırıyla, bayır gölü arasında yaşıyorlardı. Her aşiret özel bir toprağa sahipti. Tatarlar, çoğu zaman Hatay (Kıtay) İmparator-luğu'nun bünyesinde ve haraç (vergi) vererek yaşarlardı. Fakat genellikle falan veya filân aşiretler isyan eder. Ancak silâh gücü ile egemenlik altına alınırlardı. Çoğu kez aşiretler birbirleriyle savaşırlardı. Tatarlar'ın; "Kerd ve Fernik" toplumları küçük bir tartışma nedeniyle birbirlerine bıçak veya kılıç saplamakla tanınırlardı. Bugün Moğollar arasında olan düzen ve bağlılık onlarda yoktu. Kindar, öfkeli ve intikamcı idiler." (1 ^Moğollar'in tarihi Cahiliyet devrini oluşturan toplumların özü; sosyaF açıdan simye (klân)den ibarettir. Simye içinde, kan davasının, matem ayini geleneğinin en büyük görevlerden olması bunun sonucudur. Bu ülküye göre, kutsal olan fert değil klan yani simyedir. Hak sahibi de, ancak simyedir. Simyenin bu kadar güçlü olması; hem aşiretin, hem özel ailenin yani "jghil" veya "ocak"-ın zayıf kalmasına neden olmuştur. "Özel kanunlar; kamu hukukundan çok daha güçlüdür" kuralı da bu dönemden kalma bir sözdür. Çünkü bu devirde özel kanunlar, simyenin kanunları, kamu hukuku da, aşiretlerin hukuku idi. Simyenin dayanışması, aşiretin dayanışmasından çok güçlü olduğu için; bu ülke, o devir için çok uygundu. (16) Gaslon Richard-Tarihte Kadın S:56 (17) Moğollar in Tarihi-S:328.-Devson. 67 AİLE AHLÂKI Aşiret devrinde "sosyal aile", yalnızca simye (klân)dir. Çeşitli aşiretler bir kavim devleti şeklinde birleşince, ev de; sosyal aile özelliğini almıştır. Ailenin bu şekline "Ocak = Foyer'" diyebiliriz. Ana-üstün simye "totemizm"
diniyle, baba-üstün simye "naturizm" dini ile bulunduğu gibi; Ocak'ta "manizm" diniyle birlikte bulunur. Manizm: Ev'in ölmüş atalarına ibadet esasına dayanır. "Man" "Ata"nın ruhu olup; ev'in ocağında barınır. Bu çeşit ailede ocağın ve ocak ateşinin kutsal tanınması bu sebeptendir. Bazı man'lar yalnız ata ruhundan ibaret olduğundan; aile hukuku sadece baba'da bulunurdu. Eski Romalılar aile reisine (hükümdar baba = Pater Potestar) derlerdi. Bu örnekte yalnız babanın erkek olan kandaşları akraba tanınır. Ananın kandaşları akraba tanınmazdı. Ocağın bu şekline "ata-erkil" (Peder sahi aile) adı verilir. Bazı toplumlarda da atanın ruhu gibi, ataların ruhu da "man" hükmündedir. Bunun için, her ikisine de ibadet edilir. Bu çeşit aileye de, "eşitçi aile" diyebiliriz. Eski Türkler'de aile bu tür idi. 1. ESKİ.TÜRKLERDE AİLE YAPISI, AİLE HUKUKU VE KAMU HUKUKUNDA AİLENİN YERİ Eski Türkler'de, aile ocağında; biri atanın, diğeri büyük baba ve büyük annenin ruhu olmak üzere iki "man" barı-nırdı. Ailenin fertleri yalnız bu aile mabuduna değil, bir ma-bud ile, bir de dişi mabud'a ibadet ederlerdi. Garaner diyor ki; 68 "Doğu Türkleri nde halâ, aile ateşinin asla sönmemesi ne -sebebini bilmeksizinçok dikkat ederler. Evin hanımı her akşam ateşi kül ile örter. Sabahleyin Türkler'ce kutsal tanınan bir ardıç dalıyla bu ateşi yeniden canlandırır Bu ardıç dalını alevlendirdikten sonra eline alır, oda oda dolaşarak evi bununla temizler. Eğer kaza ile mutfağın ateşi sönerse -çünkü kutsal olan ateş, ancak mutfağın ateşidır-bunu kibritle yakmağa kalkışmaz. Komşunun ocağından ödünç aldığı (soydan alınması gereken) korlarla yakmayı yeğ tutar. Bu ateş eski HindAvrupalılar'da olduğu gibi. eski Türkler'de de ataların daima canlı olan ruhu, ailenin aynı zamanda hem görünen sembolü, hem de mabudu durumundadır. Bugün Kırgızlar'la Kazaklar, çadırlarının ocağına bir kurban sundukları zaman, ailenin mabudunu '"od ata, od ana" diye çağırırlar. Bu olaylardan anlaşılıyor ki, eski Türkler'de bir çeşit manizm vardı Fakat bu manizm, yalnız ataların ruhlarını değil, büyük baba ve büyük annelerinin ruhlarını da mabud kabul ediyordu Bundan dolayıdır ki, aile ocağının ateşine yalnız (od ata) deniyor, (od ana) da deniyordu. Bu ateşte iki ruh yaşıyordu. Bunun sonucu olarak, eski Türklerde yalnızca ata-erkil olan bir aile olmamış, ana soyuna da aynı değeri veren (maderşahi ana-üstün) çoğaltılmış hukuk eşitlikli bir aile örneği meydana gelmiştir. Bazı gezginler, ev içinde "od ata" ile "od ana"yı temsil eden birtakım ıdol yerlerinin de varlığını haber vermişlerdir. Rubrak diyor ki: (Grand Ansıklopedie Moğol maddesi) "Ev'in sağ tarafında ev sahibinin oturacağı yerde keçeden veya çuhadan yapılmış bir idol bulunurdu ki; buna ev sahibinin kardeşi denilirdi. Solda karısının oturacağı yerin üzerinde yine bir ıdol bulunuyordu Bu da ev sahibinin kardeşi adını alırdı Kalbin yeri olan sol yön saygı duyulan bir yerdi. Bu iki idol (sa-nımjdan başka, diğer idoller de vardı. Birisi (inek memeli) idi ki, kadınların koruyucusu idi. Çünkü inekleri sağan kadınlardı. Diğeri (kısrak memeli) idi ki, erkeklerin koruyucusu İdi. Çünkü kısrakları sağan erkeklerdi. Büyük bir ihtimale göre, bu idoller (sanımlar); ailenin iki "man"ı olan (od ata) ile (od ana)nın sembollerinden ibarettir. Eski Türkler, aile mutluluğunu, bu iki ocak perisinin sevişmesine bağlarlardı. Bugün bite, karı ile kocanın arasında geçimsizlik görüldüğü an; "perileri sevişmemiş" denir. 69 Bundan dolayı evlilik aslında ocak perileri arasında meydana geliyor. Gelin ve güveyi bu ruhsal evliliği temsille yükümlü idiler. Düğün şenliğinde buna işaret eden birçok izler görülüyor. Bununla birlikte ocak; ister ata-erkil olsun, ister eşitliğe dayansın, kamu hukukunu taşıyan bir devlet teşkilâtı var olduktan sonra oluşur. Çünkü devlet yokken simye (klân)deki aile hukuku, simye'nin başkanında toplanmayarak bütün fertler arasında yayılmış bir durumdadır. Meselâ: Arap simye'sinde bir topluma ait fertlerin tümü, birbirinin velisi, birbirinin hukukunu arayandır. Suç karşılığı ceza ve kan davasında; hukuken hak sahibi yalnız simye'nin başkanı değil, simye'nin bütün fertleridir. Bu yönden simye; Cumhuriyet şeklinde büyük bir aile demektir. Ocak ise; bir cumhuriyete değil, bir hükümdarlığa benzer. Baba-üstün ocakta yalnız bir hükümdar varki, babadır. İkili ocakta (yani Türk ailesinde) ise;
ailenin bir prensi ile bir de prensesi vardır ki, baba ile anadan ibarettir. Ailede bir veya iki hükmedicinin var olabilmesi için; daha önce toplumda bu kavramların pratikte yaşaması gerekir. Eski Yunan ve Lâtinler'de "şehir" oluşmadan "ata-erkil" aile meydana gelmediği gibi; eski Türkler'de de göçer şehir durumundaki "il" oluşmadan "ocak" meydana gelmemişti. Dikkat edilince görülüyor ki; hukukun ikili olması konusunda "Türk ili" ile "Türk ocağı" arasında bir simetri vardır: Devletin genelhukuku, hakan ile hatun'un birleşik kişiliğinde belirir. Hükümet tarafından çıkarılan emirlerin (kanunların); kesinlikle "Hakan ile Hatun emrediyor ki" şeklinde ilân edilmesi gereklidir. Ayrıca elçilerin Hakan ile Hatun'un birlikte oldukları zaman kabul edilmesi, kamu hukukunun yalnız hakana değil, hatunla birlikte her ikisine ait olduğunu gösterir." <18> Bunun gibi, ailenin özel hukuku da; baba ile ananın ortak kişiliğinde bulunmaktadır. Böyle olmakla birlikte, ailenin hukuku aslında "od ata" ile "od ana"ya ait. olup; Kar. ve koca bunların vekili oldukları için bu hukuka sahiptirler Hakan ve Hatun da "Ay ata" ile "Çün ana"nın vekilleri ve temsilcileri oldukları için kam/j hukukunu kendilerinde toplayabilmektedirler. (18) Yeni Mecmuar,,n 9. sayısındaki Cinsel Ahlâk makalesi-Ziya Gökalp. 70 Radlof "Samanlık ve Medeniyeti" adlı incelemesinde, eski Türk Kozmogonisi'ne göre; göğün yedinci katında "Gün ana'nın" altıncı katında da "Ay Ata"nın bulunduğu bildirdikten sonra, Güneş'in dişi, Ay'ın erkek sayılmasının yalnızca ses benzerliğinden olduğunu ve bir anlam taşımadığını iddia ediyor. Oysa Yeni Mecmuada yayımlanan "Türk Kozmogonisi" şiirinde; Siyerozeveskiden alınmış bilgiye göre, Yakutlar'a ait iki Lejand vardır ki; birisi "ay"ın bir öksüz kızla sevişmesine, diğeri de gök aleminin kızı olan "Güneş Hanım"ın yer tanrısı tarafından evlenmek için istenilmesini anlatır. Bu lejandler "Gün ana" ile "Ay ata"nın efsanevî anlamları taşıdıklarını gösteriyor. Türk töresine göre: "Ay ata" ile "Gün ana" evrenin, "Hakan" ile "hatun" ise insanlığın hakanı ve kraliçesi durumundadırlar. Hakan ile Hatun bazan da, ilâhların babası ile anası olan "Gök Tanrı" ile "Yağızır" adındaki tanrı ile tanrıçanın temsilcileri olurlar. Oğuz teşkilâtı "Taoizm" teşkilâtı ile karşılaştırılınca bu sonuç doğuyor. (19> Orhun Kitabesi'nde sürekli hakan ile hatunun "Babam devleti dirilten hakan, anam devleti bilen hatun" diye birlikte yazılmaları ve iki sıfatın da "devlet" sözcüğünü içermesi, siyaset hukukunun bu ikisinde birlikte oluştuğunu gösterir. Aile haklarının yalnız kocada olmayıp, karı ile kocanın ikisinde bulunduğunu gösteren birtakım işaretler de vardır. 2. EVLENME DURUMLARI Eski Türkler'de, evlilik yalnız bir kadınla olmakla birlikte; fetih zamanlarında töreye aykırı olarak, kadınların çoğaldığı görülmüştür. Fakat bu çoğalma ancak bir çeşit (töre hilesi) yapmak şekliyle yapılabilmiştir. (19) Millî Tetebbûlar Mecmuası-Sayı:3 Sahiîe:4l2-417. Türk töresi yalnız ilk kadını ailenin yasal sahiplerinden biri sayar, diğer kadınlara kuma adını vermiştir. "Kuma" deyimi bugün de Anadolu'da kullanılmakta ise de, anlamı değişmiştir. İslâm ailesinde ise, ortaklar arasında kesin bir eşitlik vardır. Oysa eski Türk ailesinde, evin sahibi olan kadın ve erkeğin hayatının ortağı, yalnız ilk karışıdır. Kumalar ise; bir tür "odalık" özelliğinde olup, ilk kadının emri altında hareket etmekle yükümlüdürler. Bunların aile düzeni içinde dinî ve hukukî yerleri olmadığı, çocuklarının kendilerine "anne" diyememelerinden anlaşılır. Kumaların çocukları resmen, ilk kadının evlâtları tanınır. Yalnız onu "anne" diye çağırabilirler. Öz annelerine ise, yalnız "teyze ' diyebilirler. Bundan başka kumaların çocukları diğer kardeşlerine oranla çok aşağı bir durumda bulunurlar ve daha az mirasa sahip olurlar. Hiçbir konuda ilk kadınların çocuklarına eşit olamazlar. "İl" döneminde hakanın yerine yalnız ilk kadından olan oğlu geçebilir. Kumadan doğan çocukları hakan olamazlar. Bununla birlikte ilk kadından amaç; kendi "irinden aldığı ve töre nikahıyla evlenmiş olduğu kadın demektir. Çünkü töre nikahıyla yalnızca il'den olan asîl kadınlarla evle-nilirdi. O devirde ilk
kadınlar genellikle "hatun" yani "prenses" idiler. Sonraları hatun deyimi, ilk kadına sembol oldu. Kumalar ise il'den yani asîl aileden olmazlardı. Kesinlikle dışarıdan gelmiş cariyelerden veya dışarıdan alınmış kadınlardan olurlardı. Çünkü bu çağda Türkler evlenirken töre gereğince; ilk kurala bağlı idiler: İl'in içinden, soy'un ise dışından evlenmeğe mecburdular. Hâlâ dillerde gezen "Kızımı yedi kat yabancıya veririm" deyimi, eski zamanlarda yedi göbek dışardan evlenildiğini gösterir. Bu kural totemli simye devrinin bir kalıntısıdır. Fakat il'in içinden evlenilmesi, toplumun aristokratik bir özellik almasının sonucuydu. Toplumun içinde yalnız il'den olanlar vatandaşlık haklarına sahiptir. İl'den olanlar ise yal72 nız soylular id: Bunların dışında kalan ' Oymaklar'la. <¦¦; v. budun"; Roma'dakı "Kalyanet" ve "Pelebes" sınıfla- ¦_!> bi ii'in yani sitenin dışında idiler. İşte bunun için soylu bir kişinin hanımı; ancak kendi !ı-ne yani "şehirli özelliğine" sahip bir kadın olabilirdi islâmiyet'in, ortaktan eşit tutmasına rağmen; bugün de Anadolu'da çok kadın bulunan evlerde, hatun "evin ilk hanımı" ile kumaların eski sosyal durumları süregelmektedir Türk ailesi il'li, man'lı olduğu için; hem ana soyuna, hem de baba soyuna önem verirdi. Çocuk hem baba yönünden olan kandaşlarını, hem de ana yönünden olan kandaşlarını akraba tanırdı Bundan dolayıdır ki; bugün Hive ve Doğu Türkistan'da yaşayan Türkmenler'de bir kız, yalnız babası Türkmen olan bir delikanlı ile evlenemez. Çünkü bir adamın soylu olabilmesi için; yalnız babasının asîl olması yeterli değildir Türkmen kızının evleneceği delikanlının ana ve babasının kesinlikle soylu yani Türkmen olması gerekir. Türkmenlerce soyluluğun hem baba, hem de ana yönünden olduğunu belirten diğer bir belge de; asalet (soyluluk) unvanlarıdır. Eski Türkler baba yönünden Hakan oğlu olanlara "Tekin" ana yönünden Hakan oğlu olanlara da "İnal" derlerdi. Bir prensin Hakan olması için; hem tekin, hem de inal olması gerekliydi. Nasıl ki bugün iran'da hüküm süren Kaçar Türkleri'nde de bir şehzadenin, şah olabilmesi için; babası gibi anasının da Kaçar sülâlesinden olması şarttır. i 201 3. TÜRK AİLE YAPISININ GEÇİRDİĞİ DEĞİŞİKLİKLER Türk ailesi, ne ana-üstün simye'nin "ambik anak" örneğinde olduğu gibi. erkeği karısının simye'sine bir kale gibi götürür, ne de baba-üstün ailede olduğu gibi, kadını kocasının evine bir odalık gibi getirir. Türkler'de her evlilikten yeni bir ev, yeni bir aile oluşur. Bundan dolayıdır ki; Türkler'de evliliğe "evlenmek" (ev-bark sahibi olmak) denilmiştir. Bark ( = avtele) anlamındadır. Bu yeni kurulan aile (20) Ziya Gökalp bunları yazdığı sırada, son Iran şahının babası General Rıza Pehlevi, henüz Kaçar hanedanına mensup Türk Nadir Şahı silah zoru ile devirip İran tahtına oturmamıştı 73 ne erkeğin, ne de kadının eski ailelerinin bir dalı durumunda değildir. Her delikanlı evlendiği an, babasının ve anasının malından kendine ait miras payını alarak ayrı bir eve çıkar. Kadın da çeyizini bu yeni eve getirir. Her evlilik, eski ailelerinden ayrılan iki kişinin birbirleriyle birleşmesinden oluşan yeni bir ailenin meydana gelmesi demektir. Bunun için iç güveylik ve iç gelinlik yoktur. Yani erkek, evinin beyi ise, kadın da aynı şekilde evinin hanımıdır. Türkler'de, ocağın erkek ve kadını aynı düzeyde sayması, kadınları baba-üstün ailede görülen birtakım kurallardan uzak tutmuştur. Gurunard diyor ki. <21> "On dört yüzyıldan beri Çin işgalindeki Doğu Türkistan'da kadınların erkeklerle birlikte aynı değerde kabul edildikleri Türk toplumunu biliyoruz." "Heyüen Çaniğ (Kao Çang)'ın hanımıyla birlikte diğer hanımlarının kendini karşılamak için şehirden çıktıklarını, prensin anası ve kendi konferanslarına ve dinî çalışmalarına devam ettiğini bildiriliyor." "İslâmiyet'ten önce Türk kadınlarında örtünme kapanmanın bulunmaması, Türkler'in o zamana dek; hem baba-üstün, hem de bilgeli bir dinden uzak kalmalarının bir sonucudur. Bütün toplumlarda, simye gibi ocağında sosyal bir aile olması; devletin kurulmasıyla süratle oluşur. Eskiden sim-ye'de, devlet gibi siyasî bir topluluk
olup; fertlerin hukukunu kan davası metodu ile koruduğundan, devlet kurulunca; ferdî hukukun yaygınlığı ve korunması konusunda bu iki kurum arasında rekabet olmuş. Ne simye, yüzyıllardan beri alışmış olduğu bir hak'kı bırakmak ister, ne de devlet kendinden başka yargılayıcı hukuka sahip bir gücün varlığına izin verir. İşte bunun içindir ki, Eflâtun "Devletin güçlenmesi, ailenin kaldırılması veya hiç olmazsa asker sınıfının aile oluşturmamasıyla mümkündür" demişti. Çünkü o zaman, simye şeklindeki aile henüz güçlü idi. Devlet ve or(21) Türkistan ve Tibet-Sahife:129 74 dunun dayanışmasına engel oluyordu İslâmiyet bir yandan simye topluluklarına "Hâmıt-i Cahıhyye" (cahilliğin koruyucusu) adını vererek çirkin görmüş, diğer yandan "mal ve evlât size düşmandır" diyerek simye devrindeki çok güçlü aile bağlarını zayıflatmağa çalışmıştı. Çünkü inanç kardeşliğinin güçlenmesi için, kan kardeşliğinin zayıflaması gerekliydi. Osmanlı devleti de, ilk devirlerinde, devleti, genellikle ailesiz fertlerden oluşan bir orduya dayandırarak Eflâtun'un ülküsünü gerçekleştirmişti. Türklerde en eski zamandan beri devlet, simye'nin üstünde tanındığı için; güçlü bir devlet teşkilâtı oluşmuştur. Leon Kahon tarihinde iki atasözü nakleder ki; bunlar Türkler'in devleti ailenin üstünde tuttuğuna işaret eder: (22> "Türk ata binince babasını tanımaz." Yani devlet memuru olunca, artık aile reisinin komutasında kalamaz. "Yoldaşların babanın ocağına akın ederse, sen de beraber akın et." Yani devletinle kabilen arasında bir anlaşmazlık çıkarsa; kabileni devletine feda et. Türkler'in; devlete, aileden daha fazla bağlı olduğunu gösteren birtakım halk hükümleri de vardır. Meselâ: "Yolda büyük dururken, soyda büyük önde yürümez." Yolda büyük, devlet memurudur ki, kamu hukukunu taşır, soyda büyük aile reisidir ki; özel hukuku temsil eder. İl hayatı yaşayan Türklerce kamu (devlet) hukuku, özel (şahıs ve aile) hukukundan güçlü olduğu için; eskiden beri yolda büyük, soy'da büyüğün yerine geçerdi. Oysa cahili-yet devrindeki Araplar'da, simye şeyhinin fertler üzerindeki saygınlığı bir aşiret şeyhinin etkisinden çok güçlüdür. Yine Türk "Belden gelen başkan değil, yoldan gelen başkandır" der. Bununla, toplumcu şahsiyeti, soy soyluluğundan daha yüksek gördüğünü anlatır. (İnne ekreme-küm etgaküm" kutsal sözü de bu anlamı içerir. Türkler'de aile ülküsünün ikinci, devlet ülküsünün birinci derecede olmasının bir önemli sonucu da; çocuk ergen (22) Dareste-Hukuk tarihi Üzerine İncelemeler- Sahife:272 75 olunca, baba ve anasının hukukundan çıkarak devletin hukukuna girmesi idi. Bundan dolayıdır ki bir genç, evlendiği zaman; ailenin sürülerinden ve mallarından kendine ait olan miras hakkını alarak ayrı bir eve çıkardı. Bundan başka Darestin açıklamasına göre; Cengiz'in bir kanunu olan "Uluğ Yasa" da devlet tarafından aile hukuku ile ilgili konmuş kurallar da vardı. Meselâ: Bir kadın ergen olmayan bir erkekle evlenemezdi. Fakat bir kızı, ergen olan bir erkek istediğinde; kızın babası ve annesi vermemekte direnemezdi. Senede her kırk ev çevresinde en az dört evlilik yapılması mecburi idi. Ev reisleri bu kanunun uygulanmasına dikkatle yükümlü idi. Eğer delikanlılar "kalın" (23> verecek kadar bir servete sahip değilseler, Oba h'alkı onlara yardım etmekle yükümlü idi. Bu kurallar, devletin nüfusu çoğaltmaya çalıştığını gösterir. "Yeni Mecmua"nın yedinci sayısında yazılı "Boğaz" hikâyesi de bu çalışmayı anlatır. Burada baba erkek evlât istediği halde, diğeri kız evlât istiyor. Bu durum kız evlâdın da erkek evlât kadar değerli olduğunu gösterir. Bundan başka "Uluğ Yasa"; aşiret devrinde geçerli olan kan davası hukukunu da kaldırmış, yerine devletçe uygulanan kişisel ceza yöntemini yerleştirmişti. Bu yöntemle il'in çeşitli obaları arasında kan davaları ve akınlar ortadan kalkarak, sürekli bir barış kurulmuştu. Bu şekilde simye yani oba, simyeci bir toplum biçiminden çıkarak gezici bir köy şekline girmişti. Zaten eski Türkçe'de "il" sözcüğü hem "devlet" anlamına, hem de "barış" anlamına gelir. Birinci anlam için Orhun yazıtlarına, ikinci anlam için Kaş-garlı Mahmut'un Divan-ı Lügatı'na bakmalı.
Anlaşılıyor ki Türkler'in il devri; boylar ve obalar için bir barış devri, bir Türk barış çağıdır. (23) Kalın: Evlenecek erkeğin baba ve annesine ait mallardan kendisine düşen miras payıdır ve yeni evin kurulmasında kullanılır. 76 üluğ Yasa da cinsel ahlâka da önem verilmiştir. Bundan dolayı evli bir kadına saldıran ölüm cezasına çarptırılırdı. Bir kızı kirleten, onu almakla yükümlü tutulur, yasal olmayan ilişkilerde suçlular para cezalarına çarptırılırdı. Bundan başka, kanun, aile kadınlarına gerektiğinde kocaları veya evlâtları için Han'dan veya beylerden af talebinde bulunmak hakkını da vermişti. Cengiz Han; Uluğ Ya-sa'yı, Uygurlar aracılığı ile eski Türk Töresinden almıştı. Bu bakımdan kurallar, genellikle Türk hukukunun kuralların-dandı. Ocağın ıkı tipinden biri olan Roma'nın pederşahî ailesi. Çın ve Hint ailelerinde de görülüyor. Yalnız Roma'da babanın aıie içindeki hakları onadevletçe verilmiş olduğu hal de; Çin'de bu hakların, doğrudan doğruya aile reisine ait olduğu düşünülür. Türk ailesinin bir örneğini de Cermen ailesinde görürüz. Cermen ailesinde de ata-erkil bir hukuk oluşmamış, akrabalık hem ana, hem de baba yönünden süregelmiştir. Fakat Cermenler'in eski dini ve aile teşkilâtı iyice bilinmediğinden, Cermen ocağının nasıl olup da bu durumda kaldığı açıklanmamıştır. Bundan dolayı Türk ailesinin açıklaması, Cermen ailesinin de dinî esaslarıyle birlikte anlaşılabilmesine yardım edecektir. Bugün Avrupa'nın her yerinde geçerli olan çağdaş aile, Cermen ailesinden doğmuştur. Bunun gibi islâmî Asya'da; Türk ailesinin de gittikçe genelleştiğini, her yerde iki yönlü akrabalığın, hukuksal eşitliğin ve her evlilikten ayrı bir ev doğmasının diğer kavimlere yayıldığını görüyoruz. Türk ailesiyle Cermen ailesi feministtir. Cermenler'de ve Turan milletlerinde ailenin, feminist olmasından dolayı, başlangıçta kadının da, erkek derecesinde hakları bulunduğunu kabul eden milletler; Cermen ırkından olan Anglo77 Saksonlar'la Almanlar ve Turan ırkına mensup olan Fin-landiyalılar'la, Macarlar'dır.Kadınlara millet meclisine seçilme hakkını veren Yeni Zelanda ve Avustralyalı Anglo-Saksonlar'la, diğer yandan Turan soyundan olan Finlandiyalılar'dır. Kanton veya eğitim kuruluşlarındaki seçimlerde Alman hükümetlerinden bir kısmıyla Macarlar'm kadınlara aynı hakları verdiği görülmektedir. Bugünkü Türk feminizminin esaslarını, sosyal gelişimimizin simye ve ocak devirlerinden başlayarak incelemeliyiz. Çünkü bugünkü âdetler, eski Türkler'in gelişmiş ve çağdaşlaşmış şekillerinden ibarettir. 78 AİLE TÜRLERİ Geçen bölümde, sosyal ailenin aşiret devresinde yalnız simye'den, kavim devrinde simye ile ocak'tan oluştuğunu açıklamıştık. Ocağın ümmet devrinde aldığı sekile de "konak" adını veriyoruz. Bu bölümde bizi ilgilendirmesi yönüyle İslâm ümmetine ait "konak"tan sözedeceğiz. İslâm ümmetindeki konak, dört çeşitli kaynaktan gelen unsurlardan bileşiktir: Eski Arap ailesi, İslâmî aile, İran ve Rum'un ata-erkil ailesi, Türk ailesi. I. ESKİ ARAP AİLESİ Cahiliyet devrinde Arap ailesi, "sosyal" ve "tabiî" aile diye iki kısma ayrılabilir. Sosyal aile, dinî ve hukukî bir özelliği bulunan bilhak (dedroit) ailedir ki; simye'den ibarettir. Tabiî aile; din ve hukuk yönünden hiçbir değeri bulunmayan bil fiil (de fait) topluluklardan meydana gelir. Bu topluluklar da "ehl" ve "iyal" adlarıyla iki dereceye ayrılmış-, tır. Ehl; bir evde oturan dede, amca çocukları ve kardeşlerle bunların karı ve çocuklarından oluşan büyücek bir topluluktur. İyal ise; koca, karı ve çocuklardan oluşan küçük topluluklardır. Bundan dolayı her "ehl"; çeşitli iyal'lardan, her simye (klan) ise çeşitli "ehl"lerden meydana gelir. Aşiretler döneminde ne ehl'in, ne de iyal'ın sosyal bir özelliği vardı. Fakat, sonraları ehl'den konak dediğimiz aile iyal'dan da yuva adını verdiğimiz aile
doğduğu için; o zaman yalnız gerçekten var olup, hukuken var olmayan bu toplulukları da, anlatmaya gerek gördük. A.Arap Simyesi: a. Arap simyesi, "zevil erham" ve "usbe" adlarıyla iki kısımdı. "Ruhama", "zirahm" gibi sözcükler hısım, akraba anlamındadır."Sıla-ı rahm", akrabasını aramak demektir. Demek ki bu deyim, başlangıçta bütün akrabayı kapsıyordu. Yani eski bir zamanda simye, yalnız zevil ve erham'-dan meydana geliyordu. "Rahm" aynı zamanda "döl yatağı" anlamına olduğuna göre; eski Araplar'da akrabalığın rahim'de katılım meydana geldiği, ölümlü simye'nin ana-üstün bir şekilde bulunduğu anlaşılmaktadır. b. Usbe'ye gelince; bu kan davasından doğmuş bir akî79 le=akıllı kadın (Clan Foridique) özelliğindedir Akile sözcüğü sözlük açıklamasına göre; "diyet bağlamak" anlamına olan "akl" mastarından doğan dişi bir öznedir. Başlangıçta "diyet bağlayıcı toplum" anlamına olan "akile toplumu" şeklinde kullanıldıktan sonra; toplum sözcüğü düşmüş, "âkile" sözcüğü aynı anlama gelerek yalnız başına kalmıştır. _ "Âkile, öyle bir toplumdur ki; fertleri arasında gerek olumlu, gerekse olumsuz kan davası dayanışması bulunur. Kan davası dayanışmasının olumlu şekli, bir ferde olan saldırının intikamını; bütün âkıledaşlarının almakla yükümlü olmasıdır. Olumsuz şekilde; bir ferdin işlediği suçtan, bütün âkıledaşlarının sorumlu tutulmasıdır. Bundan dolayı saldırıya uğrayan ferdin; iyal'ı veya ehl'i değil, bütün âkılesi onun intikamını almakla yükümlüydü. Bu intikam, kesinlikle taarruzcu olan fertten değil; onun her hangibir âkıledaşmdan (içinde bulunduğu toplum fertlerinden) alınabilirdi. İntikam yerine "diyet' geçeceği zamanda da, diyet vermek görevi veya almak hakkı bütün âkıleye (topluma) aitti. İşte kan davası kavgalarından, intikamı diyet'le ortadan kaldırmak için, yapılan uzlaşmalardan âkile (toplum) müessesesi doğunca; bunu meydana getiren akraba, önceleri bütün akrabayı içine alan "zevil erham" denilen toplumun içinden ayrılarak; "usbe" adıyla ayrı bir toplum çıkmıştır. "Zevil erham" deyimi, eskiden "usbe" içindeki fertleri de kapsarken, usbe'nin çıkışından sonra, yalnızca us-be'nin dışında kalan akraba anlamına gelen deyim olmuştur. Usbe;"Nesebî Usbe"(Soya dayanan topluluk) ve "Sebebi Usbe" (kandaş olmayan topluluk) adlarıyla iki kısımdır. Soya dayanan usbe; kandaş olan akrabayı kapsar. Soya dayanmayan usbe ise; kandaş olmayan yani evlenmelerden meydana gelen arkabaları kapsamaktadır. "Soya dayanan usbe"de üçe ayrılır; "usbe bi nefsihî" (Ata-erkil akrabalık), "usbe bi gayrihl" (kandaş olmayan sosyo-ekonomik topluluk), "usbe maagayrihi" (bir kadının başka topluma ait kadınla meydana getirdiği topluluk). Ata-erkil akrabalık topluluğu, yalnızca erkekler soyunu kapsar. Kadın bu toplum tipine dışarıdan akraba olamaz. Bundan başka ata-erkil akrabalık toplumu; ferdin, kadın yö80 nünden olmayan; yalnız erkek soyundan gelen akrabaları içine alabilir. Çünkü kadın yönü ile olan akraba usbe (toplumunun) dışında, fakat "zevil erham" denilen genişletilmiş toplum içindedir. 1. Ata-erkil akrabalık topluluğu: Bir erkeğin oğullarından ve torunlarından, babasının ve baba yönünden olan dedelerinden, kardeşlerinden ve kardeşlerinin oğullarıyla torunlarından, amcalarından ve amcalarının oğullarıyla torunlarından oluşur. 2. Usbe bi gayrihî: (Kandaş olmayan sosyo-ekonomik topluluk); bir takım kadınlardır ki, erkeğin kardeşleriyle bulunmaktan dolayı usbe (topluma ait) olmuşlardır. 3. Usbe maagayrihî; bir kadındır ki, diğer bir kadınla usbe (toplum içi) olmuştur. Sebebî Usbe; Kandaş olmayan akrabalık toplumu, "velâ" adı verilen sun'i bir akrabalığın sonucudur. "Velâ" üç türlü olduğu için; kandaş olmayan akrabalık toplumu da üç türlüdür. Kandaş olmayan akrabalık'a sebebî usbe denildiği gibi, "mevla" da denilmektedir. Bunlar atk, akd ve rahm mevlâsı olarak ayrılmaktadır. "Atk mevlâsı"; köle iken, hürriyeti verilmiş şahsa denir.
Cahiliyet devrinde, cahiliyetin hakim olduğu alanlarda; ailesiz kalarr her ferdin hakim olduğu alanlarda; ailesiz kalan her ferdin savunmasız ve arkasını arayacak kimsesi olmadığından hayatı tehlikede olurdu. Bu sebepten bir köle; hürriyetine sahip kılınınca, eski efendisinin ailesinin bir ferdi olurdu. Bundan dolayı eski efendisi, ailesine giren bu ferdin intikamını almak ve gerekirse diyetini vermekle yükümlü idi. Hürriyetini kazanmış bu şahıs bir aileye sahip olmayarak ölürse; eski efendisi onun mirasçısı olurdu. Fakat bu köte özgürlüğüne kavuşturulurken, mirasçılık hakkını da kazanırsa "şaibe" adıyla anılırdı. Eski efendisiyle bundan böyle hiç bir bağlılığı kalmazdı. Akd Mevlâsı: Ailesi bulunan bir fertle anlaşarak onun özgürlüğü verilmiş kölesini şahıs haline getirerek alınmış âkılesiz (toplumsuz) bir fert demektir. Usbe'si (toplumu) bulunmayan bir fert; her türlü kan davası dayanışmalarından yoksun, bundan dolayı da sahipsiz kaldığından; bir âkıle'-ye (klân'a) girmek zorundadır. Böyle ı. iert; klanı olan bir ferde başvurarak; "Ölürsem vârisim >!, diyete mahkûm 81 olursam diyetimi ver" diyerek onunla bir anlaşma yapar. Bu tip fertlere "Mevlel mevale" denilir Simyesinden kaçmış, kovulmuş, veya düşmanlarınca takip edilen bir ferdin, bir kabile şeyhine veya bir ferdin ailesine kabul edilmesi, gerçekte bir çeşit kölelik anlaşmasından ibarettir. Rahm mevlâscBir klan'dan olan bir câriye ile evlenerek o aileye giren ferde denir. Meselâ; Hicaz şairlerinden Sedif, önceden Huzaa kabilesinin kölesi iken, Benî Haşim soyundan, Ebî Leheb koluna mensup bir klan ile evlilik bağı ile akrabalık meydana getirmiştir. Daha sonra Benî Haşim'-in soyunun haklarına sahip olduğunu iddia etmiştir. Bu olaylar gösteriyor ki, usbe (aile toplumu), başlangıçta kan davasından doğmuş ve bir âkile (klan toplumu) olarak genişletilmiş toplum olan "Zevil erham"dan ayrılmıştır. Klanlar toplumu (Zevil erham): Yalnız kandaş olanları içine alırken; Usbe de (mevlî) adıyla, kandaş olmayan birtakım akrabalar da görüyoruz. Bunların akrabalığı, yalnızca her ferdin kanı sahipsiz kalmamak için; kan davası dayanışmasına sahip bir zümreye (topluma) katılmak zorunda kalmasından ileri gelmiştir. Âkile (klan) arasındaki kan davası; Devletler hukukundaki savaş ve barış hukuku gibi siyasal bir özellik taşıyordu. Hattâ fertlerin sözleşmelerle özgürlüğüne kavuşturdukları kölelerden başka; simyeler de, aralarında "Half" adıyla anılan sözleşmelerle, ellerindeki köleleri özgürlüklerine kavuşturarak koruma altına alırlardı. Bu şekilde birleşik âkile (klanlar) meydana gelirdi. Bundan dolayı âkıleye, dolayısıyla Usbe'ye siyasal aile adını verebiliriz. Konak'ta usbe'nin yani siyasal ailenin birtakım izlerini görebiliriz. Meselâ oğlu olmayan bir adamın bütün mirası kızına kalmıyor. Görmediği, adını bile işitmediği uzak bir amca oğlu meydana çıkarak; kızın babasından kalan mirasına ortak oluyor. Biz bugün bu durumu, bugünkü hukuk ve ahlâk anlayışımız ve vicdanımızla onaylamıyoruz. Fakat cahiliyet zamanında bu kural çok haklı ve faydalıydı. Çünkü diyet vermeğe mahkûm olan bir adamın yakın usbe'si yoksa, uzak olan usbe'si bu diyeti vermekle yükümlü idi. Yararları, uğraşlarla orantılı olduğu için; o zaman bu şekildeki miras durumu çok haklı idi. Bunun gibi, o adamın varisi olacak yakın bir usbe'si yok82 sa; uzak usbe'si ona mirasçı olurdu. Bugün ise bu miras durumunu haklı görmeyışımizin se-bebi, artık (aile)ler arasında kan davası ve diyet dayanışmalarının izinin dahi kalmamış olmasıdır., Uzakta olan us-be'ler, diyet yönünden hiçbir sorumlulukla karşılaşmadıkları için; onların miras konusunda da hiçbir haklarının bulunmaması yerinde olacaktır. Bir adamın kızı. onun her türlü biyolojik hastalıklarının, sosyal leke ve ayıplarının bütünüyle mirasçıstdır. Babasına ait bu sorumlulukları yüklenen bir kızın miras hakkını bu sorumlulukları hiç taşımayan bir yakını ile paylaşması, günümüz hukukî ve ahlâkî anayışı ile asla tabiî karşılanamaz. Cahiliyet devrinin bıraktığı izler arasında, çok kadınla evlenmek ve cariyelerin (odalıkların) alınması kuralını da gösterebiliriz. Bundan başka; "Mirasta
erkeğin payının kadın payının iki katı olması" konusu da; cahiliyet devrinden kalma bir kuraldır i2'h islâmî aile, erkekle kadın arasında ahlâkî bir eşitlik kabul ettiğine göre; bu gibi âdetlere, ancak hoşgörü yüzünden izin vermiştir diyebiliriz. II.İSLÂMÎ AİLE: Cahiliyet devrinde akrabalık; yalnız "Zevil erham" ve "usbe" adlı iki toplumdan oluşuyordu, islâmiyet bunlara "Eshab-ı Feraiz" adıyla üçüncü bir "toplum tipi" ilâve etti. Eshab-ı Feraiz'in erkek soyundan olanları şunlardır: Baba, gerçek dede ve bunun babası ve dedesi... vb. Ana yönünden, kardeş, ve annenin kadın tarafı. Karısı yönünden olanları da: Karısı, kızı, oğlun kızı, bunun kızı vb... Baba ve ana yönünden kızkardeş, baba yönünden kızkardeş, ana yönünden kızkardeş, ananın gerçek soyu. Gerçek dede; torununa soyca ana yönünden olmayan dededir. Baba anne; torununa bağlılığında, ana yönünden olan dede'yle ilgisiz bir soydur. Görülüyor ki; baba ile dede'yi ayrı tutarsak, "Eshab-ı Feraiz" toplumu; özellikle kadınlardan veya kadın yönüyle ve evlilik yoluyla akraba olanlardan meydana gelmiştir. (24) Kitabül Vesâil-Limâretıl Evâil Lissıyûti: Yazma nüsha-Esat Efendi Kütüphanesi Nu:2384 83 Cahiliyet devrinde kan davası dayanışmasında olduğu gibi; miras konusunda da "usbe" toplumu birinci dereceyi, "Zevil erham" toplumu ise ikinci dereceyi meydana getiriyordu. Usbe'nin; "Usbe bi nefsiti" kısmında kadınlar bulunduğu, "Usbe bi gayrihi" ve "Usbe maagayrihi" kısımları ise; bazı şartların varlığına bağlı olduğu için, miras konusunda kadınlar çok aşağı bir durumda idiler. Bununla beraber kadınlara ve kadın yönünden ve evlilik yoluyla olan arkaba-ya; keza Usbe'den oldukları halde değerlerinin yükseltilmesi gereken baba ile dedeye yeni hakların verilmesi, islâmiyet'in gayesi olan eşitlik ve adaletin esaslı bir gereği idi. İşte Kur'an-ı Kerîm'de "Eshab-ı Feraiz"e aid olan bu yeni hakların emredilmesi, eski adaletsizliği yeterli ölçüde düzeltmek gayesine yönelmişti. O halde Araplar'da, ailenin gelişimi üç dönem geçirmişti. 1) Ana-üstün simye devrinde kandaş olmayan genişletilmiş akrabalık toplumu "Zevil erham", 2) Baba-üstün simye devrinde usbe (klan) toplumu, 3) İslâmî devrede "Eshab-ı Feraiz" adlı toplum tipi. İslâmiyet: Eshab-ı Feraiz (mirasçıları) tayin etmekle; önceleri fiilen özellik taşıyan "Ehil"e de hukukî yani sosyal bir özellik verdi. Çünkü; mirasçıların kadından olan fertlerine, erkek eşitleri de eklenince; meydana gelen toplum (zümre) "ehl"i meydana getirir. Erkekten-eklenecek fertler şunlardır: "Oğul, oğulun oğlu, baba ve ana yönünden kardeş, baba yönünden kardeş." Böyle olmakla birlikte, islâmî devrede iyal'ın kapsadığı fertler; bir adamın ölümünde -başka akrabaları olsun, olmasın- kesinlikle mirasçısı olan akrabalardan ibarettir. Meselâ; erkek ve kızkardeş, dede, büyük anne, torun, amca, dayı, hala, teyze gibi akrabalar, ancak daha yakın akrabalar olmadığı zaman mirasçı olabilirler. Oysa, "baba, oğul, koca, ana, ki;, ve hanım"dan oluşan altı çeşit akraba vardır ki; başka akraba bulunsun veya bulunmasın kesinlikle mirasçı olurlar. İşte bunların toplamı "iyal"i meydana getirir. Dikkat edersek; "ehl"de esas olarak baba soyu ve babanın annesini, iyal'de ise; evli kadını esas olarak görüyoruz. Ehl (beytî zümre = Groupe domestique = ev toplumu) olup, iyal. (evlilik toplumu = Groupe Gonjugale)dir. Türk âleminde birincisi konak şeklindeki aileyi, ikincisi ise; yuva şeklindeki aileyi meydana getirmiştir. 84 islâmiyet'te, evliliğin kadın ile kocasını birbirlerine mirasçı yapması dinî, hukukî bir bağ meydana getirmiştir. Evliliğin dinî bir kutsallık kazanmasını İslâm dini sağlamıştır. "Kadınlar, erkeklerin yarı değerindedir" anlamında olan hadis-i şerif de, İslâmiyet'te kan kocanın birleşik bir şahsiyet meydana getirdiklerini gösterir. 85 L İSLÂMİYETİN AİLE YAPISINDA YARATTIĞI DEĞİŞİKLİK VE YENİLİKLER A- EVLENME VE EŞ HUKUKUNUN İSLÂM ÖNCESİ DURUMU:
İslâmı ailenin meydana getirdiği yenilik, yalnız miras-çılığa, mirasta yeni haklar vermekten ibaret değildir. Bu yeniliğin diğer unsurları da şunlardır. a. Kalın konusu: Önceleri bir kızı almak için verilen ağırlık, kızın babasına, eğer babası yoksa bundan sonra gelen diğer yakın us-be'sıne (akrabasına) aitti. İslâmiyet bu ağırlık yani kalın yerine Mihr (kadına ait mal ve para)i getirdi. Buna göre evlilik öncesi verilen eşya ve paraya "mihr-i muaccel" adı verilmiştir. Diğer kısmı yani boşanma veya ölüm anında ödenen para veya mala mihr-i müeccel adı verilmiştir. İslâmiyet'te bu iki türlü mihr'in (verilen para veya eşyanın) her ikisi de tamamen kadına aittir. Babası veya diğer akrabası bu paraya el süremez. Bundan başka nikâhın devamı boyunca; kadın, k^ndi malını dilediği gibi kullanabilir. Nafakası kocasına ait olup, evin masrafına kendi malı ile katılmaz. Boşandıktan sonra üç kez regl olup temizlendikten sonraya kadar süren, aşağı yukarı yüz günlük sürede de nafakası önceki kocası tarafından sağlanır. b. İstek Dışı Evlilik: Cahiliyette bir baba kızını istediği erkeğe verebilirdi. İslâmiyet, kadının isteğiyle olmayan nikâhı; var kabul etmemiştir. Hüzzam kızı Hunsa'yı kendine sormadan bir adama nikahlamıştı. Hunsa Hz. Peygamberin yanına gelerek, babasının kendisini istemediği bir erkeğe verdiğini ileri sürerek şikâyet etti. Hz. Peygamber "Lâ nikâha lehu in kehı-men şi'de" yani "Onun senin üzerinde nikâhı yoktur. İstediğinle evlen" buyurdu. (İbn Sad. Tabakât Cilt:8, Sahi-fe:334: Buharı Cilt:3 Sh.13) çölünün Eşi: Cahiliyet zamanında bir erkek ölünce; oğlu, üvey anasının üzerine giydiği ceket veya paltosunu atarsa, (aba atmak) yeniden "kalın" vermeksizin üvey anası nikâhlı karısı olurdu. İslâmiyet ise "temizliğe saygı"yı kurarak, üvey ana ile evliliği yasakladı. Bununla beraber İslâm? devrede bir kim86 se; ölmüş kardeşinin ve amcasının karısını alabilir. Fakat kadının iznini almak ve "mihr" adı verilen mal veya parayı vermek şartıyla alabilir. Yoksa, cahiliyet devrinde olduğu gibi; bir kadının üzerine, ölen kocasının en yakın akrabasından birinin aba atmakla hukuken onun kocasj olamaz d. Cahiliyet Dönemi Evlilik Şekilleri: islâmiyet, cahiliyet devrinde var olan ve "nikâh" adını taşıyan birtakım âdetleri yasaklayarak, nikâha kutsal bir özellik verdi. Cahiliyet çağında geçerli olan âdetler şunlardı; 1. Nikâh-ı istabza— Bir adam asil bir çocuğa sahip olmak istediği zaman karışına; regl'den yeni temizlendiği bir sırada: "Git falanca erkekle ilişkide bulun, ondan bir döl kazan" derdi. Ondan gebe kalıncaya dek karısıyla cinsel ilişkide bulunmazdı. Bu âdete nikâh istibza adı verilirdi. 2. Nikâh bedel — İki evli erkeğin karılarını değiştirmesine denirdi. 3. Kardeşçe evlilik yardımlaşması — Strabon'un bildirdiğine göre; zamanında Yemen'de "kardeşçe evlilik yardımlaşması" (Polyandrie faroternelle) âdeti vardı. Halâ Tibet'te var olan bu âdete göre; aile servetinin bölünmemesi için, yalnız büyük erkek kardeş evlenir; diğer erkek kardeşler evlenemez. Fakat, aile servetinin sahibi büyük kardeş olduğu halde, diğer kardeşlerinde bu servetin gelirinden faydalanma hakkı vardı. Ayrıca, büyük kardeşin karısı üzerinde de diğer kardeşlerin tümünün faydalanma hakkı vardır. Strabon, zamanında Yemen'de bu âdetten dolayı ortaya çıkan garip bir fıkrayı anlatır; "Bir reis, kızını 14 kardeşi olan bir adama vermişti. Kadın büyük kardeşin ka-rısrolup, gece onunla yatardı. Fakat diğer kardeşlerinin de ondan bu konuda faydalanma hakkı vardı. Gündüz bu kardeşlerin birisi kadının odasına girdiği zaman; elinde taşıdığı sopasını kapının önüne bırakırdı. Diğerleri bunu görünce geri dönerlerdi. Kadın bu sonsuz ziyaretlerden bıktığı için, gizlice 14 kardeşin sopaları şeklinde bir sopa yaptırdı. Yalnız kalmak istediği zaman, bu sopayı kapının önüne koyarak ziyaretlerden korunmağa başladı. Bir gün bütün kardeşler çarşıda bulunuyordu. Bu durumdan yararlanmak isteyen bir kardeş hemen eve koştu. Fakat kapının önünde bir sopa gördü. Oysa bütün diğer kardeşler çarşıda idi. 87
Erkek şüphe ederek kadının babasına haber verdi. Reis gelince kapının önünde gerçekten bir sopa gördü. Ancak odanın içinde kadın yafnızdı. Kadın bu hileyi neden yaptığını anlatınca, durum anlaşıldı. (A. Strabon. 16 Histoire des Arabes. huart. tomel sa: C: 18) 4. Yapay kardeşlik (mevahat) — Cahiliyette iki Arap aralarında "mevahat" adıyla yapay bir kardeşlik kurabilirlerdi. Bu yolla kardeş olan iki erkeğin, gerek maları, gerek kadınları ortak olurdu. İslâmiyet, kadınların ortaklığını kesinlikle yasakladı. Fakat Hz. Peygamber Medine'ye göç ettikten sonra, her göçmenin, Medine'deki iman kardeşleriyle yukarıdaki yolda kardeşlik kurmasını emretti. Demekki bu âdetin İslâm ahlakıyla bağdaşmayan ikinci kısmı bırakılırsa; birinci kısmı o zamanki örfe uygun düşüyordu. Bununla beraber sonraları bütün iman edenlerin birbiriyle kardeş olması emir bu-yurulunca, bu kural da kalktı. Miras'a ait kesin hükümlerde, yukarıdaki kardeşlerin meydana getirdiği mal ortaklığını ortadan kaldırdı. 5. Nikâh Haden — Açık bir biçimde zina edilemezdi. Fakat gizli olarak dost tutulabilirdi. Bu duruma "Nikâh Haden" denirdi. Dost tutulan kadınlara "muhaddine", "kuttehize-i haden" adları verilirdi. Cariye denilen odalıklar ise, açıkça cinsel ilişkide bulunabilirlerdi. Bunlar da "Zâniye, müsafaha" adlarını alırlardı. "Zât'ül haden" adını alan kadın yalnızca dostuyla, "müsafaha" adını alan ise; her kişi ile cinsel ilişkide bulunurdu. Cahiliyet çağında "Hurreler" için, gizli ilişkiyi normal ve uygun bulurlar, fakat açık ilişkiyi uygun görmezlerdi. 6. İstilhak (Evlilik dışı çocuğu soya alma) — On kişiden az bir topluluk anlaşarak, bir kadınla münasebette bulunduktan sonra; kadın gebe kalır ve doğurursa, bu erkekleri çağırır ve onlara "Yaptığınız işi biliyorsunuz, işte bu çocuk doğdu" derdi. Onlardan hangisini sevmişse ona "Bu çocuk sendendir" diyerek, çocuğu ona uzatırdı. Bu kişi onu kabul etmek zorundaydı. Bazen, bir erkek veya onun oğlu evlilik dışı doğmuş bir kimseyi soyuna alırdı. Bu işe "istilhak" ve soya alınan kimseye de "Der" derlerdi. Mesela: Muaviye, Zeyyad bin Ebih'i babasının evlilik dışı çocuğu olduğu için soyuna katmıştı. 88 7. Birtakım metresler kapılarına oayrak asarlar, nekesle "ilişkide" bulunurlardı. Evlilik dışı çocuğu kime benzetirse, o kimse çocuğu kabul etmeye mecburdu. (Tarih. İlim. Hukuk-Mahmud Esat, Sahife: 268). B. İSLÂMİYETTE (HZ. ÖMER DÖNEMİ) EVLENME VE EŞ HUKUKU İslâmiyet, İslâm ahlakıyla bağdaşmayan bütün bu âdetleri yasakladı. Görülüyor ki, islâmiyet'ten önce cinsel ahlâk ve temizlik anlayışı; İslâmiyet'in cinsel ahlâk ve temizlik anlayışından büsbütün başka idi. İslâmî ailede şu esasları da görürüz: Akraba ve evlilikler sonucu oluşan yakınlıklarda, kişiler arasında bilinen derecelere kadar nikâh yasaktır. Süt kardeşliğinden doğan akrabalık da nikâha engel kabul edilmiştir. İslâmiyet'te asıl olan bir kadınlı olmaktır Fakat bugünkü ahlâk anlayışına göre. gerçekte uygulanması mümkün olmayan (adalet) kaydıyla, ihtiyaç ve zorluklar sebebiyle çok kadınlılık serbest bırakılmıştır. Boşanmada asıl olan saygıdır. Hz. Peygamber boşanmayı "Bozuklukların en kötüsü" diye işaret buyurmuşlardır. Fakat bu da ihtiyaç ve zorun-luklar sebebiyle serbest bırakılmıştır. Kural olarak nikâh; ebedî (sonsuz) olmak üzere kararlaştırılır. Nikâhın herhangi bir zamanla sınırlandırılması doğru değildir Her ne kadar islâmiyet'in başlangıcında "geçici nikâh"a izin verilmişse de, sonraları Hz. Ömer'in halifeliği zamanında kanunla yasaklanmıştır İslâmiyet'te, halifenin kanun yapma hakkını en çok kul-lanaa Hz. Ömer'dir, islâmda saygıyla uyulan emirler: Öncelikle Allah'ın, sonra Peygamber'ın, daha sonra devlet başkanlarının emirleridir, ilk iki emre (nüsus-tartışılmaz emirler) denildiği gibi, sonuncu emirlere (devlet hukuku-siyasî hukuk) adları verilir. Devlet hukuku, devlet başkanı olan halifelerin; "örf" ile "kanunlar" arasındaki uyumu sağlamak için çıkarttığı kanunlara denir, islâm devletinin ortaya koyduğu hukuk esası bunlardan ibarettir. Bundan dolayı, islâm hukukunun tarihini ortaya çıkarmakla uğraşanlar; özellikle çeşitli devirlerdeki devlet hukuku ve siyasî kanunları kronolojik sıra ile düzenleyerek 89
meydana gelmesini izah etmelidirler. Hz. Ömer, geçici nikâhı yasaklarken; İslâmiyet'in özüne uygun bir davranışta bulundu. Çünkü zaten, ne geçici olan kadın, kocasına mirasçı olabiliyor, ne de kocası onun mirasçısı sayılıyordu. Oysa İslâm ahlâkının özü; hem koca karısının, hem de karısı kocasının mirasçısı olması idi. Bundan başka: Nikâh iki yarımın birleşmesiyle tam bir şahsiyetin oluşması demektir. Bu birleşme dinî bir sözleşme ile meydana geldiğinden, sonsuz olması gerekir. Bu sebeple geçici evlilik, sınırlı olup, din ve ahlâk dışı bir sözleşmeden ibarettir. Cahiliyet örfünden doğan bu âdetin, artık Müslüman bir toplumun örtüyle bağdaşmadığını gören Hz. Ömer; bu emirle onu kaldırıp yasakladı. Geçici evlilik, İslâmiyet'ten önce ana-baba veya diğer aile büyüklerinin izni alınmaksızın kararlaştırılan geçici bir sözleşmeden ibaretti. Kadın kendî simye'sinde kalırdı. Kocasına "drahoma" benzeri olarak, bir mızrakla bir çadır verirdi. Bunun anlamı; erkek karısının simyesinde bulundukça, o simyenin halefi gibi görülmesiydi. Evlilik sürdüğü sürece koca, bu simye ile birlikte hareket ederdi. Kadın, artık kocasına izin vermek istediği zaman, çadırın kapısını önce bulunduğu yönün aksine çevirirdi. Kocası bunu görünce simyesine dönerdi. Bu evlilikten olan çocuklar, yalnızca kadına ait olurdu. Bu çocuklar "falan kadının çocukları" olarak adlandırılırdı. Kadın adını taşıyan birçok kabileler vardı ki, bunlar yukarıdaki evlilik yoluyla doğan kuşaklardan geldikleri için bu adları almışlardı. Hz. Ömer, "geçici evliliği" yasaklamakla birlikte; sonraları Şiî'ler bu âdeti yeniden uygun görüp, meydana çıkardılar. Bununla birlikte, Azarbeycan'ın Şiî Türk olan yerlisi, orada "sığa," adı verilen bu âdeti uygulamamaktadırlar. Aynı ülkede mezhepleri ortak olan iki kısım halktan yani; Farisî'lerle Türkler'den; millî geleneklerinin etkisine açık bir örnektir. Aynı zamanda bu, Türk töresinde, kadına verilen değerin çok yüksek olduğunu gösterir. Hz. Ömer'in devlet başkanı sıfatıyla yasaklandığı âdetlerden biri de: "Anne olan cariyenin satılabilmesi" âdetidir. <25> (25) İslam Medeniyeti Tarihi-Corci Zeydan. Cilt:5 Sahife:193. 90 Araplar cahiliyet çağında soya pek büyük önem verirler ve babası veya anası Arap olmayanları küçük görürlerdi. Arap olmayanlara "acem" dedikleri gibi; anası Arap olduğu halde, babası A1"1- ?!msyanlara "Müzerriğ", babası Arap olduğu halde, anası Arap olmayanlara da "Hecin" adları verilirdi. Anası cariye olan çocuk: Soyluluk ve güçlülük gösterirse, babası onu evlâtlığa kabuİ ederdi. Diğerlerin! ise köle olarak bırakırdı. (26) Bu yüzden, bu gibi çocuklar, anası ile beraber "esir" diye satılabilirdi. İslâmiyet, cariyeden doğan evlâdı da; diğer evlât gibi yasal ve ötekilere eşit kabul ettiğinden, çocuklar satılamadı. Fakat bu çocukların anaları halâ satılabiliyor-du. İşte Hz. Ömer, zamanın kanunlarına uymayan bu âdeti de yasakladı. Hz. Ömer'in aile hukuku ile ilgili koyduğu kanunlardan biri de; "Kadınları dengi olmayanlarla evlenmekten yasaklaması" idi. Gerçi İslâmiyet, inananların kardeşliği özüne dayalı bir toplum oluşturmuş; bütün Müslümanlar'ı, hangi millete mensup olurlarsa olsunlar, eşit kabul etmişti. Fakat Abbasîler devrine kadar, Arap olanların, kafalarına "Müslümanlar'ın eşitliği" kuralı bütünüyle yerleşmedi. Bu dönemde Arap olmayan Müslümanlar'a Mevalî (kölelikten kurtulmuşlar) adı veriliyordu. Hz. Ömer, İslâm toplumunu gerçek bir devlet şeklinde, siyasal ve kanunî düzene sokarken, kurduğu kurumlar arasında "Nüfus sicili" de vardı. Fakat nüfusun kaydını, Arap soy kütüklerinin soy hakkındaki görüş ve anlayışlarına göre uygulamıştı. Yani Araplar'ı başlangıçta "Adnan" ve "Kahtan" adlarıyla iki kışıma ayırmıştı. Kahtan kısmı da "Hamir" ve "Kehlân" adlarıyla iki klana ayrılıyordu. "Adnan" kısmını ise; "Muzır" ve "Rabia" adlarıyla iki klana dayandırmıştı. "Muzır" klanı "Kureyş" ve "Kenan" adlarıyla iki parçaya bölünmüştü. Kureyş parçasını: "Benî abd-ı Menaf" ve "benî Mahzum" adlarıyla iki "batın" ve "Benî abd-ı Menaf" "batın"ını da; "Benî Haşim" ve "Benî Ümeyye" adlarıyla iki bölüme bölmüştü. Sonraları "Benî Haşim" parçacığının iki koluna da: "Fasıle"adı verilerek "Benî Ebî Talib" ve "Benî Abbas" parçacıklarına ayırdı.
(26) İslâm Medeniyeti Tarihi-Corci Zeydan. Cilt:4 Sahtfe:286 91 Hz. Ömer, nüfusun siciline Hz. Peygamber ile başlayarak, başlangıçta Hz. Peygamberin mensup olduğu "Benî Haşim'in bütün fertlerini yazdırmıştır. Sonra mensup olduğu batın'ın yani "Benî labd-ı Menafin diğer parçasını "Benî Ümeyye"yi, daha sonra mensup olduğu klanın diğer batını "Benî MahzunV'u; sırasıyla "Benî Karane"yi, "Beni Ra-bia"yt, "Kahtane"yi sicile geçmiştir. Arap milletinin sicili bittikten sonra "AcerrTden sayılan bütün Arap olmayan milletleri de, cinsiyetleri veya ülkeleri yönünden kaydettirmiştir. Bu şekilde, soyluluğun varlığını sağlayan soyculuk metodu; yalnız Arap olanlara özgü kılınarak, diğer Müslümanlar acımasızca soysuz bir biçimde sicillendirilerek kayda geçirilmişlerdir. (27) İslâm toplumu nüfusunun bu şekilde sicillendirilmesi; o zaman halâ Arap örfünde; Arap ve Arap olmayan Müslüman-lar'ın farklı tutulduklarını gösterir. O çağda Müslüman olmayan Acem (Arap olmayan)'le-re "Ehl-i zimmet" adı verilmiştir. İslâmiyetî kabul edenlere ise kölelikten affolunmuş anlamına gelen "meva-lî" adı verilmişti. Bundan dolayı bu çağda İslâm Devleti: Araplar, İslâmiyet'i kabul etmiş Arap olmayanlar, ehl-i zimmet (İslâm devletinin egemenliğinde yaşayan Hıristiyanlar) adıyla üç tabakayı içinde bulunduruyordu, islâm devleti yönetiminde bulunan Hıristiyanlar en aşağı bir düzeyde bulunuyorlardı. Mevalî (Arap olmayan Müslümanlar) ise; Araplar ile Hıristiyanlar arasında aracılık yapar bir yere sahipti. Vatandaşlık haklarına sahip olanlar ise, yalnızca Araplar'dı. İslâmiyet'in bu çağdaki sınıflarını, eski Roma'daki sınıflarla karşılaştırırsak; Araplar'ın "Patrisyen"lere, Arap olmayan Müslümanlar'ın "Kalyanis"lere ve İslâm devleti egemenliğinde yaşayan Hıristiyanların da "Pekbes"lere bütünüyle benzediğini görürüz. Gerçekten bu devirde, fehız (simye-klân) yani "jenis" ile "kabile" organizasyonu, ordu teşkilâtının aynı idi. Arap olmayan Müslümanlar, kendi başlarına simyeler veya eski deyimi ile (fehız)ler ve kabileler oluşturamazlardı. (27) Ahkâm-ı Sultaniye, imam-l Mâverdi. Sahife:195 92 Arap olmayan her Müslüman, kesinlikle bir Arap simye-sinin (klanının) kölelikten affedilmişi, yani "kalyanif'i durumunda olarak orduya girebilirdi. Bu Müslümanlar; bağlı oldukları simyeler içinde yaya olarak savaşa giderlerdi. Bir Arap simyesinin uğraşan köleleri savaş ganimetinden pay aldıkları gibi, maaş yani (atiyye) sahibi de olabilirlerdi. Oysa aynı simyenin Arap olmayan mensupları bütün bunlardan yoksundu. İlk defa Arap olmayan Müslümanı ata bindirip, savaş ganimetinden, maaştan pay almasını sağlayan komutan "Muhtar-üsSakafî'dir. Araplar bu hareketten dolayı komutanı; "Arabın hukukunu bozdu" diye çekiştirmişler. Komutan da onlara "siz benim orduma katılırsanız, bu Arap olmayan Müslümanları ben derhal uzaklaştırırım" diye cevap vermiştir. İşte Arap olmayan Müslümanların bu aşağı durumundan dolayıdır ki; o çağlarda böyle bir Müslüman, bir Arap kızıyla evlenemezdi. Evlenmiş olanlar görülürse, ağır şekilde cezalandırılırdı. Cahiliyet çağında olduğu gibi, böyle bir evlilikten doğan çocuk; "Müzerrig" (anası Arap, babası Arap olmayan çocuk) sayılırdı. Babası Arap, anası Arap değilse çocuk "Hecin" adını alırdı. Arap olmayan Müslümanlar'ın kızını almak isteyen aynı özelliğe sahip biri; bunun için kızın babasına değil, efendisi sayılan Arap'a başvururdu. Bu çağda Araplar'ın kültür anlayışı; "Tafdil-ül Arap", yani Arap milletinin üstünlüğü ülküsünden ibaretti. Fakat sonraları "şuubiye" adıyla Arap olmayan Müslümanlar'la, ırk üstünlüğünü düşünmeyen Araplar'dan meydana gelen bir toplum; Müslüman milletlerin eşitliğini iddia ve isbata uğraşarak, Abbasîler'in zamanında Me'mun devrinde Arap ırkçılıklarına karşı kesin üstünlük sağladılar. İşte şuubiyeci-ler demlen eşitlik taraftarlarına, Müslüman milletler arasında eşitliğe boyun eğdiklerinden "Ehl-i tesviye" (düzelticiler) adı da verildi. Bundan dolayı İslâmiyet'in tam bir "ümmet" durumunu alması; ancak, Abbasîler'in mevâlîadı verilen Arap olmayanların yardımıyla iktidara geçmelerinden sonra; milletlerin hakim rol oynaması ile başladı. Eme-vîler çağında, İslâm Devleti tümüyle millî bir devlet durumunda idi.
Bunun üzerine İslâm Devleti'nin millî bir devlet şeklinden çıkarak, milletlerarası bir imparatorluk olması; Abbasîler ile başlamıştır. 93 İşte bu durum gösteriyor ki, İslâmiyet'in ilk çağlarında Arap kızlarının; Arap olmayan Müslümanlar'la evlenmesini Arap örfü kabul etmiyordu. Öri'e, yani kamu oyunun duygusuna dayanmak zorunda olan devlet; bu genel duyguyu dikkate almak zorundaydı. Bundan dolayıdır ki, Hz. Ömer: "Kadınların yalnız köylüleriyle evlenmelerini, kendilerinin köylü olmayanlarla yani "Arap olmayanlarla" evlilik kurmamalarını emretmişti. Mansurizâde Said Beyefendi, Hukuk Dergisi'nde "Şeriat ve Kanun" adıyla yayınladıkları bir makalede: İmam-ı Serahsî'nin "Mebsut" adlı kitabının bu olayla ilgili bir metin parçasını Türkçe'ye tercüme ederek şu şekilde aktarmaktadır: "Hz. Ömer kadınların şeref ve soy yönünden kendilerine denk olmayan erkeklerle nikâhlarını yasaklayacağını buyurmuştur. Bu ise, devlet başkanının nikâhlarda tek hakim ve hükmedici olduğunu bildirir. Çünkü Hz. Ömer, şeriatın yasağına göre değil; kendi arzularına göre karar veriyor. Şeriat yasaklanmamış olduğu halde, ben yasaklayacağım demek istiyor." Görülüyor ki, İslâmiyet'in özü: Müslümanların eşitliği ve inanç birliğinden doğan kardeşliği olduğu halde, Arap örfünün bu esasa karşı olmasından dolayı; en büyük halifelerden biri olan Hz. Ömer, iman edenlerin eşitliği ilkesine aykırı olacak böyle bir kanun çıkarabilmişti. Fakat bu kanun ancak dayandığı örfün (kültürün) devamı süresince güçlü ve etkin kalabildi. Çünkü üstün sayılar Arap örfünün yavaş yavaş çöküşü ile, ona dayanmış olan Emevî düzeninin aniden sustuktan ve yeni doğmaya başlayan tasviye-i şuub (milletlerin eşitliği) örfü (kültürü); Abbasîliğin ve Arap olmayanların iktidara gelmesiyle, duygu ve düşüncelerde kökleştikten sonra; hukukçu Sufyan-ı Sevri, ortaya, yeni anlayışla uyuşan yepyeni bir hukuk prensibi koydu. Mansurî-zâde Sait Beyefendi'nin adı geçen makalesinden, Sufyan-ı Sevri'nin bu hukuk prensibiyle ilgili açıklamasını da nakledelim: Süfyan-ı Sevri "Nikâhta soyluluk geçerli garanti değildir, yasaktır. Çünkü nikâhta soyluluğu geçerli garanti görmek, meselâ denk olmayanlara nikâh; ebeveynlerinin iznine tâbidir v.b. Verilen garanti üzerine 94 kural koymak ve kurmak, şeirat açısından insanlar arasında soy yönüyle erdemli ve üstün olmanın var olduğunu göstermektedir. Bu ise "Lâ fazl-ı li arabiyyi alda' cemiyyi" (Arap toplumu diğer toplumlardan daha erdemli ve üstün değildir) gibi, birçok hadis-i şerif ile yasaklanmıştır. Mansurî-zâde Sait Beyefendi "Mebsut" adlı kitaptan hukukçu "Süfyan-ı Sevri'nin bu sözlerini aldıktan sonra; yine aynı kaynağa dayanarak hukukçu Kerhî'nin de şu sözlerini yazmaktadır: "Genel olarak nikâhta soyluluk garantisine değer vermek yasaktır. Şeriat kısasta (işlenen suçun işlendiği biçimde ceza görmesi) bile soyluluğa değer vermemiştir. Özelliği yönüyle ikinci derecede olan nikâh müessesesi soyluluğu garanti olarak nasıl kabul edebilir? Dinimizce nikâhta soyluluk garanti olamaz." İşte bu olaylar, gerek halifelerden çıkan emirlerin ve gerek hukukçulardan çıkan dinî esaslara uygun hukuk ilkelerinin, zamanın örfünden etkilendiği ve "örfü emret" şeklinde olan ayet-i kerimenin anlamının bilincini taşıyan, Allah'ın emirlerinin "zamanına uygun kanun yapmak"tan ve bu bilgiye sahip olan hukukçuların, çağa uygun şekilde hukukî kararlar düzenleyerek, dinî kuralların özüne uygun hukukî ilkeler koymaktan asla çekinmediklerini gösteriyor. Bu durumda diyebiliriz ki; bugün İslâmiyet'in yeniden yükselmeye başlaması da, ancak devlet başkanları ve bilginlerinin bu İslâm geleneğine dönmesiyle mümkün olabilir. Hz. Ömer, kadınlara (evlenirken) verilen mal ve paranın miktarını da, Hz. Fatıma'ya verilen mal ve paraya göre sınırlamak istemişse de; yapılan açıklamalar üzerine, bu hukuk kuralının zamanın örfüne (kültür geleneğine) uygun olmadığını anlayarak verdiği emri geri almıştır. CariyeTerin (odalıkların) başlarına şal örtmeleriyle ilgili verdiği emrin şeklini ve nedenini "Cinsel Ahlâk" bölümünde açıklamıştık.
Hz. Ömer'in aile hukukuna ait koymuş olduğu "Sultan Kanunu" bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Diğer konulara ait koyduğu kanunları da, "Devlef'ten sözedeceğimiz zaman sayıp dökeceğiz. 95 EN ESKİ MİLLETLERDE KADIN, AİLE VE AHLÂK 1. İRAN, ESKİ YUNAN VE İSPARTA'DA ATA—ERKİL AİLE: İslâmî ailede kadın hakkında kötü bir görüş yoktu. Kadın okuma ve karar verme yetkisine sahipti. Kadınlardan birçok şairler, din felsefecileri ve âlimler yetişirdi. Kadınlar savaşta bulunabilirdi. Ve hattâ"Deve olayı"ndaHz. Aişe'-nin yaptığı gibi, ordu komutanlığı görevini de yürütebilirdi. Sosyal mesleklerin hepsi kadına açıktı. Haremlik ve selâmlık daireleri yoktu. Kadınlar toplum hayatının dışına çıkarılmış değildiler. İslâm tarihinin ilk çağlara ait bölümü, dinî, politik, ilmî, edebî, ekonomik alanlarda kadınların erkeklere yakın bir rol oynadığını gösterir. Bu çağda bir erkek, evleneceği kızı görmeden evlenmiyordu. Meselâ bir gün Arabın biri; Peygambere bir kadınla nişanlandığını.söylemişti. Hz. Peygamber: "İzheb fenzur ileyke) yani "git onu gör" buyurdu. <28) Bundan dolayıdır ki; Şafiî mezhebinde bir erkeğin alacağı kızı önceden görmesi sünnettir. . Görülüyor ki, Avrupalılar'ın İslâmî aileye dayandırdıkları kadın aleyhindeki âdetler; İslâmiyet'in koyduğu kurallar değildir. Bu âdetler, islâmî aileye, Aryaniler'den (İranlılar ile, Rumlar'dan) geçmiştir. Eski Yunanlılar'ın ilk dönemlerinde kadın ilim, edebiyat, şiir, felsefe gibi uğraşlardan kesinlikle yasaklanmıştı. Yu-nan'ın o yüksek parlak kültürü yalnızca erkeklerine özgü idi. Kadınlar buna ortak edilmediklerinden; bu anlayış, halkın erkek olan bölümü arasında da yayılmıyor, bundan dolayı millî bir kültür özelliğini almıyordu. Çünkü, bir anlayışın halka geçerek millî kültür halini alması, kadınlara verilen değerle başlar. Bir milletin kadınları nasıl düşünürse, halkı da öyle düşünür. Niteliklerin bütünüyle teorik olan düşünceleri, fikirleri, onları duygulaştırmakla yükümlü olan kadınlar tarafından temsil edilmedikçe; halkın fikirlerden çok duygusal düşüncelere yatkın olan büyük kesimi arasında (28) Sahih-i Müslim-Cilt:1 Sahife:401 96 yayılamaz. Eski Yunanlılarda, bilge sınıfından erkeklere özgü olan "Yunan anlayışına" kadın cinsinden yalnız aşifte-ler (genel kadınlar, yosmalar) katılabilirlerdi. Edebiyatı, felsefeyi bilen birtakım aşifteler vardı ki; bunlar salonlar açarak aydın erkekleri evlerinde toplarlardı. Bu gibi yüksek anlayışa sahip aşiftelere "Hetoire" ve yalnız güzelliğe sahip olan fahişelere ise "Polloque" adını verirlerdi. Demosten, o zamanki kadın sınıflarını şu cümlesiyle pek güzel gösteriyor: "Bizim fikrî arzularımız için "Hetoire"lerimiz, bedenî arzularımız için "Polloque"lerimiz, bize çocuk doğurmak ve evlerimize kadınlık etmek için de yasal karılarımız var... <29) Atina ve İsparta'da, bir kız kocaya verilirken, onun arzu ve dileğine hiç önem verilmezdi. Kadın evlenince, kocasının sahip olduğu bir eşya durumuna geçer, (gynece) yani haremde hapsedilirdi. Koca, karısının mutlak hükümdarı ve efendisi idi. Karı-koca arasında hiçbir dostluk, hiçbir yakınlık yoktu. Erkek gönül arkadaşlığını, her türlü ilim ve bilgelikten yoksun olan karısında değil, san'at ve felsefe ile yükselmiş olan "Hetöire"de buluyordu. Fikrî ve san'at zevklerini onun salonunda arıyordu. Bununla beraber, eski Yunan anlayışı, kadınlara hakaretle bakan, ayak takımı olarak gören nitelikli görünen anlayışının cezasını ezilmiş olan kadınların eliyle gördü. Hıristiyanlık çıkar çıkmaz, Yunan kadını derhal onu kabul ederek, halkın samimi duygularına aşıladı. Bu şekilde, Hıristiyan dinî; halkın millî kültürü yerine geçerek, Yunan bilgeliği boşlukta kaldı. Ve toplum içinde hiçbir dayanak bulamayarak birden bire yıkıldı. (30) Eski Yunanlılar'da kadının böyle bir duruma düşmesi, bir yândan ailenin ataerkil olmasıyla, diğer yandan aile içinde kölelerin ve cariyelerin bulunmasıyla açıklanabilir.
Fakir ailelerde köleler ve odalıklar olmadığı için; kadın çarşıya gider, hattâ ticaretle uğraşabilirdi. Fakat zengin ailelerde kadın çalışmak zorunda bulunmadığından, haremde tamamiyle kapalı bir hayat sürmekle yükümlü idi. Eski (29) Evliliğin Evrimi. Paul Abram. Sahife:23 (30) Tarihte Kadın. Gaston Richard. Sahife:295 97 Yunanlılar'da da harem hayatı, aristokratlığın bir sonucudur. Fakat halk zenginlere ve aristokratlara çok özendiği için, bu aristokratik âdet yavaş, yavaş genelleşmiştir. t31' Kadın hakkındaki aşağılayıcı tutum, İslâmî aileye az da olsa eski Yunanlılar'dan olan Suriye Rumlan'ndan geçtiği gibi, büyük bir oranda da İranlılar'dan geçti. 2. İRAN ZERDÜŞTÎLERİNDE DURUM: Eski İranlılar'ın dini olan "Zerdüştîlik": Bütün başkanların, her şeyi, "Ehremen"den (Kötülük ve karanhklar Tan-n'sından) istemesini ibadette esas kabul etmişti. Âdeta zer-düşt dininin hukuku, "Kitab-üt Tahare" kitabından ibaretti. Temizliğin bu dindeki özelliği ise (pislikten, ölümden, şeytandan) korunmak ve uzak olmaktı. Özellikle kutsal tanınan "su" ile "ateş"in temiz kalmasına büyük bir önem verilirdi. Canlı bir vücuttan çıkıp da kullanılmayan bütün maddeler "pis" kabul edilirdi. Bu arada cinsel ilişkiden meydana gelen pisliklerin giderilmesine çok dikkat gösterilirdi. Gerek erkek ve gerekse kadın bir sıra temizlenme işleriyle, temizliği kazanmakla yükümlü idiler. Bir kadın çocuk düşürürse, kuru bir yerde, yani sudan ve ateşten, kendi gibi inananlardan, ayrıca "bursum" otunun demetlerinden uzak bir yerde; tahtadan yapılmış bir kulübe içinde hareketsiz olarak üç gün, üç gece kalmakla yükümlüydü. Kadın orada, gül ile karıştırılmış öküz idrarı içerdi. Ancak çok sonraları pişmiş küçük et parçaları yiyebilirdi. Su içebilmesi için; her şeyden önce bir çok dinsel törenin yapılması gerekirdi. Çünkü kirlenmiş vücuduna kutsal olan suyun girmesi uygun değildi. Kadın âdet zamanlarında da kirli kabul edilirdi. Bu anlarda, vücuduna girmiş olan şeytanın açlıktan ölmesi için, kadına çok sıkı bir perhiz uygulanırdı. <32) Zerdüşt dini birçok şeyi temiz kabul etmeyerek; inanmışları onlardan korunup uzak durmaya çağırıyordu. Bu temizlik dışı eşya, lohusalık ve âdet zamanlarındaki kirliliklerinden dolayı kadınlarda yer alıyordu. Totemist toplumlarda kadının "tabu" yani yasaklanmış,'dokunulmaz olması; "totemin" kanını taşıdığına inanıldığından, kutsal tanındığı içindi. (31) Tarihte Kadın. Gaston Richard. Sahife:360 (32) Dinler Tarihi-C.de la Saussay Sahife:965 98 3. Çinlilerin anlayışları: Oysa eski iranlılar'da, bugünkü Çinliler'de olduğu gibi; kadın temiz olmadığından korunulması ve uzak durulması gerekiyordu. Çünkü "kan" âdet ve lohusalık zamanlarında önemli bir madde olarak kadının vücuduna giriyor, ona şeytansı bir özellik kazandırıyordu. Bunun üzerine bu şeytansı vücuttan korunmak gerekiyordu. Çinliler'e göre bütün eşya, iki zıt gücün doğuşlarıdır. Bunlardan birincisi "Yang"dır ki; "Işık, gök, erkek" özellikleri bunun görüntüsüdür. İkincisi "Yenyin" dir ki; "kötülük, yer dişi" özelliği de bunun görüntülerindendir. Bu sınıflamadan anlaşılıyor ki; erkek, ışık ve gök yüksek sınıfa, kadın ise kötülük ve yer ile birlikte aşağı sınıfa giriyordu. Demek ki, Çinliler'de kadının erkekten ayrı yaşaması, kadının kutsal olmayışından dolayıdır. Yukarıdaki sözlerden anlaşılıyor ki, eski İranlılar'da erkek: "Hürmüz" (İyilik Tansırıs)'na, kadın ise "Ehremen" (Kötülükler ve Karanlıklar Tanrısı)na mensuptur. İyilikler Tanrısı Hürmüz: Işık, gündüz, ilim, iyilik, adalet gibi yüce niteliklerin, Karanlıklar ve Kötülük Tanrısı Ehremen; karanlık, gece, cahillik, kötülük ve acı çektirici gibi niteliklerin ilâhlarıdır. O halde eski İranlılar'da da kadının erkekten ayrı bir hayat yaşaması, kadının kutsal kabul edilmemesinden doğmuştur. Oysa ilkel toplumlarda kadın; kutsal düşünülmektedir. Ve bundan dolayı simyesinin erkekleri için yasak, dokunulmaz oluyor.
Eski.İran'ın kadın hakkındaki düşüncesi, Nizam'ül Mülk'-ün "Siyaset Kitabı"nda açık bir şekilde görülür. Nizam'ül Mülk kitabının k:rkikinci bölümünde, kadınlardan gelecek kötülüklerden kaçınmak gereğini belirtmeye ayırmıştır. Nizam'ül Mülk, bu bölümde; Adem'in Havva'ya uymakla Cennetten çıktığını söyledikten sonra; İran ile Turan (Türk) ülkeleri arasında çağlar boyu süren ve "Şehname"-nin asıl konusunu oluşturan uzun çarpışmaların, bir kadının kötülüğü yüzünden ne şekilde meydana geldiğini anlatıyor. 99 "Keykâvus"un karısı "Sevdabe" kocasını baskısı altına almıştı. Keykâvus "Rüstem"e(33) eğitim m'aksadıyle yanında bulunan oğlu Siyavuş'un erkekler sırasına geçtiğini ve kendisinin de onu özlediğini söyleyerek, devlet merkezine göndermesini emretti. Rüstem, Siyavuş'u babasının yanına gönderdi. Siyavuş çok yakışıklı idi. Sevdabe, onu perdenin arkasından görerek aşık oldu. Keykâvus'a "Siya-vuş'a emrediniz de sebistan'a (harem)e gelsin; kızkardeş-leri onu görmek istiyorlar" dedi. Keykâvus Sjyavuş'a "Kız-kardeşlerin seni görmek istiyorlar, sebistan'a gitmelisin" buyurdu. Siyavuş "Ferman efendimindir. Fakat onlar haremde yaşasalar ben de Keykâvus'un eyvan'ında (selâmlığında) kalsam daha iyi olur" dedi. Keykâvus ilk sözünde ısrar ettiğinden Siyavuş hareme girmeğe mecbur oldu. Sevdabe, Siyavuş'u yalnız görünce onu bir ana gibi değil; bir aşık gibi kucağına çekmek istedi. Siyavuş sinirlenerek bu çılgın kadının elinden kurtuldu. Haremden çıkarak kendi sarayına gitti. Sevdabe, Siyavuş'un işi babasına açacağından korkarak kendisi daha önce harekete geçti. Kocasına; "Siyavuş'un kendisine tecavüz etmek istediğini, fakat kendisinin reddederek kaçıp kurtulduğunu" söyledi. Keykâvus oğluna son derece sinirlenmekle birlikte, suçun gerçek olup olmadığını anlamak için, onu ateş yeminini uygulamaya çağırdı. Siyavuş "Ferman Padişahımındır" diyerek "Şebernik" adlı atına bindi. Baştan başa ateşlendirilmiş olan bir fersah (500 m. kadar uzunluktaki) odun yığınının içine daldı. Bir süre ateş içinde kaybolduktan sonra, ateşin diğer yanından sağlam olarak çıktı. Halk; ne Siyavuş'un, ne de atının kılına bir zarar gelmediğini görünce, ateşe tapanların reis ve alimleri o ateşten korlar alarak ateşindeye götürdüler. Sanki ateşindelerde henüz gücünü kaybetmemiş ateş, doğru karar veren o adaletli ateşin devamından ibaretmiş gibi. Siyavuş'un suçsuzluğu anlaşılınca, Keykâvus onu "Belh" şehrine vali tayin etti. Siyavuş, Sevdabe'den dolayı babasına gücenmişti. İran'da kalmak istemiyor, kafasında Hindistan'a veya Çin'e veya Hindi-çin'e gitmeyi tasarlıyordu. (33) Rüstem: iran hükümdarı Keykâvus'un, ünlü pehlivan ve savaşçısı. Aynı zamanda ordu komutanlığı da yapmıştır. 100 Türk Hakanı İfrasyabek'in Piran adlı veziri, Siyavuş'u inandırarak Turan'a getirdi. İfrasyab, Siyavuş'a kendi kızını verdi. Ona çok sevgi ve saygı gösterdi. İfrasyabek'in kardeşi "Kersiyoz" bunu çekemediğinden; Siyavuş'a iftira ederek öldürülmesine sebep oldu. Bu haber duyulunca, İran'ın her yanında olaylar çıktı. Kahramanlar birbiri ile çarpıştı. Rüstem, Sistan şehrinden devlet merkezine gelerek; izin almaksızın Keykâvus'un haremine girdi. Karısı Sevdabe'yi saçlarından sürüyerek dışarı çıkardı. Vücudunu parça parça etti. Bundan sonra Rüstem, ordusunu toplayarak Turan'ın üzerine yürüdü. Yüzyıllarca süren "Turanlran Savaşlarının başlamasına neden oldu. Bu hikâye İran Epopesi'nin (destan) başlangıcını gösterir. Yunanlılar'ın "İlyada"sı nasıl kaçırılan bir kızın yüzünden doğmuş, kanlı savaşlar meydana gelmişse; İran'ın "Şehname"si de, bir kadının kötülüğünden meydana gelmiş kanlı savaşların yüzyıllarca sürmesinden ibarettir. Rüs-tem'den İran'ın geleneksel eğitimini almış olan Siyavuş'un; harem dairesirie gitmek ve hattâ kızkardeşleriyle bile görüşmek istememesi; o çağda İranlılar'ın kadınlara karşı olan bakışlarını pek açık bir şekilde gösteriyor. Nizam'ül Mülk bu hikâyeden sonra, İskender'e ait bir fıkra anlatıyor. İskender, İran'a gelince ona; "Dâra'nın haremine giriniz. Oradaki ay yüzlü güzelleri görünüz. Dâra'nın bir kızı vardır ki, güzellikte bir'eşi görülmemiştir" demişler. İskender: "Ben İran'ın erkeklerini yendim. Kadınlarına karşı yenilmemi mi istiyorsunuz? diye cevap vermiş.
Nizam'ül Mülk'ün bu bölümde kadınlara ait daha birkaç hikâyesi varsa da, hepsinin alınmasına konumuzun geniş- " ligi uygun değildir. Nizam'ül Mülk, "Melikşah" için yazdığı bu kitabında; kadınların hükümet işlerine karıştırılmamasını tavsiye diyordu. Oysa Kaşkar'da eski Türk sisteminde bir devlet kurmuş olan "Hakaniye Sülâlesi"nden Tamgaç Han'ın kızı Türkân Hatun (Melikşah'ın hanımı idi). Hakaniye devletinde olduğu gibi, kendisini imparatoriçe sayıyordu. Türk Hu-kuku'nda padişahın yalnız hatundan olan oğlu tahta geçebileceğinden, soyca yalnızca kendisi hatun olduğu için oğlu. 101 "Mahmud"u veliaht yaptırmak istiyordu. (Hakaniye sülâlesi-Mes'udî'ye göre; "Şane" yani "Asnubortaçne" so-yundandır.) Türk töresinden çok, İran geleneğini bilen ve Selçuk Devleti'ni İran düzeniyle yöneten Nizam'ül Mülk: Berkiyaruk i34) tarafını tuttuğundan Türkân Hatun ile çarpışmağa mecbur kaldı. Melikşah: "Siyasetname"nin Öğütlerinden çok, Türkân Hatun'un sözlerine değer verdiğinden; sonuç olarak Nizam'ül Mülk'ün Türkârî Hatun'un emrindeki TacüddirrKami'nin eline vardı. Selçuklu ordusu Nihavend'-te iken; Batınîler'in (35> hançeri ile — rivayete göre Tacüd-din Kami'nin kışkırtmasıyla— Nizam'ül Mülk şehit edildi. Nizam'ül Mülk kitabında, kadınlara ve özellikle batınîler'e karşı olduğundan; kadın parmağı ve batınî eliyle dünyadan ayrıldı. (Millî Tetebbular Mecmuası" Sayı:5 Sh. 244) Eski İranlılar'da kadın hakkındaki düşünüşün özünü an-larnak için, Farsça'da kadın anlamına olan "zen" sözcüğü, vurmak anlamında olan "zeden, zenden" mastarı: nın şimdiki zamanın emir kipiyle ortaktır. Buna göre ya "zeden" mastarının eski anlamı "kadınlanmak"tır. Veya "zen" sözüğünün eski anlamı "Medrube"dir. Her iki duruma göre de, zamanında İranlılar arasında kadının, dövülen bir yaratık kabul edildiği ve bu iki kelime arasındaki ortaklık kaynağının; kadına yüklenen garip bir özellik olduğu anlaşılıyor. "Zen" sözcüğünün aynı kökten gelen sözcüklerle aralarındaki ilgiyi bundan ibaret görseydik; hiç de anlatılmasına gerek duymazdık. Oysa "Zindan" ve "Zincir" sözcükleri de bize, kadınların üzüntü verici durumlarını işaret eden anlamlar veriyor. "Zindan" sözcük türemesine göre, "kadın konulan yer" anlamına gelir. Yukarıda sözünü ettiğimiz şekilde, "Zendaosta"ya göre; çocuk düşüren bir kadının üç gün üç gece tahta bir kulübeye konulduğunu söylemiştik. Olabilir ki, "Zindan" sözcüğü başlangıçta bu yerin adından ibaretti. "Zincir" sözcüğü de, "Zenkir" yani "kadını tutan" demektir. O halde; eski çağlarda kadının bir (34) Berkyaruk: Selçuklu Devleti'nin en ünlü komutanlarından. Han soyundan gelmiştir. (35) Batınîlik: islam felsefesinde, "sapık feslefe" ekolüne mensup, din dışı bir mezheptir. Ehl-i sünnetin siyasî birliğini kırmak için, sayısız tarikatlar ve siyasî görüşler batınîlik içinde yer almıştır. ,102 çeşit bağla bağlandığı anlaşılıyor. Yine "Zencir" sözcüğünün başlangıct- hu ip'in adı olduğu halde, sonraları anlamı soyutlaşmıştır. Bundan başka "Zengin" sözcüğü de, eğer Farsça ise, "Çok kadınlı" anlamına gelebilir. Nasıl ki "Gamkin" sözcüğü (çok gamlı) anlamındadır. Demek ki, ilk zamanlarda bir erkek; ne kadar serveti varsa, o kadar kadına sahip olabilirdi. Bununla beraber türetilmiş sözcüklerden çıkarılan bu anlamlar, ancak varsayımlara bağlıdır. Bu konuda kesin sonuçlara gelecekte gelişerek tamamlanacak olan "dil bilimi" ulaşacaktır. İşte, İslâmiyet yayılmağa başlar başlamaz, başlangıçta, Suh'ye ve Irak ta; Rumlar'ın ve İranlılar'ın kadın hakkındaki düşünceleriyle karşılaştı. Bundan başka istilalar, islâm şehirlerine birçok cariyeler (alınıp satılan kadınlar) getiriyordu. İslâmiyet evli kadınları cariyelerden, Arap kadınını Arap olmayan kadınlardan ayırmak için, baş örtüsünü getirmişti. Araplar, Müslüman olmasa da köle ve cariye olamazlardı. Arap, Arap olmayandan aristokratik bir biçimde ayrıldığı gibi; evli kadın da cariyeden baş örtüsü ile ayrılmıştı. Fakat bu ayrım, "hurre"lerin yani evli Arap kadınlarının aleyhinde birtakım sonuçlar doğurdu. , "Her tarafta çeşitli milletlerden cariyeler çoğalınca, bunlara müzik, şiir, felsefe vs. ilimler, beceriler öğretilmeğe başlandı. Çünkü, cariyeler erkek topluluklarına girebiliyorlardı. Eski Yunanlılar'da olduğu gibi, İslâmiyet'in bu devrinde de kadınlar iki sınıfa ayrılmıştı. Evli Arap kadınlar, ha-cem
dairelerine hapsedilmişlerdi. Cariyeler ise; selâmlıklarda, erkek toplantılarında şiir okumak, türkü söylemek, dansetmek, ilmî ve felsefî konuşmalara katılmakla bu çeşit salon hayatı yaşıyorlardı. Artık erkekler, haremlerinde-ki hanımlarına karşı estetik bir duygu taşıyamıyorlar, onlara yalnız, çocuklarının anası oldukları için dinî ve ahlâkî bir saygı gösteriyorlardı. Estetik zevklerini, aşklarını ise; salon hayatına katılabilen şair, müzisyen, bilgili, güzel cariyelerde buluyorlardı. Yani eski Yunanistan'daki hetoirler" yerine bilgili cariyeler geçmişti. Hetoirlerin salonlarının yerini de, halifelerin ve emirlerin selâmlıkları tutmuştu. 103 İran'ın harem (sebistan) ve selâmlık (eyvan)'ı, Yunan'ın hetair salonları ile birleşerek; İslâm âleminde bir yandan evli kadınlara özgü harem hayatını, diğer yandan da cariyelerin katıldığı bir çeşit salon hayatını meydana getirmişti. Kadının sosyal statüsü bununla da kalmadı. Servetle birlikte çılgınca eğlenmelerin arttığı bu çağda, daha garip durumlar görülmeğe başladı. Meselâ: Müzikteki becerisinden dolayı (Bezi) adındaki cariyeyi iki milyon dirheme satın alan Abbasî halifelerinden "El Emin" birtakım oğlanlara kadın elbisesi giydirerek, onları kız gibi eğlence toplantılarına almağa başladı. Bunu gören annesi Zübeyde'de; birtakım cariyelere başlarına sarık sardırarak, zülüfler yaptırarak, erkek elbiseleri giydirerek, bellerine kuşaklar bağlatarak erkek kılığına sokmuştu. Büyüklerin işleri ve davranışları, küçüklere taklit konusu olduğundan, Abbasî hanedanından diğer kişilerin ha-nımlarıyla, devlet ileri gelenlerinin hanımları da aynı biçimde cariyelerini erkek kılığına sokmaya başlamışlardı. Zübey-de Hanım (anne sultan), erkek kılığındaki cariyelerine (Makdûdat = Gizlice biçilmiş-beğenilmiş-) adını vermişti. Bu tür cariyelere (ğılamyat) (Matmüsât) adları da verilirdi. <36> Abbasî halifelerinin ondokuzuncusu olan "Kahr-u Billâh" boyu aynı olan cariyelerden birtakım yaparak bunlara, oğlanlar gibi hırka, kaftan, altından nişan ve gümüşten kuşaklar giydirmişti. Bununla birlikte cariyeler, yalnızca evli kadınların kocalarının gönüllerini almakla yetinmiyorlardı. Yavaş, yavaş halifeler ve öteki devlet adamları, cariyeleri, odalık olarak veya kendileri ile evlenerek bunlardan çocuk sahibi olmağa başlamışlardı. Çünkü: Cahiz'in dediği gibi; cariyeleri görerek alma imkânı olduğu halde, artık diğer kadınları almadan görmek imkânsız bir duruma girmişti. Bundan başka, Abbasîler'in iktidara geçişiyle başlayan diğer milletlerle işbirliği görüşü, kölelikten affedilmiş Müslümanlar'ı da namuslu kadınlarla eşit kabul ettiğinden; artık evli kadınlarla cariyeler veya Arap kadınlarıyla diğer Müslüman kadınlar arasındaki eşitsizlik ortadan kalkmağa başlamıştı. Bu kül(36) İslâm Medeniyeti Tarihi-Corci Zeydan. Cilt:5 Sahile:46 104 tür akışının etkisiyledir ki: "Cinsel Ahlâk" bölümünde gösterdiğimiz şekilde, Hasan-Basri odalık olarak kullanılan cariyelerin, İbn'ül Gattan ise güzel olan cariyelerin yarı açık baş örtüsü örtmelerine yasal izin çıkarttılar. Çünkü milletlerarasında eşitlik esası kabul edilince, kadınlar arasında yalnız din yönüyle bir fark görülebilirdi. İslâmiyet'i kabul eden cariyelerin, artık kadın olmak yönü ile diğer kadınlardan bir farkı kalmamak gerekirdi. İşte bu şekilde, cariye ile diğer kadın arasındaki fark kalkınca, böş örtüsünün anlamı da değişmeye başladı. Önceleri, baş örtüsü, namuslu kadınları cariyelerden ayıran bir aristokratik işaret iken; bu çağda, bütün kadınları yasaklanmış olmaktan erkeklerden ayıran ve bağlayan bir kapanma aracı özelliği almağa başladı. Sonraları o çağda Rumlar ve İranlılar'ca "Berki" (Başmak), "mikab" (göze rastlayan yerleri örten örtü) ve "peçe" şeklinde /taklit edilmeğe başlandı. Haremlere, Rumlar'-da olduğu gibi "tavaşîler" (Hadım ağaları) getirilmeye yeltenildi. Saraylarda ordular gibi cariye toplanmıştı. Yüzbinlerce cariyeler bir erkeğin keyfi için, evlilikten yasaklanmıştı. Gerçeklere karşı hareket, kesinlikle tabiî tepkisini doğurur. Bun-dan dolayı cariyeler, seks arzularını |tatmin için çeşitli yol-\ lara başvuruyorlardı. .
^TOLUNOĞULLARI VE MISIR'DA KADIN VE AİLE: ;Ahmet bin Tulun'un oğlu Mısır hükümdarı Hamaru-ye'nin cariyeleri, aralarında anlaşarak herbirisi hadım ağalarından birisini kendisine koca seçmişti. Hamaruye olayı haber alınca cariyeleri sorguya çekti. Gerçeğin meydana çıkacağından korkan köleler, bir gece yatağında yatarken Harnaruye'yi öldürdüler. İhşid Oğullan'nın sonuncusu Ah105, med bin Âli'nin kızı da cinsel isteklerini tatmin etmek üzere cariye satın almıştı. Cariyeler de kapanma ikesine bağlandıktan sonra; erkekler önceleri kendi karılarına gösterdikleri ilgisizliği, bu kez de cariyelere göstermeye başladılar. Çünkü artık cariyelerle salon hayatı yaşamak imkânsız hale geliyordu. Bunun sonucu erkekler; cariyeler gibi karılarından da estetik bir zevk duymuyorlardı. Estetik zevkler salon hayatı ile gerçekleştiğinden; erkekler genç oğlanlara kadın elbisesi, kadınlar ise güzel cariyelere erkek elbisesi giydirerek sahte bir salon hayatı yaşamaya çalışıyorlardı. Fakat giderek oğlanlar artık kendi erkek elbiseleri ile daha güzel görünmeye başladılar. Çünkü cinsel zevk, büsbütün kadınlıktan uzaklaştı. Özellikle Mısır'da homoseksüellik o kadar köklü bir biçimde yayıldı ki, artık kadınlar kocalarının gönlünü çekebilmek için, oğlan kılığına girmeğe mecbur oldular. 37> 5. İSLAMDA KADIN İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER: Hz. Peygamberin zamanını görmüş olan Kays'ın kızı Havle, Hz. Ömer devrinden sonra tasalanarak şöyle diyordu: "Biz Peygamberin zamanında, Ebu Bekir'in izamanın-,1' da ve Ömer devrinin bir kısmında bir sevgiler ve dostlar toplumu idik. Mescidde oturur, örgü ile uğraşırdık. Bazılarımız hurma yapraklarını işlerdi. Ömer, bizi mescidde birleşmekten yasakladı. Fakat namazlara katılma hakkımızı uyguladı." Ibn'i Sad Tabakatı, Cilt:7 Sahife:217). Hz. Ömer'in kadınların mescidde, sohbet ve toplanmalarını yasakladığı halde, namazlara katılmalarını yasaklamadığı sonraki rivayetlerden de anlaşılır. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında bir gün birisi, hanımlairından birinin sabah ve akşam namazlarını kılmak için mes-; cide gitmesini tenkit etti. Kadıncağız: "Eğer bu davranışım | (37) islâm Medeniyeti Tarihi-Corci Zeydan. Cilt:5 Sahife:194. 106 uygun değilse, Ömer'in bana, gitme demesini ne engelliyor?" diye sordu. Tenkit eden kocası: "Allah'ın cariyelerini kendi mescidlerine gitmekten yasaklamayınız" şeklindeki hadis-i şerifi okuyarak; "İşte Ömer'i, sana mescide gitmekten yasaklayan bu emirdir" cevabını verdi. (Buharî, Sh:127 C İslâmiyet'in başlangıcında bu derece hür ve mutlu olan, kitap ve sünnet görüşünde sosyal yerleri çok yüksek bulunan İslâm kadını; eski Yunan ve İran medeniyetlerinin kadın hakkındaki düşüncelerinin yüksek sosyeteye yayılmasından dolayı, gittikçe ağırlaşan bir baskı altına girmeye başladı. Bir yandan eski Yunan dinine göre, aile kadınının kültür ve toplum hayatına katılmaktan yoksun oluşu, diğer yandan zerdüşt görüşünde: Kadının çocuk düşürme ve âdet görme zamanında; pis kabul edilmesi, bu eski medeniyetlerde kadının yerini son derece alçaltmıştı. Müslümanlar, Yunan'ın siyasetinden, İran'ın ilminden faydalanmağa başlayınca; kadın hakkındaki bu kötü düşünceler, felsefî gerçeklikler gibi, Müslüman aydınların bilincinde yer almağa ve yavaş yavaş pratikteki hayata geçerek, dinî âdetler arasına karışmağa başladı. İslâmiyetin özünden uzaklaşıldıkça, müslüman hükümdarların verdikleri emirler; bu yabancı fikirlerin halkın düşüncesinde giderek nasıl kökleştiğini gösterir. Hicretin üçüncü (miladın dokuzuncu) yüzyılında, Yemen'i idare eden İmam Yahya İlhadî: "Bütün kadınların yüzlerine peçe örtmelerini ve hatta (göçer) Arap kadınlarının da yüzü açık olarak lçarşıya ^çıkmamalarını" emretti. (La Contition de la femme, Mansour Fehmi P.6Ö) Bçşinci (M.S. 12.) yüzyılın başında, Mısır'da Fatımî halifesi olan Hakim Biemrillah: "Kadınların evden çıkmalarını, hamama gitmelerini, evden görünmelerini yasaklamakla ikalmadj.ayakkabıcılara kadınlar için kesinlikle ayakkabı yapmamalarını" da emretti. Bazı tarihçilerin şüpheli anla; 107
tıslarına göre; Hakim Biemriilah'ın oğlu, kadıncinsini dünyadan kaldırmağa bile teşebbüs etmiştir. (Hasan El Mu-hadara, "Suyufî" Sn = 155) Sekizinci (M.S. 14.) yüzyılda Mısır sultanının Kabe valisi olan Kibabğa: "Kadınların geniş yenli gömlek giymelerini" yasakladı. (Hasan El Muhadara "Suyufî" Sh = 166) Hicretin dokuzuncu (milâdî 15.) yüzyılda Mısır hükümdarı Eşref Bar Sabayî "Ölü yıkayan kadınlardan başka hiçbir kadının —her ne iş için olursa olsun— sokağa çıkmamalarının gerektiğini" ilân ettirmiştir. Ölü yıkayıcı kadınlarda, yalnız ölü yıkamak için çıkabilirler. Çıktıkları zaman da bunu anlatmak için belediye memurlarından aldıkları belgeleri başlarının üzerinde tutarlardı. (İbn-i İyas "Tarih-il Mısr" ' Cilt:2 Sh:21) Hz. Peygamber en çok üç şeyi sevdiğini açıklamıştı. Bunlar: " İbadet", "kadın" ve "güzel koku"dan ibaretti. Bu hadis-i şerif; kadının İslâmiyet'te uğursuz bir yaratık olmadığını , belki de ibadet kadar saygıdeğer olduğunu gösterir. Hz. Peygamber'in bir sözü de şudur: "Yûzıllû ehadikûm yadribü imreeten darabelabdi sümme yûzıllû yûanıku-ha velâ yestahyi" Açıklaması: "Bir adam nasıl oluyorda karısını köle gibi dövüyor. Sonra da, utanmadan onu, severek kucağına alıyor" (İbn-i Sad "Tabakât" Cilt = 8 Sn = 138) Abdullah İbn-i Ömer'den duyulduğuna göre, Hz. Peygamber şu sözü de söylemiş: "Eddünya metaûn ve hay-rû meta-üd dünya elmer'et-üssalihatû"Yani: "Dünya bir nimettir. Ve dünyanın en iyi nimeti de ahlâklı olan kadın-dır."(MûsIim, Cilt = 1 Sh = 430) Hz. Peygamber, Hz. Hatice'nin vefatından sonra; "Kâ-netüm-ül iyal ve rabbet-ül beyt" Yani: "Çocukların annesi ve evin idarecisi idi." diyerek üzüntüsünü gösterdiğini, genel olarak kadınlar için de: "Ve! mer'etû raıyetûn alel beyt-i zevciha ve veledihi"Yani: "Kadın, evinin ve 108 çocuklarının hükümdarıdır" buyurmuştur. (Buharı, Cilt:3 Sh:23) Hz. Peygamber "Sana nasıl dua edelim?" diye sorulması üzerine, "Allahümme sallı alâ Muhammedin ve ezvaci-hi ve zûrriyyetihi" (Allahın sevgi ve selâmı Hz. Muhammed'in kendine, hanımlarına ve kendisinden doğan ve onların kuşaklarının üzerine olsun) şeklinde dua ediniz buyurmuştur. (Buharı Cilt:2 Sh:177) "Cennet anaların ayağı altındadır" hadis-i şerifi ise meşhurdur. îslâmiyetin ahlâkta yaptığı inkilâplartn en büyüklerinden birisi de, kız çocukların öldürülmesi âdetinin kesinlikle ya-:saklanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm, Müslümanlardan sözettiği jsırada "înnallahe yegûlü mûslîmîne velmûslûmat..." : ibaresinde olduğu gibi kadın ve erkeğin ikisini birden belirtir. İki cins (kadın ve erkek) in birlikte meclislerde toplanabildiğine de misal verebiliriz-. , Peygamberin yanında devamlı bulunanlardan Ebu Esid evlendiği zaman, Hz. Peygamber'e ve yakınlarına bir ziyafet verdi. Bu ziyafette, hanımı Ümm-ü Esid davetlilere sofrada hizmet ediyordu. (Buharî, Cilt:3 Sh:19) Bu olaylar, İslâmiyet'in gözünde kadın hakkında hiçbir kötü görüşün bulunmadığını göstermeğe yeterlidir. Oysa eski İran'ın ve Yunan'ın kadın hakkındaki kötü düşünceleri, yalnız hükümdarların koyduğu kanunları etkilemekle kalmıyor, şairlerin içten olması gereken şiirlerine de yayılıyordu. Koyu dindarlık ahlâkına karşı isyanı ile meşhur olan Eb-ul U!a Mâri'nin şu sözlerini konumuza belge olarak gösterebiliriz: e»)' Zeki Meğamiz Bey, bu şiiri şu şekilde tercüme etmiştir. "Bir çocuk on yaşına geldi mi jhareme girmemelidir. Buna karşı çıkarsan ne denli akıllı olursan ol, ahmak sayılmaktan kurtulamazsın. İyi bilmelisin ki; kadınlar kötülüğün tuzağıdır. En yüksek şan ve şeref kadınlar yüzünden kaybolur. Ayrıca şu iki beyitte misâl olarak gösterilebilir: (38) İslâm Medeniyeti Tarijıi-Corci Zeydan. Cilt:5 Sahife:1lO 109 "Velem eri nimeten şemelet kerimen Ken nimetin avretin seferet bi kabrin" Anlamı: "Bir kadının mezarıyla kapanmasından daha büyük iyilik.görmedim." Keza: "Tehvî hayatî ve ehvi mevteha sefgan Veİmevtû ekremû nizalûn al-elharam" denmekle: "Kızım hayatımın uzamasını ister. Bense acıyarak sevdiğimden onun ölmesini isterim. Haram (yasak) için en değerli iyilik ölümdür." <39>
İşte İran ve Rum medeniyetleri ile temastan önceki İslâmiyet, sonraki İslâmiyet'ten bu kadar farklı idi. 6. Türk Ailesi: ' İslâm ailesinin, daire şeklinde dört aile tipine ait unsurları taşıdığını belirtmiştik. Bu aile tiplerinin dördüncüsü i"Türk AilesP'dir. İslam ailesi, eski Arap ailesinden birtakım unsurlar girdikten sonra; çok acıklı bir duruma düşmüştür. Bu acıklı durumun Mısır'daki sonuçlarını az çok gördük. Bir kısım İslâm kadınları, Mısır'da, Yemen'de, Mağrib (Mısır'ın batısındaki Libya, Tunus, Cezayir ve Fas)'ta böyle acınacak bir hayat yaşadığı sırada, İslâm dünyasının diğer yerlerinde Anadolu, Kıpçak, Irak ve İran'ın doğusunda (Orta-Asya'da) hür ve saygıdeğer bir hayat yaşıyordu. Buralarda kadınların böyle hayat sürmelerinin sebebi; Türk ülkelerinde henüz eski Türk aile tipinin devam etmekte oluşudur. Bu sahalardaki kadın hayatını göstermek için, Kuzey Afrika'dan gelmiş tarafsız gezgin İbn-i Batuta'nın "Gezi Notları"na bir göz gezdirmeniz yeterlidir. ibn-i Batuta Anadolu'ya girişini şöyle anlatıyor. "Onuncu günü, önce Rum yeri olan Alaya (Alaiye-Alanya)'ya vardık. Rum yeri adıyla bilinen bu yer dünyanın en güzel yeridir. Tanrı, diğer yerlerden ayrı şekilde bağışladığı bu güzelliği Anadolu'da toplamıştır. Halkı görünüşte güzel, elbi-seleri temiz, yemekleri nefisti. Bunlar Allah'ın çok merhametli kulları olup, onun için "Bereket Şam'dadır. Şefkat Anadolu'dadır" denir. (Bununla "Anadolu Türkleri" kastedilmektedir.) (39) islâm Medeniyeti Tarihi-Cilt:5 Sahife:110-111 110 Bu yerlerde bir köşeye veya eve gitsek; komşularımız olan erkek ve kadınlar kaçmazlar. Ayrılırken, sanki milletimizden veya bağımlı halkımızdanmış gibi bizi uğurlarlar. Kadınlar, elemli gözyaşları dökerek, ayrılmamıza kederle-nirlerdi. Bu ülkenin âdetine göre, haftada bir kez ekmek pişirilirdi. Bu ekmek bir hafta yetecek kadardı. Erkekleri ekmek pişirebildiği gün, bize sıcak ekmekle çok nefis yiyecek hediye ederlerdi. Bunu yaparken de "Bunu size kadınlar gönderiyorlar, sizden dua istiyorlar" derlerdi. <40> İbn-i Batuta Anadolu'da gezerken bazı imaretlerde (yoksullara ücretsiz yiyecek dağıtılan yerlerde) hükümdar veya bey hanımlarının huzuruna kabul edilerek, onlarla birlikte yemek yiyor. Onları şöyle anlatır: "Anadolu; Çin ve Irak hükümdarı olan İlhanlılar'ın egemenliği altındadır. Anadolu en büyük ülkelerinden biridir. Orada Irak halkından asker bulunduğu gibi, daha önce adı geçen Alâeddin Artana Beğ'in;hanımlarından biri de oturur. En cömert ve erdemli kadınlardandır. Irak bey'i ile akrabalığı vardır. Kendisine "Feth-u hemze ve ayn-ı mu'ceme" ile (ağa) denir ki, "büyük" anlamına gelir. Sultana akrabalığı bulunan bütün kişilere bu unvan verilir. Adı geçen hanımın adı, Tağa Hatun'dur. Yanına geldiğimizde ayakta karşılayıp, güler yüzle selâm vererek konuştu. Eksiksiz hazırlanılmasını emretti. Daha sonra, ayrılışımızda bize; hizmetçilerinden biri ile eyer, gem, çok güzel bir at, giyecek ve para göndererek uğurladı. (İbn-i Batuta, "Seyahatname" Sh:325) İbn-i Batuta, İznik şehrinde, o zaman Osmanlı Padişahı Sultan Orhan Gazi'nin hanımı "Beylun Hatun"un oturarak, oradaki askere komuta ettiğini bildirdikten sonra; Beylun Hatun'un huzuruna ne şekilde kabul edildiğini ve birlikte yemek yediğini hikaye ediyor: "Bu şehirde hukuk başkanı Hac Mücaver Alâeddin Sultan bizi misafir etti. Adı geçen kişi erdem sahibi büyüklerden olup, ne zaman ziyaretine gitsem yemek ikram ederdi. Yüzü güzel olduğu gibi, huyu daha da güzeldi. Benimle birlikte olan Beylun Hatun'un oturduğu yere gitti. Beylun Hatun, ikram ve ziyafetten sonra bağışlarda da bulun(40) İbn-i Batuta Seyahatnâmesi-Çev. Mehmet Şerif Paşa. Sahife:210 111 du. Bizim gelişimizden birkaç gün sonra Sultan Orhan Bey'-de bu şehre geldi. İbn-i Batuta Kıpçak ülkesine gittikten sonra şöyle yazıyor: "Burada garip bir duruma şahit oldum ki, o da Türkler'-in gözünde kadınların saygıdeğer tutulmasıdır. Bunların yerleri ve değerleri erkeklerin üstündedir. Bey kadınlarına gelince; birincisi değerli insanlara çıkışımda (gidişimde) bağışlar, hediyeler aldım. Şöyleki; Emir Slıltiye'nin hanımına rastladım.
Bindiği araba, mavi renkli kumaşla kaplı, pencere ve kapıları süslü olarak önünde zarif elbiseli, olgun, iyi ve güzel yüzlü dört kadın hizmetçi vardı. Arkasından emrinde bulunan ve çevresini dolduranlar da arabalarla giderdi. Emir Sultiye'nin yerine varınca, hanım yere indi. Kendisiyle birlikte ortalama otuz hizmetli kadın inerek eteklerini yerden kaldırdılar. Elbisenin iplikleri olup, her kadın bir iplikten tutarak, eteğinin her yanını toprağa sürmekten koruyorlardı. Kendisi /saygıdeğer şekilde Emir'e ulaştığında, Emir ayağa kalkarak saygı ile onu selâmladıktan sonra yanına oturttu. Emirin çevresi hatun'un çevresini de sar-"dı. Daha sonra kımız tulumları 'geldi ve hatun bundan bir kadeh doldurdu. Emir'in önünde diz çökerek kadehi ona sundu. Emir içtikten sonra, hatun Emir'in kardeşine içirdi: Emir de hatun'a verdi. Yemekler çıkarılarak, Hatun, Emir'le yemek yedi. Emir buna bir kat elbise vererek yerine döndü. Emirlerin davranışı bu biçimde olup, hükümdar hatunlarından ileride söz edeceğiz. Satıcılar ile çarşı esnafının kadınlarına gelince; bunları da gördüm. Bir tanesi bir atın çektiği arabaya binmiş, önünde üç kadın hizmetli bulunuyordu. Aynı biçimde indiğinde eteklerinin yerlerde sürünmemesi İçin tutup kaldırıyorlardı. Başında Bağdat adıyla anılan ve mücevherat ile süslü olan, baş tarafında tavus tüyü bulunan bir süs vardı. Arabanın pencereleri açık idi. Türk kadınları kaçınmadığından, hatunun yüzü görünürdü. Diğer bir kadın da bu düzene uyduğundan ve yanında hizmetkârları bulunduğu halde; pazara koyun ve süt getirip esanslar karşılığında halka satıyordu. Genellikle kadınlar, kocaları ile birlikte bulunup, erkeği gören kadının hilesinden uzak zannedilirdi. Kocası arkasına yalnız koyun postundan bir kürk ve başına da buna uygun olarak bir (Külâf-külâh) denilen şapka giyerdi. (İbn-i Batuta Seyahatnamesi Sh: 368). Suttan Öz beğ savaşa veya geziye gittiği zaman; yerinde yalnızca kendi ülkesinin devlet adamları bulunur, hatunlarından her biri ise ayrı yerdedir. Bunlardan herhangi birinin yanına gitmek istediğinde, haber gönderir, hatun da kabul sebebiyle hazırlıklara girişir. Normal zamanlarda veya savaş anında beğenilen garip bir düzene uyarlar. Gelenekten olmak üzere, Cuma günü sonradan yapılmak üzere, "Issalah-kab-i zehep" türkçesi (Altın Ordo) <41' denilen süs-lemeli daire gibi yerde oturur. Bu daire; altın levhalarla kaplı ağaç çubuklarından yapılmış olup, ortasında altın ve gümüş kaplı ağaçtan yapılmış ve som gümüşten olan, ayaklarının baş tarafı incilerle süslü, taht bulunur. Sultan bu tahta oturur, sağında Tıfığlı Hatun ve bunun alt yanında Göbek Hatun ve solunda Beylû Hatun, onun önünde Ardacı Hatun bulunur. Tahtın alt tarafında sağ yönünde oğlu Tin Beğ, sol yanında ikinci oğlu Can Beğ durur. Kızı Ayt Ge-ceek de önünde.durur. Bu hatunlardan biri geldiğinde; sultan ayağa kalkarak ve elinden tutarak tahta oturtur. Ancak hükümdar, yanında ötekilerden çokdahajkıymetli ve süslü, saygı işaretini taşıyan sopası olan Tıfığlı Hatun geldiğinde; otağın kapısından karşılayarak selâm verip elinden tutar. Tıfığlı Hatun tahta geçip oturduktan sonra, sultan tahta oturur. Kaçınma olmadığı için, bu durumların tamamı Türkler'in gözü önünde cereyan eder. (İbn-i Batuta Seyahatnamesi Sh:370) İbn-i Batuta; "Hatun ile Düzenleri" adlı bölümde, her hatunun ordusunu anlatıyor. Bu arada da "Her arabaya, bildirilen hizmetçi kızdan biri ile, evlenmiş bir kişi bakar. Çünkü Türkler'in âdetine göre karısı olmayan hiç kimse, hizmet eden kişilerin arasına giremez" diyor. Bu âdet Türk-ler'de cinsel ahlâka gösterilen titizliğin derecesini vurgulamakla birlikte; Abbasî Halifesi Mu'tasım'ın koyduğu bir ; kanunu da hatırlatıyor. (41) Altın Ördo: Cengiz Han, büyük oğlu Cuci'ye bir altın otağ vermişti. O zaman hanların ve hatunların otağına, "ordo" denilirdi. Sonraları, Kıpçak Devleti'nin aldığı "Altın Ordu" adı, bu altın Ordo'dan gelmektedir. • 112 i 13 Halife Mu'tasım'ın annesi Türk'tü. Bu kadın oğlunu Türk terbiyesi ile büyütmüştü. Bundan dolayı Mu'tasım Türkler'-in ok atmakta, ata binmekte kuy ve çevkan (cirit oyununda kullanılan aletle) oynamakta bütün becerileri öğrenmişti. Mu'tasım, Türkler'i askerlikteki üstünlüklerinden dolayı çok severdi. Zaten kardeşi Me'mun zamanından beri Arap askerlerine güvenilmiyordu. İran askeri de diğer kardeşi Emin'i hiçbir emir almaksızın öldürdükleri için Mu'tasım'ın
gözünden düşmüştü. Bu yüzden, zaman devletin dayana-' ğı yalnızca Türklerin gücü oluyordu. Bundan başka Mu'tasım kendisi de ana yönüyle ve aynı zamanda kültür ve eğitim yönüyle Türk'tü. İşte bu sebepten dolayı Mu'tasım; Irak'taki bütün Türk kölelerini sahiplerinden toplamakla birlikte, Türkistan'dan birçok Türk gençleri ve Türk prensleri getirdi. Kahraman oldukları derecede, güzel ve yakışıklı olan bu Türk gençlerine; ipekli elbise, sırmalı kuşak, sırmalı kılıç askısı vb. vererek diğer askerlerden ayrı ve üstün olmak üzere bir özel askerî ordu meydana getirdi. Mu'tasım artık Bağdat'ta oturmayı da uygun görmeyerek, kendisi ve Türkler'den oluşan özel ordusu için, yeni bir başkent kurmayı düşündü. Samra adlı yeri, havasının güzelliği ve yerinin güzelliği yönüyle beğenerek ordugâh yeri kabul etti. Ona "Sermen Rey" yani (Gören sevinir) adını verdi. Mu'tasım, Türkler'in burada kendilerini vatanından uzak ve garip görmemelerini istiyordu. Bundan dolayı bu şehri Türk boylarının Türkistan'daki durumlarına göre, mahallelere ayırarak; doğudaki oymakları şehrin doğusuna, batı-dakileri batı yönüne yerleştirerek Turan'ın (Türk ülkelerinin) bu şehirde küçük bir modelini meydana getirdi. Mu'tasım aynı zamanda, bu Türkler'in yerlilerle evlenerek milliyetlerini unutmalarını da istemiyordu. Bunun için de, birçok Türk hizmetçi kızlarını satın alarak, bunlardan herbiri-ni genç askerlerden birisiyle evlendirdi. Türkler burada çoğalarak, kendilerinden kuşak türeterek, diğer milletlerin ku-işaklarının etkilerinden kurtuluncaya kadar; yabancılardan birinin kızıyla evlenmekten veya bir Arap ve melez bir damat almaktan onları yasakladı. Bu kanunun değişmemesi için de, Türk cariyelerinin her-birine, belirli ve kaldırılamayacak maaşlar vererek, adları114 nı ordunun defterlerine geçirdi. Asker hanımlarının; maaşlı ve defterde kayıtlı olarak resmî bir özellik kazanmaları, -onları âdeta ordunun kadınlardan oluşan bir kısmı durumuna sokmuştu. İşte kadınların bu durumundan dolayı hiçbir Türk askeri, karısını boşayıp terk edecek duruma giremedi. (42> Bu davranışı, bir halifenin devlet başkanı olarak boşama hakkı kısıtlamasına örnek olarak gösterebiliriz. İbn-i Batuta; bize, buna benzer bir kanunun Kıpçak'taki "Al-tun Ordu Devleti"nde de bulunduğunu anlatmakla, bu âdetin eskj Türk töresinde bulunması ihtimalini de göstermiş oluyor. İbn-i Batuta, Özbek Han'ın hanımlarına ait gene! özellikleri belirttikten sonra; herbiri ile nasıl görüştüğünü ve her-birinin ne gibi özellikleri taşıdığını da anlatıyor. Bu açıklamaların hepsini burada anlatmaya imkân yoktur. Tercümesi bugünlerde yayınlanmış olan bu önemli kitabın "ibn-i Batuta Seyahatnamesi" dikkatle okunmasını saygıdeğer okuyucularımıza salık veririz. İbn-i Batuta'nın ifadelerinden şurası da anlaşılıyor ki, Sultanla birlikte hükümetle ortak yönetimi sürdüren yalnızca büyük hatun, yani Tıfığlı Hatün'-dur. ' a. ÖZBEK VE TÜRKMEN KADINI: / Mülke sanını taşıyan yalnızca Tıfığlı Hatun'dur. Can Beğ /ile Tin Beğ, bu hatundan doğmuştur. Fakat sultanın kızı olan İt Köççek (Ayt Geccek) bundan önce Mülke olan diğer bir kadından doğmuştur. Mülkelik İt Köççek'e annesinden geçmiş bir özellik olduğundan, bayram kutlamalarında başın. da taç olduğu halde arabasına binermiş. (İbn-i Batuta Se-lyahâtnamesi S İr.380) . 1 "Bayram Düzenleri" bölümünde, gerek bayram alayında, gerek bayram ziyafetinde hatunların bu gibi yüksek kabul törenlerinde yer aldığını, toplum hayatının yalnız erkeklere özgü olmadığını, ıbütün politik ve askerî toplantılarda; kadınların da erkeklarle eşit derecede rol aldığını görmekteyiz. İbn-i Batuta, Kıpçak Sultanı'nın bayram ziyafetini anlatırken şöyle yazıyor: "Sonra altın ve gümüşten kupalar çıkarılır. Bunların başlıca içiçeği bal şerbetidir. Kendileri Hanefî mezhebinden olup, bal şerbetini (şarabını) helâl kabul ederler. Sultan içmek isterse, kızı; kadehi eline alıp, dizini yere değdirerek (42) İslâm Medeniyeti Tarihi, Cilt:5 Sahife:298 115 saygısını gösterdikten sonra babasına verir. Ve sultan içtikten sonra, kızı başka bir kadeh alıp büyük hatuna içirir. Büyük hatun içtikten sonra, rütbe sırasıyla diğerlerine sunar. Daha sonra, sultanlığa aday olan oğlu kadehi eline
alarak, selâmlayıp babasına verir. Sultan içince yine selâmlayarak hatunlara ve sonra kızlarına sunar. Devamla, ikinci oğlu ayağa kalkarak kadehi eline alır, ağabeyine sunarak saygı ile selâm verir. Sonra büyük beyler kalkarak her-biri veliahta ve sonra diğer hatunların çocukları ayağa kalkarak veliahta kadeh sunarak saygı ve bağlılıklarını gösterirler. Daha sonra diğer beyler kalkarak sultanın çocuklarına kadehleri sunar, bu sırada ilim ve devlet adamlarına saygı gösterirler," (İbn-i Batuta Seyahatnamesi Sh:382) Ibn-i Batuta, aynı durumu Irak ve Horasan'da egemenlik kuran "İlhanlı Devleti'nde de gördüğünü anlatıyor: "Kadınlar, Türk ve Tatarlar yanında çok saygıdeğer olarak, bir kanun çıkarıldığında Sultan ve Hatunun emriyle sözünü yazarlar. Her kadın bazı yerleşim bölgeleri ve şehirlerin idarecileri olup, büyük birliklerin sahibidir. Sultan savaşa giderse ayrı bir yerde beklerler." (İbn-i Batuta Sh:250). Kanunların ilânında, Hakan ile Hatun'un birlikte söylenmesini "Grand Ansiklopedisinin" "Hatun" maddesinden alarak yazmıştık Şimdi bunu İbn-i Batuta'nın da doğruladığını görüyoruz. Bu sözlerden, Türkler'in milletçe hakim oldukları yerlerde; kadınların doğrudan doğruya yönetici olabildikleri de anlaşılıyor. Oysa Mısır'da, esasen Türk kızı olan "Şecraldir" Türk Kölemenleri tarafından, kocasının yerine hakan ilân edilmişken; kadınların hükümdarlığı, o çağdaki Mısır örfüne uymadığı ve Bağdat'ta halife olan El Mustansır Billah tarafından da bir kadının sultanlığa değer görülmediğinden; adı geçen hatun, önce Ata Bey saltanatını Ayberk Türkmenî'-ye bıraktı ve sonradan onun hanımı oldu. "Şecraldir" hükümdar bulunduğu s~ada. KonuşmsCİİSr Onu överken, özellikle dinip, gereği olan kapanmasının titizliğinden sözedi-yorlardı.ibn-i ilyas "Tarih-ül Mısır"ında (Cilt:1 Sh:89) da kızı Hatun Şecraldir'in nasıl övüldüğünü anlatmaktadır. Türk Kölemenleri Mısır'da bir millet halinde değil, bir asker ocağı halinde egemenlik sürdürüyorlardı. Bundan dolayı kendi köklü âdetlerine değil, ülkenin geleneğine uymak 116 zorunda idiler. Oysa, İran'da Anadolu'da, Kıpçak'ta, Türkistan'da egemen olan Türkler; bir millet hayatı yaşıyorlardı. Bundan dolayı yalnız kendi geleneklerine uyarak, eski milletlerin veya komşu milletlerin âdetlerine değer vermiyorlar, onlara benzemeğe kalkışmıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, Mısır'da Türk Kölemenleri, ailenin "Konak" tipini kabul etmek zorunda kalırlarken, çağdaşları olan doğudaki ve kuzeydeki Türkler "Ocak" tipindeki köklü aile tipini sürdürüyorlardı. Bu öncekilerde de ailenin konak tipine geçmesi için; İran edebiyatının ve İran medeniyetinin buradaki Türkler ara-. sında bütünüyle yayılması ve İran feodalizminin halkı, birtakım sınıflara ayırması gerekiyordu. Birkaç yüzyıl sonra bu Türklerin de, Müslüman. İran medeniyetinin konak şeklindeki aile tipini kabul ettiğini görüyoruz. Ailenin toplumla ve devletle olan ilişkilerini geçen bölümlerde göstermiştik. Orada ortaya koyduğumuz teoriye göre, Ocak şeklindeki aile, "il" şeklindeki devlet ve millet örneğindeki toplumun, konak şeklindeki aile de; "Saltanat" şeklindeki devlet ve ümmet örneğindeki toplumun karşılığıdır. Bugün Türkistan'da "Özbek" ve "Türkmen" adlarıyla iki Türk halkı vardır. Birincisi; önceden politik açıdan "Saltanat" hayatını yaşadığından, "Ümmet çağına" aittir. İİkincisi | ise; devlet yönünden ve toplum yönünden "millet çağına" girmektedir. Türkler'in bu iki kolunda da ailenin, değişik örneklerde olduğunu görüyoruz. Çünkü Özbek ailesi "Konak" örneğinde olduğu halde, Türkmen ailesi o anda da "Ocak" şeklindedir. Türkmenler, dünyanjn en demokrat bir milletidir. Bu millette eşitlik, ^olgunluğunun son derecesini bulmuştur. Çünkü, Türkmenler'de ücretle hizmetçiler yoktur. Esirler ise pek azdır. <43> Türkmenler'de her erkek "Tekin", her kadın "Hatun"-dur. Tekin "Prens" anlamına, hatun ise "Prenses" anla-rhınadır. Çünkü bütün Türkmenler, kendilerini Türkler'in en büyük hükümdarı tanınan "Oğuz Han"ın soyundan sayarlar. Bundan dolayı Türkmen toplumunun her ferdi, demokrasi içinde bir aristokrattır. Zaten
demokrasinin gerçek anlamı herkesin aristokrat olması demektir. İnsanlar alçaklık (43) Gaston Richard-Tarihte Kadın. Sahife:351 : 117 ve düşüklükte değil, ancak asalette eşit olabilirler, işte Türkmenler; içlerine kendilerinden aşağı görecekleri yabancılardan hizmetçi ve işçi almayarak, bütün işlerini kendileri yaptıkları için,.hepsi aynı soydan gelmiş bir insanlar topluluğudur. Bundan dolayıdır ki, aralarında sosyal derece sistemi yoktur. Bir toplum bu derece eşitliksever olunca, tabiî aile içinde de aynı eşitlik kuralını uygular. Gaston Ri-şard, "Mikonloftan" aktararak şöyle diyor: "Kendi isteği ile politik başkanı ve sosyal derece farkını kabul etmeyen bu eşitliksever halkta, kamu oyu, çok kadınlı olmaya da imkân vermiyor. Türkmenlerin büyük çoğunluğu yalnız bir kadına sahiptirler. Çok kadınlılığı asla uygun görmezler." <44) Türkmenler, şeriatm';(İslâm dini kuralları) dört kadın almaya izin vermesine karşı, çok kadına sahip olmayı engellemek için pratik bir çözüm getirmişlerdir. Bu "kalın" denilen evlenirken kıza verilen ücretin çok yükseltilmesi olmuştur. Gaston Rişar diyor ki: "Türkmen kızının kalın'ı (evlenirken kendisine erkeği olacak kimse tarafından verilen mal ve para) durmaksızın artmaktadır. Mihaylof'a göre; yirmi senelik süre içinde otuz toman'dan ikiyüz toman'a çıkmıştır. (Dört rubleye eşit pa-. ra birimi) Bu şartlar içinde, yalnız bir kadına sahip olmak bile çok güçtür. Âz servete sahip olan birçok genç tekin; gelecekte alacağı kızın babasına, kalın'ı peşin para veya büyük küçük baş hayvan şeklinde verebilmek için, uzun yıllar yokluklara katlanır, en gerekli ihtiyaçlarından da kısıtlamaya girişirdi." (45>Böyle bir toplumda, tabiî olarak kadının değeri yüksek olur. Grand Ansiklopedi'nin "Türkmen MaddesF'nde şöyle deniliyor: "Türkmen kadınları büyük bir özgürlüğe sahiptirler. Toprakları ve sürüleri vardır. İran'dan savaş yoluyla alınmış esirlerden doğanlar, Türkmen erkeklerle evlenemez. Özbek Türkleri'nin kadınları ise; böyle bir sosyal kurala uymazlar." . .. . Türkmenlerde ne erkek, ne de kadın hizmetçi bulunmadığı için; zengin ve fakir herkes kendi işini görür. Bütün işleri hizmetçiler ve esirler tarafından yapılan toplumlarda; el işleriyle uğraşmak, insanı alçaltan bir sanat sayılır. Oy(44) Gaston Richard-Tarihte Kadın. Sahife:206 (45) Gaston Richard-Tarihte Kadın. Sahife:205-206 118 sa, hizmetçi ve esir gibi aşağılık sayılan sosyal tabakalardan yoksun olan toplumlarda: el işi aşağı görülmez. Bundan dolayı bu gibi toplumlarda, kadınlar da önemli bir rol oynarlar." Gaston Richard, Türkmen kadının genel işlerinde şaşılacak bir beceriye sabip olduğunu söyledikten sonra Mi-haylof'un şu sözlerini anlatıyor: "Türkmen kadını bu tür iş için, gerçekten doğuştan bir yeteneğe sahiptir. At resimli, ince, doğru çizgili bu nefis halıları dokumak için, en basit iş metodlarını kullanan bu kadınların; gösterdikleri becerilerini başka şekilde açıklamaya imkân yoktur. Eski bir geleneğe göre, her genç kızın dokuma sanatını öğrenmesi ve kendisine çeyiz olarak verilecek halıları kendisinin dokuması gerekir. Her genç kadın, nikâhlandığı günden, kocasının çadırına kesin şekilde yerleşeceği güne dek, birkaç yıl bu işle uğraşır. Zaten Türkmenler'de ev sanatları, özellikle keçe ve yün kumaş dokuma sanatları yaygındır. Türkmenler'de hizmetçi bulunmadığı ve esirler az bulunduğu için, bu işler genellikle Türkmen kadınları tarafından yapılır." (46> Bir toplumda kadının büyük haklara sahip olması; bir yandan o toplumda aşağı sosyal tabakaların bulunmasıyla, diğer yönden de, kadınların sosyal ve ekonomik uğraşlara katılmasıyla mümkündür. Toplum, feodalizmden kurtulup demokrasiye doğru gittikçe, kadınlar; daha fazla haklara erişirler ve sosyal iş bölümünde söz sahibi oldukları oranda da hukukları da yükselir. Bugünkü "Türkmen Kadını" buna bir örnektir. Özbek kadınının Türkmen kadını gibi, evleneceği erkeğin ana yönünden soyluluğunu araması, Öz-bekler'de saltanatın ve feodalizmin etkisiyle ailenin (Konak) şeklinde olmasındandır. <47) Özbeklerde devlet, saltanat şeklindedir. Saltanatın zorunlu sonucu feodalizm olduğundan; sosyal dilimler arasında eşitlik yoktur. Bunun için de, ailede karı
ile koca arasında eşitlik olamaz. Bu nedenden; Özbek kanlarının kanlarıyla odalıkları, büyük iddetlere (boşanma veya ölüm ha(46) Gaston Richard-Tarihte Kadın. Sahife:353 (47) Konak: Karı-koca ve çocukların yanında büyük baba ve büyük anne ile dayı ve teyzelerin de bulunduğu geniş aile tipi. . 119 linde yeniden evlenebilmek için bekleme süresine uymak zorundadırlar. Özbekler de Osmanlılar gibi, Türkler'in uzun süre saltanat hayatı yaşayan kısımlarındandır. Saltanat, Abbasîler çağında, islâm devletinin, İran medeniyetiyle yetinerek almış olduğu bir şekildir. Bundan dolayı saltanat şeklini benimseyen Türk boy ve ulusiarı; aynı zamanda İran edebiyatını ve İran medeniyetini de taklit etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, saltanat metodunun benimsenmesiyle birlikte; "Türk Ailesi"nin yavaş yavaş "Ocak" şeklinden "Konak" şekline geçtiğini, İran medeniyetinin kadın hakkındaki görüşlerinin saltanat hayatı yaşayan Türkler arasında giderek kökleştiğini ve yaygınlaştığını görüyoruz. Bu değişme, özellikle halkın feodalizmle ilişkide olan bölümü arasında meydana geliyor. Göçebeler, eski millet hayatını devam ettirdiklerinden, aile-konusunda da; eski Türk geleneğini koruyorlar. Bugün İzmir ilinde yaşayan "Çibni" aşiretinde, çok kadınla evlenme âdeti yoktur. Bundan başka, Çibni'ler arasındaki bir kurala göre; bakire bakire ile, dul dul ile evlenebilir. Bu kuraldan doğan bir âdete göre de; genç genç ile, yaşlı yaşlı ile evlenebilir. Denkliğin bu şekli, her hali ile diğer şekillerden daha tabiîdir. ' Kafkasya Türkleri de, çok kadınla evliliği engellemek için; Türkmenler'inkine benzer bir tedbir düşünmüşlerdir. Bu tedbir, evlilik için kızın babasına verilen para veya malın arttırılmasıdır. Bir kızın nikâhının bin liradan, onbin liraya çıkarılması, yani nikâh ücretinin bu derece yüksek tutulması; gerek haksız boşanmaya karşı, gerekse çok kadınla evlenmeye karşı bir engel durumundadır. b. Osmanlı Döneminde Kadın ve Aile: Osmanlı devrinde ilk önceleri, şehzadeler komşu Türk beylerinin veya Hıristiyan krallarının kızlarıyla evlenirdi. Bu devirde Osmanlı ailesi ocak şeklîni koruyordu. III. Sultan Murad zamanında, Şemsi Paşa'nın ısrarı ve ayartmasıyla, saraya birçok cariyeler alındı. Böylece giderek cariye kullanımı normal hale girdiğinden; Osmanlı ailesi de, konak tipine geçmeğe başladı. Günümüze dek kalmış "Paşa konakları", bize eski Osmanlı ailesinin ne sayıda kadın ve hizmetçiyi kapsadığını göstermeye yeterlidir. Osmanlı kanun metinlerinde, toprağın miras yoluyla devrinde, erkek çocuk 120 ücretsiz mirasçı olduğu halde, kız çocuk, ancak erkek kardeşi bulunmadığı zaman, toprağın ücretini vererek, başkalarına verilmesinde öncelik hakkını alabiliyordu. Tarla sahibinin oğlu ve kızı yoksa; kardeşi, kardeşi yoksa kızkardeşi, o da yoksa babası, babası da yoksa, anası öncelik hakkını taşıyarak ve ücretini ödeyerek tarlayı alabilirlerdi. (Milli Tetebbular Mecmuası, Sayı:1, Sh:58) Ancak bu, yalnız babadan kalan tarlaların üzerine alınma biçimidir. Anadan kalan bir tarla, erkek çocuğuna da ücretini vermekle kalabilir. (Milli Tetebbular Mecmuası Sayı:1, Sh:63) Mirasın bu şekildeki akışı, o zamanki "zeamet" mesto-dununjyani [feodalizminin bir sonucudur. Osmanlı kanun metinlerinde görülen bir gariplik de; evlenen kadınlardan "gelinlik ve yer gösü" alınmasıdır. "Milli Tetebbular Mec-muasf'nın birinci ve ikinci sayısında yayınlanan kanun metinlerinde "Derbeyan-ı ahval resm-i urus der zaman-ı Ham-za Paşa" başlıklı kısımda şöyle yazılmıştır: —"Gerdek değeri belirlenen sipahinin; yeni defterde resmî urus (tahıl ve meyve ürünlerinin zekâtı) geliri yazılsa, gelin olan kız bakire olup ve sipahinin deftere kayıtlı ziraatla uğraşanların kızlarından olup, Müslüman kızı ise; altmış akça tahıl ve meyve ürünlerine ait resmî zekât alınır. (Dul kadın) Seyyibe ise, toprağa bağlıdır. Yörük değilse otuz akça aynı tip resmî zekât alınır. Fakat defterde ziraatle uğraşan yörenin halkı Müslüman değilse, bulûğa eren kızlarından otuz, dul kadınlarından onbeş akça alınır. Kanun eski ve köklüdür. Yörük (Göçebe Türkleri'nin) kadınları için; subaşılar ve sipahiler, toprağı verimsiz çıktı diye yabancılarla münakaşa edemezler. Konar-göçer bir topluluktur. Sürekli oturmaları olmadığından, toprakla ilgileri yoktur. Toprakta
çalışan dul kadının gerdeği; toprak sahibi olan tımar sahibinden alınmakla mümkündür ve yerleşmiş olan ziraatle uğraşanların kadınlarına özgüdür. Kanundur." (MillîTe-tebbular Mecmuası Sayı:1 Sh:111) Bu yazılanlar gösteriyor ki; raiyyelik (çobanlık) bir tür toprağa bağlılık (servage) durumundadır. O zaman Müslüman olan ve Müslüman olmayan köylüler raiyye (çoban) kabul edildiği halde; göçebeler askerî görevler yaptıklarından, raiyye (çoban) dışında, vergi dışı imtiyazlı bir sosyal dilim ola121 rak kabul ediliyormuş. Feodalizminin Avrupa'da olduğu gibi, İslâm âleminde de kadın hukukuna kötü ve alçaltıcı bir etki yaptığı bu kanunla anlaşılıyor. Osmanlı kanun metinlerinde, padişahların nikâh hakkında koyduğu birtakım kanunlar davardır. Geçen bölümlerde, "İslâmiyetin kadın hukuku sahasında meydana getirdiği yeniliklerinden biri de; evlenecek kızın, kocasını seçmekle kesinlikle hür tanınmasıdır" demiştik. Oysa sözünü ettiğimiz kanun metninde: "Ebu Suut Efendi'nin sunduğu mes'eleler başlıklı bölümünün "Kita-bûn nikâh" kısmında, 951 (Hicrî-16, yüzyılın ikinci yarısında) tarihinde çıkan bir kanun gereğince kadılar; anne-babanın izni olmadan nikâha yetkili değildirler. Ebu Suut Efendi, hakimlerin bu emre uymaları gerektiğini şu şekilde açıklıyor: Cevap: "Anne-babanın izni olmaksızın nikâh yasaklanacak, gerçekten uygulanmaması gereklidir. Çünkü, hakimlerin kanunları uygulaması, halifeliğin izin ve hukukundan çıkmıştır. Hem de gerçek kanunlarla, hükmetmekle görevli kılınmışlardır. Ve kanun dışılıktan uzak kalmağa mecburdurlar. Özellikle kötü zaman (durumlar) gün ışığı gibi belirlidir. Bunların toplamı otuziki şekildir. Bundan başka İstanbul, Edirne ve Bursa mahkemelerinde bu konudaki yasak ve zorlamalar için; O "emr-i şerifin" (kanunun) aslı saklıdır. Bu aslının aynısını bulundurmak zorunludur. Bunun kötülüğü (izinsiz nikâhlanmanın kötülüğü) gün gibi açıktır. Kanunun bir parçası uygulanmışsa; kanun ne olur? Yıkılır. (Ebu Suud Efendi'nin kitabından). Bu konuda sorulan sorulara verilen cevaplar da Ebu Suut Efendi'nindir." Soru: "Denkliği olmayan ve anne-babasız şahitler karşısında olan nikâh, din yönünden imkânsız mıdır?" Cevap: "Olur. İnsanların izni (çıkarılan kanunlar) kötülüğe yol açmıyorsa, böylece görevli kılınmıştır." Din ve devlet başkanının emrine dayanan bu hukuka göre; kadınların evlilikteki hürriyetleri bütünüyle yokediliyor. Çünkü izin alınmak zorunda bulunmakla, hürriyet içice bulunamaz. Buna göre anne-babanın evlilikte hukuksal gücü vardır. Aksi halde, anne-babanın söz hakkının olmadığı bir evlilikte; kadın bütünüyle hür demektir. Sultanın diğer bir emri de; kadını, İslâm'ın ona verdiği diğer bir haktan yoksun kılıyor. 122 Soru: "Kadınına bakmaktan aciz bir kişinin durumu açıkça ortada iken; o kişi şafiî mezhebine girer, karısının zor durumundan dolayı, şafiî mezhebinden olan hakim; kadını kocasından ayırarak bir başka erkeğe verir. Ancak sonradan ilk kocası, karısını dilediği takdirde geri alabilmek hakkına sahip olur mu?" Cevap: "Şafiî mezhebi anlayışının sosyal hayattaki uygulamalarının bu ülkede geçerli olmaması yönünde devlet başkanının yasağı vardır. (Millî Tetebbular Mecmuası, Sayı^ Sh:339-348u)" Şimdiye dek saydığımız bütün olaylar, kadın hukukunun, ayrı çağlarda ve ülkelerde; çağın ve halkın öz kültürüne göre incelendiğini gösteriyor. Olaylardan anlaşılıyor ki, öz kültürlerin incelenmesiyle birlikte, devlet başkanları ve hukukçular; yeni öz kültür verilerine göre, yeni hukuk kuralları koymuşlardır. Hattâ bu yeni hukuk kuralları, itirazsız kabul edilen Allah'ın kesin emirlerinin açıklığına bile aykırı görülmüştür. Demek ki, İmam-ı Ebû Yusuf'un "Milletlerin geleneğinden doğmuş olan kesin dinî emirlerde, değerli tutulan unsur, öncelikle geleneklerin kendileridir" şeklindeki görüşü yerindedir. O halde, bir bilginin yalnızca teorik hukuk kurallarının birleştirilmesinden meydana gelmediği, genel tarihle birlikte, İslâm tarihinin çeşitli çağlarında uygulanmış tabiî bir kanundan ibaret olduğu da bir gerçektir. 123
AİLEDE "KONAK"TAN "YUVA" TİPİNE GEÇİŞ Toplumların "Ümmet" tipinden "Millet" tipine geçerken yaşadıkları bir ara devir vardır ki; Avrupa tarihinde buna "Rönesans" adı verilir. Osmanlı tarihinde, başlangıcı Lâle Devri'ne kadar uzanabilen bu devrin adı "Tanzimat"-tır. Bu çağda, toplum "Ümmet' özelliğinden çıkmakla birlikte, henüz "Millet" durumuna girememiştir. Toplumun bu çağına verilecek en uygun ad: Fransızca'da "peuple" sözcüğüdür ki, Türkçe'ye "Halk" şeklinde tercüme edebiliriz. Ümmet çağına özgü olan sultanlık çağı da, bu çağda, yeni saltanat özelliğini alır. Yeni yönetim eski yönetimle çağdaş devlet arasında bir geçiş basamağıdır. Yeni yönetime örnek olarak Rusya ve Avusturya imparatorlukları ile, Tanzimat Devri'ndeki Osmanlı İmparatorluğu'nu gösterebiliriz. Bu yönetime bağlı olanlar; ne ümmet, ne de millet özelliğini taşırlar. Ancak halk (peuple) durumundadırlar. "Avrupa ailesi" rönesanstan sonra, konak tipinden "yuva" tipine geçmekle başladı. Türkler'de de aynı değişmenin meydana geldiğini görüyoruz. Bu çağda, ailenin hangi sebeplerle değiştiğini anlamak için; öncelikle Tanzimat'ın ne gibi sosyal reformları kapsadığını incelemek gerekir. Bu reformlar anlaşılınca, bunların aile tipinin değişmesine ne şekilde etki ettikleri de ortaya çıkar. Tanzimat hareketi, Türkiye'nin İran medeniyetinden, Avrupa medeniyetine geçmesi çabalarından ibarettir. Bu hareketi, altı sosyal operasyonda toplayabiliriz: 1. Eski duyuş ve anlayışın yerine, yeni duyuş ve anlayışın yerleşmesi. 2. Eski yönetim tipi yerine, yeni yönetim tipinin geçmesi. 3. Raiyyeliğe (ziraatla uğraşan Müslüman olan ve olmayanlara) uygulanan hukuk kurallarının kaldırılması. 4. Hıristiyanlar'a uygulanan ayrıcalıklı hukuk kurallarının kaldırılması, 5. Rakiyyetin (köleliğin ve cariyeliğin) kaldırılması. 6. Mutlakiyetin (kayıtsız şartsız bir yöneticinin idaresi altındaki hükümet tipinin) kaldırılması. Bu yenilik ve gelişimleri "Vatan Ahlâkı" konusunda geniş olarak anlatacağımızdan, şimdilik kısaca üzerinde durmak yeterlidir. 1- Yeni Kültür: Eski duyuş ve anlayışın yerine yenisinin geçmesidir. Tanzimat'ın "yeni kültürü", yeni ilim, yeni san'at, yeni teknik şeklinde doğdu. Yeni ilim"; ülkemize matbaayı getiren İbrahim Müteferrika'dan, "eğitimde" yeni bir çığır açan Kâtip Çelebi'den kaynaklanmakla birlikte; başlangıçta mühendislik okulunda öğretim üyesi İshak Bey'in aritmetik ilmiyle ilgili öğretimi kendini göstermekle başladı. Fizik, kimya gibi pozitif ilimler, ilk kez modern ve çağdaş bir -biçimde ülkemize girdi. Sonraları Harp Okulu ve Tıp Fakültesi gibi okullar kuruldu. Bir yandan askerî tarih, diğer yandan tıp, tarih ve tabiî ilimler Avrupa'da olduğu gibi ülkemizde de gelişip yayılmaya yüz tuttu. "Çağdaş ilimler"in ülkemize girmesiyle, yeni bir ilim anlayışı doğmaya başladı. Önce ilimler; medreseye özgü iken, ülkemizde medrese bilginlerinden başka, okul bilginleri de yetişiyordu. İlk zamanlar her konu, yalnız dinî hukuk açısından incelenirken; şimdi bir de —pozitif anlamıyla— ilim gözlüğü ile dikkate alınıyordu. Bu yeni düşünce şekli, diğer konular gibi; aile ve kadın konularına da uygulanıyordu. "Yeni edebiyat" Şinasi ile başladı. İran'dan gelmiş olan eski edebiyatımız; kafalarımızı; aile, kadın ve aşk konularında, İran kültürüyle eğitmişti. Yeni edebiyat ise, Avrupa'dan geldiği için; Bu konulara ait Avrupa felsefelerini de beraberinde getirdi. "Tanzimai mimarisi", eski mimarlık sanatımıza oranla kötü bir düşüş gösterdi. Ancak ailenin dış unsuru olan ev'-in yapı biçiminde, bir değişim ve gelişme meydana getirdi. "Tanzimat müziği", batı müziğini körü körüne bir taklitten ibarettir. Bununla beraber, erkekle kadını ayıran eski müziğe rağmen; bu bize, iki cinsi birbirine yaklaştıran yeai bir özellik getiriyordu. Tanzimatın bizde meydana getirdiği en büyük 7srâr: Eski teknolojilerimizi kaybettirmesi-dir. Çinicilik,'boyacılık, süsleme san'atı v.b. gibi birçok becerilerimiz vardı ki; ustadan çırağa geçerek devam ediyordu. Bizde pozitif ilimler bulunmadığı için, bizim eski fiziki bilgimizi, Avrupa'nın yeni bilgisine büsbütün feda edebilirdik. Fakat bizde çok nefis ve millî bir teknoloji bilgiler hazinesi vardı ki, bunlar manevî zenginliğimizin de kaynağını oluşturuyordu. Yazık ki, Avrupa'nın büyük sanayiindeki organizasyon ve metodları alıp uygulayamadığımızdan; bu gü-
124 125 Â zel ve millî teknolojimizi akılsızca bir ihmalle kaybettik. Bu millî teknoloji içinde ev düzenlemesi ve döşemesi yanında, ev yapımını ve kadın el san'atlarını da unutmamak gerekir. Tanzimat çağının resimi uygun görmesiyle; evlerin duyarlarında güzel yazı levhaları da eksilmeye başladı. Özet olarak eski kültür değerleri yerine, yeni kültür değerlerinin geçmesi; gerek ailenin yapısında, gerekse aile ve kadın hakkındaki görüş ve anlayışta birçok yenilikler doğurdu. 2. Eski devlet yönetiminin yerine, yeni tip devlet yönetiminin geçmesi: Can, mal ve namus güvenliğini sağlamak amacı ile işe başlayan yeni yönetim, bir dizi askerî, malî, idarî, adlî yenilikler meydana getirmekle bunu sağlamağa çalıştı. Kapı kulunun ve sipahiliğin kaldırılması ile; bunların yerine yeni askerin "Nizam-ı Cidîd"in kuruluşu. Devlet gelirinin has, zeamet, tımar adlarıyla; devlet adamlarına ve sipahilere dirlik olarak ayrılması yönteminin kaldırılması... Bütün gelirin maliye hazinesinde toplanarak, memurlara kanunî maaşlar verilmesi... Askerî bir özellik taşıyan valiler ve mutasarrıfların (Vali ve kaymakam arası idareci) tayinini: Divan-ı Hümayun, Sadr-ı azam'ın karar meclisi.Yeniçeri ağasının divanı, beyler beyi ve sancak beyi karar meclisleri yerine; düzenli hukuk mahkemelerinin kuruluşu... Divan-ı hümayunun (Padişah başkanlığındaki yüksek devlet adamlarının meclisinin), idarî ve politik görevlerini yürütmek üzere de, Bakanlar Kurulu'nun kuruluşu, yeni devletin en köklü temellerindendir. Eski kanunnameler, o zaman (müft-i kanun) adını taşıyan "nişancı" tarafından toplanmış emirler bütününden meydana geliyordu. Bundan dolayı Fatih Kanunnamesi veya Sultan Süleyman Kanunnamesi, nişancı tarafından kendi zamanına kadar çıkmış emirlerin, nişancılarca yapılan tesbitine göre; hangi biçime girmişse, o şekilde yazılırdı. Çeşitli kanun metinlerinin aynı nişancılar tarafından yazılmış örneklerinin birbirine benzememesi bundan dolayıdır. Bu bakımdan belirli zamanlarda geçerli olan kanunları ancak nişancı bilebilirdi. Diğer memurlar az çok bilseler de, halk bu kanunların hükümlerinden bütünüyle habersizdi . Yeni devlet; metni tesbit edilmiş ve ilânı saklı kalmış kanunların ancak, kamuoyuna ilân edildikten sonra uygulan126 masını esas olarak kabul etti. Bundan dolayı eski kanunları kaldırarak, yerlerine; çağdaş metodla her konuya ait yeni kanunlar düzenledi. Bu kanunlar arasında özellikle "Arazi Kanunnamesi" aile yapısında bir değişiklik meydana getiriyordu. Zeamet çağında, arazinin "miras yoluyla" devredilmesi biçimi kadınların aleyhinde idi. Tarla erkek evlât olmadığı zamanda da, kız evlâda miras gibi geçmiyordu. Yalnız kız evlât; o tarlayı ücretini vererek almakta bir öncelik hakkına sahipti. Yani bir kız, babasının tarlasını, erkek kardeşi bulunmadığında parasını vererek satın alabilirdi. Hükümdarın kanun yapma hakkı, Osmanlı Türkleri'nin zeamet devrinde kadınları; dini hukukun "ikili-birli' olan miras biçiminden daha aşağı bir duruma indirmişti. Tanzimat devrinin yaptığı toprak kanunnamesi ise, erkek ve kızkardeşler arasında kesin bir eşitlik getirdi. Miras biçimi aile yapısının temelini oluşturduğundan; Osmanlı-Türk ailesinde büyük bir değişiklik meydana getiriyordu. Bundan başka, toprak mirasındaki eşitlik; kadınların hukuk açısından erkeklere eşitliği konusuna dayandığından, kadın hakkındaki düşünceye de bir yenilik getiriyordu. Bununla birlikte Tanzimatın oluşturduğu yeni devlet; iyi işleri arasında, aile ve kadın aleyhine büyük bir hata işledi. Önceleri Sadr-ı azam'a bağlı olan "Şer'iye Mahkemeleri"ni; di5> ğer Adalet kurumlarından ayırarak Şeyhülislamlık makamına bağladı. Şer'iye Mahkemeleri'ne bırakılmış aile hukukunun, şimdiye dek düzenli bir kanun şekline getirilememesi bu hatanın bir sonucudur. 3. Raiyyeliğin (tarımda Müslüman olan ve olmayanlara uygulanan hukuk kurallarındaki ayırımcılığın) kal"dırılması: Zeamet usûlüne göre, askerî ve akademik sınıfa mensup olmayan yani kapıya (padişaha), hükümete mensup olmayan Müslüman ve Müslüman olmayan bütün fertler
çoban ve çiftçi (köle) durumunda idi. Ayan (halk) milletvekili Ali Efendi Kanunnamesi'nde denildiği gibi "Reaya ata binip kılıç kuşanmaktan yasaklanmıştır." (Sh:72) Bugün devletin özünü oluşturan Türk köylüleri, o zaman dirlik sahiplerinin köleleri şeklinde idi. Hayvancılık ve tarımla uğraşanlardan, "hayvan vergisi", "toprak vergisi", gereğinde "tütün vergisi" ve "tarım vergisi" adlarıyla bir kısım vergiler 127 alındığı gibi; halkın bu kesiminden "gelinlik vergisi" de alh nırdı. Bu verginin Müslüman olmayanlardan iki katı alınması da dikkat çekerdi. Sipahiliğin kaldırılması ile, kadınlar "gelinlik vergisi" vermek gibi küçültücü ve aşağılayıcı bir yükümlülükten kurtuldular. "Gelinlik vergisi"nin kaynağı, ilkel toplumlarda görüldüğü şekilde; toplum liderlerinin gelinler üzerinde ilk kocası olma hakkına sahip bulunmasındandır. Bu hak; vicdanların biraz insanlaştığı derebeylik devrinde parasal bir tazminata dönüştürülmüştür. Selçuklular'da zeamet usûlünün varlığının sebebi bir sipahinin oğlu olan Nizam'ül Mülk'tür. Bu sosyo-ekonomik oluşun İran kaynaklı olduğunu "Vatan Ahlâkı" konusunda göstereceğiz. 4. Zımmîliğin (İslâm devleti vatandaşı olmasına rağmen Müslüman olmayanlara uygulanan ayırımcı hukukun) kaldırılması: Hz. Qmer İslâm devletinin esaslarını koyarken, Arap olmayan Müslümanlar'ı "mevali" (kölelikten affedilmiş Müslümanlar) adıyla Araplar'dan aşağı bir sosyal düzeye indirmiştir. Müslüman olmayanlar da "ehl-i zimmet" adıyla daha aşağı bir sosyal düzeye sokulmuştu. Emevi devleti, aynı politikayı izlediği için, Emevîler'nn son devrinde güçlenen kölelikten affedilmiş Arap olmayan Müslümanlar "Şuubiye" adlı siyasî bir parti kurarak, Abbasiler ile birlikte Emevîler aleyhine çalışmağa başladılar. "ŞuubT'ler Müslüman milletlerin eşitliğini iddia eden bir "ümmet demokrasisi" idi. Bu parti başarı kazandıktan sonra Abbasîler iktidara geçtiler. Böylece bütün Müslüman milletler eşit oldular. Ancak "ehl-i zimmet" denen Müslüman olmayanlar, yine eskisi gibi aşağı bir düzeyde kaldılar. Gülhane Hattı Hümayunu; Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasındaki bu siyasal ve hukukî eşitsizliği kaldıran ikinci bir demokrasi hareketidir. Tanzimatın ilânı ile, Sultan hukukunun Müslüman olmayanlara ait ayrıcalıklı olumsuz kuralları bütünüyle kaldırılmış oldu. Bir halifenin geleneklere dayanarak koyduğu kuralları, diğer bir halife yeni geleneğin gereğine uygun olarak kaldırabilir. Abbasî halifeliği Arap olmayan Müslümanlar'a ait Sultan hukukunu kaldırmıştır. 128 L Sultan Abmdülmecit ise insanlıktarihinde büyük bir değer olan ünlü kanunu ile, Zımmîliği ve Zımmîlere ait olan hukuk düzenini kaldırdı. Birinci eşitlikten islâm ümmeti doğduğu gibi, ikinci eşitlikten de hukukta din farkı gözetmeyen Osmanlı halkı doğdu. Demokrasiye ve eşitliğe doğru atılan her adım; kadın hukuku yönüyle büyük br gelişmeyi gerektirdiğinden, Osmanlı kadını da bu gelişmeden faydalandı. Özellikle müslüman olmayan kadınların "zımmi"lik-ten çıkması, kadınlık adına büyük bir yükseliş özelliğinde idi. 5-Rakıyyetin (köleliğin ve cariyeliğin kaldırılması): Tanzimat devrinin önemli bir eseri de; başlangıçta Zenci esirliğinin, sonra da bütün köleliğin kaldırılmasıyla dinî hukukun "Kölelik ve cariyelik" bölümüne ihtiyaç bırakmamasıdır. Örtünmenin: İslâm alemindeki kaynağını araştınrken; başörtüsünün evli kadınları cariyelerden ayırmak için konulduğunu anlatmıştık. Sonraları cariyelerin varlığı yüzünden, evli kadınların aile içinde bir tür kutsal esir durumunda kaldıklarını göstermiştik. Kölelik ve cariyeliğin kaldırılması, eşitlik akımının kadın haklarına olan faydalı etkileri yanında "odalık" şeklinde yapılan bir çeşit çok evliliğe de son vermiş oldu. : Bundan başka, iş hayatının cariyelere ait olmadığını, hanımların da herkes gibi çalışmakla yükümlü olduğunu ortaya koyarak; kadınları toplum içinde saygıdeğer kişilikli ve iş sahibi olmağa yöneltti.
6-Mutlakiyet (otokratik) yönetimin kaldırılması: Meş-rutiyet'in ilânı ile başlayan yeni dönemde aile hayatında bü-yyk değişiklikler meydana geldi. Sosyal gelişmenin her evresinde, aile ile devlet arasında karşılıklı bir ilişki vardır. Mutlakiyetle yönetilen bir devlette, aile reisinin egemenliği de, mutlak bir biçimde vardır. İslâmiyet; kanunların insanlar üzerindeki etkili uygulanışını gerekli işlerden sayar. Babadaki hakların ve karısı ile çocukları üzerindeki yetkilerin, onların da menfaatlerine uygun olması durumunda var olmasını kabul etmiştir. Bundan dolayı, devlet içinde hükümdara ait mutlak yetkiler kaldırılınca; aile içinde de babaya ait mutlak egemenliğin kalkmış olması doğal bir sonuçtur. Meşrutiyet yönetiminin uygulandığı bir devlette, ailelerde de meşrutiyet yö129 netimi uygular. Bunun için bir baba eğlenceye, kötü yollara, içkiye veya kumara düşkün olursa ve ailesine karşı yükümlü olduğu görevleri yerine getirmiyorsa; aile topluluğu —parlamento gibi— ona karşı soru sorma ve güvensizliğini açıklama haklarına sahip olur. , Kötü bir baba, ailesinin mahkemeye başvurmasıyla egemenlik haklarından yoksun kalabilmelidir. Aile içinde bu yetkiyi daha iyi kim yapabilirse, egemenlik hakkı ona verilmelidir. Babanın aile başkanlığı esas olmakla birlikte; bu başkanlık uygulamada boş kaldığı zaman, neden ana veya büyük oğul veya büyük kız tarafından yürütülmesin? Bugünkü anlayışa göre, aile başkanlığının hakları bir hak değil, bir görevdir. IGörev kimin tarafından yapılıyorsa, yetki ve otorite de ona ait olmalıdır. Meşrutiyet temsil yoluyla aile konusundaki bu gibi yeni düşünceleri doğurmakla birlikte; iş bölümüyle uzmanlığın derinleşmesini, kadınların da sosyal hayata ve sosyal iş bölümüne girmesini gerektirmektedir. Bundan başka, meşrutiyetin bir görevi de; hukukun diğer kısımları, gibi aile hukukunu da kanun haline getirmesi ve düzenli mahkemelere bırakmasıdır. İşte Şer'iye Mahkemeleri <48>nin adalet bakanlığına geçişi ve aile hukuku için bir kanun metni düzenlenmesi; Osmanlı meşrutiyetinin bu görevini de yerine getirdiğini gösteriyor. (48) Şeriyye Mahkemesi: İslâm dininin emirlerini, âyet ve hadisleri uygulayarak davaları çözülmeyen mahkeme. 130 TOPLUMSAL DAYANIŞMA Bir toplumun çöküş ya da yükseliş devrinde olduğunu anlamak için başvuracağımız ölçü; fertlerin ruhundaki kendini düşünme duygusuyla, dayanışma duygusunun karşı-laştırılmasıdır. Fertlerindeki kendini düşünme duygusu şiddetli, dayanışma duygusu ise zayıf olan bir toplum çöküş halinde demektir. Aksine; fertlerinde dayanışma duygusu güçlü, kendini düşünme duygusu zayıf olan bir toplum ise, yükseliş çağındadır. "Dayanışma'.'nın ilk şekli, toplumun fertleri arasında ortak duyguların, başka bir deyimle ortak bilincin bulunması ile meydana gelir, "Ortak b'rlinç" aşiret ve kavim örneklerinde doğar. Ümmet örneğinde ise, ortak bilincin temeli; bütün insanlar için kandaşlığın üstünde ve dışında bir yoldaşlık özelliğini taşıyan "ümmet dini" şeklinde görünür. Görülüyor ki; toplumun bu üç tipinde fertleri birbirine bağlayan, ortak bir duygu, yani "dayanışma" adını verdiğimiz düşünce bağı vardır. Fakat ümmet devrinde (halk-peuple) örneğine geçtikten sonra durum değişiyor. Halk dediğimiz kitle; dinleri ve insanları birbirinden ayrı olan, ayrı cins zümrelerden oluşmadığından; ne dinî, ne de öz.kültür ortaklığına sahip değildir. Bundan dolayı, bu kitlenin ortak bir bilinci olmadığı, fertleri arasında maddî ve zorlayıcı bir özelliği o|an politik yurttaşlıktan başka hiçbir bağ, hiçbir dayanışmanın bulunmadığı gözlenmektedir. O halde eski dayanışmanın çökmeye başladığı, "yeni dayanışma"nın oluşmadığı bu geçiş devresinde, fertlerin yalnızca kendini düşünme eğilimleri bütünüyle serbesttir. İşte Tanzimat devrinden sonra; bizde, esasen kendini düşünme demek olan fertçilik akımının doğması bu şekilde açıklanabilir. Tanzimat hareketi, bize, ümmet şeklinde olan eski milliyet yerine, unsurların sunî birleşiminden ibaret olan "halk" şeklindeki yeni milliyeti getirmek istiyordu. Bu yapmacık milliyetin ortak bir dini olmadığı gibi, ortak bir öz kültürü de olmayacaktı. Yalnız, ekonomik iş bölümünün sonucu olarak ortak bir
çıkarı bulunacaktı. Oysa başka ülkelerde oduğu gibi, bizdeki sosyal toplum denemeleri de gösterdi ki; ortak bir duyguya sahip olmayan bir toplumdaki "iş 131 çeşitliliği" sosyal bir iş bölümü değil, belki karşılıklı parazi-ter hayatın özelliğindendir. Bir toplum; ortak çıkarlar üzerine değil, ancak ortak inançlar ve ülkülere.dayanarak ayakta durabilir. Bugün Rusya'da süren olaylar <49>; ekonomik çıkarları ortak olan ayrı cinsten halkın, politik çemberden kurtulunca nasıl ayrı ülküler güden, çeşitli milletlere ayrıldığını pek açık şekilde gösteriyor. Bu ülküler; "ümmet dayanışmasının çöküşüne bakarak sosyal gelişimin, dayanışmacılıktan fertçiliğe gittiği düşüncesine kapılmışlardır. Çünkü ümmet dayanışması çökerken, bu çağdaki ailenin de çöküşe uğradığını görmüşlerdir. Gerçekten aile, aşiret çağında küçülmüş bir aşiret özelliğinde olduğu gibi, kavim ve ümmet çağlarında küçülmüş bir kavim veya ümmet biçimindedir. O halde toplum "halk" şeklini aldığı zaman, ailenin de küçülmüş bir "halk" niteliği kazanması tabiî idi. Dikkat edersek, Tanzimat'tan sonraki aile içindeki dayanışmanın da yavaş yavaş çökmeğe başladığını görürüz. Bundan dolayıdır ki; bu çağdaki aile örneğine "gevşek yuva" adını veriyoruz. Fakat gerek ümmetin, gerek ümmet çağına ait ailenin çöküşüne bakarak sosyal gelişimin fertçiliğe doğru gittiğine karar vermek doğru değildir. Çünkü ümmet dayanışması çözülürken onun yerine "Millet da-yanışmasf'ldiyebileceğimizyeni bir biçim oluşmağa başlar. Bir yandan eski aile tipine ait dayanışma gevşerken, bir yandan da yeni aile tipine uygun dayanışma örülmeğe başlar. Aile ile toplum arasındaki sosyolojik benzeyiş kanununa göre; yeni ailenin de millet gibi çok dayanışmalı bir toplum olması gerekir. İpek kozasına, röntgen ışını ile bakan bir kimse; orada yalnız tırtıl'a ait organizmayı incelerse, organlar arasındaki dayanışmanın bozulduğuna karar verir. Oysa oradaki eski organlar şekil değiştirirken, tırtıl organizmasını bozmakla birlikte; yeni bir uyumlu yardımlaşmaya geçerek kelebeği oluşturmaktadır. Bazı kimselerin, toplum yükselirken her yanda gerileme görerek kötümser olmaları; bozulan teşkilâta bakarak doğan teşkilâtı görememelerindendir. (49) 1917 Bolşevik ihtilâli ve sonrasında gelişen olaylar. 132 Bununla birlikte, toplumların bu çağdaki değişimi yalnızca topluma ve içindeki aile yapısına ait değildir. O zaman meslek toplulukları da, şehir düzeyindeki bir kurum durumundan, millî bir kurum şekline geçeceğinden; bir yandan eski loncaların dayanışması bozuluyor, diğer yandan yerlerine merkezleri başkentte olmak üzere bütün ülkeye yaygın meslek topluluklarının dayanışmaları geçiyor. Fakat biz geçiş döneminde bulunduğumuz için, yüzeysel bir bakışla baktığımız zaman, bu topluluklara ait dayanışmaların, yalnızca çöküşünü görüyoruz. Bu görüşe göre, sosyal haya--tın fertçiliğe ve çıkarcılığa doğru gittiğine karar veriyoruz. Oysa akademik bir gözle bakacak olursak, aynen ipek kozasında olduğu gibi; çöken bir organizmanın içinde yeni bir organizmanın şekillenip geliştiğini de göreceğiz. Tanzimat devrinde yıkılmağa başlayan aile "konak" adını verdiğimiz topluluk değildir. Gerçekten insanların alınıp-satılmasının kaldırılmasından sonra cariye ve köleler, iş bölümü sonunda hizmetliler ve hademe evden çekilince, ailenin fertleri büyük oranda azalıyor. Fakat aile yalnız evden ibaret değildir. Aşiret ve kavim devirlerinde, aile; oba, soy, ev adlarıyla birbirinin içinde olmak üzere üç kısma ayrılmıştı. Ümmet çağında oba, kırlarda köy, şehirlerde mahalle şeklini alarak bir idare birimi haline girdiğinden bu çağda aile, yalnız soy ve ev olarak bulundu. Soy, Arap hukuku dilinde, baba yönünden "usbe" ana yönünden "Zevil erham" adını alır. Eski Romalılar baba soyuna "agnat" ana soyuna "cognat" derlerdi. Bununla birlikte Arap ailesi Roma ailesinden farklı olduğu için bu deyimler b irbirlerini tam karşılamazlar. Türkçe'de soy kelimesi "ıısbe"ye, sop kelimesi "Zevii erham"a karşılık alınabilir. Hattâ Diyarbakır'da kadınlar arasında böyle bir ayrım vardır. Biz baba-soyu ve ana-soyu deyimlerini kullanmayı tercih ederiz.
Kavim çağından ümmet çağına geçildiği çağda da ailenin "soy" kesimi dağılmaya başlar. Ümmet çağsnda çocuğun velisi; yakından uzağa gitmek üzere soy çevresinde "baba soyunda" aranır. Yani çocuğun velisi, en yakın soyu olan babasıdır. Bir çocuğun babası yoksa, babadan sonra en yakın soyu dedesidir. O da yoksa geriye gidilerek, 133 hayatta olan kimse odur. Çocuk üzerinde de bu kişi hukuka sahip olur. Halbuki millet çağındaki ailede, çocuğun velisi, ev içindekilerden aranır. Arap ailesindeki karşılığı "ehl" .olup; bunların kimlerden meydana geldiği daha önce anlatılmıştı. <5°) Millet çağında büyük aile (ehl)den, küçük aile (ıyal)e geçiş oldu. Aşiret ve kavim devirlerine uzanırsak büyük aileyi "oba", küçük aileyi ise "ev" biçiminde görürüz. Türkler'de "ev"i Yakut Türkleri'nde tabiî ev, yani sosyal olmayan bir topluluk biçiminde gördükten sonra "Ocak" ve "Konak" şekillerinden geçerek "Yuva" örneğine kadar gelmiştik. Bazı toplumlarda, bir soydan olan fertler; aynı ev içinde ortak bir ekonomik hayat yaşarlar. Bu duruma Güney Slavları dilinde "Zadroga" <51> denilmektedir. Zadroga Tibet'te ve eski Araplarda da vardı. Kardeşlerin tamamına bir kadın alınması usulü Zadroga'nın bir sonucudur. Zadroga'nın başkanı, soyda büyük olan kişidir. Roma ailesinde olduğu gibi, mutlak hükümdar durumunda değildir. Aksine aile meclisinin denetimine bağlı bir Cumhurbaşkanı gibidir. Zadroga'nın toprağı, hayvanları, binaları bölünmez. Ortak bir mülkiyet halinde kalır. Yalnız ailelerin özel oturma yerleri ile, fertlerin özel taşınabilir eşyası Zadroga'nın ortak malı değildir. Güney Slaviarında, meselâ, Sırplar'da ekonomik ortaklık durumunda olan soy, diğer toplumlardaki ekonomik ortaklıktan uzak olarak, yalnızca "öç olma" ve "miras" konularında bir ortaklığa sahiptir. Ümmet çağında öç alma ve diyet hakları aile hukuku dışında olmadığından; karar verme ve miras hakları da öç alma gibi soy çerçevesinde kalır. Fakat millet çağında, artık sorumluluk bütünüyle ferde ve ceza hakkı da bütünüyle kamu hukukuna aittir. Bu (50) Ehl: Büyük baba, büyük anne, amca, hala, teyze, dayı, anne, baba ve çocuklardan oluşan büyük aile tipi olduğunu daha önce anlatmıştık. (51) Zadroga: Sırp dilinde, "Başkaları için, diğerleri için, yabancılar için" anlamında karşılığı da vardır. 134 yüzden soyun hiçbir görev ve yetkisi kalmaz. Bir kızın, babasından kalan mirasına uzak bir amca oğlunun katılması; nasıl bugünkü vicdana uygun değilse, bu uzak amca-oğlunun o kızın nikâhında velisi olması da.o kadar haklılıktan uzaktır. Çünkü bu amcaoğlu hukuken sakıncasız olmamakla birlikte, kız ile evlenmek isteyebilir. Eski. çağlarda baba soyu ile evlilik; yasaklanmış olduğundan övülmüş olabilirdi. Fakat bugün, denklik ilgi yönüyle olmaktan çok; tahsil ve terbiye, edep ve ahlâk bakımındandır. Bugün, ayni baba soyundan oldukları halde; anlayış ve ahlaken ayrı olan fertlerin varlığı pek de az değildir. Bunun için, aile konusu ancak, bugünkü gelenekte yaşayan bir eşitliğe değer verebilir. Sonuç olarak öç alma ve diyet yargısından uzaklaşılınca, velilik ve miras konularında da "baba" soyunun bir önemi kalmaması gerekirdi. Bunun sonucu baba soyu bir aile tipi; dayanışmalı bir aile özelliğini kaybederek, uzakta kalmış akrabalar durumuna düşmektedir. Esasen baba soyu "usbe" tipli ailenin ne mirası, ne de hukuku uygun değildir. "Usbe" hukuku, eski cahiliyet devrinin bir gelişimidir ki, geleneğin devamı şeklinde İslâm dininin çıkışından sonra da devam etmiştir. İslâmiyet'in kurmadığı, ancak hoşgörürlü davrandığı bu gibi âdetlere "Sünnet-i takririye" (bildirilmiş sünnetler) de-, necek yerde; "anlatılarak yerleştirilmeye çalışılmış_alışkan-lıklar" denilse; daha uzun olurdu. İslâmiyetin "vahiy'Me kurduğu aile tipi; erkek ve kadınların mirasçı olabildiği "ehl" adıyla anılan aile tipidir. Aile hukukunun ve mirasın her şeyden önce erkek ve kadına dayandırılması; daha çok İslâmîolan bir kuraldır. Yalnız "ehl" tipi ailenin, erkek ve kadın unsurları olmadığı zaman; hukuken ve miras yönünden baba veya ana soyuna başvurulabilir. Sonuç olarak; ailenin gelişimi bize gösteriyor ki; büyük aile, "simye (klan), usbe, ehl" örnekleri küçük aile; "Usbe Zadroga, ehl, lyal" örneklerinden geçip
giderek küçülmüştür. Toplumun gelişimi, tam toplumların en küçüğü olan "aşiretten" başlayarak "millet" düzeyine çıktığı gibi; ailenin gelişimi de "simye" (klân)den "tyal"a'doğru gittikçe küçülmük biçiminde bir yol izlemiştir. Ailenin, böyle bir gelişim kanununa uyduğu bilinmedikçe; bugün içinde bulunduğumuz çağ git' Q8ç, :amanla135 rında giderek aile dayanışmasının yıkıldığını, fertlerin kişisel çıkarcılığına ve fertçiliğe gidildiğini zannetmek, kaçınılmaz bir sonuç olur. Çünkü bugün gerçekten, baba soyunun fertleri arasındaki akrabalık bağları zayıflamaktadır. Bundan başka, boşanmaların sayı olarak çoğalması da; eşlerin çocuklarını düşünmeyerek, bencil duygulara giderek daha çok kapılmakta olduklarını gösterir. Bu durumlar, gerçekten ülkemizde bir aile bunalımının olduğunu gösterir. Fakat bunun düzeltilmesi için; baba soyu "usbe" tipi aile dayanışmasını kuvvetlendirmeğe çalışmak boşunadır. Çünkü öç alma ve diyet dayanışmasına bağlı olan arabalığın bu durumunun giderek bozulması ve çökmesi kaçınılmazdır. Asıl dayanışmaları kuvvetlendirecek akrabalık tipleri; dede, nine, baba, anne ve çocuklardan meydana gelen aile tipi olan "eh!" ile daha darlaştırılmış olan aile tipi "lyai1-'dir. ' Aile kanunu: Büyük aileyi "ehT'den, küçük aileyi "ıyal'-'den ibaret görerek akrabalık bağlarını bu esaslara göre doğrularsa, aile dayanışmasının güçlenmesine büyük bir hizmet yapabilir. Çünkü kanun ancak gelenekte yaşayan kurallara dayandığrzaman etkili olabilir. Bununla birlikte, aile dayanışmasının kuvvetlenmesini yalnız kanundan bek-liyemeyiz. Bu konuda; ahlâk akımları ile eğitim hareketlerinin de büyük etkileri vardır. ŞÖVALYE AŞKI VE FEMİNİZM Avrupa'da ayrı çağlarda doğdukları halde; ülkemize aynı zamanda giren bu iki akımı, haksızca birbirine karıştırıyoruz. Şövalye aşkı (= amour chevalerasque) orta çağda, feodalizm devrinde güney Avrupa'nın doğurduğu bir durumdur. Feminizm ise; şimdi Avrupalı olan milletlerde, demokrasi hareketleriyle doğup gelişen, çağdaş bir akımdır. Şövalye aşkının özelliğini anlamak için, güzelliğin bugünkü anlayışını, eski anlayıştan ayırmamız gerekir. Günümüzdeki toplumlar; güzel san'atları erkeklerden çok, kadınlara ait düşünmektedir. Oysa eski toplumlarda kadınlar, özel136 likte ekonomik işlerle uğraşırlardı. Dans, müzik, şiir gibi güzel san'atlarla ise daha çok erkekler uğraşırdı. Çünkü eski toplumlarda kadın ya kutsal ya da alelade kabul edilirdi. Bir yaratık, olumlu veya olumsuz şekilde kutsal tanınınca; artık onda güzel san'atlarla ilgili özellik sözkonusu olmaz. Çünkü, olumlu veya olumsuz bir kutsallık duygusu, benliği dinî bilgelik duygularıyla doldurarak; güzel san'atlarla ilgili heyecanların gelişmesine engel olur. Kadının güzel bir varlık şeklinde görülebilmesi için; öncelikle, kutsallığın olumlu yada olumsuzluğundan biraz kurtulması gereklidir. Çünkü, kutsallığın büsbütün dışında kalınması, güzellik özelliğini kaybettirir. Hayvanlarda kutsallık duygusu yoktur. Bunun için, hayvanlar dişilerini kutsallık dışı (prafane) görürler. Dişi hayvanlar, erkekleri için; yalnız hoş (agreabe) görünür. Güzel (beau) görünmez. "Hoş"luk duygusu, fizik olarak; psikolojik bir olaydır. Oysa güzellik duygusu, haz duygusu ile zayıf bir kutsallık duygusunun kaynaşmasından meydana gelmiş karışık bir heyecandır. Bunun için güzellik duygusu; kutsallık duygusu gibi, toplumeu-psikolojik bir duygudur. "Hoş" olarak tanımlanan duygunun her canlıda, meselâ insan türünde ortak olması; fiziksel psikolojik bir olay olduğuna işaret ettiği gibi; "güzel"lik duygusunun milletten millete değişmesinin, de her toplumun kendine özgü bir özelliği olduğunu belgeler. Kadın sosyal hayattan önce, erkek için yalnızca "hoş" bir yaratıktır. Fakat sosyal hayatın aşırı heyecan devrelerinde doğan kutsallık duygusu; totemi kanda, kan ilişkisi ile de kadında doğurdu. Bundan sonra "hoş" olan bu yaratığa; tekinsizlik duygusu veya günah korkusu ile bakmamak gerekti. Bunun için, anaüstün simye (klan) devrinde-, bifsimyenin kadınları, erkekleri için mahrem (kapalı) oldu. Ata-erkil (baba-üstün) aile döneminde, bir kadın kocasından başka erkeklere yasak (haram) oldu. Aynı kökten türeyen kelimelerin aralarındaki ilgi
gösteriyor ki; kadının gerek mahrem (gizlenmesi) gerekse haram (yasaklanmış) olması, muhterem (saygıdeğer) tanınmasından ileri geliyor,du. Bundan dolayı kadın sert bir şekilde saygıdeğer ve kutsal tanındıkça; taşıdığı "hoş"luk oha yaklaşmayı değil, ondan uzaklaşmayı gerektiriyordu. Bu uzaklaşma duygusu güç137 lü olduğu anlarda, tabiîdir ki güzellik duygusu gelişemezdi. Fakat kadın eski duruma oranla, daha az kutsal görülmeğe başlayınca, "hoş" duygusu ile zayıflamış olan "kutsallık" duygusunun kaynaşmasından; "güzel" adını verdiğimiz yeni bir duygunun doğuş yeri olmaya başladı. Bu durumun bir benzerini de "sıla" hastalığında görürüz. Fert, içinde doğup büyümüş olduğu vatanında bulundukça; onun birçok "hoş"luklarını duymakla birlikte, onlara güzel sıfatını vermek hatırına dahi, gelmez. Fakat, fert gurbete çıkıp da sıla'ya dönmek imkânından da yoksun olduğu ah "nostalji" (sıla hastalığı) denilen bir hastalığa yakalanır. Bu anda, bir yandan eski "hoş"lukların hatırası, diğer yandan oraya gitmek hürriyetinden yoksunluğu birleşince; çok güçlü bir sıla özlemi oluşur. Demekki güzellik duygusu; manevî bir ayrılıktan sonra, kadınlığa karşı duyulan "nostalji"den ibarettir. Eski Yunan edebiyatı, toplumun ata-erkil ahlâk anlayışı-1 na ters olduğu için; kadında, yalnız akrabalık duygularını, aile hislerini arardı. Bu çağda aile kadınları kutsalolduğu gibi, aşifteter de bütünüyle "olumsuz kutsal"dı. Bundan dolayı her ikisi de, maddî olmayan güzellikle ilgili bir aşka hedef olamazdı. Emevîler ve Abbasîler çağının konaklarında da "hurreler" (ev kadınları) kutsal, cariyeler "olumsuz kutsal" kabul edilirdi. Bu yüzden bu çağda da, saygıdeğer bir koca ile, fiziksel bir aşktan başka bir şey yoktu. Avrupa'nın orta-çağ edebiyatında ise; iki devre görürüz. Birisi Türkler'in ozanlarına benzeyen "scalde"ler, diğeri ise, Türkler'in saz şairlerine benzeyen "chantre de mour"lar devridir. İskaldların <52) tasvir ettikleri kadınlar; aynen Dede Kor-kut'un kadınları gibi: silahşor, intikamcı ve savaşçıdır. Bunlarda, bugünkü kadınların ince duyguları görülmediği gibi; erkekler de onlara karşı günümüzdeki gibi güzel duygular taşımıyorlardı. Dede Korkut'tan bir misal verebiliriz: "Kanlı Koca" oğlunu evlendirmek istiyor. Oğlu "Kontoralı" diyor ki: "Baba, çün meni everim dersin, mana lâyık kız nice olur? Baba, men yerimde durmadan evvel durmuş ola. Men ka-irakoç atıma binmeden binmiş ola. Men kanlı kâfir iline var(52) İskald: Avrupa'da bir toplumdur ve amazonların hikâyesini andırır. 138: madan evvel varmış, bana baş getirmiş ola." Kanlı Koca der: "Oğul sen kızistemezmişsin, bircilâsun (yiğit) bahadır istermişsin." (Kitab-ı Dede Korkut Sh:96) Aynı eserinde Dede Korkut'un "Silcan Hatun", Bânî Çiçek Hatun gibiikadınlar, Kontoralı'nın ülküsüne bütünüyle uygun olan dişi herküllerdir. Alman destanında "Sigord1-'un ve sonraları "Atlı" (Atilâ)'nın hanımı olan "Godrona"; kardeşlerinin müthiş intikamını alırken, taş yürekli bir aşiret kahramanıdır. Avrupa'da "İkokald'Marın yerine "Terobador"ların hakim olduğu çağda; halk türküleri, kadınları başka bir yüz ile gösteriyor. Aynı durumu ülkemizde, ozanların yerine aşıkların geçmesiyle de görüyoruz. Gerçekten Şah İsmail, Aşık Garip, Kerem, Arzu ile Kamber gibi aşık hikâyeleri kitabı; Dede Korkut'un devamı olmakla birlikte, ondan bütünüyle ayrılmışlardı. Çünkü bu hikâyelerde kahramanların kahramanlıkları belirtilmekle!birlikte.aşıklarına karşı duydukları ateşli ve nazik aşkları da vurgulanmaktadır. Bani Çiçek Hatun; "Arap ZengP'adı ile Şah İsmail Hikâyesi'nde yine görülüyor. Fakat ozanlar devrinde kural olan bu durum, aşıklar çağında olağan dışı kalıyor. Batı Avrupa'nın güneyinde "Terobador"lar, bu yeni çağa büsbütün karakteristik bir şekil verdiler. Batı Avrupa'da feodalizm "Fief'lerin (vasaldaki ayrıcalık hakları) kız evlâda geçişini kabul ediyordu. Bu şekilde, bir hayır yerinin sahibi olan bir kadın; birçok "vasallar"ın ve "şövalyeler'-'in amiri oluyordu. Bu durum, savaşçı erkekleri bir kadının emri altına soktuğundan; kadınla erkek
arasında ata-erkil kurullara bütünüyle karşı olan yeni bir ilgi durumunu doğuruyordu. -Çünkü, babasının ve kocasının özel hükmü altında bulunan bir kadın; birçok cesur ve kahraman erkeğin hukuk yönünden hakimi oluyordu. Ata-erkil aile kanununa göre, erkeğe boyun eğmekle yükümlü olan kadın; şimdi erkeklerden aynı şeyi istiyordu. Onlara komuta ediyor, onları yargılayarak, haklarında hüküm veriyordu. İşte böyle bir çağda, bir şövalye; bağlı olduğu ve emir aldığı bir kadına aşık olunca; bu aşk bir yandan üstünün, astına karşı bir prestij şeklinde doğuyor, diğer yandan da ümitsiz bir istekten ibaret kalıyordu. Çünkü bu aşk; evlilik 139 dışında doğmakla birlikte, evlilik güvenliğini bozmamakla yükümlü idi. Kadın aşığını denemek için, Haçlı Savaşlan'na gönderirdi. Aşık, istenilen kahramanlıkları yaptıktan sonra da bir ümit besleyemezdi. Yalnız aşığı olan kadın; ona günahsız (!) olmak üzere bir gecesini verirdi. "Les chants de Lâube" denilen sabah türkülerinde; daima, bu günahsız (!) gecenin maksadına erişilmemiş ayrılığı tasvir olunur. İşte "şövalye aşkı" denilen yeni duygu, Fransa'nın güneyinde ve İtalya'da doğarak Avrupa'nın diğer yönlerine yayıldı. Fakat İngiltere'ye en sonra geldiğinden, orada kökleş-medi. Rönesanstan sonra, eski Yunan ve Lâtin edebiyatları taklide başlanınca, eski ata-erkil aile hayatının etkisi ile, bu yeni aşkın sona ermesi gerekirken, aksine yeni hayatın gücü ile devam etti. "Rasin" trajedilerinde tasvir ettiği Yunan kadınlarını; eski Yunan kadınlarından çok, bugünkü kadına benzer bir örnekte yaratıyordu. "Petrack" bir yandan "Afrika'yı eski Lâtin destanları tarzında yazarak "Kapitol" de dile getirilirken, diğer yandan da; şövalye aşkını şarkılarla ifade eden bir halk şairi sıfatı ile şiirler yazıyordu. Türkler'in feodalizm devrinde de sultan hanımlar "ıkta ve has" denilen bağışlanmış topraklara sahip olurlar ve ba-zan bizzat kendileri, bu toprakları idare ederlerdi. Bundan başka küçük oğullarının velisi olarak, devlet yönetimini de ellerine alırlar, oğullarının at beğleri aracılığı ile yönetici olurlardı. Avrupa'da aşk, evlilik dışında kalıyor, dinî veya felsefî bir şekil alıyordu/Selçuk Türkleri'nde ise; şövalye özelliğinde olan bir Kölemen, saltanat vekili olan kadın aşığının önce oğlunun at beği, sonra kendisinin kocası oluyordu. "Secraldir" olayı, bu durumun Misır Köiemenleri'nde de olduğunu gösteriyor. Bundan dolayı Türkler'de Kölemen aşkı; cinsel ahlâka daha uygun olarak, evlilikle sonuçlanıyordu. Avrupa'da şövalye aşkı, İngiltere'de derin bir biçimde kökleşememişti. Gerçekten Sheakespeare dramları karı ve kocanın sadakatini alkışlıyor ve bu bağlılığı bazan evlilik dışı aşkı; gülünç ve kötü gösteriyor. Görülüyor ki, yeni aşk, feodal İngilizler'le, Türkler'de birbirine benzer şekilde doğmuş, ikisi de karı-kocalık çevresinde kalarak cinsel ahlâka uygun bir şekil almıştır. —¦ 140 —. İngiliz hayatı ve edebiyatının bu özelliğindendir ki, kızların serbestçe okuyacakları edebî eserler, ancak ingiliz romanlarıdır. Biz Avrupa edebiyatını taklit ederken; İngiliz eserlerini model alsa idik; Tanzimat edebiyatımız, ahlâk ve karakterimiz üzerinde bu derece yıkıcı ve bozucu etki yapmayacaktı. İngiltere'de kadın aşırı derecede kutsal olmadığı gibi; büsbütün kutsallık dışı da değildir. Bundan dolayıdır ki, orada kadın; Hem güzellik ülküsü, hem de ahlâkî bir şahsiyettir.*53' Kadın bütünüyle kutsal olmayan varlık olarak tanınacak olursa, sosyal hayatın bütün gizliliği ve özelliği kalkar. Çünkü güzellik; kadındaki saklanmış hoşlukların, gizemli bir kutsallık perdesi arasından görünmesidir. Aşifte bir kadın, ne derece fiziksel güzelliğe sahip olursa olsun; hiçbir erkek ruhunu büyüleyemez. Bir kadın ahlâklı olduğu oranda, güzellik kavramının çekiciliğine sahip ve ruhlara hakim olur. Bir kadının temizliği, köklü ve bilinçli bir özellik olmakla birlikte; görünüşte saygın ve ciddiyet özellikleriyle meydana çıkar. Hafif meşrep bir kadın, gerçekte temiz olsa bile; halkın gözünde temiz ve saygın tanınmaz. Bunun için kadın, tavır ve davranışlarını; içinde yaşadığı ve ait olduğu toplumun öz kültürüne, yani ahlâk ülküsüne göre düzenlemelidir. Sonuç olarak Avrupa'nın
güzellik anlayışı, bize İngiltere yoluyla gelmeyip, Fransa yoluyla geldiğinden faydasından çok zararı oldu. . Çünkü cinsel ahlâka uymayan bu kadın aşkı, Türkiye'de; cinsel bir ahlâksızlık, hattâ cinsel ahlâksızlık akımı doğurmağa başladı. Fikret hariç olmak üzere, "Servet-i Fü-nûn Edebiyatı" ile başlayan hasıta ahlâk, bu taklidin sonu-jpudur. Avrupa orta-çağının feodal saraylarında doğan karşılıklı iyi niyetli aşk "amourcourtois"; erkeğin, kadını fiziksel bir aşkla değil; narin, nazik ve saygılı bir prestijle sevmesini istediği için, medenî ve iyi davranıştır. Fakat buna medenî bir kadın sevicilik şekli vermekten de kaçınmalıdır. Çünkü kadının saygıdeğer olabilmesi için, öncelikle saygıya değer olması gereklidir. O halde kadının fizik üstü güzelliği, ahlâkından hiçbir biçimde ayrılamaz. Ahlâksızlığa (53) Ziya Gökalp'in bu yargısı, 2O.yüzyıl başındaki İngiltere'de kadın hakkındaki anlayışı belirlemektedir. 141 doğru gideri bir kadınlık anlayışı; sonuçta güzellik anlayışının dışında kalmağa mahkûmdur. Aşkın ahlâkla birleşmesi ise, ancak ahlâk içinde kalmasına bağlıdır. Bununla birlikte, karşılıklı aşkın genel bir sonucu vardır ve bu bütün kadınlara nezaket ve saygı göstermektir. Bu davranışa karşılıklı iyi niyetli davranış "courboisie" adı verilir. Görülüyor ki, şövalye aşkı; kadının erkeklere karşı gönül ateşi yakan (suziran) olmasından meydana gelmiş olması, aristokrasinin bir sonucudur. Feminizme (kadın eşitliğine) gelince, bu aksine demokratlığın bir sonucudur. Birinci durum kadının erkeğe karşı bir imtiyaz ve üstünlüğe sahip olduğunu göstermektedir. İkinci durum ise aksine, kadının hukuk açısından erkeğe eşit olmasını belirtmektedir. Bizde yanlış olarak birinci duruma "feminizm" adı verildiği içindir ki, gerçek bir feminizmin hukukî özellik taşıdığı henüz anlaşılamamıştır. Feminizm; kadının aile hukukunda, meslek ve vatandaşlık hukukunda erkeğe eşit olması demektir. Bu hakları uygulayabilmek için, düşünce ve ahlâk açısından hazırlanmak gereklidir. Feminizm (kadın-erkek eşitliği) bir hukuk konusu olduğu kadar, bir eğitim konusu özelliğini taşır. Çünkü önceleri, yalnız ailedeki iş bölümüne giren kadın, toplumdaki iş bölümünde birtakım hizmetler yüklenince, sorumluluk duygusuna erişmiş ve duyguları yerine, mantığı ile daha güçlü becerilere sahip olması gerekmiştir. Ona, bu yeni özellikleri kazandırabilecek tek etken eğitimdir. Avrupa ve Amerika'da, özellikle Cermen milletleriyle Turan milletleri kadına siyasal haklar vermişlerdir. Bu hareketin başında, Yeni Zelanda'nın, Avustralya'nın ve Amerika'nın Anglo-Sakspnları olmak üzere İngiliz milletini, sonra Almanlar'ı ve Macarlar'ı sayabiliriz. Bununla beraber, diğer Avrupa milletlerinde de kadının gerek aile hukukundaki ve gerekse medenî hukuktaki yerleri giderek yükselmektedir. Türkiye'de kadın hukuku, Tanzimat'ın ta başlangıcında da "Toprak Kanunu" ile yeni bir döneme girmiştir. Bugün de aile hukukunda; kadın, yeni birtakım gelişme ve yükselmelere şahit oluyor. Fakat Türk kadını, bu savaş anında özellikle birçok mesleklere pratikte girerek gelişme yolunda büyük adımlar attı. Bir yandan da bu mesleklerde 142 başarılı olmak için, lise öğreniminden başka, meslekî ve yüksek öğretimde de payını almağa çalıştı. Türk kadınının başlamış olduğu bu yeni hayat, acaba Türk ailesi için olumlu olacak mı? Buna verilecek cevabın şekli, Türk kadınının bu yeni hayatı nasıl bir felsefe ile takip edeceğini bilmesine bağlıdır. Feminizm, kadının erkeğe eşit olması, erkeğe benzemesi demektir. Erkek yalnız sosyal hayatta değil, düzensiz hayatta da kadından daha güçlü, daha dinamik bir şekilde yaşadığı için; kadına oranla şahsiyet ve fizik olarak daha güçlüdür. Bundan dolayı kadın, erkek kadar şahsiyet sahibi olmaya çalışmalı, fakat erkek gibi de benliğine esir olmamalıdır. Erkek vatandaşlık ve meslek ahlâkı yönünden kadının üstündedir. Kadın bu konularda erkeğe ne derece benzemeğe çalışırsa, o derece yükselir. Fakat aynı zamanda erkek, fiziksel tutkularında da aşırı olduğu için; cinsel ahlâk ve aile ahlâkı yönüyle kadının altındadır. Erkek sarhoş olur, kumar oynar, çirkin eğlencelerin hiçbirinden kaçmaz. Bu alanlarda kadın, erkeğe benzemeyerek aksine
onu kendine benzetmeğe çalışmalıdır. Bu eşitlik ilkesi'Türk kadınını; vatandaşlık ve meslek görevlerine çağırırken, onlardan aileye ait görevlerini de istemeyi unutmamalıdır. Özellikle cinsel ahlâkta öğretîci-eğitici ve yol gösterici rolünün kendilerine ait olduğunu daima onlara hatırlatmalıdır. 143 ÇAĞDAŞ AİLE VE MİLLÎ AİLE Psikologlar fertlerdeki ruhsal olayları duygu, zihin, irade adlarıyla üç yeteneğe ayırırlar. Her millet aynen bir fert gibi, kendine özgü bir psikolojiye (ruha) sahiptir. (Milletlere ait psikolojiye"millî ruh-millî şuur" adı verilir.) Bunun için sosyoloji ile psikoloji arasında kıyaslama yapmak isteyenler, "millî ruh"u da, "kişisel ruh" (psikoloji) gibi üç yapıya ayırabilirler. Bu üç yapı: Hars (öz kültür) medeniyet (üniversal değer yargıları) ve devlettir. Milletin içten gelen ortak köklü duygu ve düşünceleri toplamına hars (culture) diyoruz ki; bu ferdin bilinç duygusu(sensabilite) yeteneğine karşılıktır. Milletin zihinsel kavramlarının toplamına medeniyet (ci-vilisation) denilir ki; bu ferdin zihin (intelegance) yeteneğine karşılıktır. Milletin bilinç gücüyle doğan unsurların toplamına devlet (etat) denilir ki; bu da irade (volonte),yeteneğine karşılık tutulabilir. Bir milletin öz kültürü, yalnız kendine özgüdür. Çünkü öz kültürün esası; dinî, ahlâkî ve güzellik hayecanlarıdır. Bu duygular da, milletin en içten ve en köklü olan duygularıdır. Bu köklü duygular, milletin kendi şahsiyetinin içten gelen ifadeleri olduğu gibi; bunlara katılan özel dili de, milletin tarihî ve sosyal hayatının bir aynasıdır. Milletin sahip olduğu medeniyet ise, kendine özgü değildir. Çünkü medeniyet, pozitif ilimlerden (fen bilimleri ve teknolojiden), me-todlardan meydana gelir. Bunlar bir milletten diğer millete geçer. Meselâ Alman_özkültürü kendine aittir. Medeniyeti ise insanlığın malıdır. Fransızlar ve diğer milletler kendilerine özgü öz kültüre sahiptirler. Medeniyetin ortak oluşu; Milletlerin de tek başlarına yaşamayıp, büyük topluluklar halinde bulunduklarını gösterir. Medeniyetleri olan milletlerin bu şekilde oluşturdukları sosyal topluluğa "Medeniyet" adı verilir. Milletlerin, öz kültürleri açısından, birbirlerinden ayrılarak, medeniyet yönünden birleşmeleri; fertlerin duygularından ayrılarak, mantığa uygun bilgiler açısından birleşmelerinin aynıdır. "Akıl İçin yol birdir" vecizesi, aklın daima fertleri birleştirdiğine bir belgedir. "Zevkten Sözedilmez, mezhepten (gidilen yoldan) sözedilir, eğlenceden 144 sözedilmez" şeklindeki misaller ise; duygular konusunda anlaşmazlıkların çokluğunu gösterir. İşte milletlerin medeniyetle ortak olmaları, onlar için de akıl yolunun bir olmasındandır. Öz kültürlerinde ayrı bulunmalarının açıklaması ise; zevkin ve karakterin özel olmasından ileri gelmiştir. Hukukî konuların toplamı olan "devlef'e gelince;ideal şeklinde, öz kültür gibi millî olması gerekir. Fakat bu, ülkü şeklinde şimdiye dek çok az gerçekleşebilmiştir. Genellikle bir milleti, birkaç devlet şeklinde ayrılmış veya bir devleti, çeşitli milletleri kapsamış biçimde görürüz. Meselâ: Almanya'nın Almanlar'ı iki ayrı devlete ayrılmıştır. Bu arada Avsturya ve Rusya devletleri de; çeşitli milletleri kapsamaktadır. Yukarıda özellikle din, ahlâk ve erdemlilik duygusunun millî öz kültürü oluşturduğunu söylemiştik. Buna karşı birçok milletlerin; din, ahlâk, erdemlilik ve güzellik anlayışlarının ortak 'olduğu,, karşı görüş olarak ileri sürülebilir. Gerçekten, çeşitli milletler "mezhep" (doktrin), "teknoloji" ve "metod" yönleriyle, dinde, ahlâkta ve güzellik anlayışında ortak değerleri taşıyabilirler. Fakat bu düşünce ve akla ait unsurlar, değer yargıları, hangi kurum ile ilgili olursa olsun, medeniyetin kapsamı içindedir. Aksine zevk, eğlence, vecd gibi şuurlu ve duygulu unsurlar da; hangi kuruma ait olurlarsa olsunlar, öz kültür unsurlarıdır. Biz Tanzimat'tan önce, İran medeniyetinde idik. O zamanki mantık v.s. ilimlerimizle, teknolojimiz ve metodları-mız; özde ister Yunan'dan gelsin, ister Hind'ten gelsin genellikle İran etkisi altındaki Abbasîler çağının ürünü olan Arap olan ve olmayanların ortak medeniyetinden (Şuubi-ye medeniyetinden) alınmıştır. Bundan dolayı, bu şuubi-ye medeniyetinin bir adı da "Iran Medeniyeti"dir. Biz, Tanzimat çağında bu medeniyetten, Avrupa medeniyetine
geçerken; yalnız akıl ve mantığımızı, teknoloji ve metodları-mızı değiştirecektik. Avrupa'dan yalnızca yeni medeniyetin derslerini alacaktık. Fakat Tanzimat'çılar medeniyetten başka, bir de öz kültür olduğunu bilmedikleri için, "Batılılaşmak" işlemini, millî şahsiyetimizin en köklü kaynaklarına yaymak istediler. İşte.Tanzimat'çıların en büyük yanlışı budur. Gerçekten biz bu çağda, Avrupa medeniyetini köklü bir şekilde temsil etmedikçe yaşayamazdık: Tanzimatçılar bu 145 gerçeği idrak ederek, uygulamaya başladıkaları için; onlara teşekkürümüz büyüktür. Onlar çağları gereği yeniliği ancak böyle anlayabilirlerdi. Fakat, bugün biz de halâ onlar gibi düşünürsek; hiçbir şekilde özürlü sayılamayız. Evet, biz Avrupa medeniyetine ciddî bir şekilde gireceğiz. Fakat o medeniyet içinde biz, millî öz kültürümüzle, diğer Avrupalı milletlerden yine ayrı kalacağız. Nasıl ki Fransızlar, İngilizler, Almanlar, Ruslar aynı medeniyetin içinde oldukları halde öz kültürleri bakımından birbirlerinden derin farklarla ayrı bulunuyorlar. Hattâ bu ayrılık, giderek azalacağı yerde, giderek daha faza büyüyor. Çünkü giderek millî şahsiyetler daha güçlü, daha canlı, daha açık bir şekil alıyor. Diğer Avrupalı milletler, din ve soyca aynı kaynaktan oldukları halde; birbirinden bu derece farklı bulunurlarsa, soy ve din yönlerinden onlardan ayrı olan Türkler'in, bu ortak medeniyet içinde daha çok şahsiyetli bir öz kültür yaratmaları gerekmez mi? Bununla birlikte biz, Avrupa medeniyetine girdikten sonra; eski öz kültürümüzün olduğu gibi kalacağını da iddia etmiyoruz. Fert psikolojisinde duyarlılık, akıl ve bilinç yeteneklerinin nasıl karşılıklı etkileri varsa, millî şahsiyette de; öz kültür, medeniyet ve devlet yapılarının karşılıklı şekilde birbirlerine etkileri vardır. Gerek medeniyetimizde, gerek devletimizde meydana gelen yeniliklerin, öz kültürümüzde birçok yenilikler ve gelişmeler meydana getirmemesi mümkün değildir. Gerçi öz kültürün yenilenmesi, özellikle sosyal yapının değişmesine bağlıdır. Ancak, öz kültürün yenilenmesi yalnız bu şarta özgü olsa bile, medenî ve siyasî inkılâplar, sosyal yapıyı değiştirdikleri için; bu yolla da öz kültürün yenilenmesine etki edebilirler. Oysa psikolojik yetenekler gibi, sosyal yapı birimleri de dayanışma içinde olduklarından; doğrudan birbirlerine etki edebilirler. Bunun için Avrupa medeniyetine girerken, millî öz kültürümüzün de yenileneceğini kabul etmek gerekir. Fakat bu yeniliğin de medenî ve siyasî inkılâplarımız gibi; Avrupa'yı model seçerek aynen taklit etmekle meydana geleceğine inanmak yanlıştır. Medenî ve siyasî inkılâplar, cansız cisimlerin dıştan katmalarla büyümesi gibi, yalnızca aritmetik ölçü yönünden olabilir. Oysa öz kültürün ye146 nilenmesi, canlı yapıların içten gelen atılışfarla oluşan yaratıcı gelişme biçimindedir. Yeni medeniyet ve yeni hukuk, ancak; milletin öz benliğine girerek orada bütünüyle benimsendikten sonra, millî duyguları değiştirebilir. Yoksa ne öğretim ve kuruluş, ne de taklit ve inandırıcı etkileme içten gelen heyecanlarımızı doğrudan değiştiremez. Yenilik yanlılarının telkinle millete, yeni duygular aşılamakta başarılı olabilmesi; ancak, millet üzerinde manevî bir baskıya sahip olmalarıyla mümkündür. Bu manevî baskı ise, daha önce, millet tarafından eğitilmiş fertlerde bulunabilir. Yenilikçilerin veya öğreticilerin etkileme gücü, onlara; ortak medeniyetten değil, millî (öz) kültürden gelir. Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki, biz medeniyet yönü ile Avrupa'nın bir öğrencisi olmak zorundayız. Fakat öz kültür yönüyle, tamamen bağımsız olmağa çalışmalıyız. Devleti meydana getiren "hukuk"a gelince; ahlâkî duygulara dayandığı için, bunun bir birimi öz kültürdür. Fakat, aynı zamanda, çağdaş ilimlere, teknooljiye, metodlara uyması gerektiğinden; bir birimi de medeniyettedir. Devlete ve diğer kurumlara uygulanabilen bu değişkenlik; esas konumuz olan "aile" için de aynen uygulanabilir. Gerçekten, Avrupa medeniyetine girerken "aile" ve "kadınlık" anlayışlarında da; eski düşüncelerimiz değişerek, Avrupa dü- -şüncesini kabul etmemiz zorunlu idi.
Ülkemizde "Çağdaş Aile" ve "Çağdaş Kadınlık" akımlarının meydana gelmesi, bu zorunluluğun bir sonucundan ibarettir. Fakat dikkat edince görürüz ki; Avrupa'da bu konular için, birtakım ortak düşünceler olmakla birlikte, her millette aile ve kadınlık için;özel ve birbirinden ayrı psiko-. lojiler de vardır. Hiç şüphesiz o ortak düşünceler ortak medeniyetin ürünü olduğu gibi, bu orijinal psikolojiler de bağımsız ve millî olan öz kültürün doğurduğu unsurlardır. Bundan dolayı "Avrupalı Aile" tipi içinde "İngiliz Ailesi" "Fransız Ailesi", "Alman Ailesi" gibi özel tipler de vardır. Misal olarak daha önce açıkladığımız "karşılıklı erdemlilik" ve "Feminizm" (kadının eşitliği) müessesesini alalım. Bunlar günümüzde Avrupa medeniyetini aile konusunda ka-rakterize eden iki anlayıştır. Bu iki anlayış, Avrupalı milletlerin herbirinde, birbirinden bütünüyle ayrı yepyeni psikolojiler doğurmaktadır. Her millet* kendi özelliğini korumada son derece bencil olduğundan; hiçbiri diğerini taklit etmek istemez. 147 Millî kültürün ölçüsü "millî gurur"dur. Başka yönlerde bencillik ve gurur, kötü özellikler olduğu halde; öz kültürün korunmasında aksine son derece güzeldir. Bir millet, varlığını ancak "millî şahsiyef'ini korumakla sürdürebilir. Öz kültür açısından, başka milletleri kendi üstünde gören bir millet; bozulmuş demektir. Bu duruma göre, medeniyet bakımından biz Türkler; Av-rupaılar'ı kendimizden yüksek görebiliriz. Bu konuda Av-rupalılar'ın öğrencisi ve taklitçisi olabiliriz. Fakat, asla hiçbir milletin öz kültürünü; kendi öz kültürümüzden yüksek görmemeliyiz. Asla,öz kültür konusunda; hiçbir milletin öğrencisi veya taklitçisi olamayız. Avrupa'dan medenî anlayış ve düşünüşleri aynen alabiliriz. Medeniyetimizin yükselişi, Avrupa medeniyetine benzeme yoluyla olabilir. Bu hareketlerde hiçbir tehlikeli konu . yoktur. Fakat harsımızın gelişmesi; asla, aynı yolu takip edemez. Öz kültürümüz: Sosyal yapımızın, medeniyet ve devlet organlarımızın değişikliklerine uymakla birlikte; aynen bir tohumun, toprak, su ve havanın sağladığı imkânlar sayesinde kendine özgü bir gelişimle çimlenerek büyümesi gbii, içten ve köklü bir gelişimle yenilenip meydana çıkabilir. Ülkemizde medenî yükseliş ile, öz kültür gelişimi arasında bu köklü farkların anlaşılamaması yüzünden; diğer kurumlar gibi ailenin de şiddetli bir kriz (buhran) geçirmekte olduğunu görüyoruz. Bir yandan batıcılık taraftarları millî öz kültürümüzün varlığından habersiz olduklarından; yalnız medenî yükselişe önem verirler. Bunun için, her konu gibi; aile konusunda da körü körüne Avrupa'yı taklide çalışıyorlar. Çağdaş aileye ulaşacağız diye, millî aileyi yıkıyorlar. Diğer yandan doğu kültürüne aşırı bağlı olanlar da; geleneksel aile bozulacak diye, çağdaş aileyi ve çağdaş kadınlık anlayış ve görüşlerini kesinlikle reddediyorlar. Bize göre bu aşırı akımların ikisi de doğru değildir. Türk ailesi, Avrupa medeniyetinden yeni görüş ve anlayışları alarak, şüphesiz çağdaşlaşacaktır. Fakat Türk ailesi, ne Fransız ailesinin, ne İngiliz ailesinin, ne de Alman ailesinin bir eşi olmayacaktır. Türk kadınlığı çağdaş yükselişlerden faydalanarak birtakım yücelikleri elde edecektir. Fakat Türk kadını; ne Fransız kadının, ne İngiliz kadının, ne de Alman kadının bir taslağı olmayacaktır. 148 Öz kültürünün gelişmesi ve yükselişi, bütün canlı varlıkların boyun eğdiği iç gelişim yoluyladır. Bundan dolayı, kadının ve ailenin öz millî kültüre ait kısmı da; ancak bu biçimde gelişecektir. Türk ailesinin de, medenî unsurları yönüyle yarın ne olacağını bugünden belirleyebiliriz. Fakat, Türk ailesinin ve Türk kadınlığının öz kültür açısından gelişimin] belirlemek için; elimizde nesnel (objektif) hiçbir belge yoktur. Hayatın doğuracağı bu doğuşu, ancak o doğduktan sonra nitelendirebiliriz. Bununla birlikte millî ailemizin geleceğini, pozitif bir şekilde belirleyemediğimizden, onun normal bir durumda gelişmesini, olumsuz bir yolla temin edebiliriz. Jean Jacqu-es Rousseau'nun tabiatı, medeniyete karşı korumak için uygulanmasını tavsiye ettiği "olumsuz eğitim" metodunu, biz de öz kültürü medeniyete karşı korumak fikriyle neden uygulamayalim? Buna erişmek için; başka milletlere ait aile veya kadınlık tiplerinin bugün taklitleri şeklinde görünen
her şeyi, "taslak" diye reddetmeliyiz. Biz bu taslakları reddettikçe; sosyal gelişim, normal bir şekilde gelişecek, günün birinde, bize millî bir aile ve orijinal bir Türk kadınlığı sunacaktır. 149 "DÜĞÜN ÂDETLERİ" Düğün âdetleri, evliliğin birtakım gereksiz ve anlamsız törelerinden ibaret değildir. Bu âdetlerle evlilik arasında ayrılmaz ilişki vardır. Düğün âdetleri evlilikle o derece kopmaz bir bağa sahiptir ki; evliliğin çeşitli şekillerini, bağlı bulunduğu düğün âdetleriyle ayırabiliriz. Düğün âdetleri yönünden toplumlar beş kışıma ayrılır. Bu ayırım, düğün âdetlerinin çeşitli örneklerini gösterdiği gibi; evliliğin çeşitli şekillerini de, açık bir şekilde gösterebilir. 1- Ana-üstün simyenin (klan) egemen olduğu toplumlarda; hiçbir düğün töreni yoktur. Avustralya'daki aşiretler buna örnektir. Bu tip toplumlarda; bir erkeğin bir kadınla birleşmesi üç şekilde olur: ' a) Erkek, kadını ya arzusu ile veya zorla kaçırır. b) Kadının akrabasından birine, ya kendi kızkardeşini veya akrabasından diğer bir kızı vererek değiş-tokuş yapar. c) Kadının akrabasına bir miktar para verir. Bu şekillerden ikincisi, intikam davasını önlemek içindir. Kız kaçırmadan doğacak tazminatı peşin olarak vermektir. Bununla beraber, bu şekiller evliliğin belirli töreni durumunda değildir. Çünkü bu çağda sosyal evlilik var olmadığı gibi, bu şekiller de tören özelliğinde değildir. Bu biçimde meydana gelen birleşmeler, hayvanlar âleminde olduğu gibi; tabiî birleşmeler durumundadır. Birleşmenin saydığımız şekilleri ise, tabiî birtakım işlemlerden ibarettir. Ne bu işlemlere "âdet" adı verilebilir, ne de birleşmeleri "evlilik" olarak tanımlamak doğrudur. Çünkü bu birleşmelerde kadın ancak, başka birisi tarafından kaçırılıncaya kadar eski sahibinin yanında kalabilir. Güzel bir kadın, fırsatını bulan her erkek tarafından kaçırıldığı için; sürekli elden ele dolaşır. Kuzey Amerika Hintlileri'nde de, ana-üstün klan egemen olduğundan; belirli düğün törenine rastlanmaz. 2- Baba-üstün ailede: Aileler babalık esasına dayandıktan sonra, ilk defa olarak düğün töreni ortaya çıkar. Çünkü; çocuğun anasına olan akrabalığı, tabiî bir doğurma işlemiyle belli olduğundan; sosyal merasimle doğrulanmaya ihtiyacı yoktur. Oysa, babasına olan akrabalığı; böyle tabiî ve açık işlemle sabit olmadığından; birtakım sosyal merasimlerle doğrulanmaya muhtaçtır. Çocukla, baba arasın150 daki sosyal akrabalığı kurmaya yarayan bu merasimler; aynı zamanda kadınla erkek arasındaki "evlilik" olayını da meydana getirir. İlkel toplumlarda bu ilk törenler: Kız kaçırma taklidi ile, satın alma taklidinden ibarettir. Bununla birlikte, bu taklitleri, Avustralya'daki gerçek kız kaçırmalardan, gerçek satın almalardan ayırmalıdır. Çünkü, Avustralya'da bir kadının çalınması veya intikam davasının tazminatı şeklinde olan bu işlemler; baba yönünden olan akrabalığın egemen olduğu toplumlarda; yalnızca danışıklı döğüş yoluyle yapılmış taklitlerden, yani sembolik özellik taşıyan törenlerden ibarettir. Bundan dolayıdır ki, bu işlemler, ikinci tür toplumlarda düzenli evlilikleri, düzensiz birleşmelerden ayıran resmî belgeler olduğu halde; Avustralya toplumlarında hiçbir resmiliğe ve özelliğe sahip değildir. Bu iki işlem, aynı ihtiyaçtan doğduğu içindir ki; satiri alma ile anlaşmalı ve sembolik kız kaçırma âdetlerinin birbirlerine kopmaz bir şekilde bağlı olduklarını görürüz. Bu iki işlem; karı ile kocayı anlaşmalı bir ekonomik bağla, yani kadını, çalma veya satın alma yoluyla erkeğin varlığına geçmesi şeklinde kocasına bağlamaktadır. Bu yolla, kadından doğacak çocukları da babasına bağlamış olur. Demek ki, "kocalığın ilk şekli"; erkeğin kadına bir eşya gibi sahip olması biçiminde düşünülmektedir. "Babalığın ilk şekli" de, babanın evlâdına aynı biçimde sahipliği şeklinde anlaşılmıştır. Birtakım toplumlarda karı ile koca arasındaki evlilik bağı, yalnız bu ekonomik sembollerin az veya çok karmaşık olan şekilleriyle görülür. Fakat diğer toplumlarda ekonomik" sembollere; birtakım dinsel veya evlilikten doğan "akrabalık sembolleri" de girer. "Yıkanma" veya "gelinin üzerine kut-safsu
serpme" şekliyle yapılan ululamalar; "bir hayvanın kurban edilmesi", "güveyin üzerine kurban kanının serpilmesi", erkeğin öğnük (gerdek odasının) eşiğine kurban kanının akıtılması gibi, ayinler söylenebilir. Bundan başka genel ziyafetler, sunulan armağanlar, gelin ile güveyin birbirine hediyeler vermesi iki taraflı akrabaların gelinle güveye, bunların da onlara, hediyeler vermesi; kötü cinlerin etkisini kaldırmak veya yeni ailenin mutluluğunu sağlamak üzere yapılan akrabalık ayinleri de vardır. ¦ i 151 Yıkanmalar, su serpmeler; gelinde var olan, onu erkeklerle birleşmeden yasaklayan "tabıT'ları yoketmek içindir. Kurbanlar, genel ziyafetler ve verilen armağanlar ise; bütün önemli sözleşmelere eklenen dinî şartlardır. İlkel toplumlarda her nafaka ve sözleşme; kesinlikle bir hayvanın kanı dökülerek veya ortak bir ziyafet verilerek yapılır. Karşılıklı hediyeler vermek de, kurban takdiminin bir artığı gi-_ bi görülebilir. Çünkü kurban takdimi; bir simye'nin, kendi mabudu olan totemin yenilmesiyle yapılan işlemden doğduğu gibi; hediye verilmesi de kurban takdiminden doğmuştur. Evliliğin bazı zamanlarda yapılıp, bazı zamanlarda yapılmaması da; dinî veya akrabalıkla ilgisi sebebiyledir. Kutsal veya uğurlu zamanlar, evlenme için en uygun zamanlar olarak kabul edilir. ¦ 3- Aile Dininde ayin: Yukarıda nitelendirilen dinî âyin; düğün töreninin ikinci derecedeki bir unsuru olurdu. Üçüncü sınıf toplumlarda, kız kaçırma veya satın alma anlaşma-. lan; ikinci dereceye düşmüş, dinî semboller birinci dereceye geçmiştir. Dinî âyin birinci dereceye geçince, artık ekonomik sembolle oluşan bir bağı ululamak veya kötü ruhların etkisiyle din ve akraba yasaklarını (tabu'ları) yoketmek görevlerini yapmakla kalmaz. Aksine evlilik bağı, özellikle bu dinî âyinlerle kurulur. Bu çağda, dinî âyinler de ailevî bir özellik olarak özelle-şir. Eski Roma'da olduğu gibi; gelini, kocasının ailevî dinine sokmak şeklinde bir görev yapar. 4- Genel dinlerin kabulünden sonra; aile dinlerine ait tören yerine, genej dinlere özgü tören geçerli olur. Hıristiyanlığın ve İslâmiyetin doğurduğu dinî tören, bu çağa aittir. Bununla beraber eski Araplar, aile dinine sahip olmadıkları için; İslâmiyet'te evlilik töreni ata-erkil toplumlarda olduğu gibi "din ve akrabalık yakınlığı" biçiminde bir özellik almadı. Medenî bir sözleşme şeklinde kaldı. Yalnız kutsal kılınması gayesi ile, bu sözleşmenin bağlanmasından sonra; imam efendi tarafından bir dua okunması kural olarak yerleşti. Buna karşılık İslâm biçimi nikâhta, mehir (boşama üc-reti)nin önemli bir yeri vardır. Bu halin nedeni; evliliğin ikinci devrinde (çağında) bulunan eski Araplar'ın alışkanlıklarından ekonomik sembollere büyük değer verilmesidir. İslâ152 mî aile: İkinci çağdan, birdenbire dördüncü çağa atladığından: "ata-erkil aile"nin izlerinden kurtulmuştur. Bununla birlikte İslâmiyet, "boşanma ücreti" kuralını eski Arap alışkanlığındaki gibi almayarak, ona insanî bir şekil yerdi, f54' Önceleri boşanma ücreti gelinin velisine ait iken; İslâmiyet, bunu doğrudan doğruya evlenen kadına özgü kıldı. Evlilikte seçim hakkını kadına veren bir dinin; bu kuralın bir sembolünden ibaret olan hediyeyi de, ona özgü kılması çok doğaldır. İslâmî nikâhta: a) Güvey ile gelinin isteği, b) Velinin uygun görmesi, c) İki şahitin hazır bulunması d) Boşanma sigortasının varlığı, şeklinde dört şart vardır. İslâmiyet'ten önce evlilik töreni içinde "velime" adı verilen ortak bir ziyafet vardı. Bu ziyafette, bir koyun veya bir başka hayvan kesildiği için; aynı zamanda ortaklaşa bir kurban özelliğini de taşıyordu. Evliliğin ikinci çağına ait olan bu âdetin, eski Araplar'da bulunması tabiî idi. İslâm çağında da bu ortaklaşa ziyafetin devam ettiğini görüyoruz. Bundan başka; Arap alfabesinin birinci "H" harfinin altına konan tire (—) şekli "Hutbe = evlenmek için istenmiş kız veya kadın", ikincisi "H" harfinin üzerine
konan virgül (') şekli "Hutbe = kız isteme, dünürlük" olarak tanımlanan iki adet ikinci şahısa ait sembolde vardır. Kız isteme özelliğinde olan kız tarafından birinci derecedeki şahsa erkek tarafından bir ihtiyar, güvey ailesinin soyluluğundan ve istenilen kıza denk olduğundan sözeder-di. Buna cevap olarak, gelinin akrabasından olan ihtiyar da; hutbe (dinî öğüt) söylerdi. Evlilik anında yapılan konuşmada ise; önce gelin tarafından olan sözcü konuşur, güvey tarafından olan sözcü ise buna cevap verirdi. İslâmiyet çağında da Araplar arasında bu sembollerin ve törenlerin devam ettiği görülür." 5— Düğün töreninin beşinci çağı, "kanunî törenler" biçiminde görülür. Eski toplumlarda devlet, evliliklerin ne şe(54) Eski Arap geleneğinde bu kural, kadına eşya gözü ile bakılarak işlem görürdü. 153 kilde olduğuna önem vermediği halde; çağdaş toplumlarda evlilik, özel bir sözleşme şeklinde değil, genel'bir kurum şeklinde düşünülmeğe başladığından, devlet de evlilik hakkında kurallar koydu. Bundan dolayı, son çağda bir evliliğin imam tarafından onaylanmasına "dini nikâh", kadından izin belgesi alınmasına ahz-ı asker muamelâtında (askere alma işlemlerinde); "Nikâh-ı nizamî" (kanunî nikâh) adı verildi. Koru-yucusuzluk ve yardımsızlık durumu kalkıncaya kadar, bu deyimler; hukukî deyimlerin yeniliği yanında, eskimiş ve köhneleşmiş durumda idi. Yeni aile hukuku uzun süreden beri ülkemizde geçerli olan "nikâh düzeni" şartlarını daha çok genişletip düzenliyor. Bizde dinî nikâh; gerçekte imam efendinin yaptığı Tanrı katında da beğenilmesi dilenilen duadan ibarettir. Nikâha dayanan hukukî konular; genellikle "dinî hukukun" sözleşmeye dayanan esaslarına göre oluştuğundan, bizdeki, ailenin yalnız ekonomik yönleri düzenlenmiş, ahlâkî yönleri boş ve düzensiz kalmıştır. Bundan dolayı, Aile Kanunu'nun bu yönleri de gözönü-ne alınarak, milletin temeli olan aileyi; sağlam bir kurala dayandırması, çok önemli bir yükseliş ve yüceliş gereğidir. 154 TÜRK AİLESİNİN TEMELLERİ "Çağdaş Aile ve Millî Aile" konusunu incelerken, gelecekteki Türk ailesinin "medenî unsurlar"ını bilebilmenin mümkün olduğunu, oysa; "öz kültür unsurlarının bilinmesinin mümkün olmadığını belirtmiştik. Bu anlayışımız prensip yönüyle, çağımızın orijinal filozofu Bergson'un düşüncesine uygundur. Çünkü Bergson'a göre; maddî gerçeklerde meydana gelecek değişiklikler, önceden bilinebilir. Oysa, sosyal gerçeklerde yani, yaşayışta meydana gelecek değişiklikler, önceden bilinemez. Meselâ, güneşin ne zaman tutulacağı, yüzyıllarca önceden belirlenebilir. Fakat, meselâ, Rusya'nın bugünkü inkılâpları yapacağı savaştan önce kestirilernediği gibi; yarın ne gibi ' değişikliklere uğrayacağı da, bugünden belirlenemez. Bize göre sosyal gerçeklerin de ölçüsü ve yaşama dönemleri vardır. Medenî yükselişler veya çöküşler, sosyal gerçekliğin problemli kısmı olduğundan, ortaya çıkmasından önce; kendisini oluşturan sebeplerine dayanılarak belirlenebilir. Fakat öz kültür gelişmesi ve bozuklukları; sosyal gerçekliğin can alıcı kesimi olduğu için; çıkışından önce açık bir şekilde belirlenemez. Bergson, can alıcı olayların oluşundan önce bilinmesini kabul etmemekle birlikte, sezilmesini kabul ediyor. Bu düşünüre göre hayat, sürekli bir savaşmadan ibarettir. Bu atılım ve çabaların bizi nereye kadar götüreceğini sezebilmek için; başlangıcına kadar geri giderek, bu uzanışın kesilmek-sizin süregelen durumlarını, biteviye akıl gücü ile yaş.ama-mız*gereklidir. Yaşama çabasının, başlangıcından günümüze dek geçirmiş olduğu gelişimini ve bu atılışın gelecekte hangi durumları meydana getirebileceğini, akıl gücü ile sezebiliriz. İşte Bergson, "Yaratıcı Ekonomi" adlı eserinde; Bu metodları uygulayarak hayatın akışını sezmeğe çalışmıştır. Bize göre, Bergson'un bu metodu daha çok "Öz Kültür Sosyolojisi"ne uygulanabilir. Türk ailesinin geleceğini sezebilmek için, buradaki yaşama çabasının ta ilk başlangıcına kadar çıkmak gereğini duyuyoruz. 155 /
1 Eski Türkler'de kadının hukuken erkeğe eşit olduğu, hattâ bazen üstün olduğunu daha önce görmüştük. Bilimin görevi, yalnızca olayları tesbit ve belirleme değil, aynı zamanda açıklamak olduğu için; öncelikle bunu açıklamaya çalışmalıyız: İlkel toplumlarda dinî hayat, iki ayrı sistem şeklinde; yani "dinî birlik" ile "akrabalık birliği" şeklindedir. Bu çağda büyü, dinî bütünlükten kısmen ayrı bir bütündür. Ancak, henüz dinî hayatın dışına itilmemiştir. Bundan dolayı bu çağda bulunan dinî bütünlükle, akrabalık bütünlüğü değerce birbirine eşittir. Renemoniye <55> Malenezya'da bir dizi akrabalık işlemlerinden ibaret olan hasat işinin; büyü gücünde olması yönüyle, kadınlarca yapıldığını belirtiyor. Ayrıca şu açıklamayı da yapıyor: "Bu güçler hakkındaki düşüncef Polenezya toplumları gibi ileri toplumlarda önceleri dinî^ görevler yürüten kadı: nın; ne şekilde dinin dışında bırakıldığını izah edebilir. Şöyle ki; kadına bağlı olduğu ileri sürülen güçler, gerçekte evlilik yoluyla oluşan güçlerdir. Bu anlayış ve görüşler, ileride göreceğimiz gibi; dinle büyünün, karışık bulunduğu zamanlara aittir. Din ile büyüyü birbirinden ayırdıktan ve birbiriyle çeliştirdikten sonra; kadın büyü tarafına atılır. Bunun içinde, kötü güçlerin taşıyıcısı olduğu ve bu sebeple kutsal şeylerden uzak tutulduğu anlaşılıyor." <56) Kadının, büyü güçlerinin doğuş merkezi olduğu, sol yöne mensup olmasıyla da anlaşılıyor. Türkler'de protokolde hakan sağda, hatun solda bulunurdu. Ailede de otağın sağ tarafı kocaya, sol tarafı karısına aitti. Bunun gibi dinsel törenlerde "sağ Tanrı", evlilikten doğan akrabalık törenlerinde ise "sol Tanrı" uygulanırdı. <57) Eski Türkler'de akrabalık sistemine fŞamanizm", din sistemine "töre" adları verilir. <58) Törenin inanç yönelişi (55) Renemonie: "Vie Religieuse et vie economique la division du travaile" isimli eserin yazan. (56) İş Bölümünde Dini ve Ekonomik Faktörler Sahife:3S (57) Sosyoloji yıllığı - 156. (58) Millî Tetebbular Mecmuası Sayı:3- "Türkler'de Sosyal Hayat" . İ .156 gün doğusu olduğu için, bu sisteme göre sağ kol güneye, sol kol kuzeye yönelir. Şamanizm'in inanç yönelişi güney yönü olduğundan; bu sisteme göre sağ kol doğuya, sol kol batıya yönelir. Bu yönelişlerin sonucu olarak "töre" sağ kolu, "Şamanizm" ise sol kolu kutsal olarak düşünür. O halde töreye göre erkek; kadının üstünde, Şamanizme göre ise kadın; erkeğin üstündedir. Aynı zamanda şurası da ilgi çekicidir ki, şamanizm "Maderî" ana üstün simyeye bağlıdır. Oysa töre, "baba-üstün" simyeye bağlıdır. Eski Türkler'de töre ve Şamanizm sistemleri aynı değerde görüldüğü için bir yandan aile mabudları olan "od ana" ile "od ata" arasında ve diğer yandan kadınla erkek arasında hukuksal bir eşitlik vardı. Bununla beraber, kadın ile büyü ve Şamanizm arasında bir bağ olması; kadının ne yapısından ne de bilinç gücünden meydana gelmişti. Toplumun; kadını büyü güçlerinin doğuş yeri görmesi, dinî ülküye ait bir işleyişin zorunlu sonucudur. Toplumcu ülkü, sınırlandırıcı olduğundan, bir yandan din ile büyüyü, diğer yandan kadınla erkeği ayırdığı an, büyü de ana-üstün simye gibi daha eski olduğuna göre; erkeği din kutbuna, kadını büyü kutbuna geçirmiştir. Oysa büyücülerle şamanlar,- gerçekte ve genellikle erkeklerdendi. Kadınlar büyücülük ve samanlık yapsalar bile; bu, toplumun "siz büyü gücüne sahipsiniz" diye bir çeşit teşvik ve onayına hedef oldukları içindir. Şamanlar, kadınları bu güce sahip kabul ettiklerinden; âyin anında kadın elbiseleri giyerler. Genellikle saçlarını uzatarak kadınlar gibi kokular sürerler. Hattâ bazı şamanlar kendilerini kadın zannederek gebe kalırlar. Güya birtakım yavrular doğururlar. Meselâ Yakut'larda bir şaman, bir karga doğurmuş, diğerleri de bir köpek, bir turna balığı, bir kız kuşu, bir ördek yavrusu doğurmuş. Bu gibi inançlar gösteriyor ki; kadını büyüye bağlayan kendisi değil, başkalarıdır. Bundan dolayı orta-çağ Avrupa'sında birtakım kadınların büyücü olduğu düşünülerek, cezalandırılması, uydurma ve düzme düşüncelere dayalı bir
kötülüktür. Görülüyor ki kadın, kendi yapıcı gücü içinde olmayan bir inanç yüzünden, hukuk açısından bazen yüksek, bazen alçak düşünülmüştür... ¦ Eski Türkler'de din ve büyü eşit olduğundan, erkekle kadın eşittir. Bunun gibi, bazı toplumlarda erkekle kadının eşit 157 düşünülmemesi; din sistemi ile büyü mekanizmasının eşit görülmeyişinin sonucudur. Din ve büyü arasındaki bu eşitsizlik arttığı oranda, erkekle kadın arasındaki eşitsizlik de artmıştır. Eski iran'da önceleri "Majizim" dini vardı. Bu dinin ruhanilerine (Maj-Maje) denilirdi. Fransızca'da büyü anlamına gelen "Magie" kelimesi bundan türemedir. Bu dine göre, dinî sistem ile büyü sistemi arasında bir fark yoktur. Majlar, iki sistemin âyinlerini de yaparlardı. Bu çağda İran'ın dini Şamanizme benzediği gibi; kadınlar da kötü bir gözle görülmezdi. Zerdüşt <59) akıl gücüne dayanan yeni dini ortaya koyarken; büyü siste"mini de bütünüyle din dışı bıraktı. Böylece büyü gibi kadın da temiz görülmeğe başladı. Bundan dolayı zühdî*60' dinlerin hepsinde; sol kolun uğursuz, büyünün yasaklanmış ve kadının aşağı derecede tanındığını görürüz. Eski Türkler'de kadının erkeğe eşit olması, eski Türk dininin zühdî bir din olmamasından ileri gelmiştir. İslâmiyet, mutluluk çağında "vecdî" (ilâhî aşka daldıran) bir din olduğu için; büyüyü yasaklamakla birlikte yanlış görmediğinden, kadın aşağı bir derecede görülmüyordu. Daha sonra İran ve Rum dinlerinin zühdî anlayışları Abbasîler çağında Müslümanlar'ın düşüncelerine girdiğinden; kadınların aşağı derecede bulundukları hakkındaki yabancı fikirler, Müslümanlar arasında yayılmaya başladı. Türkler de bu âleme girdikten sonra, yüzyıllarca süren kültür alışverişi sonucu, yavaş yavaş bu anlayışın etkisinde kaldılar. Fakat eski büyü, birçok belirtmeler sonucu; Tanzimat çağında başka bir adla yeniden değer kazandı. Kadın da yeniden yüksek görülmeğe başladı. Gerçekten öz kültür, dinden doğduğu gibi; medeniyet de eski çağların büyülerinden doğmuştur. Günümüzdeki bilginler ve teknokratlar, eski büyücülerin torunlarıdır. Günümüzdeki ahlâk ve güzellik anlayışlarını ortaya koyan dahiler de; Zerdüştler'in, Bu-dalar'ın temsilcileridir. O halde günümüz medeniyetine eski büyünün temsilcisi gözüyle bakabiliriz. Çünkü büyü de, medeniyet gibi millî değil, milletlerarasıdır. Büyünün veya me(59) Zerdüşt: Işık ve karanlık ilâhlarına inanış dininin kurucusu. Bu dinden olanlar ateşe.taparlar. (60) Zühdî: Her türlü eğlenceden yasaklanarak, kendini ibâdete verme hâli. 158 deniyetin kadın hukuku üzerinde faydalı tesir yapmaları, faydalandırılma hedeflerine yöneltilmiş olmaları ve her ikisinin de Zühdî bir din ve ahlâka uygun olmalarındandır. Gerçekte çıkarsız ve fedakâr olan dinî ve ahlâkî duyguların güçlü ağırlığı, büyü veya medeniyetin kutsalhk-dışı tesiriyle hafifleştirilemez ise de, bu duygular, gittikçe artarak maddî hayatı inkâr edici "Zühdî" bir biçim alır. İlâhî aşk duygusu ile beslenen İslâmiyet'in kökü "sevgi", maddî hayatı reddeden dinlerin kökü ise "korku"dur. Dindar bir Müslüman Tanrı'sını sever, zâhid ise mabudundan korkar. İlâhî aşka dayalı "vecdi" bir din, yalnız insana yaraşmayan hazlardan kaçındığı halde; maddî hayatı reddeden "Zühdî" bir din ise bu anlayışı yiyecek ve içecek dahil, her konuya yayar. İşte bu yüzdendir ki, büyünün bütünüyle ortadan çekilmesi; dinin maddî hayatı reddetme derecesine getirilmesini, bu da güzel san'atlarla birlikte, kadının da eski değerini kaybetmesini beraberinde getirmiştir. Şimdi de aksine, medeniyetin doğuşu ile birlikte, dinin, maddî hayatın inkârcılığından uzaklaşarak, ilâhî aşk kaynaklı "vecdî" bir biçim aldığını görüyoruz. Böylece güzel san'atlarla birlikte, kadına da artık korkulu gözlerle bakılmadığına şahit olmaktayız. Yukarıdaki açıklamalardan, eski Türkler'de kadınla erkek arasında eşitliğin; din ile büyü arasındaki ayrılık ve anlaşmazlıktan ileri geldiğini görmüş bulunuyoruz. Şimdi de, eski Türkler'de cinsel ahlâka verilen değer ve önemin sebebini ayıracağız. Yakut Türkleri'nin ilk bahar-«da ve yazın, genel bir sevinç içinde ve güneşin ışınları altında yaptıkları "gülümseyen" bit âyinleri vardır. Ki "Ve-
ludiyet (doğurganlık) ijâhesi" hakkında yapılır. Bu âyinleri yapanlara Yakutça "Sayenki" denir. Büyük bir ihtimale göre "yazınki" kelimesinin aynıdır. Çünkü diğer Türkçe'-lerdeki (Y) harfi Yakutça'da (Se) harfine dönüşür. "Yay" kelimesi ise diğer Türkçe'lerde "Yaz" anlamındadır. Şa-manlar'ın yaptıkları büyü âyinleri, gerçekte kış mevsimine aittir. Bunlar kışın büyücü rahipleri oldukları halde, "Sa-yenki"!er yaz mevsiminin dinî ruhanîleridir. Rus sosyologu Sayerovski, bunlara "Ok Şamanlar" denildiğini de söylüyor. Çünkü eski Türklerce "kış" ile "sol kolun" rengi si159 yah olduğu gibi, büyünün de rengi karadır. Aynı şekilde bunların tersine de "Ok" sıfatı verilir. O halde dinin ruhanîlerini de ak renkte görmek tabiîdir. Yakutlar erkek şamana "Oyun", kadın şamana "Odoğan" derler. Ozan kelimesi ile akrabadır. Yakutlar'ın bu ibadete hedef yaptıkları doğurganlık ilahesinin adı Ayzıt'tır. Bu îfâhe doğuda, yazın güneşin doğduğu gök kısmında oturur. Ancak bu, insanların Ayzıt'ıdır. Atların Ayzıt'ı kışın güneşin doğduğu noktada oturur. Boynuzlu hayvanların Ayzıt'ı ise yer altındadır. Ayzıt gökten yere indiği zaman, ev sahibi ve sahibesinin yatağı üzerinde durur. Genç kızlar evlendikleri zaman doğurgan olmak için; Ayzıt'ın en küçük bir resmini, yataklarının önündeki bir tahta levha üzerine koyarlar. Yakutlar çocuğa, özellikle erkek çocuğa sahip olmak için, Ayzıt'a yalvarırlar. Ak şamanın Ayzıt'a ibadet edeceği gün, yurt güzelce temizlenir. Herkes çok güzel bir yemek yer. Bayramlık elbiselerini giyer. Bütün bu özenler, ilahe geldiği an; bütün yüzleri gülümser görmesi için yapılır. Ak şaman bulunanlar arasından dokuz lekesiz genç kız ile, dokuz delikanlı seçer. Delikanlılar sağda, genç kızlar solda olmak üzere bunları yan yana dizer. Sonra kendisi başlarında olduğu halde, küçük teramebtesini elinde tutarak ve ilâhiler söyleyerek ilerler. Genç kızlarla delikanlılar bir birinin elini tutmuş oldukları halde onu takip ederler. Koro halindede "Ayhal! Orayi Ayhal!" diye şarkı söylerler. Ak şaman dualarının içinde, Ayzıt'la beraber olan bütün ilâhları ve ruhları sayar. Şaman, inanışa göre bu sebeple göğe doğru çıkar. Genç çiftlere, oraya gitmek için rehberlik eder. Fakat Ayzıt'ın hizmetçileri gümüş kırbaçlarla silâhlı bulundukları halde kapılarda dururlar. Ahlâkı bozulmuş, kötü ve tehlikeli olanların girişini yasaklarlar. Özellikle temizlik ve saflığını kaybetmiş olanları, içeriye almazlar. Ayzıt türkülerde şu şekilde nitelendirilir. "Bir hanım ki, yarı uykuda denecek şekilde yatmış ve geniş yüzlü bir gök örtüsünü göğsü üzerine çekmiş..." Kalpağı kulaklarını örtmüş, kurt derisinden çizmeleri kalçalarına kadar çıkmış ve orada sekiz şeritle bağlanmış." "Yeni yaratığın doğduktan sonra, mutlu yaşaması, gelişmesi ve büyümesi için, ondan "gülme ve eğlenme" istenilir. Oğulları, zenginleri, hanımlarının çocukları doğacağı zaman; Ayzıt için bir hayvan kurban olarak ayrılırdı. Kadın 1Ş0 loğusa yatağına oturduğunda, evlenmemiş genç kız ve delikanlıları ve otların, ağaçların, çiçeklerin, tarlaların ruhlarını çevresine alan Ayzıt; loğusanın baş yastığı üstünde görülünce, ayrılmış olan hayvan kurban edilirdi. Eğer bu kadın günahsız ve temiz değilse; Ayzıt asla görünmezdi. Kesilen kurbanın başı ve bağırsakları, Ayzıt ile çevresine sunulurdu. Kalan kısmı, Ayzıt'ın yerine geçecek olan ile, konuklar, loğusaya bakan ve doğuma yardım eden ihtiyar kadın tarafından yenirdi. Çocuk doğar doğmaz ihtiyar kadın "Ey Ayzıt! Yaptığın iyilikler için sana teşekkür ederiz. İleride de yapmanı dileriz" diyerek, ateşin içine tereyağı atardı. Ayzıt genellikle, genç annenin yanında üç gün kalır. Bu süre içinde; loğusanın samanla örtülü toprak üzerinde uzanmış olarak kalması gereklidir. Üç gün sonra yıkana-.rak kendi yatağına yatar. Bu sırada "yurt" içinde erkeklerin bulunmaması şarttır. Komşu kadınlarla evin kadınları, ateşin yanında kürkten kalpaklar giymiş halde bulunurlar. Bir yandan ateşe tereyağı döker, diğer yandan yerler, yüzlerine sürerler. Üç kere "Eyheye" sözünü yüksek sesle söylerler. Bu tören için üç kap tereyağı hazırlanır. Biri Ayzıt için, diğeri ihtiyar hasta bakıcı için, üçüncüsü de komşu kadınları için.
Tören sonucunda artan etler yakılır. Konuklar çekilirler. İhtiyar kadın samanı toplar, doğumla ilgili bütün izleri yo-keder. Bu izler genellikle bir ormana götürülerek, bir ağacın yüksek dalına asılır. Ayzıt'ta çekilir gider. Çünkü artık görevi bitmiştir. Babası ilâhlar soyunun korkunç efendisi Jezejey'in kendisine bırakmış olduğu ruhu, orta dünyaya koymuştur. Gökteki kayıtçılarbu yeni ruhların sayısını, daha önce Ay Toyun'un (gökteki ikinci ilâhın) defterlerine nasıl yazılmış ise, aynı şekilde yazdıklarından; bu işin gökle ilgili töreni de bitmiş demektir. Fakat bu ruh bırakıp geldiği yıldızlı dünyayı unutmayacak, onu özlemekten vazgeçmeyecak, o ilk yurdun özleminden kurtulmayacaktır. Seyeroveski araştırmasının sonucunda; "Yakutlar, bir ülküye olan bağlılıklarını ve ona ulaşamamaktan doğan elemlerini bu şekilde açıklıyorlar." (61) (61) Dinler Tarihi Mecmuası- Sahife:336 161 TÜRK AİLESİNİN YAPİSİ Çin işgalindeki Türkistan'a bir gezi yapan Garenar; Türk aile yapısının ataerkil olduğunu iddia ediyor. Bu araştırmalara dayanan Gaston Richard da Türk ailesini; Yakut-lar'da "ana-üstün", Türkistan ve Batı-Sibirya'da "baba-üstün", Altay Türkleri'nde ise; bu ikisi arasında geçiş şeklinde buluyor. Oysa bundan önce verdiğimiz bilgiler Türkler'in bütün boylarında; ana-soyu ile baba-soyunun birlikte bulunduğunu ortaya koymuştur. Hiçbir Türk boyunda ana-soyu veya baba-soyu ailenin tek hakimi olmamış ve hiçbir zaman; Türk ailesi "ataerkil" bir şekil almamıştır. Bu iki yazarın birbirine zıt iddiada bulunmaları; önce Türkler arasında aile ateşinin kutsal tanınmasından, ikinci olarak; güçlü matem törenleri yapılmasından, üçüncü olarak; bazı düğün âdetlerinden ve dördüncü olarak da bazı hukuk kurumlarından ata-erkil aile izlerini düşünce yoluyla çıkarmalarından dolayıdır. Ana sosyolojisinin 3. cildinde (Sh:373), Garenar'ın eserini inceleyip tenkit eden Durkheim; Türkler'de ata-erkil aile bulunmadığını, Garenar'ın dayandığı belgelere göre göstermiştir. Bizim bu konudaki görüşümüz, çok değerli akademik bir ölçüye dayanıyor demektir. Bundan dolayı, kapalı olan bu konuyu bütünüyle açıklayarak; Garenar ile, Gaston Richard'ın teorilerinin yanlışlıklarını göstereceğiz. Türk milletinin çeşitli boylan arasında, birbirine zıt aile tiplerinin bulunduğuna dair Gaston Richad'ın ortaya attığı örneğin doğru olmadığı ortadadır. Çeşitli Türk. boyları, birbirlerinden ne kadar uzak olursa olsun; bir milletin, yalnızca bir aile tipine sahipolduğu gerçeği anlaşılmıştır. Çünkü aile teşkilâtı, sosyal kurumların en eskisidir. Bundan dolayı, bu milletin ayrı yaşayan yerlerdeki boyları arasında en çok benzer kalması gereken kurum; özellikle aile kurumu olmak durumundadır. Bir toplumda aile ateşinin kutsal tanınması, orada mutlaka ata-erkil ailenin bulunduğunu göstermez. Bunu ispat için başka milletlerden örnek vermeğe gerek yok. Gaston Richard tarafından ana-üstün aile çağında bulunduğu iddia edilen Yakut Türkleri'nde; ata-erkil ailenin 162 olmaması gerektiği halde, aile ateşine tapılmaktadır. Se-yerozeveski'nin şu satırlarını okuyalım: . "Ateşe tapmak, Yakutlar'ın en eski âdetlerinden sayılır. Şu anda da bütün Yakutlar tarafından bu ibadet yapılmaktadır. Kendisi sayıdeğer tanınan bir ev kadını; günde hiç değilse bir kız, ateşe bir şey atmak konusunda ihmalde bulunamaz. Bu atacağı pişirmekte olduğu yemekten bir parçacık, bir iplik, bir saç kılı, bir deri parçası da olabilir. Ak sakallı bir ihtiyar olan ateş perisi çok gevezedir. Sürekli bir şeyler mırıldanır. Fakat mırıltılarını yalnız çocukla, şaman anlayabilir. Ayakkabılarını, çamaşırlarını ateşte temizlemek, ateşe demir bir silâh sokmak ve özellikle ateşin içine tükürmek yasaktır. Ateşin çeşitli türleri var. 1) Ulutoy'un yarattığı ateştir ki; günlük hayatta kullanılan "faydalı ateş"tir. (Buna beyaz bir aygır kurban edilir.) . 2) "Kutsal ateş"tir ki; baygınlık halinde şamanın üzerine parlatılır.
3) "Korkunç ateş"tir ki; yer altında bir ihtiyar (yani Şeytan) tarafından gönderilen bir yıkıcı araçtır. Buna da fazlaca beyaz, sırtında siyah bir çizgi bulunan kan gibi kırmızı bir aygır takdim olunur. Böylece öfkesi giderilmiş olur. Ocağınızda bu ateşlerden hangisinin yanmakta olduğu asla bilinemez. Bundan dolayı ona, birtakım hediyeler vermek, temkinli olmak için uygundur. Asla ateş hakkında kötü söylememeli ve bilinmeyen bir kişiye kendi ocağından ateş vermemelidir. Görülüyor ki, Yakutlar'in kutsal tanıdıkları üç tür ateş; aile .mabutlarının değil, yer, gök ilâhı ile yeraltının en derin katında bulunan "cehennem şeytanı"nın temsilcileridir. Bundan dolayı Yakutlar'da görülen ateş ibadeti, bu ulusta bir aile dininin varlığını belgelemez. Radlof'un "Altay-Şarha-nizmi üzerinde" yaptığı araştırmaya göre: Altay Türkleri'nde de ateş bir kutsallık aracı olarak kullanılır. Fakat, bu konuda kullanılan ateş; ucu inceltilmiş bir ardıç dalından ibarettir. Aynı zamanda Gök ilâhına (Yani Bay Oğlu'na) sunulan açık renkli kurban; bir hoş ağacı ormanlığında geçici olarak yapılan bir yurtta verilir. (Demek ki ateşin kutsallığı ardıç veya hoş ağacının kutsallığından ileri geliyor.) Evde ve163 ya mezarlıkta kesilen koyu renkli kurbanlar da; Yeraltı ilâhı olan "Erlik Han"a takdim edilir. Ak şamanlar tarafından kesilen bu kurbanlar, ölenlerin ruhuna ibadet için değil, aksine bu ruhları evden zorla çıkararak, manevî yerlerine kesin şekilde yerleştirmek içindir. Çünkü ölenlerin ruh-!arı eski yerlerinden ayrılmak istemezler. Burada kaldıkla-Vı sürece, hayattaki akrabalarına büyük zararlar verirler. Garenar, Sibirya Türkleri'nde ev kadınının her sabah mutfak ateşini, bir ateş dalıyla tutuşturduktan sonra; bütün odaları bu dalla kutsadığını belirtir. Keza Kazaklar ve Kırgızlar'ın; çadırına kurban takdim ederken, "od ata ve od ana" diye seslendiklerini de açıklıyor. Bu olaylardan anlaşılıyor ki; Türk ailesinde ata-erkil ailede olduğu gibi; yalnız erkek ilâha tapılmadığı, aynı zamanda kadın ilâha da tapıldığı anlaşılıyor. Bize göre bu iki mabudun biri kocanın, diğeri kadının varlıklarının koruyucularıdır. Eski Türkler'de her ferdin, bir koruyucu ilâhı olduğu anlaşılıyor. Buna Yakutlar "Ayeci", Altay Türkleri ise "Yayucu" adlarını veriyorlar. Günümüzde karı-koca arasında geçimsizlik olduğunda "Perileri barışmamış" deniliyor. O halde, Türkler'de ailenin kökü, ölmüş atalara değil, karı-kocanın perilerine ibadet esasına dayanıyor. ı Yine Garenar "ata-erkil" aileye belge olarak Türkler'de, evin erkeğine "od ağası" denilmesini gösteriyor. Oysa, evin hanımına da "ev kadını" derler. Kadın, eski Türkçe'de Ka-ton, Arapça'da "hatun" şeklini almıştır. Prenses anlamındadır. Orhon Yazıtları'nda "karı" karşılığı "Konçuy" s"özü kullanılıyor. Kaşgarlı Mahmud'a göre: "Konçay" hanım anlamındadır. Hatundan J3İr derece aşağıdır. "Katun-Konçuy" deyimi "hanım efendi" ve "hanım" karşılığı olarak kullanılırmış. , Değani, bu sözcüğün Çince "Kum-tschou" şeklinde "İmparator soyundan prens" anlamına geldiğini, Türk hakanlarına sözde birtakım cariyelerin (nikâhsız kadınların) prenses diye gönderildiğini- yazıyor. <62> Grand Ansiklopedi'de "Hun" maddesini yazan kişi, "Bundan sonra da birçok Çin prensesleri Türkler'e verilmişse de; Çinliler gururlarından verilen kızların prenses olmayıp, esir kızları olduğunu yazarlar" diyor. Gerçek de budur. Eski Türk hakanları Çin prensesleriyle evlendikleri için, (62) Umumî Hanlar Tarihi Cilt:1 Sahife:31 164 başlangıçta hakan hanımlarına, sonra da bütün hanımlara "Konçuy" demeğe başladılar. Bununla bi: :kte, Kaşgarlı Mahmud'ün belirttiği gibi, Konçuylar yani (Çin prensesleri), Türk prenseslerinden daha aşağı bir durumda idiler. Özet olarak, eski Türkler; gerek karısına, gerek diğer hanımlara son derece saygı gösteren deyimler ayırmışlardı. "Hanım, begüm, bige, ağa, age" deyimleri de, bu konuda sayılabilir. Çin tarihçileri, en eski çağlarda yani Hivenkno-lar (Huyung-nu = Hun) çağında Türk imparatoriçelerine "Yen-şey" adı verildiğini yazıyorlar. Bu kelimenin şimdiki şekli, ihtimal ki "Yenge"dir. "Konçuy" sözünden komşu ve kuma deyimlerinin çıktığını kabul edebiliriz. Çünkü Konçuy, hakanın
gerçek karısının komşusu ve ortağı durumunda idi. Eski Türkler'de, gerçek kadının ilden yani sülâleden olması gerektiğini, yabancı kadınların ancak kuma olabileceğini daha önce açıklamıştık. Garenar, bizde "Ocağımız sönmesin" dendiğini, bunun da ata-erkil aileyi işaret ettiğini söylüyor. ! Gerçekten, Türkler'de aile ocağının sönmemesi bir ülkü idi. Bunun için, büyük kardeşler evlendikçe ayrılarak yeni ocaklar meydana getirirler. Ancak asıl ocak, küçük kardeşe yani "öd bekçisi"ne kalırdı. Moğollar buna aynı anlamda "od çikin" derlerdi. Leon Kahun Türkçe (Tekin) sözünü bu anlamda düşünüyor ise de, doğru değildir. Tekin; başlangıçta Şad'lar yani prensler arasında, hakandan sonra en büyük askerî rütbeye sahip olandır. Sonradan soydan olan bütün prenslere "Şad" yerine "tekin" denildi. Orhon yazıtında birinci anlamı, Kaşgarlı Mahmud'ün lüga-tında ise ikinci anlamı bulmaktayız. Türk ailesi ata-erkil olsa idi, büyük evlâtlar evlendikçe evden çıkmayacak, ocağın bekçiliğini özellikle büyük kardeş yüklenecekti. Bu şartların varlığı bile, ata-erkil aileyi meydana getirmez. Çünkü Güney Slavlar'ın "Zadroğa" adlı aile tipi; bu şartları taşıdığı halde, ata-erkil değildir. Bir ailenin ata-erkil özellikte olması için; babanın, aile fertleri ve ailenin mallarrüzerinde bağımsız ve emredici bir egemenliğe sahip olması şarttır. Türk ailesinde ise babanın böylesine (hükümdar gibi) bir egemenliği hiçbir zaman olmamıştır. Aile hukuku; baba ile soyunun elindedir. Ancak, çocuklar erkek veya kız olsun; 165 evlendikleri an, ailenin mallarından kendilerine düşen payı alarak, bu ortak hukuktan dışarı çıkarlardı. Yalnız ocak bekçisi (yani en küçük erkek çocuk) bu haktan yoksundu. Çünkü Türk töresine göre; her eski ocak, bir düzine yeni ocaklar üretecek, fakat eskileri de sönmeyecekti. Garenar, Çin işgalindeki Türkistan'da evlilik törenini üç işlemde toplamaktadır. 1) Güvey dostlarıyla birlikte gelecekteki kayın babasının evine gider. "Hay, hay evlenin, hay evlenin" şeklindeki bağırmalar bugün anlamı bilinmeyen bir nakarattır. Genç kızın babası, bunları kapıda karşılar. Konukseverlik ekmeğini sunduktan sonra, onları törenle eve alır. Burada baba; delikanlının boynuna bir yazma sardıktan sonra, kızını törenle onun ellerine verir. Garenar, bu yazmayı; babalık hukukunun güveye bir geçişi gibi igörüyor. Oysa delikanlının boynuna bağlanan bu bağ, onun köle gibi bağlandığının sembolü de olabilir. Altay Türkleri'nde (Barabinezler) de ambilyan (iç güveylik) tarzındaki evliliğin varlığını biliyoruz. Bu gibi sembollere anlam vermek gerekince, bu âdeti Odora'nın bir kalıntjsı düşünmek niçin uygun olmasın? Bununla birlikte bu âdetin eski anlamı ne olursa olsun, şimdi gösterilen anlamı nikâh bağıdır. Bu işlemden sonra, büyük bir fincan dolusu tuzlu su getirilir. Genç kız ile delikanlının büyükleri, bu suyun içinde bir parça ekmeği ıslatarak, nişanlılara sunarlar. Bundan sonra kız, artık eski yurdunu (evini) terkedebilir. 2) Genç kız kocasının evine götürülür. Düğün alayı olabildiğince gösterişlidir. Müzik çalındığı halde, atlı olarak giderler. Gelinle ailesinden olan kadınlar, bu ayrılığı gönül hoşluğuyla kabul etmiş görünmezler. Ağlarlar, sızlarlar. Delikanlının arkadaşları gelmiş teselli etmek için "Ağlama kız! Ağlama! Mesud olacaksın!" diye söylerler. Kızın annesi de "kara gözlü, tatlı sözlü yavrusundan ayrılarak evde yapayalnız kaldığını" belirten yanık türküyü okuyarak ağlar! Kazaklar'da bu direniş çok sert ve güçlü olur. Güveyin akrabaları bir kız kaçırma anlaşması yaparlar. Kızın arkadaşları buna karşı, savunma durumu alırlar. Bu savunma yıkılınca, iki evin arasında komşu gençler ikinci bir savunma yaparlar. Birinci savunma ailenin, ikinci savunma ise; arkadaşlarının genç kızın ayrılmasına razı olmadığını gösterir. Komşu gençler, güveyin boynundaki yazmayı almak 166 isterler. Güvey yazmayı vermemek için, karşılığında onla-' ra para verir. Herhalde yazma, nikâhın sembolü olduğu için; onu korumak görevidir. Alay güveyin kapısına gelince durur. Evin eşiği "eşli" yani tabu olduğundan, genç kız bu eşiğe basıp giremez. Güveyin akrabaları onu bir halı üzerinde olduğu halde, ayağı eşiğe değmeden içeri alırlar. İçeride yanmakta olan ateşin yanına götürürler. Bu şekilde genç kızın perisi, delikanlının perisine sunulmuş olur.
3) Şimdiye dek birbirini görmemiş olan bu iki peri, birdenbire sevişmezler. Bu perilerin eski akrabalarından ayrılarak, birbirine ısınması için; üç gün içinde gelinle-güvey, kayınbaba ve anaları ile karşı karşıya gelemezler. Eğer tesadüfen güvey, kayınbabasını sokakta görürse; her ikisi de büyük bir küfürden veya cinayetten korkmuşcasına gerisin geriye kaçarlar. Şartlar ve Kırgızlar'da ise genç kız, bir gün süre ile çadırın bir köşesinde, bir perde gerisinde durur. Üç gün üç gece akrabasına, kocasına, herkese karşı saklı kalır. Yalnızca geleceğini aramakla uğraşan samimi sevgilileriyle (kız arkadaşlarıyla) görüşebilir. Bu süre geçince, büyük törenle perdenin arkasından çıkarılır. Kocası, artık onu, kayınbaba ve kayın anasını görebilir. Bu yüz açılması törenine Kırgızlar'da "bet açar toy", Çin işgalindeki Türkistan'da "yüz açku" adı verilir. Osmanlılar'da "yüz görümlülüğü" adıyla verilen hediye bu âdetin devamıdır. Bu üç günlük görüşmemek âdeti, bireyin ruhundaki tabiî bir utanmanın sonucu değildir. Evliliğin, mutlu olması iki perinin sevişmesiyle mümkündür. Birbirine ısınabilme-si için, gelinin-güveyin kendileri ve akrabalarının ortadan "çekilmeleri gerekiyor. Sanılır ki iki peri, kendilerinin haberi olmadan bu işe girişildiğinden dolayı; bu işi yapanların hatalarını anlayarak utanmalarını ister. Sonuç olarak, bu törenlerde; fertlere utanmayı bir görev olarak yükleyen, ortak değer duygusudur. Perilerin birbiriyle sevişmesi belli olduktan sonra, genç gelin kapandığı yerden çıkarak ateşin yanına gelir. "Od-ata, od-ana" sözlerini söyleyerek ateşin içine sunuş ola-> rak tereyağı atar. Sonra bir parça yağı bu kutsal ateşte eriterek yüzüne sürer. 167 Bununla beraber Türkler'de evliliğin sosyal utanma ve yardımlaşma biçimindeki töreni yalnızca bu değildir. Bugünkü ülkemizde geçerli olan birtakım âdetler, bunun çok köklü olduğunu gösteriyor. Türkiye'de nikâh anında gelinle, güvey doğrudan doğruya yüzyüze gelmiyor. Nikâh kesinlikle iki tarafın vekilleri tarafından yapılıyor. Oysa islâ-miyette böyle bir zorunluluk kesinlikle yoktur. Bundan başka, gelinle güveyin ana ve babaları da resmen utanmağa mecbur oldukları için; düğün töreninde ortaya çıkamıyorlar. Güveyin babası yerine "sadıç" adlı bir erkek, gelinin anası yerine de "yenge" adıyla bir kadın geçiyor. Nikâh ve düğünün bütün törenlerinde, asıl ilgili olan gelin-güvey ve bunların ana ve babalan ilgisiz gibi kalıyorlar. Gerekli tören ya vekiller ya da "çanşın"lar tarafından yapılıyor. Bu kurallar Türkler'in gözünde evliliğin: "Odana ve od-ata" adındaki iki ilâhla manevî şekilde ilgilenenlerin; bu ilgilerini gözlemeleri gerektiğini gösteriyor. O halde Türkler'de haya ve sıkılganlığın neden dolayı genel bir duygu olduğunu bu olaylarla açıklayabiliriz. Düğüne ait bütün törenler; utanma ve sıkılma özellikleri, Türkler'e verilmiş toplumcu bir görev gibidir. Bu özellikleri organik bir yetenek gibi değil, sosyal eğitim yoluyla kazandıkları anlaşılıyor. 168 ÖDÜLLENDİRME ve CEZALANDIRMA KONUSU İLE İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ Satı Bey, makalesinde spenser'in "Tabiî cezalandırma ve ödüllendirme" hakkındaki görüşünü anlattıktan sonra; benim bir makalemde bu görüşleri desteklediğimi belirtiyor. Madem ki J.J. Rousseau ile Spenser'den biri, bu teori hakkında söylenen sözleri takip etmişler; bu konuda Durk-heim'ın düşüncelerini de belirtmeleri gerekirdi. Özellikle benim ortaya koyduğum düşünce tenkit edilirken, herkesten önce hatırlanması gereken Durkheim'dir. Durkheim, Spenser'in kesin şekilde ileri sürdüğü görüşü ilmî bir şekilde reddediyor. İşte "Sosyoloji Metodunun Kuralları" adlı eserinden bununla ilgili bir makaleyi aşağıya alıyorum. "Olayların bugünkü ve her zamanki durumlarına bakılınca göze çarpan şudur: Her eğitim, çocukların kendi kendine (yani spontane bir şekilde) ulaşamayacakları,görmek, duymak ve yapmak (işlem) biçimlerini, onlara kabul ettirebilmek için uygulanan sürekli bir yönlendirmeden ibarettir. Hayatının ilk anlarından beri biz, çocuğu düzenli saatlerde yemeğe, içmeğe ve uyumağa zorlarız. Onu temiz olmağa, uslu durmağa, boyun eğmeğe mecbur ederiz. Bir zaman sonra yine biz onu, başkalarını düşünmeğe, gelenek ve göreneklere saygı göstermeğe yöneltir, çalışma v.b. gibi şeylere zorlarız.
Eğer bir süre sonra bu zorlamalar duyulmaz olursa, bunun nedeni; yapılan zorlamanın alışkanlıklar ve içten gelen isteyişler durumuna gelmesindendir. Bu alışkanlık ve „isteyişler, artık zorlayışın devamına gerek göstermez. Fakat, bunların onun yerine geçmesi, ancak ondan türemelerinden dolayıdır. Gerçekten Spenser'e göre: "Akla dayalı bir eğitim, bu metodları uygulamayıp çocuğu tam bir özgürlük içinde bırakmalıdır. Fakat bu eğitim görüşü, bilinen milletlerden hiçbirince uygulanmamış olduğundan, ancak kişisel bir görüş olabilir. Bundan dolayı belirtilen olaylara karşı belge olarak ileri sürülemez. Özellikle, belirtilen olaylara özel bir anlam veren nokta; eğitimin gerçek konusunun, sosyal varlığı yani insanı oluş-' turmasından başka bir şey değildir. Bundan dolayı eğitim bize; sosyal varlığın yani insanın tarihte ne şekilde oluştu169 ğunu, özetlenmiş bir şekilde gösterebilir. Çocuğun her an karşılaştığı bu zorlayış; özellikle onu kendi şekline uydurmağa çalışan sosyal çevrenin zorlayışıdır. O halde anne babaları öğretmenler; birtakım temsilcilerden ve aracılardan başka bir şey değildir." Bundan dolayı eğitim bize; (sosyal varlığın yani insanın tarihte ne şekilde oluştuğunu, özetlenmiş bir şekilde gösterebilir. Çocuğun her an karşılaştığı bu zorlayış; özellikle onu kendi şekline uydurmağa çalışan sosyal çevrenin zorlayışıdır. O halde anne babalar, öğretmenler; bir takım temsilcilerden ve aracılardan başka bir şey değildir" Durkheim, "Fransa Felsefe Kurulu"na sunduğu "a de-termination du fait moral" adlı araştırma derlemesinde, bütün ödüllendirmeler ve cezalandırmaları; kapsaması gerek zorlayıcı güç "müeyyide" (sanction) ve tabiî tepkilerden açık bir şekilde ayırıyor. Bundan dolayı Spenser teorisinin pratik kesiminin günümüzde yaşandığını sanmak doğru değildir. Özellikle ben, makalemde; "eğitimin toplumun bireylerini kendine benzetmesini, yani temsil etmesi olduğunu" ileri sürdüm. Arkasından Eğitim ile sosyalleşmenin aynı şey olduğunu açık bir biçimde ifade etmiştim. Eğitimi, bireyin tabiata uyumu biçiminde düşünüp anlamak başka, bireyin toplumla veya sosyal yapıyla benzeşmesi şeklinde anlamak başkadır. Ben, eğitimin ikinci şeklini kabul ettiğimden; birinci şeklini bütünüyle reddederim. Bana göre fert; değer yargılarında topluma benzer ve uyum yapar. Fakat daha önce toplum dışı yapıya az çok uyum yapmıştır. Bu uyumdan "pozitif bilimler" ve "uygulamalı bilimler" oluştuğundan; fert; toplumun değer yargılarını alır. Aynı zamanda tabiatın kanunlarını da öğrenmiş, yani mantık yönünden tabiata, uyum sağlamış olur. Demek oluyor ki, ferdin tabiata uyumu; Spenser'in sandığı gibi doğrudan değildir. Aksine bir çeşit sosyal kurumlar toplamı durumunda bulunan pozitif bilimler ve teknik bilimler aracılığı iledir. Biz çocuklarımızı eğitirken, ne ellerinin yanmasına, ne de pencereden sokağa düşmelerine izin veriyoruz. Yanmanın, düşmenin ve boğulmanın ne olduğunu; ya başkalarının yaşayışlarından sözederek veya tabiî kanunları (fizik kanunları) açıklamakla anlatıyoruz. Biz böyle yaptığı170 mız gibi, bütün dünya da böyle davranıyor. Bu durumda; gerçek olayların tersine imkansız olan görüşü kabullenmekte ne yarar vardır? Ferdin değer ölçüleri yönüyle toplumu temsil etmesine gelince; bu konuda,fert, vasıtalı bir biçimde bile tabiata uyum yapmış olmaz. Çünkü değerler, toplumun ortak duyuş ve anlayışında yaşayan birtakım ülkülerdir ki, dış çevre ile hiçbir ilgiye sahip değildirler. Bunun içindir ki, insanlar, ötedenberi bunları fizik dışı gerçekliklerin tersi kabul etmişlerdir. İşte benim eğitim hakkındaki görüşüm budur. Fakat, eğitimin biryandan doğrudan yaygınlaşmış toplum, yani sosyal yapı tarafından yapıldığını görüyorum. Diğer yandan da organize olmuş toplum tarafından, yani toplumun temsilcilerinden ve araçlarından ibaret olan fertlerce yapıldığını görüyorum. Bundan dolayı, ödüllendirme ve cezalandırmanın da iki şekilde olduğunu görüyor ve izliyorum. Hattâ ben bir süreden beri J.J. Rouseau'nun "İnsan tabiat halinde idi. Toplum ve medeniyet onun ahlâkını bozdu" şeklindeki iddiasını; kendi görüşümle uyuşturarak, "yaygınlaşmış toplum ferde doğru" şeklindeki düşüncemle; "yayılmış ve genişlemiş toplum çoğu kez yanlış ve kötü duygular aşılar" diyorum.
Rousseau'nun "Medeniyeti bırakalım, tabiata dönelim" isteğini de "sistemleştirilmiş anlayışı bırakarak (bunlar değer ölçüleridir) yaygın öz kültüre dönelim, şeklinde anlıyorum. Olabilir ki Rousseau, böyle düşünmüyordu. Fakat nasıl ki Spenser, Rousseau'nun "Hads intution"unu kendi anlayışına uydurarak maddîleştirmiş ise; ben de kendi anlayışıma uygun olarak sosyalleştiriyorum. ' Satı Bey, "gizli olan kötülükleri, toplum bilmez" diyor. Acaba fertler bütün kötülükleri bilirler mi? Bununla beraber konu, meydanda olan kötülükler veya erdemlilikler hakkındaki yargılar alanındadır. Bu konuda ben, sürekli olarak temsilci bireylerin daha çok aldandığını, yaygın toplumun ise; sürekli başarılı olduğunu gördüm. Sosyal araştırmalarım da bu kanaatimi güçlendirdi. Gerçi, bazan fertler genişlemiş ve yaygınlaşmış toplumda propaganda yaparak; yanlış bir kamu yargısı oluştururlar. Fakat toplum bilincinin ve öz kültür değerlerinin kamu yargısı demek olmadığını, aksine "duygu-yargısı" olduğu171 nu Muallim adlı dergide, eğitim tartışmasında açık bir biçimde yazdığımdan; kamu yargısının yanlışları, benim görüşüme hiçbir eksiklik getirmez. Kamuoyunu yaratan fertlerdir. Oysa gelenekler yani duygusal yargılar, fertlerin üzerinde bir varlığa sahiptir. Yaygın ödüllendirme ve cezalandırma toplumun duy-gu-yargısının, kamuoyundan bütünü ile soyutlandığını ortaya koymaktadır. Bu duygu-yargısının egemenliği de; yöneticilerin veya öğretmenlerin yönetimi ile önlenmez ve kışkırtılmaz. Gerçi normal fertler kamuoyuna etki edebilerler. Fakat kamuoyunun yüceltilmesi veya aşağılanması, sistematik zorlayıcı kurallar açısındandır. Yaygın olan duygu-yargısı kuralları; yalnızca toplumun bir çeşit gövdesi durumunda olan dahilere etki edebilir. Çünkü dâhiler kamu-yargısında oluşan büyük inkılâpların bilinç kaynağı durumundadırlar. Bunun için; güzel ve çirkin hakkındaki duyuş ve anlayışın birdenbire değişmesine sebep olurlar. Fakat bunlar, toplumun duyuş ve anlayışlarının yankıları olduğundan; yaygın olan ödülendirme ve cezalandırma, kaynağı yönünden bütünü ile toplumcu kalırlar. Benim fertlere değer vermediğim konusuna gelince; Gerçekten ben, toplumun resmî temsilcilerinin, yalnızca bu özelliklerinden dolayı büyük bir değere sahip olmalarını kabul etmiyorum. Fakat, toplumun temsilci fertlerine; yani dâhilere, kahramanlara ve az çok buna benzeyen kimselere herkesten çok değer veriyorum. Eğer toplumun temsilcileri, temsilci fertlerden olur ve sistematik anlayış, sistem-leştirilmiş öz kültüre uyarsa; o zaman temsilci fertlere de, organize olmuş topluma da ve onun anlayışına da değer veririm. Birtakım unsurlara değer verip, vermemek kesin olmayıp, bazı şartlarla kayıtlandırılmıştır. 172 FERDİYET (BİYOLOJİK YAPI) ve ŞAHSİYET (FİKRÎ YAPI) Hayatın kanunu "elemden kaçmak, hazzı aramaktır" derler. Haz ile elemin çeşitli türleri ayrılabilse idi; bu kanun doğru olabilirdi. Haz ile elem, bize ya maddî varlıklardan, veya ülkülerden gelir. Meselâ, açlık, susuzluk gibi elemler, biyolojik ya-pımızdaki maddî varlıkların eksikliğinden doğar. Oysa dinî, ahlâkî, politik ve güzellik anlayışından oluşan elemler; birtakım ülkülerimizin tatmin edilememesinden ileri gelir. Açlık, susuzluk gibi elemler giderilmediklerinde ferdiyetimiz yani biyolojik yapımız tehlikede kalır. Bunlar vücudumuzda başlayan maddî eksiklik ve zorlukların habercileridir. Yemekten ve içmekten duyduğumuz hazlar, organizmada başlayan canlanmanın iyi haberleridir. O halde; bu çeşit haz ve elemlere "ferdî haz ve elemler" diyebiliriz. Oysa, ülkülerimizin doyurulmamasından doğan elemler giderilmediği zaman; ferdiyetimiz bir tehlike karşısında kalmaz. Fakat bizim ferdiyetimiz (biyolojik yapımız)dan başka, bir de ülkülerden meydana gelmiş şahsiyetimiz vardır. İşte ülkülerden doğan elemler, bu şahsiyetin tehlikede olduğunu haber verirler. Ülkülerin tatmininden doğan hazlar; yine bu şahsiyet yapısının gelişimini duyururlar. Bu çeşit haz ve elemlere: "şahsî huy ve elem" diyebiliriz. Şahsiyet ve ferdiyetin ikisi de birer "yönelişler sistemi"-dir. İkisi de elemden kaçar, hazzı arar. Fakat ilki, yani biyolojik yapımız maddî elemlerden kaçarak, maddî huyları arar.
Görülüyor ki; "elemden kaçmak ve hazzı aramak ferdi hayat gibi, şahsiyet yapımızın da düzenleyicisidir. Fakat biyolojik yapımızın haz ve elemi ile, şahsiyet yapımızın canlılığı süresindeki haz ve elem; özellik ve yapı yönüyle bütünüyle başkadır. Lezzetçilerin yeme ve içmenin verdiği haz görüşleri veya kişisel çıkar görüşçülerinin sandıkları gibi, huy ve elemlerin bütünü, yalnızca biyolojik yapının haz ve elemi içinde sayılamaz. Şahsi (fikrî) yönelişlerin kaynağı, ferdî (biyolojik yapı) yönelişlerinin kaynağından büsbütün ayrıdır. Ferdî (biyolojik) yapının yönelişleri, bize; kendi cinslerimizin (insanların) inandırması özelliğindedir. Şahsî (fik173 rî) yapımızın yönelişleri ise; toplumumuzun ilhamı yani sezişleri durumundadır. Demek ki, iki çeşit yapımız; bağımsızca kendi malımız değildir. Yemek, içmek ve cinsel doyum hazzı ile; dıştan kendi varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Gerçekte habersizce, soyumuzun (insan soyunun) sürdürülmesine hizmet ediyoruz. Dinî, ahlâkî, politik, güzellik ve erdemlilik ülküleri ardında gittiğimiz zaman biz kendi fikrî yapımızın yönelişlerine uymuş oluruz. Böylelikle gerçekte, habersizce toplumumuzun düzenine ve yükselmesine hizmet ediyoruz. Ferdiyet ve şahsiyet, psikolojik yapımızın iki ayrı sistem halinde oluşmuş, iki ayrı kuruluşudur. Ferdiyet (biyolojik yapı) sisteminin merkezi insan türünün fertlere verilmiş bir algılaması durumunda olan "bilinç"dir. Şahsiyet (fikrî yapı) sisteminin merkezi ise; toplumun, şahıslara vermiş olduğu bir algılaması şeklindeki duygu sistemidir. Hayvanlar yalnızca türlerinin temsilcileri olduklarından; yalnızca biyolojik yapı bilinci (içgüdü)leri vardır. İnsanlar ise; hem türlerinin, hem toplumun temsilcisi olduklarından; hem biyolojik yapıları ve içgüdüleri, hem de fikrî yapıları veya duygu sistemleri vardır. Bunun içindir ki, hayvanların psikolojisinden yalnızca psikoloji bahsedebilir. İnsanların psişik hayatını bir bilim dalı bütünüyle kapsamaz. Gerçek insanı anlayabilmek için şahsî yöneliş ve sistemini araştırıp inceleyen "fikrîpsikoloji" bilimine gerek vardır. Ferdiyet ve şahsiyet bu şekilde tanımlanıp ayrıldıktan sonra; ferdiyetçilik ve şahsiyetçilik arasındaki farkı belirlemek kolaydır. İçgüdüsü olmayan bir insan düşünülmeyeceğinden, şahsiyetçiler (fikirciler) hiçbir zaman ferdiyeti (biyolojik yapıyı) önemsiz göremezler. Fransız Naturalizmi; incelemelerinde şahsiyet psikolojisine yer vermeyerek, yalnızca psikolojiye dayanması; onu yetersiz ve geçersiz kılmıştır. Bizim edebiyatımız Fransa'-daki bu sağlıksız akımı, taklit edince; onu okuyan gençlerimizde de "ferdiyetçilik" (biyolojik içgüdüleri tatminle kişisel çıkarcılık) yönelişi açık şekilde görülmeğe başladı. Oysa Şinasi ve Namık Kemal çağının edebiyatı; yetiştirdiği gençlere "şahsiyetçilik" (toplum çıkarmı kişisel çıkardan üstün görme) yönelişini sağlamıştı. Edebiyat, gençlik eğitiminin temeli olan insanseverlik (les humanites)in önemli uğraşılarından biridir. İşte bu yeri 174 yönüyle edebiyat, insanı bütünüyle tasvir etmek zorundadır. Bir tek insan hakkında tanık olduğumuz eksiklikleri sayarak, onun erdemliliklerini söylemeden geçmeyi uygun görmeyiz. Edebiyat ise, bütün insanlar hakkında gördüklerini söylemek için, basının karşısına çağrılmış bir tanık durumun-dadır. Bu tanık, insanların yalnızca içgüdülerinin yönelişlerini tasvir eder, fikrî yapısının yönelişlerini belirtmezse; görevini kötüye kullanmış olur. Bundan da öteye, gerçeğe karşı çıkmış olur. İnsanlığın edebiyattan başka, uğraştığı üç konu daha vardır. Bunlar: Psikoloji, sosyoloji ve felsefedir. Bunların da, insanı olduğu gibi görmesini ve göstermesini isteriz. Kurtuluş, yalnızca pozitif bilimde ve tam gerçektedir. Erdemliliğin özü samimiyettir. "İnsan mutlu olmak için cehalete ve yalana muhtaçtır" diyenler, insanı anlamamışlardır. Bu çağın özelliği; edebiyatın, felsefenin, sosyoloji ve dinin, bütünüyle gerçekçi olmasını istiyor. Fakat şu var ki, tam gerçeği, fertçilerin yarım gözü değil, şahsiyetçilerin tam gözü _ görebilir. '
TOKER YAYINLARININ MİLLÎ EĞİTİM HİZMETİ Bu dizi Toker Yaymları'nm bir kültür hizmetidir, öğretmenlerin, öğrencilerine güvenle tavsiye edebilecekleri kitaplardan oluşmaktadır. Kitapların özelliği, Türk şair ve ediplerinin hayatlarını, edebî kişiliklerini, eserlerini ve eserlerinden seçme örnekleri, açıklamaları ile birlikte en sade bir dille anlatmasıdır. Eserler Milli Eğitimce tavsiyelidir. Tavsiye kararlan, 1825, 1826 ve 1887 sayılı Tebliğler Dergilerinde yayınlanmıştır. DİZİDE YAYINLANMIŞ OLAN ESERLER: 1. Mehmet Akif 2. Yunus Emre 3. Mevlânâ 4. Süleyman Çelebi/Mevlit 5. Dede Korkut 6. Türk Destanları 7. Fuzulî 8. Karacaoğlan 9. Ömer Seyfettin 10. Mehmet Emin Yurdakul 11. Ziya Gökalp 12. Hüseyin Rahmi 13. Dadaloğlu 14. Nedim 15. Türk Tiyatrosu 16. Abdülhak Hamid 17. Halit Ziya Uşaklıgil 18. Muallim Naci 19. Sait Faik . 20. Türk Halk Şiiri Antolojisi 21. Ahmet Haşim 22. Kemalettin Kamu 23. Halide Edip Adıvar 24. Cenap Sahabettin 25. Köroğlu 26. Tanzimat Edebiyatı Antolojisi 27. Beş Hececiler 28. Remzi Oğuz Arık 29. Servet-i Fünun Antolojisi 30. Mehmet Rauf 31. Türk Romanları/özetler 32. Nihal Atsız 33. Reşat Nuri Gütekin 34. Cahit Sıtkı Tarancı 35. Faruk -Nafiz Camlıbel 36. Arif Nihat Asya 37. Namık Kemal 38. Yusuf Has Hacip/ Kutadgu Bilig 39. Yeni Türk Edebiyatı 40. Necip Fazıl Kısakürek 41. Kaşgârlı Mahmud Divan-ı Lûgat-it Türk 42. Peyami Safa 43. İslamiyet öncesi Türk Edebiyatı 44. Yahya Kemal Beyatlı 45. Ahmet Yesevi ve Divan-ı Hikmet/Edip Ahmet ve Atabet-ül Haka-yık 46. Çağatay Edebiyatı ve Ali Şir Nevaî