BÜTÜN YÖNLERİYLE SUSURLUK Uluslararası Susurluk Konferansı'na Sunulan Bildiriler
Bu kitabın yayın hakları Analiz Basım...
73 downloads
802 Views
2MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
BÜTÜN YÖNLERİYLE SUSURLUK Uluslararası Susurluk Konferansı'na Sunulan Bildiriler
Bu kitabın yayın hakları Analiz Basım Yayın Tasarım Uygulama Ltd. Şti.nindir. Birinci Basım: Haziran 1998 Teknik Hazırlık: Analiz Basım Yayın Baskı: Sistem Ofset ISBN: 975-343-230-5
KAYNAK YAYINLARI: 251
ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM UYGULAMA LTD. ŞTİ. istiklal Caddesi 184/4 80070 Beyoğluİstanbul Tel: (0212) 252 21 56-252 21 99 Faks: 249 28 92
İÇİNDEKİLER SUNUŞ 9 Uluslararası Susurluk Konferansı Açış Konuşması Doğu Perinçek 13 Yeni Dünya Düzeni ve Mafya Gladyo Devletleri Alpaslan Işıklı 19 Dünya Ekonomisinde Mafyalaşma Prof. Dr. İzzettin Önder 21 Siyasetin Mafyalaşması ve Hanedanlar Uğur Dündar 28 Yeni Kriminal Burjuvazi: Rus Mafyası Örneği Jürgen Roth 36 Türkiye Ekonomisinde Uyuşturucu ve Kara Paranın Yeri Doç. Dr. Veysi Seviğ 41 Ergenekon'u ABD Gözetiminde Türkeş ve Sunalp Kurdu Erol Mütercimler 48 Türk Gladyosu: Kontrgerilla Ferit İlsever 57 ABD Yardım Programları ve Özel Savaş Erol Bilbilik 66 Papa Suikastı ve Gizli Servisler Jean-Marie Stoerkel 78 P-2 İtalyan Gladyosu ve Ülkücüler Paolo Di Giannontonio : 87 Ülkücülerin Avrupa Eylemleri ve Gerçekler Tuncay Özkan : 90 Komünizmle Mücadele Derneklerinden MHP'ye Hasan Fehmi Güneş : 94 CIA, Dünya Antikomünistler Birliği (Wacl) ve MHP Jürgen Roth : 100
Hizbullah ve Gladyo Mehmet Güç : 102 Gladyo'nun Son Ayağı: Provokatif Sol Arslan Kılıç : 109 1 Mayıs 1977 Provokasyonu ve Amerikancı Darbe İçin İstikrarsızlaştırma Harekâtı Hasan Yalçın : 113 Siyasal Suikastlar: Abdi İpekçi'den Uğur Mumcu'ya Tuncay Özkan : 124 Hukuk Devleti, Gladyo ve Susurluk Yargılamaları Emcet Olcaytu : 133 İrangate ve Türkiye Prof. Dr. Çetin Yetkin : 141 Yeraltı Ekonomisi ve Çeteler Enis Berberoğlu : 156 Türk Siyasetindeki Uyuşturucu Gölgesi Nezih Tavlaş : 161 Nükleer Madde Kaçakçılığı ve Türkiye Metin Dalman : 170 Kontrol Edilemeyen Bir Güç Devletin İçine Girmiş Fikri Sağlar : 173 Küçük Amerika Sürecinin Sonu: CIA Görevlisi Başbakan Adnan Akfirat : 179 Eşref Bitlis Suikastı, CIA Peşmergeleri ve NGO'lar Hikmet Çiçek : 190 Azerbaycan Darbe Girişimi ve Türkiye Hasan Uysal : 200 Sincian-Uygur Provokasyonu ve Çiller Adnan Akfirat : 211 Şeriatçı Terörde ABD Bağlantısı Özcan Büze : 228
Ek
Fikri Sağlar : 241 Sezen Öz : 244
SUNUŞ Aydınlık dergisinin düzenlediği konferans, Çiller'in İçişleri Bakanı Meral Akşener'in engellemelerine rağmen, 14-15 Haziran'da İşçi Partisi İstanbul il merkezinde yapıldı. Konferansa, Türkiye'den ve yurtdışından, her biri konusunda uzman 28 akademisyen, araştırmacı ve gazeteci katıldı. Uluslararası Susurluk Konferansı, Susurluk Çetesi'nin katılımıyla yapıldı! Evet katılımıyla! Çete, konferanstan bir gün önce sürece dahil oldu. Bu işi kendine yakışır biçimde yaptı. Konferans, 14 Haziran Cumartesi günü başlayacaktı. Tebligat Cuma günü geldi. "Toplantıya izin verilmediği" yazılıydı. Ne gerekçe, ne yasal bir dayanak. Dayanak olamazdı zaten. Yasalar, toplantılar için izin alınmasını öngörmüyordu. Valilik, olmayan yetkiyi kullanıyordu. Toplantılarda sadece bildirim yapılması yeterliydi. Ancak sorumluluk İstanbul Valiliği'ne ait değildi. Emir yukarıdan, içişleri Bakanlığı'ndan gelmişti. Çiller Ailesi'nin İçişleri Bakanı Meral Akşener'den. Akşener, tebligat çıkartmakla yetinmemiş, konferansın yapılacağı salonun sahibi durumundaki Petrol-İş Sendikası'na da salonu hiçbir şekilde açmaması yönünde baskı yapmıştı. Özel Örgüt, Susurluk'un konferansına bile tahammül edemiyordu. Tebligatı Cuma günü saat 18.00'de yaptırmasının nedeni de, Aydınlık'a itiraz olanağı bırakmamaktı. Örgüt, mesai için, resmi dairelerin kapalı olduğu saatleri tercih ediyordu. Suçluların telaşı içindeydiler. Ancak tutmadı. Çiler Özel Örgütü'nün marifeti konferansı adeta güzelleştirdi. Daha etkili hale getirdi. Konuklar, dinleyiciler ve Türkiye, Çiller Özel Örgütü'nün suçluluğunu bir kere daha gördü. Örgüt, toplantının İşçi Partisi'nde yapılmasını engelleme yetkisine sahip değildi.
9
14 Haziran Cumartesi sabahı Petrol-İş'in İstanbul/Altunizade'deki binası önünde toplanıldı. Tebliğ sunacak öğretim üyesi, uzman, yazar ve gazetecilerle konuklar oradaydılar, İşçi Partisi Genel Başkanı ve Aydınlık Dergisi Başyazarı Doğu Perinçek, burada bir basın açıklaması yaptı. Perinçek, "Susurluk Çetesi kendisini bir kez daha ele vermiştir, bir kez daha suçüstü yakalanmıştır. Bu hükümet suçları örtmek için kurulmuştu ve bugün de bu çaba içindedir" dedi. Daha sonra konferansın yapılacağı İP İstanbul il Merkezi'ne gidildi. Konferans Doğu Perinçek'in açılış konuşmasıyla başladı. İlk oturumu Prof. Alpaslan Işıklı yönetti, ilk konuşmacı ise, Kanal D Haber Genel Yönetmeni Gazeteci Uğur Dündar'dı. İki gün süren Uluslararası Susurluk Konferansı 300 dolayında konuk tarafından büyük bir dikkatle izlendi. Başarı, tebliğ sunacak uzmanların katılım oranından başlıyordu. Çağrılı 30 tebliğci ve oturum yöneticisinden 28'i konferansa katılmıştı. Bu tür toplantılar için bu bir rekordu. CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar, yalnızca bu toplantıya katılıp dönmek üzere Mersin'den geldi. Gazeteci Hasan Uysal, freni patlayan otomobiliyle kaza tehlikeleri geçirdikten sonra toplantıya yetişebildi. Uysal, tebliğinin girişinde, macerasını kendine özgü hoş bir üslupla anlattı. Konferansın büyük değeri, elbet tebliğlerin içeriğindeydi. Susurluk, iki hafta önce Parlamento'da tartışılmıştı. Boş sıralar önünde muhalefet sözcülerinin anlatmaya çalıştıkları gerçekler yitip gitmişti. Meclis'in kafası Susurluk'la, Çiller Özel Örgütüyle, Türkiye'nin kaderiyle ilgili değildi. Daha doğrusu, ortaya çıkarmak, gereğini yapmak için değil; örtmek, kapatmak, suçluları kurtarmak için ilgileniyordu bu işle. Gerçekler, suçlar, sadece pazarlık için değer taşıyordu. Özel Örgüt önemli sinir merkezlerini hâlâ elinde tutuyordu, Parlamento teslim olmuştu. Uluslararası Susurluk Konferansı ise araştırdı. Yeni gerçekler ortaya koydu, ipuçları sergiledi. Tarihi değerlendirdi. Sonuçlar çıkardı.
10
Özetle şu görüldü: Türkiye'nin gerçek entelektüel birikimini ne Parlamento temsil ediyor, ne üniversite, ne de medya. Oralara bakanlar, kaçınılmaz olarak karamsarlığa kapılıyor. Ama Susurluk Konferansı'nı izleyen herkes, Türkiye'nin aydın ve araştırmacı birikimine hayran kaldı. Bu birikimin medyadaki, üniversitedeki ve Parlamento'daki parçalarının bir başka odakta buluşturulması zorunluydu. Bu konuda, katılan herkes görüş birliği içindeydi. Konferans boyunca tebliğ sunan aydınlar arasında hem görüş alışverişi yapıldı, hem de tartışmalar yaşandı. Yerli ve yabancı katılımcılar, 14 Haziran Cumartesi akşamı Kumkapı'nın kendine has atmosferi içinde verilen yemekte de birlikteydiler. Geç saatlere kadar süren sohbetlerin konusu gene Susurluk eksenindeki gerçeklerdi. Askeri darbeler, rejimin içinde bulunduğu çıkmazlar, hepsi ele alındı. Yeni dostluklar geliştirildi. Kaynak Yayınları
11-12
ULUSLARARASI SUSURLUK KONFERANSI AÇIŞ KONUŞMASI Doğu Perinçek
Aydınlık Dergisi Başyazarı, İşçi Partisi Genel Başkanı
"Küçük Amerika" Süreci Cumhuriyet Kamyonuna Çarptı Türkiye, 50 yıldır "Küçük Amerika" sürecini yaşıyor. İşte "Küçük Amerika" olduk. Türkiye, bugün bir mafya-gladyo-tarikat diktatörlüğü altındadır. Başbakan, Nakşibendi müridi. Mafya prensesi ve CIA görevlisi yönetici var. Ekonomi, eroin bağımlısı. Türkiye, emperyalist-kapitalist sisteme bir de uyuşturucu üzerinden bağlanmış. Ülke, IMF ve Dünya Bankası reçeteleriyle yönetiliyor. 50 yıldır yaşadığımız, bir karşıdevrimdir; Cumhuriyet'i yıkma girişimidir. Ne var ki, Küçük Amerika süreci, Susurluk'ta Cumhuriyet Devrimi kamyonuna çarpmıştır.
13
Mersedes'in içinden Türkiye'nin bağımsızlık ve güvenlik sorunu haline gelen Çiller Özel Örgütü çıkmıştır. Bu Özel Örgüt, aynı zamanda siyasal sistemin fotoğrafını sunmaktadır. İnfaz şefi olduğu uluslararası ve ulusal düzeyde resmî belgelerle saptanan Abdullah Çatlı, yanına DYP milletvekilini ve polis şefini alarak tarihe son kez poz vermiştir. Abdullah Çatlı'nın reisi Muhsin Yazıcıoğlu ise, Meclis'te hükümet kombinezonlarında boy göstermektedir. Bütün dünya biliyor; eroin ve nükleer madde kaçakçılığı, ancak devletin yüksek iktidar organlarının koruması altında yapılabilir. Mafya-iktidar bağlantısı, olayın doğası gereğidir. ABD emperyalizminin hâkimiyeti altında eroine bağımlı hale getirilen bir ekonomide, mafyanın iktidarı kaçınılmazdır. İktidar ise gene kaçınılmaz olarak mafyalaşır. Bugün Türkiye'nin iktidar yapısına baktığımızda görüyoruz; büyük sanayiciler, büyük işadamları iktidar aygıtının kenarlarına itilmektedir. İktidarın kilit mevkileri, uyuşturucu, silah ve nükleer madde kaçakçılarının, kara para bankerlerinin ellerine geçmiştir. Bizzat Başbakan ve yardımcısı, koalisyonlarını yeraltında da kurmuş bulunuyorlar, ortaklaşa kara parayı aklama işi yapıyorlar.
NATO'nun Acı Meyvesi Bu süreçte 1950'ler, başlangıç noktası. ABD nüfuzunun ağırlaşması ve şeriatçılığın güçlenmesi el ele oldu. Çağımızın tunç yasasıdır bu. Susurluk'ta ortaya çıkan kurum ve ilişkilerin temelini NATO attı. Bilindiği gibi Gladyo modeli, bütün NATO ülkelerinde uygulandı. Toplum, bu örgütün varlığından yaygın olarak ilk kez 12 Mart 1971 rejimi sırasında haberdar oldu. Kontrgerilla, 1980'e doğru CIA ile işbirliği halinde yeraltı eylemlerini yoğunlaştırdı. Sirkeci ve Yeşilköy sabotajlarından Marmara yolcu gemisinin batırılmasına kadar bir dizi büyük tertip, 12 Eylül 1980 darbesinin ortamını hazırladı. Kontrgerilla, 1980 sonrasında, faaliyetini olağanüstü boyutlara ulaştırdı. Bugünkü adı, Özel Kuvvetler Komutanlığı'dır. Devlet, ABD ve NATO reçetelerine göre yeraltı örgütleri kurmuştur. Bu örgütler, cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraç, gasp, tehdit dahil her tür terör eylemine girişmiştir.
14
Devletin yeraltı kuruluşları, daha 1960'lı yıllarda, Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden başlayarak çeşitli yan örgütleri kullandılar. MHP ve Ülkü Ocakları, denebilir ki, NATO modeline uygun olarak, devletin yeraltı terörünün yan kuruluşları işlevini yerine getirdiler. Türk İntikam Tugayı (TİT), Esir Türkler Kurtuluş Ordusu (ETKO), İslamî Hareket, İslamî Yumruk, Hizbullah (İlim grubu), İslamî Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA/C) gibi örgütler, yine aynı görevi üstlendiler. CIA'nın uyuşturucu ağına yakalanmış bazı "sol" maskeli örgütler de, ABD bağlantılı terörün taşeronluğunu yaptılar.
CIA'nın Çocukları Susurluk olayından sonra bütün çarpıcılığıyla ortaya çıkan önemli gerçek, "CIA'nın çocukları"dır. Bilindiği gibi, 12 Eylül askeri darbesinden sonra CIA şefleri, "Bizim çocuklar başardı" dediler. MİT'in CIA bağlantılı Hiram Abas-Eymür-Eken kliği ise, bu çocukları 12 Eylül öncesi ve sonrasında kullandıklarını itiraf ettiler. Nerede? CIA'nın Türkiye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunda. Muhsin Yazıcıoğlu'lar, Abdullah Çatlı'lar, Mehmet Ali Ağca'lar ve diğerleri bu operasyonda kullanıldılar. CIA-MİTÜlkü Ocakları bağlantısı apaçık ortaya çıkmıştır. Operasyon, 1 Mayıs 1977 katliamıyla başladı. Abdi İpekçi'lerimizi, Doğan Öz'lerimizi, Tütengil'lerimizi ve diğer aydınlarımızı bu operasyona kurban verdik. Kahramanmaraş, Çorum, Erzincan, Sivas kırımları, bu operasyonun birer parçasıydı. CIA, marifetli çocuklarını daha sonra uluslararası arenaya çıkardı. Papa suikastı, eroin işleri vb.
Özel Örgüt'ün Babası Özal Arkasından CIA'nın "MİT'in sivilleştirilmesi" adını verdiği girişim geldi. Zamanın başbakanı Turgut Özal ile MİT'teki adamları Hiram Abas ve Mehmet Eymür başrolde. Bir "Özel Büro" kuruyorlar. Çiller Özel Örgütü böyle doğuyor.
15
Özel Büro'nun tarihi, ekonominin mafyalaşması tarihiyle örtüşüyor. Özal'ın "liberalleşme" adı altında uyguladığı program, serbest piyasa ve rekabeti değil; eroine bağımlılığı getirdi. Uyuşturucu, silah, nükleer madde ve altın kaçakçılığını yasallaştırdı. Kara parayı aklayacak mekanizma ve kurumları yarattı: Hayali ihracatlar, kumarhaneler, yeraltı bankacılığı vb. Mafyalaşmanın babası Özal, devlet kurum ve görevlilerini bu işlere sokarak, Eroin Devrimi'ni gerçekleştirdi. Irak'a ambargonun yarattığı yıllık 10 milyar dolar açık, eroin geliriyle kapatıldı. Özal hanedanı da nasiplendi elbette bu "devrim"den.
Ankara'da Çiller'in Himayesinde CIA İstasyonu İşte Çiller, 1993 yılında başbakan olurken, böyle bir mirasa konuyor. Çiller Başbakan olur olmaz, Başbakanlık Başmüşaviri Kamil Yüceoral'ı "Dış Türkler Koordinatörlüğü"ne getirerek, Dışişleri Bakanlığı'nı devredışı bırakıyor. CIA ile kayınpederi üzerinden ve doğrudan bağlantıları olan Kamil Yüceoral, Ankara'daki başmüşavirliği bir CIA istasyonuna çeviriyor. Çiller'in genelgesiyle bütün devlet kurumlan Kamil Yüceoral'a istihbarat aktarıyor. Başbakanlık örtülü ödeneği, Başmüşavir Yüceoral tarafından CIA ile ortak Kafkaslar ve Orta Asya operasyonlarında kullanılıyor. CIA'nın denetimindeki Binbaşı Kaşif Kozinoğlu ve Abdullah Çatlı ekibi, bu merkezden yönlendiriliyor. Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, Sabancı suikastlarını aydınlatacak gerçeklerdir bunlar.
"Kriz Bölgelerinde" ABD Taşeronluğu Dayatması Çiller Özel Örgütü, medya tarafından bir mafya çetesi gibi gösterildi. Uluslararası alana kadar uzanan rolü örtbas edildi.
16
ABD, Türkiye'ye, "kriz bölgelerine müdahale gücü" rolünü kabul ettirmek için, birtakım tertip ve kışkırtmalara başvurmak zorunda kalmış ve bu tertiplerde Çiller Özel Örgütü'nü kullanmıştır. Azerbaycan'da darbe girişimi, Çeçenistan'a silah ve adam yollamak, İran ile savaş kışkırtmaları, Kuzey Irak'taki tertipler, Çin Halk Cumhuriyeti'nin Sincian-Uygur bölgesine sabotaj timlerinin yollanması, hep bu örgütün CIA güdümündeki marifetleridir. Amaç, Türkiye'yi Rusya, Azerbaycan, İran, Irak, Suriye, Arap dünyası ve Çin Halk Cumhuriyeti ile derinleşen çatışmaların içine itmektir. Bu düşmanlıkların içine sürüklenen Türkiye ile ABD arasında kader bağı kurulacak ve Türkiye, ABD taşeronluğunu üstlenmek zorunda kalacaktır. Uluslararası tertiplere hizmetin kuşkusuz bir fiyatı vardır. Bu fiyat, Özel Örgüt'e ve özellikle Çiller ailesine uyuşturucu ve nükleer madde ihaleleri verilerek ödenmektedir. Eroin ve nükleer madde kaçakçılığını özelleştirenler, bu faaliyeti terör örgütüyle yürütmek zorundadırlar.
ABD'nin "Ilımlı İslam" Modeli Bütün olgular gösteriyor: Tıpkı bu yüzyılın başında olduğu gibi, dünya sistemiyle cephe cepheye gelmiş bulunuyoruz. Sistemin merkezindekiler, kozmopolittir; başka deyişle vatansız. Ancak sistemin merkezindeki bu kültür, geniş halk kitlelerine yabancıdır. Halk hangi kültürle sisteme bağlanacaktır? Onu da ABD reçeteleri belirlemiştir: "Ilımlı İslam". Bilindiği gibi, CIA Başkan Yardımcılığına kadar yükselmiş olan Graham Fuller, "Kemalist Devrim'in modası geçti, Türkiye'ye Ilımlı İslam kimliği lazım" diye buyurmuştu! Daha ilginci, bu kimlik dayatması, yalnız Türkiye'ye değil, Orta Asya Türk cumhuriyetlerine kadar uzanıyor. Fethullah Gülen gibi bazı tarikat liderleri, bu ABD faaliyetinin misyonerliğini üstlenmiş bulunuyor. Orta Asya cumhuriyetleri, ABD parasıyla kurulan dinci okullarla donatılıyor.
17
Hem Türkiye'de hem de Türk cumhuriyetlerinde tarikatlar canlandırılmakta, halk ideolojik düzlemde, bu tarikatlar ağıyla denetim altına alınmaktadır. Dışkısından kokain çıkan bir eroin kaçakçısının cenazesini» arkasından tekbir getirerek yürüyen kalabalıklar, böyle üretilmiştir. Sistemin merkezindeki kokain ile sistemin kenarındaki kültür böyle birleştirilmiştir.
Devrim Paklar Türkiye'nin sorunları, en başta devletin mafyalaşması ve insanın manevi yıkıma uğraması sorunu, gelmiş köklü değişikliklere, büyük bir devrimci dönüşüme dayanmıştır. Türkiye'nin emperyalizme bağımlılığını sorgulamadan demokrasi ve barış yönünde hiçbir ciddi adım atılamaz. Meselenin özü buradadır. Çiller Özel Örgütü, bu nedenle bir "çete" değildir; dünya kapitalist sisteminin bir aletidir. Türkiye'nin bağımsızlık ve güvenlik sorunudur. Bugünkü neoliberal sistem içinde, eroine bağımlılığa bir çözüm yok. Bu sistemin hangi iktidarı, yılda 8-10 milyar dolardan vazgeçecektir? 2020 yılında, bu sistem bakınız neler vaat ediyor: 10 milyon çocuk sokakta yatacak; milyonlar eroine bağımlı hale gelecek; milyonlarca kadın vücudunu satacak; tarımın çökertildiği koşullarda, 40-50 milyon nüfus, açlığın kıyılarında yaşayacak. Böyle bir ülkeyi, emperyalizm ve iktidar sahipleri, ancak Türk-Kürt, Sünni-Alevi boğazlaşmaları kışkırtarak yönetebilirler. Ne acıdır ki, Cumhuriyet Devrimi Türkiyesini yitirmiş bulunuyoruz. ABD'ye bağımlı mafyagladyo-tarikat diktatörlüğünün bizi götürdüğü yerde, şu elimizdeki Türkiye bile bulunmayacaktır. 2020 yılının 120 milyon nüfuslu Türkiye'si, bu sistem devam ederse, artık Türkiye değildir. İrtica ve mafya arasındaki ortaklık apaçık karşımızdadır. Onların arkasındaki gücü, ABD emperyalizmini, bizler görüyoruz. Zamanla herkes görecektir. Devrimci Cumhuriyet, bir tek eroinden kurtulmak için bile, Türkiye'ye gereklidir, zorunludur. Türkiye, bu ihtiyaçla yeni bir sürece girmiştir. 1920'leri hatırlatan devrimci bir atılımın eşiğindeyiz.
18
YENİ DÜNYA DÜZENİ VE MAFYA-GLADYO DEVLETLERİ Prof. Dr. Alpaslan Işıklı Oturum Başkam
Değerli dostlar, bu oturumun konusu "Yeni Dünya Düzeni, Mafya, Gladyo" olarak belirlenmiş bulunuyor. Mafya ve Gladyo ile Yeni Dünya Düzeni arasında bir ilişki kuran bu başlığa katıldığımı öncelikle belirtmek isterim. Bildiğiniz gibi Yeni Dünya Düzeni, küreselleşme olarak tanımlanan süreçle bütünleniyor, tanımlanıyor. Doğrusu küreselleşme, ustaca bulunmuş bir söylem oluşturuyor. Herkes etkisi altında olduğu bakış açısının, dünya görüşünün doğrultusunda, bu küreselleşme sözcüğünde, kendisine sıcak gelebilecek çağrışımlar bulabilir. Ulusların, insanların arasındaki duvarların kalkması, dünya milletlerinin, insanların sorunlarının bir bütün olarak ele alınması doğrultusunda bir çağrışım, çok değişik ideolojilerin, dünya görüşlerinin etkisi altındaki insanlara aynı zamanda sıcak gelebilir. Ama gerçek bu değildir. Sorulması gereken çok önemli bir soru var: Küreselleşiyoruz ama gerçekten küreselleşiyor muyuz? Sermayenin ışık hızıyla dolaştığı bu dünyada, emeğin önünde Berlin Duvarı'ndan daha büyük duvarlar örülmesi gerçeğini elbetteki yadsıyamayız.
19
Bu çarpık küreselleşmenin ne anlama geldiği konusunda sorulması gereken bir soru var: Kimin iktidarı altında küreselleşiyoruz? Küreselleşmenin çığırtkanları, dünyada artık emperyalizm çağı sona erdi, karşılıklı bağımlılık süreci başladı, ulusal devletin tarihin karanlığına gömülmesi zamanı geldi, Kemalizme dair birçok değer dinazor ilan edilmelidir yönünde bir propagandayı ustaca yürütüyorlar. Küresselleşiyoruz diyenlerin, artık ezen-ezilen, sömüren-sömürülen çağının geride kaldığını iddia edenlerin tavrı, kısaca ifade etmek gerekirse bana, İncil'de olduğunu hatırladığım bir sözü anımsatıyor: "Şeytanın en büyük kurnazlığı, kendisinin olmadığına bizi inandırmasıdır." Bugün emperyalizm yoktur, emperyalizm çağı kapanmıştır diyenlerin söylemi de bu. Küreselleşiyoruz ama hangi kurallara göre küreselleşiyoruz? Küreselleşme ideologları bunu anlatmak için uygun bir kavram daha icat etmiş bulunuyorlar. Deregülasyon, yani kuralsızlaştırma, yani devletin yol göstericiliği, düzenleyiciliği bitiyor. Onun için ulusal devlet çağı sona eriyor. Hal böyle olunca, gerçekte bir kural var, bu sermayenin kâr önceliği kuralının kayıtsız şartsız olması. Kâr önceliğinin tek, mutlak bir öncelik kazanması, bir ağırlık kazanması, dünyadaki ilişkilerde sosyal adaleti unutmak aşamasına bizi çoktan getirdiği gibi, tüm ahlaki değerlerin de unutulması doğrultusunda insanlığı koşar adımla ilerlemek zorunda bırakıyor. Bu süreçtir ki, mafya olgusunu, hiçbir ahlaki değer tanımayan bir iktidarlaşma olgusunu, Yeni Dünya Düzeni'yle birlikte gündeme getirmiştir.
20
DÜNYA EKONOMİSİNDE MAFYALAŞMA Prof. Dr. İzzettin Önder
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi
Kapitalist Sistem Dinamiği ve Yeraltı Ekonomisi Susurluk olayı, açığa çıktıktan beri gerek medyada gerek diğer alanlarda çok tartışıldı, çok konuşuldu. Tüm bu tartışma ve konuşmalara bakarak, Susurluk olayının üzerinde yeteri kadar durulduğu ya da bu olayın gerçek tahlilinin yapıldığı sonucuna ulaşanlayız. Zira Susurluk olayını, olayın tarafları ya da bundan çıkarı zedelenenler veya ilgi çekip pazar payını yükseltmeye çalışan medya mensupları da, çok çeşitli açılardan tartışmaya açabilirler. Bu tür tartışmalar olayı açmak yerine, tam tersine, dikkatleri olaya ve olayla doğrudan ilgili kişilere toplayarak, ana konuyu, bilerek veya bilmeyerek, perdeleyebilirler. Marx'ın güzel bir sözü vardır. Bir yerde Marx der ki, "Burjuva iktisatçı ve düşünürleri belirli olayı incelediklerini
zannederek, o olayda yoğunlaştıklarında ana noktayı gözden kaçırırlar. Bu karmaşadan yararlanan sistem, kendi yolunda, bir engelle karşılaşmadan ilerler."
21
İşte bana öyle geliyor ki, Türkiye'nin gündemine düşmüş olan Susurluk olayı da biraz böyle bir hava içinde ele alınmış bulunmaktadır. Bunun sonucunda sistemi sulu bulup sorumlu tutmak yerine, belirli kişilere suç yıkılarak, sistem aklanabilmektedir. Örneğin, polis şefinin ya da bir milletvekilinin veya başka bir üst düzey yöneticinin suçlanması ve cezalandırılması ile tüm sorunun çözülmüş olacağı düşüncesi yaygınlaşabilmektedir. Bu nedenle, salt olaylar üzerinde durmak yerine, bu olayın oluşum nedenleri ve ortamını araştırmak daha anlamlı ve açıklayıcı olur. Susurluk olayı gibi sistemin oluşum ve işleyişi ile birebir ilişki içinde olduğundan şüphe bulunmayan olaylar, sosyal-genetik bağlamda ve böyle bir bakış açısı ile ele alınabilir. Ancak böyle bir yöntemle yaklaşıldığında olayın tüm ilişki ve ayrıntıları görülebilir. Sosyal genetik açısından olaya yaklaşım yapabilmek için, sistemin bileşenleri üzerindeki sistemsel dürtülerin işleyiş ve sonuçlarını incelemek gerekmektedir. Türkiye, kapitalist bir dünya içinde, kalkınmaya çalışan kapitalist bir ülkedir. Periferik konumda olan Türkiye'ye, merkez tarafından bir rol ve görev biçilmiş bulunmaktadır. Türkiye ise, böyle belirlenmiş olan alanı aşmadan, sistemsel dürtü ve kodlarla çalışan ajanlar marifeti ile hem ekonomik yaşamını sürdürmeye hem de kalkınmasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Aralarında iç çatışma olmakla beraber, merkez tarafından Türkiye'ye biçilmiş olan rol, yoğun teknolojiye girmeden, sanayileşmeyi sürdürmek, büyük ve güçlü bir pazar ve bazı alanlardaki üretimler için de üretim merkezi oluşturmaktır. Hem Türkiye'nin kalkınması ve güçlenmesinin baltalanması hem de silah sanayiinin finansmanı açısından Türkiye'nin devamlı olarak siyasal huzursuzluk ve hatta sıcak çatışma ortamı içinde tutulması da kaçınılmaz gibi görülmektedir. Öte yandan, Türkiye'ye baktığımızda muazzam bölgesel farklılıklar yanında çok büyük boyutta işsizlik ve gelir dağılımı bozukluğunun hüküm sürdüğünü görmekteyiz. Kalıcı bir barış sağlayamayan Türkiye, devamlı politik sürtüşme, bazı durumlarda da sıcak çatışma içine girmektedir. Bu arada çok büyük boyutta dış borcu olan Türkiye, yabancı sermaye ve ondan da önce spekülatif para girişine muhtaç durumdadır.
22
Türkiye'nin içinde yüzdüğü havuz ise, Yeni Dünya Düzeni adı verilen, finans kapital aşamasındaki gelişmeler dünyasıdır. Böyle bir dünyada merkez, know-how ve yoğun teknoloji kullanan üretim yanında, spekülatif finansal operasyonlarla kendine kaynak aktarmaya çalışmaktadır. Merkezdeki güç, çevresinde halkalanmış olan toplulukları, kaynak aktarma potansiyeline göre yörüngeye oturtmaktadır. Öyle gözüküyor ki, açlık sınırında ve onun da altında yaşayan ülkeler dış halkada yer almaktadır. Merkeze kaynak aktarımı potansiyeli bulunmayan bu ülkeler ve insanlar, ancak ara sıra ve biraz da göstermelik olarak merkezin ilgisini çekebilmektedir. Buna karşın, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu merkeze yakın ülkeler, kaynak aktarma işlevi açısından canlı görülmektedir. Bu gibi ekonomiler, borçlandırma, ticaret, sıcak çatışma vb. gibi yollarla merkeze kaynak aktarabilir olarak algılanmaktadır. İşte kapitalist işleyiş dinamiği, böyle bir ilişki bağlamında, çevre ülke politika ve uygulamalarını hem ilgili ülke hem de merkez güçlerine bağlamaktadır. Çevre ülkeleri merkeze kaynak aktarabilmek için yeraltı ve yerüstü varlıklarını hızla tüketmekte, yeraltı ekonomik faaliyetlere girmekte ve tüm bu çabaların sürdürülmesinde resmi güçlerle işbirliği yapılmaktadır. Söz konusu işbirliği, bir yandan maliyet tasarrufu amacına yönelik olarak, yeraltı faaliyetini yürütenler tarafından istenmekte, diğer taraftan da ağır ekonomik koşulların hafifletilmesi amacıyla bizzat resmi güçler tarafından itirazsız ve hatta sempatiyle karşılanmaktadır. Resmi makamların yeraltı faaliyetine anlayışlı yaklaşımı, sadece borçlu periferik ülkelerde değil, fakat merkezdeki ileri güçlerde de gözlemlenen bir durumdadır. Örneğin, son olayların irdelenmesinde ortaya çıktı ki, yeraltı dünyasının bazı isimleri yurtdışında serbestçe dolaşıp, oralarda aylarca kalabilmişler. Bu durumu, müsamaha ve göz yumma dışında hiçbir bahane ile açıklamak olası değildir. Söz konusu müsamahada hem merkez hem de periferik konumdaki ülkenin yaran bulunmaktadır. Zira, ağırborçlu konumdaki bir ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar, bumerang gibi, merkezdeki güçlü ekonomileri de vurmaktadır. Ödeme temerrüdüne düşen bu ülkeler, uluslararası fınansal akımları kestiği zaman dünya finans çevresi çok zarar göreceğinden, bu sistemi çalışır vaziyette tutabilmek amacıyla gelişmiş merkezler, kendi ülkelerindeki bazı yolsuzluk ya da usulsüzlüklere göz yumabilir.
23
Bunun da ötesinde, merkez ülke ya da ülkeler, çevrede bir siyasal operasyon yapmak istediğinde, bu operasyonun mali kaynaklarını gizli tutmak kaçınılmaz olur. işte böyle durumlarda silah ve uyuşturucu ticaret faaliyeti yan yana gelebilir. Örneğin, bir çevre ülkesinde sıcak çatışma ortamı yaratılacak ise, gerekli askeri malzeme hiçbir zaman evrak üzerinde gösterilemez. Bu durumda başlatılan ve genişletilen yeraltı ekonomik faaliyeti ile ilgili elemanların, hatta bunların güvenlik içinde ilgili faaliyetleri yürütebilmelerini sağlamak amacıyla, merkez ülkelerde dolaşmalarına göz yumulur. Böyle durumlarda, merkez ülkeler kendi halkını dahi feda edebilir. Örneğin, bir merkez ülkenin bir çevre ülkeden yüklü alacağı var ise ya da yine bir merkez ülke bir çevre ülkede, kendi amacına uygun olarak, sıcak çatışma ortamı yaratmak istiyor ise, yeraltı ekonomik faaliyetleri destekler, bunların elebaşlannı gözetir ve yeraltı ekonomisinin ürünlerinin bizzat kendi ülke halklarına pazarlanmasına göz yumabilir. Zira böylece merkez ülkelerdeki finans vb. ekonomik ajanlar tatmin edilmiş veya merkez siyaseti çevreye dayatılmış olmaktadır. Görülüyor ki, yeraltı ekonomisi de, bir tür ekonomik faaliyet olarak, uluslararası bir boyuta sahiptir. Burada da tüm ulusların yetkilileri ve ajanları işin içinde olarak, birer aktör gibi rollerini oynamaktalar. Uluslararası platformda açıkça savunulamayacak politikaların finansmanı yeraltı ekonomisi ile yürütmekte ve doğal olarak bundan sorumlu olan güçlü merkez ekonomileri de, bazı kanunsuzluklara göz yummakta, hatta bunları desteklemektedir. Dünya Bankası, 1974 yılından beri her yıl borç verdiği gelişmekte olan ülkelerden, borç verdiğinden daha fazlasını geri alıyor. Çevresel konumdaki ülkeler açısından baktığımızda ise, bu durum söz konusu ülkelerin fakirliğe itildiğini ifade etmektedir. Türkiye'de enflasyon, yatırımsızlık ve yüksek enflasyon, aslında hep kaynak aktarma süreci sonunda oluşan fakirleşmenin ekonomik göstergeleridir. Bu bozuklukların aynı anda işsizlik ve gelir dengesizliği anlamına geldiği de açıktır. İşte böyle bir durumda yeraltı ekonomisi oluşumunun tüm maddi koşulları oluşmuş demektir. Türkiye kısmen üretici, kısmen iletici yere sahip olabilir. Böyle bir ekonomik ilişki ortaya çıktığında bu işi yapanlar, maliyet tasarrufu sağlamak amacı ile kaçınılmaz olarak resmi makamlarla ilişki kurma yoluna giderler.
24
Ekonomik açıdan zor durumda bulunan ülke yöneticileri de bu duruma müsamahakâr bakarken, bazı yetkililer de suçlu konumuna düşebilir. Yeraltı ekonomisi, risk çok yüksek olduğundan dolayı, yüksek kâr haddi ile çalışır. Bu koşul, üretim maliyetinin bastırılmasını ve satış fiyatının yüksek tutulmasını gerektirir. Çevresel ekonomilerdeki işsizlik ve fakirlik, üretim maliyetleri açısından büyük bir avantaj oluşturur. Buna karşılık, ürünün zengin bölgelerde satışa sunulması da satış hasılatını yükselten bir öğedir. Satış hasılatı açısından ileri ülkeler önemli pazardır. Bu pazar, alternatifi oluşuncaya kadar bizzat kendi hükümetinin siyasal amaçları ya da finans ve sanayi kuruluşlarının kâr amacı için hiç tereddüt edilmeden kullanılır. Ancak, çevresel ekonomilerde de gelirin yükselmesi ve daha da önemli olarak, gelir dağılımının bozulması, tüketim pazarlarına bu ülkelerin de katılmasını gündeme getirmiştir. Günümüzde Türkiye'de özellikle büyük kentlerde ve zengin çevrelerde görülen uyuşturucu bağımlılığı böyle bir gelişmenin açık bir kanıtıdır. Bu kârlı alanı yönetenler, geleneksel adı ile "mafya" olarak anılmaktadır. Kuşkusuz mafya sözcüğü İtalya'da ortaya çıkmış olan örgütler için kullanılan bir ifadedir. Sözlük tanımına göre mafya, "gizli haydut çetesi" ya da "kendi çıkarları için her çareye başvuran gizli grup"tur. Bu çeteler 1820-1848 tarihleri arasında, büyük toprak sahiplerinin girişimiyle kuruldu. Bunlar eski asker, polis ve yerel idarelerde yuvalanmış olan haydutlardan oluşmakta idi. Bu çeteler, Sicilya'daki toprakların yönetimini ele geçirmeye ve köylüler üzerinde egemenlik kurarak hâkimiyetlerini perçinlemeye başladılar. Söz konusu çeteler yerleşik düzene saygılı olup, düzeni, olası bir köylü hareketine karşı koruma gayreti içindeydi. Böylece oluşan kırsal mafya, zamanla yerini kentsel mafyaya bıraktı. Görüldüğü gibi, İtalya'da 19. yüzyılın ortalarında görülen çete hareketinin oluşum, işleyiş ve felsefesi günümüz çetelerine oldukça benzemektedir. İtalya örneğinde de görüldüğü gibi, mafya, sistemden yararlandığı için sistemi muhafaza yanlısıdır, fakat mevcut sermaye ile çatışmaya girdiğinde, toplumun huzurunu kaçırmaktadır. TÜSİAD'ın son demokrasi raporu, içindekileri saklı tutarak, kurumun amaç ve felsefesi açısından yerleşik ve mafya sermayesi arasındaki çatışmanın bir tür yansıması olarak yorumlanabilir.
25
Kurumun amacı açısından hedeflenen politika açık ve bellidir. Emekçiler ya da geniş halk yığınları için istenmemektedir demokrasi. Buradaki tek amaç, yeraltı sermayesini rekabet alanı dışında tutmaktır. Yeraltı ticaretinin sıkça işlem gördüğü hatlar, örgütler tarafından satın alınıyor ve o hatlarda yapılan her türlü ticaret, belirli bir bedel karşılığında serbestçe yürütülüyor. Bu hatlarda göçmen işçiler, karayolu taşımacılığında çalışan şoförler ve turistler faaliyet göstermektedir. Yeraltı dünyasından kazanılan paralar belirli merkezlerde yüzde 15 dolayında komisyon karşılığında aklanmaktadır. Bunun yanında, kara paralar özelleştirme faaliyetine, siyasal parti propagandaları ve bankerlik kuruluşlarına gitmektedir. İşte genel hatlarıyla ortaya koyulmaya çalışılan bu doku, günümüzde, tam kapitalist âlemi ve doğal olarak şiddetli bir biçimde Türkiye'yi kaplamış bulunmaktadır. Olağan ekonomik faaliyetlerde kâr hadleri sıkışınca, bu alanda faaliyet gösteren ajanlar da, yavaş yavaş yeraltı alanına girebilir. Aksi durumda sermayeyi korumak olası olamayabilir. Bu süreç, sermayenin olağan üretimden uzaklaşıp yeraltı alanına kayması anlamını ifade etmektedir. Arkadaki derin anlam da, sermayenin, sosyal üretimden uzaklaşıp daha hızlı birikim yapabileceği yeraltı ekonomisi alanına kaymasıdır. 1959'dan beri Türkiye, önceleri belli belirsiz ve çok yavaş bir biçimde, sonraları giderek yoğunlaşan bir biçimde, merkez dürtülü karar süreçleri içine itilmiştir. Türk siyaset tarihinde, 1950'de verilmiş olan karar böyledir. Osmanlı İmparatorluğu'ndan sonra, görece daha ufak bir devlet olarak istiklalini ilan etmiş olan Türkiye, yorgun çıktığı savaşların üzerinden henüz 2030 yıl geçtikten, bu arada Osmanlı'dan devrolan borçları ödedikten, fakat henüz tam olarak sanayileşmeden acaba hangi akla hizmetle liberal iktisat politikalara itilmiştir! Bu uygulamanın sonucu, politikanın isabet derecesini açıkça ortaya koymakladır. Türkiye, 1950 liberal politikaları sonucunda, 8 yıl içinde ünlü 1958 Ağustos kararlarını açıkladı. Bu kararlar ekonominin iflas ettiğini gösteriyordu. Nasıl oldu da ekonomi bu duruma geldi? Nedeni açık; 1950 kararları Türk siyasetine özgü bir karar olmayıp Batı'nın dayatmasıydı.
26
Çünkü Batı, o dönemde pazar arıyordu ve Türkiye, iflasıyla sonuçlanan politikalar ile Batı'ya bu hizmeti sundu. Aradaki tüm politikalarda benzer bağımlılık izleri görülür. Ancak bunların en belirgini, 1980 kararlarıdır. 1980 kararları ile Türkiye, güçlü Batı'nın finansal yörüngesine oturtulmuştur. Bunun sonucunda da, yüksek enflasyon yüksek faiz haddi, yoğun dış borç, ülkeyi dış âleme kapatmaktadır. Görülüyor ki, bir ülke ekonomisini incelerken, hem o ülkenin koşullarını hem de o ülkenin içinde bulunduğu dünya koşullarını bir bütünlük içinde ele alıp incelemek gereklidir. Aksi durumda bir olaya takılıp kalırsak, ne olayı çözebiliriz ne de gerekli önlemleri öngörebiliriz. Örneğin günümüzde, çok yoğun bir biçimde "demokrasi" söylemi dile getiriliyor. Demokrasi bir üstyapı kuramıdır. Niçin demokrat olamadığımız ise irdelenmiyor. Bunun nedeni ekonomiktir. Türkiye'nin demokrat olamamasının bir dizi tarihsel ve sosyal nedenleri yanında, başat nedeni kaynak kıtlığıdır. Şu halde, demokrasi sorunu anlamlı bir biçimde tartışılacak ise, kesinlikle ekonomik yapı ve işleyişle, yani sistem sorunu ile bir arada ele alınmalıdır. Aksi durumda, anlamlı ve çözüme ulaşıcı tartışma yerine beyinleri bulandırıcı fikir karmaşası yaşanır.
27
SİYASETİN MAFYALAŞMASI VE HANEDANLAR
Uğur Dündar Kanal D Genel Yayın Yönetmeni
Özal'dan Beri Para ve Güç, Karanlık Odakların Eline Geçti Sayın konuklar, değerli konuşmacılar hepinizi saygıyla selamlıyorum. Efendim, ben şu anda bir televizyon kanalının haber genel yayın yönetmeni ve hazırladığım bir programın sorumlusu olarak, topluma araştırmacı gazetecilik örneklerini sergileyen bir iletişimciyim. Ama belimde silahım, yanımda üç tane koruma, ki birisinde otomatik tüfek, diğerlerinde çifter çifter tabancalar var, ayrıca zırhlı bir araçla ve içimizde bir yığın korku ve kuşku ile buraya ulaşabildik. Böyle bir gazeteci modeli, ancak Marcos'lann Filipinler'inde ya da Güney Amerika'daki muz cumhuriyetlerinin diktatörlüklerinde gözlenir. Gerçek demokrasinin yaşandığı çağdaş hukuk devletlerinde gazeteci, hiçbir zaman şimdi bizim içinde bulunduğumuz korkulan, kuşkuları ve "Acaba ölüm tuzakları bizi nerede bekliyor?" sorularını zihninde taşımaz, enerjisini bunları düşünmeye harcamaz.
28
Biraz önce Sayın Doğu Perinçek'in de belirttikleri gibi, toplumumuza bir yığın tuzaklar kurup bunların karşılığında çıkarlar sağlayan siyasetin odaklarındaki bazı insanlar, "Acaba
bizim marifetlerimizi, bizim yaptığımız vurgunları bu gazeteciler öğrendiler mi? Acaba bizim sakladığımız bazı gerçeklere ulaştılar mı?" korkusunu sürekli yaşadıkları için, bize sözünü ettiğim kaygıları yaşatıyorlar.
Susurluk kazasından kısa bir süre önceydi. Bizim Arena istihbaratına bir telefon geldi. Özel Harekât'tan iki kişinin beni yok etmek üzere görevlendirildiklerini ifade etti muhbir, hatta adını da verdi. Adını saklıyoruz. Bir süre sonra Aydınlık gazetesi ve Sayın Doğu Perinçek, Susurluk çetesinin kazadan önce açıklanması, kamuoyuna duyurulması anlamında bir basın toplantısı yaptılar. Orada, malum kazadan sonra ortaya çıkan çetenin ana hatları aşağı yukarı sergileniyordu. Bir süre sonra kaza gerçekleşti ve çete apaçık ortaya çıktı. Bu çeteyi iyi yorumlayabilmek ve değerlendirebilmek ve çetenin niçin kurulduğunu görebilmek için biraz daha gerilere, Özal dönemine gitmemiz gerekir. Özal döneminde, yanılmıyorsam 1986 yılında, İsviçre'nin Zürih kentinde Grand Dolder Oteli'nde bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya, Türkiye'nin dışında yaşayan fakat Türkiye ile bağlantısı sürekli olarak bulunan bazı Türk vatandaşları ve Ortadoğu kökenli olup İsviçre'de faaliyette bulunan bazı döviz tacirleri katıldılar. Grand Dolder Otel toplantısında Özal, kurmayları ve kara para ticaretini yönlendiren bu kişiler, uyuşturucu ticareti yoluyla orada biriken ya da dünyanın başka ülkelerinde biriken narko-dolarların nasıl indirileceğini .görüşüp karar aldılar. Dikkat ederseniz ondan sonra Türkiye'de müthiş bir ihracat patlaması gerçekleşti. Bu ihracatın büyük çoğunluğunun hayali olduğunu ortaya çıkardık ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kurulan komisyon da belgeleriyle bunu doğruladı. O yıllarda Türkiye, müthiş bir ihracat hamlesi yapmış ve bunun karşılığında ihracat dövizleri yağmaya başlamış gibi gözüküyordu. Oysa gelen dolarların büyük çoğunluğu kara paraydı. Bu kara para, Özal'ın liberalleşme adı altında aldığı kararlardan önce Türkiye'den giden eroinlerin parasıydı. Trafik ise İsviçre'den Türkiye'ye, Bulgaristan üzerinden otobüslerin zula tabii edilen yerlerinde Kapalıçarşı'ya gelen altınlar şeklinde gerçekleşiyordu.
29
Yani uyuşturucu gidiyor, onun karşılığında 12 Eylül öncesinde büyük ölçüde silah ve altın, daha sonra da yine büyük ölçüde altın olarak Türkiye'ye dönüyordu. Bu trafiği ortaya çıkardıktan sonra, Merkez Bankası altın ithalatına başladı ve altın kaçakçılığı yolu önemli ölçüde kapanmış oldu. Ancak daha sonra uyuşturucu trafiği öylesine büyük boyutlarda yaşanmaya başladı ki, Türkiye ihracatının belli bir oranını, Türkiye'den giden uyuşturucunun karşılığı olan dövizler oluşturdu.
Hoştan-Topal İlişkisi Konuşmanın burasında somut örnek vermek için... Susurluk kazasından sonra kamuoyuna fotoğrafını yansıttığımız Sami Hoştan adlı kişiden bahsetmek istiyorum. Sami Hoştan, 1974 yılında Almanya'da uyuşturucu madde kaçakçılığı yaparken yakalanmış, yaklaşık dört yıl hapse hüküm giydikten ve cezasını bir müddet Alman hapishanelerinde çektikten sonra Türkiye'ye gönderilmiş ve Türkiye'de de kısa bir süre cezaevinde kalmış bir uyuşturucu sabıkalısı... Sami Hoştan, daha devletten milyarlarca lira vergi iadesi alan bir ihracatçı görünümündedir. Geçenlerde Medsan adlı firmasıyla yaptığı ihracatın karşılığı olarak Türkiye'ye, özellikle karayollarını tutan hudut kapılarından, deklare yoluyla 7 milyon dolar soktuğunu belgeleriyle ortaya çıkardık. Oysa bu, kâğıt üzerinde gözüken, ama gerçekte olmayan bir paraydı. Bunun niçin yapıldığını anlamak için Sami Hoştan'ın kim olduğuna, ilişkilerine dikkatle bakmamız gerekiyor. Evet, kimdir bu Sami Hoştan? Sami Hoştan, Susurluk kazası olduktan hemen sonra oraya gidip Abdullah Çatlı ve sevgilisi Gonca Us'un cesetlerini alarak morga götüren ve kimseye göstermeden Çatlı'nın cenaze törenini organize eden kişidir. Onunla birlikte Haluk Kırcı'nın da orada olduğu söyleniyor; ancak biz bunu henüz belgelemiş değiliz. Sami Hoştan aynı zamanda, kumarhaneler kralı olarak bilinen ve Susurluk kazasından önce öldürülen Ömer Lütfü Topal'ın da ortağıdır. Peki, Ömer Lütfü Topal kimdir? Ömer Lütfü Topal, tıpkı Sami Hoştan gibi, uyuşturucu madde kaçakçılığından hüküm giymiş, rüşveti ve kokaini Türkiye'de en rahat veren kişidir.
30
Topal, ölümünden bir süre önce, uyuşturucu madde kaçakçılığı açısından önemli bir platform olma özelliğini taşıyan HAVAŞ'ın özelleştirilmesinde bu kurumu almak üzereydi. Ancak, hakkında çıkan Amerika kaynaklı 'Bu adam uyuşturucu madde kaçakçılığı yapmaktadır ve HAVAŞ'a talip olmuştur" şeklindeki yayınla bu imkândan mahrum kalmıştır. Ancak biz çok iyi biliyoruz ve yakında belgeleriyle ortaya çıkacaktır ki, bu ihaleden önce Topal'ı arayan çok üst düzey bir siyasetçinin eşi, kendisinin Topal'a yardımcı olacağını ifade etmiştir. Nasıl yardımcı olacaktı? Kuşkusuz daha önce söylediğim gibi Topal'ın rüşveti kolayca dağıtma özelliğinden yararlanarak yardımcı olacaktı... İşte bu nedenle Ömer Lütfü Topal-Sami Hoştan ilişkisi fevkalade önemlidir. Sami Hoştan, bir süre önce uyuşturucu parasını Türkiye'ye getirirken yakalanan kurye Dilek Örnek olayıyla da bağlantılıdır. Sami Hoştan'ın devletten milyarlarca liralık vergi iadesi aldığını belirleyen ekibimiz, onun ihracatını araştırdı. Makedonya'ya kadar giden ARENA muhabirleri, ihracat yapılmış gibi gösterilen firmaları bu ülkede bulamadılar. İsimler ve adresler hayaliydi. Gelen paralara baktık... Onlar da Makedonya yerine Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinden gelmiş gibi gösterilmişti. Para taşıyıcıları -ki bunların çoğu şofördü-böyle bir meblağ getirmediklerini söylüyorlardı. O halde 7 milyon dolar, ihracattan değil, uyuşturucudan gelmişti ve bu rakam, resmi belgelerde gözükmediği için, bir ihracat tezgâhı düzenlenmişti. Biz bu kişilerin birbiriyle çok yakın ilişkide olduğunu, Susurluk kazasından hemen sonra, Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay adıyla birlikte şirket kurduğu Baysa firmasının sahibi olan Ahmet Baydar isimli şahısla yaptığımız röportajdan sonra belgelemeye başladık. Ben tesadüfen Ahmet Baydar'la konuştuktan sonra, ki o özellikle Abdullah Çatlı'yı Abdullah Çatlı olarak değil, Mehmet Özbay olarak tanıdığını söylüyordu. İşte bu Ahmet Baydar'dan kendisinde bulunan telefon numaralarını istedim. Bana bir cep telefonu numarası verdi. O cep telefonundan kimlerin arandığını araştırmaya başladık. Ve.adım adım ilerleyerek hem Özel Harekât'ta Başkanvekilliği yapan İbrahim Şahin'e, halen tutuklu bulunan Özel Harekât polislerine, Ali Fevzi Bir adlı kişiye, Sami Hoştan adına ve onların çevresindeki ilişkiler yumağına ulaştık.
31
Böylece, Susurluk kazasından sonra, çeteyle ilgili soruşturma yapan Devlet Güvenlik Mahkemesi savcılarının da ifade ettikleri gibi, çete ilişkisi medyada ilk kez böylesine somut bir şekilde belgelenmiş oldu. Nitekim Susurluk soruşturmasını yürüten savcılar, "Eğer siz bu telefon numaralarından yola çıkarak bu ilişkiler ağını sergilememiş olsaydınız bizim işimiz biraz daha zorlaşırdı!" şeklinde açıklama yaptılar.
Uyuşturucu, Döviz ya da Silah Olarak Geri Geliyor Şimdi ARENA ve Kanal D Haber Merkezi araştırmalardan ortaya çıkardığım tablo şu:
olarak,
Susurluk
çetesiyle ilgili
Türkiye eroin yolu üzerinde çok önemli bir köprü. Bu trafikte çok önemli bir fonksiyonu var Türkiye'nin. Uyuşturucu gidiyor ve döviz ya da silah olarak tekrar geri geliyor. Şu anda uyuşturucu parasıyla silahı kim sağlıyor? Tabii ki büyük ölçüde PKK sağlıyor. Peki, Özel Harekât'ın görevi neydi? Kuruluş amacı neydi? Özel Harekât timleri, özellikle PKK'ya karşı mücadelede görev alan devletin güvenlik güçleriydi. Tahmin ediyoruz ki, bunlar başlangıçta uyuşturucu yolunu, dolayısıyla PKK'nın finans olanaklarını kesmek amacıyla bazı faili meçhul cinayetlere kadar uzanan operasyonlar yaptılar. Bunların başlangıçtaki görünümü, devlet adına yapılan operasyonlardı. Tabii ki hukuk devletinde hiçbir zaman ne adına yapılırsa yapılsın, kendini yasanın yerine koyarak faili meçhul cinayetler gerçekleştiren güçlerin yanında olmak ve bu eylemleri onaylamak asla ve asla mümkün değildir. Ama bunlar bir süre sonra uyuşturucu ticareti yoluyla büyük paraların sağlandığını ve uyuşturucunun büyük bir güce dönüştüğünü gördüler. Yukarıdaki siyasetçilerin kendilerine açtıkları kapılardan girerek, verilen siyasi desteği kullanarak, uyuşturucu ticaretini kendileri yapmaya başladılar. İşte Susurluk çetesinin oluşma nedeni, sergilediğim bu tablodur. Yani uyuşturucu trafiğinin üzerine oturabilmek, uyuşturucu parasıyla güce ulaşmak ve bu güçle her şeyi hatta siyaseti yapabilmek.
32
Özal'dan beri Türkiye'de para ve dolayısıyla güç, karanlık insanların; karanlık odakların eline geçti. Düşünün bir kere, Turan Çevik isimli bir kişi, bir zamanlar Türkiye'nin en fazla nakit para ile oynayan isimlerinden biriydi. Turan Çevik o güne kadar adı sanı duyulmamış, işadamı özelliği taşımayan ve hatta bir ufak galeride küçük çapta otomobil ticareti yapan portreydi. Ancak Turan Çevik, daha sonra Türkiye'de hayali ihracat dövizlerini en fazla indiren ve en fazla dağıtan kişi olarak kamuoyunun önünde sergilendi. Medyada, bakanlarla ve önemli bürokratlarla boy boy fotoğrafları yer aldı. Dolayısıyla para kimin eline geçiyorsa, güç de onun eline geçiyor ve o güç, daha sonra çeşitli konumlarda karşımıza çıkıyor. Bugün ben inanıyorum ki, bu Susurluk çetesi haberlerinden tanıdığımız polislerin konuşmaları halinde, bizim belgeleyemediğimiz bir yığın gerçek daha ortaya çıkacak ve Türkiye sarsılacak. Bunun yakın olduğuna inanıyorum; çünkü şu anda Sarıyer Cumhuriyet Savcısı'nın Ömer Lütfü Topal cinayetini çözme konusunda çok önemli adımlar attığını ve bu cinayetin nasıl işlendiğine dair kanıtlara, tanıklara ulaştığını zannediyorum. Zaten peşi peşine gerçekleşen tutuklamalar da bunu gösteriyor.
Program Yaptığım Her Televizyon Kanalına Baskı Efendim, konuşmamın başlangıcında da ifade ettim. Biz belgeleyebildiğimiz gerçekleri sergiliyoruz ve iddialarla, spekülasyonlarla gazetecilik yapmıyoruz. Bugüne kadar Çiller ailesi ile ilgili olarak çok yayın yaptık. Çiller ailesinin Kilyos'taki kooperatif serüveninden, İstanbul Bankası'nın batışına; Antalya'daki hazine arazisinin üzerine kondurdukları o ünlü pansiyonun öyküsünden, Amerika'daki muhteşem mal varlıklarına varıncaya kadar, Çiller ailesi ile ilgili olarak belgeli birçok haber yaptık. Ancak ben zannediyorum ki onlar, henüz bize ulaşmamış, ancak ulaştığı takdirde fevkalade büyük yankı yapacak ve kendilerinin siyasetten silinmelerine neden olabilecek bazı gerçekleri elde elliğimizi düşünüyorlar ve bu nedenle üstümüze amansızca geliyorlar. Ben yıllardır televizyonculuğumun yanı sıra, Hürriyet gazetesinde de yazıyorum. Hürriyet gazetesindeki yazılarımın engellenmesine çalışıldı.
33
Show TV'de çalışırken, TV sahibine ve yönetimine çok ağır baskılar yapıldı, hatta oradaki işimizin sona erdirilmesine çalışıldı, o da başarılamadı. Çünkü bizim televizyon programlarımız çok seyirci çekiyor ve bulunduğumuz kuruluşa da büyük yararlar sağlıyor. Baskılar bitmedi. Daha sonra yine Kanal D'deki görevimiz sırasında da aynı girişimler sürdürüldü. Ancak bu da başarılı olmadı. Sayın Aydın Doğan, bunları geri çevirdi. Sonuçta, konuşmamın başında ifade ettiğim gibi, hayatımıza dönük eylemlerin düşünülmesine varıncaya kadar bir yığın planla karşı karşıya geldik.
Özal'ı Arattı... Hanedan sözcüğü, siyasete Cumhuriyet döneminde Özal'la bulaştı. Ve Özal dönemi, bir hanedanlaşma süreci olarak algılandı. Ancak onun devamı olan Çiller devri, hanedanlaşmakta Özal dönemini kat kat geride bıraktı. Doğrusu Çiller'lerin yaptıklarını gördükçe Özal'la ilgili olarak eleştirilerimizde acaba bazen insafsız mı davrandık diye düşünüyorum. Benim özetle söyleyeceğim, Türkiye, uyuşturucu trafiğini kesmez, uyuşturucu yoluyla gelen kara paraların bir serseri mayın gibi toplumda, ekonomide ve siyaset odaklarında dolaşmasına engel olmaz ise, ülkemizin başına sürekli bela açacaktır. Türkiye bir an önce silkinip çok radikal önlemlerle uyuşturucu trafiğini kesmek ve sona erdirmek zorundadır. Düşünebiliyor musunuz, bir Alman mahkemesinin aldığı kararlarda, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın adı uyuşturucu madde kaçakçılarıyla birlikte anılıyor. Kanada'nın Toronto kentinde yakalanan bir uyuşturucu madde kaçakçısının cebinden çıkan telefon numaralarından birisi, Çiller döneminin Başbakanlık Özel Kalem'ine ait oluyor. Sorgulanan uyuşturucu madde kaçakçısı, bu telefondan Michel isimli bir kişiyle konuştuğunu ve başının derde girmesi halinde kendisine Michel’i araması talimatının verildiğini söyleyebiliyor.
34
Bunlar, gerçekten üzerinde önemle durulması gereken düşündürücü örnekler. Uyuşturucu trafiğinin önüne geçmek, Türkiye için en önemli meseledir. Ayrıca, uyuşturucu kara parasının siyasete getirdiği güç ve siyasetteki mafyalaşma, Türkiye'de demokrasiyi, hukuk devletini tehlikeye düşürecek oluşumlara meydan verme eğilimindedir. Bunları duyurmak da bizim görevimizdir.
Prof. IŞIKLI: Sayın meslektaşımız Önder'i dinlerken aklıma bir benzetme geldi. Boğa güreşçileri, biliyorsunuz, boğanın karşısında pelerin kullanırlar, kırmızı pelerin; zavallı boğa pelerine saldırır ve matador dimdik ayakta kalmayı bu sayede başarır. Mesajını herhalde söyle algılarsam yanlış algılamış olmuyorum: Bu pelerin işlevi gören Özal'lara, Çiller'lere fazla takılmayalım. Yani layık oldukları önemden daha fazlasını onlara atfetmeyelim. Sorunun asıl kaynağının genetik -tıbbi bir tabir kullandı arkadaşımız- yapıda olduğunu unutmayalım, yani bir sistem sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım dedi. Teşekkür ederiz. Yalnız bir yanılsamaya biz de düşmeyelim. Bir ayrıntı tabii konuşma içerisinde. TÜSİAD raporu diye bir rapor çıkmadı aslında. Çünkü TÜSİAD sahip çıkmadı o rapora. Yani demokrat görünmek gösterişini bile yapamadılar. Bir demokrasi raporunda ittifak kuramadılar. TÜSİAD raporu diye bir demokrasi raporu yok Çünkü desteğini bulamadı o rapor. Şimdi söz sırası Sayın Jürgen Roth'ta. Buyursunlar. Rus mafyası örneğini bizlere anlatacak.
35
YENİ KRİMİNAL BURJUVAZİ: RUS MAFYASI ÖRNEĞİ
Jürgen Roth Gazeteci- Yazar/Almanya Hanımefendiler, beyefendiler, hepinize hoşgeldiniz diyorum. Mafya terimi İtalya'da ortaya çıkmış ve onunla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla benim burada sözünü ettiğim, örgütlü suçtur. Ve üzerinde durmak istediğim de, bugün Doğu Avrupa'dan gelmekte olan yeni bir örgütlü suç dönemine girmekte olduğumuz olgusudur. Burada sadece Avrupa'daki suç çevreleriyle ilgili nomenklatura dediğimiz isimleri içerecek şekilde meseleyi ele almak çok zor. Çünkü bu, siyasi sınıfı dışlayan bir tutum oluyor. Nitekim Rusya'da da bu işi ortaya çıkarmanın zorluğu ikisi arasında adeta görünmez bir çizgi olmasından kaynaklanıyor. Yani örgütlü suç ile iktidar arasında adeta görünmez bir sınır var ve hangisi ne zaman hangi işi yapıyor, bunu anlamak çok zor. Bu Rusya'da da böyle, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra ortaya çıkan diğer cumhuriyetlerde de, Özbekistan gibi yerlerde de böyle. Aslında Rusya'da tanık olduğumuz olgu, siyasi sınıf ile suçlular arasında, suç işleyenler arasında bir ittifak kurulması ve bu ittifakın her ikisine de yarayacak şekilde bir düzeni oluşturmasıdır.
36
Öte yandan şöyle bir ayrıma da gitmek zorundayız. Rusya'da bugün örgütlü suç olarak karşımıza çıkan olguyu dünya çapında diğer benzeri olgularla karşılaştırdığımız zaman, mesela İtalya'daki mafya gibi, Kolombiya'daki eroin ticareti gibi, Amerika'da gördüğümüz mafya faaliyetleri gibi ve hatta Türkiye'de görülen faaliyetleri, belli ölçüde Rusya'da ortaya çıkan olgudan nasıl ayırt edeceğiz. Örgütlü suç tarihine baktığımızda, hiçbir zaman bu tür örgütlü suç kuruluşlarının bir siyasi parti ya da iktidar tarafından desteklendiğini görmezsiniz. Bunlar, Rusya'da olduğu gibi KGB tarzı, son derece grift gizli örgütlenmeler vasıtasıyla desteklenen kuruluşlardır. Ve bunların nüfuz alanı, dünyanın eski, en büyük süper devletlerinden biri olan iktidann kademelerinde kendini gösterebilmektedir. Ve şunu bir belge olarak biliyoruz ki, bugün Rusya'daki bankaların yüzde 80'i örgütlü suç kuruluşlarının sermayesiyle oluşmaktadır. Ve bu, çoğu bankanın sahibinin de, bu örgütlü suç kuruluşları olduğu anlamına geliyor. Bu nedenle, kara parayı aklamak için çok grift ve karmaşık yollara başvurmak da gerekmiyor. Ve bugün, Rusya'daki bankacılık sisteminin kendisi, en büyük para aklayıcı mekanizmalardan biridir. Şimdi üzerinde durmak istediğim; bugün mevcut suç kuruluşlarıyla daha eski düzende nomenklaturaya bağlı olarak belli grupçuklar halinde işleyen ve kendileri de suç grupları oluşturan kuruluşları karşılaştırmak olacak. Size gösterdiğim resimde, Başkan Clinton'un yanında Luçanski adında bir şahsiyet görünüyor. Bu Luçanski Norde(?) şirketinin kurucusudur. Ye Nordek şirketi bugünkü Rusya Federasyonu'nun yurtdışında faaliyet gösteren en önemli ticaret kuruluşudur. Bizim bilebildiğimiz kadarıyla Rusya Federasyonu'nun en büyük kuruluşudur bu. Avrupa'da pek çok ülkeyle ve Türkiye'yle de bağlantıları vardır. Burada Senato'da yapılan bir oturumdan bir alıntı var elimde: Bir senatör, FBI'ın yöneticisine, Vi-yana'da merkezi bulunan Nordek şirketinin ne gibi suç ilişkileri içinde olduğunu soruyor. Gelen cevap şöyle: "Böyle bir açıkoturumda faaliyetleri hakkında size doğrudan doğruya bilgi veremem. Ancak bu, belgelenmiş bir Rus suç örgütüdür. Belgelenen faaliyetleri; Rusya'nın dışına taşan, Rusya'nın dışında sürdürülen suç faaliyetleridir. Şu anda da Viyana'yı merkez seçmiştir."
37
Ve nihayet şunu söylüyor konuşan kişi: " Bugün Rus mafyası dünya için en büyük tehlikedir." İşte bugün karşımızda yeni tür bir örgütlenmiş suçla karşı karşıyayız. Ve bu, doğrudan doğruya devletin kendi içinde örgütlenen bir suç kuruluşudur. Bunlar milyarlarca dolarlık yatırım yapmaktadırlar. Nitekim Avrupa'daki polis yetkilileri de, bu para nereden geliyor sorusunu sormaktadır. Esasında para esrar ticaretinden gelmiyor. Bu para eski Komünist Partisi'nden ve KGB'den geliyor. Ve bu, kendileri tarafından Batı Avrupa'da yatırım olarak kullanılmış paralardan kaynaklanıyor. Bugün gördüğümüz olgu, eski nomenklatura dediğimiz siyasi sınıfın içerisindeki bir grubun Batı Avrupa'da kurmuş olduğu şirketler vardır. Nitekim bu şirketler de bugün bizim normal anlamda bildiğimiz suç kuruluşlarıyla bir işbirliği halindedirler. Burada bir FBI planı.görüyorsunuz. Bu şemada görülen isimler de, eski Sovyetler Birliği'nde yüksek kademede yönetici olanların isimleri, burada yetkili olarak geçmektedir. Burada gördüğünüz, Rusça olarak yazılı kelime, en yüksek kademeli yönetici demek. Buradaki yapılanmaya baktığımız zaman bunun klasik tipte bir İtalyan mafyası görünümünde olduğunu görüyoruz. Bugünkü Rusya Federasyonu'nda 500-600'ün üzerinde bu tarzda yüksek kademeli yönetim adı altında mafya örgütlenmesine tanık oluyoruz. Ama işin ilginç tarafı şu ki, bu insanların çoğu Batı Avrupa'da yaşıyor. Bunlardan 15'inin Almanya'da, 20'sinin Avusturya'da, 10 ile 12'sinin de İsviçre'de yaşadığını biliyoruz. Neden burada oturuyorlar? Çünkü bu tür ülkeler, yasal ve yasal olmayan faaliyetler arasında kesin bir sınır çekerek, kara paranın aklanması için en olumlu ortamı sağlamaktadırlar. Nitekim bu milyarlarca dolarlık yatırımı Avrupa'da yaptığınız zaman, polis için normal işini yapan bir işadamı ile suç örgütünün, bir kuruluşun parçası olan bir insanı ayırt etmek son derece zor bir iştir. Ve Avrupa ekonomisine nüfuz etmek açısından da son derece başarılı bir yöntemdir bu. Ancak bunlar Avrupa ekonomisini etkilemeye kalkmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda Avrupa siyasetini de etkilemeye çalışıyorlar. Belçika'da Anvers kentinden bir polis belgesi var elimde. İlginç bir konu. Burada gösterdiğim haritada Anvers şehrinin en iyi mahallerini görüyoruz. Ve buradaki caddelerin tamamı, örgütlü suç kuruluşlarının yöneticilerine aittir. Bu bir polis belgesidir.
38
Ama hiçbir şey olmadı. Niye hiçbir şey olmadı? Çünkü burada, Amerikan HU kuruluşuyla Rusya'da kendilerine yüksek kademeli yönetici denilen kuruluşlar arasında gizli bîr anlaşma var. Neden öyle bir anlaşma olduğu da bana anlaşılır geliyor. Çünkü Amerikalıların, bu tür örgütlenmiş suç kuruluşlarıyla ilgili bilgi edinmeye ihtiyacı var. Dolayısıyla onlardan bir tanesini kullanarak ve savunarak bunu sağlıyorlar. Bu şekilde işlerini de yapabiliyorlar. Ama bir süre sonra kontrol ellerinden çıkmaya başlıyor. Nitekim Belçika'da gördüğümüz olay da bu. Şimdi de Türkiye'ye nüfuz etmiş olan bir kuruluştan söz edelim. Rus örgütlü suç uruluşlarının içinde en büyüklerinden bir tanesi. Sözümona Sovyetkaya (?) ismini taşıyor. Bu, hem Rusya içinde hem de Rusya'nın dışında en büyük örgütlü suç kuruluşlarından bir tanesi. İlginç bir olguyu temsil ediyor. Rus İçişleri Bakanlığı'nın belgelerini okuduğunuz zaman Rusya'da 5 ile 6 bin arasında suç işleyen çeteden söz ediliyor. Yani verilen rakam 6 500 olduğu halde, aslında ülkenin tamamını kendi aralarında bölüşmüş olan dört belli başlı grup söz konusudur burada. Bern Federal Polis Bürosu'nun bir raporu var elimde. Bu grubun Avrupa'da bulunan bütün şirketlerinin listesini sıralamışlar. Aklınızda kalması için söylüyorum, bazı isimler zikredeceğim: İvankof adında biri var. Bu, iki yıl önce ABD'de tutuklanmış bir şahıstır. Rahimov adında bir başkası da Özbekistanlıdır ve Özbekistan'da yüksek kademeli yöneticilerden biridir. Ve Enver Altaylı adında bir işadamıyla iş yapmaktadır. Enver Altaylı kimdir? Ben kendisini 70'li yılların sonu ve 80'li yılların başından, Almanya'dan tanıyorum. MHP'yi Avrupa'da inşa eden kişilerin başındaydı. O sırada Frans Joseph Straus ile çok yakın ilişkideydi. Aynı sırada başka bir bağlantısı daha var Altaylı'nın, ki bundan utandığını sanmıyorum. CIA ile bağlantısı var. Bunu izleyen yıllarda Enver Altaylı'yı, bir işadamı kimliğiyle görüyoruz. Eski SB'nin yeni kurulan devletleriyle sık sık iş yaptığını görüyoruz. Birlikte iş yaptığı insanlar, şu anda kara para aklamakla suçlanıyorlar. Bunu söyleyen de ben değilim, isviçre polisi. Fransızca olarak okuyorum: (Bir kara para aklama şebekesinin içinde olduğu anlaşılmıştır ve bu şebekenin de birtakım branşları vardır.) Bu kuruluşun başında bulunan Sergei Mihailof da, şu anda Cenevre'de tutuklu bulunmaktadır.
39
İsviçre'de tutuklanmadan önce, iki yıl boyunca sürekli olarak Antalya'ya geldi. Kendisinin buraya geldiğini hem Alman, hem Avusturya hem de İsviçre polisi belgeledi. Çünkü hem Mihailof u hem de bu Sovyetkaya (?) denilen kuruluşun ne yaptığını yakından izliyorlardı. Tabii ki tatile de çıkıyorlardı. Ancak bu, sadece ve sadece yatırım yapmak içindi. Antalya bölgesindeki gazinolara yatırım yapıyorlardı ve otel satın alıyorlardı. Alman ve Avusturya polisi, Türk polisine, "Ne oluyor" diye soruyordu. Düne kadar hatta bugün bile bir cevap alabilmiş değiller. Tabii bu paranın nereden geldiğini, hangi güzergâhtan geçerek buraya geldiğini bulmak çok zor, bunu anlıyorum. Ancak bugün, Batı Avrupa ülkelerinin pek çoğunda kara para aklanmasına karşı bir mevzuat oluşturulmuştur. Eğer 20 bin Alman markından fazla paranız varsa bankaya yatırın siz de görürsünüz, böyle bir para" yatırıldığı zaman bankanın bunu polise haber verme zorunluluğu vardır. Ve nitekim bu parayı yatıran kişilerin de kimliklerini belgelemeleri gerekir. Öyle sanıyorum ki Türkiye'de böyle bir mevzuata gerek var. Çünkü suç örgütlerinin can-damarı esasında bu paraların kaynağıdır. Eğer bu kaynak kesilirse can-damarları da kesilmiş olur. Ancak Doğu Avrupa suç örgütleri gibi bir örgütle karşı karşıya kalındığında, ki bunlar gelirlerinin yüzde 50'sini bürokratik anlamda değişik devlet kademelerine rüşvet olarak veriyorlar. Dolayısıyla aynı parayla Almanya'da, Avusturya'da ve Türkiye'de neler yaptıklarını tahmin edebilirsiniz.
40
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE UYUŞTURUCU VE KARA PARANIN YERİ
Doç. Dr. Veysi Seviğ
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi
Uyuşturucunun Getirdiği Para, Sanayi Kesiminin Üzerine Yürümeye Başlamıştır Bütün olumsuzluklara rağmen, böylesine bir konuyu gündemde sıcak tutmak için bu toplantıyı düzenleyen İşçi Partisi'ne teşekkür ederim. Değerli konuklar, ben sadece olayı sıkıştırarak aktarmaya çalışacağım. Sıkıştırmam, son bir yıl olacak. Şimdi gündemde son derece canlı bir olay var. Türkiye'de bavul ticaretinden elde edilen paranın miktarını iktisatçılarımız tartışıyor. Kimine göre 20 milyar dolar oldu, kimine göre 10 milyar dolar, kimine göre de 4 milyar dolar. Bavul ticaretinden gelen bu dövizin böylesine tartışılır olması nereden kaynaklanıyor? Merkez Bankası, hükümetin direktifiyle, konuyu açıklamak zorunluluğu duydu. Merkez Bankası, uzun süredir Türkiye'de bir döviz dengesizliğinin yaşandığının farkında. Bu dengesizlik şudur: Türkiye'nin ihracatı bellidir. Türkiye'ye giren ve çıkan döviz miktarı bellidir. Öte yandan bir döviz fazlası var ülkemizde. Bunun kaynağı nereden gelmektedir?
41
Bu olay uluslararası arenadaki rakamlara sıkıştığı için, Merkez Bankası, çok safiyane bir şekilde, herkesi uyutabileceğim zannederek şöyle izah etti: "Türkiye'de bavul ticareti vardır. Buradan giren dövizler kayıtlarda pek gözükmez." Bu, çocuğun bile kanmayacağı, bilimsel olarak irdelendiğinde açıkça ortaya çıkacak bir olaydır. Türkiye'de, örneğin bir ay içinde Türkiye'ye giren, çıkması muhtemel dövizden fazla döviz bulunmaktadır. Bu bir yerden gelmektedir. Buna baktığımızda, Türkiye içinde görülmeyen muhtemel dövizin, bu olaya neden olmayacağını anlayabiliyoruz. Bir örnek olayla devreye gireyim; bir ay içinde, diyelim ki Türkiye'ye giren döviz farklılığı, hesapdışı 1-1,5 milyar dolar olsun. Bu 1,5 milyar doların nereden geldiğini bankalar aracılığıyla tespit etmek mümkündür. Bir de bakıyoruz ki, örneğin 1997 Şubat ayında, bir kişi tarafından bankamıza yaklaşık 700 milyon dolarlık bir hesap açılmış. Bu, Türkiye'de ufak tasarrufların hesabı değildir. Bu, bavul ticaretinin tasarrufu da değildir. Bu hesabı açan, isimsiz, yaşı 28 olan bir kişidir. Sonra da bu para çekilmiştir. Nereden çekilmiştir, nereye gitmiştir; paranın akibeti belli değildir. Şimdi bunu daha teknik olarak değerlendirebilirim. Bu olay, 1993 yılından itibaren her geçen gün artmaktadır. 1994 krizi dendiği vakit, Türkiye'den yurtdışına 10 milyar dolar çıktığını, bir uluslararası kuruluş ifade etmiştir. Türkiye'den 10 milyar dolar kayıtdışı çıkmıştır. Bunu da hemen bir şeye bağlamışlardır. Türk halkının tasarrufları, altın tasarrufları, uluslararası alanda satılarak nakte çevrilmiştir. Türkiye, 1994'teki krizi bununla atlatmıştır biçiminde bir açıklama yapılmıştır.
Merkez Bankası'nın "Bavul Ticareti" Dediği, Uyuşturucu Parasıdır Şimdi değerli konuklar, Türkiye'ye bir yerlerden döviz girişi vardır ve devlet, bu dövizin kaynağını açıklarken, masumane bir şekilde bavul ticareti demiştir. Bu, bavul ticareti değildir. Bu, uyuşturucu ticaretinin Türkiye'ye getirdiği ve belli kesimleri beslediği bir paradır. Bu paranın boyutlarını, bir Dünya Bankası iktisat danışmanı, yapmış olduğu hesaplamada, çok geniş bir aralık içinde değerlendirmektedir. Demek ki, 500 milyar dolar ile bir trilyon dolar arasında olduğu biliniyor. Hangi ülkelere ne kadar girdiği konusunda ise kesin bilgiye sahip değiliz diye, araştırmasını bağlıyor.
42
Yapılan hesaplamalara göre, bu paranın önemli bir miktarı Türkiye üzerinden dolaşmaktadır. Bunun yaklaşık 50 milyar dolar olduğunu bugün için hesaplamak mümkündür. Netice itibariyle en fazla 10 milyar dolarlık bir azalmayı ifade etmektedir. Çünkü bu paranın bu miktarını oluşturan kısmı: taşımacılık, muhafaza, geliştirme ve işleme kısmıdır. Yani işçilik kısmıdır. Bu işçilik kısmının Türkiye üzerinde kaldığı, artık kesinleşmiştir. Bu miktarı banka hesaplarında görebiliyor muyuz? Bu konuda resmi belgelere başvuruyoruz. Bu bir araştırmadır. Bugün bankalardaki döviz giriş ve çıkışlarına baktığımızda, bankalarda büyük döviz miktarlarının bir gün girdiğini, ertesi gün çıktığını görüyoruz. Yani tasarruf olarak duran mevduat, giren çıkanın yaklaşık yüzde 14'üdür. Tabii, Merkez Bankası'na intikal ettiği zaman bu fazlalık çıkmakta. Yoksa bu fazlalık, esasında bu da değildir. Bavul ticareti olarak ifade edilen para, bu değildir. Bu, bir kısmıdır. Acaba bu paralar ne oluyor? Bakıyoruz Türkiye, hayali ihracat kadar hayali ithalatın da tutkusundadır. Basit bir rakam veriyorum; 1996 yılının ilk üç ayında yapılan ithalatın bir bölümünün, nerede kullanıldığı, ne için getirildiği belli değildir. Çünkü, uzaya monte edilen bazı araçların kimi parçalarının ithal edildiğini görüyoruz. Bu ülkenin, uzaya monte edilen hangi uzay aracı vardır ve nereye monte edilmiştir? İncelendiğinde, ithalat kayıtlarının gerçekçi olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Türkiye'de döviz çıkışlarının banka vadelerine dayandığını ve bu havalelerin birtakım ülkelerde yoğunlaştığını görüyoruz. Alman gazeteci arkadaşım burada çok güzel bir şey söyledi. Türkiye'de, Almanya'ya giden paranın kaynağı sorulmuyor ki! Veya İsviçre'ye giden paralar... Niçin gidiyor, nasıl gidiyor sorulmuyor. Şimdi bakıyoruz, basında değerli bir meslektaşımız şunu yazıyor: Amerika'nın ve Güney Amerika'nın bazı yerlerinde Türk işadamlarına villalar satılmakta. Bir hayli satılıyor ve bir hayli de reklamı var. Bu paralan kimler gönderiyor? Bakıyoruz, bu paraların sahipleri olarak görünen kişilerin, Türkiye'de hiçbir ticari faaliyetin önde gelen isimleri olmadığını tespit ediyoruz. Bu paralar, muhtemelen, bu trafiğin içerisinde görev alanların değildir.
43
Türkiye'de yasal boşluktan yararlanma vardır. O da şudur: Türkiye'de bugün lüks gayrimenkullerin sahibi, çoğunlukla bilinmeyen ve duyulmayan kişilerdir. Türkiye'de bu lüks gayrimenkuller, Amsterdam'da olduğu gibi kapatılmaya çalışılmaktadır. Bugün sadece İstanbul'da bulunan lüks otellerin bazılarının sahiplerinin, kriminal olayların içinde bilfiil bulunduğunu, hatta kulüp başkanlarının bu işlerde ortak olduğunu biliyoruz. Bugün Türkiye'de spor ve gayrimenkul alımı, futbolcu transferi, bir anlamda bunların egemenliği ve kontrolü altına geçmiştir ve Türkiye'yi toprak olarak ele geçirmeye başlamıştır. Türkiye, bunun ileri bir aşamasına gelmek üzeredir. Türkiye sanayiinin bir kesimini alacaktır. Çünkü bugün Türkiye'de, yine bakıyoruz, bir yıllık ihracat miktarı 8 milyon dolar olan bir şirket, 170 milyon dolarlık bir bankayı satın almıştır. Ve bunu üç senede ödeyecektir. Bu olaylar bize şunu gösteriyor: Türkiye'de son yıllarda, hesaplanması kolay, kimlere ait olduğu bilinebilir bir para akımı başlamıştır. Bu para akımının, bildiğimiz anlamda bir ticari faaliyetten kaynaklanmadığını, bunun daha çok illegal, özellikle uyuşturucu, zehir, silah kaçakçılığından kaynaklanan bir para akımı olduğunu ve bunların da, Türkiye'den yönetip, Türkiye'den stoklamak veya transit geçişini sağlamak suretiyle elde edildiği, artık kesin olarak ortaya çıkmıştır.
Yasa, Tefeciliği Kara Parayı Aklama Suçu Saymamıştır Bu konunun gün ışığına çıkmasını zorlaştıran bazı olaylar vardır. Ve yine bu konunun, Türkiye'de kara parayı önleme yasasıyla önlenmesini imkânsız kılacak olaylar vardır. Yani değerli konuklar, Türkiye'de kara paranın önlenmesiyle ilgili yasada, bu konular önemli şekilde gündeme getirilmiş ama maddeleştirilmemiştir. Türkiye'de kara para yasası, örneğin tefecilik olayını, kara parayı aklama suçu saymamıştır.
44
Halbuki Türkiye'nin yapısından kaynaklanan en önemli sorunlardan bir tanesi, tefecilik olayının çok yaygın olmasıdır. Türkiye'de tefecilik kara para yasasının dışındadır. Türkiye'de gayrimenkul satışlarının nakit olarak yapılmasını önleyen hükümler, bu yasanın içine konmamıştır. Türkiye'de birçok gayrimenkul, çoğunluğu nakit ödeme esasına göre tapuda tescil edilmektedir. Daha açıkçası, sadece İstanbul'da, tapuda yapılan beyanların incelenmesinde, 1996 yılının son üç ayında, bütün ödemelerin nakit olarak kayda geçirildiği görülmüştür. Yani bugün Türkiye'de bütün gayrimenkuller nakit olarak satın alınmaktadır. Oysa bunun banka tarafı, senet tarafı var; fakat bu, kayıtlarda görülmemektedir. Bu, kara parayı aklama yasası içerisine kasten konulmayan, bilerek hüküm altına alınmayan bir olaydır. Bugün Türkiye'de, bir kişinin harcadığı paranın boyutlarının açıklanması için yasa maddesi olmasına rağmen, Maliye Bakanlığı, resen yapması gerekirken, bir yıldır bu düzenlemeyi yapmadığı için, bu yasa maddesi çalışmamaktadır. Ve bu yasa maddesi, kasten çalıştırılmadı. 28 Mart 1997 tarihinde plan bütçe komisyonuna sunulan ve Plan ve Bütçe Komisyonu'nun onayından da geçen bir tasarıyla, Türkiye'de repo gelirlerinin beyan edilmesi ve bu konuda kimlere ait olduğunun bilinmesi konusundaki hüküm, bir senedir ertelenmektedir. Şunu söyleyeyim, Türkiye'de repo gelirlerinin boyutu l katrilyon 800 trilyon liradır.
Uyuşturucu Parasının Sahipleri Devleti Ele Geçirmiştir Değerli konuklar, Türkiye'de uyuşturucunun getirdiği para, sadece ve sadece gayrimenkul ticareti değil, biraz önce vurgulamaya çalıştığım gibi, sanayi kesiminin üzerine yürümeye başlamıştır. Bugün zor durumda bulunan şirketlerin veya yeni kurulan şirketlerin sahiplerinin, zor durumda bulunan şirketlere ortak olmak isteyen kimselerin, Türkiye'de ismi cismi duyulmayan, yaş ortalaması yaklaşık 42 civarında dolaşan kişiler olduğu, yıllık gelir vergisi veya beyanlarına bakıldığı zaman bunların görülmediği, vergi dairelerinde izine rastlanmadığı tespit edilmektedir.
45
Yine bu kişilerin incelenmesinden anlaşıldığı kadarıyla, rakamsal olarak söylüyoruz, bugün Türkiye'de gündeme gelen ve parasal yük olarak ortaya çıkan isimlerin yüzde 24'ü, kamuda görevli olan kişilerle ya akrabadır ya da ciddi ailevi ilişkiler içindedir. Bu sermaye çevresine girmeye çalışanların bir bölümü, artık kamu kesimiyle iç içe olmuştur. Yani bir başka anlatımla, bu para sahipleri, devleti ele geçirmişlerdir. Devleti ele geçirmişlerdir, şimdi artık hedefleri tektir: Türkiye'de ticari ve sanayi kesimini ele geçirip bütünleşmektir. Değerli konuklar, hal böyle olunca, Türkiye'de bu işin önüne geçilmesi ya da bu işin boyutlarının yüzde yüz hesap edilmesi mümkün değildir. Çünkü, işin başında anlattığım gibi, ortaya çıktığında, kamuoyunu yanıltmak için rakamlar üzerinde oynanmakta, safiyane işi bir yere getirip oturtmaya çalışılmaktadır. Bu iş bavul ticaretidir, Türkiye ekonomisine katkıda bulunmaktadır, mümkün olduğunca bu işe göz yumalım, bavul ticaretini kayıt içine almayalım diyerek, esasında, hedefin gerisindeki büyük ekonomik gücü serbest bırakmak ve bundan bir süre daha, belki siyasal iktidarın düşüncesi, hem kendileri hem de yurtdışında bu işi teşvik edenleri korumak veya ortaklığı sürdürmektir. Değerli konuklar, işin bir başka boyutuna biraz daha girmek istiyorum. O da şu; Türkiye'de bu olay, kendi başına, durduğu yerde gelişen bir olay değildir. Bu uyuşturucu veya zehir kaçakçılığının talebini yaratan bir kesim vardır, bir de arzını yaratan kesim vardır. Talebini yaratan kesim arasında, kapitalist dünyanın önde gelen kurum ve kuruluşlarını gözler önüne sergilemek isterim. Her ne kadar uyuşturucuya karşı tedbir alınıyorsa veya bu tür zehir kaçakçılarına karşı yasal tedbirler alınıyorsa da, bunun alternatifleri çıkartılmakta ve adeta kişiler, bir tercih hakkını kullanmak durumunda kalmaktadır. Dolayısıyla bu tercih hakkını kullanırken, kapitalist dünyada, yeni yeni gelişmeler ortaya çıkmaktadır. Uyuşturucuyla mücadelede ilaç üretilerek yeni pazarlar yaratılıyor. Ama bunun müptelası, uyuşturucu mu iyidir yoksa ilacı mı iyidir diye tercih hakkını kullanırken, pazar kendiliğinden çığ gibi büyümektedir. Amerika'nın göbeğinde, açıkça uyuşturucu satışına müsaade eden bir sistem varsa, böyle bir sistemde, Türkiye, niçin tereddüt etsin?
46
Dolayısıyla, bu işin bir körüklenen tarafı, bir de görünürde perdelenen tarafı vardır. Ama körüklenen tarafında, perdelen tarafa göre çok daha büyük para vardır. Japonya dahi bunun etkisindedir. Japonya'ya kadar uzanan bu kol, bir güçtür, kuvvettir. Artık dünya kapitalistleri de korkmaya, ürkmeye başlamıştır. O yüzden yedi tane savcı Zürih'te toplanıp, bu para dünyayı sarsacak diye düşünmektedir. Yoksa bu para, kendiliğinden Türkiye'de oluşmamaktadır. Tabii ki şöyle bir olayı daha söyleyeceğiz; Rusya'daki değişimden sonra, bu tür organizasyonların Türkiye'ye doğru sızması mümkündür. Ama şunu ifade edeyim, bugün Türkiye'deki serbestlik Rusya'da yok. Türkiye, daha müsait ki, Rus mafyası kalkıp İstanbul'a gelmiştir. Dolayısıyla olayı değerlendirdiğimizde, birincisi, Türkiye'nin serbestisi; ikincisi, yönetimdekilerle olan ilişki; üçüncüsü de, dünya ülkelerine karşı kendini sorumsuz hissetmesi, bu olayı daha da genişletmiş ve boyutlarını büyütmüştür. En son, 1996'nın Nisan ayı itibariyle yaptığımız rakamsal incelemenin sonucu şudur: Türkiye'deki mevduatın döviz girdisi giderek artmaktadır. Bir bankamızın mevduatının yüzde 85'i, yedi kişiye aittir. Yine Türkiye'de 1997'nin ilk ayında giren döviz mevduatının yüzde 45'inin kaynağı açıklanamamaktadır.
47
ERGENEKON'U ABD GÖZETİMİNDE TÜRKEŞ VE SUNALP KURDU
Erol Mütercimler Emekli Deniz Binbaşı, Araştırmacı-Yazar
Kamuoyu, Türkiye'deki gizli örgütlerin faaliyetine baktığı zaman; hem CIA-Pentagon çıkışlı, hem MİT içinde, hem askeri istihbaratın içinde birtakım bağlantılardan söz ederdi. Biz de bunu böyle bilirdik. 1982 yılından itibaren askeri darbeler ve ihtilaller üzerine çalışmaya başladım. Bu çalışmam yaklaşık 12 yıl sürdü. Tamamlandı; bakalım kitap olarak ne zaman yayımlayacağız. Bu çalışmayı yaparken, ilk kez bu Ergenekon olayıyla karşılaştım. Benim bu adla karşılaşmam, 26 Nisan 1988'de Ankara'da oldu. Sayın Bilbilik, teşkilat yapısına yönelik teorik bir çerçeve çizecek size. Ben teorik bir çerçeve çizmeyeceğim Daha çok tarihe bir katkı olması amacıyla, 26 Nisan 1988 tarihinde emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk ile yaptığım konuşmayı, üzerinde hiç değişiklik yapmadan aktaracağım. Türkiye'de ilk kez bu toplantıda açıklıyorum ve kitabım yayımlanırsa orada da okunacak.
48
İlk bu konuşmayı yaptığımızda, Memduh Ünlütürk, Ergenekon adından söz ettiği zaman, beni bağışlayın, Ünlütürk'ün yaşlılığı nedeniyle üstünde durmadım. Dedim ki, "Yaşlandı. Kenara da itilmiş bir adamdı". Karşılaşma pozisyonumuz öyleydi. Üzerinde çok fazla durmadım. Ancak konuşmayı, kendisinin de izniyle, karşısında not ettim. İki gün sürdü konuşmamız. Aradan 4-5 yıl geçti; askeri darbeler üzerindeki çalışmalarım derinleşti. Sonra bir oramiralle konuyu konuşurken, kendisine Ergenekon adından söz ettim. "Amiralim, ben böyle böyle bir isim öğrendim. Ama çok fazla ciddiye almıyorum" deyince, bana, "Ciddiye almamakla salaklık yaparsın" dedi. "Niye" diye sordum. "İşin özü orda da ondan" karşılığını verdi. Bu konuştuğum kişi, emekli Oramiral Kemal Kayacan'dı. Ondan sonraki süreçte başka emekli general ve amirallere sorduğum zaman herkes bu örgütü teyit etti. Ancak teyit edilmeyen nokta şu (Ben de onu bilmiyorum, bulma şansım da olmadı): Ergenekon, kontrgerilla diye yanlış biçimde tanımlanan örgütün tamamına verilen bir ad mı? Yoksa, yalnızca 12 Mart sürecini tezgâhlayıp o süreçteki bütün çirkin, kirli işleri yapan birimin adı mı? Bu konuda çok net değilim. Ancak, bazı emekli generallerin, amirallerin söylediğine göre, baştan beri, Amerikalılar tarafından Kıbrıs'ta kurdurulduğundan beri, örgüte Ergenekon deniyor. Ancak bunun belgeyle ortaya konmuş bir yanı yok. Ergenekon denilen bu örgütü Kıbrıs'ta ilk olarak Alparslan Türkeş ve Turgut Sunalp kuruyor. Sunalp o tarihte albay. Ve Amerikalıların sevgili çocuğu. Bunun kuruluş amacı, bütün o konuşmalardan çıkardığım analizi aktarıyorum, Kıbrıs üzerinde çok uzun süre çalıştım, ordan çıkardığım analiz şu: Amerikalıların, Ergenekon'u Kıbrıs'ta kurdurmalarının tek amacı, hedefi ve düşüncesi, SSCB'ye karşı yapılacak olan mücadelede içeride bir yerel kuruluş, örgüt kurdurmak. Temel düşünce bu. Bu düşünce daha sonra somut adımlara döndürülüp lokalize ediliyor. Kıbrıs'ta başarılı olduğu görüldükten sonra, Türkiye'ye taşıtılıyor. Türkiye'ye taşınmasında iki önemli isim var: Alparslan Türkeş ve Turgut Sunalp.
49
Ergenekon'da Kimler Üye? Bütün bu çalışmalarım sonucunda ortaya şöyle bir fotoğraf çıktı: Herkes Ergenekon'un içinde değil. Örneğin, her genelkurmay başkanı Ergenekon'un içinde yer almıyor. Burada, bu topraklarda bir eylem geliştirilecekse eğer, o zaman buna uygun kişiler bunun içine alınıyor. Faik Türün 1. Ordu'da sıkıyönetim komutanı; o dönemde bu olay yar. Kendisine en yakın kişi Memduh Ünlütürk'le konuşmamı size aktaracağım. Orada bu, çıplak bir şekilde anlatılıyor. Koşullar gerektiriyorsa o günün genelkurmay başkanı da dahil ediliyor. Konsept öyle gelişmiş. Herkesi bunun içine dahil etmiyorlar. Ama dahil ettikleri de, daha sonra iflah olmuyor. Bunun içinde valiler var, işadamları var, gazeteciler var, şu anda köşe yazarlığını işgal eden kişiler var. Söz verdiğim için isimlerini kullanmıyorum. Üstelik bunlar, televizyonlarda karşımıza çok temiz adamlar olarak çıkıyorlar. Birtakım gazete patronları var. Daha da önemlisi, çok çok önemli iki işadamı var. Çok büyük sermayeli iki işadamı var ve uzun yıllar Ergenekon'u bu anlamda destekleyen kişiler. Genel çerçevesi bu. Ünlütürk'le yaptığım bu konuşmayı, ki tarihi bir konuşma, okuyacağım.
[SUPHİ KARAMAN (Emekli Albay-27 Mayıs Milli Birlik Komitesi Üyesi): İsmi geçen kişiler hakkında bir iki şey söylemek istiyorum. Ben eski bir askerim. Şimdi İşçi Partisi'nin saflarında bulunmakla gurur duyuyorum. Verilen isimleri çok yakından tanıyorum. Birer kelimeyle söyleyeyim, ondan sonra dinleyin. Memduh Ünlütürk, geri zekâlı bir generaldi. Kayacan, akıllı bir insan ama kaderi vurulmaktı. "Ciddiye almazsanız, salaklık edersiniz" diyen insan vuruldu. Sunay'ı da hepiniz bilirsiniz. Çivitbaş hikâyelerine girmeyeyim. Sunalp'i tanıyorsunuz. Megaloman bir adam. Kıbrıs'a gitmesinden önce tanıyorum. 4-5 kişi Kıbrıs için çalışıyorduk, ordan biliyorum. Alparslan Türkes'i tanıyorsunuz.]
Ünlütürk 12 Mart'ı Anlatıyor Bundan sonraki bölüm Sayın Erol Bilbilik'i çok yakından ilgilendiriyor. Ünlütürk'le konuşmamın burada aktaracağım bölümü şu:
"Ülkenin içinde bulunduğu anarşik ortamdan kurtulabilmesi, huzur ve sükûnetin sağlanabilmesi amacıyla hükümete verilmek üzere bir muhtıra hazırlanmasına karar verildi.
50
O tarihte Harekât Dairesi başkanıydım. Bu muhtıranın hazırlanması bana verildi. Ben de sekiz maddelik bir muhtıra hazırladım ve kuvvet komutanlarına takdim ettim. Onlar incelemiş ve muhtırayı uzun bulmuşlar. Hazırladığım taslak, çok yumuşaktı ve uyan amacıyla kaleme alınmıştı. Özellikle sınır kapılarındaki birtakım düzenlemeleri kapsıyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, hazırladığım taslağı değiştirerek üç maddeye indirmiş ve sertleştirmiş. Daha sonra yeni hazırlanan muhtıra çeşitli yerlere gönderildi. Ben de Senato Başkanı Tekin Arıburnu'ya götürdüm, içinde ne var?' dedi, zarfı göstererek. Ben de, 'Bilgim yok' dedim. Bunun üzerine zarfı almadı, suratıma attı. Geri döndüğümde Genelkurmay Başkam ve kuvvet komutanlarının toplantı halinde oldukları odaya çağırıldım. Başkana durum rapor ediliyordu. 'Senato Başkanı imzalayıp zarfı almadı' dedim. Genelkurmay Başkanı, 'Şimdi ne olacak' diye telaşla odadakilere sordu. Soruyu bana da yöneltti. Çok zor durumda kalmıştım. Odada kuvvet komutanları dururken nasıl cevap verebilirdim. Bunun üzerine Muhsin Batur araya girdi, 'Birliklere alarm verelim, uçakları kaldırıp her yeri bombalatayım' dedi. Öteki komutanlar da bunu onayladılar. Batur, 'Senden rica ediyorum, kurmay başkanına söyle, alarm versin' dedi. Öteki komutanlar da aynı şeyi yapmamı istediler ama bombalama fikrinden son anda vazgeçtiler. Bak şimdi, hepsi kuvvet komutanı. Kurmay başkanlarına emir vermiyorlar da, benden iletmemi istiyorlar. Kurmay başkanı, 'Sen kimsin' derse ne cevap veririm? 'Hangi tür alarm' diye sorarsa ne derim? O tarihlerde böyle hımbıl değildim. Cesaret vardı. Buna şiddetle karşı çıktım. Alarmın yanlış anlamlara nasıl yol açacağını söyledim. Alarma geçen birliklerin bir daha geri çevrilemeyeceğini anlattım. Hepsi orgeneraldi ve beni koyabilirlerdi. Ama yapmadılar. Tam tersine, önerime uyarak alarmdan vazgeçtiler. 12 Mart günü muhtıra verildi. Sol örgütler hızla harekete geçti, ülke hızla anarşiye sürüklendi."
Celil Gürkan Sol Cuntanın Başı "Ben daha Genelkurmay'dan İstanbul'a gelmemiştim. Kısa sürede gördüm ki, bu muhtırayı hazırlayanlar bir ihtilal hazırlığı içindeler ve vatana ihanet için söz birliği etmişler. Bu çok önemli. Genelkurmay Başkanını da devre dışı bırakmışlar. 12 Mart'ın tek sorumlusu Muhsin Batur'dur.
51
Ötekiler onun zoruyla bu işin içine itilmişlerdir. Kemal Kayacan'ı yakından tanırım. Ağabey ruhlu birisidir. Batur'un zorlamasıyla muhtıranın yanında yer almıştır. Daha sonra da sol cuntanın içinde bulunmuştur. Bunların amacı, Marksist bir idare kurmaktı. Doğan Avcıoğlu, İlhami Soysal, İlhan Selçuk gibi sivillerle işbirliği yaparak Türkiye'ye komünizmi getireceklerdi. Aslına bakacak olursak, siviller onları kullanmışlardır. Bunlar, bir devrim anayasası bile hazırlamışlardı ve Sovyet Rusya'dan kopya edilmişti. Yönetim değişikliği gerçekleştirildikten sonra alt kadroda bulunan subaylar, bu orgeneralleri tasfiye edeceklerdi. Celil Gürkan, çok takdir ettiğim, değerli bir generaldi. Orgeneralleri devre dışı bırakacak kişi, kendisiydi. Olaylar başladıktan sonra gelişmeler istedikleri gibi olmadı. Olmayınca da, orgeneraller genç subayları harcadılar. Gürkan, geleceğin Genelkurmay başkanıydı. Yazık oldu."
Aydınlar Bir Gecede Öldürülecekti Bundan sonraki bölüm daha uzunca. Ben şunu sordum: "Bu kadar bilgi o gün masalara geldi mi?" Ünlütürk'ün cevabı şöyle oldu: "O günden çok önce masaya geldi. Çünkü Amerikalılar
hepsini bizim masamıza bıraktılar. Nerede ne konuşulduğunu, ne edildiğini, biz tek tek biliyorduk." Ve hatta şunu söyledi Ünlütürk Paşa: "Yalnızca CIA değil, zaman zaman KGB de bize zarf gönderdi." Şöyle devam etti: "Bana, Türün Paşa'ya, özellikle tavsiye üzerine, anarşiyi durdurma görevi verildi. Ben de onun karargâhında çalışıyorum. Asker kişi, aldığı emri yerine getirir. Hele bu ordu komutanıysa, verilen görev mutlaka başarılmak zorundadır. Yoksa ceketini bırakıp gitmelidir. Biz bu şartlar altında göreve başladık. MİT'in daha önce tespit ettiği hedefler doğrultusunda ve Amerikalıların da verdikleri bilgiler doğrultusunda tüm sivilleri ve askerleri tek tek topladık. Aslında toplamasaydık bile herhangi bir şey yapacak güçleri yoktu. Çünkü toplanamayacak aşamaya gelinseydi, aynı gece hepsi öldürülecekti."
52
Ziverbey Köşkü'nü sordum. Bunu da şöyle cevapladı: "Ziverbey Köşkü'nde işkence yapıldığı tamamen yalandır. İşkence yapılmadı. Ancak herkesin elleri kelepçelendi. Bu yasada bile vardır. Kimilerini de ellerinden ve ayaklarından zincirle irtibatlandırmıştık, ama bunlar çok tehlikeli olanlardı. Bunun dışında işkence edildiği yalandır. Örneğin, Gürkan bir hafta sonra serbest bırakıldı." Uğur Mumcu'yla ilgili anlattığı bölümler var, onları anlatmıyorum. Faik Türün'le ilgili anlattığı bölümde son derece enteresan bir saptaması var. Faik Türün için söylediği şudur:
"Son derece korkaktır. Ürkektir. Tek başına hareket etme gücü yoktur. Eğer arkasında Turgut Sunalp olmasaydı, o hiçbir şey yapamazdı. Amerikalılar bu nedenle en uygun kullanabilecekleri adamı seçtiler." Benim merak ettiğim bir soru vardı. Bu işi düzenleyen kuvvet komutanları, 12 Mart'tan sonra da iş başında kaldılar. Madem siz bu kadar güçlüydünüz, niye onları saf dışı etmediniz? Neden tutuklamadınız? Ünlütürk'e bunları sordum. Yanıt şu:
"Onları saf dışı edecek, tutuklayacak gücünüz var mıydı diye sormalısın önce. Belki tutuklayabilirdik ama dünyaya karşı bu olmazdı. Eğer onları tutuklasaydık, dünya ne derdi sonra? Baktık ki, bu işin sonu gelmiyor. Tutuklamaları yavaşlattık. Biz de sinir buhranları geçirmeye başlamıştık. Hatta birkaç kez istifa etmek bile istedik. Bir kere de Türün istifa etmek istedi. Ancak olay engellendi." 12 Mart, 27 Mayıs'ın bir devamı mıdır, yoksa orada tamamlanmayan işlerin, alınamayan intikamların karşılığı mıdır? diye bir soru yönelttim. Ünlütürk'ün yanıtı aynen şuydu: "Evet. Kesinlikle böyle. Özellikle Numan Esin bu işin içinde. Talat Turhan, Numan Esin, Doktor Mahir, bir de jeolog var" diyerek o bilinen olayı anlatıyor. Nerde ne saklandı belirtiyor.
Mahir Çayan'ların Kaçmasına İzin Yerildi Şimdi bu konuşmanın devamını anlatmıyorum. Uzun çünkü. Benim için bu konuşmada en ilginç bölüm, Mahir Çayan'ların hapishaneden kaçma bölümüydü. Ünlütürk aynen şunları anlattı:
53
"Biz Mahir Çayan'ların hapishaneden kaçacağının enformasyonunu aldık. Bu enformasyonu aldıktan sonra Faik Türün, ben, sonra Turgut Sunalp geldi. Toplantı yapıp yeniden bir durum değerlendirmesi yaptık. Sonra Faik Türün Ankara'yla konuştu. Bir gün sonra dört tane Amerikalı subay geldi. Bu toplantıda ben vardım, Amerikalı subaylar vardı; durum değerlendirmesi yapıldı. Hapishaneden kaçma hazırlığı yapıldığı istihbaratı kendilerine aktarıldı. Onlar şunu söylediler: Bırakın kaçsınlar. Ve bunların hapishaneden kaçabilmeleri için de ne gerekirse yapın. Örneğin, hiç arama yaptırmayın. Kazılan toprakların saklanmasına göz yumun gibi bize 26 maddelik bir öneri dizisi verdiler. Ondan sonraki süreçte şu planlandı: Bunlar hapishaneden kaçacak. Kaçışları dakika dakika izlenecek. Ondan sonra hiçbirisi hayatta bırakılmayacak. Ben Amerikalı subaylarla iki toplantıya katıldım. Üçüncü toplantı yapıldığında beni odaya almadılar ve bundan sonra benim bu grupla herhangi bir ilişkim olmadı. Arada ne oldu bilmiyorum. Faik Türün'le de ilişkim koptu." Bu ne kadar doğru, ne kadar yanlış bilmiyorum. Ben size yaptığım bu konuşmayı aktardım. İkinci önemli bir anlatısı var, o da şu. Beni 12 Mart çok fazla ilgilendirdiği için bir yanıyla, şunu sordum: Mademki, bu tür bir planlama vardı, Muhsin Batur cuntanın başını çekiyorsa, sonradan onunla nasıl bir araya gelindi?
Muhsin Batur-Faik Türün Çekişmesi Ünlütürk'ün yanıtı:
"Bakın, 12 Mart'ta plan, program, Amerikalılarla yapıldı, edildi. Baştan itibaren Amerikalılar bu işin içinde var. 9 Mart grubu subaylarının tasfiye edilmesi çok daha önceden kararlaştınlmışsa da, ancak bir gerçek var; o da şu: 12 Mart'ın en temel önemi, Faik Türün-Muhsin Batur çekişmesidir. Hangisinin devlet başkanı olacağı kavgasıdır. Hatta bu iki orgeneralin arasında şöyle bir konuşma geçiyor: Devlet başkanlığı konusunda anlaşamıyorlar, şöyle bir karara varıyorlar. Muhsin Batur'a bağlı birlikler de, Faik Türün'e bağlı birlikler de Bolu'ya gelecek. Burda savaşacaklar. Hangi taraf kazanırsa devlete o sahip çıkacak."
54
İşte, Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk'ün 1988'de bana aktardıkları özetle böyle. Ondan sonraki süreçte Ergenekon adını sıkça duymaya devam ettim..
Kayacan ve Ersöz Susturuldu Şimdi de, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan'la yaptığım görüşmeleri aktarıp konuşmama son vermek istiyorum. Kayacan Paşa'nın evinde çok bulundum. Onun manevi çocuğu sayılırım. Çok nedenle pek çok sırrını biliyorum. İki şey çok önemli ve bunun da bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, niçin öldürüldüğünün bilinmesini istiyorum. İkincisi de, Ergenekon hakkındaki düşüncesinin bilinmesini istiyorum. Ben Kayacan'a şunu sordum: Siz oramiraldiniz, üstelik de ta yüzbaşılığınızdan itibaren
birliğin en güçlü subaylarından biriydiniz. Yani sonuçta, iyi bir Laz ve iyi bir icracı subay. Deniz subaylarının yapıcı olması çok önemli. Çünkü, sonuçta bileği kuvvetli oluyor. Bunlara rağmen, neden özellikle deniz subaylarının tasfiyesini engelleyemediniz? Bana söylediği'tek bir şey oldu, o da şu:
"Sen, bizim güçlü olduğumuzu mu düşünüyorsun? Bizim dışımızda öyle bir örgüt vardı ki, bizim rütbemizin 'Or' olması hiçbir anlam ifade etmiyordu." Ergenekon diye bir örgütü duyup duymadığını sordum. Kendimin duyduğunu, fakat fazla ciddiye almadığımı ekledim. Kayacan, "O örgütü ciddiye alacaksın. Çünkü her şeyi tezgâhlayan örgütün adı odur" dedi. Ancak konuşmalardan Kemal Kayacan amiralden edindiğim izlenim, Ergenekon'un temel örgütlenme şemasını o da iyi bilmiyordu. Çünkü içinde yer almamış.
55
Kemal Kayacan'ın öldürülme nedeni bana göre şu: Kemal Kayacan amiral, Ergenekon konusundaki bilgilerini yavaş yavaş kamuoyuna çıkarmaya başlıyor. Yalnızca o değil, onunla birlikte o dönemde öldürülen üst düzey subaylara, orgenerallere bakın. Hepsi de bu örgütün içinde yer almamış ama Türkiye'nin kritik dönemlerinde görev yapmış ve bu örgütü çok iyi bilen, Adnan Ersöz gibi, artık konuşabilecek duruma gelmiş olanlardı. Neden konuşacak duruma gelmiş olanlardı diyorum? Şundan. Orgeneral rütbesine gelip o şaşaa bittikten, köşenize çekilip aradan yıllar geçtikten sonra, bir şeyler anlatmanız için insanların kapınızı çalmasını bekliyorsunuz. Ben yaşadığım için çok iyi biliyorum, işte o tür kapı çalmalar ve bilgi aktarmalar başlamıştı. O aşamada tek tek öldürüldüler. Öldürülürken de, taşeron firmalar kullanıldı. Şunu da altını çizerek söylüyorum: Ergenekon dediğimiz bu örgüt, taşeron olarak Ülkü Ocakları'nı da, Dev-Sol'u da kullanmıştır.
56
TÜRK GLADYOSU: KONTRGERİLLA
Ferit İlsever
Gazeteci-Yazar, Aydınlık
Değerli arkadaşlar, kontrgerillayı sadece kitaplardan okuyarak tanımak mümkün değildir. Araştırma ve incelemeyle bu örgütün ancak yüzde 20'si tanınabilir. Bu gerçek, yıllardır halka dayatılan kontrgerilla savaşının doğasından kaynaklanmaktadır. Kontrgerilla, ancak, hayatın her alanına yaptığı müdahaleler göğüslendiği ölçüde tanınabilir ve ona karşı mücadele taktikleri geliştirilebilir.
"Nefes Alışlarını Bile Dinliyoruz" 1960'ların ortasında İçişleri Bakanı Faruk Sükan, "Solcuların nefes alışlarını bile dinliyoruz" demişti. Şahsen benim, 25-30 yıllık devrimci mücadele hayatımda karşılaştığım en anlamlı sözlerden biri budur. Bir çift kulak ve gözün takibi ve denetimi altında mücadele ettiğinizi yaşamın her anında hissedersiniz. Aslında, bu müdahale salt siyasal alanla ilgili değildir.
57
Kontrgerillayla mücadele, grevlerde, her toplumsal mücadelede, özgürlüğünü kullanmak isteyen herkes için kaçınılmaz bir zorunluluk olmaktadır. Bunun da ötesine geçelim. Kontrgerilla, Faruk Sükan'ın dediği gibi, halkın öncülerinin özel hayatına bile giren bir savaş tarzını önümüze koymuştur. Ben şahsen, bunlarla uğraşırken, kendi ailemden çok daha fazla tanımak zorunda kaldım bu örgütü ve bu insanları. Her yerde o kadar yüz yüzesiniz. Bunu yapmaya mecbursunuz. Alıştığınız, normal bir siyasi mücadele değildir onunla mücadeleniz. Benim bu örgütle tanışmam 1972 yılında Ziberbey Köşkü'nde oldu. Az önce Erol Mütercimler, Tümgeneral Memduh Ünlütürk'le görüşmesini aktardı. Ünlütürk, Ziverbey Köşkü'ndeki işkencelere "yalandır" diyor. Ben kontrgerillayla Ziverbey'deki işkencelerde tanıştım. Gözümü örten siyah bantın arasından bir ara bu generalle yüz yüze geldik. "Burası Genelkurmay'a doğrudan bağlı Kontrgerilla üssüdür" sözleriyle başlayan ve "burada Anayasa, baba yasa yoktur" tehditleriyle süren bir tanışmaydı bu. Daha sonra, askerlerin "sıcak temas"ına benzer biçimde, neredeyse bir ömür boyu bunlarla karşı karşıya gelmişizdir. Evet, nefes alışımızı bile dinlediler. Ama biz de 20 yıldır gücümüz yettiği kadar, onların nefes alışını bile dinliyoruz. Önce bir kavram karışıklığına değinmek istiyorum. Kontrgerilla terimi çok yanlış kullanılıyor. Askeri açıdan tanımlandığında bir savaş biçimidir, kontrgerilla. Türkiye'de bir örgüt adı gibi sunuldu. Yetkililer de demagoji yaparak, sürekli, "Hayır, böyle bir örgüt yoktur, kurulmamıştır" dediler. Gerçekte, kontrgerilla, hâkim sınıfların en gerici kesimlerinin halka karşı bir savaş biçimidir. Doğaldır ki, bu savaşı yürüten bir kontrgerilla örgütlenmesi de var. Kontrgerilla, kontrgerillacı için bir savaş ve yaşam biçimidir. Bu nasıl doğruysa, onunla mücadele de, bizim için bir yaşam biçimidir. Olmazsa olmaz. Kenarından geçilecek bir olgu değildir bu. Kontrgerillaya karşı mücadelede elde ettiğimiz bütün başarıların temelinde bu anlayış bulunur. Bugün birey olarak özgür olmak için de bu şarttır. Ayrıca, fikirlerimizi savunmak, siyaset yapmak ve halkın özgürleşmesi açısından da hepimize böyle bir mücadele dayatılmıştır. Bu yüzden 25 yıldır gözümüz ve dikkatimiz bu örgütün üzerinde.
58
Üç Kez Düzenlerini Bozduk Bu, o kadar doğrudur ki, Hiram Abas, 1990 yılında birinci MİT raporunu 2000'e Doğru dergisinde yayımladığımızda, bizim için, "İkinci kez düzenimizi bozuyorlar" demişti. Şimdi şu hatırlatmayı yapmak istiyorum: Abas'ın sözünü ettiği "düzeni bozma" olgusunun birincisi, 1978 yılında Aydınlık'ın yaptığı kontrgerilla yayınıdır. Özel Harp Dairesi'nden, MİT'e kadar nerede adamları varsa alt üst olmuşlardır. O zaman kendileri de şu gerçeği belirtmişlerdi: O büyük altüst oluş gerçekleşmeseydi, düzenlerini bozmasaydık, belki de 12 Eylül bir yıl önce yapılacaktı. İkincisi, Turgut Özal'ın, MİT'te "sivilleşme" adını verdiği, MİT'İ, CIA'nın kontrolünde bir örgüt haline getirme planını bozmamızdır. 2000'e Doğru dergisinde birinci MİT raporunun teşhir edilmesiyle bu plan bozulmuş ve CIA'cı güçlere esaslı bir darbe vurulmuştur. Hiram Abas'ın, bugün hayatta olmadığı için göremediği üçüncü darbeyi ise Çiller Özel Örgütü'nün perişanlığında yaşatıyoruz. Burdan varacağım nokta şu: CIA'ya bağlı bu güçler varlığını, etkinliğini koruduğu sürece, Türkiye'nin özgürlük ve bağımsızlık sorunu sürecek. Kökleri kazınana kadar, dördüncü, belki de beşinci kez darbeler indirmek şarttır. Geçenlerde katıldığım bir televizyon programında, 12 Mart'ta bize işkence yapan ekibin başındaki MİT'çi Necdet Küçüktaşkıner ile bir tartışma yaptık. Tartışma değil, adeta bir savaş. MİT'çi, "Ölünceye kadar sizinle savaşacağım" diyor. Benim de ona cevabım, "Biz
şimdi de Susurluk'la size esaslı bir darbe indirdik. Kökünüzü kazıyana kadar sizinle savaşacağız" oldu. Bu, böyle bir olay. Kontrgerillayla ilişkinizde başka bir yol kalmıyor.
Hiram Abas'ın dediği, "düzeni bozma" olgusu nasıl gerçekleşti? Bunun formülü ne? Bunun sırrı, halka dayanmaktır. İkincisi, bir öncü inisiyatifi göstermektir. Kontrgerillanın en korktuğu şey budur: İnisiyatifine dokunmayacaksınız, onu çelmelemeyeceksiniz. Ona karşı bir inisiyatif göstermeyeceksiniz. Üçüncüsü, doğru eylem çizgisidir. Hayatımız bunların provokasyonlarını alt ederek geçmiştir. Zayıf ânınızı gördüğünde, bir boşluğunuzu yakaladığında hemen istediği noktalara sürükler ve kitlelerden koparır. Her türlü baskıya da açık hale getirir. Açık vermemek, kışkırtmalara alet olmamak mücadelenin birinci şartıdır.
59
Kontrgerillanın Doğuşu Kontrgerilla teorisinin üç temel noktası şudur:
1- İnsan beynine ulaşmak. Yalanla, iftirayla insan beynini bulandırmak ve aldatmak. 2- İnisiyatif göstermek. Planlamada, operasyonda hep öncü ve girişimci rol oynama eğilimindedir. 3- Para, silah ve mevkiden kaynaklanan güç kullanmak. Kontrgerillayla mücadele; güçlü bir boksörle, iyi tekniğe sahip, deneyimli, ama daha zayıf bir boksör arasındaki savaştır. Bizim 30 yıldır yaptığımız mücadele budur. Kontrgerilla, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra dünyaya geldi. Faşist cephe dağılmış, ABD, Hitler'in çizmelerini giymiş, dünyanın efendisi olmak için yola çıkmıştı. "Demokrasi" palavralarıyla ve işbirlikçileriyle, Avrupa'da bir cephe yaratmaya çalışıyordu. Ezilen dünya üzerinde baskı kurmak hedefiyle saldırılar başlattı. ABD'nin öncelikli hedefi, Avrupa'da Sovyetler Birliği'nin de desteğiyle gelişen sosyalist devrimleri durdurmaktı. Daha sonra kurtuluş savaşlarıyla, halk hareketlerini bastırmaya soyundular. Avrupa'da proleter devrimlerini nasıl bastıracaklarını düşünürken, Gladyo örgütlenmesini keşfettiler. Dünyanın çeşitli yerlerinde kurtuluş savaşları ve halk hareketleri patladıktan sonra Gladyo, bugünkü teorisine ve örgütlenmesine ulaşmıştır. Gladyo, 1950'lerden sonra sistemli ve istikrarlı bir örgütlenmeye ve savaş tarzına sahip oldu. Diyorlardı ki, "Şimdi eskisi gibi cephe cepheye savaşlar yok. Nükleer savaşlar döneminde, soğuk savaş dönemindeyiz. Kurtuluş savaşlarını ve halk hareketlerini bildiğimiz savaş yöntemleriyle önleyemeyiz. Aslında bu halk hareketleri, Sovyetler Birliği'nin 'Demokrasi' cephesine dolaylı saldırışıdır". Teorik gerekçeleri buydu. Bu gelişmeyi gayri nizami savaş tekniğiyle durdurabileceklerini düşündüler.
60
ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin hegemonyasını temsil eden parlamenter sistemle, halkla aralarına kalın bir sınır çektiler. 1950'lerde NATO'nun kurulmasından sonra, kontrgerilla girişimleri Brüksel'deki NATO karargâhında bir koordinasyon merkezine kavuştu. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki Gladyo örgütlenmeleri doğrudan bu koordinasyon merkezine bağlıdır. Gladyo, talimatları, yönlendirmeleri buradan alır. Türkiye'deki kontrgerilla da buraya bağlıdır. Türkiye'de kontrgerillayı kurma gerekçeleri, "Sovyetler Birliği'ne karşı savunma görevini yerine getirmek"ti. Sovyetler Birliği büyük bir güç, Türkiye nasıl savunulacak? "Toroslar'ı sınır yapalım" dediler. "Toroslar'dan itibaren bir savunma stratejisi izleyelim". Ve şöyle bir strateji geliştirdiler: Türkiye, Toroslar'a kadar işgal edilecek. Orada bir savunma hattı kurulacak. İşgal edilmiş bölgelerde gerilla savaşı yapılacak. Diğer bölgelerde de kontrgerilla savaşı... Gerilla ve kontrgerilla harbini birlikte teorileştirdiler.
Merkez ve Yeminliler Örgütü Arkadaşlar, bu sözler tamamen palavraydı. "Sovyetler Birliği saldıracak, ona karşı önlem alıyoruz" gerekçeleri gerçeği yansıtmıyordu. Daha sonra şu teoriyi geliştirdiler: "Türkiye" dediler, "Birçok ülke gibi Sovyetler Birliği'nden kaynaklanan dolaylı saldırı tehdidi altındadır. Bu dolaylı saldırı, halk hareketidir, sol harekettir. Bunu bastırmak için kontrgerilla savaşı şarttır." 1952'de Özel Harp Dairesi'nin (ÖHD) ve Seferberlik Tetkik Kurulları'nın kuruluş gerekçeleri budur. Bu örgütler Nazi işbirlikçilerinin katılımıyla kuruldular. ÖHD, 50 yıla yakın süredir kontrgerillanın beynidir. Kontrgerilla operasyonlarının planlama, koordinasyon ve eğitimi burada yapılır. Bir yanlış var. Sanılıyor ki, surda bir bomba atıldı, ÖHD yaptı. Böyle bir şey olması şart değil. Büyük istikrarsızlaştırma operasyonlarının planlandığı ve organize edildiği merkezdir ÖHD. Kontrgerillacılar kendilerine "vatansever" derler. Bu bir şifredir aslında. Abdullah Çatlı da vatansever olarak tanıtılıyor. Bu örgüte ölünceye kadar savaşmak için, yemin ederek girmişlerdir.
61
İlk ciddi eylemleri, 1955'te Selanik'te, Atatürk'ün evinin bombalanması provokasyonudur. Ertesi gün İstanbul'da yaşanan 6-7 Eylül olayları da, daha sonra "muhteşem" diye açıklanan bir ÖHD provokasyonudur. Kontrgerillacıları tanımak için, 30-40 yıllık serüvenlerine bakmak lazım. Örneğin, Necdet Küçüktaşkıner... Bu adam 1972'de TİİKP davasında sorgucu ve işkencecilerin başında. Ziverbey'de ve İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde görevli. 1973'te MİT'ten ayrılıyor. 1977'de emekli oluyor. 1977'de, arkasında ÖHD'nin bulunduğu l Mayıs provokasyonunda başrollerde, l Mayıs'tan bir hafta önce MİT'ten aldığı yüklü parayı çeteye dağıtmakla da görevli. 1989'da Tuzla cinayetinin failleri olan polislerin avukatı. 1990'larda, uyuşturucu kaçakçılığında Hüseyin Baybaşin'in suç ortağı. Anlatılanlara göre, MİT'teki hizmetlerinden dolayı, uyuşturucu kaçakçılığına sokularak "ödüllendirilmiş". 1997'de ise, Metin Göktepe'yi öldüren polislerin avukatı. Roller böyle... MİT'e girmiş çıkmış, bunun bir kıymeti yok. Çünkü bulunduğu örgüt, ÖHD timi, yani kontrgerilla, her şeyin önünde geliyor. Her dönemde, nerde olursa olsun, buraya yeminle bağlı. Kontrgerillanın askeri yönü, toplam faaliyetinin yüzde 10-15'idir. Faaliyetinin esası, insan beynine ulaşmaktır. Askeri taktikler, cinayetler, sabotajlar vb. dahi gelir, insan beynine ulaşmayı hedefler. Yani, itaat edecek, teslim alınmış bir kitle yaratmak. Esas hedef budur.
12 Eylül, Sivilleşme ve Özel Örgüt Galula, bu örgütün teorisyeni. Terörizmde kullanılacak silahları ikiye ayırır: Seçilmiş terörizm, şuursuz terörizm! Galula, şuursuz terörizme fazla önem vermez. Yani, halkta yılgınlık ve teslimiyet yaratacak, belirsiz hedeflere yönelmiş şiddet olayı çok önemli değildir. Terörizmin ağırlık noktası seçilmiş terörizmdir. Her iki terörizmin de hedefi, kan dökülmesini ve dehşet ortamını tırmandırarak, halkta, bir kurtarıcı (ordu) gelsin ve kurtarsın talebini yaratmaktır. Türkiye'de, kontrgerilla eylemlerini icra eden esas güç, Özel Harp Dairesi'ne bağlı olan yeraltı örgütüdür. Bu örgüt, asker ve sivillerden oluşur.
62
Bu yeraltı örgütü üniversitede vardır; basında, parlamentoda, sendikada, her yerde mensupları vardır. Salt askeri bir örgütlenme değil. Bunun yanı sıra, legal planda, kontrgerillanın denetlediği birtakım sivil örgütlenmeler de vardır. Bu örgütlenmeler sağda da, solda da bulunur. Örneğin, BBP ve ülkücü örgütler başta olmak üzere büyük bir örgütlenme. 12 Eylül 1980 Bayrak Harekâtı, Özel Harp Dairesi'nde planlanmıştır. Mimarı Haydar Saltık'tır. Darbe, 1982'ye kadar büyük ölçüde Özel Harp Dairesi'nin kontrolündeydi. Daha sonra Özel Harp Dairesi'nin etkinliğinde bir gerileme yaşandı. Bu arada göreli ulusalcı güçler hamle yaparak, bir denge durumu oluşturmuşlardır. 1984'ten sonra Turgut Özal'ın başbakan olmasıyla, onun "Sivilleşme" adını verdiği ABD senaryosu yeniden güç kazanmaya başladı. Poliste, MİT'te bu senaryo etkili olmaya başladı. MİT'te sivilleşmede son hamleye geçileceği aşamada, 2. MİT raporuyla ve Hiram Abas, Mehmet Eymür'lerin tasfiyesiyle bu plan da suya düşmüştür. O dönemden sonra Özel Harp Dairesi'nin etkisinde bir kesinti yaşandı. Gladyo, en son Çiller Özel Örgütü'yle yeniden etkinlik kazandı, palazlandı. Çiller-Güreş ikilisinin, bu noktada tarihi sorumluluğu vardır. ABD'nin doğrudan kontrolündeki ve CIA'nın emrindeki Özel Harp Örgütü, artık Çiller Özel Örgütü olmuştur. Bu örgüt, politikaya, ekonomiye vb. doğrudan müdahale ederek, uyuşturucu, silah ve kara para trafiğinin iplerini eline geçirerek mafyalaşmış ve bugünkü mafya-gladyo-tarikat diktatörlüğünün sürükleyicisi olmuştur.
Aptal ve Yabancı Kontrgerillayla ilgili son sözlerim şudur: Birincisi, bu örgüt aptal bir örgüttür. Bunların Avrupa'da olsun, Türkiye'de olsun, 50 yıldır karşılaştığımız bütün eylemlerinde bir tek şablon vardır. Ayrıca, çıkardıkları üç-beş tane kitapları vardır. Her yerde bunları okutur, ezberletirler. Bunun dışında bir marifetleri, yaratıcılıkları yoktur. Dolayısıyla, bunlarla mücadelede sabırlı, dirayetli, iradeli olunursa, başarı kesindir. Bunlar içinse, başarısızlık ve yenilgi kaçınılmazdır.
63
Tek avantajları para ve mevki sahibi olmalarıdır. Güçlerini uygun yerde kullandıkları zaman başarı elde ediyorlar. Uygun fırsat bırakmadığınız takdirde, siz uygun yer ve zamanda kendi gücünüzü kabul ettirebilirsiniz ve onun tertiplerini boşa çıkarabilirsiniz. İkincisi, Türkiye'ye yabancı bir örgüttür. ÖHD, Ecevit'in, başbakanlığı sırasında açıkladığı gibi, parasını bile ABD'den almıştır. Bugün hâlâ almaya devam etmektedir. Bugün Çiller Özel Örgütü yabancı istihbarat örgütleriyle içli dışlıdır. Tamamen yabancı bir güçtür. O bakımdan bu örgüt yasadışıdır. Faşist karakterli bir örgütlenmedir. Halka karşı gizli örgütlenmiştir. Her açıdan gayri meşrudur. Kontrgerilla, halka karşı cinayetlerle, kanla bugüne kadar varlığını sürdürmüş bir suç örgütüdür. Türkiye'nin bununla yaşaması mümkün değildir. Çiller Özel Örgütü, artık bir bağımsızlık ve demokrasi sorunu olmanın ötesinde, Türkiye için bir yaşam ve güvenlik sorunu haline gelmiştir. Önümüzdeki bağımsız, demokratik, laik Türkiye için, bunların yakasına yapışmaya devam edeceğiz.
Hasan Fehmi Güneş: Sayın İlsever'in konuşmasına Sayın Mütercimler bir iki katkı yapmak istiyor. Sözü Sayın Mütercimler'e veriyorum. Erol Mütercimler: Türkiye'de Özel Harp Dairesi ya da kontrgerilla denilen, altını çizdiğim tanımda yanlışlık yapıyoruz. O nedenle, hedefe gidişte hep hata yapılıyor. Sayın İlsever de aynı hatayı sürdürdü. Tanım yanlış. Bakınız, Özel Harp Dairesi, Silahlı Kuvvetler içerisinde yasayla kurulmuş, bütçesi belli, ne yapacağı belli olan bir kurumdur. Bu kurumda görev alan kişiler, bu yasanın dışında hareket edemezler. Ancak bizim sözünü ettiğimiz Ergenekon gibi, adına ne derseniz deyin, o adla anılan örgütler bu kollardan birisidir. Eylemleri yapan örgütler, işte bu kollardır. Bu nedenle merkezle merkez dışını birbirine karıştırmayalım. Merkezle merkez dışını karıştırırsak, merkezin altındaki asıl mücadele edilmesi gereken kollar yaşamlarını sürdürür. Çünkü herkes merkezle uğraşıyor. Merkez yasal bir kurumdur. Yasal olduğu sürece hiçbir şey yapma şansınız yok. Bütçesi belli, yasası belli, ne yapacağı belli, kadroları belli. Ama kadronun içinde yer alan bazı kişiler öteki örgütlere girip çıkıyorlar. Onun için Türkiye'de kontrgerilla, gladyo, ne ad verirsek verelim, merkez dışı uygulamaları araştırmalıyız.
64
Bu örgütlerin ilk eylemi 1951 TKP tutuklaması değildir. Çok yanlış. İlk eylem, Selanik'te Atatürk'ün evine atılan bombadır. Neden ilk eylem? Çünkü bu kurum ve kuruluşlar, önce yurtdışında bir eylemde sınanırlar. TKP tutuklaması ise içerdedir ve henüz daha bu gücü kendinde bulup toplu bir tutuklamaya girişecek konsept geliştirilmemiştir. Bunu ne zaman gerçekleştirdiler? 12 Mart'ta. Selanik'te bomba atıldı. Toplumun nasıl reaksiyon gösterdiğini gördüler. Ardından 6-7 Eylül olayı tezgâhlandı. İlk eylemler bunlardır. Sayın İlsever'in altını çizdiği, fakat netleştirmediği bir şey var. 1990'larda şekil değişikliğine gittiler. Ergenekon örgütü dağıtıldı. Haydar Saltıkların tasfiyesinden sonra bu örgüt gücünü yitirdi, bu da bir gerçek. Ancak çok önemli yeni bir yapılanma ortaya çıktı: Gazi olayları. Gazi olaylarında şu denendi: Ordunun yerine polis ordusunu koyabilir miyiz? Ancak görüldü ki, Türk polis teşkilatı, henüz bu anlamda örgütlü eylemleri yürütecek ve sürdürecek güce sahip değil. O nedenle Gazi türü olaylara devam edilmedi. Hasan Fehmi Güneş: Ben de müdahale etmek istiyorum. Özel Harp Dairesi, kontrgerilla ya da Ergenekon çok tartışmamız gereken yapılardır. Nerelerde ayrışıyorlar, çözülüyorlar, ne kadar iç içeler? Daha yakın bakmamızı gerektiren konulardır. Sanırım Bilbilik, yardım programlarıyla Özel Harp arasındaki ilişkileri anlatacak. Belki sizin anlattığınıza da gelecektir. Bütçesi var mı, yok mu ?
65
ABD YARDIM PROGRAMLARI VE ÖZEL SAVAŞ
Erol Bilbilik
Emekli Deniz Binbaşı
Amerikan Yardım Programları ile İlgili Ana Anlaşmalar Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında imzalanmış beş anlaşma vardır. Bu anlaşmalara kaynaklık eden bir temel belge mevcuttur. Bunlar:
1. 23 Şubat 1945 tarihli, ABD'nin Ödünç Verme ve Kiralama Yasası uyarınca Türkiye'ye yapılacak yardım ile ilgili anlaşma. 2. 22 Mayıs 1947 tarihli, Yunanistan ve Türkiye'ye sağlanacak yardım hakkında ABD Kamu Kanunu (75-80 Kongre). 3. 5 Haziran 1947 tarihli, Marshall Planı'na temel olan belge ABD Dışişleri Bakanı George Marshall'ın 5 Haziran 1947 günü Harward Üniversitesi'nde yaptığı konuşma. 4. 4 Temmuz 1948 tarihli, Türkiye ile ABD arasında imzalanan "İktisadi İşbirliği Anlaşması" Türkiye'nin Marshall Planı'na dahil edilmesini konu alan Ekim 1949 tarihli, "Karşılıklı Savunma Yardımı" Kanunu. 5. 12 Temmuz 1947 tarihli, Türkiye ile ABD hükümetleri arasında (Truman doktrini çerçevesinde) imzalanan, "Türkiye'ye yapılacak yardım hakkında anlaşma.
66
5 Haziran 1947 tarihli Marshal Planı'na temel olan belge dışında beş ana anlaşma ABD ile yapılmıştır. Anlaşmaların tamamında "yardımların", Türkiye'nin yararından çok daha fazla ABD'nin güvenliği uğrunda yapılmış yardımlar olarak düşünüldüğü açıkça belirtilmektedir. 23 Şubat 1945 tarihli ABD'nin Ödünç Verme ve Kiralama Yasası gereğince "Türkiye'ye Yapılacak Yardım" ile ilgili anlaşma (1945 Türkiye- ABD Askersel Yardım Anlaşması): Savaş sonrası için öngörülen bu anlaşma 25.5.1945 tarihinde yürürlüğe girmiş, H. Dünya
Savaşından sonra yürürlükten kalkmıştır. 1947 Truman Doktrini anlaşması ile yardımlar yeniden başlamış ve 1952 yılında NATO'ya girilmesiyle artarak devam etmiştir.
22 Mayıs 1947 tarihli, "Yunanistan ve Türkiye'ye yardım sağlamak için kabul edilen ABD Kamu Kanunu (75-80 Kongresi).
Marshall Planı'na Temel Olan Belge (5 Haziran 1947) ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, 5 Haziran 1947 tarihinde Harward Üniversitesi'nde bir konuşma yapmış ve tarihe "Marshall Planı" olarak geçecek olan Avrupa'nın ekonomik kalkınması için yardımın gerekliliğini savunan bir planı gündeme getirmiştir. Bu belge, "Marshall Planı"na temel oluşturduğu gibi, "Truman doktrini"ne de kaynaklık etmiştir. 12 Temmuz 1947 tarihli, "Türkiye'ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma" (Truman doktrini çerçevesinde): Bu yardımlar konusundaki "En temel anlaşmadır". 4 Temmuz 1948 tarihli, "Türkiye-ABD İktisadi İşbirliği Anlaşması."
"Türkiye ile Amerika Arasında Türkiye'nin Marshall Planı'na Dahil Edilmesi Konusunda Anlaşma." ABD, yardım ettiği ülkelerle, "Truman doktrini"ne göre verilen yardımın uygulanmasına yönelik ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalamıştır.
67
İşte bu anlaşma onlardan biridir. Ekim 1949 tarihli Karşılıklı Savunma Yardımı Kanunu: "Truman doktrini" olarak anılan bu kanunun gerekçesinde yabancı hükümetlere yapılacak yardımların, onların siyasi ve ekonomik güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında "ABD'nin güvenliği uğrunda yapılmış yardımlar" olarak düşünüldüğü vurgulanmıştır.
Amerikan Yardım Programları Amerikan yardım programları ile ilgili temel anlaşmalar: 1. 12 Temmuz 1947 tarihli "Türkiye'ye ABD Tarafından Yapılacak Yardım Hakkındaki Anlaşma." 2. AID (International Development Agency) Uluslar arası Kalkınma Ajansı ile ilgili anlaşmadır. Yardım Anlaşması ile ilgili olarak: • Amerikan Yardım Kurulu görev ve çalışmaları ile ABD organizasyonundaki yerleri açıklanacaktır. • FMAP- Foreign Military Assistance Program • FMGP- Foreign Military Grand Program • MAAG -Military Assistance Advisory Group • JUSMMAT -Joint United States Military Mission for Aid Turkey. • FMAP'ye bağlı olarak çalışan IMET-International Military Education And Training (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı hakkında bilgi verilecektir. AID konusuna ise bu açıklamalardan sonra gelinecektir.
Amerikan Yardım Programlarının Yönetimi 1950 yılına kadar ABD Savunma Bakanlığı organizasyonunda askeri yardım programıyla ilgili bir birim mevcut değildi. 1953 yılında Bakan Yardımcısına bağlı bir yardımcı, Karşılıklı Savunma Yardımı Programı-Mutual Defence Assistance Program ile sorumlu tutuldu.
68
1972 yılında ise, "Politikadan Sorumlu Bakan Yardımcısına" bağlı Uluslararası Güvenlik Politikalardan Sorumlu Yardımcı, askeri yardımların idaresinden ve yabancı hükümetlerle bu politikaların uygulanması konusundaki müzakereleri yürütmekten sorumlu tutuldu.
Askeri Yardım Programları Nelerdir? Savunma Bakan Yardımcısı'nın yardımcısına bağlı olarak "Military Assistance Advisory Groups"a (Askeri Yardım Danışman Grubu) bağlı olarak iki program oluşturuldu. Bunlar: 1. Foreign Military Assistance Program (FMAP). Diğer adıyla Foreign Military Grand Aid Program (FMAP)-Yabancı Askeri Hide Programıdır. 2. Foreign Military Sales Program (FMSP) -Yabancı Askeri Satışlar Programı. Bu program iki yolla uygulanmaktadır. • Credit sales (kredili satışlar), • Cash sales (peşin ödemeli satışlar).
Amerikan Askeri Yadım Programları ve Özel Savaş ABD Savunma Bakanlığında Askeri Yardım Programlarından Sorumlu Bakan Yardımcısı aynı zamanda özel operasyonlardan da (özel savaş dahil) sorumludur.
69
Ulusal Savunma Üniversiteleri (National Defence Universites-NDU) ve ABD Genelkurmay Başkanlığı organizasyonundaki yeri:
• ABD Genelkurmay Başkanlığı. • Ulusal Savunma Üniversitesi (NDU) • Silahlı Kuvvetler Kurmay Koleji (The Armed Forces Staff College) • Ulusal Savaş Koleji (National War College) • Silahlı Kuvvetler Endüstriyel ilişkiler Koleji (Industral College of the Armed Forces) 70
• NATO Avrupa Komutanlığında NATO Defence College Resmi ABD organizasyonunda yer almamakla beraber biz;
• US Navy Post Graduate School of Monterey, • Intelligence School of Washington D.C'nin birer National Defence Üniversitesi olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca:
• The Georgetown Center For Strategic And International Studies, • Harward Center For Strategic And International Studies'in de Pentagon'a özel çalışmalar yaptığını düşünüyoruz.
• Ulusal Savunma Üniversiteleri'nde IMET programı çerçevesinde her yıl 100 Türk subayı eğitilmektedir. 12 Temmuz 1947 tarihli yardım anlaşması ile: • Ankara'da 1948 yılında Amerikan Yardım Kurulu faaliyete geçti. Bu kurula bağlı olarak tümen komutanlıklarına kadar her büyük karargâha bir askeri ekip (Field Team) verildi. • Askeri Yardım Kurulu: Önceleri JAMMAT (Joint Military Mission For Aid To Turkey), daha sonra JUSMMAT (Joint Military Mission For Aid To Turkey) adı ile örgütlendi. • Amerikan silah ve malzemesinin kullanılmasını öğretmek için Genelkurmay'ın çeşitli okullarında Amerikalılar gözetiminde kurslar açıldı ve birçok subay ve astsubay bu maksatla ABD ve Batı Almanya'ya kurslara gönderildi. Kısa zamanda, ordunun kuruluşları ABD kuruluşlarına benzetildi, personel ve malzeme kadroları aynen alındı. Kuruluş ve kadrolar değişince eğitim, taktik ve ikmal kuralları da değiştirildi. • Bu çabaların, ABD'nin kendi ideolojisini benimsemiş subayların yetiştirilmesine yönelik olduğu çok daha sonraları anlaşıldı. • Harp Akademileri, askeri okullar, yön, program, strateji ve konsept değiştirdi. • Amerikan Yardım Kurulu Başkanı'na yardımın yürütülmesi, kontrolü, basın ve radyo ile amacına uygun olarak halka duyurulması konusunda görev ve yetki verildi. • Yardımların kredi, satış ve hibe şeklinde yapılmasına başlandı. • Anlaşma'nın en önemli 4. maddesi ile verilen yardımın "amaç" dışında kullanılması yasaklandı.
71
Nitekim, 1964 yılında dönemin başbakanı İsmet İnönü'ye gönderilen ve Amerikan silahlarının Kıbrıs'ta kullanılamayacağını hatırlatan ünlü "Johnson mektubu"nun dayanağı bu oldu. Yardım kurulları yardımla ilgili kararlarını ABD Dışişleri Bakanlığı'nın onayından geçiriyor. 1985 yılında dünyada 71 adet Amerikan Yardım Kurulu mevcuttu.
IMET Programı International Military Education And Training Program-İMET: MAP'ınca yürütülen bu program hakkındaki bilgileri, ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe'un, savunma bütçesinde yaptığı konuşmalardan (Nisan 1989) aktarıyoruz.
Oramiral Crowe, IMET denilen bu yardımların doğrudan siyasi amaçlar güttüğünü söylemiştir. Crowe, IMET programını, "yatırım" olarak niteleyerek, "bize göre dost ve müttefik ülkelere yaptığımız yatırımlar içinde en etkili ve çok fazla karşılık aldığımız bu programdır" demiştir. Pentagon tarafından ABD kongresine sunulan raporun, "IMET" burslarının anlatıldığı bölümünde, bu programın "ABD açısından düşük maliyetli, ancak etkili bir dış politika aracı olduğu" belirtilerek bu programın amacının yabancı hükümet ve ordularla gerekli dostluklar, iletişim kanalları tesis etmektir deniliyor. Pentagon raporuna göre IMET, diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD'de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu, zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda, ABD'de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında İMET eğitimi görmüş 7500 kişi vardır. IMET uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir "Güvenlik Yardımı" aracıdır ve ABD'ye sayısız yararlar sağlamaktadır. ABD'nin Pentagon sözcüsü, bugüne kadar IMET programıyla eğitim gören Türk subayların sayısının 4.461 olduğunu açıklamıştır. 1988 yılında 180 Türk subayı, İMET bursları ile eğitim görmüştür.
72
AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı) ve Özel Savaş AID örgütü, 1961 yılı içinde Dışişleri Bakanlığı'nda ayaklanmalara karşı mücadelede, "askeri kurumların da gerekli olduğu" düşüncesi ile kuruldu. AID, ekonomik bir kurul olarak adlandırılmasına karşın, ezilen uluslara karşı yürütülen özel savaşın en önemli araçlarından biri olarak işlev gördü ve halen de görmektedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri'ndeki "polis" ve "özel kuvvetlerin" eğitilmesi için yapılan yardım ve kursların büyük çoğunluğu AID kanalıyla gerçekleşti. Askeri ve siyasi yaşamın etkili kişilerinin elde edilmesi, eğitilmesi ve sendikalar ve gençlik örgütlerine yönelik faaliyetler AID kanalıyla yürütüldü. AID, aynı zamanda "psikolojik savaş"ın en önemli kurumu oldu. AID'in kurulmasından sonra, Amerikan Yardım Programlan ağırlıklı olarak bu örgüt kanalıyla yürütüldü. AID'in yönlendirmesiyle, Türkiye Sanai Kalkınma Bankası kuruldu. Emniyet Genel Müdürlüğü yeniden örgütlendi. AID, Türkiye Odalar Birliği ile projeler yürüttü. AID, dünyanın her tarafındaki polis şeflerini kurs ve eğitimden geçirdiği gibi, sivillere de Amerikancı görüşlerin benimsetilmesi için eğitimler ve projeler gerçekleştiriyor. 1961-1963 yıllarında AID, Türkiye'de çok önemli projeler yürütmüştür. Bu yıllarda AID Kamu Yönetimi danışmanlığı yapan ve devlet Personel Dairesi'nde çalışmaları yürüten Dr. Richard Podol'a göre, Amerikan değerlerini benimsemiş Türk yönetici yetiştirme işi başarıya ulaşmıştır. Podol, "on yıldan fazla bir zaman sürecinde Türkiye'de fa¬aliyette bulunan Amerikan Yardım Programı şimdi meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk'ün bulunmadığı bir bakanlık ya da bir iktisadi kamu kurulusu hemen hemen kalmamıştır" demiştir.
73
Özel Harp (Dolaylı saldırı ve esnek mukabele stratejisine göre): Genelkurmay Birleşik Askeri Terimler Sözlüğü'ne göre özel harp; • Gayrinizami harp, • Ayaklanmalara karşı koyma harekâtı (istikrar harekâtı) • Psikolojik harp olmak üzere "askeri" ve "askeri olmayan" faaliyetlerin bütünüdür. Gayrinizami harp barışta, eğitilmiş, örgütlenmiş ve donatılmış silahlı gerilla grupları tarafından yürütülür. Amaç, halkı yıldırmak, devlet otoritesini sarsıp zayıflatmak, ulusun devlete güvenini sarsıp onu başka kuvvetlere bağlamaktır. Silahlı kuvvetleri savaş görevlerinden güvenlik görevlerine çekip çok yönlü biçimde yıpratmak, devlet ve milleti erozyona maruz bırakarak yıkıma götürmektir. (Devlet'in Kavram ve Kapsamı, s.85.)
Özel Savaş (Düşük yoğunluklu savaş konseptine göre): Bugünün özel savaş teorisi olan "düşük yoğunluklu savaş" çerçevesindeki operasyon türleri, temel askeri metinlerde altı ana başlıkta sıralanmaktadır. • Yabancı iç savunma: ABD'nin yönetime el koyması (Foreign Internal Defence), • Karşıdevrimci ayaklanma (Proinsurgency), • Kontr-terörizm operasyonları, • Uyuşturucu operasyonları, • Barış koruyucu operasyonlar, • Barış zamanı sınırlı operasyonlar. "Özel savaş", 1980 yıllarında "düşük yoğunluklu savaş" adını aldı.
Dolaylı Saldırı Konseptine Göre Özel Harp (Tanksız Topsuz Harekât, Fatih Güllapoğlu. Ayrıca, Emekli Orgeneral Yirmibeşoğlu) Özel Harp Dairesi'nin görevleri üç başlık altında toplanır. • Gerilla Harekâtı • Yeraltı Harekâtı • Psikolojik Harekât
74
Eğer Özel Harp Dairesi olmasaydı, 1974'deki Kıbrıs Barış Harekâtı o kadar başarılı olabilir miydi? Harekât başlamadan önce ÖHD devredeydi. Kıbrıs'a bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında ÖHD elemanları gönderildi ve bunlar adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahlan 10 tonluk küçük teknelerle Kıbrıs'a soktular. 6-7 Eylül 1955 olayları da bir ÖHD işiydi ve önemli bir örgütlenmeydi.
İran-gate Skandalı Sorgulamasında Yarbay Oliver North (1987) • Örtülü operasyonlar büyük ölçüde hileye ve yanıltıcı pro-pogandaya dayanır. Bunların özü ise yalandır. ABD Hava Kuvvetleri Genel Sekreteri J. Mihell Kelly, "En kritik özel savaş görevinin, Amerikan halkını, komünistlerin bizi kapmak için kapıda beklediğine inandırmak olduğunu düşünüyorum" demiştir (1987). NED-National Endowment For Democrasy-ABD Ulusal Demokrasi Vakfı.
Özel Savaş Kurulu-Seferberlik Tetkik Kurulu Türkiye, Mart 1952 tarihinde NATO'ya üye oldu. 27 Eylül 1952 tarihinde "Gladyo Örgütü" Seferberlik Tetkik Kurulu oluşturuldu; Kurulun her türlü gideri Amerika tarafından karşılandı. Kurul personelinin eğitimi ABD'li uzmanlar tarafından gerçekleştirildi. Bir kısım subay ABD'de eğitimden geçirildi. Daha sonra Özel Harp Dairesi olarak anılan bu kuruluş, 1991 tarihinde tümen düzeyine çıkarıldı ve "Özel Kuvvetler Komutanlığı" adını aldı.
Özel Savaş ve Bakanlıkların Görevleri Şimdi de özel savaş ve Seferberlik Tetkik Kurulu'na kısaca değindikten sonra, Amerikan Yardım Programlan ve AID'le özel savaş bağlantısına geçeceğiz ve takiben özel savaşta ABD bakanlıklarının durumuna göz atacağız.
75
Özel Savaşta Amerika'da Bakanlıkların Durumu United States Overseas International Defence Policy (OIDP)-ABD Denizaşırı İç Güvenlik Politikası'nı resmi politika haline getiren "Ulusal Güvenlik Konseyi"nin eylem notasında ABD devlet organlarının görevleri aşağıdaki gibi belirlenmiştir:
Dışişleri Bakanlığı • Komünistlerin dolaylı saldırısı altındaki ülkelere diplomatik, siyasi, ekonomik, psikolojik yardımla görevli.
Uluslararası Kalkınma Ajansı (AİD)-lntenıatıonal Development Agency • Kısa vadede: Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin güvenlik ve polis güçlerinin özel savaş yürütme yeteneği kazanmasının sağlanması. • Uzun vadede: Ayaklanmalara temel olan ekonomik ve toplumsal sorunların kaldırılması için planlar hazırlanması, projeler uygulanması.
Savunma Bakanlığı • Doğrudan bakanlık ve ABD'nin Askeri Danışmanlık ve Yardım Grubu aracılığı ile Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin askeri ve paramiliter güçlerinin ayaklanmaları bastırma konusunda eğitimi, teçhizatın sağlanması ve bu güçlere sivil hayatı yönetmenin öğretilmesi.
ABD Enformasyon Ajansı (USIA) • Hedef ülkede psikolojik operasyonların çapını büyütmek ve kitle iletişim tekniklerini geliştirmek
Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA) • Bütün örtülü eylemleri kontrol ve organize etmek. OİDP (ABD Denizaşırı İç Güvenlik Politikası), her bir ayaklanmayı bastırma planı için "özel grubun" onayını istiyor. Ayrıca, ABD'nin o ülkedeki elçilik görevlilerinin yerel hükümetle birlikte hazırladığı iç güvenlik planını zorunlu görüyor.
76
Amerikan Yardım Programları ve Özel Savaş Bağlantısı ABD Genelkurmay Başkanlığı 1962 yılında özel savaş doktrinini hazırladı. Bu doktrine göre, Genelkurmay Başkanı'na bağlı olarak "Özel Savaş Birimi" kuruldu. Bu birimin başkanı, Beyaz Saray'ın oluşturduğu özel grupta Savunma Bakanlığı'nın temsilcisi olarak yer aldı. Bu birimin oluşturulmasından sonra, Askeri Yardım Programı yeniden düzenlendi. Daha önce bu ülkelerin "dış güvenlik" ihtiyacına ağırlık veren askeri yardım kuruluşlarına üçüncü dünya ülkelerinin "iç güvenliğini" de düzenleme görevi verildi. Bu anlayışa göre, Pentagon sözcüleri askeri yardımların amacını şöyle açıklamaya başladılar:
"Askeri yardımlarımızın asıl amacı, az gelişmiş ülke askerlerini, ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte gerektiğinde o ülke yönetiminde yararlanmaktır. Latin Amerika'ya yaptığımız yardımlarda temel amaç, gerekli olduğu yerlerde, polis ve güvenlik kuvvetleriyle birlikte gereksinilen iç güvenliği sağlayacak askeri ve paramiliter güçlerin yetiştirilmesine yardımcı olmaktır." Reagan'ın ikinci başkanlığı döneminde yeni bir düzenlemeye gidildi. Önce Özel Savaş Komutanlığı kuruldu. Savunma Bakanlığı'nda özel savaştan sorumlu Bakan Yardımcılığı, Beyaz Saray'da ABD Başkanı'na özel savaş konusunda danışmanlık yapacak bir müsteşarlık kuruldu. Ulusal Güvenlik Konseyi'nde de Özel Savaş kurulu oluşturuldu. Daha sonraları özel savaş birliklerinden sorumlu Bakan yardımcılığı yapmış olan Noel Kohl, "ABD'nin Üçüncü Dünya Ülkeleri'nde görev yapan askeri yardım kuruluşlarının yüzde 35'inin kontrgerilla eğitimi veren özel savaş personeli olduğunu" açıkladı. 1972 yılında dünyada 71 Amerikan Yardım Kurulu mevcutken, Reagan döneminde, "Askeri Yardım Kurulları"nın sayısı beş kat arttı. Burada çalışan askeri personelin sayısı; 1980'de 1161 iken, 1984'te 5 800 oldu. Türkiye'de de asker ve polis özel savaş güçlerinin eğitim ve yönlendirilmesi ABD özel savaş timlerince yapılıyor.
77
PAPA SUİKASTI VE GİZLİ SERVİSLER
Jean-Marie Stoerkel Gazeteci- Yazar/ Fransa
II. Jean-PauI'e Suikast ve Gizli Servislerin Rolü Mehmet Ali Ağca, 13 Mayıs 1981'de, Roma'nın Saint-Pierre Meydanı'nda, Papa II. JeanPaul'e iki el ateş etti. Ama dini lider, üç kurşun yarası almıştı. Suikast mahallinde bulunanlardan Lowelle Newton adındaki Amerikalı hacı, silahı elinde kaçmakta olan ikinci tetikçinin fotoğrafını çekmişti. Bu kişinin Oral Çelik olduğundan kesinlikle eminim. Newton ve onun yanındakiler de, fotoğraftaki kişinin Çelik olduğunu teşhis ettiler. Ayrıca, Çelik ve Ağca'nın, saldırıdan iki gün önce, Banca Commerciale İtaliana'nın Roma'daki Largo Suzanna şubesinde 1000'er İsviçre Frangı bozdurdukları da, Yargıç Martella'nın hazırladığı dosyada yer almaktadır.
78
Çelik, İkinci Tetikçi Olduğunu Bana Doğruladı 14 Nisan günü, Çelik bana telefon etti ve ikinci tetikçinin kendisi olduğunu doğruladı. Ve suikastın ortakları hakkında tüm bildiklerini anlatmak için daha önce istemiş olduğu 500 milyon doları, 50 milyon dolara indirdiğini söyledi. 80'li ve 90'lı yıllarda, Fransa'nın Mulhouse kentinde yayımlanan günlük Alsace gazetesinin muhabiri olarak, bozkurtların ve özellikle Abdullah Çatlı ile Oral Çelik'in davalarıyla ilgilendim. Söylemleri hep aynıydı: "Bizler ne teröristiz, ne de uyuşturucu kaçaksıyız. bozkurtlar diye bir örgüt yoktur, bu bir Türk efsanesidir. Bizler demokratik yollardan komünizme karşı mücadele ediyoruz. Ancak birçok gizli servis bizi kullanmak istedi, biz de bunu her zaman reddettik." Papa suikastıyla hiçbir ilgileri olmadığını, Batılı gizli servislerin, Fransız, İsviçre ve Alman polisinin, İtalyan adli makamlarının, bu saldırıyla ilgili olarak Bulgarları ve KGB'yi suçlamaları için onları zorladığını hep tekrarladılar. Bu arada şunu da belirtelim ki, Çelik gibi Çatlı da, Bulgarların bu olayla bir ilgisi olmadığını her zaman belirtti.
Çelenk'in, Batı Mafyasının Dikkat Çekici Bir Parçası Olduğunda Israrlıyım 16 yıl önce, II. Jean-Paul'ün öldürülmesine kimin karar verdiğini bugüne kadar hiç kimse söyleyemedi. Bunu, Saint-Pierre Meydanı'nda ateş edenlerin, yani Ağca ve Çelik'in bile bilip bilmediğinden emin değilim. Onlar da, yalnızca, 30 Mart 1981'de, Zürih'teki Shareton Oteli'nde bu işi kendilerine veren ve darbeyi indirmelerini söyleyen kişiyi tanıyorlardı; Londra'dan uçakla gelen Türk mafya üyesi Bekir Çelenk ile Frankfurt'tan uçakla gelen Avrupa'daki bozkurtlann lideri Musa Serdar Çelebi'yi. Bu durum, uçakların yolcu listeleriyle de doğrulanmıştır. Ağca, Çelenk'in kendilerine üç milyon mark verdiğini söylemiştir. Çelenk'in bu işte sadece bir aracı olduğu kesindir.
79
Gizli servislerin kirli işleri her zaman bölümlere ayrılmıştır. Onu kim görevlendiriyordu? Bu hiçbir zaman bilinemeyecek: Çelenk öldü ve sırlarını mezara götürdü. Ancak, öncelikle mafya, Batı dünyasının silah ve uyuşturucu kaçakçısı Çelenk, yerini, gizli servislerle işbirliği yapmasına borçluydu. İsviçre saatlerinin kaçakçılığından bir servet yapmıştı; İtalyan-Amerikan mafyasıyla çalışıyordu; ABD özel servisleri tarafından korunan ve Milano'da oturan, marko-dolar sözcüğünün mucidi Suriyeli Henry Arsanla çalışıyordu. Çelenk ve Türkiye'deki ortağı Abuzer Uğurlu'nun, Bulgar devlet şirketi olan ve arkasında Bulgar gizli servisleri ile KGB'nin bulunduğu Kintex ile çalıştıkları da bir gerçektir. Ama elinize haritayı alıp bir bakın: Türkiye'den Avrupa'ya karayolundan gitmek için Bulgaristan'dan geçmekten başka çare yoktur. Bulgaristan, silah ve uyuşturucu kaçakçılığından transit geçiş payını almaktadır. Bulgaristan'ın, Papa cinayeti ile suçlandığı zaman kendini yeterince savunamamasının nedeni de, bu gerçekliği inkâr edememesidir. Ben, Çelenk'in, Batı mafyasının dikkat çekici bir parçası olduğunda ısrarlıyım. İsviçre'de, Almanya'da, İngiltere'de, ABD'de büroları vardı. Binlerce kilo eroin ile modern askeri araçgereç (Leopard tankları, füzeler, toplar, firkateynler, savaş helikopterleri) değişimine dayanan dev boyutlarda bir takas işi yapıyordu. 80'li yılların başında, Trente'deki İtalyan yargıç Carlo Palermo tarafından soruşturulan bu iş, çok anlamlıdır. Bu işin içinde, Çelenk ve Arsan dışında İtalyan gizli servislerinin ve P2 locasının üyeleri de bulunmaktadır. Vatikan Bankasıyla bağlantılı olan Banco Ambrosiano da bunlar tarafından yönetilmektedir. Ambrosiano, mafya ve Vatikan'ın sağmal ineğidir. Vatikan'ın Dinsel Eserler Enstitüsü Başkanı Monsenyör Marcinkus, Eylül 1981'de, Ambrosiano nezdinde l milyar dolardan fazla borcu olduğunu yazılı olarak kabul etti. 20 milyon doların üzerinde çok büyük miktarda bir para, Vatikan'ın talebi üzerine, Ambrosiano tarafından Polonya'daki Lech Walesa'nın Solidarnoş sendikasına gönderildi. P2'nin patronu Licio Gelli, Falkland Adaları savaşı sırasında yüz milyonlarca dolarlık Fransız excocet füzelerini Arjantin'e göndermek için aynı yolu kullandı.
80
Papa Suikastını bozkurtların İşlediğine Dair Yeterli Kanıt Var II. Jean-Paul suikastından sonra Vatikan'da neyin değiştiği konusunda tek tespitim var: Katolik Kilisesi'nin en çıkarcı ve en tutucu kesiminin temsilcisi olan Opus Dei'nin çıkarları uğruna Cizvitler, ilericiler bertaraf edildiler. Opus Dei'nin, Vatikan'a böylesine güçlü bir biçimde girmesini sağlayan Truva Aü, Vatikan'ın sahip olduğu Ambrosiano hisse senetlerinden yüzde 16'sını satın almasıydı. Gelli'nin, Fracesco Pazienza'yı Ambrosiano'ya Başkanlık Danışmanı olarak yerleştirmesi de, bir raslantı değildir. Pazienza, hem uluslararası bir kara paracı, hem P2 sorumlusu, hem de Avrupa ve ABD gizli servislerinin ajanıdır. Gelli tarafından İtalyan gizli servisi içinde kurulan ve gizli bir yapı olan Süper Sismi'nin, mafyanın ve CIA'nın bir parçasıdır. Bu yapı, terörizmin eylemleri ve geliş gidişlerini, gerilim stratejisini kontrol ediyordu. Sain-Pierre Alanı suikastına, gizli güçlerin bu mozayiği içinde karar verildiğine inanmak için geçerli nedenlerim var. Ayrıca, Franz Joseph Strauss'un, Mayıs 1980'de, Albay Türkeş'e yazdığı mektubu da anımsıyorum:
"Sevgili dostum, siz ve ben, barış ve silahsızlanma şeklindeki Sovyet propogandasına karşı mücadele etmeliyiz... Partilerimiz tüm olanaklarıyla Moskova'nın bu hedeflerine muhalefet edeceklerdir. Papa II. Jean-Paul'ün, SSCB'nin demagojik barış ve silahsızlanma propagandasını desteklemesi üzüntü vericidir. Papa da, Sovyetler Birliği gibi Başkan Carter'ın Amerikan savunması kaygılarını dünya barışı için tehlikeli saymaktadır. Federal Almanya Cumhuriyeti'nin Washington'daki politik dostları, bu tutuma karşı derin endişe duymaktadırlar. Papa'nın Orta Amerika'da, sizin ülkenizde ve son olarak Afrika'da yaptığı açıklamalar, hiç de dünyayı komünizme karşı yönlendirecek nitelikte bulunmamaktadır." Bu türden söylemler ve Kasım 1979'da Türk aşın sağ basınında yer alan benzeri yazılar, suikastı gerçekleştirenlerin neden bozkurtlar olduğunu açıklayabilmektedir. Öte yandan, Ağca'nın, Türkiye'de Abdi İpekçi cinayetinden tutuklanmış olduğunu ve Kartal Maltepe'den kaçışının, Çelik, mafya ve MİT tarafından organize edildiğini de unutmamak gerekir. Üstelik bu kaçış, Mekke'de yüzlerce hatta binlerce Müslümanın entegristler tarafından öldürülmesiyle, Papa'nın Türkiye'yi ziyareti olayları arasında meydana gelmiştir.
81
20 Nisan 1981'de, Fransız gizli servisinin iki üst düzey sorumlusu, hazırlanmakta olan bir suikast konusunda Papa'yı uyarmak üzere Roma'ya geldiler. Bunlardan biri General Fouillan, öteki, daha sonra ölen Dr. Beccuau idi. Aralarında Mekke operasyonunun yöneticisi Yüzbaşı Paul Barryl'in de bulunduğu yakın dostları, Papa'nın doğal bir ölümle ölmeyeceği kanısındaydılar. Papa'ya karşı bir komplo konusunda Fransız gizli servisini, Pazienza'nın uyardığı sanılıyordu. Ama Yargıç Martella, Fransız casuslarının bu bilgiyi nereden aldıklarını öğrenmek istediği Fransız DGSE örgütünün şefi Marenches, yanıt vermeyi reddetti. Bizzat Cumhurbaşkanı François Mit-terand'ın, devlet sırrı gerekçesi gösterdiğini ileri sürmüştü.
Amerikan Basını Harekete Geçti 13 Mayıs 1981 suikastını izleyen günlerde, başta Amerikan basını olmak üzere, basına yapılan örgütlü sızdırmalarla, komplo görüşü safdışı bırakılmak istendi. New York Times şöyle yazıyordu: "Çeşitli ve hükümetlere yakın kaynaklardan alınan haberlere göre polis, Bay Ağca'nın tek başına hareket ettiğine ikna olmuş bulunmaktadır". Ağca'nın, Bulgar bağlantısı masalı konusunda adalete yardım için kullanılması, daha sonra, hapisteyken oldu. Manipülasyonu yapanlar, tutuklu mafya üyelerini ve Camorra üyesi bir papazı kullanan İtalyan gizli servisleriydi. Zaten sırf Ağca için İtalya'da bir pişmanlık yasası hazırlanmıştı. Ona, "bizimle işbirliği yaparsan, on yıl içinde özgürlüğüne kavuşursun" sözü verildi. Roma davasının 1985-86'daki süreci, Ağca'nın sözüm ona suç ortağı olan üç Bulgar hakkındaki tüm bilgilerin, polis arşivlerinden çıkarıldığını ve bu bilgilerdeki yanlışların, Ağca'nın açıklamalarında da ortaya çıktığını gösterdi. Aynı bilgiler, dünya basınına, başta Claire Sterling ve CIA'nın Türkiye eski istasyon şefi ve Türkeş'in dostu Paul Henze tarafından büyütülerek verildi.
82
Sigara ve Silah, Eroin Olarak Döndü 1982'de Alsace gazetesinde, Avrupa ile Türkiye arasında kaçak sigara ve silah trafiği ile bunların kamyonlarda kilolarca eroin olarak geri döndüğü hakkında bir araştırmamı yayımladım. Alsace bölgesinden bir şoför, bana, 1980 yılı yazında Sofya'da, Mehmet Ali Ağca, Bekir Çelenk, Abuzer Uğurlu ve Ömer Mersan'a rastladığını anlatmıştı. Suikasttan kısa bir süre sonra, Ağca, sahte pasaportu ve Roma'daki silahı kendisine, Sofya'da Mersan'ın verdiğini söylemişti polise. Araştırmamı gazetemde yayımladığımda, Ağca'nın bu açıklamasından haberim yoktu. Ama Claire Sterling, Katillerin Zamanı kitabında, benim araştırmama değinerek, Sofya'daki Mersan-Ağca ilişkisini ortaya çıkarmakla eksik halkayı tamamladığımı yazmıştı. Bunun üzerine Mersan ile Münih'te uzun bir söyleşi yaptım. Bana, Ağca'nın, Sofya'daki Vitoşa Oteli'nde kendisini görmeye geldiğini, Uğurlu tarafından gönderilmiş olduğunu ve Avrupa'ya geçmesi için 2000 mark verdiğini anlattı. Ağca, Saint-Pierre Meydanı'ndaki ikinci tetikçinin Oral Çelik olduğunu, 1982'de, Yargıç Martella'ya itiraf etti. Bulgar bağlantısı fikrini destekleme arzusuyla, Çelik'in, suikasttan sonra aynı akşam, İtalya'daki Bulgar elçiliğine ait bir kamyonla Roma'dan kaçtığını ve kamyonun onu Bulgaristan'a götürdüğünü doğruladı. 1984'te Fransa ve İsviçre'de Çelik ve Çatlı'nın izlerini buldum. Onları, Mulhouse'da bozkurtların ortasında gördüm. Çelebi'den sonra bozkurtların Avrupa federasyonunun başına geçmiş olan Ali Batman'ın, Nisan 1985'te, Mulhouse'da düzenlediği mitinge de katıldılar. Basel uyuşturucuyla mücadele bölümünün şefi Jorg Schild, bozkurtları İsviçre'de, dört kilo eroin kaçakçılığı yaparken tutukladığını anlattı. Söz konusu kişiler; Mehmet Şener, Fuat Kocal, Şeref Benli ve Nevzat Bilecen'di. Schild, emir verenler olarak Çatlı ve Çelik aleyhinde uluslararası tutuklama karan çıkarttı. Bu arada onların önce Poitiers'te, sonra Paris'te oturduklarını buldum.
83
Pasaportlar Çatlı'nın Memleketinden Alsace gazetesinde 15 Aralık 1984'te, Çelik'in papa suikastındaki ikinci tetikçi olduğunu
yazdığımda, hiçbir medya organı benden alıntı yapmadı. Tam bir Bulgar bağlantısı histerisine kapılmışlardı. Ama tüm gizli servisler ve Türk yetkilileri bunu biliyorlardı: Çelik, bir zaman sonra İtalyan makamlarına bir Türk savcısının, Paris'te kendisini görmeye geldiğini ve parmak izinin alındığını söyleyecekti. Evet, gizli servisler bunun böyle olduğunu birçok sebepten biliyorlardı. Suikasttan on iki gün sonra, SİSMİ'nin şefi Santovito, Roma Savcılığına Ağca ve suç ortaklarıyla ilgili çok ayrıntılı bir rapor gönderdi. Bu raporda, Ağca'nın Almanya'da, Ankara'nın yıkıcı eylemler nedeniyle aradığı bozkurtlarla ilişki içinde olduğu, beyaz üzerine siyahla yazılmıştı. Aralarında Çelik ve Çatlı'nın da bulunduğu on bozkurtun adı, raporda yer alıyordu. Bu isimler tesadüfen bir arada değildi. Bu bozkurtlardan on birine, Çatlı'nın memleketi olan Nevşehir'den, 11 Ağustos 1980 tarihinde, yarı sahte Türk pasaportu verilmişti. Bu on bir pasaportun kayıtlı olduğu Nevşehir polis kayıtları, l Şubat 1983'te, yani Ağca'nın, Bulgarları sahte bir biçimde suçladığı tarihte yanmıştı. Çatlı'nın kendisi de, Roma'da verdiği tanık ifadesinde, Ağca'nın 1980 yazında Bulgaristan'da kalmasının tek nedeninin, Faruk Özgün adına düzenlenmiş sahte pasaportu beklemek olduğunu söylemişti. General Santovito aynı raporda, Ağca'nın, yine 1980 yazında Almanya'da, onu çok geveze ve güvenilmez bulan aynı hareketten Türklerin bombalı bir suikastına hedef olduğunu da yazmıştı. İtalyan gizli servisinin şefi, Ağca'nın, 19 Nisan gecesi Genova'da, adını da verdiği bir otelde, genç bir kadınla kaldığını da belirtmişti. Rapor o denli kesindi ki, Ağca'nın suikasttan önce takibe alındığına inanılabilirdi. Daha sonra ne oluyor? Çelik, henüz Ağca tarafından ihbar edilmeden, 1981 sonu 1982 başında, Zürih'te tutuklanıyor. O da, 1994'te Yargıç Priore'ye, İsviçre ve İtalyan gizli servislerinin, ondan, Bulgarları suikastla suçlamasını istediklerini söyleyecektir.
84
Çelik, İsviçrelilerin ona, sahte pasaport ve 50 bin İsviçre frangı verdiklerini ve Fransa sınırından geçirdiklerini belirtmiştir. Çelik, Philippe Laval adında bir Fransız polisinin 1984'te, Poitiers'te, kendisini görmeye geldiğini ve 15 gün içinde de PKK militanı Bedri Ateş adına düzenlenmiş, Fransa'da politik mülteci kartı verdiğini de açıklamıştır. Çelik, Kasım 1986'da, Fransız-Belçika sınırında uyuşturucu kaçakçılığından tutuklandığında, üzerinde bu yarı sahte kimliğin bulunduğu kuşkusuzdur. Fransa'da Bedri Ateş adıyla tutuklu kalmış ve Şubat 1993'te, birdenbire Oral Çelik olduğunu kabul etmiştir. Başka bir olgu da Roma duruşması sırasında ortaya çıkmış ve daha sonra Çatlı ve Çelik tarafından doğrulanmıştır. Alman polisi, 1984 babında Bochum'da, kaçakçılıktan tutukladığı bözkurt Yalçın Özbey'i, Çatlı ve Çelik ile Paris'te kontak kurmak ve Çelik'i, Bulgar sorumluluğu tezine razı etmek amacıyla kullandı. Yargıç Martella da, Özbey'le anlaşmak için 28 Şubat-19 Mart 1984 arasında Bochum'a gitti. Çelik'e, işbirliği yapması karşılığında, 500 bin dolar, sahte kimlik ve koruma teklif edildi.
Yanıt Bekleyen Sorular Bugün şu sorulara hâlâ yanıt arıyorum. 1. İsviçre, suikasttan birkaç ay sonra neden Çelik'i serbest bıraktı ve para verdi? İsviçre, 22 Şubat 1982'de Zürih'te tutukladığı Abdullah Çatlı'yı neden 48 saat içinde serbest bıraktı? Bahçelievler katliamı ve Türkiye'deki başka suçlar nedeniyle Interpol tarafından aranan bu kişiye, niçin kendi adıyla tanıtma belgesi verdi? Çatlı, 24 Ekim 1984'te, 400 gram eroinle Paris'te tutuklandığında, üstünden bu tanıtma belgesi çıktı. 1986'da, Paris'teki yargılanması sırasında, avukatı neden solun önde gelen bir kişisi olan Charles Libman'dı? 2. Fransa'daki sol politik rejim, neden faşist terörist Çelik'e yarı sahte kimlikler verdi? François Mitterand, Fransız gizli servisine, neden İtalyan adliyesini yanıtlamama talimatı verdi? 3. Francesco Pazienza'ya göre, Çatlı, Eylül 1982'de Amerikan gümrükçülerinin bilgisi dahilinde, yanında İtalyan terörist Stefano delle Chiae olduğu halde, Güney Amerika'ya gitmek üzere Miami'den ABD'ye giriş yaptığında, neden CIA tarafından korundu?
85
4. Vatikan'ın kardinallerini suikastın içinde olmakla suçlayan Çelik, neden 22 Eylül 1994'te, birdenbire Yargıç Priore'ye Emanuela Orlandi ile ilgili yeni şeyler anlattı? Bir Vatikan mübaşirinin kızı olan Emanuela Orlandi, 22 Haziran 1983'te, Roma'da kaçırılmıştı. Kaçırmadan bir ay sonra, bir Türkeş Cephesi, olayı üstlenmiş ve Ağca ve Çelebi ile değişim önermişti. Çelik, Emanuela Orlandi'nin, Roma'da bir manastırda saklandığım ve o zamandan beri, suikasta karışmış birisiyle Kolombiya'da yaşadığım söyledi. Bir ay önce ise, Yargıç İmposinato kendisiyle yapılan bir röportajda, İsviçre'deki bozkurtlara göre, Emanuela Orlandi'nin Paris'e götürüldüğünü ve bir İslam topluluğunun içinde olduğunu açıkladı. 5. Ağca, bir komplo olmadığını neden şimdi doğruluyor? Geçen Nisan ayında RAİ l'den Paolo di Giannantonio ve Paris Match'dan Jacques Marie Bourget ile birlikte kendisiyle görüştüğümüzde de bize, Almanya'ya hiçbir zaman gitmediğini söyledi. 6. Nihayet, CIA'nın bütün bu işlerin içinde ne rolü var? 5 yıl önce, CIA'nın Sovyet bölümü eski şefi Goodman, müdürü William Casey ile yardımcısı Gates'in, II. Jean-Paul suikastında Bulgar ve Sovyet parmağı olduğuna herkesi inandırmak için emir verdiğini, açıkça söylemişti.
86
P-2 İTALYAN GLADYOSU VE ÜLKÜCÜLER
Paolo Di Giannontonio Gazeteci/ İtalya
Gladyo Şerefi Bize Ait! İyi akşamlar. İlk önce bu toplantıyı düzenleyen Sayın Perinçek'e teşekkür etmek istiyorum. Bu arada şunu da bildireyim; çok şanslısınız, ben çünkü beş altı dakikadan fazla vaktinizi almayacağım. Ben şimdi size İtalya'daki gladyo hakkında bilgi vermek istiyorum. Benim ülkemde gladyo, biliyorsunuz bu tür örgütlerin ilki. Bu şeref de bize ait oluyor dolayısıyla. Eski Cumhurbaşkanımız Andriotti, gladyoyu basına ilk kez, Françesko Cosini, yani daha önceki cum¬hurbaşkanı hakkında kötü bir şey söylemek için, onu biraz suçlamak için verdi diye düşünüyoruz.
Komünist Parti'ye Karşı Kuruldu Gladio hakkında ilk haberler ortaya çıktığı zaman, Fransızların ve İngilizlerin tepkisinin ne olacağını herhalde tahmin edebilirsiniz. Hatta belki Türkler bile, bundan çok etkilenmiş olabilirler.
87
Bu bilgiler, Avrupa'nın ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyordu. Bir bölümünde Sovyetler hâkim, öbür bölümünde Amerikalılar hâkimdi. Geriye çok küçük bir bölge kalıyor, işte bu bölge içinde de biz, mümkün olduğunca rahat hareket etmeye çalışıyoruz. Askeri güçler, toplum hayatına herhangi bir anda müdahale etmek istedikleri zaman -ki sanıyorum siz de bu konuya fazla yabancı sayılmazsınız-, çıkardıkları bazı sesler vardır. Uyarıcı sesler çıkarırlar. Bizim ülkemizde ordu, burada olduğu gibi güçlü değil. Ama italya'da, bildiğiniz gibi Sovyet Komünist Partisi'nden sonra, Avrupa'nın ikinci en güçlü komünist partisi var. Zaten NATO, gladyo örgütünü İtalya'da Komünist Parti'ye karşı kurmuştu.
Üyeleri Normal İnsanlar Gladyo'nun üyeleri kimlerdi diye soracak olursanız, ilk önce askerlerdi diyebilirim. Ama bunun yanı sıra toplum içinden de insanlar vardı. Sokakta karşılaştığınız ve hiçbir zaman tahmin edemeyeceğiniz insanlar da, Gladyo örgütünün içindeydi. Gladyo örgütünün üyeleri uyuşturucu kaçakçıları, silah kaçakçıları değildi, Mafya babaları değildi, normal insanlardı. Sardunya Adası'nda özel kamplarda eğitilirlerdi. Hatta gazetecilerden biri Sardunya Adası'nda yaptığı bir araştırma sırasında, Sardunya ve Venedik'te silahların gizlendiği ve gömülü olduğu yerleri de saptamıştı. Olay son derece ilgi çekici. Yasadışı bir çerçeve içinde oluşturulmuş yarı resmi bir kuruluşta, normal insanların rol aldığını keşfetmek bizi çok şaşırttı. Normal bir demokraside, Gladyo gibi bir örgütün yasal olmasına zaten imkân yoktur.
Kimse Gladyodan Mahkûm Olmadı Gladyo olayının soruşturulduğunu biliyoruz. Ama şu ana kadar hiç kimse bu olay nedeniyle suçlanmış ya da mahkemeye verilmiş değil. Şu anda İtalya'da, hükümette eski Komünist Parti liderinin başkanlığında bir koalisyon var.
88
İtalya'da Komünist Parti vardı ve güçlüydü diyorum ama Komünist Parti de o şekilde yönetiliyordu ki, her şey Batı'nın istediği şekilde hazırlanmıştı. Şu andaki koalisyonun durumundan da bunu açıkça görebiliyoruz. Bildiğiniz gibi mafyayı da, biz İtalyanlar keşfettik. Mafya gibi başka gizli kuruluşlarımız da var. Hatta P2 adı verilen gizli bir Mason örgütü de, İtalyanlar tarafından keşfedildi. Biz bu yönden oldukça yetenekliyiz. Elimizdeki bilgilere göre, mafya ile gladyo arasında ya da P2 ile mafya arasında bir bağlantı yok. Ama bu, birlikte yemek yemedikleri anlamına gelmez. Eminim yemişlerdir. Ülkemizde bir devrim yapmak istedik, başarılı olamadık. Solu iktidara getirmek istedik, bunda da başarılı olamadık. Sol, ancak Sovyetler Birliği'nin çökmesinden sonra güç kazanabildi. Türk gladyosuyla İtalyan gladyosu arasındaki tek bağ, Abdullah Çatlı'yla Stefano della Chiaie'nin birkaç yıl önce Amerika'ya yapmış oldukları seyahat. Ben gazeteci olarak Chiaie ile tanıştım. Kendisi aşın sağcı diye tanımlayabileceğim bir kişiliğe sahip. Birçok olaydan dolayı suçlanmasına rağmen kendisi şu anda özgür. Ben onunla bir gazeteci olarak yaptığım görüşme sırasında, bütün bu olaylar hakkında kendisine sorular sordum. "Abdullah Çatlı'yı tanıyor musun?" diye sordum. Bana çok basit bir yanıt verdi: Hayır! Aslında, bu aşamada bize yeni bilgiler verecek tek kişi, Jean Marie Patienta. Ben onunla ilişkiye geçmeye çalıştım. Kendisi hâlâ hapiste. Mektup yazdım, görüşmek istediğimi söyledim. Benimle ya da başka gazetecilerle görüşmek istemediğini söyledi ve bütün taleplerimi geri çevirdi. Çok uzun bir zaman hapiste kalması gerekiyor. Ama gazetecilere bir şey söylemeyerek daha kısa sürede, belki 10 yıl içinde hapisten çıkmayı umuyor. Tabii kendi geleceğini tehlikeye atacak bir şeyi söylemesini de bekleyemeyiz. Eğer İtalyan gladyosu hakkında bir şey öğrenmek istiyorsanız, bize başvurmayınız. Size ne yazık ki yardımcı olamayacağız. Biz sizden yardım bekliyoruz hatta.
89
ÜLKÜCÜLERİN AVRUPA EYLEMLERİ VE GERÇEKLER
Tuncay Özkan
Gazeteci-Yazar, Kanal D Haber Müdürü Konuşmama başlarken büyük bir özlemle yokluğunu hissettiğim, aziz hatırası önünde saygıyla eğildiğim Uğur Mumcu'yu anmak istiyorum. Çünkü, bugün yaşadığımız "devlet, çete, mafya" ilişkileri konusunda bize bıraktıkları, onun ne kadar büyük bir araştırmacı olduğunun kanıtıdır. Avrupa'daki ülkücü faaliyetler konusunda da onun önümüze koyduğu büyük ipuçları var. Ülkücülerin Avrupa'daki eylemleri konusunda bugün yaratılan "kahramanlık destanlarının" altında aslında gizli servislerin ördüğü bir büyük ağ vardır. Bu ağı besleyen şey, terör ve cinayet amacıyla kullanılmışlıktır. Evet ülkücülerin pek çok eylemi vardır Avrupa'da. Ama bunların tamamının arkasında MİT veya çokça da Batılı gizli servisler bulunmaktadır. Peki, ama ülkücüler neden düşmüşlerdir bu ağa? Bana sorarsanız Anadolu'nun çeşitli yerlerinden kimlik bunalımları ve pek çok nedenle büyük kentlerde, özellikle de Ankara ve İstanbul'da toplanan yoksul gençler, terör üreten ve bunu komünizm karşıtlığı maskesiyle örten faşist güçlerin eline düşmüşlerdir.
90
Bu insanlar, 12 Eylül öncesinde Türkiye'de terörün tırmandırılması amacıyla birer cinayet makinesi gibi kullanılmışlardır. 12 Eylül'ün hemen öncesinde veya sonrasında yurtdışına çıkan bu kişiler dışarda da ancak bildikleri tek iş olan adam öldürmede kullanılmaya devam etmişlerdir. Onları besleyecek şey, yine terör olmuştur. Bununla birlikte Avrupa'da terör kadar tehlikeli olan bir de uyuşturucu tacirliği işi yapmışlardır. Yani, bunların kurşun atarken veya yerken takındıkları "büyük adam" tavırları, gizli servislerin maşası olarak bütün pis işlerde kullanılmışlıklarından gelmektedir. Şimdi, MİT Ermenilere karşı operasyon yapacak maşa arıyor. Bakmışlar ki, kendi içlerinde bu işleri yapacak adam yok. Böyle bir eğitim mekanizması yok. Türkiye'de cinayetten sanık olmuş aranmakta olan Abdullah Çatlı ve ülkücü arkadaşlarını bulmuşlar. O zaman bu işlere yol veren Çankaya Köşkü. Bunlar 15-16 işte kullanılmışlar. Heykellere, bürolara, arabalara bomba yerleştirmişler. Bunların bir kısmı patlamış, bir kısmı patlamamış. Oral Çelik de var bu işlerin içinde. Hani İpekçi suikastının sanıklarından. Türkiye'de bir tanık çıkıp, ben Oral Çelik'i İpekçi'nin arabasının başında Mehmet Ali Ağca ateş ederken, onu da komut verirken gördüm diyor. Adam tehditle daha sonra ifadesini değiştiriyor. Kimse tınmıyor. Çünkü, ta o zamanlar Abdullah Çatlı ve arkadaşlarıyla yapılan anlaşmalar var. Bu anlaşmalara göre, bir kere yapılan her eylem için bu "kahramanlar" tıkır tıkır para almışlar. Sonra da Türkiye'de "yakalama, duyma, görme" diye özetlenebilecek bir muameleye tabi tutulmuşlar. O zaman Alparslan Türkeş dahil, tutuklu bulunan pek çok arkadaşı için de salıverilme koşullan olmuş. Bugünkü çete oluşumlarının arkasında bu katillerin devlet içindeki patronları ve onlara yol veren anlaşmalar yatmaktadır. Ama hâlâ bu patronlar ortaya çıkarılamamıştır. Bu çeteyi koruyup kollayıp besleyenler kimlerdir? MİT'çisi, emniyetçisi, subayı kimlerdir? Ama bunlann arasında o günkü eylemlerinden pişmanlık duyup, Türkiye'ye döndükten sonra da hiç sesini soluğunu çıkarmadan marangoz olarak çalışıp ekmek parasını kazananlar da var. Ama büyük kısmı bu korunmuşluk sayesinde gelip çek-senet tahsildarı olmuşlardır.
91
Avrupa'daki eylemler sırasında ülkücüler en büyük desteklerini yine Almanya ve diğer ülkelerde kurulu bulunan ülkücü sendika ve derneklerden almışlardır. Yani, yurtdışına çıkan hemen bütün ülkücüler bu örgütlerin kanatlan altına girmiş ve korunmuşlardır. Ben iddia ediyorum, yarın ortaya çıkacaktır bu kişiler. Avrupa'da geçinebilmek için yüzlerce de soygun yapmışlardır. Yani, yurtdışında da Türkiye’deki gibi yaşamışlardır. Yurtdışındaki ülkücü operasyonlarda sivrilen ad olan Abdullah Çatlı'nın yanı sıra pek çok ad var. Sonraları Alparslan Türkeş ile kavga eden Ali Batman gibi. Bunlar kendi aralarındaki liderlik mücadelesi sırasında birbirlerini öldürmeye kadar varan çekişmeler de yaşıyorlar. Bunun da arkasında ülkücü organizasyonların topladıkları paraların ve oluşturdukları gücün rantı var. Papa olayına kadar, Almanya'da büyük kabul görmüş ve önleri açılmıştır ülkücülerin. Alman Gizli Servisi'nin korumasında olmuşlardır. O sayededir ki, Abdullah Çatlı ile Mehmet Şener Almanya'da yakalandıktan halde Türkiye'ye iadeleri yapılmamıştır ve serbest bırakılmışlardır. Her ikisi de cinayet sanığıdırlar ve aranmaktadırlar kırmızı bültenle. Ama Almanlar onları korur. Çünkü, bu radikal sağcı terörist gençler NATO koruması altındadırlar da aynı zamanda. Bunları görmek için de, kullanıldıkları güçlere bakmakta büyük yarar vardır. Ne demiştik, bu ülkücüleri kullananlar hep gizli servislerdir. İster MİT olsun, ister diğerleri. Bunlar yurtdışına çıkarken Abuzer Uğurlu gibi kaçakçılardan yardım görmüşlerdir. Yurtdışına çıkışları o kadar planlı değildir. Planlı olsaydı, yurtdışında çok taraflı ajan olarak çalışmaz, para için soygunlar yapmazlardı. MİT, bu ekipleri ASALA'ya karşı kullanmıştır. Ama unutulmaması gereken bir gerçek vardır. Hiçbir zaman, bir terör faaliyetinin, bir başka terör faaliyetiyle bitirildiği görülmemiştir. Terör, terörle bitmez. ASALA'yı bitiren de ülkücülerin terör faaliyetleri olmamıştır.
92
Bugün bütün Avrupa gizli servislerinin polislerin elinde o dönemde kullanılan ülkücülerin itirafları bulunmaktadır. Bu itiraflarda her şey vardır. Türkiye'nin ASALA operasyonunu nasıl gerçekleştirdiği, nerelere bombaların konulduğu Batılı gizli servislerde bulunmaktadır. Bunları Oral Çelik, Abdullah Çatlı ve Mehmet Ali Ağca başta olmak üzere içeriye kim girdiyse anlatmıştır. Bugün o dönemdeki kullanılmışlardan yola çıkarak bunları kahraman gibi gören veya göstermeye çalışanlar, Türkiye içinde çetelerden medet umanlardır. Bu eski teröristleri Türkiye'nin karanlık sokaklarında yeniden cinayet amacıyla kullanmak isteyenlerdir. Adaletini yitiren Türkiye, bunları yargılayamamakta, sorgulayamamaktadır. Karşımıza bu teröristlerin Avrupa eylemleri çıkarılmakta, devlet sırrı denilmekte ve bu kişilere yapay korumalar getirilmektedir. Bu kişilerin yaktıkları ateş, cürümleri kadardır. Onları kanlı eylemleri korumaya yetmez. Bugün onlardan medet umanlar bilmelidirler ki, kurtuluşları yoktur. Biz demokrasimize sahip çıktıkça, hesap sordukça, araştırdıkça onların kurtuluşu yoktur. Alman Gizli Servisi, Fransız Gizli Servisi ve MİT ile yasadışı işler yapacaksınız; eroinden soyguna, cinayetten adam kaçırmaya, kaçakçılığa kadar her işe bulaşacaksınız, sonra da kahraman olacaksınız. Bu olmaz. Eğer böyle olursa, Uğur Mumcu'nun dediği gibi düzenin adı, "Katiller demokrasisi, hırsızlar düzeni" olur. Bunu engellemenin yolu, bunları kimlerin kullandığının iyi bilinmesi, yaptıklarının hesaplarının sorulmasından geçer. Bunu sağlamalıyız. Hesap sorulmalıdır. Bunu demokrasi için yapmak lazımdır. Özetleyecek olursam, ülkücülerin Avrupa'daki eylemleri Batılı gizli servisler ile MİT arasında gidip gelen bir seyir gösterir. Türkiye'deki cinayetlerin üzerini de ancak gizli servislerin karanlık işlerinin maşası olarak örtebilmişlerdir. Fransa, İsviçre, İngiltere, Almanya, Hollanda, Belçika gizli servisleri bu faaliyetlerden haberdardır. Bu ülkelerin dosyalarında bu kişilerin karanlıkta kalan yüzleri yer almaktadır. Türkiye Avrupa'da veya Anadolu'da bu adamların işlediği cinayetlerin üzerine gitmez, devlet de bunlara yol ve yön verenlerin yargılanmasını sağlayamazsa, çetelerin önünü alamaz. Saygılar sunarım.
93
KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEKLERİNDEN MHP'YE
Hasan Fehmi Güneş Eski İçişleri Bakanı, CHP Parti Meclisi Üyesi
Toplumun Zaman Aşımı Yoktur! Sayın Başkan, Sayın Katılımcılar, Bu başarılı ve yararlı programın akışını biraz zorlayarak, konuşmamı bu bölümde yapmak zorunda kaldığım için özür dilerim. Ancak şunu söyleyebilirim; benim konuşmamın içeriği, bu bölümün genel çerçevesine aykırı ve yabancı kalmayacaktır. Susurluk'taki trafik kazası, devlet düzeni içindeki örtülü yapının örtüsünü, perdesini yırttı. Kazaen yırttı... Bu yırtıktan, örtülü yapının bir bölümü dışarı döküldü; bir bölümü de bir an için görüldü. Dışa dökülenlere yakından bakıldığında bunun; "çete", "mafya" gibi benzetmelerle tanımlanmaya çalışılan "suç örgütleri" olduğu görüldü.
94
Anılan örgütlerin çete, mafya gibi tanımlamaları aşan; onlardan daha vahim, daha olumsuzluk yüklü, daha ürkütücü, kaygı verici yapılar olduğu; daha değişik nitelikler taşıdığı, daha farklı amaçlar için oluşturulduğu saptandı. Bu özellikleri nedeniyle ben bu örgütleri "siyasal amaçlı suç örgütleri" olarak tanımlamayı tercih ediyorum.
Suç Örgütleri Resmi Kararla Kurulmuştur Benden önceki konuşmacıların tebliğlerinde ayrıntılı olarak açıkladıkları gibi, mafya yapılanmalarında siyasal amaç ağırlığı daha belirsizdir. Çete sözcüğünün sözlük karşılığı da, Susurluk'ta aydınlığa düşen yapının boyutlarını karşılayamamaktadır. Susurluk yırtığından yola düşen yapının ayrıştırıcı özelliklerini öne çıkardığımızda, bu farklılık da somutlaşmaktadır. Susurluk'ta açığa çıkan yapının ayırıcı özelliklerinden birincisi, "kurucu" güçten kaynaklanmaktadır. Anılan suç örgütünü "kamu erkini kullanan güç odaklan" oluşturmuştur. Bir başka deyişle "resmi karar" ile oluşturulmuştur. Çarpıcı özelliklerin ikincisi, örgüt militanlarının geçmişi ve menşe-i ile ilgilidir. Sözünü ettiğimiz suç örgütleri, "münhasıran" ve özellikle 1980 öncesinin sağ şiddet eylemlerinin sorumlusu, sanığı, katili ya da kanun kaçağı olan ülkücü eylemcilerden oluşturulmuştur. Sadece bu nitelikteki militanlar seçilerek görevlendirilmişlerdir. Bu tür kişiler, verilecek ödevler açısından yeterli, yetenekli, deneyimli, eğitimli ve elverişliliği kanıtlanmış elemanlar olarak kabul edilmiştir. Bu yöntemle oluşturulan suç örgütlerinin resmi araçlarla donatılması; eylem alanlarının ve hedef kişilerin resmi yönlendirme ile belirlenmesi; ve kanun kaçağı eylemcilerinin nüfus hüviyet cüzdanı, pasaport, görev belgesi, silah taşıma yetkisi ile "resmen" güçlendirilmesi de, diğer özellikleri olarak öne çıkmaktadır.
95
Buraya kadar sunmaya çalıştıklarımdan çıkan sonuç şudur: Devlet erkini kullanan kimi güç odakları, 1980 öncesi dönemin sağ terör eylemlerinin sanıkları, suçluları, cezaevi kaçakları konumundaki ırkçı, kafatasçı, ülkücü militanlarını toplayarak, "siyasal amaçlı suç örgütleri" oluşturmuşlar, onları donatmışlar, onları resmileştirmişler, silah, belge, kimlik, araç ve para vermişler, yurt içinde ve dışında hedef ve kişi göstererek görev vermişler ve eylem yaptırmışlardır. Bu tür bir oluşuma "hukuk devleti"nde rastlanamaz. Bu, ancak ve sadece "faşist devlet özleminin" ürünü ve uygulaması olabilir. Büyük devlet, güçlü devlet, saygın devlet "hukuk devleti"dir. Hukuka saygılı devlettir. Hukuk devletinin, demokratik devletin hukuk içinde çözemeyeceği sorunu olamaz. Hukuk dışında çözüm aramaz. Hukuk dışı çözümlere tenezzül etmez. Susurluk olayının karşımıza çıkardığı ilk sorun, hukuk devleti sorunudur. İkincisi ise örtülü yapı içindeki faşist örgütlenmenin toplumu tehdit eden düzeyde boyutlanmasından kaynaklanan, "açık toplum" sorunudur. Bilmeliyiz ki, bu sorun, Susurluk'ta açığa dökülen yapıdan ibaret değildir. Susurluk, faşist sürecin bir anlık fotoğrafıdır. Çatlı ve bağlantılı oldukları da, bu yapının sadece birer piyonudur. Konuya Susurluk'ta görülenleri aşarak yaklaşamazsak örtülü yapıyı doğru okuyamaz, doğru olarak ve tam algılayamayız. Örtülü yapının oluşum sürecinin tüm aşamalarını irdeleyerek sorgulamalı ve "yapısal bütünlük'ü" gözden kaçırmayarak gelmiş geçmiş ilişki ve eylemleriyle tartışmalıyız.
Komünizmle Kamplarına
Mücadele
Dernekleri'nden
Söz konusu sürecin önemli aşamalarından Dernekleri"nin üzerinde durmalıyız.
biri
Komando olarak,
"Komünizmle Mücadele
Bu yapının daha sonra bir siyasi partinin, yani MHP'nin gençlik kolu'na dönüştürüldüğünü, bir süre sonra da ülkücü örgütlenmenin kaynağına oturtulduğunu görüyoruz. Aynı dönemde açılan ve kısa sürede çoğaltılan ve yoğunlaştırılan "komando kampları", bu sürecin eylem aşamasına geçmesinin en somut etkinliği olmuştur.
96
Komando kamplarının oluşumunda "Özel Harp Dairesi"nin ilgisi, bilgisi ve etkisi kamuoyuna henüz yeteri açıklıkla sunulmamış gerçeklerden biri olarak vurgulanmalı ve ilgi alanımız içinde tutulmalıdır. Komando kamplarında ırkçı, kafatasçı faşist ideolojinin yanı sıra; yakın dövüş, silah kullanma, bomba imal etme, boğma, öldürme, provokasyon düzenleme, toplantı basma ve dağıtma gibi eylem tekniklerinin de eğitimi yapılıyordu. Komando kamplarının ciddi boyutlardaki parasal desteğinin "hayırsever vatandaşların bağışları ile karşılandığı" yalanı, o siyasi partinin lideri tarafından sık sık tekrarlanıyordu. 1980 öncesi dönemdeki Bahçelievler katliamı, Balgat kahve taraması, Tepecik otobüsü kurşunlanması, Piyangotepe kahve baskını, öğrenci topluluklarının bombalanması, öğrenci kıraathanelerinin kundaklanması, Sivas, K. Maraş, Divriği, Çorum toplum çatışmaları tertipleri, solcu yazar, sendikacı, savcı ve bilim adamlarının öldürülmesi olayları gibi, pek çok ülkücü terör eyleminin yakalanabilen sanıklarının komando kamplarında eğitim görmüş olmaları, bu sürecin bilinçli bir yönlendirme ile yönetildiğinin ve oluşturulan yapının bütünlüğünün somut kanıtıdır. Susurluk'ta açığa çıkan suç örgütü üyelerinin de, aynı yapısal çizginin ve komando kamplarının ürünü kişilerinden oluşmuş olması, katiyen bir rastlantı değil, faşist ülkücü sürecin yapısal bütünlüğünün ve örtülü dünya ile ilişkisinin tartışılmaz göstergesidir. Bu süreç ve sonuçlar, 1980 öncesinden beri ileri süregeldiğim bir iddiamı da doğrulamaktadır. İddia şudur; "MHP bir siyasi parti örgütü olmaktan çok, faşist nitelikli bir suç örgütü"dür. MHP'nin 1980 sonrasında benzer iddianame ile yargılanmış ve mahkûm edilmiş olması, yöneticilerinin 11 yıl hapis cezasına varan cezalarla cezalandırılmış ve hüküm giymiş olmaları da, aynı iddianın bir diğer doğrulanmasıdır. İdama mahkûm olan ülkücü militan Pehlivanoğlu'nun, cezası infaz edilmeden yazıp savcıya verdiği uzun ve ayrıntılı itirafname niteliğindeki mektubunda, bu eylemci, yetiştirilme sürecini ve suç örgütlenmesini açıklayarak ve kendisinin nasıl suça yöneltildiğini anlatarak, bu iddiayı destekleyip doğrulamıştı. Bu doğrultudaki bir kanıt da, MHP'nin mal varlığı ile ilgili olarak toplanmıştır. 1980 öncesinde MHP, özellikle taşınmaz mallarını Alparslan Türkeş adına tapulamıştır.
97
Bunun anlamı, işlediği suçların ortaya çıkması halinde mallarının müsadere edilmesine karşı önlem almaktır. Yani suç örgütü olduğunun yargı deyimi ile "tevilli ikrarı"dır. Dolaylı itirafıdır.
MHP Beraat Etmedi, Mahkûm Oldu Burada bir yanlışı düzeltmek istiyorum. MHP davası mahkûmiyetle bitmiştir. Bazılarının bilerek söyledikleri "beraat ettiler" yalanı, her fırsatta yüzlerine vurulmalıdır. Karşı çıkılmalıdır. Dava mahkûmiyetle sonuçlanmış, ancak "zaman aşımı" nedeniyle infaz edilememiştir. Zaman aşımı rezaletinin de üzerinde durulmalıdır. Dosya, Yargıtay ile mahkeme arasındaki 3,5 km'lik yolda gidip gelirken 10 yıllık zaman aşılmıştır!.. Bu durum da, MHP'nin ve eylemcilerinin c dönemde korunduğunun, resmen korunduğunun açığa çıkması, sergilenmesidir. MHP'nin ve ülkücü eylemcilerin siyasal iktidarlarca desteklendiğini ve korunduğunu kanıtlayan başka olaylar da yaşandı. Birkaç örnek sunmak istiyorum:
1-) 12 Eylül darbesini o günkü başbakan dahil hiçbir parti başkanı önceden haber alamamıştır. Sadece Türkeş'e, resmi görevli yandaşları, 11 Eylül günü akşam saatlerinde haber vererek, evinden kaçıp saklanmasını sağlamışlardır; 2-) Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca ile ilgili polis araştırması, henüz tamamlanamamıştı, yeni süreye ihtiyaç vardı. Bu süre, verilmedi. Ağca polisten alındı. Sonra? Sonra, o noksanların tamamlanmadığı bir yana, Ağca, Maltepe Askeri Garnizonu içindeki cezaevinden asker kişilerin yardımı ile kaçırıldı. O Garnizon'a ziyaretçi olarak gitseniz, kendi başınıza yolu doğrultup, kapıyı bulup dışarı çıkamazsınız. 3-) MHP davasına Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi'nde bakıldı. Dava ile ilgili olarak eylemcilerin kullandığı silahlar toplanmıştı. Silahların bir kısmı eylemcilerin gösterdiği gömülü olduğu yerlerden çıkarılarak elde edildi ve sıkıyönetim mahkemesinin adli emanetine konuldu. Bu silahlardan 27 tanesi, Mamak askeri emanetinden çalındı.
98
Orada çok silah vardı. Çalınan 27 silahın ise henüz balistik muayenesi yapılmamıştı. Hangi suçlarda kullanıldığı saptanmamıştı. İşte onlar seçilerek çalındı. Mamak garnizonundan değil silah çalmak, bir postal bağını izinsiz dışarı çıkarmak mümkün değildir. Orada görevli ve yetkili birilerinin katkısı ve yardımı olmadan bu hırsızlığı ve delilleri yok etme eyleminin başarılması düşünülemez. O 27 silah hâlâ bulunamamıştır. 4-) Türkeş, tutukluluğunun bir bölümünü Askeri Gülhane Has-tahanesi'nde geçirmiştir. O dönemde Türkeş'in askeri araç ve helikopter ile yurtdışına kaçırılmasını planlayan girişim ve örgüt açığa çıkmıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu konuşmanın çerçevesini aşmak ve konunun "öz"ünden uzaklaşmak istemiyorum. Bütün bunları Susurluk olayı ile toplumun gündemine giren suç örgütlerini, süreç ve yapı bütünlüğü içinde gerçek yerine oturtmak, gerçek kimliğini belirlemek, geçmişteki oluşumlarla ilişkisini sergilemek için sundum. Bitirirken, sorunun "hukuk devleti" sorunu olduğunu, "açık toplum" sorunu olduğunu, "demokrasi" sorunu olduğunu vurgulamak ve yinelemek istiyorum. Örtülü yapının geçmişini, oluşumunu, eylemlerini, ilişkilerini irdelemek, sorgulamak ve yargılamak zorundayız. Yönetim düzeniniz içinde toplum için bilinmeyen, karanlık hiçbir dönem, eylem ve yapı kalmamalı, örtülü yapının örtüsü mutlaka kaldırılmalıdır. TBMM Susurluk komisyonu, bunu başaramadı, görevini tamamlayamadı. Tamamlanmamış bir raporla olaydan el çekti. Ancak umudumuzu yitirmemeliyiz. Toplumun bu konudaki duyarlılığı ve kararlılığı sürmektedir. Bu konudaki toplumsal duyarlılığı beslemeli, yükseltmeli ve örgütlemeliyiz. Davalar zaman aşımına uğrar ya da uğratılabilir; ancak toplumsal talep ve duyarlılığın zaman aşımı yoktur. Bu konferansın bu yönde çok değerli katkılar yapacağına inanıyorum. Bu inançla konferansı düzenleyen ve engellemelere rağmen gerçekleştirenleri, emek verenleri kutluyorum.
99
CIA, DÜNYA ANTİKOMÜNİSTLER BİRLİĞİ (WACL) VE MHP
Jürgen Roth Gazeteci- Yazar/ Almanya Baylar, bayanlar. Dünya Antikomünistler Birliği, CIA, Avrupa'da ve Türkiye'de aşırı sağ örgütler arasındaki ilişkiye değineceğim. Dünya Antikomünistler Birliği, Çin'de Tayvan'da kurulmuştur. Ve Amerikan gizli servisi CIA tarafından finanse edilmiştir. Dünya Antikomünistler Birliği, 1950'li yıllardan, 1965'lere, hatta 70'lere kadar uyuşturucu ticareti yaparak, gizli operasyonları yürütüyordu. 1970'li yıllarda, Avrupa'daki sağcı ve aşırı sağcı örgütlerle temas kurdu. Almanya'da Hıristiyan Sosyalistler Birliği, Fransa'da aşın sağ kuruluşlar, Opus Dei ile bağlantılar ve Viyole denilen çevrelerle ilişkiler. Bu Viyole, bir örgütün adı değil, provokatif kimliği olan insanların bir araya geldiği toplantılara verilen isim. Bu toplantılarda politikacılar, askerler, sağ görüşlü kişiler bir araya geliyordu. Avrupa'da, komünist olduğuna inandıkları örgütlere ve hareketlere karşı harekete geçebilecek türde bir oluşum yaratmışlardı.
100
Belçika'da örneğin Vlaamse Militanten Orde (VMO) diye bir örgüt vardı; Belçika'daki aşırı sağcılar, militan sağcılar bu örgütün üyesidir, boz-kurtlar (Avrupa Türk Ülkücü Federasyonu), 1980 yılında Belçika'da Anvers şehrinde, kongrelerini yaptılar. Bu toplantıda, bu aşın sağ militan örgütü VMO'nun bir temsilcisi konuşma yaptı. Ve bu noktadan itibaren, Dünya Antikomünistler Birliği ile bozkurtlar (ülkücüler) arasında ilişki kurulmaya başladı. Dünya Antikomünistler Birliği içindeki mali ilişki hakkında bir şey bilmiyorum. Ancak bir kanıt var. Dünya Antikomünistler Birliği yöneticisi emekli General Siglavas, özel fınans kanallarıyla, 1983-84 yıllarında, Latin Amerika'daki tüm antikomünist hareketleri maddi açıdan destekliyordu. Finanse ediyordu, bunu biliyorum. Dünya Antikomünistler Birliği'nin sadece Latin Amerika'da değil, Avrupa'da da aynı şekilde destek olduğunu biliyoruz. Maddi yardımın yanı sıra, lojistik destek de veriliyordu. Birliğin basındaki ve istihbarat şebekelerindeki uzantıları, tek bir organ gibi hareket ediyordu. Örneğin, herhangi bir ülkede, ingiltere'de, Fransa'da, Almanya'da, Amerika'da bir politikacı soğuk savaş yanlısı konuşma yaparsa, Dünya Antikomünistler Birliği hemen onunla temasa geçiyordu. Bu gerçek. Biz bunu önceden saptadık. Bu kuruluşa destek veren insanlar; güçlerini, ilişkilerini, aşın sağ örgütleri desteklemek için kullanıyorlar. Dünya Antikomünistler Birliği, sadece CIA tarafından destekleniyordu demiyorum. Avrupa'daki bütün gizli servisler de bu kuruluşu desteklemiştir. Almanya'da, Hıristiyan Sosyalistler Birliği'ne üye olan politikacılar da, bu Dünya Antikomünistler Birliği'yle yakın ilişki içindeydiler, işbirliği yapıyorlardı. Almanya'da bu aşırı sağ fanatik görüşlü politikacılar, Dünya Antikomünistler Birliği ile işbirliği yapıyorsa, Alparslan Türkeş'in bozkurtları niçin yapmasın!.
101
HİZBULLAH VE GLADYO
Mehmet Güç Gazeteci, ATV Gladio'nun, kontrgerillanın bir gizli örgüt olarak varlığı tartışılmıyor artık. Şimdi kontrgerillanın hangi başka örgütlerle ilişki kurduğu, hangi başka örgütleri kurup yönlendirdiği, adı bilinen bazı örgütlerle ilişkisi olup olmadığı araştırılıyor. Mesela Hizbullah gibi. Ben Hizbullah'ı anlatırken kontrgerilla ilişkisini adlandırmayacağım. Hizbullah örgütünü, militanlarını, eylemlerini anlatacağım. Olaylar, olgular üzerinde duracağım. Bütün bunlar; hem süreci, hem süreçteki Hizbullah'ı, hem de muhtemel ilişkiler ağını ve bunların anlamını ortaya koyacak. Bizim Hizbullah, asıl İran Hizbullah'ından oldukça farklı bir çizgide başlıyor siyasi mücadelesine. Arada, fikri bağ dışında hiçbir organik bağ yok. En azından başlangıçta... (Bizim Hizbullah militanlarının örgütün ilk kurulduğu yıllara ilişkin anlatımları bunu doğruluyor.)
102
Bizim Hizbullah'ın kuruluş tarihi 1981. Örgüt, Kasımpaşa'da bir evde, 70'li yılların akıncı gençleri tarafından kuruluyor. Akıncı gençlerin kökenleri de, 60'lı yıllara, Milli Türk Talebe Birliği tabanına kadar uzanıyor. 60'lı yıllar, gelişen büyüyen sola karşı, devlet içinde savunma mekanizmalarının oluşturulmaya, geliştirilmeye başladığı yıllar. Fikrin sahibi ABD-NATO aracılığıyla tüm üye ülkelere kurdurulmaya çalışılıyor. Sovyetlere, komünizme ve onların NATO ülkelerindeki uzantısı olan (ABD mantığına göre) sol güçlere karşı savunma mekanizmaları oluşturulmaya başlanıyor. Yani her NATO ülkesi gibi Türkiye'de de, sol partiler ve gruplar, devletin iç düşmanı olarak algılanıyordu. Parti ve gruplara, süreç içinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda yer alan CHP ya da CHP'liler de eklendi... Çünkü o da merkezin solunda duruyordu. 60'lı yıllar ve sonrasında, bu düşman tanımlaması içine giren kesime karşı her türden durdurma, engelleme faaliyeti yürütüldü. Bu dönemdeki provokatif girişimlerden bazılarında yer alan çok sayıda ismi, daha sonra "Akıncılar" derneklerinin kuruluşunda görüyoruz. (Pendik Mitingi... ÎTÜ işgali... Kanlı Pazar... ve başka örnekler.) Akıncıların 70'li yıllardaki serüveni de, en az 60'lı yıllardaki kökleri kadar ilginç. 12 Eylül sonrası sıkıyönetim mahkemelerince, dernekle ilgili açılan davanın dosyasından bu notlar... Akıncıların Yalova, Kayseri, Nevşehir, Afyon, Malatya bölgesinde kurdukları kamplar anlatılıyor bu dosyada. Silahlı askeri eğitim yapılan kamplar bunlar. Kamplardan biri de Nevşehir'de. Meşhur kahramanımız Abdullah Çatlı'nın memleketi ve Mehmet Ali Ağca dahil tüm kaçak ülkücü gençlerimizin sahte pasaport, kimlik, silah, alet edevat ihtiyacının karşılandığı Nevşehir'de. Akıncılar, Nevşehir, Kayseri ve Afyon'da kamp açmişlar. Kamp yöneticileri, aynı zamanda Akıncılar derneklerinin de yöneticileri. Kampların amacını dosyada, "sağlıklı yaşamak" olarak özetliyorlar. Ancak dava dosyasındaki zabıt ve tutanaklara göre, dövüş sanatları eğitimi, silahlı eğitim yapılıyor bu kamplarda. Yani komando eğitimi.
103
Dosyada, bu kamplarla ilgili savcının ilginç bir yorumu da var. Savcı, Nevşehir'deki üç kampın kuruluş ve faaliyetlerine en azından göz yumulduğunu anlatıyor. Bu kamplarda sık sık silah atışı yapılırken, silah seslerinin çevre halkı gibi polis ve jandarma kuvvetleri tarafından da duyulduğu, ama bir şey yapılmadığı da yazılı. Savcının bu yorumu dosya içeriğine dayanıyor. Soruşturmaya yani. Dosyada kamplarla ilgili şikâyetlerin, ihbarların dikkate alınmadığı, ancak zorunlu hallerde arama yapıldığı, ama hiçbir aramada da silah ele geçirilemediği yazılı. Bir de sanıklardan birinin polis ifadesinde, kampı ziyaret eden iki sivil görevliden söz ediliyor. Bunların kim olduklarını ne polis, ne savcı, ne de hakim sormuş soruşturmuş. Öylece kalmış bu bilgi. 12 Eylül öncesinde, bu kamplarda, şikâyet üzerine yapılan birçok aramada çok sayıda silah ele geçirilmiş. Tabancalar, tüfekler, mermiler. MHP kaynaklı öldürme olaylarında kullanılmış bir tabanca da bu silahlar arasında. Bu ilişkinin izi sürülmemiş dava dosyasında. Peki, açılan davada kamp yöneticileri ne olmuş? 6 ay ile 2 yıl arasında tutuklu kalmışlar. Aldıkları ceza da, bu süreler kadar olunca bırakılmışlar. Sonra, bu kökenden gelen Akıncılar, Hizbullah örgütlenmesini başlatmışlar. Yıl 1981. Kasımpaşa'da bir evde örgütün çekirdeği oluşturulmuş. Kurucular ilginç isimlerden oluşuyor. MHP kökenli ilginç bir isim var, iki de sabıkalı. Sabıkalılardan biri uyuşturucu satış ve kullanıcılığından sabıkalı, biri de hırsızlıktan. Yani sabıkalandıkları suçların türü nedeniyle sürekli takip altında olması muhtemel iki isim. Takip altında olması çok muhtemel; çünkü bu tür suçlardan sabıkası olanlar, uzmanlık bürolarından takibe alınır ve her benzer olayda ifade bilgilerine başvurulur. Uygulama böyle. Bu MHP kökenli, sabıkalı Akıncılar, örgütü kurduklarında, ilk iş olarak eylem yapılması gerektiğini savunuyorlar. Yani, örgütün uyuşturucu ve hırsızlıktan sabıkalı iki üyesi, her toplantıda, örgütün büyümesi için eylem ihtiyacından bahsediyor. Sonunda örgüt yönetimi, eylemlere başlanılması kararı alıyor. Silah ihtiyacı doğuyor. Silahların temini işini üstlenen ise sabıkalılardan biri. Uyuşturucu sabıkalısı.
104
Bu örgüt yöneticisi, silahları buluyor ve eylemler başlıyor. Bakkal, market, tekel bayii soygunları yapıyor örgüt üyeleri. 1984 yılına kadar yakalanmadan da sürüyor, bu küçük çaplı soygunlar. 1984 yılında Mecidiyeköy'de ilk büyük soygunda örgütün dört üyesi yakalanıyor. Yakalananlardan ikisi, bizim sabıkalı örgüt kurucuları. Biri de Rıdvan Çağrıcı. Soygun sırasında silahlar ateşleniyor, yaralananlar oluyor. Dava açıldığında bir kişi hariç -ki o da Rıdvan Çağrıcı'ydı- tüm diğer yakalananlar, iki ile dört yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyorlar. Silahlı soygun, gasp, silahla ateş ederek adam öldürmeye teşebbüs, adam yaralama fıilerine rağmen iki ile dört yıl. Bir kişi ceza alıyor, o da Rıdvan Çağrıcı. Örgüt, o eylem ve sonrasında dağılıyor. Örgütün tamamı deşifre edilmiş çünkü. İsim isim aranıyorlar. Osman Torun, Abdullah Bilici, İrfan Çağrıcı vb... Dağılarak kaçıyorlar. Sonra bir kısmı Almanya'ya, bir kısmı Güneydoğu'ya gidiyor Hizbullahçıların. Genç Çağrıcı ise 1991 yılına kadar cezaevinde yatıyor. Ya o iki sabıkalı örgüt yöneticisi? Onlar ikişer yıl hapis yattıktan sonra ortadan kayboldular. Bir daha onları gören olmadı. Sadece biri, zaman zaman İslami kesim içinde görünüyor. Ancak, bütün eski bağlantılarından arınmış olarak. Kuyumcu soygunundaki yakalanma da ilginçti; çünkü soygun esnasında iki polis ekibiyle karşılaştı Hizbullahçılar. Kimbilir belki de tesadüftü, yakalandılar. Örgütün kurucuları arasındaki İrfan Çağrıcı da, ortadan kaybolan diğer üç örgüt kurucusu gibi hep arandı. Hem de 1993 yılına kadar. Gazeteci yazar Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin ardından, İslami Hareket adlı bir örgüt çıktı kamuoyunun karşısına. Silahlar, bombalarla yakalandılar. Örgütün beyin takımı ise kod adlan verilerek aranıyordu. Gerçek isimler bir türlü tespit edilemiyordu. Örgütün beyni de yöneticileri de biliniyor ama isimleri tespit edilemiyordu. Mesut Kayacan kimdi, Mustafa Aksoy kim? Yoksa aynı kişiler miydi? Nezih Beyret hangisiydi. Muzaffer mi, Arif mi, Kemal miydi? İki yıl boyunca anlaşılamadı.
105
Sonra yine teker teker yakalandılar, İrfan Çağrıcı'nın da, diğerlerinin de önce isimleri öğrenildi, sonra da yakalandılar. Ancak 1984'ten 1993'e kadar yaklaşık 10 yıl boyunca sürekli aranan, polis ve mahkeme dosyalarında boy ve kilolarına varıncaya kadar tarif edilen bu kişilerin, bu yeni dosyada nasıl tespit edilemediğini kimse sormadı. Hem de bunlardan birinin; İrfan Çağrıcı'nın kardeşi Rıdvan'ın, 1991'e kadar cezaevinde olmasına karşın adının bile tespit edilememesi, kimseyi şaşırtmadı. Soruları çoğalmak için ayrıntılara devam edelim. 10 yıl boyunca aranmasına rağmen isminin tespit edilemediği açıklanan İrfan Çağrıcı ve kardeşi Rıdvan Çağrıcı'nın yeni dava dosyasındaki izini sürelim. Rıdvan Çağrıcı, dosyadaki ifadesinde anlatıyor: "Ben cezaevinden çıktıktan sonra ağabeyim İrfan beni çağırdı ve örgüt evine yerleştirdi. Baskı
ve matbaa tekniklerini anlatan birkaç kitap verdi ve bunları okumamı istedi. Sonra da, bu kitaplardan öğrendiğim teknikleri kullanarak; sahte kimlikler, sahte evraklar ve mühürler hazırlamaya başladım. Ağabeyim İrfan, boş öğretmen kimlikleri, MİT ve polis kimlikleri getiriyordu, ben de onları doldurup mühür basıyordum." Rıdvan, polis ifadesinde aynen böyle
söylüyor. Şimdi bir düşünelim. Boş MİT ve polis kimliğini, yani, o belirli zamanlarda sahtesi yapılmasın diye şekli ve şemali değiştirilerek yeniden basılan özel kimlikleri, aranan bir sabıkalı terör örgütü üyesi bulabilmiş. Vahim bir durum. Ama daha da vahimi, bu ayrıntının hem polis, hem savcı, hem hakim tarafından es geçilmesi. Yani ne Rıdvan'a soruyorlar "Ağabeyin bunları nasıl buluyordu" diye; ne de İrfan'a "Sen nasıl buldun" diye. Diyelim ki; Rıdvan bilmez, İrfan da söylemez. Ama polis, savcı, hakim de merak edip sormaz mı? Merak bir yana, görevleri bunu ortaya çıkarmak değil mi? Anlaşılan değilmiş. Geçelim. Ya peki o İslami Hareket Örgütü'nün ortaya çıkmasına yol açan operasyonun komik başlangıcı. Operasyon için yazılan gerekçedeki komik yalanlar... Polis tutanaklarındaki inanılmaz çelişkiler... Yok yok, tarih tahrifatlarından söz etmiyorum. Bunlar da önemli ama dosyada bunlardan çok daha vahim çelişkiler var. Bir ev operasyonunda yok edilen ve ifadelere göre var, tutanağa göre yok olan örgüt lideri... Ya ikinci İslami Hareket Örgütü... Daha doğrusu polis açıklamasına göre, İslami Hareket Süreci Örgütü... Jak Kamhi suikastı sanıklarının örgütü yani...
106
İnsan boyu üzerinde ateş ettikten sonra adam öldürmek için ateş ettiklerini söyleyen tuhaf suikastçılar. Suikast girişiminde kullanılan silahlar için, "seri numarası kazınmış okuyamıyoruz" yalanının arkasına saklanan polis müdürleri... Lav silahını, "patlayabilir diye yok ettik" deyip tüm kanıtları yok edenler... Ve asıl bu silahların geldiği yer... Getiren örgüt üyesi ve ilişkileri... Aslında anlatacak şey çok, ama burada kesmek zorundayım. Daha uzun bir konuşma imkânı doğarsa anlatacak çok şey var kuşkusuz. Daha olaylar da, deliller de, tanıklar da anlatılmadı aslında. Ankara'da İran istihbaratçılarıyla da ilişki kuran Hizbullahçı'yı anlatma fırsatı bulamadım. Ama İran İstihbarat Servisi ile ilgili ayrıntılar önemli. Kısaca, Amerika'da halen devam eden bir davaya da değinerek, sözlerimi noktalamak istiyorum. Dava, bir bilgisayar sisteminin çalınması, satılmasıyla ilgili. Davacı, eski istihbaratçı. Bilgisayar programı ve sistemleri pazarlıyor. Davalı ise CIA ve Adalet Bakanlığı başta olmak üzere bazı kurum ve kişiler. Dava dosyasına göre, Promise adlı sistemi geliştiren eski istihbaratçı, bunu, devletine satmaya çalışırken, eski işyeri CIA olaya el koyar. Bu sistemi geliştirir ve dünyanın birçok ülkesine satar. Ancak bu yasadışı işi yaparken CIA'nın amacı parasal anlamda kârlı bir iş yapmak değil. Kârlı, ama siyasal anlamda kârlı bir iş bu. CIA, bu sistemin bir arka kapısının bulunduğunu, bu sistemin kurulduğu herhangi bir yerde içine yüklenen bilgilerin, bu arka kapı aracılığıyla alınabileceğini fark etmiştir çünkü. Bu sistemin satıldığı ülkeler arasında; Arjantin, Peru, İtalya, Meksika, Avustralya, Uruguay ve İran var. Bir iddiaya göre Türkiye de. Satışı yapanlar da, hep CIA kontrolündeki işadamları, şirketler... Şimdi işte bu sistemin İran'a satışı çok ilginç. Tabii ki Türkiye'ye de, eğer doğruysa. Bölge ülkelerindeki Hizbullah militanlarını, İranlı istihbarat elemanlarının kontrol ettiğini biliyoruz. Bizim Türkiye'dekileri de.
107
İşte bu yazılım sistemi ile İran-ABD bağlantısını, Hizbullah militanlarının dava dosyalarında gözden kaçan ifadelerine de başvurarak, net olmasa da ipuçları düzeyinde ortaya koymak mümkün. Hatta buradan yola çıkarak Türkiye'deki bazı suikastlarla ilgili yorum yapmak da. Bunları anlatmak için zaman yok artık. Sadece şunu bilmelisiniz ki, bunlar resmi kayıtlarda, dosyalarda var. İncelenmeyi, yazılmayı bekliyor. Yani özetle, Hizbullah'ın garip ilişkileri sadece Türkiye içine yönelik değil. İşin içinde başkaları da var kuşkusuz. İran da, ABD de, zaman zaman İsrail ve başkaları da. Son söz olarak diyebilirim ki, yeraltında yaşayanların birbirleriyle karşılaşmaması mümkün değil. Bu, ister terör örgütleri, ister mafya, isterse devletlerin istihbarat örgütleri olsun, birbirleriyle karşılaşırlar. Bu zorunlu karşılaşmalar, zaman zaman zorunlu bilgi alışverişlerine de dönüşür. Buraya kadar olabilecekler, işin ve ortamın doğasına uygun bulunabilir. Ama ilişkilerin denetlenemez boyutlara taşınması, akla gelmeyecek sonuçlar doğurur. Ve bu sonuçlar, başka bir ülke için çok önemli ve belki de o ülkenin geleceğini etkileyecek seri suikastlar anlamına gelir. Ne önleyebilir ne de çözebilirsiniz.
108
GLADYO'NUN SOL AYAĞI: PROVOKATİF SOL
Arslan Kılıç
Yön Yayınları Yöneticisi
Hatırlayalım, 12 Eylül döneminde, devletin vermiş olduğu resmi rakamlara göre 650 bin kişinin üzerindeki insan gözaltından geçirildi. Yaşayan arkadaşların çoğu bilir, ayrıca yazıldı çizildi de. Bu 650 bin kişinin yüzde 90'nın üzerindeki kesimine, ayrıca polislik, ajanlık ve polisle çalışma teklif edildi. Bunun yüzde birinin ya da binde birinin kabulü bile, çok büyük rakamları oluşturmaktadır. Türkiye'nin sol potansiyeli, sol örgüt potansiyeli bakımından düşünüldüğünde, küçümsenmeyecek rakamlardır. Fakat demin belirttiğim gibi, bu yöntem kısa ömürlüdür, bütün sol örgütlerin tarihinde çok kullanılmış bir yöntemdir, çabuk açığa çıkar. En ünlüleri Dostoyevski'nin Ecinniler romanında olan Rus nihilistlerin içindeki en büyük başarıları, polis sızmasıdır. Fakat bugün kontrgerillanın sol örgütlere sızma, sol örgütleri denetleme, onların denetimlerini ele geçirme bakımından başvurduğu esas yöntem, örgütün, silah ve gelir kaynaklarını denetim altına alma yöntemidir.
109
Başka bir özel biçimiyle, uyuşturucu ve mafya ilişkileri yöntemiyle örgütü denetim altına almaktır. Esas yol bugün budur. Bir üçüncü yöntem var; kontrgerillanın bizzat kendisinin uyduruk sol örgütler kurmasıdır. Fakat en başarısız, en kısa zamanda açığa çıkan ve en az söken yol budur. Peki gerek klasik, eski tarihi polis yöntemi ile olsun, gerek bugün patronajını, teorisyenliğini, teknolojisini, taktiklerini CIA'nın geliştirdiği modern yöntemlerle, Gladio yöntemleriyle olsun, sol örgütlere sızmanın zemini nedir? Sol örgütlerde denetimi ele geçirmenin zemini nedir? Böyle bir elverişli zemin olmadan kesinlikle en inceltilmiş, dünyanın en gelişmiş ülkesinin, en gelişmiş yöntemleri de olsa sol örgütlerin denetimini, eğer böyle bir zemin olmazsa ele geçirme olanağı yoktur. Bu zemin, kitleden kopuk, maceracı dediğimiz, bireysel terörizm yöntemini esas alan siyasi çizgidir. Sol örgütlerin denetimini ele geçirmenin mümbit toprağını, elverişli zeminini bu siyasi çizgi oluşturmaktadır. Yoksa kitlelere dayanan, her şartta haklı zeminde kalmaya, emekçilerden, halktan, yurtsever güçlerden, toplumun namuslu kesimlerinden kopmamaya özen gösteren bir siyasi çizgi içine polis sızsa da, sızabilir, kontrgerilla elemanını soksa da sokabilir, ama denetimini ele geçiremez. İkincisi, bu yöntemler uzun süre doğrudan etkili, büyük sonuçlar doğuracak çapta olmaz. Bu genel çerçeveden sonra, dikkatleri şu noktaya çekmek istiyorum. Susurluk'ta Gladio'nun sağ, şoven, milliyetçi ayağı açığa çıktı. Kuşkusuz, bu ayak, bu kuvvet biliniyordu öteden beri. Türkiye'nin namuslu, yurtsever, devrimci insanları tarafından biliniyordu; bilinmeyen şeyler değildi. Fakat, Susurluk kazası sonrası yapılan açıklamalarla, ifadelerle açığa çıkan belgelerle, bu bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. Ortaya çıkmayan şey, bizzat Gladio'nun başvurduğu ve bizim de başvurduğunu bildiğimiz ve demin de anlattığım sol ayağı. Bu, henüz bir ülkücü ayak kadar ortaya çıkmış değil. Kuşkusuz bu konuda da birçok şey biliniyor bugün. Özellikle deneyimli, tecrübeli insanlar, deneyimli devrimciler, Gladio'nun sol içerisindeki uzantılarını saptamada o kadar da başarısız değiller. Bunu eylemlerinden, çizgilerinden saptamak mümkün.
110
Birkaç noktaya daha değineceğim; birincisi, sola kontrgerillanın, polisin sızması bakımından 1980 öncesi dönemle bugünkü dönem arasında kesin bir fark konur. Bunun kesinlikle bilinmesi gerekiyor. 1980 öncesinde polisin de sızdığı, provokatif eylemler, genellikle Türkiye devletinin kontrolünde, Türkiye devletinin sızdığı, Türkiye polisinin kontrolünde olan sızmalar ve provokasyonlardır. Ama bugün sol örgütlere, kontrolü ve denetimi alanında Gladio'nun yaptığı iş, uluslararası çaptadır. Türkiye devletinin, Türk polisinin kontrolünü de aşan bir sızma ve ele geçirme vardır. Bunun bilinmesi çok önemlidir. Söz konusu olan, emperyalizmin, CIA'nın, bütün dünyadaki sol örgütleri, Kızıl Tugaylar örneğinde çok açık olduğu gibi, bugün Kızıl Tugaylarla ilgili bilgi ortaya döküldü ve CIA'nın, denetimi nasıl kurduğu, nasıl sağladığı, belli bir tarihten sonra nasıl CIA'nın basit bir araç örgütü haline geldiği, bizzat kontrol eden CIA yetkililerinin açıklamalarıyla ortaya çıktı. Bugün sol örgütlere sızma, sol örgütler kanalıyla provokasyonlar tezgâhlama, hâlâ her sol örgütün kendi devletinin payı olsa da, esas olarak uluslararası çapta CIA gibi büyük istihbarat kuruluşlarının denetimindedir. Ve sol örgütler, özellikle Türkiye gibi ezilen ülkelerde Amerikan emperyalizminin o ülkeyi istikrarsızlaştırma ve o ülkenin bulunduğu bölge ile ilgili planlarına ilişkin provokasyonlar, tertipler kurma ve o ülkenin iç karışıklarını artırmada kullanılır duruma gelmiştir. 1980 öncesinde, ilişkiler, sızmalar bu düzeyde değildi. 12 Eylül'de bunların çoğu açığa çıktı, ortaya kondu, incelendi. İçinde yaşadık, biliyoruz; durum bu çapta değildi. Bu konuda söyleyeceğim ikinci şey; 1980 öncesinde daha çok Türk polisinin sol örgütler içine sızması esas eğilimken, hâkim eğilimken, bugün uluslararası istihbarat örgütlerinin denetimi ele geçirmesi ve onlar kanalıyla provokasyonların, tehditlerin kurulması, sol örgütlerin bu hale getirilmesi esastır. Burada uyuşturucu-mafya ilişkileri kilit konumdadır. Sol örgütlerin denetimini ele geçirmede de uyuşturucu, mafya ilişkileri kilit konumdadır. Bunları açığa çıkarmada, tespit etmede sosyalistlerin, Türkiyeli sosyalistlerin, -İşçi Partisi için kesinlikle en yüksek düzeyde olmak üzere- oldukça uzun bir deneyimleri vardır. Türkiye, büyük çapta provokasyonları yaşamıştır; sol adına yapılan provokasyonları da yaşamış bir ülkedir.
111
Bugün bunları tespit etmek, o kadar da zor değildir. Türkiye, en yakınımızda Gazi olaylarını yaşadı; bir taraftan kontrgerillanın doğrudan tertiplediği, ondan sonra bu provokatif örgütlerin devreye sokulduğu ve hem olay başlatılması hem o örgütlerin devreye sokulmasıyla oldukça yüksek düzeyde bir provokasyon olayını yaşadı, 1 Mayıs 1996'yı yaşadı ki, kontrgerilla kitaplarında yazılan, halkı soldan soğutmanın, soldan nefret ettirmenin sahneye konduğu çok önemli bir olaydır. Daha uzak bir geçmişte 1977 1 Mayıs'ına giden zeminin hazırlanmasında bu örgütler, istemeyerek, o zaman sızılarak ya da yönlendirilerek değil, görev aldılar ve küçük büyük bir sürü provokatif deney yaşadı. Sol örgütler içi çatışmalar, bu çatışmalarda oldu. Biz oldukça deneyimliyiz. Bunları açığa çıkaracak düzeydeyiz. Dünya çapında da önemli deneyler elde etmiştir. Kızıl Tugay örneğinde olduğu gibi patlamalar olmaktadır ve bu uyanıklığı sürdürmek ve bunun önlemlerini almak dışında da bir çaremiz, yöntemimiz yoktur.
112
1 MAYIS 1977 PROVOKASYONU VE AMERİKANCI DARBE İÇİN İSTİKRARSIZLAŞTIRMA HAREKÂTI
Hasan Yalçın
Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni 1 Mayıs 1977 provokasyonu hakkındaki bu tebliği sunarken, benim bir dezavantajım var; ama, bir başarı olanağına da sahibim. Dezavantaj şudur: Burada konunun en azından birkaç uzmanı var. Çok iyi incelemiş Prof. Çetin Yetkin karşımda oturuyor. Gazeteci olarak, derinlemesine biliyor 1 Mayıs 1977 provokasyonunu; aynı zamanda yargılama sırasında savcıların hazırladığı iddianameyi sundu mahkemeye, 1 Mayıs'ta, Taksim'de bulunmuş Emniyet yetkilileri hakkında soruşturma istediği için de görevden alındı. Aynı zamanda dün dinledik kendisini, burada, Erol Bilbilik var. Konunun hem teorisine hâkimdir, hem de pratiği ile ilgili önemli bilgilere sahiptir. Dün akşam beraber olma fırsatı da buldum Bilbilik'le, konuyu onunla etraflı görüştüğümde meziyetini daha iyi fark ettim. Başarı olanağı dediğim ise şudur: Değerli bir jüri önünde yapılmış olan bu sunuşun kabul görmesi halinde benim başarım kanıtlanmış olacaktır.
113
Devrimciler İçin Dersler 1 Mayıs 1977 provokasyonunu iki çerçeve içinde ele alabiliriz. Birincisi, başlı başına olayı değerlendireceğimiz çerçevedir. İkinci olarak, olayı tarihi bağlamı içerisinde değerlendirebiliriz. İki ele alış da değerlidir. Başlı başına ele alındığı zaman -ki biz zaten bunu İşçi Partisi içinde, eğitimlerde yapıyoruz-, sol açısından son derece önemli derslerle doludur. Provokasyon nedir; nasıl yapılır; psikolojik savaş nedir konularını ele alırken, 1 Mayıs 1977 adeta model bir olaydır. Provokasyona ilişkin dersleri devrimci hareket, sadece 1 Mayıs 1977'den değil, bütün olaylardan çıkarmak zorundadır. Bizim psikolojik savaş ve provokasyonla ilgimiz de devrimci amaçlara bağlıdır zaten. Psikolojik savaşın gayesi, kitlelerin beynini ele geçirmektir; bizim devrimci amacımız ise kitleleri devrime kazanmaktır. O zaman biz tam tamına rakip, iki karşıt amacı temsil eden kuvvetleriz. Dolayısıyla biz devrimci hareket olarak hem provokasyonu, hem de psikolojik savaşı iyi bilmek zorundayız.
Provokasyonun Ortamı, Hazırlığı ve Aletleri 1 Mayıs 1977, bu anlamda şu unsurlardan oluşur: Provokasyonun bir ortamı olması gerekir, bütün psikolojik savaş bunun üzerinde durur, 1 Mayıs 1977 provokasyonunun ortamı, o zamanki psikolojik savaşın ifadesiyle söylersek, "Lenin'ci-Mao'cu çatışması"ydı. Lenin'ci dedikleri, o zaman Sovyetler Birliği'nden bir devrim bekleyen ve daha çok DİSK yönetimini elinde tutan çevredir. Mao'cu denen ise, gene o zaman "Üçlü Blok" diye adlandırılan dergilerden oluşan gruptur. Bu çatışma temeli olmasaydı provokasyon olamazdı. Bu, çok önemli bir derstir. Birleşik, ne yaptığını bilen bir harekete karşı provokasyon yapılamaz. Buna izin vermez. Bölünmüş parçalanmış ve içerisinde çatışmalar bulunan bir kitle hareketi, provokasyon için en elverişli zemini oluşturur. Bu zemin 1 Mayıs 1977'de vardı ve kullanıldı. Bu, birinci meseledir.
114
İkinci mesele, provokasyon bir hazırlık gerektiriyordu. Bu hazırlık, zamanın medyası tarafından gerçekleştirildi. Sağcı medyanın en önemli yayın organları, Son Havadis ve Tercüman'dı, Günlerce Mao'cu-Lenin'ci çatışması olacağına ilişkin yayınlar yaptılar. Köşe yazılarında işlediler. Olayın nasıl gelişeceğini bile biliyorlardı, açıkladılar.
Üçüncü olarak, devrimci hareketin içine yerleştirilmiş provokatörlerin rolü önemlidir.
Ateşleyici olarak görev yapar bunlar, l Mayıs 1977'de, bu rol, Tarlabaşı girişinden yapılan iki el ateş şeklinde gerçekleştirildi. Bizim bu konuda bulgularımız var, işin ayrıntılarına girdiğimiz zaman, kimin ateş ettiğine kadar bazı bilgilere sahibiz. Ama ele aldığımız konu bakımından bu, şu anda çok önemli değil. Önemli olan nokta şu: Bir işaretçi, bir başlatıcı, devrimci grupların içerisine yerleştirilmişti. Tabii o yerleştirilme olayı açısından, devrimci grupların bu işe uygun olup olmamaları da önemlidir. O zaman Üçlü Blok buna tam uygundu.
"Geliyorum" Demişti Biz o zaman illegal Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi'ydik ve Halkın Sesi dergisini çıkarıyorduk. Övünmek gibi olmasın, gelişecek olayları ve ortamı çok önceden değerlendirdik, yazdık; alet olması söz konusu olan akımları ve grupları uyardık. Biz buraya ayrı gruplar olarak Mao'cu-Lenin'ci görüntüsü vererek değil de, kitle örgütlerimizin içerisinde bireyler olarak gidelim; bu iyidir, doğrudur dedik. Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi, o zaman İstanbul'da bulunan bütün üyelerini görevlendirdi; hem uyarıda bulunduk, hem de miting alanına gittik. Dediğimiz şekilde gitmiştik, kitlenin içerisinde. Diğer gruplar, "Hayır efendim, biz bağımsız olarak flamamızı açarak gideriz, kim bize mani olabilir?" dediler; gittiler ve içlerinden yapılan iki el ateşle o büyük provokasyon gerçekleştirildi. Açıkladığımız bu üç koşul olmasaydı herhangi bir psikolojik savaş merkezinin provokasyon yapması en azından çok zor olurdu.
115
Provokasyonun Hedefiydik ve Tedbir Aldık 1977 1 Mayıs'ı, Türkiye'yi 12 Eylül 1980'e götürür, ama aynı zamanda Susurluk'a getirir. Yani tarihin belirli dönemleri arasında köprü kurar. Bu bakımdan da çok büyük bir olaydır. Olayı yerleştirerek değerlendirebileceğimiz ikinci çerçeve işte bu yakın tarihtir. Olayın daha sonraki değişik ele alınışlarının ortaya koyduğu kanıtlar var. Tabii bizim de elde ettiğimiz çok değerli kanıtlar var. Öncelikle saptayalım, l Mayıs 1977 provokasyonunun bütün rol sahipleri, bugün de aynı işlerde rol sahibidirler. Kimlerdir bunlar? En başta CIA'cılar. CIA'nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze, İstanbul İstasyon Şefi Duane Claridge, gene bu provokasyonda önemli rol üstlendiğini burada öğrendiğim CIA Masa Şefi John K. Aho; sonra Abdullah Çatlı'lar. Yani bireysel düzlemde ele alındığında bile, göze batan kişiler itibariyle, l Mayıs 1977, halen içinde yaşamakta olduğumuz sürecin çok önemli bir parçasıdır. O zaman, provokasyonu önceden değerlendirdiğimiz veya olacağını gördüğümüz, zaten provokasyonun, önemli hedeflerinden biri olduğumuz için, olaydan önce bazı tedbirler almıştık. Gerçekten de 1 Mayıs'ın biraz öncesine baktığımızda, Milliyet ve Tercüman gazetelerinde doğrudan doğruya bizi hedef alan, Mao'cu merkez diye Doğu Perinçek'i hedefe koyan; Antalya'da Toros dağlarına çıktılar, silahlı mücadeleye hazırlanıyorlar diyen bir yayın yapıldığını görüyoruz. Doğu Perinçek, o zaman saklanıyordu, her gün görüşüyorduk; Cennet mahallesinde bir evde kalıyordu. Dağa çıkmak masalı tamamen uydurmaydı, bunu gazetelere yazdırtıyorlardı. Provokasyonun geldiğini, bir hazırlık yapıldığını tespit etmiştik. Dolayısıyla l Mayıs'ta olup bitecekler konusunda uyanıktık. Taksim Meydanı'nın hemen hemen bütün yüksek binalarına fotoğrafçılar yerleştirmiştik. Başka hiçbir gazetenin çekemediği fotoğraflar çektik. Yayımladık.
116
MİT Telsizinde Santiago-Dalyan Sayın Çetin Yetkin'le toplantı arasında, Sular İdaresi üzerinden ateş edilip edilmediğini tartıştık. Genel olarak oradan da ateş edildiği söylenegelmiştir. Sular İdaresi'nin üstünde de bir fotoğrafçımız vardı; çok iyi bir fotoğraf makinemiz orda kayboldu. Fotoğrafçımız Metin Göktürk'tü. Israrla ordan ateş edilmediğini söyledi. Çetin Yetkin'in, askerlere dayanarak ateş edildiğine ilişkin verdiği bazı bilgiler var. Araştırmaya değer bir konu olarak kaydediyorum. Alanın çevresindeki yüksek binalara yerleştirmiştik fotoğrafçılarımızı; aynı zamanda bir telsiz dinleme merkezi kurmuştuk. Polis telsizlerinin dinlenmesinden elde edilen bilgiler gazetelerde çıktı. Benim dediğim telsiz dinlemesi sadece Aydınlık patentlidir. Biz o dinleme kayıtlarını tekrar tekrar yayımladık, zaman zaman gene yayımlıyoruz. Çok önemli ipuçları vardır orada. MİT telsizi olduğu anlaşılıyor, belli grupların içine ajanların yerleştiği saptanabiliyor. "Efendim" diyor örneğin, "sloganımız, kurtuluşa kadar savaş". Merkeze rapor veriyor. Çok önemli, o zamanki Kurtuluş grubunun içine yerleştiği anlaşılıyor. "Başkan burdan çıkamaz yol çok kalabalık" diyor gene. MiT'in o zamanki İstanbul bölge başkanı Turan Deniz; onun evi Yıldız taraflarında bir yerde. Merkezin adı çok ilginç, "Santiago-Dalyan". Santiago-Dalyan'ın özel bir önemi var. Santiago, biliyorsunuz Şili'nin başkentidir ve Ailende meselesi var. Ecevit meselesi var kafalarında. Ecevit, Allende'ye benzetiliyor ve Allende'nin yıkılışına benzer bir senaryo hazırlandığı anlaşılıyor. Allende-Ecevit benzerliği provokasyon merkezinin aklına Santiago'yu getiriyor ve kodlamayı o şekilde yapıyor. Onların yerine kendinizi koyarsanız bu şifrenin anlamını daha iyi anlayabilirsiniz. Dalyan ise, gerçekleştirilmek istenen olayın tabiatı konusunda bir işaret içeriyor. Biliyorsunuz, o 1 Mayıs provokasyonunda ölenlerin çoğu, balıkların dalyana sıkıştırılması gibi, Intercontinental Oteli'nin Kazancı başındaki köşesine sıkıştırılmışlardı; orada sıkışma sonucu boğularak can verdiler. Özetle bu telsiz konuşmaları, çok önemli bir kanıt olarak değer kazanır bizim açımızdan.
117
Bir Ayda Bitirilen Soruşturma Ama sadece bunlar değil, yargılamanın kendisi de önemli bir delildir. Soruşturma sadece bir ay sürmüştür. Seçime gidilmekte olduğu için Zeyyat Baykara bağımsız Adalet Bakanı. "Hemen yapacağım, bitireceğim; ben bunu bitirmiş olarak görevi devredeceğim" gibi bir yaklaşımı var, nedense? Bir ay içerisinde 90-100 insan hakkında dava açılıyor. İddianame diyor ki, "bunlar garibanlardır, oradan buradan toplanmışlardır; asıl suçlular ise kaçmışlardır", işte yapılan, bu şekilde bir soruşturmadan ibarettir; sonunda da, kimse hakkında bir ceza ortaya çıkmamıştır. Ele geçen kanıtlar, tanık ifadeleri değerlendirilmemiştir. Bir merkez, çok güçlü bir merkez, soruşturmayı engellemiştir. Şimdi Susurluk'ta oynanan oyunlarla bu bakımdan da benzerlikler kurulabilir. Oysa çok somut bulgular var. İntercontinental Oteli'nin işçileri; oda oda, oraya MİT'çilerin ve belirsiz kişilerin yerleştiğini anlatmışlardır. Otel'de Emniyet'ten emeldi bir koruma müdürü var. Adı, Mehmet Akzambak. Savcı, Akzambak'a, olay sırasında neredeydin diye soruyor. "Arka pencereden boğazı seyrediyordum" cevabını veriyor. "Bu tarafta daha büyük bir olay var, bunu niye seyretmiyorsun?" diyor Savcı; "Romantik bir anıma rastladı" gibisinden bir cevap veriyor Koruma Müdürü Akzambak.
Ecevit'in Açıklayamadığı Bilgiler Kanıtların hepsini böyle bir tebliğin sınırları içinde genişlemesine ele alamıyoruz. Ama zamanın siyaset adamlarının söyledikleri de çok önemli. İktidara yürüyen muhalefet lideri Sayın Bülent Ecevit, o zaman Çiğli'de suikasta maruz kaldı ve Taksim'de de suikasta maruz kalacağı, zamanın başbakanı Sayın Süleyman Demire! tarafından kendisine bildirildi. O zaman Sayın Fahri Korutürk cumhurbaşkanı idi. Ecevit, olaylar üzerine 6 Mayıs 1977 günü, Fahri Korutürk'e çıktı. Görüşme sonrasında gazeteciler kendisine sordular, "Efendim ne görüştünüz?" Ecevit, aynen şöyle dedi: "Kuşkularım, başbakanlık sırasında edinmiş olduğum bazı bilgilere de geniş
ölçüde dayanıyordu. Bunları, o bilgilerin niteliği bakımından, bütün açıklığıyla söyleme hakkını kendimde göremiyordum. Ancak, Sayın Cumhurbaşkanı'mıza bunları bütün açıklığıyla arz edebilirdim." Ele aldığımız konuya, yani 1 Mayıs 1977 ve civarındaki provokasyonlara ve bunların faillerine ilişkin olarak Ecevit, bazı bilgilere sahipti. Ama bunları halka açıklayamıyordu. Buna gücü yetmiyordu.
118
Sayın Ecevit'i biz o zaman da eleştirmiştik, şimdi de günceldir bu eleştiri. Demiştik ki, bilgiyi yanlış yere veriyorsunuz; sizin vereceğiniz bilgilerle Cumhurbaşkanlığı'nın bilgisi artacak değil; orada çok daha fazla bilgi olduğu muhakkak. Kimin bilgisi yoktu; halkın. Ve bu sorunu çözecek olan da halktı. Ecevit'ten bilgiyi halka vermesini istemiştik. Sorumluluk, zamanın CHP'sine ve Sayın Ecevit'e aittir. Bunun altını çizmemiz lazım. 7 Mayıs 1977 günü, İzmir'de yapılan mitingde ise Ecevit, şunları söylemişti: "Devlet içinde olmakla birlikte... devletin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin bu olaylarda başlıca etken olduğu ve hükümetin iki kanadının da, bu örgütlerden yararlanmak istediği kanısındayım." O sırada iktidarda Birinci MC vardı. Aynı konuşmasında Ecevit, iktidara gelirse "Kontrgerila'dan hesap soracağı" sözünü vermişti. Ne yazık ki bu vaatlerde gerçekleştirilmedi. Ecevit başbakan olduktan sonra ise çok önemli bir rapor konacaktı masasına. Rapor, devletin bütün istihbarat örgütleri; yani MİT, Genelkurmay İstihbaratı, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbaratı ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ve İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından ortaklaşa hazırlanmıştı ve olayları çıkaranın, "bir DİSK yöneticisi veya bir başka fraksiyon elemanı" olamayacağı sonucuna varılmıştı. Yani olayın Mao'cu-Lenin'ci çatışması olmadığı devlet tarafından tespit ve kabul ediliyordu.
Demire!'in Tarihi Mektubu Başbakan Süleyman Demirel'in Ecevit'e yazdığı 2 Haziran 1977 tarihli uyarı mektubu ise, bütün gerçekleri tek başına aydınlatacak niteliktedir. Her şeyi söylüyor. O tarihi mektubu burada okumamız gerekir. Şöyle:
119
"CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'in 3 Haziran 1977 günü İstanbul Taksim meydanındaki CHP mitingi sırasında, Sheraton otelinin üst katlarındaki odalardan birinden uzun namlulu ve dürbünlü bir silahla ateş edileceği, bu teşebbüsün 29 Mayıs 1977 günü İzmir Çiğli Havaalanı'nda cereyan eden olayla birlikte, 1 Mayıs 1977'de Taksim meydanında vukua gelen olaydan cesaret alan, iç barışı büyük ölçüde sarsabilecek kanlı tertiplere karar veren ve ayrıca 5 Haziran 1977 tarihinde yapılacak olan seçimlerden bir fayda ummayan, seçimlerin yapılmasını arzulamayan veya seçimlere gölge düşürmek isteyen illegal komünist-terörist örgütlerin yanı sıra memleketimizi iç meselelerle uğraştırmak isteyen yabancı kuruluşların ve uluslararası tedhiş teşekküllerinin muhtemel suikast ve sabotaj eylemleriyle özellikle vazifelendirilmiş kimseler tarafından yapılmak istendiği alınan haberler meyanındadır. Keyfiyetten bilgi edinilmesini ve konunun üzerinde önemle durularak gerekli tedbirlerin alınmasını ve gereğinin ifasını rica ederim." Belgeyi çok değişik açılardan inceleyebiliriz. Sadece bu belgenin kendisi bir kitap konusudur. Şundan dolayı, başbakansınız ve bir otel burası netice olarak, her odasına güvenlik görevlisi bile koyabilirsiniz. Ama koyamıyorsunuz, üstüne gidemiyorsunuz. Diyor ki, bu yapılacak, ben önleyemiyorum kardeşim. Yakalayamıyorum, sana bildiriyorum, sen kaçabilirsen kaç. Suikastın hedefi olan insana mektup yazmak, provokasyonu yapacak olanların Türkiye Devleti'nden güçlü olduğunu kabul etmek demektir. Başbakan Süleyman Demirel, olabileceklerin sorumluluğundan kurtulmanın yolunu, anlaşılıyordu ki, böyle bulmuştu. Ecevit, mitingini ertelemedi, Taksim'de büyük bir toplantı yaptı. Demirel'in mektubundaki "komünist-terörist örgüt" ifadesi beyliktir, her metne konulan, sos cinsi bir şey. Orada dış provokasyon ve istikrarsızlaştırma merkezlerine dikkat çekilmesi önemlidir. Amerika Niçin İstikrarsızlaştırıyor? Türkiye'yi o zaman istikrarsızlaştırmak isteyen, neden is-tikrarsızlaştırmak istiyor? 12 Mart'tan hesap sorulması gündemde; Sol, yükseliyor; Ecevit, haşhaş ekimi konusunda Amerika'yı kızdırmış, Kıbrıs meselesinde uyum göstermemiş emperyalist sisteme, bir de o zaman "Toprak işleyenin su kullananın" gibi sloganlar kullanıyor. Dolayısıyla emperyalistlerin kafalarında Ecevit'in gelişinin kendi hâkimiyetleri konusunda sorunlar yaratabileceği düşüncesi var.
120
Bütün bunlar dikkate alındığında, Türkiye'yi parlamenter sistem içerisinde yönetemeyeceğini, nüfuzu altında tutamayacağını düşünüyor Amerika ve provokasyonların düğmesine basıyor. 1977 l Mayıs'ı özetle budur. Kitle hareketini bastırmak, Sol'un yükselişini durdurmak, 12 Mart'tan hesap sorulmasını önlemek amacıyla yapılmış bir provokasyon. Ondan sonra ne oluyor? Ne olacağını meşhur kontrgerillacı, emekli Orgeneral Memduh Ünlütürk, 3 Mayıs 1977 tarihli Son Havadis gazetesinde yazdı. "Bu olaylar burada bitmeyecek arkadaş, devam edecek" dedi. Nitekim devam etti. Haziran 1977 seçimleri öncesinde provokasyonların aniden yoğunlaştığı görüldü ve bir askeri darbe girişimi yaşandı. Nisan 1977 sonlarında; Niksar'da, Şiran'da, Erzincan'da, Ecevit'in seçim toplantılarına saldırılar yapıldı, l Mayıs büyük provokasyonundan sonra ise 29 Mayıs'ta, İstanbul Sirkeci Garı ve Yeşilköy Havaalanı bombalı tertiplerin alanı oldu; 7 ölü 40 yaralı. İzmir Çiğli'de Ecevit'e karşı girişilen suikastın tarihi de, 29 Mayıs. Seçimlerin hemen öncesinde 2 Haziran günü Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Namık Kemal Ersun emekli edildi. Kendisiyle birlikte 200 kadar subayın da, Ordu'yla ilişkisinin kesildiği öğrenildi. Bunların çoğu, Orgeneral Ersun gibi kontrgerillacı subaylardı. Orgeneral Namık Kemal Ersun'un ani emekliliğinin sebebi artık biliniyor. Bunlar, Amerikancı bir askeri darbenin son aşamasında yakayı ele vermişlerdi, l Mayıs dahil o dönemin bütün tertiplerinin mihrakıydılar. Demirel'in başında bulunduğu Milliyetçi Cephe hükümeti de, başlangıçta, Ersun'ların tertiplerinden Sol'a karşı yararlanmaya çalıştı. Ancak iş darbe noktasına gelince, kendilerini de tehdit altında görüp emeklilik işlemine başvurmak zorunda kaldılar.
121
12 Eylül'e Götüren İkinci Raunt Orgeneral Namık Kemal Ersun'un tertip ve sabotajları birinci raunttu. Ama bir de ikinci raunt mutlaka olacaktı. Çünkü Amerika düğmeye basmış, darbe sürecini başlatmıştı. Orgeneral Kenan Evren, 12 Eylül darbesine, 1979'da karar verdiklerini anılarında yazdı. Gerçek karar o değildir. 12 Eylül'cülere CIA, "Our Boys", yani "bizim oğlanlar" dedi. Our Boys'un herhangi bir karar vermesi söz konusu olamazdı, karar çok önceden CIA merkezlerinde verildi. Kontrgerillacı Memduh Ünlütürk tahmine değil, bilgiye dayanarak yazmıştı. Türkiye'yi 12 Eylül'e getiren süreçte rol alanların kimlikleri artık biliniyor. İkinci rauntta, Abullah Çatlı'lar vardır. . 5 Haziran 1977 seçimlerinden sonra Ecevit, ancak milletvekili transferiyle hükümet kurabildi. Kontrgerillanın üzerine gitmek konusunda meydanlarda verdiği sözleri tutmadı. Tam tersine, kontrgerilla onun iktidarı altında palazlandı, provokasyonları için uygun zemin buldu. Alparslan Türkeş, başarısız olacağını görerek Ersun'u zamanında terk etmişti. Ecevit iktidarı zamanında yeni bir hamle için kolları sıvadı.
12 Eylül Öncesinde ve Sonrasında Kullanılanlar Olanları biliyoruz. Sivas ve Çorum'da Alevi-Sünni çatışmaları; Kahramanmaraş'ta 111 yurttaşın katledildiği büyük tertip; Ankara'da yedi TİP'linin boğazlanması; Balgat ve Piyangotepe katliamları; Bedri Karafakioğlu, Bedrettin Cömert, Doğan Öz, Cevat Yurdakul, Ümit Doğanay,' Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türkler ve ötekilerin katledilmeleri; Abdi İpekçi cinayeti... Abdullah Çatlı, bütün bu provokasyon, katilam ve suikastların sembol ismi olarak belirdi. Reisi ise şimdi Büyük Birlik Partisi'nin Genel Başkanı olan Muhsin Yazıcıoğlu idi. Türkeş ve Partisi, 12 Eylül'de, 600'den fazla cinayetten yargılandı. Türkiye bu ikinci rauntta CIA tarafından teslim alınacaktı. Yani 12 Eylül 1980 darbesi.
122
26 Aralık 1996 günü, MİT'in Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Meclis Susurluk Komisyonu önünde şunları söyledi: "MİT olarak 1980 sonrasında Abdullah Çatlı'yı kulandık". Ertesi gün, yani 27 Aralık 1996 günü, gene Susurluk Komisyonu önünde; Mehmet Eymür'ün MİT'teki eski yardımcısı, Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü'ndeki danışmanı ve meşhur Özel Tim'lerin kurucusu Korkut Eken konuştu. Dedi ki, "Hayır, sadece 1980'den sonra değil, biz MİT olarak 1980'den önce de Abdullah Çatlı'yı kullandık". Çatlı'ların, hangi olaylarda kullanıldığı da artık sır değildi. Ama Çatlı'ları kullanan MİT değil, CIA'ydı. Mehmet Ali Ağca dahil, bu gerçek de, artık birçok tanığa sahiptir. Kaldı ki, Çatlı'ları kullanan Hiram Abas-Mehmet Eymür ekibi, CIA'nın MİT'e yerleştirdiği çekirdeğin başındaki görevliler olarak, 1978'de kamuoyu önüne getirilmişlerdi. "İstikrarsızlaştırma harekâtı", Kontrgerilla ve CIA'nın kitabında darbeye sürüklenecek ülkede yapılacak provokasyonların toplamına verilen isim. 1 Mayıs 1977 provokasyonu, Türkiye'yi 12 Eylül 1980 askeri darbesinden geçirip Susurluk'a getiren süreçte, önemli bir yere sahiptir. CIA bağlantısını ve rol alan provokatörleri biliyoruz. Artık bu yakın tarih aydınlanmış bulunuyor. 1 Mayıs 1977 provokasyonu hakkında özetle de olsa bazı bilgiler sunabildiğimi umuyorum. Teşekkür ederim.
123
SİYASAL SUİKASTLAR: ABDİ İPEKÇİDEN UĞUR MUMCU'YA
Tuncay Özkan Kanal D Haber Müdürü
Siyasal cinayetleri ayrı bir kategori yapmak gerekiyor. Bir sürü olay var, ama Abdi İpekçi'den başlayarak ele aldığımızda, karşımıza çıkan tablo, Türkiye'de yapanın yanına kâr kalıyor. Ama ne yazık ki bu tablo, terörizm tarafından değerlendirilmektedir. Adalet bu kişilerin yakasına yapışmamaktadır. Adaletten kastım, benim arzuladığım adalet değil. Delillerin değerlendirilmiş olması ve şahitlerin dinlenerek bir sonuca varılmış olmasıdır. Halen bir sonuca varılamamaktadır.
İpekçi'nin Failleri Ortada O gün, Abdi İpekçi'nin evine dönen o kavşakta, yağmurun çiselediği İstanbul'un akşam saatlerinde, orada bulunan üç kişi vardır. Birisi arabanın içindedir. İkisi arabanın dışındadır. Bunlardan bir tanesi M. Ali Ağca'dır, bir tanesi Oral Çelik'tir. M. Ali Ağca yaklaşıp ateş etmiştir. Oral Çelik, Abdi İpekçi'nin öldüğüne kanaat getirinceye kadar "tamam tamam, artık dur" diye bağırmıştır.
124
Sonra elindeki silahını beline sokarak, yolun aşağısına doğru koşmuş gitmiştir. Ağca da, Yavuz Çaylan'la birlikte geldiği gibi oradan uzaklaşmıştır. Sonrası yaşanan şeyler; Türkiye'nin o günkü karmaşık atmosferi içerisinde daha da karmaşık hale getirilmiştir. Herkes bir senaryoyla yaklaşmaktadır. Oysa olay çok basittir. Failler ortadadır. Silahı kimin getirdiği bilinmektedir. Nereye attığı bilinmektedir. Bu olayın içerisinde bulunan insanların ilişkileri, bağlantıları bilinmektedir. Ama sonuç yoktur, sonuçsuzdur. Siyasal cinayetlerin birbiri ardına tekrarlanmasına işte bu sonuçsuzluk yol açmaktadır.
İsmet İnönü'nün Ünlü Konuşması Burada önemli olan şey, bir siyasi cinayetle ilgili olarak failini bulup sonuca ulaşmaktır. Türk insanı, Cumhuriyet'ten önce de siyasal cinayetlerle karşı karşıya gelmiştir. Kimi zaman, Türk topraklarını kullanmak isteyen pek çok gizli servis, pek çok yabancı ülke çıkmıştır. Bir örnek; İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye'yi savaşa sokmak için yapılan suikasttır. Meşhur Von Papen suikastının ilginçliği surdadır. Papen, Alman büyükelçisidir. Ruslar, İngilizler, Amerikalılar bizi savaşa sokmak istemektedirler. Ama o günkü İsmet Paşa'nın yönetimi, savaşa girmemekte kararlıdır. Bu suikast, Rus Büyükelçiliği'nden görevlendirilen kişiler tarafından yapılır. Bombalar verilir, her şey halledilir. Suikastı gerçekleştirecek kişiye, Büyükelçi Atatürk Bulvan'nda yürürken, "Git arkadan ateş et öldür. Etrafın sarılır çok sıkışırsan bu bombayı çek at, onlar bertaraf olur" demişler. Şahıs bakmıştır ki, Papen ile eşi bulvar üzerinde, korumasız, o kadar rahat yürümektedir, "ben niye silahla öldüreyim, bombayla öldüreyim de bir güzel paramparça olsun" diye düşünmüştür. Pimi çektiğinde bomba kendisini öldürmüştür. O günkü güvenlik görevlileri, bombayı atan şahsın benlerine kadar parçalarını toplamışlar, kimliğini saptamışlar, sonra ilişkilerini bulmuşlar. Üçünü Ağrı'dan sınırı geçmek üzereyken yakalamışlar, diğerleri de, İstanbul'da konsolosluğa saklanmışlardır.
125
Konsolosluğun etrafını Türk güvenlik güçleri ablukaya alırlar, bir hafta süresince beklerler; bir hafta sonunda bu ablukaya dayanamayan Ruslar, suçluları teslim etmek zorunda kalırlar. O gün İsmet İnönü'nün çok önemli bir konuşması vardır: "Ben her şeye izin veririm. Ama bir başka
ülkeninin topraklarımıza terörist taşımasına asla izin vermem, Türkiye topraklarına terör tırmanamaz" demiştir. O dönemin bütün sıkıştırmalarına rağmen bu kişiler yargılanmışlar. Kimisi ceza almış, kimisi de sınır dışı edilmiş. Önemli olan şey, sonuca gitmektir. Nerede olursanız olun, sonuçsuz bırakırsanız, yapanları ödüllendirmiş olursunuz.
Dursun, Üçok ve Aksoy'u Öldürenler de Belli Uğur Mumcu nasıl öldürüldü. Uğur Mumcu'nun suikastının arkasından onu katledenlere bir karış yaklaştığımız zaman, elimizi geri çektik ve olayı sonuçsuz bıraktık, onu başarmış olmak bizim demokrasimiz için önemli bir adım olacaktı. Abdi İpekçi'yi öldürenler ortada. Mehmet Şener kimdir, silahı nereden almıştır, nereye getirmiştir. Mehmet Şener, MHP bağlantıları saptanmış bir insandır. Bu kişiler serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan insanlardır. Bu kişilere, siz kahraman olacaksınız dediğinizde, bu kişiler her türlü pisliğe girerler. Bu kişiler ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor ve maalesef bizim vicdanımız kanıyor, Türkiye'nin adalet vicdanı kanıyor. Türkiye gitgide daha karanlığa gömülüyor. 12 Eylül sonrası cinayetlerine bakın. İşte Turan Dursun. Kitaplarını okuyorum, Aydınlıktaki yazılarını okuyorum, tüylerim diken diken oluyor. Diyor ki; "Beni öldürecekler." Niye öldürecekler? "Çünkü İran radyosu bizim adlarımızı verdi. Fetva olarak yayınladı" diyor. Kimler öldürülecek? Bahriye Üçok öldürülecek, Turan Dursun öldürülecek, Muammer Aksoy öldürülecek. Çalışma yaparken bir rapor geçti elime, tüylerim diken diken oldu. Yaklaşık yüz yirmi kişilik bir liste var. Listenin altına sürekli isim eklemek mümkün. Listenin başına Türk gizli servisi şöyle bir başlık atmış: İran ve İran'ın desteklediği terör örgütlerinin Türkiye'de işlediği siyasi cinayetler. Yüz yirmi adam! İran gibi bir ülke, topraklarınızda siyasi cinayetler işliyor. Siz de bunu bir güzel listeleyip çetelesini tutuyorsunuz.
126
Peki kardeşim bu adam kim. Nasıl olur, siz topraklarınızda İran'ın at oynatmasına, terörün yeşermesine nasıl bu kadar izin verirsiniz. Yok yanıtı. Listeyi okuduğum zaman çok üzüldüm, halen çok büyük acı içerisindeyim. Hasan Kesami, Ahmet Agihigi diye iki İranlı diplomattan bahsediyorlar, Muammer Aksoy'un katil zanlısı olarak. Muammer Hoca'yı öldüren, iki İranlı diplomat. Ve ülkemizin gizli servisi söylüyor. Ne diyor? İran gizli servisine ait iki tane diplomat; Hasan Kesami, Ahmet Agihigi. Eylemi bunlar gerçekleştirmişlerdir diyor. Şimdi siz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunuza üzülmez misiniz? Devletinize soru işareti ile bakmaz mısınız? Eğer o gizli servis, Turgut Özal'ın Uğur Mumcu suikastında söylediği gibi; sizinle bir ülkeyi karşı karşıya getirmek için böyle bir rapor düzenliyorsa, gizli servisi yok edin. O gizli servisten hesap sorun. Sen kimin gizli servisisin, kime çalışıyorsun deyin. Eğer ona güveniyorsanız, Süleyman Demirel'in o zaman dediği gibi, "Gizli servisin verdiği bilgi doğrudur" diyorsanız, o zaman o bilginin gereğini yerine getirin. Onu açıkta bırakmayın. Açıkta bırakırsanız katiller cirit atar. Şimdi 12 Eylül sonrasına geldiğimizde; Turan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy cinayetleri, çok önemli üç cinayettir. Bu üç cinayetin arkasında kimlerin olduğu belli. Önceden adları açıklanmış üç insan. Öldürülecekler. Kim tarafından öldürülecekler? İran tarafından öldürülecekler.
İran Şahı Darbeyi Biliyor Şimdi bu bir takıntı haline geldi. Ben İran'ın Türkiye'deki etkinliklerini araştırmaya başladım. Çok ilginç, İhsan Sabri Çağlayangil'in anılarında var. Diyor ki; "Yetmiş öncesiydi. Ben dışişleri bakanıyım, İran Şahı bana özel bir davet gönderdi. Gel bir gün beraber öğlen yemeği yiyelim. Dedim ki bu bizim İran'la ilişkilerimizde ve Şah'la ilişkileri ^izde olacak bir şey değil. Mutlaka önemli bir şey söyleyecek diye abadım uçağa gittim. Beni çalışma odasında arka tarafta bir yere oturttu".
127
Şah demiş ki; "Sayın Dışişleri Bakanı, ülkenizde size karşı bir darbe hazırlanıyor. Bu
darbeden haberdar olun. Bu darbe sol bir darbe. Şimdi ben batı sınırına asker kaydırmak istemiyorum. Siz bu işlere engel olun, bir hallediverin". Türkiye'ye darbeyi haber verenlerin başında İran Şahı geliyor. Diyor ki; "Anlam veremedim, inanamadım geldim. Sonunda darbe başka bir şekle dönüştürülmüştü". İran Şahı'nın bundan haberi var. Sonrasına geliyoruz. Çok ilginç gelişmeler; 80 sonrasında, telefon konuşmalarımızı dinlemek için, haberleşmemizi öğrenmek için, İran gizli servisinin adamları, burada bir gizli örgüt kurdurmuşlar. İşte İslami Hareket dedikleri Hizbullah bu. Bu örgüt kendisine adam tutmuş, demiş ki biz MİT'iz. Seni kim ele geçirirse söylemeyeceksin. Şu şu telefonları dinleyeceksin, şu şu zarfları açacaksın, bize getireceksin. Bu PTT memuru, buna inanmış ve bizim telefon konuşmalarımızı, kimi istedilerse önünde bütün telefon konuşmalarını aktarmışlar. Yani haberleşme sistemimize girmişler. Biraz önce arkadaşım söyledi. İşte adam anlatıyor. MİT içinde sekreter düzeyinde adamları vardı diyor. Gizli servisimize girmişler. Türkiye'deki ordumuzun içindeler. Türk Ordusu'nun içindeki oluşumları en az bizim kadar yakından takip ediyorlar. 80 sonrası onlardan gelen göçmenlerle birlikte silahlı unsurlarını da sokmuşlar. Niçin sokmuşlar? Devrim ihraç etmek için sokmuşlar. Ne devrimi? Mollalar devrimi. Peki Türkiye ne yapmış? Hiçbir şey yapamamış. İstanbul'da kaç tane İranlı yaşadığını, bunların hangisinin kendisine eylem hazırlığı içinde olduğunu bilmiyor. Bildiklerine de bir şey yapamıyor zaten.
İran'ın Her Yerde Adamı Var Tekrar ediyorum, İran bugün istesin, yarın Türkiye'yi kan gölüne çevirir. Ve Türk gizli servisi dahil, emniyet güçleri de bunun karşısında çaresiz kalır. Çünkü denetleyemedikleri düzeyde emniyet kadroları ele geçirilmiştir, gizli servise sızmıştır, ordunun içinde adamları vardır, her yerde adamları vardır. Nasıl var? TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu diye bir komisyon kuruldu. Komisyon Batman'a gitti. Batman'da vali vekili ve emniyet müdürüyle konuşulurken, oradan bir ses yükseliyor.
128
Diyor ki; Batman, Gercüş'ün Sekili, Çiçekli bir köy daha var. Orada Jandarma kampı var. Biz bu kamplara gittik, bu kamplarda Hizbullahçılara eğitim verildiğini saptadık. Üç kamp Jandarma kontrolünde. Üçünde de Hizbullahçılar eğitiliyor. Niçin eğitiliyor? PKK'ya karşı kullanılmak için eğitiliyor. Dedik ki diyor, bunlar daha sonra başımıza iş açar. Sonra bizi dinlediler vazgeçtiler diyor. Bunu söyleyen yetkiliyi sürüm sürüm süründürüyorlar. Yurtdışında çok önemli ve başarılı hizmetleri olan bir yetkilidir. Komisyonun bir sürü suç duyurusu var, hiçbirisi yerine getirilemiyor. Deniyor ki, mollaların eğittiği imamlar, Güneydoğu'da şeriat propogandası yapıyor. Bir tanesine dokunulmuyor. Türkiye, İran'ın tehdidi altındadır. Uğur Mumcu suikastında herkesin yüreği yanık, bizim yakınımızda olan bir insan, ağabeyimiz, bizim yüreğimiz daha yanık. O dönemin Ankara Emniyet Müdürü, şimdi Edirne Valisi olan şahıs, suikasttan birkaç hafta sonra hacca gitmek üzere hareket edecekler, Meclis'ten İsmet Sezgin falan. Biz de artık takip timi gibi sürekli adamın peşinde izliyoruz. Nereye baskın yaparlar biz gidiyoruz. Onlardan önce otel kayıtlarını buluyoruz falan, dedim ki; yazmamak için, yüreğimi rahatlatmak için soruyorum: Elimizde bir bilgi var mı? Dedi ki üç telefonu dinliyoruz, bir tanesinin şifresini çözmeyi başardık. İran Büyükelçiliğimde adamlar, gerekli bilgileri verdik. Kapısında adamlarım var. Bu işi yapanları ha aldık ha alacağız. O günden bugün, ha aldılar ha alacaklar. Müneccim olmaya gerek yok. Bombayı kim getirmiş, C-4 kim kullanıyor. 1983'ten bu yana Hizbullah ve İslami örgütler Türkiye'ye bu bombayı sokmuşlar. Bir de kim de var Türk Silahlı Kuvvetleri'nde var. Türk Silahlı Kuvvetleri, tahrip kalıbı, benzeri şekillerde eğitim bombası olarak bunu kullanıyor. Çünkü bunu öğretmek zorundasınız. Bu bombanın menşei ne? Kriminal incelemesi var. Üçüncü sayfasında diyor ki, bu bomba Çekoslovak yapımı. Beşinci sayfasına bakıyorsunuz, Amerikan yapımı çıkıyor. Olaya net bakmak lazım. Bu bomba Amerikan yapımıysa başka, Çekoslovak yapımıysa başka bir şey ifade eder. Amerikan yapımıysa Türk Ordusu'na bakacaksınız, ordan çalınma var mı, bir sızma var mı, olayla irtibatlı olanlar kimler. Çekoslovak yapımıysa, Ortadoğu'daki terör örgütlerine kadar gideceksiniz.
129
Bu bombayı getirenler belli; Hizbullah'tır, İslami Hareket Örgütü'dür. 35 kg sınırı geçerken yakalanmıştır. İlk 1983 vakasıdır. Sonra da İslami Hareket Örgütü operasyonlarında yaklaşık 40 kg kadar evlerinde çıkmıştır. Mehmet Ali Şeker diye, bunların teknik ameliyat sorumlusu diye tarif ettikleri adam, İran'da, Suriye'de İslami düzenden yana olan örgütlerin eğittiği bir adam var, bu adam, bu bombalarla ilgili çok detaylı açıklamalarda bulunuyor. Bu adam aynı zamanda Çetin Emeç suikastının gözcüsü, istihbaratını yapan adam. Çetin Emeç'in evinin önünde, olay gününden bir gün önceki sabah görülüyor. Peki Türkiye'de bu adamların bu kadar yayılmasına nasıl seyirci kalınıyor? Uğur Mumcu'nun kitaplarında adı geçen Teleman'ın bahsettiği bir adam var. Suriyeli Celal var; Dövizci Celal, meşhur Celal, Celal. Kimse dokunamıyor. Teleman yazıyor, diyor ki, buna kimse dokunamaz. Bu Suriyeli Celal'in Sirkeci'de yeri var. Türkiye'nin en zengin adamlarından bir tanesi. Çetin Emeç öldürüldükten sonra, Fatma Doğankayalı diye birisi, Çetin Emeç'e telefon ediyor, ulaşamıyor. Daha sonra telefon kayıtlarından bu kadına ulaşılıyor. Polis müdürlerinden birisi diyor ki, Celal bu işleri yapmaz, o iyi adamdır. Bir buçuk yıl boyunca kimse yaklaşmıyor. Kadın diyor ki; ya bu adam bunu öldürün dedi. Bunu duydum. Kimse yaklaşmıyor. Bir buçuk yıl sonra gelen adamlar, basının baskısıyla bu işe eğiliyorlar. Kadını alıyorlar. Kadın diyor ki; Ben Zehebi'nin evinde temizlikçilik yapıyorum. Kocam şoförlüğünü yapar. Bir telefon konuşması sırasında duydum; Mehmet diye birisine dedi ki, ortadan kaldır o adamı, küfürler. Ben de onun için Çetin Emeç'i aradım, diyor. Zehedi kim? MİT'in raporlarıyla, Suriye gizli servisi adına çalıştığı saptanmış; altın, uyuşturucu, kara para trafiğinin göbeğindeki adam. .Altın transferinden alın, Turan Çevik'in Yunanistan'da kurtulmasına kadar, bu işlere gırtlağına kadar batmış bir adam. İstanbul'un en zenginlerinden. Polis bastığında, 300 kiloyu aşkın altın çıkıyor adamın kasasından. Biz bunu haber yaptığımızda, Adalet müfettişleri sorguya aldı. Bana sordukları ilk şey; sen bu belgeleri nerden buldun kardeşim, dediler. Dedim ki, benim kapımın önüne bırakıyorlar bunları. Başka soru yok. Çıktık, Zehedi de çıktı. İstanbul sokaklarında baş başa kaldık. Sonra Zehedi'yi, Faili Meçhul Komisyonu'na ifade vermeye çağırdılar, gelmeden önce üç tane rüşvet teklifinde bulundu Sadık Avundukluoğlu'na, satın almak için.
130
Önce para teklifinde bulundu, dedi ki; Kırıkkale Spor'a 6 milyar para yardımında bulunayım. Sonra, istediğin kadar para yardımında bulunayım. Adam reddetti. Reddetmeseydi komisyon dinleyemeyecekti onu. Ama ortada sonuç yok. Suikasta uğramadan önce Bahriye Hanım'a polis gitmiş, demiş ki; bombalı zarf gelebilir size, nereden gelebilir. Çünkü tehdit telefonları geliyor. Efendim tehdit telefonlarından bir tanesi Genelkurmay'a ait. Niye aramış, kim aramış Bahriye Hanım'ı? Kimdir bu adamlar, nerelere sızmışlar? Bu devletin içindeki çöreklenmişlik nereden kaynaklanıyor. Kim hesabını soracak, nasıl soracak. Haberleşmemizde var, gizli servisimizde var, askerimizde var, sağlık servisimizde de vardır. Her yerde varlar, kim bu adamlar. Ne istiyorlar bizden, bizim topraklarımıza başka bir düşünceyi getirmek için yerleşiyorlar.
Devletin Büyük Hataları Var Bugün ilticanın yükselişinde sermayenin yapısına baktığınızda, her şey açıkça ortaya çıkıyor. Suudi Arabistan girişli sermaye girişli politikacılara bakın, onların desteklediği güçlendirdiği adamlara bakın. Bizim devletimizin büyük hataları var. Bizim devletimizi yönetenler, ne zaman sıkıştılarsa en radikal çözüme başvururlar. Bunun çözümü ne getirir diye düşünmezler. Solcuları tehlike olarak görürler, ülkücüleri alevlendirirler. Güneydoğu'da PKK'yı tehlike olarak görüp İslami örgütleri alevlendirirler. Yani birbirine kırdırarak bir basan beklerler, sonuç ortadadır. İslami Hareket Örgütü Batman'da örgütlendikten sonra, ikinci şûrasıyla birlikte şehirlere ulaşmayı hedeflemiş, gelmişler şehirlere. Kim bu adamlar; macera arayanlar, Allah inancıyla, köktendincilikle gözleri kör olmuş yoksul Güneydoğulu çocuklar, içlerindeki birkaç lider gayet refah içinde yaşıyor. Bu çocukların evlerinde bir sürü porno kaset çıktı. Bu çocuklar, giderler mağaza soyarlar tişört giyerler. Bunlar gerektiğinde yoldan haraç toplarlar. Türkiye'nin en büyük otomobil çalma şebekesi bunlara aittir. Çaldıkları otomobilleri götürüp Batman Emniyet Müdürüne satarlar. Adam da bir güzel alır onu gider.
131
Sonra ikinci el, üçüncü el yasalarından, boşluklardan yararlanırlar. Çalıyorsunuz, bir başkasına satıyorsunuz, kötü niyetli; eğer o başkasına satarsa iyi niyetli. Üçüncü el aldıysanız otomobili, ömür boyu kullanma hakkını elde edersiniz. Kimse size sormaz. Ya kardeşim bunlar nerden geliyor, sen emniyet müdürüsün. Beş otomobili bu kadar ucuz nasıl alıyorsun, alırken sormuyor musun?
Senaryoları Bırakıp Gerçeğe Bakalım Bütün tablonun içerisinde netleşmemiz gereken sadece bir şey var. Senaryolardan arınmak. Gerçeklere bakacağız. Türkiye'de yapılmayan şey budur. Çetin Emeç'in eşine, bu işi yapanların fotoğrafları gösterilmemiştir. Böyle soruşturma olur mu? Uğur Mumcu olayından sonra olayla ilgili 180 kişinin ifadesine başvuruldu. Bir tanesi adına dava açıldı. Niye? Diyor ki, bombayı koyanları gördüm. Adamın suratındaki yara izine kadar tarif ediyor. Ben, oturuyordum, karımın taksi şoförüyle ilişkisi olduğuna dair bir iddia vardı, taksi şoförünü gözlüyordum. Adam geldi, arabanın altına girdi çıktı kalktı gittiler. Adamlar bunlar diyor. Kim onlar; İslami Hareketin Ankara sorumlusuyla, örgütün İstanbul'daki önde gelen adamları. Eğer biz bu ülkeyi bu pisliklerden arındırmak için kavga vermezsek, ülkemizin kurumlarının içine sızmışlıklarıyla bu adamlar, ne yazık ki bizi teslim alacaklar. Bunlarla mücadele etmeliyiz. Bunların takipçisi olmalıyız. Bunların üstüne gitmeliyiz. Ben sadece olgulardan yola çıkarak, somut delillerden yola çıkarak, ülkemizde ne kadar geniş bir taban bulduklarını anlatmaya çalıştım. Bunun çözümünü hep beraber biliyoruz. Bunun çözümü demokrasidir, bunun çözümü demokratik sisteme hep beraber katılımımızdır. Bunun için oyunuzu gücünüzü çok iyi değerlendirmeniz gerekir. Ancak o zaman suikastlar durur.
132
HUKUK DEVLETİ, GLADYO VE SUSURLUK YARGILAMALARI
Emcet Olcaytu
Avukat, İstanbul Barosu Susurluk Çalışma Grubu Üyesi
Konuya başlamadan önce bir tespit yapmakta yarar var. Hukuk devleti ve gladyo kavramlarının temsil ettiği kurumlar, normalde bir arada bulunamaz. Bunları bir araya getiren, emperyalizmdir. Kapitalizmin hâkim olduğu ülkelerde insanlar, maddi manevi varlıkları yıkıma uğratılmak suretiyle bu iki kurumu bir arada, aynı zamanda ve zeminde kabul etmeye zorlanmışlardır. Bu sürecin açıklanması, siyasal çözümleme yapmayı da gerektiriyor. Ancak benim burada ele alacağım konu, işin bu tarafını bir yana bırakmamı gerektiriyor. Uluslararası platformda gladyo olarak deşifre edilen, ülkemizdeki adıyla kontrgerilla ve son dönemde has adıyla ÇÖÖ olarak kamuoyuna yansıyan özel savaş örgütlenmesinin, hukuk düzenimiz ve yurttaşlar tarafından nasıl ve ne düzeyde algılanabildiğini kısaca göstermek üzere seçildi bu konu. Ama aynı zamanda bu konuyla ilgilenenlerin de, henüz üzerinde pek fazla durmadığı bazı hukuki problemleri incelemeye bir başlangıç olarak tarafımdan değerlendirilecek.
133
Resmi bir belgeden bazı alıntılar yaparak konuya başlamak istiyorum. Okuyacağım belge, Cumhurbaşkanı Demirci'm Başbakan Erbakan'a gönderdiği 13 Kasım 1996 günlü mektuptan alınan bir alıntıyı da içeriyor. Cumhurbaşkanı'nın mektubundan yapılan alıntı şöyle:
"Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesi vardır. Bu dairenin bazı elemanları uyuşturucu, kumarhane, adam öldürme gibi işlere karışmaktadır. ...Ömer Lütfü Topalı öldürenlerin itirafları fevkalade enteresandır. ...Aşiret reisi devleti kullanmaktadır. ...Devlette görevli bazı kişilerin Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin'den talimat aldıktan ve bunun İçişleri Bakanı dahil bazı yüksek mevkilerin bilgisi dahilinde olduğu söylenmektedir." Belgeyi okumaya devam ediyorum:
"Türkiye'de katliam sanığı olarak, yurt dışında ise uyuşturucu kaçakçılığı ve cezaevi firarisi olarak tnterpol tarafından kırmızı bülten ile aranan bir silahlı eylemci ile bu kişiyi yakalamak veya t bulunduğu yeri derhal güvenlik birimlerine bildirmekle görevli ve yükümlü üst düzey bir emniyet mensubunun ve bir milletvekilinin aynı ortamlarda birlikte olmaları ve Abdullah Çatlı'nın gerçek kimliği bilinerek bu birlikteliğin uzun süreli yakın ilişkiler içerisinde sürdürülmüş olması bu kişilerin her üçünün de üzerinde ruhsatlı tabancaları bulunmasına rağmen, ayrıca suikast ve gizlice cinayet işlemekte kullanılabilecek vahim nitelikte silahlar ve mermileri, sahte plakaları ve birçok sahte belgeleri yanlarında bulundurdukları nazara alındığında... adı geçen kişilerin; yanlarında bulundurdukları kişilerle birlikte yasalara aykın silahlı bir eylem hazırlığında bulundukları anlaşılmaktadır. ...Abdullah Çatlı, silah taşıma izin belgeleri ve hususi yeşil pasaportlar düzenlenerek çeşitli imtiyazlarla donatılmıştır. ...Ömer Lütfü Topal'ın cinayet zanlıları İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde . gözaltında bulunduktan sırada daha ilk saatlerden itibaren Sedat Edip Bucak İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne defalarca telefon açarak bu kişileri gözaltından kurtarmaya ve araştırmanın genişletilmesini engellemeye yönelik girişimlerde bulunmuştur.
134
Araştırmanın birinci günü henüz tamamlandığında ise, Özel Harekat Daire Başkam İbrahim Şahin'in bizzat İstanbul'a gelmesiyle bu kişiler apar topar İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne götürülmüş ve orada kısaca ifadeleri alınıp yüzeysel bir inceleme yapılıp yasal olmayan bir uygulamayla serbest bırakılmışlardır." Belgede; "bu uygulamanın duygusal bir destekten, yani polisler arasında başka olaylarda görülebilecek bir dayanışmadan değil, örgütsel bir bağdan kaynaklandığı" belirtilmektedir. Aynı belgede, "devlet içinde yasa dışı örgütlenmenin sadece devlet görevlilerini kapsamadığı,
bu örgütün yasal engel tanımadığı, bu örgüte dahil bir parlamenterin yanına cinayet zanlısı polislerin koruma görevlisi olarak usulsüz işlemlerle tayin ettirilebildiği, Tarık Ümit'in kaybolması olayında bu örgütün açığa çıkma ihtimali belirince, Özel Harekat Daire Başkanının yasal soruşturmaya müdahale ederek araştırmanın sürdürülmesini önlediği, örgüt üyeleri arasında mutad arkadaşlık ilişkileriyle izah edilemeyen parasal ilişkiler bulunduğu, keza, Özel Harekat Daire Başkanının koruma görevlisi olan Ayhan Akça'nın yurt dışında uyuşturucudan elde edilen parayı Türkiye'ye getirdiği sırada yakalanan Dilek Örnek ile birlikte aynı davanın sanığı bulunduğuna" işaret edilmektedir. Belgede bu tespitler yapıldıktan sonra; Korkut Eken'in beyanına atıfta bulunularak şu değerlendirmeye yer verilmektedir:
"Bu teşekkülde yer alan şahısların kişilikleri, görev alanları ve ülkedeki etkinlikleri nazara alındığında, (Korkut Eken'in beyanlarında belirttiği üzere) teşekkülün eylemlerinin yetkili ve görevli merciler tarafından artık kontrol edilemez boyutlara ulaştığı görülmüştür. Susurluk kazasıyla bu teşekkülün bir kısım mensupları meydana çıkmıştır." Belgeden yapacağım alıntı böyle! Bu belgeyi ve belgedeki tespitleri yapan makamı bazı izleyicilerin hatırlayacağını sanıyorum. Bu alıntılar İstanbul DGM Başsavcılığının iddianamesinden yapıldı. Şimdi belgeyi yorumlayalım.
135
Teşekkülü Kontrolünden Kaçıran Yetkili Merci Kim? Bu iddianame, 5 Mart 1997 tarihlidir. 2-3 ay önce basına ulaşmıştır. Ve 2 Haziran 1997 günkü duruşmada okunmuştur. Ne var ki, bu teşekkülü artık kontrolünden kaçıran yetkili ve görevli mercilerin hangi merciler ve yetkililer olduğu sorusu, bugüne kadar hiçbir yerde sorulmamıştır. Oysa savcılığın bu iddiası davanın "püf noktası"dır. Bilindiği gibi bu iddiayı ileri süren savcı, kamu adına iddiada bulunan kişidir. Bu açıdan bakıldığında, bu iddiayı ileri sürmekle toplum adına yetkili ve görevli merciler dediği kişileri ve makamları suçlamış olmaktadır. Öte yandan savcı, ceza yargılamasında iddia, karar ve savunma üçlüsü içerisinde gerçeği tespitle görevlendirilen ve bu nedenle kendisine çeşitli yetkiler verilen kişidir. Her iki durumda da savcı, bu yetkili ve görevli mercilerin yargılama aşamasında ortaya çıkarılmasına çalışmakla yükümlüdür. Ancak, şunu da tespit etmek gerekir ki, savcı, bu iddiada bulunmakla eline iki ucu keskin bir kılıç almıştır. Bu teşekkülü artık kontrol alanından kaçırdığı söylenen mercilerden bahsetmek, sanıklar üzerinde bir tehdit oluşturuyor. Ancak, aynı zamanda bu iddia, sanıklara, vaktiyle birlikte hareket ettikleri görevli ve yetkili mercilere yönelik şantaj imkânı da vermektedir. Bu soruyu kamuoyuna mal etmek önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. Bu göreve böylece işaret ettikten sonra, bütün yurttaşları ilgilendiren Susurluk yargılamalarında mevcut problemleri irdelemeye geçmek istiyorum.
Susurluk Hakkında 16 Dava Şu anda Susurluk davaları olarak adlandırdığımız soruşturmalar, benim tespitlerime göre 16 tanedir. Bugüne kadar derli toplu bir listenin kamuoyuna yansımadığını dikkate alarak, burada, kayda geçmesi bakımından ayrıntılı olarak sıralamakta yarar vardır. Liste şöyle:
136
1) Meclis'e gönderilen Sedat Bucak ve Mehmet Ağar'la ilgili İstanbul DGM Savcılığı'nın 1997/221-1 Hz. sayılı, 2) Sami Hoştan, Ali Fevzi Bir ve Haluk Kırcı haklarında yürütülen 1997/478 Hz. sayılı, 3) Yapılan açıklamalara göre, "yasa dışı bölücü terör örgütleri ile hukuki yollardan mücadele olanağı bulamayan görevlilerin terör örgütlerine destek verdiklerini düşündükleri kişilere karşı hukuk dışı yollardan mücadele etmek üzere oluşturdukları örgüt "le ilgili Diyarbakır DGM'de, 4) Ankara DGM'de ve, 5) İzmir DGM'de yürütülmekte olduğu söylenen üç ayrı dosya. 1996/2303 Hz. sayılı, 6) Tuğgeneral Veli Küçük hakkında Genelkurmay Başkanlığı'na gönderildiği belirtilen 1996/2303 Hz. sayılı, 7) Yaşar Öz için Emniyet Genel Müdürlüğü'nde teknik danışmanlık hizmetini yürüttüğünden bahisle düzenlenen evrakta sahtecilik nedeniyle Mehmet Ağar hakkında. 1997/9-1 sayılı kararla Ankara C. Başsavcılığı'na gönderilen, 8) Yaşar Öz'ün üzerinde yakalanan silahlar, sahte belgeler ve pasaportlarla ilgili emniyet görevlileri hakkında 1997/10-2 sayılı kararla Bakırköy C. Savcılığı'na gönderilen, 9) A. Çatlı'ya sahte kimlik veren görevliler hakkında 1997/23 Hz. sayılı, 10) A. Çatlı'ya sahte kimlikle ehliyet veren görevliler hakkında 1997/25 Hz. sayılı, 11) A. Çatlı'ya, umumi ve hususi yeşil pasaport verenler hakkında 1997/24 Hz. sayılı, 12) A. Çatlı'ya silah ruhsatı verilmesinde suistimali görülenler hakkında, Memurin Muhakemat Kanunu uyarınca İstanbul İl İdare Kurulu'na gönderilen, 13) Ö. L. Topal'ın öldürülmesi nedeniyle Sarıyer C. Savcılığı'nın 1996/3514 Hz. sayılı, 14) Tarık Ümit hadisesi ile ilgili Silivri C. Savcılığı'nın 1995/627 Hz. sayılı, 15) Behçet Cantürk ve arkadaşlarının öldürülmesi ile ilgili Sapanca C. Savcılığı'nca sürdürülen, 16) İranlı uyuşturucu ve nükleer madde kaçakçıları Lasem Ecmaili ve Askar. Simitko'nun öldürülmesine ilişkin Silivri C. Savcılığı'nca sürdürülen, soruşturmalar. 137
Bir de Açılmamış Dosyalar Var! Bunlar, açılmış olduğu resmen açıklanan soruşturmalar. Hepimiz biliyoruz ki, bugüne kadar basına yansıyan ve bazıları kesin delillere kavuşan başka iddialar var. Azerbaycan'da darbe
girişimi, Eşref Bitlis suikastı, Cem Ersever'in öldürülmesi, uyuşturucu ve silah ticareti, Çin Halk Cumhuriyeti sınırlan içerisinde girişilen sabotaj eylemi ve tabii geçen yılın rakamlarıyla tespit edilen 500 milyarlık örtülü ödenek yolsuzluğu. Bunlara başkaları da eklenebilir. Manukyan'ın şoförü Mehmet Urhan'ın öldürülmesi, nükleer madde kaçakçılığı, Behçet Cantürk'ün avukatları Yusuf Ekinci ve Medet Serhat'ın öldürülmesi, Özel Örgüt elemanlarından Tevfık Ağansoy'un öldürülmesi vb. Bunlar da henüz soruşturma aşamasına getirilememiş iddialar.
Davalar Hakkında Kamuoyu Bilgisiz Bütün bu soruşturmalarla ilgili bugün ne yapıldığı konusunda kamuoyunun ciddi bir bilgisi yoktur. Durumu şöyle tespit edelim. 15 Haziran 1997 itibariyle Susurluk'un üzerinden yedi aydan fazla bir süre geçmiştir. Geçen bu süre içerisinde sahte pasaport, sahte kimlik, sahte belgelerle düzenlenen silah ruhsatlanyla ilgili soruşturmaların davaya dönüşmesinde makul süreler aşılmıştır. Bu örgütün odak noktalarında bulunan Sami Hoştan ve Haluk Kırcı'yla ilgili gıyabi tevkif müzekkereleri yedi aydır sonuçlandırılamamıştır. Bu şahıslar yakalanamamıştır. Yine resmi açıklamaya göre "terör örgütlerine destek verdiğini düşündükleri kişilere karşı yasadışı yollardan kanun kaçakları ile birlikte mücadele eden" görevlilerle ilgili Ankara, İzmir ve Diyarbakır DGM"lerinde yürütülen soruşturmanın içeriği hakkında kamuoyuna hiçbir bilgi ulaşmamıştır. Sadece soruşturma açıldığı bilinmektedir.
138
Oysa bu soruşturmalara neden olan suçlardan zarar görenler bulunduğu muhakkaktır. Bu soruşturmaların sonucunda açılacak davalarda "davacı"(müdahil) sıfatı alacak kişiler vardır. Soruşturmalar (anlaşıldığı kadarı ile), suçtan zarar gören kişilerin katkısı aranmaksızın yürütülmektedir. Eylemlerden zarar gören kişilerin davalardan haberi olup olmadığı da bilinmemektedir. Faili meçhul cinayetlerin sorumluluğu kamuoyunca bu özel savaş örgütlerine bağlanmış olmakla birlikte, bu cinayetlerden zarar görenler, örgütsüz ve dağınık olduğu için yürütülmekte olan soruşturmalara yasal müdahale olanaklarını muhtemelen yeterince kullanamamaktadırlar.
İstanbul DGM'de 2 Haziran'da duruşmalarına başlanan davanın iddianamesi de, davaya
müdahale imkânlarını ortadan kaldıracak biçimde hazırlanmıştır. İddianamede, sanıkların karıştığı bir sürü cinayetten bahsedildikten sonra, bu cinayetlerin başka soruşturma dosyalarına aktarıldığı görülüyor. Bu davalar birleştirilecek olsa bile, müdahil sıfatı alanlar, bu sıfatı kazandıkları andan itibaren yargılamaya müdahale edebildikleri için müdahillerin bir kısım haklan kısıtlanmış olacaktır. Çünkü müdahiller, CMUK'un 369. maddesine göre,
davaya katılmalarından önceki işlemlere ilişkin söz ve itiraz hakkına sahip olamamaktadırlar.
Yine Yargıtay kararlarıyla da desteklenen bir uygulama var ki, bu uygulamaya göre; müdahillere,
sadece zarar gördükleri eyleme ilişkin olarak davada söz hakkı verilmektedir. Bu nedenle, bugün 313. maddeden (yani silahlı teşekkül oluşturmak suçundan) yargılanan kişilerle ilgili açılan davada, müdahiller "Özel Savaş Örgütü"ne ilişkin iddiada bulunsalar bile, bu iddiaların araştırılması hatta tartışılması bile önlenebilecektir. Bu da problemlerimizden birisidir. Mevcut dava ve soruşturmalar, 313. madde ile sınırlandırılarak yürütülebilecek ve özel savaş örgütlenmesi yargı kapsamı dışında kalabilecektir.
139
Mevcut problemler, ayrıntılara inildikçe artıyor. Ancak, ana hatlarıyla belirttiğim problemlerin çözümü için, Susurluk yargılamalarının bugüne kadar önümüze çıkan en büyük fırsat olduğunu elbette biliyoruz. Ancak, bugüne kadar yargı sürecinde bu sürece müdahale edebilmek açısından, seferber edilebilecek bütün güçlerin seferber edildiğini söylemek mümkün değildir. Konuşmamı, Genelkurmay'ın son günlerde sivil edebiyatımıza kazandırdığı bir deyimle bitirmek istiyorum: Durumdan vazife çıkartmamız gerekiyor.
140
İRANGATE VE TÜRKİYE
Prof. Dr. Çetin Yetkin
Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye'yi bir skandallar ülkesi durumuna getiren olayların ve kişilerin öncülerinin resmi belgelerde anılmaya başlaması 1978-1979 yıllarına rastlar. Bu sırada, daha önce Adalet Partisi iktidarında solcuları izlemekle ün yapmış ve bu nedenle de "zehir hafiye" diye anılmış olan İçişleri Bakanı Dr. Faruk Sükan, 12 Eylül'den önce Ecevit Hükümeti'nde Başbakan Yardımcısı ve yolsuzlukları soruşturmakla görevli Devlet Bakanı idi. Belki de, bu "zehir hafiye" unvanını gerçekten hak etmek için, solcuları izlemeyi bir yana bırakarak önemli bazı konulara el attı. Örneğin, MİT Müsteşarlığına yazdığı 3 Ocak 1979 tarihli yazıda şöyle diyordu:
"Amerikan ITT (International Telephone and Telegraph) şirketinin... Türkiye mümessilinin Amerikan uyruklu JOHN KARE AHO olduğu belirtilmektedir. Ancak, Bakanlığıma yapılan bazı ihbarlarda yukarıda adı geçen şahıs ve onunla ilgili olarak RUZİ NAZAR isimli bir diğer şahsın, yabancılara ait çok uluslu şirketlerin yurdumuzda gayrıresmi temsilciliklerini yaptıkları, rüşvet dağıttıkları, nüfuz satın aldıkları, gaynmeşru yollardan kazanç sağladıkları, kaçakçılık yaptıkları ve Devletimiz aleyhine sübversif (yıkıcı) faaliyetlerde bulundukları bildirilmiştir..."
141
Bu belge, Faruk Sükan'ın Yarınların İhaneti adlı, 1985'te yayımlanan kitabının 199-131 sayfalarında yer alıyor. Sükan'ın, ayrıca, Ulaştırma Bakanı Güneş Öncül'e yazdığı 9 Kasım 1978 tarihli yazıda da şu noktalara yer vermiş olduğunu görüyoruz:
"...John K.Aho hakkında bakanlığıma yapılan bir ihbar üzerine (bu kişinin CIA ajanı olduğu şeklinde) konu MiT müsteşarlığına aktarılarak soruşturma bu yönde de geliştirilmiştir... ITT'nin Türkiye bürosunda görülen John Kriyak ve Sedat Tahir hakkında da MİT soruşturması açılmıştır." (Age, s.139.) Sükan, daha sonra 15 Haziran 1979'da, Başbakan Ecevit'e gönderdiği "Zata Mahsus Çok Gizli" kayıtlı yazıda, aynı nedenlerle, yurtdışı temsilciliklerimizin telekomünikasyon sistemlerinin kurulması ile ilgili Kıbrıs uyruklu bir kişi hakkında da MİT tarafından soruşturma açılmasını isteyecektir (Age, s. 140). Bu soruşturmaların açılıp açılmadığını, açılmışsa sonuçlarının ne olduğunu bilmemiz olanaksız. Buna karşılık, Sükan'ın bu yazılarından kalkarak bazı gerçeklerin izini sürmek mümkün. Ama önce bir noktaya hemen bu aşamada dikkat çekmek gerek. O da, Kıbrıs'ın, "Kıbrıs uyruklu kişi" olarak yine gündeme gelmiş olması. Çünkü, gördük ki, Kıbrıs'ın karanlık bazı ilişkilerde ve özellikle de ülkücülerin adının karıştığı birtakım gelişmelerde önemli bir yeri var. Sözgelimi, Ruzi Nazar'ın "mesai" arkadaşı Dr. Kannapin'in, MHP tarafından Kıbrıs'ta nasıl ağırlandığını anımsamalısınız. Sükan'ın sözünü ettiği Ruzi Nazar oldukça tanınan bir kişi. Uğur Mumcu, çeşitli yazılarında ve kitaplarında, örneğin Papa, Mafya, Ağca'da. sayfa 140-153'te, bu kişinin kim olduğunu, ülkücülerle ilişkilerini, neler yapıp ettiğini belgeleriyle açıklamış bulunuyor.
142
Ruzi Nazar, aslen bir Rus. Fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Sovyet subayı iken Nazi Almanya'sının saflarına geçmiş. Savaşın bitiminde de CIA'ya. Bir dönem, Ankara'da CIA görevlisi olarak bulunduğu da biliniyor. CIA görevlileri John K. Aho ile Ruzi Nazar'ın Türkiye'deki "iş arkadaşları"nın, bir Türk gazetecisi olduğunu da yine Dr. Faruk Sükan'ın Başbakan Ecevit'e, "Çok Gizli" kaydı ile yazmış olduğu 25 Mayıs 1979 tarihli bir başka yazıdan öğreniyoruz. "Bakanlığıma yapılan bazı ihbarlarda, Iran Şahı'nın ülkesinden ayrılmasından sonra yeni hükümetin kurulması üzerine, İran Büyükelçiliğinin iranlı öğrenciler tarafından işgal edilmesi sırasında, öğrencilerin İran istihbarat Örgütü SAVAK'ın odalarında buldukları belgelerde, Bakanlığımca hakkında soruşturma sürdürülen ITT ve bir kısım şirketlerle ilgili tahkikatlarda sık sık ismi geçen bazı basın mensupları ile diğer bazı şahıslara SAVAK tarafından gizli birtakım hizmetler karşılığı önemli miktarlarda paralar ödendiğinin görüldüğü, bu belgelerin işgalci öğrencilere müdahale eden polislerle birlikte elçiliğe giren bir MİT görevlisince alındığı bildirilmektedir..." (Yarınların İhaneti, s.205-206.) Burada şu soru sorulmalıdır: Şah'a istihbarat hizmeti sunan bir Türk gazetecisi, Şah rejimi devrildikten sonra bu kez mollalar için de aynı hizmeti görmeyi sürdürebilir mi? Hiç kuşkunuz olmasın, yanıt "Evet" olacaktır. Amaç, para değil mi? Dahası, bu gazeteci, eğer bir yandan CIA ile de ilişkili ve CIA onun İran ile bağlantısını sürdürmesini istiyorduysa, bu hizmetini sürdürmesinde bir sakınca bulunması şöyle dursun, yarar da vardı. "Irangate"in Iran kökenli kahramanlarından Siva, Haşimi ve Monuşer Gorbanifar'ın da önce CIA ve Şah'a, sonra da yine CIA ve bu kez mollalara çalışmış olmaları bu durumun açık bir kanıtı.
"İşgalci öğrencilerle birlikte elçiliğe giren bir M/T görevlisince alındığı" bildirilen belgelerde
adları geçen Türk gazeteciler kimlerdi? Bunların içinde bizi doğrudan ilgilendiren biri için iranlı gazeteci Amir Tahiri'nin Nest of Soies (Casuslar Yuvası) adlı kitabının "Iran-gate" olayına değinen (Londra, 1988) 62. sayfasında önemli bir ipucu bulunuyor. Tahiri'nin yazdığına göre:
143
"Kaşıkçı, İranlı dostlarına danıştı ve anlaşıldığına göre de ona tedbirli olmak koşuluyla işe koyulması söylendi. Birkaç ay içinde İran'a silah sağlanmasında Türkiye önemli bir yol durumuna gelmişti. İrticai eylemleri ile tanınan sağ kanat bir Türk basın patronu ve Muammer Kaddafı'ye yakınlığı bulunan bir Türk müteahhidi ile birlikte. Bu yeni operasyonda otlak oldular. ABD bundan haberdar olmalıydı ama Türkiye üzerinden silah akışına engel olmak için hiçbir harekette bulunmadı." Demek ki, İran ile ilişkili bulunan gazetecimiz öyle sıradan biri değildi. Bir kere, sağcı bir gazetenin önde gelen kişilerindendi. İkincisi Libya ile bağlantılı bir müteahhitle ilişkili olmalıydı ve birlikte iş yaptıklarına göre onu iyi tanımalıydı. Üçüncüsü, ITT ile de "iş" yapıyor olması gerekiyordu. Bu nedenle de, sözgelimi, o tarihte İstanbul'da ITT'ye ait olan bazı yerlerde, birileri onu, John K. Aho ile birlikte görmüş olmalıydı. Dahası, savaş araç ve gereçlerine karşı da bir ilgisi bulunmalıydı. Doğal olarak ara sıra İran'a gidip geliyordu. Libya'da iş tutmuş olan Türk müteahhidine gelince, onun da kimliğini saptamak güç olmasa gerek. Çünkü, bu ülkede müteahhitlik yapanlar belli. Bunlar içinden SAVAK'a çalışan gazetecimizin yakın çevresinden olanını da bulduk mu, bu ikiliyi ortaya çıkarmış oluruz. Amir Tahiri'nin sözünü ettiği Adnan Kaşıkçı, 1980'lerde dünyanın en önde gelen silah tacirlerinden. Kaşıkçı, ABD Kongresi Soruşturma Komitesi'nin belirlemelerine göre, işin başından beri İran'a silah satışı olayının içinde bulunuyordu ve hatta bu işi örgütleyenlerden biriydi. Kaşıkçı'nın bizi doğrudan ilgilendiren yönüyse, onun özellikle 12 Eylül döneminde Türkiye'ye duyduğu ilgi. Gerçekten de, bu dönemde ülkemize sık sık gelip gider olmuştu. Uğur Mumcu, 28 Şubat 1989'daCumhuriyet'teki köşesinde diyordu ki:
"...Kaşıkçı, daha sonra 12 Eylül döneminde sık sık Türkiye'ye gelip gitti. Genelkurmay Başkanlığı kapısında Orgeneral Necdet Öztorun tarafından iki yanağından öpülerek karşılandı Neydi bu samimiyetin içyüzü? İran'daki olaylar mıydı?.."
144
II CIA'nın ve "İrangate" olayının önde gelen kişilerinin, bizde aşırı sağ kesimle nasıl organik bir bağ içinde bulunduğunu kanıtlayacak bir olay da yaşandı ülkemizde. Tarih, 21 Ocak 1985, günlerden Pazartesi. Yer, İstanbul'da OTİM salonu. Uluslararası bir sempozyum başlıyor. Konusu, "Türkiye'de Teröristlerin Rehabilitasyonu". Gazetecilerin kendisinden bilgi almak istedikleri Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Selçuk Emre, toplantının "son derece" gizli olduğunu, kendisinin de bu konuda bir bilgisi olmadığını söylüyor. Toplantıya katılanlar arasında New York Üniversitesi Biyolojik Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turhan İtil de bulunuyor. Nokta dergisi 3 Mart 1985 günlü sayısında İtil'in, CIA için bazı araştırmalar yaptığını, bu araştırmaların konusunun insan beyni üzerinde etkili ilaçların geliştirilmesi olduğunu, bu gibi araştırmaların insan üzerinde yapılması Amerika'da yasak olduğu için Türkiye'de Türk denekleri kullandığını yazacak, 10, 17 ve 24 Mart günlü sayılarında konuyu daha ayrıntılı bir biçimde ele alacaktır. Sempozyuma katılanlar arasında bir başka ilginç kişi de, Paul Henze, CIA'nın Türkiye eski istasyon şefi. Neil Livingstone da konuklar arasında. Livingstone, ABD Kongresi'nde Türkiye için lobicilik yapan "Gray and Company"nin başkan yardımcısı. Bu nedenle de Türk devlet görevlileri ile yakın ilişki içinde. Ne ki, aynı zamanda İran'a Yarbay Oliver North tarafından sağlanan silahların parasıyla Nikaragua'daki Kontro Gerillalarına silah gönderme operasyonunda kilit adlardan. Yine Türkiye ile yakın ilişkiler içinde olan Robert Owen ile birlikte bu operasyonu yürütmüş. Robert Owen, ABD Kongresi'nce "İrangate" olayı için kurulan Soruşturma Komitesi'nde verdiği ifadesinde, bu işte Oliver North, Neil Livingstone ve kendisinin birlikte olduklarını açıklamış bulunuyor. İstanbul'daki bu gizli toplantının bir başka konuğu da, Michael Ledeen. Bu kişi, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi danışmanı. Amerikalı rehinelerin serbest bırakılması için İran'a silah satılması işinin öncülerinden Oliver North ile birlikte bu operasyonu yürütenlerden. Toplantıya sahte bir pasaport kullanarak katıldığı sonradan öğreniliyor.
145
Toplantıya katılan öteki yabancıların ve Türklerin tümü sağcı görüşe sahip ve Türkler arasında eylemci ülkücülerle yakınlıkları olanlar da var. Bu gizli toplantının gizleyemediği gerçeklerin başında yer alam ise, CIA, Irangate ve Oliver North ile doğrudan bağlantılı olan kişilerin Türk yetkililer ile İstanbul'da gizli bir toplantıda bir araya gelmiş olmaları. Bu toplantı sırasında verilen aralarda, birlikte yenen yemeklerde birer ikişer, baş başa görüşmeler yapıldığı da tartışmasız bir gerçek.
III İran'a sağlanan silahların bir bölümünün sonradan İsrail uçakları ile taşındığını biliyoruz. Ancak, bu operasyon, İsrail'in devreye girmesinden önce başlamıştı. Silahlar yalnız Türkiye üzerinden ve havayolu ile İran'a götürülebilirdi. ABD Temsilciler Meclisi ve Senatosu Ortak Soruşturma Komitesi'nin raporunda belirtildiğine göre, bu durumdan Türkiye bilgilendirilmişti. Daha sonraları, İran İslam Cumhuriyeti'nin ilk devlet başkanı Beni Sadr, örneğin Milliyetin 6 Mart 1989 tarihli haberinde de belirtildiği üzere, bu silahların bir bölümünün İran'a Türkiye üzerinden gönderildiğini ve Türk yetkililerinin de bunu bildiklerini açıklayacaktır. CIA'nın bu gibi operasyonlarda uyguladığı bilinen yöntem, kendisine bağlı bir havayolu şirketini kullanmak ya da salt bu iş için bir şirket kurdurmaktı. Nikaragua'ya gönderilen silahlar için bu yöntem kullanılmıştı. Şimdi, bir an için düşünelim. Türkiye, İran'a silah gönderilmesine engel olamayacağına göre, en azından hangi silahlardan ne kadar gittiğini bilmesi, ulusal çıkarlarımızın gereği değil miydi? Bu işin, CIA'nın kurduğu ya da kurduracağı bir havayolu şirketi ile gerçekleştirileceği bu örgüt üzerine yazılan kitaplara bile geçmiş olduğuna göre, böyle bir şirketi el altından Türkiye kurdurtsa olmaz mıydı? Kuşkusuz bunlar tümüyle bir varsayım. Bu varsayımın temelinde de, ülkemizi yönetenlerin ulusal çıkarlarımızı gözettiği düşüncesi bulunuyor. Varsayımımızı sürdürelim:
146
Gerçekten de, Türkiye'nin kurduracağı bu şirket, taşıyacağı silahların ne türden ve ne miktarda olduğunu bilebilecek ve böylece ulusal güvenliğimiz bakımından önemli bir istihbarat sağlanmış olacaktı. Ne var ki, şirketin kurucularından ve yöneticilerinden hiç olmazsa kilit durumundakiler, Oliver North ve ekibinin uygun göreceği kimseler olmalıydı. Eğer ülkemizin güvenliğinden sorumlu olanlar böyle bir karar alıp da uygulamışlarsa, doğru bir iş yapmışlardır. Ancak, önceden bilemeyecekleri şey, Oliver Nort'un ne tür bir insan olduğu idi. North'un işleyeceği suçları ve Amerikan Soruşturma Komitesi'nin sonradan bunları ortaya çıkaracağını kim bilebilirdi ki? Komiteye göre bu silah satışı nedeniyle North'un, Kongre'nin bilgi edinmesini ve çalışmasını engellemek, Ulusal Güvenlik Konseyi belgelerini saklamak ve yok etmek, yasadışı çıkar sağlamak suçlarını işlediğini herkes sonradan öğrenecekti. Ardından, North'un uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığı öne sürülecek ve hatta bu konuda bazı resmi raporlar da düzenlenecekti. Bu noktada insanın aklına ister istemez bir soru takılıyor: Irak ile aralarındaki savaş ve petrol dışsatımının güçleşmesi nedeniyle maddi sıkıntı içine düşen İran'ın, ülkesine her türlü denetim dışında ve gizlice silah getiren uçakların geriye boş dönmesine gönlü razı olmayarak, bunlarla Batılı ülkelere bir miktar uyuşturucu ihraç etmesi acaba olmayacak bir şey miydi? Bunun için, doğal olarak, bu operasyonda yer alan kimi Amerikalılarla işbirliği yapılması da günah değil miydi? Eğer bu sorulara "Evet" yanıtı verilirse, o zaman isin içinde olan Türklerden bazılarının da bu işe bulaştıklarını kabul etmek gerekecek. Eğer, böyle bir uyuşturucu kaçakçılığı yapılım elde edilen paraların transferi için belirli bir bankanın kullanılıp kullanılmadığına, bu paranın paylaşımı yüzünden birilerinin başına bir şeyler gelip gelmediğine de bakmak yerinde olacak. Oliver North'un böyle bir işe karıştığını düşündürecek başka nedenler de var. Bir kere, işin başlangıcında "fînansör" olarak Muhammed Şekerci'nin bulunduğunu Amerikan Kongresinin Soruşumun Komitesi'nin raporundan, Amil Tahiri'nin adı geçen kitabından ve hem de İsviçre basınından öğreniyoruz. Şekerci'nin ne işle uğraştığı ise besbelli.
147
IV Kemal Horzum, sıradan bir işadamıydı. Ancak, devletin sivil-asker, üst düzey bürokratları ile şirketler kurdu, bunlardan kimilerine de yanında iş verdi. Oysa gerçekte, bu kişilerin çoğunun sekreterini aşarak onlardan bir dilekte bulunması bile olanaksızdı. Bu, yalnız Horzum için değil, hemen hepimiz için öyle. Kemal Horzum, şirket üzerine şirket kurarken, paraya para demezken, birden, o ünlü "Horzum Olayı" patlak verdi. Önce, o da İsviçre'ye kaçtı, sonra Türkiye'ye geldi ya da getirildi, tutuklandı. Bu arada ilginç olaylar da yaşandı. Prof. Dr. Uğur Alacakaptan ile Prof. Dr. Muammer Aksoy gerçek iki dosttular ama, Alacakaptan, Horzum'un; Aksoy da, onun milyarlarca lira parasını kendi hesaplarına geçirdiği öne sürülen Emlak Bankası'nın avukatlığını üstlendi. Horzum'un İsviçre'den getirilmesi sırasında bu konudaki işlemleri yürüten, Adalet Bakanı Mehmet Topaç'tı. Bu bakanın, Horzum yurtdışında iken onunla gidip görüştüğü ortaya çıktı. Topaç, daha sonra Ankara'da, bürosunda öldürüldü. Horzum'un yargılanması sırasında yargıçlar davaya bakmaktan kaçındıklarını, bilirkişiler bilirkişilik yapamayacaklarını açıkladılar. "Horzum Olayı”na, bankanın o sıra genel müdürü olan Bülent Şemiler'in ve 12 Eylül'ün Maliye Bakanı Kaya Erdem'in adı karıştı. İşin gerçeği aranırsa, daha kimlerin adı karışmadı ki!.. Kemal Horzum, ayrı ayrı birkaç suçtan yargılandı. Bunların ayrıntısına burada girecek değilim. Konumuzu doğrudan ilgilendireni, Emlak Bankası ile ilgili olanı. Sorulması gereken soru şudur: Bu kadar para kimler arasında nasıl paylaşıldı? Herkes payına razı oldu mu? Dışarıdan pay isteyenler çıktı mı? Hem sonra, bu tutar, bankanın hesaplarına geçmiş olanı; başka yollardan da aynı bağlantı içinde İsviçre'ye başka para transferleri yapılıp yapılmadığı bilinmiyor. Horzum olayının parasal yönü üzerinde durmayacağım. O günlerin gazetelerinde bu konuda ayrıntılı bilgi bulunuyor. Kaldı ki, bence Horzum olayının parasal boyutundan çok daha önemli olan yönü, onun - çevresinde kümelenen ya da onunla ilgili olarak adlarından söz edilen kişiler. Şimdi, bir an için, 12 Eylülcülerin siyasal partilerin kurulmasına izin verdiği 1983 yılına dönelim.
148
Askeri yönetim, Milliyetçi Hareket Partisi başta olmak üzere sağ kesimin oylarını toplayacağı düşüncesiyle ve açık destek vererek Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni kurdurmuş ve başına da E. Orgeneral Turgut Sunalp'i geçirmişti. İşte, bu parti kurulurken Kemal Horzum-Ahmet Turgut ikilisi, partiye paradan başka genel merkez olarak kullanılan ve mavi ev diye bilinen evi verdiler. Turgut Sunalp'e şoförüyle birlikte bir Mercedes otomobil sağladılar. Ve Horzum, yurtdışında kaçak olarak bulunduğu bir sırada, Milliyetle 11 Kasım 1987'de çıkan bir haber şöyleydi:
"Turgut Sunalp, kaçak işadamı Kemal Horzum'un partinin kuruluş çalışmaları sırasında yardımları dokunduğunu, bu nedenle kendisini sevdiğini söyledi." Bu noktada bir şeyin altını önemle çizmek gerekiyor. O sıralar kapalı olan MHP'lilerin ve ülkücülerin önemli bir bölümü MDP'de toplanmıştı. Sonraki birtakım olayları tam anlamıyla yerli yerine oturtabilmek için, bu olguyu aklımızdan çıkarmamalıyız. İkinci bir nokta ise, E. Orgeneral Turgut Sunalp'in, Kemal Horzum'un yüksek rütbeli asker kişilerle geliştireceği ilişkilerin ilk halkalarından biri olması. Kemal Horzum'un adının çevresinde dönüp gelişen olaylar içinde en önemlisi, 9 Kasım 1984'te kurulan ve "B.C. Havayolları" adını taşıyan havayolu şirketi. Ticaret sicilindeki kaydına göre şirketi kuranlar şu kişiler: Kemal Horzum, Uğur Reyhan, Mustafa Arda, Orhan Süerdem ve Sabri Bolışık. Şirketin 2 Mart 1985'te yapılan olağanüstü genel kurul toplantısında Fikret Babaç da ortak olarak alınmış. Daha sonra Yılmaz Temel ve Şerafettin Uğur da katılmış ortaklar arasına. Şirketin amacı, ticaret sicilindeki kaydına göre, yurtiçi ve yurtdışı her türlü havayolu taşımacılığı. Şirketin bu amacı gerçekleştirebilmesi için, uçak satın alabilmesi, pilotlu ya da pilotsuz uçak kiralayabilmesi öngörülmüş. Şirketin kurucu ortaklarını biraz daha yakından tanıyalım:
Uğur Reyhan: Şirketin genel müdürlüğü görevini de üstlenmiş olan Reyhan, Tercüman
gazetesinde murahhas üye ve bu gazetenin yazarlarından. Savaş araç gereçleri işiyle uğraşan Zirok şirketinin ortaklarından.
149
İlginç olanı, Milliyet için olayı araştırırken kendisine sorduğumuzda, Reyhan'ın, bu şirketi 1985'te Horzum'un avukatından satın aldığını, öncesini bilmediğini, B.C. Havayolları şirketi ile bir ilgisi olmadığını söylemesi. Aramızdaki bu konuşmanın bant çözümünü 7 Ekim 1988 tarihli Milliyette bulabilirsiniz. Acaba Uğur Reyhan, 1985 tarihine değin olan dönem için kurucularından olduğu ve genel müdürlüğünü yaptığı şirketle ilgisini neden inkâr etti? Yanıtlanması güç bir soru. Mustafa Arda: E. Korgeneral, MİT eski müsteşar yardımcısı. Orhan Süerdem: E. general. Oğlu Cavlan Süerdem. Kıbrıs'ta önce Rauf Denktaş, sonra da Asil Nadir ile birlikte çalıştı. Sabrı Bolışık: 1983'e değin Emlak Kredi Bankası Ticari Krediler Müdür Yardımcısı. Fikret Babaç: 1978'de Emlak Kredi Bankası Genel Müdür Yardımcısı, 1983'te aynı bankanın yönetim kurulu üyesi. Şu duruma göre Uğur Reyhan'ın genel müdürü olduğu şirket, biri MİT eski müsteşar yardımcısı olan iki general ve bir devlet kuruluşu olan Türkiye Emlak Kredi Bankası'nın üst düzeyde iki yetkilisi tarafından kuruluyor. Kürt Ahmet'le birlikte lokantada hesap yüzünden kavga çıkaran, "baba'lardan Haydar Koç'la didişen Kemal Horzum'un, sivil-asker bürokrasinin üst düzeyindeki kişilerle birlikte bir havayolu şirketi kurabilmesi, onun için kuşkusuz gerçek bir başarı. Öte yandan, şirketin 25 Ekim 1985 tarihindeki genel kurul toplantısında, adı, Anadolu Kargo Havayolları (AÇA) A.Ş.' ye çevrilmiş. -Bu arada iki generalin daha şirkete ortak olduğunu görüyoruz: Şerafettin Uğur ve Yılmaz Temel. Ne var ki, 30 Haziran 1986'da, şirketin asker kanadı, yani Mustafa Arda, Orhan Süerdem, Yılmaz Temel ve Şerafettin Uğur toptan ortaklıktan ayrılmışlar. Acaba neden? 15 Haziran 1987 tarihinde yapılan olağan genel kurul toplantısına göre şirketin ortakları şöyle: Uğur Reyhan, Ali Reyhan, Mehmet Reyhan, Fatma Ümran Tanıl, Alpaslan Başakçı, Yaman Baykut ve Hakkı Özkazanç. Ali Reyhan ve Mehmet Reyhan, Uğur Reyhan'ın oğullan. Orhan Yüzbaşıoğlu ise 12 Eylül döneminin Maliye Bakanlığı Müsteşarı.
150
Hakkı Özkazanç: Maliye Bakanlığı eski müsteşar yardımcısı. Yaman Baykut: Dışişleri Bakanlığı eski görevlilerinden. Bu havayolu şirketinde danışman olan çalışmış bulunan bir general daha var. E. Hava Tümgeneral Vedat Akal. Bu generalin bir özelliği de, 29 Aralık 1981 ile 12 Kasım 1984 arasında Türkiye Emlak Kredi Bankası'nın yönetim kurulu üyesi olması.
V Bu havayolu şirketinin kendisine ait bir uçağı olmadığı biliniyor. Buna karşılık, Uğur Reyhan, şirketin genel müdürü olarak bankaya üç ayrı yazı yazıyor, İran'a ve Irak'a yapılan transit ticaretten elde edecekleri kârı, Horzum'un bankaya olan borcuna karşılık gösteriyor. Bu durum, Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1985/215 esas sayılı dosyasına bilirkişiler Nevzat Toroslu, Ahmet Kumrulu ve Ahmet Duran Peker tarafından verilen 15 Temmuz 1987 tarihli bilirkişi raporunun 32. sayfasında açıkça belirtilmiş: Şirketin kendi mülkiyetinde uçak bulunmadığına göre, işte bu noktada, şirket sözleşmesinin, "pilottu veya pilotsuz uçak kiralayabilmesi" maddesi büyük önem taşıyor. Öyle yâ, şirketin kendi uçağı yoksa ve pilotlu ya da pilotsuz olarak uçak da kiralanmamışsa bu transit ticareti nasıl yapacaktı? Transit ticaret, Türkiye dışında bir yerden alınan bir malın Türkiye üzerinden yine Türkiye dışında başka bir yere götürülmesi demek olduğuna göre, özellikle, "İran'a yapılacak bu ticaretin öteki ayağı neresiydi?" sorusuna verilecek yanıt da, son derece önemli. Hem sonra bu konuda bankaya böyle arka arkaya yazı yazıldığına göre, bu ticaretin bağlantılarının da yapılmış olması gerekiyordu.
151
VI Kartal Demirağ'ın 18 Haziran 1988'de, Ankara'da yapılan ANAP kongresinde, Başbakan Turgut Özal'a ateş ederek öldürme girişiminde bulunmasından sonra, Ankara DGM Savcılığı'nca düzenlenen Hz. 1988/91, E.1988/63, îd.na. 1988/52 sayılı ve 30 Eylül 1988 tarihli iddianamede, Kemal Horzum'un yanında çalıştığı ve onun adamı olduğu öne sürülen Osman Atay'ın, Kartal Demirağ'a bu eylem için yardımcı olduğu ve hatta kışkırttığı savı ortaya atılmıştı. Öte yandan, bu suikast girişiminden sonra Kemal Horzum, Adalet Bakanlığı'nın girişimi ve Emlak Kredi Bankası Genel Müdürü Bülent Şemiler'in kişisel çabaları ile İsviçre'den Türkiye'ye getirildi. Kartal Demirağ, TBMM üyesini öldürmeye tam teşebbüs suçundan yargılandı, mahkûm oldu, cezasını da çekerek cezaevinden çıktı. Çok daha sonra ise, Türkiye'ye gelen Osman Atay suçsuz bulundu. Turgut Özal, bu olayın üstüne gitmedi. Yakınları, Özal'ın, Demirağ'ın arkasındaki güçler nedeniyle olayın kapanmasını, geri planının ortaya çıkarılmamasını istediğini kamuoyuna artık açıkça bildiriyorlar. Bu, olayın bir yönü. Ama olayın bu yönüne de bir parça olsun ışık tutabilecek bir başka konu, Kemal Horzum adının iddianamede neden bu olaya karıştırılmış olduğu. Burada, öncelikle şunu açıklamak isterim: Benim kişisel kanıma göre, o sıra toplanmış olan kanıtlara dayanılarak Kemal Horzum'un da bu suikast işinin içinde olduğunu söylemek olanaksız. Fakat, neden böyle bir sav ortaya atılmıştı. Bu sorunun da yanıtı verilmelidir. Bu yanıt verilmedikçe. T.C. Devletinin bir Başbakanına karşı yapılmış olan bu suikast girişiminin içyüzü, önce bu nedenle karanlıkta kalacaktır. Kemal Horzum'un adının neden bu suikast girişimi olayına karıştırıldığını avukatı Çetin Özek, bana şöyle açıkladı:
"...Bu iddia, Kemal Horzum aleyhinde finansal etkilerle ve siyasal nedenlerle parlatılmak istenen havanın ürünüdür. Emlak Kredi Bankası, sahip olduğu maddi imkânlarla Kemal Horzum hakkındaki davayı etkilemek istemektedir, bu iddiaların temel nedeni budur. Kaldı ki, DGM savcısı da böyle bir iddiada bulunamayacağını bir gazeteye verdiği demeçte söylemiştir. Durum bu iken Kartal Demirağ'ın iddianamesinde Kemal Horzum hakkındaki dava ile ilgili intiba yaratıcı beyanlarda bulunulması, Emlak Bankası'nın ve arkasındaki siyasal iktidarın, bu olayı siyasal amaçlan için kullanmak istemesinin bir delilidir. Bazı kredi ilişkileri de böyle bir hava yaratılmasını etkilemektedir."
152
Ne var ki, Osman Altay ile Kemal Horzum'un adını ortaya atan, Özal, Şemiler ya da o çevreden biri değil, sonradan mahkemede yalanlayacak olmakla birlikte, doğrudan doğruya Kartal Demirağ idi.
VII Kartal Demirağ, soruşturmanın ilk aşamasında Osman. Atay'ı ve Kemal Horzum'u böylece işin içine karıştırmış. Bu konudaki kişisel düşüncemi belirttim. Ancak, ister şimdi belirteceğim nedenle Demirağ bu yola sapmış olsun, ister bir rastlantı olsun, isterse Horzum'un avukatlarının belirttiği nedenle olsun, olaya adı karışanlar arasında bir bağ olduğunu görmemek de olanaksız. Bu bağları şöyle sıralayabiliriz:
1 - Horzum'un da, Demirağ'ın da aynı siyasal ideolojiyi benimsedikleri tartışmasız bir gerçek. 2- Horzum, Dinarlı; Demirağ, Dazkırılı. Afyon'un bu iki ilçesi birbirine çok yakın. Horzum, 1949 doğumlu; Demirağ, 1956. Başka bir deyişle aralarında yalnızca yedi yaş fark var. Üstelik, her iki ilçede de görüştüğümüz kimselerin büyük çoğunluğu, birbirlerini şu ya da bu ölçüde tanıyorlardı. Bu nedenle de, Horzum ve Demirağ'ın gerek doğup büyüdükleri yerlerin birbirine yakınlığı ve gerekse aynı kuşaktan olmaları nedeniyle birbirlerini "şahsen" tanıdıkları belli. 3- Demirağ ile Osman Atay aynı köyden. 4- Eski MHP İlçe Başkanı, sonradan MDP'den Dinar Belediye Başkanı Yener Emeksiz, Horzum'un çevresinden. Anımsanacağı üzere Horzum, MDP'nin kuruluşunda katkıları olan biri. 5- Dazkırı Belediye Başkanı ise, o tarihlerde bir başka Osman Atay. Önemli bir nokta da şu: Bizim bölgede yaptığımız araştırma, bir olguyu daha ortaya koymuştu. O da, 12 Eylül'den önce Uşak, Afyon ve çevresinde aşırı sağcı ve özel bir terörist örgütlenmenin oluştuğu idi.
153
Bugün artık kesin olarak biliyoruz ki, Turgut Özal, Kartal D e mirağ'dan çekindiği için değil, onun arkasında bulunan yüzünden bu suikast girişiminin üzerine gidememiştir. Bugün geriye dönüp de, bu açıdan olaya baktığımız zaman, Demirağ'ın durup d u rurken Kemal Horzum'un adını ortaya atmasının, aslında bu işle Horzum'un olmayan ilişkisini değil, kendisini bu eyleme yönelten Horzum'un arkasındaki güçlere üstü kapalı değinerek, kendisine bir güvenlik kalkanı oluşturmak istemiş olduğu öne sürülemez mi? Kaldı ki, Çetin Özek'in, yukarıda andığım, "Bazı kredi ilişkileri de böyle bir hava yaratılmasını etkilemektedir" sözü de düşündürücü değil mi? Gerçekten de, Turgut Özal'a karşı yapılan bir suikast girişimi ile "bazı kredi ilişkileri"nin ne gibi bir ilgisi olabilir? Hem sonra, neden Türkiye Emlak Kredi Bankası da bu olaya karıştırılıyor? Olayı soruşturanlar, gerçekte bu sorulara yanıt aramalıydılar. Kartal Demirağ'a açılan dava yanlıştı. En azından, iddianamede eyleminin hukuksal nitelendirilmesi ile, sonunda uygulanarak cezalandırılması istenen madde ilgisizdi. Üstelik, Demirağ, bir kez yargılanıp hüküm giydikten sonra, olayın tüm boyutları ilerde ortaya çıkarılacak olsa bile, bir kez daha yargılanabilmesi olanağı da ortadan kalkmış oluyor. Sanığın TCK'nın 450/2, 4 ve 62. madde ve fıkraları ile cezalandırılması istenmiş ve yargılama sonunda mahkeme de, bu maddelere göre ceza vermiştir. Bu madde ve fıkralar şöyledir: "Öldürmek
fiili: Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinden biri aleyhine... işlenmiş olursa/Taammüden icra olunursa ... fail, idam cezasına mahkum edilir."
62. madde ise eylemin tam teşebbüs durumunda kalmasında, idam cezası yerine 20 yıldan az olmamak üzere ağır hapis cezası verilmesini öngörüyor. Oysa, iddianamedeki nitelendirmeye ve tanımlamaya göre, Demirağ'ın eylemi, TCK'nın 146. maddesi kapsamına girmektedir. En azından, ülkemizdeki uygulama, bir savcı bir dava açarken, her zaman en ağır cezayı gerektiren maddeden açması yolundadır. Kaldı ki, iddianamede, Demirağ'ın eyleminde yalnız olmadığı açıkça belirtilmişti. Gerçi, 146. maddede öngörülen ceza, idam cezası. Ne var ki, bu maddede öngörülen suçun "teşebbüs" aşaması, "tam fiil" gibi cezalandırılmaktadır. Başka bir deyişle, 146. maddede öngörülen suçun teşebbüs aşamasında kalarak idam cezasının 20 yıl ağır hapse çevrilmesi olanaksızdır. Mahkeme, ancak 59. madde ile idam cezasını "müebbet" ağır hapis cezasına çevirebilir. Şu duruma göre, eğer Demirağ hakkındaki dava 450. maddeden değil de, 146. maddeden açılmış ve mahkeme de buna göre ceza vermiş olsaydı, 20 yıl ağır hapis yerine en az yaşam boyu ağır hapis cezasına çarptırılmış olacaktı.
154
Ülkemizde, banka soydu diye ya da sıradan bir vatandaşı ideolojik amaçla öldürdü veya yaraladı diye bu eylemlerin sanıkları, 146. maddeden yargılanırlarken, iddianameye göre, ideolojik amaçla, ülkenin iç ve dış güvenliğinin özü olan, hür demokratik düzen ve nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyet aleyhine suç işleyen ve "eylemi basit olarak görmek hiçbir zaman kabul edilemez" denen Kartal Demirağ'ın bu eylemi, bu denli "basit" görülerek belirtilen biçimde hakkında dava açılmış olması, eleştirilmesi gereken hukuksal bir yanılgı olarak tarihimizde yer alacaktır. Kesin olan olgu, Turgut Özal'ın olayın bir an önce kapanması ve bazı gerçeklerin ortaya ko-nulmamasını istemiş olmasıdır.
155
YERALTI EKONOMİSİ VE ÇETELER
Enis Berberoğlu
Hürriyet Gazetesi Ekonomi Servisi Müdürü
Devlet İsterse Çeteleri Parasız Bırakabilir Bana bu seminerde uygun görülen konu başlığı, "Yeraltı Ekonomisi ve Çeteler" oldu. Dolayısıyla analizimi Susurluk çetesiyle sınırlı tutmadım. Döviz girdilerinin Türk ekonomisi açısından kritik önem taşımaya başladığı 1980'li yıllara kadar taşımayı zorunlu gördüm. Böylece çeteleri doğuran ve besleyen ekonomik düzeni sergilemek istedim.
I. Çeteler Nasıl, Neden Doğdu? 1980 yılı 24 Ocak tarihini taşıyan ekonomik paketteki önlemlerin öncelikli hedefi dış dengeyi sağlamaktı. Yani ithalatı finanse edecek, ülkeye benzin, fuel-oil alacak kadar döviz bulmaktı.
156
Bu amaçla kamunun döviz girdileri üstündeki kontrolü bilinçli olarak azaltıldı. İhracat teşvik edilerek döviz giriş yolları çeşitlendi. Ödemeler dengesi (devalüasyon) askeri darbe klişesinin yarattığı korkuyla kimse kamunun ekonomideki payının azaltılmasına ses çıkarmadı, özelleştirme icraatı başarılmasa bile fikren tartışılmaz tabu halini aldı. Türk ekonomisini ancak işadamlarının akıllı politikaları ve yatırımlarının kurtaracağı efsanesi vergi toplamayı günah saydı.. Döviz veya TL'nin nasıl kazanıldığı sorulmayınca, kazanç vergilenmeyince ortaya çıkan kontrolsüz ortamda ekonomide kayıtdışı sektör doğdu. Kayıtdışı sektör kısa zamanda kara parayla beslenen çetelerin ürediği bataklık halini aldı. Bu çetelere dur diyecek, asayişi sağlayacak, adalet dağıtacak devlet aygıtı bilinçli olarak zayıflatıldı. Bu gelişmeye en somut kanıt çek-senet mafyasıdır. Kayıtdışı ekonomi sektöründe belgesiz ve vergisiz alışveriş yapan kişiler alacak-verecek sorusunu çözmede kaçınılmaz olarak mafyaya başvurdular. Çünkü resmi yollan kullansalar karanlık servetleri gün ışığına çıkacaktı. Susurluk çetesinin rantı için Ömer Lütfü Topal'ı bile öldürttüğü kumarhaneleri düşünün. 1995 yılı itibariyle hiçbiri kâr beyan etmedi. Ama Susurluk sürecinde ortaya çıktı ki, o yıl büyük haraçlar ödedi. Bu kumarhanenin hiç para kazanamadığı beyanında bulunduğu devlete kalkıp haraçtan nasıl şikâyet etsin ki. Olsa olsa çete kurup haraca karşı savaşır. Veya başka bir örnek; arazi mafyası olarak anılan çeteler, devletin, hazine arazilerini işgalden koruyamaması nedeniyle kuruldu. Büyüdü, Cumhurbaşkanı katında bile tartışılan İlksan dosyasına geçecek kadar semirdi. Şimdi ilk sorunun yanıtını özetleyelim: Çeteler, devletin, elinde kalan ama giderek küçülen rantı koruyamaması, piyasalarda otoritesini yitirmesi, gelir kaynaklarının çeşitlenerek özel ellere geçmesi aşamasında kayıt düzeni kurulamamasını fırsat bildiler.
157
II. Kayıtdışından Kara Paraya Muhasebe Yöntemi ve Hayali İhracat Kayıtdışı ekonomi konusunda çok değerli akademisyenlerin farklı çalışmaları var. Tebliğimi fazla rakama boğmamak için eski DİE Başkanı Profesör Orhan Güvenen'in tahminini aktarmakla yetineceğim. Güvenen'in OECD ile paylaştığı öngörüye göre, Türk ekonomisinde kayıtlar, sadece yüzde 30-40'lık bölümü kapsıyor. Ekonomik faaliyetin yüzde 60'ı kayıtdışı dönüyor. Yani kabaca 200-300 milyar liralık bir sektörden söz ediyoruz. Peki bu sektörün kendi hiyerarşisi yok mu? Tabii ki var. Çünkü paylaşım böyle bir hiyerarşiyi zorunlu kılıyor. En üstte kayıtdışı ekonomiyi koruyan ve kollayan ziyaretçiler. Etrafında vurguncu sözde işadamları, hırsız bürokratlar, kirli güvenlikçiler... Yani devlet aygıtı. Peki vurgunda adil paylaşım nasıl olacak, hangi rakamlar esas alınacak? Herkes kimin ne kadar aldığını nasıl bilecek? Genellikle örtülü kalan bu hesaplar, 1980'li yılların ikinci yarısında hayali ihracat adı verilen soygun düzeninde tamamen ortaya çıktı. Kayıtdışı ekonominin gölgesine sığınan kara para tacirleri aslında hayali ihracatı muhasebe sistemi olarak kullandılar. Siyasetçi, teşvik yasalarını çıkardı, namuslu memurların ellerini-kollarını bağlayan tebliğ ve yönetmelikler icat etti. Satılık bürokratlar, usulsüzlüklerin üstünü örterek hiç mal göndermeden ihracat yapmış gözükenlere veya şişirilmiş fiyat beyan edenlere duraksamadan teşvik ödedi. Ve bu işlern, devletin resmi verileriyle, hayali ihracat muhasebe sistemi sayesinde gözetim altında sürdü. Aslında bu işin başka bir boyutu daha vardı. Muhtemelen ihraç edilen uyuşturucu, gelen silah ve altındı. Bu karanlık ticarete bir de vatandaşın vergisiyle teşvik ödeniyordu. Ve devlet, kimin hangi çetenin, hangi karanlık işlerden kaç para kazandığını adım adım izledi. Böylece ikinci hüküme geldik ve Susurluk çetesine yaklaştık:
158
Takvimler 1980'lerin ikinci yarısını gösterirken, devlet çeteleri, özel çeteleri, istediği an, istediği ölçüde teşvik ve vergilendirme, tasfiye etme imkânını yaratacak mekanizmaları kurdu.
III. Bavul Ticareti Efsanesi Nasıl Kullanıldı? 1990'lar, Türkiye açısından ekonomik ihtilal sayılacak konvertibilite sayısız yararının yanı sıra uygulama eksikliği nedeniyle bazı sakıncalar da yarattı. Mesela yurda giren dövizin kaynağının sorulması yolundaki tüm girişimler bilinçli olarak engellendi. Aniden yükselmeye başlayan döviz rezervlerinin ardında karanlık ticaret izleri aranacağına Laleli efsanesi yaratıldı. Laleli denilen kayıtdışı ihracat merkezi için çeşitli rakamlar üretildi. Laleli piyasası kimine göre 5 milyar, kimine göre 10, hatta 15 milyar dolar döviz girdisi sağlayan bir merkez olarak sergilendi. Yani ekonomide menşei belirsiz girdilerin tamamı bavul ticareti ile açıklanır hale geldi. Ama Susurluk kazasıyla gündeme gelen devasa uyuşturucu trafiği, bu efsaneye gölge düşürdü. Kolay değil, Türkiye üstünden geçen uyuşturucu cirosu, yıllık 30-55 milyar dolar düzeyinde tahmin ediliyor. Oysa ne Laleli parası, ne de uyuşturucu geliri resmi rakamlara yansımıyor, kayıtdışında kalmayı seçiyordu. İki paranın yani temiz ama vergisiz Laleli parasıyla, kirli mafya, çete parasının birbirine bulaştığı anlaşılınca, Merkez Bankası, ödemeler dengesi bilançosunu yeni bir anlayışla düzenlemeye başladı. IMF'nin de izniyle yenilenen Ödemeler Dengesinde anket usulüyle hesaplanan Bavul Ticareti kalemi, diğer cari gelirlerden ayrı gösterildi. Böylece cari açık rakamı da, 1,5 milyar dolara indirildi. Bavul hariç aynı açık 10 milyar 292 milyon dolar olarak hesaplandı. Rakamların sağlık derecesini tartışmasak bile vaziyet vahim. 8 milyar dolar kayıtdışı ekonomi resmen Merkez Bankası bilançosuna girdi bile. Ve koca iktisatçılar, bu kayıtdışını yok etmek yerine büyüklüğünü tartışmayı yeğliyor.
159
Peki Ödemeler Dengesi piyasası bu kayıtdışı itirafla düzeldi mi? Ne gezer! Çünkü aynı bilançonun net, hatta noksan kalemi sanki çıldırdı. Bu kaleme göre, Türk ekonomisinden 1996 yılında tam 1,8 milyar dolar döviz hiç iz bırakmadan kaçmış gözüküyor. Demek ki öyle bir ekonomik yıl düşünün ki, sadece kayıtdışı yollarla 8 milyar dolardan fazla ihracat sağlansın, ama en şiddetli kriz yıllarında bile rastlanmayan ölçüde döviz kaçışına sahne olsun. Bu mantığı kim anlayacak, anlatacak. Sırada üçüncü hükmümüz var: Kara para çetelerinin faaliyetlerini gizlemek amacıyla resmi rakamlarda manipülasyon aşamasına gelinmiştir. Ki bu, uluslararası itibar açısından en tehlikeli süreçtir. Değerli misafirler, Sonuç olarak iddiamız ortadadır. Devlet hiç de öyle sanıldığı gibi kayıtdışı ekonomiyi ölçemez, ortadan kaldıramaz halde değildir. Aksine kayıtdışı ekonomi ve yardımcı mekanizmalar, devlet-özel çete işbirliği için hayati öneme sahiptir. Çok yakından izlenir. Kayıtdışı ekonomi kayda alınmadan kara paranın kaynağı, sığınağı yok edilemez, çeteler parasız kalmaz.
160
TÜRK SİYASETİNDEKİ UYUŞTURUCU GÖLGESİ
Nezih Tavlaş
Strateji Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Konunun boyutlarının kafanızda oturması için geçmişte yaşanan, çok eski tarihler değil, birkaç olayı ardı ardına sıralamak istiyorum: 1969 yılında MHP Senatörü Kudret Baykan, Fransa'da uyuşturucuyla yakalanıyor, bu olayla ilgili olarak Sami Binicioğlu adlı bir AP milletvekili de tutuklanıyor. 1976 yılında Erbakan ve Asiltürk'ün bulunduğu Diyarbakır-Ankara uçağında bir ihbar sonucu arama yapılıyor, içinden eroin çıkıyor. 1978 yılında Almanya'nın Duisburg kentinde Halit Kahraman, -MSP milletvekilidir kendisiuyuşturucuyla yakalanıyor ve bunu Erbakan'dan aldığını açıklıyor. 1979 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde görevli Zahit Avcıbaşıoğlu, 40 kilo eroinle yakalanıyor ve üzerinden dönemin bakanlarından Enver Akova'nın kartı çıkıyor. 1992 yılında DYP Lice İl Başkanı uyuşturucu ile yakalanıyor.
161
1993'te HEP Fethiye İlçe Başkanı eroinle yakalanıyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Yani uyuşturucunun Türkü Kürdü, sağcısı solcusu yok. Uyuşturucuda etnik, siyasi ayrım söz konusu olmadığı gibi, uluslararası bağlantılar gerektiriyor. İster siyasi, ister asker, ister diplomat; uyuşturucu, her kesimden, her tür gruptan insanı kullanıyor. Çünkü uyuşturucu; inanılmaz kolay, inanılmaz büyük bir para sağlama aracı. Uyuşturucu mesafe kat ederken, sınırları kapılan geçerken, anahtarlar ya da izinler gerekiyor. Bunlar da siyasiler aracılığıyla sağlanıyor. Org. Güreş'in Seçim Finansörü Uyuşturucu Sanığı Berber -Yaşar Türkiye'de siyaset uyuşturucunun içinde, uyuşturucu da siyasetin. Bir dönemin Başbakanı Turgut Özal, İsviçre'de oğlu Ahmet Özal ile birlikte uyuşturucu kaçakçılığından hakkında gıyabi tutuklama kararı bulunan Berber Yaşar (Yaşar Aktürk) ile bir araya gelip saatlerce görüşüyor. Bir ülkenin Başbakanı uyuşturucu kaçakçılığına bulaşmış böyle bir insanla ne görüşür, ne konuşur? Görüşmeye aracılık eden Lübnan asıllı silah ve altın kaçakçısı, kara para aklayıcı
Muhammed Şekerci.
Bu Şekerci, emekli Marksistlerden Nasrullah Ayan'a, Nascor diye bir şirket kurduran kişi. Şekerci'nin ortağı uyuşturucu davası sanıklarından Berber Yaşar, eski Genelkurmay Başkanlarından Doğan Güreş'm Kilis'teki seçim harcamalarını finanse edebiliyor. Bu alanda ilişkiler sağ sol tanımıyor. Hatta bazen uyuşturucu işinin ailecek gerçekleştirildiği bile oluyor. Bu ailelerden ilginç olan, pek benzerine rastlanmayanını dikkatinize sunmak istiyorum. İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan bir raporda, üyelerin tümünün "Erez" soyadı taşıyan 14 kişilik bir uyuşturucu şebekesinden söz ediliyor.
162
Altı sayfalık raporda, "Erez Organizasyonu" olarak tanımlanan şebekenin, Van ili Başkale ilçesinde faaliyet gösteren ve Erez soyadı taşıyan; Hasan, Hüseyin, Abdülkadir, Abdülmecit, Bekir Sıtkı, Daştan, Rıdvan, İlhan, Tufan, Kemal, Fırat, Suphi, Abdullah ve Sabri Erez'den oluştuğu kaydediliyor.
tablo ve ilişkileri açıklayan şemalara da yer verilen raporda, "Erez Organizasyonu"nda görev alan üyelerin, uyuşturucu ticaretiyle olan ilgileri de, nüfus ve sabıka İçerisinde
kayıtları, tarih, olay, dosya numaralarıyla anlatılıyor.
Bu Erez'ler hakkında ne yapılmıştır, ne yapılmamıştır bunlar ayrı bir araştırma konusudur ama gerçek olan tek şey, var olduklarıdır.
İtiraflarıyla İsviçre'yi Altüst Eden Cantürk, Türkiye'de Serbest! Yine bunun gibi aydınlanmaya muhtaç bir konu, bîr isim de, bu âlemin ünlülerinden Behçet Cantürk konusudur. İzninizle bu konuya geçmek istiyorum. Behçet Cantürk'ün kim olduğunu herkes bilmektedir. Cantürk'ün, sol görüşlü olarak bilinen avukatı Uğur Alacakaptan ile tanışmasında eski bakanlarımızdan Hikmet Çetin aracılık edebiliyor. Cantürk'ün gözaltına alındığı sırada güvenlik birimlerine yaptığı itiraflar sonucunda verdiği isim ve koordinatlarla, dünyanın en büyük uyuşturucu operasyonlarından biri olan "Pizza Connection" gerçekleştiriliyor. İsviçre'de, Adalet Bakanı'na kadar uzanan uyuşturucu skandali ortaya çıkıyor; yüzlerce insan tutuklanıyor, milyonlarca dolara el konuluyor. Ama gelin görün ki, Behçet Cantürk, bu ifadeleri "baskı altında" verdiğini söylediği için serbest bırakılıyor ve Türkiye'de hiç kimse hakkında da soruşturma açılmıyor. Konu kapatılıyor yani. Ama gelin görün ki, Behçet Cantürk'ün ifadesi nasıl bir hayal mahsulü, anlattıkları zorda kaldığı için uydurduğunu söylediği isimlerse, hesap numaralarıysa, yabancılar bu koordinatlarla koskoca uyuşturucu şebekelerini yerle bir ediyorlar ama bizim ülkede hiçbir şey olmuyor, daha doğrusu olamıyor.
163
Araya birtakım eller, birtakım koruyucular giriyor. Bunlar, devletin en üst kademelerine kadar çıkabiliyor. Bu ilişkiler öyle hale ulaşıyor ki; Araştırmacı gazeteciliğin piri ağabeyimiz Uğur Mumcu'nun bir saptaması var; bugüne, Çiller'lere getiriyorum;
Silah Kaçakçılığı ve Terör kitabının 177. sayfası. Zekeriya Kürşat adlı bir AP'li milletvekilinin, uyuşturucu madde kaçakçılığından yakalandıktan sonra verdiği ifade, İsveç gümrük kayıtlarına dayanarak anlatılıyor. İfadelerde AP Genel Başkanı Demirci'm yanında Hayrı adında birinin adı geçiyor. Demirel'in yanında, onun özel korumalığını yapan bu Hayri'nin eroin kaçakçılığından mahkûm olan kardeşinin telefonlarının çıktığına dikkat çekiliyor. Bugünlere geliyoruz.
Uyuşturucu Kaçakçısının İrtibat Telefonu Başbakanlık Özel Kalemine Ait Dokuz ay önce birtakım belgelere ulaştık. Bu belgeler İnterpol, Emniyet Genel Müdürlüğü, Başbakanlık] arasında "hummalı bir faaliyeti" içeriyordu. Kanada'da yakalanan bir uyuşturucu kaçakçısının üzerinde Başbakanlığın telefonunun çıkması olayına ilişkin yazışmalardı bunlar. Olay şöyle gelişiyor: Kanada polisinin yakaladığı bir uyuşturucu kaçakçısının üzerinden çıkan Türkiye'deki irtibat telefonunun, kimin adına kayıtlı olduğunu sormasının ardından yapılan araştırmada, söz konusu telefonun Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğüne ait olduğu anlaşılıyor. Ancak bu durum, bilgiyi soran Kanada makamlarına dirilmiyor, saklanmaya çalışılıyor. En acısı, bu olayla ilgili olarak herhangi bir soruşturma da açılmıyor.
164
Belgelere göre olay şöyle gelişiyor: 1. Kanada Polisi, 31 Ekim 1995 tarih UlPI-7074 no'lu belgeyi Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık İstihbarat Daire Başkanlığı'na faks kanalıyla ulaştırıyor. "Royal Canadian Mounted Poliçe"t bağlı olarak Viyana'da görev yapan Narkotik Ataşe DA. Doombos'un imzasını taşıyan ve "A" sınıfı gizliliğe sahip belgede şu bilgiler yer alıyor:
"10 Şubat 1970 doğumlu David Dingwall isimli şahsın Toronto bölgesinde 5-6 posta kutusu içinde esrar sevkıyatını idare ettiğinden şüphe ediliyor. Her iki kutuya haftalık 300 gr. esrar konuluyor. Bu da yaklaşık olarak ayda 6-7 kg esrar yapar. Bu operasyonun birkaç ay sürdüğü düşünülüyor. Toronto'daki araştırmalar sonucunda uyuşturucu kaçakçılığından Ben Samuel Davidson tutuklandı. Paket üzerinde iade adresi olarak Dingwall'ın ikamet ettiği sanılan 'Barbara de Haan, Kle-inbeerpad 18, Eindhoven, Netherlands' yazılıydı. Davidson ifadesinde, DingvvaH'un talimatında, parayı Amsterdam/ Hollanda'daki ABMAMRO'daki 414936957 numaralı hesaba havale etmesini söylediğini belirtti. Dingwall ile irtibat kurulabilecek 31-20, 673 34493 ve 693 72 80 (Hollanda) ve Türkiye'ye ait 90 312 417 04 76 numaralı telefonlar tespit edildi. Davidson bu numaralardan Michael isimli birisiyle konuştuğunu da söyledi. Barbara da HAAN, David Dingwall ve Bert Samuel Davidson isimli şahısların kayıtlarınızda tanınıp tanınmadıklarının ve Ankara'ya ait yukarıda bahsedilen telefonun abonesinin kim olduğunun ve kayıtlarınızda tanınıp tanınmadığının bildirilmesini rica ederim." 1. Bu belgenin Ankara'ya ulaşmasından 21 gün sonra Emniyet Genel Müdür Vekili Cemil Serhadlı, Bakan adına imzaladığı bir dilekçeyle konuyu Başbakanlık Müsteşarlığı'na iletiyor. Serhadlı, 21 Kasım 1995 tarih ve 2114/18714/12572/267389 no.lu yazısında şu bilgilere yer veriyor:
165
"Kanada Makamlarından alınan bir bilgide; 10.02.1970 doğumlu David DINGWALL isimli bir şahsın Toronto bölgesinde posta yoluyla esrar sevkıyatını idare ettiği, bir ay içerisinde yaklaşık 6-7 kg esrar sevkıyatı yapabildiği, Kanada'da yürütülen tahkikatlar sonucunda Ben Samuel Davidson isimli şahsın bu ülkede tutuklandığı, paketler üzerinde iade adresi olarak Hollanda'ya ait bir adres olduğu, DAVIDSON'm ifadesinde David DINGWALL'ın kendisine parayı Anısterdam'da 414936957 numaralı hesaba havale etmesini 'söylediğini, DINGWALL ile irtibat kurması için kendisine Hollanda'ya 67334493 nolu telefonlar ile ülkemize ait 312-4170476 numaralı telefonların verildiğini ve DAVİDSON ülkemize ait bu numaradan MICHAEL isimli bir şahısla bir kaç kez görüştüğünü belirtmiştir. Belirtilen telefon ile ilgili olarak yaptırılan tetkikte; sözkonusu numaranın Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü'nün faks numarası olduğu anlaşılmıştır. Bilgi edinilmesini ve konu ile ilgili görüşlerinizin bildirilmesini arzederim" 3. Bu yazışmadan üç gün sonra Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Akın İstanbullu, 24 Kasım 1995 tarih ve 01-43-02798 numara ile Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı'na, Nedim Öztürk'ün dikkatine sunulmak üzere şu yazıyı gönderiyor:
"İlgi yazıda belirtilen telefaks numarası Müdürlüğümüzde mevcut bulunan 3 telefaks cihazından birisine attır. Bu husustan hareketle, Müdürlüğümüzde yapılan incelemede sözkonusu yazıda belirtildiği şekilde bir muhabere yapılmadığı anlaşılmıştır. Ancak, konunun hassasiyeti dikkate alınarak herhangi bir tereddüte mahal bırakılmamasını teminen, İçişleri Bakanlığı (Emniyet Genel MüdürlUğü)'ndan, yapıldığı ileri sürülen görüşmelerin tarihleri konusunda edinilecek bilgilerden hareketle; Başbakanlık tarafından ödenmekte olan faturalarla ilgili olarak belirtilen tarihleri içine alacak şekilde detaylı döküm istenmesinin ve bunlar üzerinden aynca kontrol yapılmasının gerekli olduğu düşünülmektedir. Bilgileri ve gereği arzolunur"
166
4. Aradan 20 gün geçtikten sonra 14 Aralık 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık İstihbarat Daire Başkanı TuncayYılmaz, durumdan kendilerini haberdar eden Kanadalı Narkotik görevliye 75677 no'lu bir faks mesajı gönderiyor. Yılmaz, mesajında şu notu iletiyor:
"İlgi yazınızda uyuşturucu madde kaçakçılığı konusunda görüşmeler yapıldığı belirtilen telefonun, hangi tarihlerde arandığı, görüşmelerin dinlemeye alınıp alınmadığı ve ne gibi görüşmeler yapıldığı hususunda sizin teshillerinizin bulunup bulunmadığının ve telefon numarasının yeniden tetkik edilerek bildirilmesini rica ederim. İşbirliğiniz için teşekkür ederim" 5. Yılmaz'ın bu mesajına 15 gün sonra 2 Ocak 1996 tarihinde UIPI-6301 nolu faks notuyla cevap veren Kanadalı Narkotik görevli Doornbos, mesajında şu bilgilere yer veriyor:
"90 312 417 04 76 numaralı telefonla, tutuklu Samuel Davidson hiç kontak kurmamıştır; Hollanda numaraları hariç, Türkiye'ye ait numara, Dingvvall ile irtibat kurulması gerektiğinde kullanılmak üzere verilmişti. Bu yüzden, numara Araştırma ünitemizce hiç bir zaman teknik takip konusu edilmemiştir ve irtibat tarihi ve zamanı hususunda her hangi bir spesifik bilgimiz yoktur. Önceki yazımızda belirtilen hususlara ilişkin cevabınızı bekliyorum. Saygılar." 6. Bu mesajdan 10 gün sonra 72 Ocak 1996 tarihinde Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık İstihbarat Daire Başkanı Tuncay Yılmaz, Kanadalı Narkotik görevli Doornbos'a 4 no'lu şu faks mesajını gönderiyor;
"David Dingwall hakkındaki yazınızla ilgili olarak; Bert Samuel Davidson, Barbara de Haan, David Ding\vall isimli şahısların kayıtlarımızda tanınmadıkları tespit edilmiş olup, ilgide kayıtlı yazınızda da belirtildiği üzere, Türkiye'de kurulu bulunan telefondan Dingvvall'la bir irtibat kurulmamıştır. Ülkemizle ilgili her türlü detaylı bilginin gönderilmesini rica ederim. Işbirliğiniz için teşekkür ederim."
167
7.
Kanadalı Narkotik görevli Doornbos, aynı gün yani 12 Ocak 1996 günü gönderdiği UIPI-
6331 no'lu faks notunda şu görüşleri dile getiriyor:
"12.01.1996 tarihli faks yazınız için tefekkürler. Türkiye ile ilgili elimizde mevcut tüm bilgileri size göndermiş bulunuyoruz. Tek eksik olan bilgi, 90 (312) 417 04 76 numaralı telefonun abonesi hakkındaki bilgilerdir. Söz konusu telefonun abonesinin biyografik bilgileri ile kayıtlarınızda tanınıp tanınmadığını bildirmenizi rica ederim. " Kanada polisinin bu ısrarı sonucu Emniyet Genel Müdür Vekili Cemil Serhadlı, 16 Şubat 1996 tarih ve 48-080 no'lu dilekçe ile tekrar Başbakanlığa başvurdu: 8.
"İlgide kayıtlı yazıların konusunu teşkil eden telefon numarası ile ilgili olarak, ilgi (a)'da kayıtlı yazı ile uyuşturucu madde kaçakçılığında kullanıldığına dair bilgi alındığı bildirilmiş, ilgi (b)'kayıtlı yazı ile de söz konusu telefon ile belirtilen şekilde muhabere yapılmadığının tespit edildiği, ancak konunun hassasiyetine binaen, herhangi bir tereddüte mahal bırakmamak için konunun takip edileceği bildirilmişti. Söz konusu telefon hakkında elde edilen gelişmeler' ile konu hakkındaki görüşlerinizin İVEDİ olarak bildirilmesini arzederim."
168
Telefon Kayıtları Siliniyor... Başbakanlığın bu yazıya yanıt verip vermediğini bilmiyoruz ama bildiğimiz bir tek şey var, o da, bu olayla ilgili olarak, böylesine ka¬ranlık bir konuyu aydınlığa kavuşturacak telefon döküm ayrıntılarının yukarıdan gelen "gizli" bir emirle silindiği. "Kim, niye sildirdi?" Bu da araştırılması gereken bir konudur. Biz bu belgeleri ele geçirdiğimizde bizim haber bülteni Gündem'de haber yaptık, ama Gündem, sadece abonelere gönderildiği ve sınırlı sayıda okuru olduğu için, konu Aydınlık aracılığıyla kamuoyuna duyuruldu. Kendilerine teşekkür ediyorum. Konunun bundan sonraki boyutlarını öğrenmek için Kaynak Yayınları'ndan çıkan Çiller Özel Örgütünü okumanız gerekiyor. Orada "Günümüzde kim kimdir, ne işle uğraşır?"ın yanıtları vardır.
169
NÜKLEER MADDE KAÇAKÇILIĞI VE TÜRKİYE
Metin Dalman
Focus Dergisi Türkiye Temsilcisi Türkiye öyle bir ülke ki, dünyaya yeni yeni metotlar, yeni yeni tehlikeli maddeler üretmeye başladı. Nükleer madde kaçakçılığını Türkiye'de pek bilmiyoruz. Nükleer madde kaçırılırsa ne oluyor. Atom bombası yapılıyor. Nükleer bombayı yapmak için dünyada bazı meraklı müşteriler var. Bunların başında İran geliyor. Irak, Pakistan, Hindistan ve Libya. Çünkü Sovyetler zamanından bu yana, nükleer silahların sıfıra indirilmesi konusunda Rusya'yla Amerika arasında bir anlaşmaya varıldı. Sıfıra indirilmedi ama prensip olarak böyle bir anlaşma var. Atom bombasına sahip olmak, bu ülkelerin hepsinin hayali. Bu olursa ne olacak? İran bütün Avrupa'yı vurabilecek, Amerika ile pazarlık gücüne sahip olabilecek. Terörist ülke olarak damgalanan ülke, birdenbire pazarlıklar yapılmaya mecbur kalınan ülke haline gelecek. Türkiye, bu bakımdan çok önemli bir köprü. Türkiye'nin bu pazarda verebileceği çok şey var.
170
Cezası Yok! Nükleer madde kaçakçılığı Türkiye'de maalesef suç olmuyor. Sigara kaçakçılığı neyse, kahve kaçakçılığı neyse, nükleer madde kaçakçılığı da o. Hiçbir cezası yok. Çok küçük bir para cezasıyla kurtulmak mümkün. Ayrıca, uyuşturucudan çok kârlı. Uyuşturucu getirdiğinizde baz morfini eroin yapmak zorundasınız, onu Avrupa'ya sokmak zorundasınız, paketlere bölüp satmak zorundasınız. Bir sürü iş. Nükleer maddenin bulunduğu yer belli, müşterisi belli. Parası hazır. Gramlarla kaçırtabildiği için de saklanması, taşınması kolay.
Talibi Çok Türkiye'de nükleer madde pazarına girmek isteyenler var. Bunlardan biri Türk mafyası. Çünkü uyuşturucu konusunda artık imkânlar azaldı. Kâr marjları azaldı. Türk mafyasının yıllardan beri oluşmuş bir altyapısı var. Belirli noktalarda adamları var. Rusya'dan bütün Avrupa'ya kadar gelişmiş ağları var. Nükleer madde pazarına girmek isteyen önemli bir güç de PKK. Çünkü bunun en büyük müşterisi İran. PKK'nın da İran'a ihtiyacı var. Hem lojistik destek anlamında ihtiyacı var, hem de para anlamında. İran'a nükleer madde sağlayan bir örgüt olmak, PKK'ya tahmin edeceğimizden çok daha büyük imkânlar sağlayacaktır. Bu nedenle PKK, elimizdeki bilgilere göre, nükleer madde pazarında oldukça önemli rol oynamakta. Bu maddeyi Türk makamları bilmiyor. Uranyum nedir, nasıl analiz edilir, nasıl saklanması gerekir, fiyatı nasıl tespit edilir? Bunları bilen bir makama rastlamadım. Türkiye'de "uranyum235" yakalandı. Çok tehlikeli bir madde bu; Vatan Caddesi'ndeki Emniyet Amirliği'nin deposunda yıllardır duruyor. Özel sandıklar içinde saklanması lazım. Naylon torbanın içinde saklanıyor. Nükleer madde konusunda, Aydınlık dergisinde, Özer Çiller ailesinin bu konuya da bulaştığına ilişkin bazı yazılar okuduk. Ben bunun belgelerine maalesef ulaşamadım.
171
Elimizdeki belgelere göre, Türk polisinin yaptığı operasyonlarda, dünyada ilk defa, ilk ve tek resmi alıcı olarak İran devletinin adı geçiyor. Dünyada bunun ikinci bir örneği yok. Türkiye'nin yaptığı araştırmalar, farkına varılmadan o kadar büyük noktalara gidiyor ki, İran devletinin alıcı rolünde olduğunu Türk emniyeti ve Türk DGM'si belgelemiş durumda.
Türkiye Anahtar Ülke Oluyor Alman Dış İstihbarat Örgütü (BNP), 96 yılında, CIA'yla birlikte çok büyük bir operasyon yaptı. Bu operasyon, yedi ülke içindedir. Almanya, İsviçre ve Türkiye için bir operasyon. Buna göre dünyada nükleer madde kaçakçılığının en önemli ismi bir Türk: Metin Selvi. Metin Selvi'nin TKP'li olduğu, geçmiş yıllarda KGB adına ajanlık yaptığı ve Türkiye'de önemli bir bakanın akrabası olduğu söyleniyor. Alman gizli servis BNP raporları böyle yazıyor. Bu raporlar elimizde. Bu son derece önemli; dünyadaki nükleer madde kaçakçılığını yöneten insan olarak BNP ve C1A tarafından damgalanmış bir Türk hakkında, Alman hükümeti Türk polisine bir yazı yazıyor. Türk polisinden gelen yazı sadece iki satır: "İsmine kayıtlarımızda rastlanamamıştır." Bu son derece üzücü bir konu; Türkiye, planlı en büyük nükleer madde kaçakçılığı konusunda anahtar ülke oluyor ve Türk hükümeti bunu bilmiyor! Farkına varmazlarsa (!), Türkiye terörizme destek olan ülkeler arasında yer alabilir; buna da şaşmamak lazım. Türkiye artık Rusya'dan gelen, İran, Irak ve Rusya'ya satılan nükleer maddelerin buluştuğu, değerlendirildiği ve saklandığı ve pazarlığının yapıldığı ülke oldu. Bu, belgelerle açıklanmış durumda. Türkiye'de 10 tane olay var Türk polisinin kayıtlarına geçmiş. Nükleer madde kaçakçılığını bizim hükümetlerimiz bilmiyor ama başbakanımızın bu ülkelerle ilişkilerine baktığımızda da fazla şaşırmamak lazım!
172
KONTROL EDİLEMEYEN BİR GÜÇ DEVLETİN İÇİNE GİRMİŞ
Fikri Sağlar
Oturum Başkanı CHP İçel Milletvekili, TBMM Susurluk Araştırma Komisyonu Üyesi Türkiye'nin bağımsızlığıyla ilgili, Türkiye'nin geleceğiyle ilgili bir fotoğrafın aydınlanması doğrultusunda bir çalışmaya katkıda bulunduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Türkiye Cumhuıiyeti'nin ayakta kalmış olması, az sayıda aydının direnmesiyle oluyor. Önemli olan galiba bu sayının artırılması. Bunun için de Susurluk fotoğrafını iyi görmemiz gerekiyor. Bizim konumuz, Çiller Özel Örgütü (ÇÖÖ)'nün faaliyetleri. ÇÖÖ, 3 Kasım'dan önce Türkiye'nin gündemine geldi. İşçi Partisi'nin çok değerli genel başkanı Sayın Perinçek vasıtasıyla geldi, ama kimsenin dikkatini çekmedi. ÇÖÖ ile ilgili ne yapılıp yapılmadığım kimse çok fazla bilmiyor ve ilgilenmiyordu belki. Ama 3 Kasım'da bir Mercedes bir kamyona çarptı, sanki Türkiye kamyona çarpmış gibi bir netice ortaya çıktı. Türkiye, 3 Kasım'dan sonra çok önemli bilgilerle, olaylarla karşı karşıya kaldı. 3 Kasım'dan bugüne kadar peşi peşine gelen bilgiler, 3 Kasım öncesine daha başka gözle bakmaya neden oldu.
173
Birçok arkadaşımız, bizler için, "o durumda siz yetkiliydiniz, bunların farkında değil miydiniz" diyebilir. Aslında değildik; çünkü yan yana duran iki binanın birinde darbe kararı verilirken, diğerinde başbakanın bundan haberi olmuyor. Türkiye'de bilgiler maalesef atanmışların cebinde. Seçilmişlerin bu bilgilerden haberi yok. Dolayısıyla Türkiye'de demokrasi tam olarak olmadığı, demokratik kurumlar, kurallar tam olarak çalışmadığı için birçok şeyi sonradan öğreniyorsunuz. Bence önemli olan, öğrendikten sonra ne yaptığınızdır. Siyasetçisinin, aydının, yazarın çizerin, konuyu öğrendikten sonra ne yaptığıdır. O sınavı acaba geçirdik mi? Parlamento, 3 Kasım'dan sonra, oybirliğiyle bir komisyon kurulması doğrultusunda ilk sınavını verdi ve başarılı oldu. Ama aradan geçen süreçte, özellikle iktidar partileri, bu konunun içerisinde kendilerinin de olabileceği, düzenin partileri olduğu ve bu düzenden kan aldıkları bilinciyle, peşi sıra gidildiğinde, kendilerinin de yok olacağını anlayarak işe parlamentodaki gibi bakmadılar ve mümkün olduğunca devletin arşivlerini kapamaya, bilgilendirmemeye ve sonra açıkça, "fasa fisodur, glu gludur" diyerek, bürokrasiye de gerekli tembihleri dolaylı olarak yapmaya çalıştılar. Birçok araştırma sonucunda geldiğimiz noktada, en fazla yüzde 30'luk bir mesafe kat ettiğinizi görebiliyorsunuz. Aldığınız bilgilerin, belgelerin yeterli olmadığını görebiliyorsunuz. Örneğin, meşhur kazada ölen kişilerin, Kuşadası'nda kalmış oldukları otelin faturasını ödeyen bir kişi var. İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu'nun Başbakanlık Teftiş Kurulu'na vermiş olduğu bilgide bu kişinin ismi var, ama bu kişiyle ilgili hiçbir araştırma yapılmamış. Otel faturalarını ödeyen kişinin, sadece ismi biliniyor, kimse kimliğini ve cismini bilmiyor. Buna benzer bilgilerin, sonuca gitme konusunda engelleyerek verildiğini görebiliyoruz. Mesela silahların daha önce kullanılmasıyla ilgili raporun içinde bir paragraf unutulmuş! Sonra başka bir düşüncenin devam ettiğini görüyorsunuz. Benzeri eksik bilgilerin alenen yapıldığını ya da bilerek yolun karıştırılması doğrultusunda faaliyet gösterildiğini söylemek istiyorum. Kontrol edilemeyen bir güç devletin içine girmiş ve önce devletin âli menfaatleri adına diye ortaya koydukları çalışmaları, çokça ve sadece kendi çıkarları doğrultusunda sağlamaya çalışmışlar.
174
Bizden önceki oturumun çok değerli iki konuşmacısını dinledim. Özellikle uyuşturucuyla ilgili bölümde benim de birkaç ekleyeceğim şey var. Türkiye'de özellikle uyuşturucudan kaynaklanan kara paranın çok fazla olduğunu görebiliyoruz. Bunu da emniyet yetkililerinin vermiş olduğu bilgilere dayanarak söylüyorum. Tutanaklarda geçen bilgiler: 15 ton eroin yakalanmış. Yakalananın, yüzde 15'le 20'si olduğunu söylüyorlar. Daha fazla da olabilir diyorlar ama ortalama böyle hesaplarız diyorlar. Birçok şeyi de biliyor yetkililer. Böyle yüzde 20 diye hesap ederseniz, 75 ton eroin demektir. Yine Kaçakçılık Daire Başkanı'nın vermiş olduğu bilgiye göre, bir kilo eroinin Almanya'da perakende satış fiyatının bir milyon mark olduğu söyleniyor. 75 milyar mark yapar. Bu da ortalama 55 milyar dolardır. Bizim bütçemizde; ihracatın 20 milyar dolar, iç borcun 30 milyar dolar, bütçenin 55-60 milyar dolar olduğunu düşünürseniz, bütçeye yakın bir kara paranın sadece uyuşturucudan elde edilen bir kara paranın olduğu ortaya çıkar. Hakkâri Yüksekova'dan afyonun girişinin 15 bin mark olduğu, İstanbul'da eroin olarak kesiminin de 450 ila 500 bin mark olduğu söyleniyor. Bu rakamları kamuoyunda tekrar ettikten sonra, bu işi yapan yerlerden telefonlar almaya başladım; "Bu rakamlar bu kadar fazla değil, 450 bin dolar değil, biz 35 bin dolara veriyoruz!" diyorlardı. Arada çok büyük fark var. Birisi diyor ki, bu kadar büyük rakamlar söylerseniz, bu işin çok cazibesi olacaktır. Oral Çelik'e, ne düşünüyorsun bu uyuşturucu meselesinde diye sorduğumuzda, "gurur duyuyorum" dedi. Neden dedik. Dedi ki, "Avrupayı zehirliyoruz. Yetkim olsa uyuşturucu ticaretine müsaade ederim"! Ben dedim ki, müsaade etme, yap. "Olabilir" dedi. Böyle bir ortam, bu kadar rahat bir ortam yaratılmış. Komisyonlarda verilen ifadeleri tutanaklarda göreceksiniz. Dört dönem parlamenterlik yapıyorum, 14 yıldır parlamenterim ama dört ayda 14 yılda gördüklerimden çok daha fazlasını gördüm ve Türkiye'nin gerçeğiyle karşı karşıya kaldım. Hem komisyon raporunun iyice incelenmesi, hem de Susurluk'la ilgili kitapların, araştırmaların iyice incelenmesi gerekiyor. Ben 14 yıldır uyumuyordum, çok da gözüm açık çalışıyordum. Ama gözü açık çalışanların bile şaşırdıkları birçok faaliyeti, olayları hep birlikte gördük. Dolayısıyla uyuyor mu uyumuyor mu kavgasından ziyade, bundan sonra, gözümüzü hiç kapatmamak üzere açmamız gerektiğini ortaya koymalıyız. Bunun, bir daha doğruya ulaşma yarışı olması gerektiğine inanıyorum. Birbirimizi kırmadan, tökezletmeden olması gerektiğine inanıyorum.
175
Çiller ne yaptı? Kanada'da yakalanan bir uyuşturucu kaçakçısının üzerinden çıkan Başbakanlık telefon numarasından bahsetti bir arkadaşım. Daha sonra bize bir rapor geldi. Bu rapor, Başbakanlık Teftiş Kurulu'nda, bu konuyla ilgili hiçbir çalışma yapılamadığını söylüyor. Ama komisyondaki baskılarımızın neticesinde şöyle bir rapor daha geldi: "Yapılan araştırma doğrultusunda bu telefonla, bu konuda hiçbir görüşme yapılmamıştır." Hangi konuda olduğunu bilmiyoruz. Şimdi Turizm Bakanlığı müsteşarı olan, o zaman müsteşar yardımcılığı yapan Nedim Öztürk'ün vermiş olduğu ifadede ise gördüğümüz kadarıyla, bu çalışmanın bir baskı altında yapıldığı ortaya çıkıyor ve bunu da açıkça söylüyor. Ben birçok yerde sordum; neden bu uyuşturucu kaçakçısının üzerinde Başbakanlığın telefon numarası çıktı da, faks da olsa Bayındırlık Bakanlığı'nın çıkmadı? Bunun, cevabını vermeleri gerekir. 5 Mart'ta Tansu ve Özer Çilleri komisyona davet ettik. Komisyonun büyük çoğunluğu gelmeleri yönünde karar verdi. Ama hükümetin devrilmesi söz konusu olunca, özellikle Sayın Çiller'in, Refah Partili başkana ve grup başkan vekillerine, bu, hükümetin sonudur tehdidini savurmasından sonra, 11 Mart'ta, RP milletvekillerinin, çoğunluğunu DYP'nin oluşturduğu komisyona gelmemeleri doğrultusunda bir karar verildi. Dolayısıyla bu sorulan sorma fırsatını ele geçiremedik. Ama bu soruların daha da artacağı yönünde çalışmalar gelişti. Bildiğiniz gibi Kuşadası, turizm konusunda ülkemizin önemli bir yeri. Son zamanlarda Emniyetin verdiği raporlarda da açık; yeni bir uyuşturucu, adam kaçırma ve yasadışı faaliyetlerin limanı olarak gözüküyor. Ve Kuşadalılar bundan son derece rahatsız. Bir turizm kenti olarak kalmak istiyorlar. Susurluklular gibi de anılmak istemiyorlar. Ama maalesef Pelister çiftliği olayından sonra, böyle bir ünün oraya yamandığını da görebiliyoruz. Pelister çiftliği olayını hepimiz biliyoruz. Çiller ısrarla, burası benim değil, dedi. Ama daha sonra, Çiller ve Özer Çiller, bu çiftliği kendi üzerlerine geçirdiler; 16 Mayıs 1995'te, Kuşadası eski Belediye Başkanı Lütfü Suyolcu öldürüldükten sonra. Suyolcu, eski sosyal demokrat, 95'e kadar DYP'den belediye başkanı. Onun belediye başkanlığı döneminde Kuşadası'nda, imar alımlarıyla ilgili büyük sıkıntılar yaşanıyor.
176
Bu sıkıntılardan bir tanesinin, iddiaya göre, Pelister çiftliğiyle ilgili olduğu söyleniyor. Sonra bakıyorsunuz birçok olay, Kuşadası marinasında cereyan ediyor. Ve Kuşadası'na emniyet müdürü dayanmıyor. Sürekli değiştiriliyor. Niçinlerini, nedenlerini araştırmak gerekir. Bu araştırmaları devam ettirmemiz gerekir. Anlaşılıyor ki; son çetenin takım kaptanı, Çiller ailesidir. Belge derseniz, buradaki tüm konuşmalar bunun belgesidir. Ama ben hukukçu değilim. Yarın, bizi yargılar, cezalandırır. Çünkü Özer Çiller, benim param çok, diyor. Bugün Türkiye'de ve dünyanın hiçbir tarafında paranın satın almayacağı hiçbir şey yok. Dolayısıyla ne karar verirler bilemiyorum. Ama son takım kaptanı Çiller'lerin, takım kaptanı oldukları açıklanırsa, somut delilleri ortaya çıkarılırsa, inanıyorum ki diğer takımların kaptanları d a çıkarılacaktır. Çünkü bu yasadışı oluşumun, siyasetçilerin koruması olmadan, devletin içinde kontrol edilemeyecek bir güç olarak durmaları mümkün değildir. Kara paranın aklanma yolları daha önceki toplantılarda tartışıldı. Hayali ihracat, kumarhaneler, döviz büroları, bankalar ve en son a l l ı n borsası; altınla olduğu açık. Baktığımız zaman bunların büyük bir çoğunluğu son dönemde oluyor. Değerli arkadaşlarım, şimdi Susurluk kapatılmaya çalışılıyor. Susurluk konusunda sizler konuşuyorsunuz. Aydınlarımız konuşuyor. Çok az siyasetçi konuşuyor. Ve geri kalan kimseler bununla ilgili bir şey yapmıyor. Bir avuç kalsak da devam etmemiz gerekiyor. En azından Susurluk kazası sonrası bu bilgilere sahip olmazken, bir hükümetin içişleri bakanı istifa etmiştir. Bu bile başlı başına bir olaydır. Şimdi o içişleri bakanı, dokunulmazlığının kalkması doğrultusunda gelen fezlekenin, TBMM'ye, Genel Kurul'a gelmesini engellemeye çalışıyor. Bunlar söylendiği zaman da vatan, millet, Sakarya'dan bahsediyor. Tarihi konuşmalardan bahsediliyor ama çıkıp da, yeşil pasaportu ya da polis hüviyetini ya da silahlan nasıl verdiğiyle ilgili hiçbir şey söylemiyor. Şimdi de, bu hükümetin değişmesi doğrultusunda faaliyetlerde bulunuyor. Siyasi rant peşinde ön plana çıkmaya çalışıyor. Bunların hepsi, bu fotoğrafın üzerinin kapatılması için yapılıyor.
177
Eğer kapatılırsa, bundan önce kapatılanlar gibi giderek yığılacak, bir zaman sonra çözüme hiç gidemeyeceğiz. Başta da söylediğim gibi, bu, Türkiye'nin bağımsızlığıyla, insan haklarıyla ilgili, Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş olmasıyla ilgili bir konu. Hükümetin değişip değişmemesi ya da işçi haklarının alınıp alınmaması, hepsi, bu fotoğrafın net olarak görülmesine bağlı. Evet, ben burada sözlerimi tamamladıktan sonra, mikrofonu değerli Adnan Akfırat'a teslim ediyorum.
178
KÜÇÜK AMERİKA SÜRECİNİN SONU: CIA GÖREVLİSİ BAŞBAKAN
Adnan Akfırat
Gazeteci/ Aydınlık Konferans'ta iki gündür döne döne önümüze gelen şu sonuç var: Küçük Amerika projesi iflas etti. Ekonomiyi irdelerken de aynı sonuca varıyoruz, siyasal tablo da aynı sonucu gösteriyor. Güzel olan tarafı, bunun artık yurttaşların bilincine çıkıyor olması. Susurluk, bu bilinç sıçramasında önemli bir ivme yarattı.
"I Love You Amerika" Tangolarından Bugüne Ben yaşamadım ama buradaki izleyicilerin bir bölümü canlı tanıkları. 1940'lı yılların sonu, 50'li yılların başında ABD'den kötü söz etmek bile "komünistliğin" işareti sayılıyor, takibat nedeni oluyordu. Amerikalılar, "Barış Gönüllüleri" projesiyle Türkiye'nin her yanına yayılmış, askeri birliklerde bile eğitim verir duruma gelmişti.
179
Sayın Bilbilik anlattı "yardım" sürecini. Babam, askerdeyken US Steel damgalı kaşıklarla çorba içtiğini söylerdi. Radyolarımızda, "l love you Amerika" tangoları çalınıyordu. Ancak bugün, Amerikalılar da yaptırdıkları araştırmalarda saptıyorlar, halkta ABD'ye karşı müthiş bir direnç gelişiyor. Yurtseverlik bilinci, geçmişte karşı cephede bulunanlara bile saf değiştirtiyor. Bugün, örneğin ANAP'ın kurucusu İstanbul eski Belediye Başkanı, eski DYP Milletvekili Bedrettin Dalan, ABD'nin 1947'de, Türkiye'nin eğitim sistemini bozduğunu ve aptallar! yetiştirmeyi hedef alan bir projede başarı kazandığını söylüyor.
Amerikan Diplomalı Başbakanlar Küçük Amerika sürecinin en önemli hedefi ve tramplen tahtası kuşkusuz parlamentoydu. "Millet iradesi", "demokrasinin gereği" yutturmacaları için TBMM'nin denetim altına alınması gerekiyordu. Nitekim bu süreçte parlamento kapalı av alanı oldu. Sandıklar öne Washington'da kuruluyordu. Sonuç şöyle: Son 40 yılın başbakanlarının neredeyse tamamı] ABD'de eğitim görmüşlerden seçildi. Süleyman Demirci, Bülent Ecevit, Turgut Özal, Tansu Çiller Amerikan üniversitelerinden diploma sahibiler.
Bilderberg'le Yapıya Entegrasyon Bu dönemin iki başbakanı ise ABD'de eğitim görmedi, ama Dünyanın Efendileri olarak adlandırılan Bilderberg kulübü yoluyla yapıya dahil edildiler. Türkiye'deki ilk Bilderberg toplantısı Adnan Menderes başbakan iken yapıldı. 1959'da da Menderes, toplantıya bizzat katıldı. İkinci örnekse Mesut Yılmaz. Yılmaz, 1991'de, Başbakan olmadan önce, Washington'daki Bilderberg toplantısına gitti. Necmettin Erbakan da, sağ kolu Abdullah Gül'ü bu toplantıya yollayarak sürecin dışında olmadığını gösterdi.
180
Özal ve Çiller'in Farkı Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, "ikinci vatanım" sözünü sıkça kullanıyor. Basında ABD'yi kastettiği yazılıyor, kanımca ikinci vatanı Türkiye'dir. İkinci vatan edebiyatının sahibi, "Prezidan Buş'un telefon arkadaşı" Turgut Özal'dır. Şimdi Star televizyonunun haber yönetmeni Ufuk Güldemir, onu övmek için hazırladığı "Texas-Malatya" kitabında, Özal'ın, 1952'de ABD'den dönerken, "vatanımdan ayrılıyor gibi hüzünleniyorum" dediğini yazıyor. 12 Eylül ve Özal dönemi, ABD ile ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. İşbirlikçilik döneminden doğrudan komutla yönetim devrine geçildi. Burada kuşkusuz bir abartma var. Türkiye'nin otomatik pilota bağlandığını ve düğmeye Washington'ın hükmettiğini söylemiyoruz. Önceki döneme kıyasla bir nitel değişiklik yaşandığını vurguluyoruz. 12 Eylül'le başlayan sürecin doruk noktası, CIA görevlisi ve ABD vatandaşı bir kişinin başbakan olmasıdır. Bu, Küçük Amerika projesinin vardığı noktadır. Bu durum, bu sürecin iflas ettiğini de göstermektedir. ABD, ancak oyuncak bir başbakanla Türkiye'ye hükmedebilecek durumdadır. Böylesi bir tercih, aracı kullanan için de tehlikelidir. Açığa çıktığında bir bedel ödemek zorunda kalınacaktır. Türkiye gibi, yüzyılın ilk ulusal kurtuluş mücadelesini vermiş bir ülkede, bu bedel kuşkusuz ağır olacaktır.
1967'de Ayağıyla Gitti (Walk İn) Tansu Çiller, 1963 yılında Amerikan Kız Koleji'ni, yani Robert College'in lise kısmını bitirdi. Ailesi yoksuldu. Lisede burslu okudu. ABD ile çıkara dayanan ilişkisi, Robert College'in yüksek bölümünde başladı. Bu dönemde Tansu Çiller'in okul taksitlerini bir sanayici aile karşılıyordu. 1967'de Robert College'in İktisat Bölümü'nden mezun oldu. ABD'de bursla eğitim için Amerikan devletine başvurdu. 1967 yılında, ABD Büyükelçiliği'ne giderek, "ABD çıkarları için görev almaya hazır" olduğunu belirtti. Bu sayede ABD'den burs elde etti. CIA'nın sözlüğünde bu tür gönüllü görev almaya "walk in" (ayağıyla gelen) deniyor.
181
ABD'ye Büyükelçiliğin Özel Vizesiyle Girdi Gönüllü görev alma isteğinden sonra, Tansu Çiller hakkında üç ayrı j araştırma yapıldı. Bu araştırma, CIA Türkiye İstasyonu'nun yanı sıra Uyuşturucuyla Mücadele Örgütü (DEA), ABD Dışişleri Bakanlığı] İstihbaratı (BRI-Bureau of Research and Intelligence) gibi örgütlerce] yürütüldü. Uygun bulununca Ankara'daki Amerikan Büyükelçisi'ninj özel vizesiyle ABD'ye girdi. Özel vize, yalnızca Büyükelçi tarafındanj ancak istisnai durumlarda ve özel kişilere veriliyor.
Green Card'ını 10 Ağustos 1970'te Aldı; Numarası: A 149 33 25 N 95 Tansu Çiller, ABD'nin sağladığı olanakla, bir devlet üniversitesi! olan New Hampshire Üniversitesi'nde iktisat yüksek lisansına 1967 yılında başladı. 1969'da mastırını tamamladı. Aynı yıl, Connecticud Üniversitesi'nde doktoraya başladı. 1970 yazında iktisat doktoru oldu. Doktora derecesiyle birlikte, ABD'de ikamet ve çalışma izni sağlayan Green Card'a da kavuştu. ABD Adalet Bakanlığı kayıtlarında, Çiller'in 10 Ağustos 1970 tarihinde Connecticut Eyaleti'nin Hatfora kentinde Sürekli İkamet İzni (Permanent Residence) aldığı bilgisi yer alıyor. Sürekli ikamet izninin belgesi de Green Card. Tansu Çiller'in Green Card Numarası A 149 33 25 N 95. ABD'de çalışma izni bulunanlara verilen Sosyal Güvenlik Numarası ise 043-50-0720.
CIA'nın Peary Kampı'nda Psikolojik Savaş Eğitimi Tansu Çiller, doktorasını bitirdikten sonra dünyaca ünlü Yale Üniversitesi'ne devam ettiğini söylüyor. Sık sık rastlandığı gibi, bu da j gerçeği yansıtmıyor. Yale Üniversitesi kayıtlarında Çiller'in adına rastlanmıyor. CIA kampında eğitim aldığını perdelemek için bu yalanlar uyduruldu. Çiller, 1970-71 arasında CIA'nın Virgina'daki Camp Peary \ adındaki kampında özel eğitimden geçti. Çiller bu kampta yedi ay kaldı.
182
Camp Peary, askeri üs görünümü altında, CIA'nın Eğitim Dairesi tarafından yönetilen gizli eğitim üssü. Washington'dan birkaç saat uzaklıkta. Kod adı: The Farm, yani "Çiftlik". Resmi şifreli adıysa "Isolation". CIA, Camp Peary'nin gizliliğinin korunmasında çok hassas. Yabancı ülkelerde görev alacak seçilmiş CIA kadroları, bu kampta, aynı zamanda Psikolojik Savaş eğitimi görüyor; yani yalancılık eğitimi. Dünyanın her tarafından gelen ve kimlikleri gizli tutulan, "asset" diye adlandırılan ajanların da eğitim kampı burası. ABD vatandaşı olan ve "officer" diye adlandırılan normal CIA görevlileriyle "assef'ler karşılaştırılmıyor. Çiller, CIA terminolojisine göre "asset". Asset, CIA'da yabancı ülkelerden elde edilen ve tekrar yabancı topraklarda görev yapacak olan ajanlara verilen bir ad.
1971'de ABD Görevlendirildi
Dışişleri
Bakanlığı'nda
"Çağrılı
Personel"
Olarak
Tansu Çiller, Camp Peary'de eğitimini tamamladıktan sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Yakındoğu ve Kuzey Afrika Masası'nda "çağrılı personel" olarak görevlendirildi. Tansu Çiller'in o tarihteki resmi sıfatı şöyle: "Kuzey Afrika ve Yakındoğu Dairesi Savunma Sanayisinden Sorumlu Sekretarya Görevlisi". Davet üzerine görev yapıyor. "Güvenilir eleman" olarak nitelendiriliyor ve ihtiyaç üzerine görevlendiriliyor. Ücretini CIA'nın gizli bir fonundan alıyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı Adına Sovyetler Birliği'ne Gitti Çiller, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda "çağrılı personel" olarak istihdam edildikten sonra, profesyonel bir ekiple, Sovyetler Birliği'ne de gitti. Çiller'in "stajyer" olarak yer aldığı ekip burada bir süre görev yaptı. Çiller'in Türk cumhuriyetlerine gitmesi istendi. Ancak, Washington tüm ekibi geri çağırınca bu görev yarıda kaldı.
183
Kaddafi'yle Eskiye Dayanan Dostluğun Sırrı Tansu Çiller, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Yakındoğu ve Kuzey Afrika Masası'nda Savunma Sanayi Projelerinin Ekonomik Boyutu'yla ilgileniyordu. 1973 kışında, çevresindeki Türklere, "kayak yapmaya" gittiğini söyleyerek ABD'den ayrıldı. Kayağa değil, ABD Dışişleri Bakanlığı adına Libya'ya gitti. Altı kişilik bir heyete başkanlık ediyordu. CIA'nın bu ülkedeki gizli bir operasyonu için görevlendirilmişti. Ziyaretin örtüsü, Libya'nın modern tarıma geçmesi için sulama projesinin pazarlanmasıydı. Bu ziyaret sırasında, Trablusgarp'a ve Sirte Körfezi'nin doğusunda yer alan Bingazi'ye uğrandı. Bu, Çiller'in Libya'ya ilk gezisiydi. CIA adına birkaç kez, ABD Dışişleri görevlisi kimliğiyle Kuzey Afrika ülkelerine gitti. Bilindiği gibi, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafı, Çiller'le ilişkilerinin eskiye dayandığını belirtmişti. Çiller, 1992 yılında Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı iken Kaddafı ile çöldeki çadırında baş başa görüştü. Görüşme, Çiller'in işgal ettiği bakanlığın sorumluluk alanının dışına taşıyordu. Türkiye Dışişleri Bakanlığı İstihbaratı, Çiller'in, ABD Dışişleri Bakanlığı adına Libya'ya yaptığı ziyaretleri biliyor ve dosyalamış. Kayıtlarda Bingazi'de yapılan motor gezileri bile yer alıyor.
23 Nisan 1973'te ABD Vatandaşlığına Başvurdu Tansu Çiller, CIA'nın gizli eğitim üssü Camp Peary'de eğitim gördükten sonra, Amerikan devleti nezdinde değer kazandı. İktisat öğretimi alanında ABD'nin önde gelen üniversitelerinden Franklin Marshall College'de öğretim üyesi yapıldı. 1971-1973 arasında, bu okulda 1800 dolar karşılığında çalıştı. İki yıl öğretim üyeliğinden sonra, 23 Nisan 1973'te ABD vatandaşlığı için başvurdu. Başvuru evrakında şu numaralar yer alıyor: No: D. O. 74-23-44
184
Code: ORT. S 1/017-284 F.M.E. Çiller'in vatandaşlık başvurusu, 3 Mayıs 1973'te işleme kondu. Başvuru formunda referans olarak bildirdiği devlet kurumlan arasında şunlar da vardı: CIA Yabancılar İstihbarat Birimi, FBI ve ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi-BRI US.
1974'te Türkiye'ye Talimatla Geldi Tansu Çiller, CIA adına Kuzey Afrika ülkelerinde görev yaptıktan sonra, 1974'te talimatla Türkiye'ye yollandı. Yedi yıl aradan sonra yeniden İstanbul'a yerleşti. Boğaziçi Üniversitesi'nde yönetici görevlerde bulunduğu sırada, "konuk" olarak ABD'den, halen Türk Amerikan Konseyi Başkanı olan emekli amiral Fred Haynes ve Prof. Howard Reed gibi isimleri getirdi. Her ikisi de CIA'nın üst düzey görevlileri. Emekli Amiral Haynes, 1956-59 yılları arasında Ankara'da ABD askeri ataşesi olarak bulunmuş. ABD'nin silah tekelleri ve Yahudi sermayesinin mutemet isimlerinden. Prof. Howard Reed ise CIA'nın Ortadoğu uzmanı. Prof. Reed, 1991 yılından beri Çiller'e devlet yönetiminde akıl hocalığı yapıyor.
1974'te Yıllık Ücreti 100 Bin Dolar; 1990'da 200 Bin Dolar Çiller'den istenen, Türkiye hükümetinde ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nde ABD karşıtı politikaları ve faaliyeti, düzenli olarak Ankara'daki CIA İstasyon Şefi'ne rapor etmesiydi. Çiller'e bu hizmeti karşılığında, yıllık 100 bin dolarlık bir ücret bağlandı. Bu para özel bir hesaba yatırılıyordu. Miktar, Çiller'in siyasal konumu arttıkça yükselecekti. Nitekim Çiller ile çok yakın çalışma ortamlarında bulunmuş bir ünlü politikacı, Çiller'in 1990'da yıllık ücretinin 200 bin dolar olduğunu söyledi. Politikacımıza bu bilgiyi veren Tansu Çiller'in kendisi. Çiller, ABD'de edindiği malvarlığının bir kısmının bedelini, Amerikan devlet hizmetleri karşılığında aldığı parayla ödedi.
185
1 Temmuz 1979'da CIA Başkanı'nın Özel Yazısıyla ABD Vatandaşı Oldu Çiller, CIA görevlisi olduğu için 1 Temmuz 1979'da ABD vatandaşlığına alındı. Çiller'in vatandaşlığa kabul evrakının numarası:
Ph 195 000 318.
Çiller, bir Amerikan mahkemesinde, ABD çıkarlarını koruyacağına, bunun için savaşacağına yemin ettikten sonra ABD vatandaşı oldu. ABD vatandaşlığına geçmek için Amerikan yasalarında önemli engeller bulunuyor. Çiller, bu engelleri CIA Başkanı'nın özel yazısıyla aştı. İlgili yasanın (f) maddesi uyarınca, ABD vatandaşlığına kabul edildi. Bu madde, bir yabancının vatandaşlığa kabul edilmesinde CIA Başkanı'na, Adalet Bakanlığı'na doğrudan talepte bulunma yetkisi veriyor. ABD yönetimi, ancak böyle bir durumda, bir mülteciye vatandaşlığa geçmeyi öneriyor. CIA'nın kirli faaliyetlerini teşhir etmesiyle ünlü Covert Action dergisi, Sonbahar 1991 tarihli sayısında Amerikan devletinin vatandaşlık teklifini, ajanlaştırdığı kişilere götürdüğünü belirtiyor. Çiller bu ilişkiyi, "Bize ABD vatandaşlığı teklif ettiler ama kabul etmedik" diyerek açığa vurmuştu, l Temmuz 1993'te, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, bir basın toplantısıyla Çiller'in ABD vatandaşı olduğuna ilişkin bilgi ve kanıtları açıkladığında, Çiller adına konuşan dönemin Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna, "Sayın Başbakan'ın ABD vatandaşlığı süreci, otomatik olarak başlatılmıştır. Süreç, kendi iradeleriyle başlatılmış gibi gösteriliyor" demişti. Vatandaşlık önerisi ve kabulü, ancak CIA'nın "asset"leri için söz konusu oluyor.1
Çiller'in CIA'ya Rapor Verdiği, Gazete Haberlerinde Tansu Çiller, CIA'nın belirlediği doğrultuda, etkili bir siyasal konum elde etmek için çok çaba harcadı. Önce Turgut Özal'a yaklaştı. Özal yıllarında TÜSİAD için araştırmalarda bulundu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'na danışmanlık yaptı.
(1) Daha ayrıntılı bilgi için bkz., Adnan Akfırat, Çiller'in ABD Vatandaşlığı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1995.
186
Tansu Çiller, bu dönemde edindiği stratejik istihbaratı, ABD'den görev arkadaşı, Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu ve Kuzey Afrika Masası yetkilisi Elizabeth Shelton'a iletiyordu. Milliyet gazetesinin Washington muhabiri Turan Yavuz, 19 Haziran 1993 tarihli haberinde bu ilişkiyi tanıklara dayanarak şöyle yazdı:
"1983 yılından itibaren Ankara'daki ABD Büyükelçiliği'nden Washington'daki ABD Dışişleri Bakanlığı'na Türk ekonomisi ile ilgili gönderilen kriptoların içindeki bilgilerin büyük bir bölümünden Tansu Çiller sorumluydu." Turan Yavuz, Çiller'in, 1986 yılında ABD Dışişleri Bakanlığı'na davet edildiğini ve kendisinden Türkiye hakkında bir değerlendirme istendiğini belirtiyor. Çiller'i çağıran kurum, Amerikan Dışişleri'nin istihbaratla ilgili dairesiydi (Bureau of Research and Intelligence). Çiller bu davete icabet etti. ABD vatandaşlığına başvuru yaptığında referans listesinde CIA'nın yanı sıra Dışişleri Bakanlığı'nın bu dairesi de vardı. ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz de, bir dönem bu büronun başında bulunmuştu. Türkiye'den elini hiçbir zaman çekmeyen, Clinton'un ikinci kabinesinde CIA başkam adaylarından olan Ab-ramovvitz'in Tansu Çiller'le özel ilişkilerinin bulunduğu da saptanıyor. Turan Yavuz aynı haberde, Tansu Çiller'in Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı iken de ABD devlet yetkilileriyle "özel" ilişkiler kurmasına dikkat çekiyor.
Çiller'in Görev Arkadaşı Shelton Şimdi Adana Konsolosu Halen ABD'nin Adana Konsolosu olan Elizabeth Shelton, Çiller'in hayatında çok önemli bir isim. İlişkileri 1971'de ABD Dışişleri Bakanlığı'nda çağrılı personel statüsünde görev yaptığı yıllara dayanıyor. Shelton da CIA görevlisi. 1987-1990 arasında Türkiye'de görev yapan Shelton, bu tarihte Çiller'in yalı komşusuydu. Tanıyanlar, ikisi arasındaki ilişkiyi "içtikleri su ayrı gitmez" diye tarif ediyorlar. Shelton, o zaman ABD Büyükelçiliği'nde Ekonomi Müşaviriydi.
187
Turan Yavuz, söz konusu haberinde "Shelton'un, Özal ekonomisi konusunda yazdığı tüm olumsuz raporların kaynağı Tansu Çiller'di" bilgisine de yer veriyor. Shelton, Türkiye'deki birinci görev dönemi sırasında, yakın arkadaşı Çiller'in aktif siyasal yaşama geçmesine destek oldu. Shelton'un ABD Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye sorumlusu olduğu dönemde Çiller doruklara tırmandı. 1993 yılında ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher'in de katıldığı kulis faaliyetiyle DYP Genel Başkanı ve Başbakan oldu. Zamanın Başbakan Vekili Erdal İnönü, 29 Haziran 1993'te Robert Kolej Mezunları'nın lokali Bizim Tepe'deki konuşmasında bir soru üzerine, Warren Christopher'in Çiller'in DYP Genel Başkanı ve Başbakan olması için faaliyet gösterdiğini doğruladı.
Shelton, Bitlis Suikastının Bir Nolu Tertipçisi2 Çiller'in başbakan olmasının hemen ertesinde, 1994'te, Shelton, ABD'nin Adana Konsolosluğu'na atandı. Adana Konsolosluğu, ABD'nin Kürt masası olarak işlev görüyor. Shelton, Washington'da Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye Masası'nı yönetirken de sık sık ülkemize geliyordu. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'e suikastı yönlendiren ABD heyetine o başkanlık etti. İncirlik Üssü'nde 10 Şubat 1993'te yapılan toplantıda Orgeneral Bitlis'in ortadan kaldırılmasına karar verildi. Çiller'in yakın arkadaşı Shelton'un, bu cinayette başrolde olması, görevi gereğiydi. Çünkü ABD'nin, Kürt devletçiği kurmak için Kuzey Irak'ta yürüttüğü, "Savaşan Bayrak 90" adındaki operasyonun so-rumlulanndandı. ABD'nin, bu plan çerçevesinde, Kuzey Irak'ta 7 500 CIA peşmergesini eğitip istihdam ettiği, 1996 Eylül'ünde ortaya çıktı. Saddam Hüseyin ile KDP lideri Mesut Barzani'nin ortak eylemi sonucu, CIA peşmergeleri apar topar kaçırıldı. CIA peşmergelerinin taşınması işlemine Shelton nezaret etti. Bunları eğiten ABD Özel Savaş timleri, Shelton'un gayreti ve Çiller'in devreye girmesiyle sessiz sedasız Irak'tan çıkarıldı. ABD'nin rambo komutanları, Çiller sayesinde Türkiye üzerinden ABD'ye gidebildiler.
2 Eşref Bitlis suikastında Shelton ve ABD'nin rolü konusunda bkz., Adnan Akfırat, Eşref Bitlis Suikastı-Belgelerle, Kaynak Yayınlan, İstanbul, 1997.
188
Coğrafya ve Tarihin Gücü İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, Çiller'in ABD vatandaşlığına başvuru belgelerini açıkladığı l Temmuz 1993 tarihli basın toplantısında bugün gerçek olan şu öngörüde bulunmuştu:
"Arkasında tarih boyunca bir kuvvet odağının yer aldığı coğrafyasıyla, bağımsız devlet geleneğiyle, 60 milyonluk oldukça iyi yetişmiş insan gücüyle, oldukça geniş iç pazarı ve en önemlisi, halkın sınavlardan geçmiş bağımsızlık tutkusuyla, Türkiye, sırtında oyuncak başbakanlar taşımayacak birikime sahiptir." Bu değerlendirme, Çiller'in zirvede olduğu, gazetelerin birinci sayfalarını baştan başa kapladığı dönemde yapılıyordu. Çok çetin mücadelelerle geçen dört yılın sonunda Türkiye, coğrafya ve tarihten aldığı güçle "oyuncak başbakanı" fırlattı. Onunla birlikte, ABD'nin 50 yıldır TC devleti içinde inşa ettiği gizli devlet de çatırdayıp, yıkılıyor.
189
EŞREF BİTLİS SUİKASTI, CIA PEŞMERGELERİ VE NGO'LAR
Hikmet Çiçek
Aydınlık Dergisi Ankara Temsilcisi Değerli arkadaşlar, Bu konferansın uluslararası niteliği, yalnızca bu toplantılara katılan değerli yabancı gazeteci dostlardan ötürü değil. Susurluk çetesinin, Çiller Özel Örgütü'nün işlediği suçların uluslararası çapta oluşundan, bu örgütün bağlı olduğu gücün uluslararası niteliğinden geliyor. Bu suçlara örnek olarak; Azerbaycan'da darbe girişimi, Çeçenistan'a silah ve asker gönderilmesi, Kuzey Irak'taki faaliyetler, Çin'in Sincian-Uygur bölgesindeki tertip ve kışkırtmalar, Kıbrıs'taki faaliyetler sayılabilir. Ben konuşmamda bu tertiplerden ikisine, Eşref Bitlis suikastı ve Kuzey Irak'taki CIA peşmergelerine değineceğim. Biraz önce Sayın Suphi Karaman, Tümgeneral Sıtkı Ulay'ın öldüğünü söyledi. 2000'e Doğru dergisinde bir kapak yapmıştık, "Holding Paşaları" diye. Holdinglerde, banka yönetim kurullarında görev alan ve çoğu 12 Martçı, 12 Eylülcü generalleri teşhir etmiştik.
190
Bunların karşısına da bir başka general örneği olarak Sıtkı Ulay'ı koymuştuk. 27 Mayıs'ın bu yurtsever generalinin, elinde filesi, pazarda alışveriş yaparken bir fotoğrafını basmıştık. Sıtkı Ulay, Eşref Bitlis'in öncülüdür. Eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis, Sıtkı Ulay'ların takipçisidir. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu arabasına yerleştirilen bir bomba ile, Orgeneral Eşref Bitlis uçağına yapılan bir sabotaj sonucu öldürüldü. Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis suikastlarının aydınlatılması, Türkiye'nin geleceği açısından canalıcı önemdedir. Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 günü katledildi. Eşref Bitlis'in uçağı 17 Şubat 1993 günü düşürüldü. Arada 24 gün ve iki suikast arasında bağlantı vardır. Mumcu ve Bitlis suikastları, Ortadoğu'daki politik çatışmalar içine oturtulmadan aydınlatılamaz. Amerika, Türkiye'yi, kendisi adına kriz bölgelerine müdahale gücü haline getirmek istiyor. Balkanlar'dan Kafkaslar'a ve Kuzey Irak'a uzanan bir kaos coğrafyasının içine itiyor. Türkiye himayesinde Kürdistan hayali de, bu stratejinin parçası. Pentagon, 1987 yılından beri kendi Kürt senaryosunu Türkiye'ye dayatıyor. Türkiye'de yaşanan bütün çatışmalar bu eksende cereyan ediyor. Saflaşma bu eksende oluşuyor. Uğur Mumcu ve Eşref Bitlis suikastlarını değerlendirirken göz önünde tutmamız gereken siyasal çerçeve budur. Bitlis ve Mumcu'nun ideolojik ve siyasi kimlikleri, bu çerçeve içinde büyük anlam kazanıyor. Niçin hedef alınmış oldukları görülebiliyor. İkisi de Kemalist. Dolayısıyla bağımsızlıkçıydılar. Cumhuriyet Devrimi'nin ve kazanımlarının kararlı savunucularıydılar. Amerika'nın Kürt siyaseti için de, "ılımlı İslam" senaryoları için de, büyük bir engel oluşturuyorlardı. ABD'nin Türkiye himayesinde Kürdistan planına karşı biri kalemle, biri silahla direniyordu. Amerikan stratejilerinin oluşturulduğu noktadan bakıldığında, ortadan kaldırılmaları adeta zorunluydu.
191
ABD, Cumhuriyet Devrimi'yle hesaplaşmaksızın Ortadoğu'ya istediği biçimi veremeyecekti. Hesaplaşmaya girdi. Mumcu ve Orgeneral Bitlis o hesaplaşmanın ilk hedefleri oldular. Orgeneral Eşref Bitlis, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, Pentagon'un Kürt senaryosuna direnen güçlerin önde gelen temsilcisiydi. Orgeneral Bitlis'in oğlu Sayın Tarık Bitlis, Uğur Mumcu ile Eşref Bitlis'in aynı güçler tarafından öldürüldüğünü belirtiyor. Orgeneral Eşref Bitlis'in sabotajla katledildiği, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi öğretim üyelerinden oluşan heyetin hazırladığı Bilirkişi Raporu'yla aydınlığa kavuştu. Rapor şu anda Ankara 10. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde açılan dosyada bulunmaktadır. Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş tarafından yapılan açıklamaları bir bir çürüten rapor, İşçi Partisi ve Aydınlık'ın üç yıldır, olayın kaza değil suikast olduğunu belirten kanıtlarını aynen tekrarlamakta ve şu sonuca varmaktadır:
1- Uçak, motorlardaki buzlanma sonucu düşmemiştir. 2- Pilotlar kusurlu değildir. 3- Motorda ve uçakta yapım hatası yoktur. 4- Sabotaj ihtimali ciddidir, bu yönde kanıtlar bulunmasına karşın araştırılmamıştır.
Orgeneral Eşref Bitlis'in uçağı düştüğünde dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, aceleyle "Sabotaj değil kaza" açıklamasını yapmıştı. Olay daha araştırılmadan, hemen ertesi gün, uçağın "ani buzlanma" sonucu düştüğü açıklaması yapılmış, pilotlar sorumlu tutulmuştu. Bu doğrultuda raporlar hazırlatılmış, Kara Küvetleri Askeri Savcılığı ciddi bir soruşturma yapmadan "takipsizlik karan" vermişti. Takipsizlik kararına ve "ani buzlanma ve pilotaj hatası sonucu düştü" açıklamalarına dayanak olan raporları hazırlayanlar, bilirkişi özelliklerine sahip olmayan emir komuta altındaki subaylardı. Bu sahte raporların hazırlanmasından Doğan Güreş sorumludur. Bilindiği gibi o dönemde Çiller ve Doğan Güreş, ABD yanresmi yayın organlarına yansıyacak ölçülerde sıkı ilişki içindeydiler. Güreş, Çiller için, "Tak diye emrediyor, şak diye yapıyorum" diyordu.
192
Sabotajcılar Çiller Özel Örgütü'nde Eşref Bitlis'i sabotaj düzenleyerek kimler katletti? Bu soru çok önemlidir ve bugün Susurluk olayıyla artık üstü örtülemez hale gelen Çiller Özel Örgütü ile bağlantılıdır.
Aydınlık dergisinin görüşme yaptığı, halen önemli bir görevde bulunan bir general de, Bitlis'in
uçağının kaza değil, sabotaj sonucu düştüğünü açıklamıştı. Dahası aynı general, sabotajı düzenleyenlerin adresini de şöyle veriyordu:
"Bitlis suikastında rol alan subaylar Özel Harp Dairesi'nden. Eşref Paşa'nın ölümünde rol oynayan Özel Harpçi subaylar şimdi Çiller'le beraber. Ölümü ABD'nin işi. O zamanki Genelkurmay yaptı, şimdi susuyor." (Aydınlık, sayı 479,25 Ağustos 1996.)
CIA, Çiller Özel Örgütü'nü Kirli İşlerde Kullanıyor Orgeneral Bitlis, Çekiç Güç'ün Türkiye aleyhindeki ve yasadışı faaliyetlerini somut olarak saptamıştı. Bu konuda birden fazla rapor hazırlayıp Genelkurmay Başkanlığı'na verdi. Bu nedenle JUSMMAT Komutanı ABD'li Tümgeneral, Mart 1992'de, Orgeneral Bitlis'i, Çekiç Güç hakkında bilgi topladığı için Genelkurmay Başkanlığı'na şikâyet etti. Bu şikâyet metni, Genelkurmay kayıtlarında bulunuyor. Amerikalı subaylar ile Orgeneral Bitlis arasındaki çatışma şiddetlendi. Eşref Bitlis, Jandarma Genel Komutanlığı'nda görev yapan Özel Harp uzmanı ABD'li subayları komutanlıktan attı. Bununla kalmadı, Kuzey Irak ve Güneydoğu'da faaliyet yürüten yardım kuruluşlarındaki CIA'cı ve Özel Harpçileri de engelledi. İstihbarat kuruluşları denetiminde faaliyet yürüten NGO'ların faaliyeti, Bitlis döneminde denetim altına alındı. Orgenaral Bitlis, CIA'cıların, Kuzey Irak'a Silopi'den giriş çıkışlarını yasakladı. Gıda yardımı görüntüsüyle Kuzey Irak'a sokulan silahları yakalatan da Orgeneral Bitlis oldu. Çekiç Güç'ün verdiği bu silahlar, daha sonra Güneydoğu'da PKK'lılarda yakalandı.
193
Bitlis, Körfez Savaşı'nda Irak'a İkinci Cephe Açılmasını Engelledi Orgeneral Bitlis, 1991 yılı başında ABD'nin, Türkiye'yi Irak'a karşı kara harekâtına sürme yolundaki baskılarına karşı koyanların başındaydı. Bitlis, ABD'nin 90-1002 numaralı gizli planını saptayıp Genelkurmay'a raporla bildirdi. Bu gizli plan, daha Carter zamanında ABD'nin Ortadoğu'ya asker çıkarmayı hedeflediğini saptıyordu. Orgeneral Bitlis'in, o tarihte Kara Kuvvetleri Komutanı olan Doğan Güreş ile çatışması o zaman başladı. 1992 Temmuz'unda CIA Kuzey Irak'ta "Savaş Bayrağı 90" adı verilen bir tatbikat yaptı. Bu tatbikat, doğrudan Türkiye'yi hedef alıyordu. Orgeneral Bitlis, CIA'nın bu gizli planını da açığa çıkardı.
Bitlis Suikastına Kararı ABD Verdi Orgeneral Bitlis engelinin kaldırılmasına doğrudan ABD'li bir grup komutan karar verdi. Genelkurmay İstihbaratı'nca saptanan dört kişilik heyette, Çekiç Güç'ün Kuzey Irak'taki ABD'li komutanı Albay Naab ve Albay Wilson bulunuyor.
Karanlık Bir Diplomat: Elizabeth Shelton Çiller'in başbakan olmasının hemen ertesinde, 1994'te, Elizabeth Shelton, ABD'nin Adana Konsolosluğu'na atandı. Shelton, Çiller'in hayatında çok önemli bir isim. İlişkileri, Çiller'in 1971'de ABD Dışişleri Bakanlığı'nda çağrılı personel statüsünde görev yaptığı yıllara dayanıyor. Shelton da CIA görevlisi. Adana Konsolosluğu, ABD'nin Kürt masası olarak işlev görüyor. Shelton, Washington'da Dışişleri Bakanlığı'nda Türkiye Masası'nı yönetirken de sık sık ülkemize geliyordu. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'e suikastı yönlendiren gücün temilcisi Shelton'dur.
194
Eşref Bitlis suikastının üzerine yürümek, yalnız bir komutana karşı işlenen bir suçu ortaya çıkarmanın çok ötesinde, Türkiye için bir güvenlik ve bağımsızlık sorunudur.
CIA Peşmergeleri ve NGO'lar Konuşmamın bu bölümünde; kısaca CIA peşmergelerinden, adına ister CIA'nın Kürt ordusu deyin isterse Kürt rambolar, CIA'nın denetimindeki Kürt peşmergelerden- söz edeceğim. Geçen yılın Mart ayında, başta Bağdat olmak üzere Irak'ın büyük kentleri peşi peşine yapılan bombalama eylemleriyle sarsıldı. Yüzlerce Irak yurttaşı canını yitirdi. Uluslararası iletişim tekelleri, bombalama eylemlerini, "Saddam rejimine karşı çıkan muhalefetin eylemleri" olarak gösterdiler. Bağdat'a yönelik operasyonların merkezi olan Kuzey Irak, Kürt örgütlerinden başka birçok muhalif örgütün de bulunduğu bir bölge. Bunların arasında başkanlığını Dr. Ahmet Çelebi'nin yaptığı Irak Ulusal Konseyi de (Iraqi National Congress-INC) bulunuyor. INC, CIA tarafından kurulan bir örgüt. 1996 yılının Eylül ayında yapılan Irak ile Kürdistan Demokratik Partisi'nin ortak askeri harekâtı sırasında, 93 CIA ajanı kurşuna dizildi. Bölgede ABD adına çalışan ve aileleriyle birlikte Guam Adası'na taşınanların büyük bir bölümünün INC'de çalıştıkları ortaya çıktı. INC'nin Erbil karargâhı, aynı zamanda CIA'nın bürosuydu. 1995 yılında ABD yönetimi, Bağdat'a karşı gizli operasyonlar için CIA'ya 15 milyon dolar resmi ödenek ayırdı. Operasyonların finansmanının önemli bir bölümü de, bölgedeki uyuşturucu ve uluslararası kaçakçılık faaliyetlerinden sağlandı. Guam'a gidenler, ajan ya da sıradan istihbarat elemanı değil, özel savaş eğitimi almış mahalli gerilla ya da bir başka deyişle kontra'lardı. Bunlar ABD'nin bölgedeki özel kuvvetleri tarafından yetiştirildiler. Suikast ve sabotajda uzmanlaştılar. Bunlar eğitilmiş, CIA literatüründe "seçilmiş kişi "lerdi.
195
Başta Bağdat ve Musul olmak üzere Saddam Hüseyin denetimindeki kentlerde, ekonomik ve askeri hedefleri seçen kontraların eylemleri sonucunda yüzlerce Irak yurttaşı öldü ve yaralandı. Kürt, Türkmen ve Araplar arasından seçilen kontraların en belirgin eylem yöntemi, bomba yüklü araçların büyük merkezlerde havaya uçurulması. Eylemler, yalnızca Saddam'ın denetimindeki bölgede olmadı. Kuzey Irak'ta da kanlı eylemler tezgâhlandı. Provokasyonlar, Irak rejiminin üzerine atıldı. Eylemler için gereken silah ve teçhizat, ABD tarafından "çizilen" bölgelerden sağlanıyordu. Irak Kürdistanı, eğitim alanı ve malzeme yığınağının yapıldığı "kurtarılmış bölge" olarak kullanılıyordu. Son birkaç yıl içinde yalnızca Bağdat'ta 100'e yakın insan, bu bombalar nedeniyle öldü. Diğer kentlerdeki kayıplar saptanamadı.
Ankara-Irak-KDP Hattı ABD'nin önemli think-tank kuruluşlarından Washington Enstitüsü'nde yapılan ve Erbil operasyonu ve sonrasındaki gelişmelerin ele alındığı toplantıda, "Son gelişmelerin Ankara, Saddam ve Barzani ortaklığıyla gerçekleştirildiği" değerlendirmesi yapıldı. Kısaca Winnep diye bilinen Enstitü'nün Irak uzmanı, Hayfa Üniversitesi Modern Ortadoğu Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Amatzie Baram tarafından yapılan değerlendirmede, "Türkiye'yi kaybettik" denildi. "Türkiye'nin kaybedildiği" yorumu yalnızca Enstitü'nün değil, ABD'de yaygın kabul gören bir görüş. İsrailli Profesör Amatzie Baram, Avrasya Dosyası dergisinin İlkbahar 96 tarihli Kuzey Irak sayısındaki yazısında, Çekiç Güç'ün fiilen Amerikancı bir Kürt devleti kurduğunu itiraf ediyor ve "Amerikan güdümlü Çekiç Güç operasyonunun oluşturduğu özerk Kürt bölgesi fiilen bir Kürt devleti haline gelmiştir" diyordu. Saddam-Barzani harekâtından sonra, "Amerikancı Kürdistan" hayalleri, bizzat Irak ve Kürtler tarafından berhava edildi.
196
CIA Ajanları Kaçacak Delik Arıyor Irak'ın kuzeyi Saddam ve Barzani operasyonuyla Amerika'nın nüfuz alanı olmaktan kurtarıldı, yüzlerce CIA ajanı dağlarda sıkışıp kaldı. Los Angeles Times gazetesi, ABD'nin 1975 yılında Vietnam'dan kaçışında yaptığı gibi, CIA'nın, işbirlikçilerini kurtarmaya hazırlandığını yazdı. Dağlara sığınan kaçak ajanlar arasında bomba uzmanı eski subaylar, "insani yardım" adı altında bölgede cirit atan NGO temsilcileri de bulunuyordu. Beş yıl önce Kuzey Irak'ı "kurtaran" ABD, şimdi ajanlarını kurtarabilmenin derdine düştü. ABD Başkanı Clinton, çaresiz bir biçimde, "ABD hesabına çalışan herkesin Kuzey Irak'tan çıkmasına yardım edeceğiz" dedi.
New York Times gazetesi, Clinton'un, geçen yıl Saddam'ın devrilmesi için CIA'ya emir verdiğini
yazdı. Saddam muhalifi grupları silahlandırıp örgütleyen CIA, bu operasyona toplam 20 milyon dolar harcadı. Kuzey Irak'tan Bağdat yakınlarına kadar sızan ajanlar, başkentin kuzeyindeki dağların arasında bir vadide üstlendiler. KDP'nin Erbil harekâtı, CIA'nın planlarını altüst etti. Operasyon iptal edildi. Ajanlara, "Hemen ülke dışına çıkın" emri gönderildi.
Gizli İşbirlikçi Ordu Kuzey Irak'ta yaşanan gelişmeler, yalnızca CIA'nın ajanlarını değil, Türkmenler, Kürtler ve Iraklı yönetim karşıtlarından oluşan, 7 500 kişilik ABD'nin "Peşmerge ordusu"nu da açığa çıkardı. Amerika, Irak kuvvetlerinin Barzani'ye bağlı güçlerle birlikte Kuzey Irak'ı kurtarması üzerine, CIA'nın merkezi olarak çalışan, Çekiç Güç'ün Zaho'daki Askeri Komuta Merkezi'ni (Military Command Center) kapattı, kendi askeri personelini hızla Türkiye'ye çekti. Kürtlerden ve Türkmenlerden "devşirdiği" işbirlikçilerini ise geride bıraktı. Efendi, uşağını terk etti. "Katliam" yaygaraları da bunlardan koptu. 7 bin 500 CIA peşmergesi, ABD'nin "Savaşan Bayrak-90" adını verdiği operasyonda kullanılacaktı. Bunlar, Kuzey Irak'ta geniş bir alanda istihbarat ve eylem ağı kuran ABD tarafından denetlenen mahalli gerilla kuvvetleriydi.
197
CIA'nın, Saddam Hüseyin yönetimini devirmek için düzenlediği komploda görev alan kontralar, Selahaddin'den İran-Irak-Türkiye üçgenine kaçtılar. Bir kısmı, önce İran'a geçti, daha sonra Şemdinli suyundan geçerek Türkiye'ye girdiler. CIA peşmergelerinin başında ABD'li bir subay bulunuyordu. CIA'nın kontraları arasında bir grup Türkmen de vardı. Peşmergeleri kurtarma operasyonunu, ABD'nin Ankara Büyükelçisi Marc Grosmann ile Adana Konsolosu Elizabeth Shelton yönettiler. İşbirlikçi ordu Türkiye'ye getirildi ve Silopi'ye yerleştirildi. ABD, aralarında Irak Ulusal Konseyi (INC) üyelerinin ve NGO'larda istihdam edilen Kürtlerin ve Türkmenlerin bulunduğu bu gücü, ortam düzeldiğinde yeniden geri getirmek üzere Amerika'ya taşıdı. Dışişleri Bakanı Çiller, bu işbirlikçileri "sivil toplum örgütü üyeleri" olarak tanımladı. Türkiye'den transit geçişlerine izin verdi. Türk devletinin Amerika'ya mesafeli kesimleri ise bu kişilerin Türkiye'de 90 gün süreyle ikamet etmelerine karşı çıktılar ve nakil işlemlerinin hemen yapılmasını istediler.
Aydınlık'ın 23 Mart 1997 tarihli 509. sayısında, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'mn gölgesinde çalışan
bir kuruluş olan "Kürt İnsan Haklan Projesi" (Kurdish Human Rights Procect) adlı NGO tanıtılmıştı. NGO'nun başkanlığını Lordlar Kamarası'ndan Lord Avebury yapıyor. Yöneticilerinden biri de Kerim Yıldız. NGO'nun merkezi, yalanda ABD'ye taşınıyor. Bu karar, Kürt peşmergelerin ABD'ye götürülmesinden sonra alındı. Kerim Yıldız da, peşmergelerin "eğitimi" için ABD'ye götürülüyor. CIA peşmergeleri, şimdi Amerika'da geri getirilecekleri günü bekliyorlar. Bu eğitilmiş ordu, yalnızca Kuzey Irak için değil, Türkiye, İran ve bütün Arap ülkeleri için de bir tehlike teşkil ediyor.
198
Türkiye, NGO'Iarı Aydınlık'tan Öğrendi Türkiye basını, NGO'ların CIA'ya aracılık yaptığını, 1996 Erbil harekâtından sonra keşfetti. Oysa 2000'e Doğru dergisi bundan beş yıl önce NGO'ların gerçek yüzünü teşhir etti. 2000'e Doğru'nun 27 Aralık 1992 tarihli kapak haberi, "ABD, Kürdistan temsilciliğini açtı" idi. Körfez Savaşı'ndan bir yıl sonra yapılan haberde, Kuzey Irak'a yerleşen NGO'ların, Amerikan hükümeti ve CIA ile olan bağlantıları açığa çıkarıldı. O dönemde sayıları Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından bile bilinmeyen bu örgütlerin şecereleri ve sabıka dosyaları açıklandı.
Aydınlık gazetesi de, Kuzey Irak'ta bulunan 101 örgütün, karargâhlarını, temsilcilerini ve faaliyetlerini açığa çıkardı. Aydınlık, 17 Aralık 1993'te başlayan ve beş gün süren, "Çekiç Güç himayesinde istihbarat örgütleri" başlıklı yazı dizisinde, bölgedeki "yardım kuruluşları"nın CIA ile bağlantılarını, bu kuruluşların bir istihbarat örgütü gibi çalıştıklarını yazdı. Dışişleri Bakanlığı'nın Çekiç Güç'e ilişkin raporunu açıkladı. "Hükümet dışı" denilen örgütlerin dünyanın en saldırgan hükümetinin emrinde olduğunu Türkiye, Aydınlık'tan öğrendi.
199
AZERBAYCAN DARBE GİRİŞİMİ VE TÜRKİYE
Hasan Uysal
Azerbaycan Darbesini CIA Yaptırdı Nereden bilirdim o gün bana anlatılan darbe hazırlıklarının gerçek olduğunu. Bir zamanlar Ebulfeyz Elçibey'in başkanlığını yaptığı Halk Cephesi'nin yöneticilerinden birisi ile Ankara'da, Bilkent Otel'in lokantasında konuşuyoruz. Aslında masa kalabalık. İçlerinden sadece arkadaşım olan ve yine Elçibey'in de arkadaşlarından İsmail İsmailov'u tanıyorum. Üçü, sık sık Ankara'ya gelen, eski öğretim üyesi, yeni tüccarlar. İki kişi de Azerbaycan Kültür Derneği'nden. Söz konusu kişi ise, sanırım hâlâ öğretim üyesi. İçkili masada laf lafı açıyor. "Ebulfeyz'in siyasi yaşamı bitti" diyorum. "Bir daha muhtar bile seçilemez bence Azerbaycan'da..." Söz konusu kişi atılıyor hemen, üstelik terslenerek:
"Siz öyle zannetmeye devam edin. Yakında görürsünüz ne olacağını. Elçibey yılın sonu olmadan dönecek Cumhurreisliğine. 1500 pezevenk bunun için bekliyor Bakû'de. Türk Hükümeti de destekliyor."
200
Hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Anlamış gibi başımı salladım sadece. İçimden bu 1500 pezevengin ne olduğunu düşünüyorum. Acaba pezevenkler, kadınları satıp kazanacakları parayla Elçibey'e destek mi olacaklar? Ama bu, pek de övünülecek bir destek değil. Böyle bir şey olsa bile, bunu niye anlatsın bu adam? Yoksa 1500 pezevenk dediği, Elçibey'e muhalif olanlar mı?" Durumun ayırdında olan İsmailov, gülerek kulağıma eğildi:
"Pezevenk, bizde iri kıyım, babayiğit adam demektir."
Böylece 1500 pezevengin, Halk Cephesi içinde örgütlü Elçibey taraftarı olduğunu anlıyorum. Ve o gün pek üzerinde durmadığım bu konuşmadan iki ay sonra, Ebulfeyz Elçibey'i yönetime getirmek üzere, Haydar Aliyev'e karşı darbe gerçekleştirilecek ve bu işe bulaşan Türk pezevenkleri de bir bir ortaya dökülecekti.
"Susurluk Konferansları" için üzerime düşen Azerbaycan Darbesi olayını anlatırken, konunun iyi anlaşılması için bir miktar geriye gidilmesinde büyük yarar var. Çünkü olay epey karmaşık. Örneğin darbeyi, Haydar Aliyev'in, giderek "Rusya ve İran'a yaklaşması" nedeniyle ABD'nin yaptığını söylersek, darbeyi Aliyev'e haber vererek, ABD'nin bu girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olan Süleyman Demirel'i nereye koyacağız? Hele, darbe başarıyla sonuçlandırıldığında yönetime getirilecek olan Ebulfeyz Elçibey'in, ABD'ye soğuk baktığını biliyorsanız... Sovyet güdümlü Azeri yönetimler sayesinde günlük yaşamın bir parçası haline gelen rüşvet ve yolsuzluklardan usanan, giderek artan yokluk ve yoksulluğa isyan eden Azerbaycan halkı, Ebulfeyz Elçibey'in başkan olduğu Halk Cephesi içinde kısa sürede örgütlenmiş durumdaydı. Halk Cephesi'nin kuruluş amacı, Ermenistan tarafından tehdit edilen ve kısmen işgal altındaki Karabağ'ın korunmasıydı. Kısa bir süre sonra cephe, başta, Moskova kuklası durumundaki Ayaz Muttalibov'u yıkmayı ve Azerbaycan'ı SSCB'den ayırarak bağımsızlık ilan etmeyi hedefler hale geldi. Katılanlarla, gün geçtikçe büyüyen ve genişleyen Halk Cephesi, inanılmaz bir kozmopolit yapıya dönüşmüştü.
201
İçlerinde, kendilerine, bu isim kirlendiği için komünist demeyen komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, Türkçüler, az sayıda da olsa İslamcılar, liberaller gibi birbirinden farklı eğilimler barınıyordu. Bu karmaşık yapıyı bir araya getiren, hiç kuşkusuz, "bağımsız Azerbaycan" idealiyle Ayaz Muttalibov'a yönelik muhalefet idi. Ancak bu birliği ayakta tutan, halk arasında efsane bir isim haline gelen Ebulfeyz Elçibey ile onun yardımcısı, sosyal demokrat eğilimli İsa Gamberov (sonradan İsa Kamber veya Kamberoğlu olarak anılmaya başlandı) idi. Yakından tanıdığım, konuk olduğum bir isimden kısaca söz etmek istiyorum. Elçibey, yaşamının tümüne yakınını toplumsal sorunlara hasretmiş, bu nedenle yıllarca hapis yatıp işkence görmüş, tarih öğretmeni bir kişi. El Yazmaları Enstitüsü'nde mütevazı bir öğretim üyesi olan Elçibey ile Azerbaycan'ın Kiril alfabesinden yeniden Latin alfabesine dönüşü için oluşturulan komisyonda başkanlık yaptığı dönemde tanıştık. Üzerimde bıraktığı izlenim; kararlı, demokrat bir yurtsever olduğuydu. Bir dönem Komünist Parti üyeliğinde bulunmuş ve sonradan tepki göstererek istifa etmiş. Konuşma sırasında, "Komünizm idealleri güzeldir ve doğrudur.
SSCB'de bu idealler ancak 12-13 yıl yaşadı. Ondan sonrası esaret, baskı ve yoksulluk getirdi. Sovyetlerde komünizm değil, Rus şovenizmi vardır" dediğini, aradan geçen altı yıla karşın dün
gibi anımsıyorum. O günlerde iki ideali vardı: Bölünmüş Azerbaycan'ı birleştirmek, böylece İran'da kalan Azerbaycan ile bütünleşmek. İkincisi ise bağımsızlık, yani Sovyetler'den ayrılmak. Türkiye'de sanıldığının tersine o bir şovenist değil, yani bir Pantürkist değil. Dahası, Pantürkizm için, "Aptallık, ham hayal" diyor. İsa Gamberov ise, bence Ebulfeyz'den çok daha akılcı ve kararlı bir yönetici. Halk Cephesi'ni çekip çeviren kişi, kuşkusuz Gamberov. Elçibey'in romantik ve hayalci yapısından epey uzak. Ancak Elçibey'in popülaritesine erişemediği için, ikinci adam rolünde. Bir ilginç nokta daha. Gamberov ile Halk Cephesi'nde söyleşirken, onlarca vatandaşın, sorunları için Halk Cephesi'ne başvurarak, yardım istediklerine tanık olmuştum. Sorunlar arasında, kaybolan ineklerin bulunmasını isteyen bir köylü yurttaş bile vardı. Vurgulamak istediğim, Halk Cephesi'nin, neredeyse bir hükümet işlevine kavuşmuş olması, halk için bir umar haline dönüşmesiydi.
202
Nitekim sonuçta, Ermeni saldırılarının artması ve önemli toprak kayıplarının gerçekleşmesi üzerine yükselen Halk Cephesi muhalefetine karşı koyamayan Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov, Moskova'ya kaçacak, yapılan seçimler sonucu Ebulfeyz Elçibey Cumhurbaşkanlığı'na, İsa Gamberov da Meclis Başkanlığına seçilecekti. Ermenistan Cephesi'ndeki ordunun başkanlığına, ilerde sık sık karşılaşacağımız Suret Hüseyinov getirilecekti. Hüseyinov olayı, Elçibey'in cumhurbaşkanı olarak yaptığı onlarca hatanın ilki ve en önemlilerinden biriydi. Suret, ipleri tümüyle Moskova'da olan, herhangi bir özelliği bulunmayan ve pek de parlak sayılamayacak zekâya sahip bir memur idi. (Küçük bir dokuma
fabrikasının müdürü ve makine mühendisi olan Suret, Azerbaycan radyosunda yapılan bir söyleşimin ardından, akrabası olan bir gazeteci aracılığıyla Türkiye'den bir gazeteci olarak benimle görüşmek istemişti. O zaman aylık 450 ruble kazanmasına karşın, beni çok lüks bir lokantada ağırlamış ve 1200 rublelik hesabı, 200 ruble de bahşiş vererek, gözünü kırpmadan ödemişti.) Kendisiyle yaptığımız konuşmada, Muttalibov'u hararetle savunuyor, Halk Cephesi'ni vatan hainlerinin merkezi olarak görüyordu. (Bu konuşmada, çok az- siyaset konuşabildiğimizi söylemeliyim. Çünkü sağ-sol, Dünya siyaseti konusunda son derece boş olan konuşmamızdan, Suret'in servet, lüks, iktidar ve kadın düşkünü olduğu izlenimi edinmiştim.) Aynı Suret, Halk Cephesi'nin güçlendiğini ve geleceği görünce, Halk Cephesi'ne, 185 yıllık maaş tutarı karşılığı gelen 1 milyon ruble bağış yapmıştı. Elçibey, cumhurbaşkanı seçildiğinde, bu parayı nasıl bulduğunu soracağına, onu çok önemli bir göreve getirdi. Ebulfeyz'in cumhurbaşkanlığı dönemi son derece trajikomiktir. Onun döneminde, Ermenistan'a daha çok toprak kaybedilmiş, cephelerde üst üste hezimetler yaşanmıştır. Çünkü Suret'e bağlı birlikler, Elçibey'i yıpratmak için, savaşmamış ya da cepheden kaçmışlardır. Halk Cephesi'ndeki dengeler gözetilerek iş başına getirilen insanlar, geçmiş dönemde olduğundan daha yoğun rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bulaşmışlardır. Son derece dürüst olduğunu bildiğim Elçibey, neredeyse Cumhurbaşkanlığı'nda yatıp kalkacak kadar çok çalışırken, olumsuzlukları önlemek için kendini paralarken, kendi atadığı yönetim sayesinde kısa sürede yıpranma sürecine girmiş, bu efsane isim halk desteğini yitirmiştir.
203
Konuyla ne kadar ilgili bilmiyorum ama burada anlatmak istiyorum. Cumhurbaşkanı iken, gece geç saatlerde eve dönüyorsa, makam arabasını durdurup, durakta bekleyen insanlara, "Nereye gidiyorsunuz? Aynı tarafaysa atlayın arabaya" diyebilecek nitelikte, mütevazı bir insan olduğunu vurgulamak isterim. Tabii aynı zamanda "işi bilmediği"ni de... Elçibey'in o dönemdeki psikolojisi aynen şöyleydi: Azerbaycan artık bağımsız bir devlettir. Hiç kimse içişlerimize karışamaz; biz istediğimizi yapar, son derece bağımsız politikamızı uygularız. Dünya politikasından, gerçeklerden bu kadar habersiz bir amatör siyasetçi olan Elçibey, üzerinde oturduğu ve yıllık 60-70 milyar dolarlık petrol geliri olabilecek bir ülkeyi, başına buyruk bırakmayacaklarını bilmiyordu ne yazık ki. Nitekim, İran Azerbaycan'ı ile birleşme idealini uluorta dile getirmesi, Türkiye ile aşırı yakınlaşması, Rusya'ya kafa tutması ve oluşturulan BDT'ye girişi reddetmesi sonucu, birkaç kez suikast girişimine maruz kalmış, sonunda 1993 Mayıs'ında, Rusya'nın piyonu Suret Hüseyinov'un darbe girişimi ile çaresiz kalmıştır. Elçibey bu çaresizlik içinde, geçmişte Baku KGB şefi iken kendisini tutuklatıp işkence yaptırtan Nahçıvan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'den destek isteyip, Aliyev'i, yoldaşı İsa Gamberov'un yerine meclis başkanı seçtirtti. Suret'in isyanının amacı, Moskova'ya kaçan Ayaz Muttalibov'un yeniden iş başına getirtilmesiydi. Sonuçta Elçibey, denize düşen yılana sarılır örneği, SSCB döneminde politbüro üyeliğine yükselerek, SBKP içinde en yüksek mevkiye erişen Azeri olarak bilinen Aliyev'e sarılmak zorunda kaldı. Burada bir önemli noktaya işaret etmek istiyorum. Elçibey'in Aliyev'le işbirliği yapmasını ısrarla isteyen ve bu fikri ilk defa dile getiren, Türk Dışişleri Bakanlığı ve bizzat dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin ile dönemin Başbakan'ı Süleyman Demirel'dir. Tam bir kurt politikacı olan Aliyev, dengenin kendisinden yana değiştiğini görmüştü ve bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Nitekim, Elçibey için gerekli desteği göstermedi, giderek yükselen Suret'in ayaklanması sonucunda Nahçıvan'a kaçmak zorunda kalan Elçibey'in boşalttığı Cumhurbaşkanlığına oturdu. Elçibey, aslında kaçmak niyetinde değildi. Amacı, kan dökülmesini önlemekti. Ardında, en azından 500 bin Halk Cephesi militanı varken, 800 asker, 10 top karşısında kaçması düşünülemezdi.
204
Nitekim, Bakû'den Nahçıvan'a giderken de, "geçici olarak gidiyorum, yine geleceğim" demişti. Aliyev ise, isyanı bastırmak için, isyancı Suret ile anlaşarak, onu başbakan yaptı. Meclis Başkanı olarak da, meclisten aldığı yetkiyle Elçibey'in tüm görevlerini üstlenerek cumhurbaşkanlığını ilan etti. SSCB döneminde başbakan olan Hasan Hasanov da Dışişleri Bakanlığı'na atandı. Göreve gelir gelmez geçmiş anlaşmaları, protokolleri, ihale ve sözleşmeleri fesheden Aliyev, tüm ipleri eline aldı. Başta İran, Ermenistan ve Rusya olmak üzere, söz konusu ülkelerle yakın ilişkiye girerken, bozulan dengeleri kendi lehine ayarlamayı başardı. Ekim 1993'te yapılan, sözde seçimler sonucunda, kendisini resmen Cumhurbaşkanı seçtirdi. Eskisi kadar yakın ve sıcak olmasa da, Türkiye ile ilişkileri sıcak tutmayı becerdi. Türkiye'de yakın ilişki ve kişisel dostluk kurduğu iki kişi, doğaldır ki, onun yıldızının yeniden parlamasını sağlayan, dönemin başbakanı Süleyman Demirel ile yine dönemin dışişleri bakanı Hikmet Çetin idi. Elçibey'i destekleyen dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal ile ilişkisi ise hep mesafeli kaldı. Kurulan ilişkilerde ABD yoktu. Bunda, doğaldır ki, Rusya ve İran'ın ısrarlı ve kararlı tutumları rol oynamıştı. Bu arada, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen ardından gerçekleşen iki ayrı suikastla, Aliyev'in çok yakın çevresinde yer alan, Meclis Başkan Yardımcısı Afiyeddin Celalov ile Askeri İstihbarat Başkanı Şemsettin Rahimov öldürülecek, güvenlik güçleri, İçişleri Bakan Yardımcısı Ruşen Cevadov komutasındaki özel OMON birliğinden üç kişiyi gözaltına alacaktı. Bu olay üzerine Cevadov'a bağlı 30 OMON komandosu, gece Başsavcılık binasını basıp Başsavcı Ali Ömerov ile 40 kişiyi rehin alacaktı. Bu olayın, özellikle anlatılması gerekiyor. Çünkü Aliyev, ABD ile yakınlaşma sağlamadan koltuğunda rahat duramayacağını anlamış ve doğruca ABD'ye gitmişti. Bu durum, Aliyev'in, petrol paylaşımı konusunda Rusya'dan bağımsızlaşma, ABD'yi de işin içine çekme girişimiydi aslında. ABD gezisi son derece başarısız geçiyordu, ama bu durumdan hoşnut kalmayan Rusya, devreye girerek, yukarıda anlattığım darbe girişimini planlamıştı. ABD'ye yaptığı geziden apar topar dönen Aliyev, kendisine bağlı güçlerle, kararlı biçimde isyanın üzerine gidecek ve Moskova darbesini püskürtecekti.
205
Bu olayın ardından, Başbakanlığa getirdiği Suret'i, kendisine yönelik komplo ve ayaklanma düzenlediği gerekçesiyle tutuklatıp hapse attıracak olan Aliyev'in, gelecek günlerde de rahat edemeyeceği apaçık görülüyordu. Petrol gelirleri yüzünden ülkeye göz koyanların her türlü düzen ve oyunlarını engellemesi, her seferinde bunları bozması, doğaldır ki, olanaksızdı. Tarih, 7 Aralık 1993. Geçmişte ABD'yi, "en az Rusya kadar" tehlikeli gördüğünü ve ABD'nin, "halkların katili" olduğunu söyleyen Elçibey'in temsilcisi Ali Kerimov, ABD'ye gidecekti. Burada da bir parantez açmak zorundayım. Çünkü Elçibey Nahçıvan'a kaçtığında, Aliyev'in Rusya'ya yaklaşacağını tahmin eden ABD'nin, kendisini desteklediğini bilmek durumundayız. Daha sonra Türk Dışişleri tarafından da ABD'ye yaklaşması önerilen Elçibey'in tavır değiştirmesine, bu gelişmelerin yol açtığını düşünüyorum. Kısacası, Elçibey'in yeniden iş başına gelmesi için tek umar ABD kalmıştı. İşte bu durumda elçisi Ali Kerimov, ABD'ye gönderilmişti. Kerimov, doğruca Washington'a gidecek ve orada Ulusal Güvenlik Konseyi'nde, ABD'nin, Eski SSCB Topraklarındaki Ülkelerden Sorumlu Büyükelçisi Strobe Talbott'un yardımcısı James Collins ile dört saat süren gizli bir görüşme yapacaktı. Gizli görüşme sırasında Collins, Ali Kerimov'a açık açık, "ABD yönetiminin, Aliyev'in iktidarı daha uzun süre elinde tutmasını
mümkün görmediğini, Elçibey'in ülkede ulusal birliği yeniden sağlaması için yeniden görev üstlenmesi gerektiğini ve bu konuda Türkiye'ye de önemli roller düştüğünü" söyleyecekti.
Nitekim, CIA uzmanlarının, Aliyev'in, en geç 90 gün içinde iktidardan ayrılmak zorunda kalacağını iddia eden raporları, basın organlarına da yansıdı. CIA analizine göre, Aliyev'in ne Karabağ ne de Azerbaycan'daki sorunlara çözüm bulma umudu kalmıştı. Aynı analize göre, Aliyev'in görevden çekilmesiyle (dikkatinizi çekerim, darbe ile değil istifa sonucu gidecek deniliyor) bir erken seçim yapılacağı ve Elçibey'in, olası bir koalisyonun güçlü ortağı olarak ve Aliyev'i de yanına alarak, ulusal bütünlüğü sağlayacak hükümeti kuracağı belirtiliyordu. İşte Ali Kerimov, ABD Savunma Bakanlığı Azerbaycan Masası Sorumlusu Sharman Garnett ile görüştükten sonra, Pentagon desteğini ve aldığı sinyalleri iletmek üzere doğruca Ankara'ya dönecek, Elçibey'i destekleyen dönemin devlet bakanı Komando Ayvaz ile Başbakan Çiller'e, ardından da Elçibey'e durumu aktaracaktı.
206
Suret'in ayaklanması CIA raporundan 10 ay sonra gerçekleşti. Acaba işaret edilen yönetim değişikliği bu muydu? Tabii ki değil... Birincisi, CIA'nın tahmin ettiği süre üç aydı ve istifa yoluyla yönetim değişeceği belirtiliyordu. CIA'nın bu öngörüsü gerçekleşmemişti. İkincisi, yukarıda da söylediğim gibi, bu ayaklanma Rusya kaynaklıydı. Büyük olasılıkla, ABD'nin, kendi denetimindeki birini getirmek için Türkiye ile işbirliği içinde çalıştığını öğrenen Ruslar, güvenlerini yitirdiği için vazgeçtikleri Aliyev'in yerine, has adamları Muttalibov'u getirtmek için Suret'i hareketlendirmişlerdi. (Burada bir saptama yapmak zorundayım. Aliyev,
cumhurbaşkanı seçildikten bir süre sonra, Rus askerlerini, Rusya Barış Gücü adı altında Azerbaycan-Ermenistan sınırında görev yapmak üzere ülkeye sokmak için, Rusya ile anlaşma yapmıştı. Bu gelişmeler üzerine Başbakan Tansu Çiller, 1993 Eylül'ünde Rusya'ya gidecek, böyle bir duruma nza göstermeyeceklerini belirterek', "eğer Rus askeri gelirse Türk askeri de gelir. Azerbaycan'ın çıkarı Türkiye'ye yakınlaşmaktan geçer" diyecekti. Moskova'da Aliyev ile de görüşen Çiller, ısrarını sürdürecekti. Aliyev ise bu durumu, "Rusya'ya yakınlaşmamız, Türkiye'den uzaklaşmamız anlamına gelmez" biçiminde demogojik bir açıklamayla geçiştirmeye çalışacaktı. Çiller, ABD; Aliyev ise Rus baskısı altında kalmıştı. (Burada ilginç bir saptama yapmak gerekiyor. Çiller'in, ABD güdümünde olduğunun en önemli belirtisidir şimdi sizlere anımsatmak istediğim. Çiller'in bu kadar yakından ilgilendiğini gördüğümüz Azerbaycan'ın devlet başkanı Aliyev'e, Elçibey ile karıştırarak Alibey diye hitap ettiğini anımsadınız mı? Devlet başkanının adını bile karıştıran ve büyük olasılıkla, değil bu ülkenin tarihini ve siyasetini, haritadaki yerini bile başbakan olduktan sonra öğrenen Çiller, nasıl olur da bu ülkenin içişlerine burnunu sokar? Tabii ki aldığı talimatlar üzerine...) Her neyse, sonuçta Aliyev'in, Rus askerlerini Azerbaycan'a sokma isteği gerçekleşmedi. Rusya'nın dışlaması üzerine, ABD'ye yanaşmak için manevralar yapan Aliyev'in ipi çekilmeliydi artık. ABD'nin adamı olmayı da başaramayınca, Aliyev'in sağlı sollu darbeler yemesi kaçınılmaz hale gelmişti.
207
Öte yandan, CIA'nın bağlantılı olduğu, Elçibey'i yeniden göreve getirtecek asıl ayaklanma için, 1995 Mart'ına kadar beklemek gerekecekti. Bu darbeye girmeden önce bir başka noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Azerbaycan-Türkiye ilişkisinin bugünkü yıllık ticari cirosu, en az birkaç milyar doların üstündedir. Bunların içinde büyük inşaat ihaleleri, dışalım ve dışsatımlar, işletmeye açılan büyük otel ya da fabrikalar bulunmaktadır. Bunların büyük bölümüne tek başına Aliyev karar vermektedir ve doğaldır ki, Türkiye'de ihalelerin verildiği kişiler, Aliyev'in siyasi olarak Türkiye'de yakınlık duyduğu kişilerin fısıldadığı isimler olmaktadır. Başka bir deyişle, açıkçası Çiller ve çevresi, bu büyük furyadan, ihalelerden pay alamamaktadır. Türkiye'de siyasetin para gücüyle yapıldığını biliyorsak, bunun ne anlama geldiğini anlayabiliriz. Dolayısıyla, Aliyev'e karşı darbe düzenleyip yerine Elçibey'in getirilmesi fikri içinde, bu olay önemli yer tutmaktadır. Demirel'in de, Aliyev'i uyarıp darbeyi haber vermesinin ve bu olaydan sonra Demirel ile Çiller arasında iplerin kopmasının nedeni budur! Tabii ki ana neden bu değil, ama önemli bir neden. Nedenlerin başında Rusya'ya yakınlık gelmekte. Nitekim durumun vahametini kavrayan Aliyev, darbeden üç ay önce çeşitli girişimlerde bulunarak ABD ile yakınlaşma operasyonu başlatmışsa da, bunda istediği başarıyı elde edememiştir. Çünkü darbenin ardında başka iki sorun yatmaktadır. Bunlardan birisi, yılda 60-70 milyar dolar gelir getirecek Hazar petrollerinin paylaşımıdır. Diğer neden de önemlidir. Çünkü bölgede yeni bir yapılanma peşindeki ABD, Ermenistan-îsrail-Türkiye üçgenini planlamakta, bu üçgeni Azerbaycan ile dörtgene tamamlamayı arzulamaktadır. Aliyev ise buna yanaşmamaktadır. Rusya gibi, ABD tarafından da, Aliyev'in ipi artık çekilmelidir! Darbeye karışanların isimlerinin ise önemli olduğunu düşünmüyorum. Her zaman olduğu gibi, tetikçi, kiralık katil olarak kullanılan lümpen, ülkücü ayak takımı hazırdır. Bunların adı Hanefi Demirkol, Haluk Kırcı, Abdullah Çatlı, Kenan Gürel vb. olabilir. Türkiye'de bu tür işlere bulaşmaya hazır çok sayıda gariban, serseri, maceracı, maşa olmaya hazır insan olması, tabii ki hazin bir sonuçtur. Onun için maşalardan söz etmek gerekmiyor. Ancak ABD çıkan için gerçekleştirilen darbeye; bir grup MİT'çinin, TİKA isimli devlet kuruluşunun, ayrıca Mehmet Ağar ve Ayvaz Gökdemir isimli sözde siyasetçilerin, Korkut Eken, İbrahim Şahin gibi polis şeflerinin, dahası dönemin başbakanı Tansu Çiller'in karışması bir yana, bu işi planlamaları vahimdir.
208
İşin daha da vahimi ve karışığı, darbeye karışan ve yakalanan Hanefi Demirkol'un, bizzat Demirel'in devreye girmesiyle Azerbaycan tarafından serbest bırakılması ve bu adamın, MİT'e ait bir uçakla Bakû'den Ankara'ya getirilmesi ve hakkında bırakın işlem yapmayı, korunup kullanmasıdır. Yakalanan diğer isim Kenan Gürel ise hâlâ Bakû'de hapis yatmaktadır. Bu kişi, Avusturya vatandaşı gözükmektedir. Yakalandığında, üzerinde uydu telefon bulunmuştur. Bir başka vahamet ise Azerbaycan'ın, bu işe karışan Türk vatandaşlarının bir bölümünün adını saptamış olmasıdır. Ve bizzat Aliyev'in, halen Türkiye'de bulunan yedi ismi resmen bildirmiş olmasına karşın, Türkiye, bu konuda hiçbir şey yapmamıştır ve bu isimler, ellerini kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar. Her neyse, bu vahim işi yapanların tümü, Susurluk Çetesi olarak adlandırılabilir. "Tosun şimdi de Almanya'da hizmetinizde"de olduğu gibi, Susurluk Çetesi bu kez de, hem kendileri hem de ABD taşeronu olarak Azerbaycan'da hizmete koşmuşlardır. Olay bundan ibarettir. Danimarka dönüşü havaalanında yaylım ateşe tutularak öldürülmesi planlanan Aliyev'e, kendine yakın MİT elemanlarından aldığı haberi, kendisini Danimarka'da bulup ileten Demirel sayesinde, bu suikast önlenmiştir. Çünkü Aliyev planlanandan önce Bakû'ye dönüp oyunu bozmuş, darbecileri sert önlemlerle bertaraf etmiştir. Bu bastırma sırasında taraflar toplam 400 ölü vermiştir. Öldürülenlerin başında, aynı zamanda darbenin başını çeken, İçişleri Bakan Yardımcısı ve OMON olarak adlandırılan özel polis birliklerinin başkanı Ruşen Cevadov vardır. Darbeye birkaç gün kala, Demirci'den aldığı istihbarat ile önlemler alan Aliyev'e bağlı güçler, Cevadov'u, üstelik OMON karargâhı içinde, odasında otururken yakalayıp öldürmüşlerdir. Cevadov'a da, tıpkı öğretim üyesi kılıklı, ülkücü MİT elemanı Hanefi Demirkol gibi, darbeden sonra cumhurbaşkanı yardımcılığı sözü verilmiştir. Oysa Cevadov, bir yıl önce ayaklanan Suret Hüseyinov'a karşı çıkıp Aliyev'in yanında yer almıştı.
209
Ama iki yıl önce, Suret ile işbirliğine gidip Aliyev'in iki yakın adamını öldürtmüştü. Daha da ayrıntı verebilirim, ama sanırım olayı aktardık. Ancak son bir şey söylemek istiyorum. Azerbaycan'da bu darbe bitmiştir, ama yenisi gelecektir. Darbe tabii ki ABD kaynaklı olacaktır ve tabii ki Türkiye'den, başka Çiller'ler, başka Komando Ayvaz'lar, başka Demirkol'lar bulunacaktır... Evet maalesef böyle olacaktır, ta ki bu işlere karışanlardan hesap soruluncaya kadar...
210
SİNCİAN-UYGUR PROVOKASYONU VE ÇİLLER
Adnan Akfırat
Gazeteci/ Aydınlık
CIA Güdümünde Çin'in Sincian Özerk Bölgesi'nde Tertipler Çiller Özel Örgütü'nün Türkiye'nin güvenliği ve bağımsızlığına darbe vuran eylemlerinden biri de, Çin Halk Cumhuriyeti'nin Sincian Özerk Bölgesi'nde, CIA'nın güdümündeki ayrılıkçı güçleri desteklemek için sabotaj ve tertipler düzenlemesidir. Tansu Çiller'in CIA ile bağının bir diğer önemli belgesi de, Çin'deki provokasyonlara resmi görevlilerin katılmasıdır. Dönemin Dışişleri Bakanı Çiller, bu tertibin başındadır. DYP Kayseri Milletvekili Çiller'in, Dış Türkler konusundaki akıl hocası Ayvaz Gökdemir ve Bakanlık'taki resmi danışmanı Şükrü Karaca, terkibin başındaki isimlerdir. Türkiye'nin Mezar-ı Şerifteki Konsolosluk yetkilileri, .Çiller sayesinde provokasyonlara katılabilmiştir.
211
Aydınlık dergisi, Genelkurmay yetkililerinden aldığı bilgilerle bu tertibi, daha Çiller Özel Örgütü gözler önüne serilmeden çok önce açığa çıkardı. 27 Ekim 1996 tarihli Aydınlık,
Cumhurbaşkanı, hükümet ve Genelkurmay Başkanlığı'na seslenerek, "Durdurun Bu Tertibi" kapağıyla çıktı. Aydınlık, şu gelişmeyi duyuruyordu: "JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi'nin, CIA'nın güdümünde, Çin Halk Cumhuriyeti'nde iç kargaşa çıkartmak için operasyon başlattığı öğrenildi. Bu amaçla, JİTEM'den dört subayın geçen hafta Afganistan'a gittiği bildirildi. JİTEM'in ilgili birimi, Sincian Uygur Özerk Bölgesi'nde ayrılıkçı gruplara askeri eğitim vermek, sabotajlar yapmak üzere, Türkiye'den tim gönderiyor. Operasyonu, JİTEM'in Ankara'daki Karargâhı'ndan bir yarbay yönetiyor. JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi, yıllardır aktif bir faaliyet yürütmüyordu. Taliban'ın Kabil'i almasının ardından, CIA'nın isteği üzerine bu girişim başladı. ABD'nin bu operasyona büyük para desteğinde bulunduğu öğrenildi.
Devletin Politikası Çin ile Dostluk "Çin ile Türkiye'nin arasını açacak bu tertip bir devlet politikası mı? Çok açık ki hayır. Çin ile Türkiye'nin ilişkilerinin son dönemde hızla iyileştiği biliniyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Amerikancıların 'Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı' diye adlandırdığı Çin'i taciz etme projesine itinalı bir şekilde mesafeli duruyor. Türk Silahlı Kuvvetleri de, Çin ile savunma sanayi alanında işbirliğini başlattı. Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde, Çin'i Türkiye'nin stratejik müttefiki olarak belirleyen bir analiz yayımlandı. Hong Kong'un anavatanla birleşmesi adımıyla uluslararası planda büyük bir hamle yapan Çin'i sınırlamak için, Uygur sorununun ABD tarafından kurcalandığı biliniyor.
Çiller'in Başında Olduğu CIA Karargâhı "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Çin'de ayrılıkçılığı kışkırtmak gibi bir politikası olmadığı biliniyor. Tersine devletin politikası, 'çok yönlü dış politika' uyarınca Çin'le iyi ilişkileri daha da geliştirmek.
212
"Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın resmi çağrılı olarak Çin'e gittiği ve savunma sanayi işbirliğiyle füze alımı protokolleri imzaladığı bir dönemde, TSK'ya bağlı bir birimin böylesi tertiplere girişebilmesi, bu gücün, Türkiye karşıtı bir karargâha bağlı olarak çalışmasıyla açıklanabilir. Orgeneral Karadayı'nın Çin gezisinden, ABD'nin çok rahatsız olduğu, Amerikan sözcülerince ifade edildi. Türkiye'nin politikalarına taban tabana zıt böylesi bir tertibe hiçbir rütbeli, hükümet içinden destek almadan, kendini riske atarak katılmaz. "Ne yazık ki bu tertibi düzenleyen karargâh, Washington ya da Tel Aviv'de değil Ankara'dadır. Adı anılan merkezlerle koordineli olarak CIA görevlisi bir Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı'nın, Tansu Çiller'in himayesinde çalışıyordu. Nitekim Çin provokasyonunun elebaşları da saptanmıştır. Çiller'in Dış Türklerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir, Çiller'in Dış Politika Danışmanı Şükrü Karaca ve provokasyonun icracısı Özel Harpçi Binbaşı Kaşif Kozinoğlu. Tertip için kullanılan para, Çiller'in danışmanı Karaca kanalıyla aktarılmıştır.
Çiller ve Yazıcıoğlu'nun Baş Provokatörü: Binbaşı Kozinoğlu "Çin'de tertip ve sabotajlar düzenleyecek timin Özel Harpçi Binbaşı Kaşif Kozinoğlu'na bağlı olduğu Aydınlık tarafından açığa çıkarıldı. Uzun süre Özbek asıllı Afgan generali Abdülraşit Dostum'un karargâhında "askeri ataşe" kimliğiyle bulunan Binbaşı Kozinoğlu, Özel Kuvvetler Komutanlığı'na bağlı. Mehmet Eymür'ün Özer Çiller ile kurduğu yakın ilişki sonucu MİT'e dönmesinin ardından bir dönem MİT Kontr-Terör Dairesi'nde onunla birlikte çalışan Binbaşı Kozinoğlu, şimdi Kafkaslar'daki Özel Harp Karargâhı'nda bulunuyor. Bağnaz milliyetçi ve Türk-İslam sentezcisi olarak tanınan Binbaşı Kozinoğlu, son dönem provokasyonlarda Muhsin Yazıcıoğlu'nun BBP'sine bağlı militanları kullanıyor. Uyuşturucu ticaretinde de aktif rol alan Binbaşı Kozinoğlu, hem Çiller'in hem de Yazıcıoğlu'nun baş provokatörü işlevi görüyor."
213
Aydınlık'ın Tarihi Haberi Aydınlık'ın, gelişen olaylarla aynen doğrulanan 27 Ekim 1996 tarihli haberi şöyle: "JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi'nin, CIA'nın güdümünde, Çin Halk Cumhuriyeti'nde iç kargaşa çıkartmak için operasyon başlattığı öğrenildi. Bu amaçla, JİTEM'den dört subayın geçen hafta Afganistan'a gittiği bildirildi. "JİTEM'in ilgili birimi, Sincian Uygur Özerk Bölgesi'nde ayrılıkçı gruplara askeri eğitim vermek, sabotajlar yapmak üzere, Türkiye'den tim gönderiyor. "Operasyonu, JİTEM'in Ankara'daki Karargâhı'ndan bir yarbay yönetiyor. JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi, yıllardır aktif bir faaliyet yürütmüyordu. Taliban'ın Kabil'i almasının ardından, CIA'nın isteği üzerine bu girişim başladı. ABD'nin bu operasyona büyük para desteğinde bulunduğu öğrenildi. "Tertibin, tam da Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın Çin ziyareti sırasında düzenlenmesi dikkat çekti. ABD'nin, Türkiye'nin Çin'den silah alma projesinden büyük rahatsızlık duyduğu belirtiliyor. Tertip, Org. Karadayı'nın Çin'le iyi ilişkiler geliştirme çabasına karşı, devlet kurumları içine mevzilenmiş yasadışı güçlerin, bir sabotajı olarak da yorumlandı.
Piyonlar Nizam-ı Alem Ülkücüleri "Aydınlık'ın güvenilir kaynaklardan aldığı bilgiye göre, sabotaj timi, Büyük Birlik Partisi'nin
gençlik örgütü Nizam-ı Alem Ocakları militanları arasından seçildi. Birinci postada yollanacak tim, 15 kişiden oluşuyor. Ekibin, BBP yöneticilerince tayin edilerek JİTEM'e bildirildiği öğrenildi. Hepsi, daha önce Çeçenistan'da silahlı faaliyette bulunmuş, çatışmalarda yer almışlar. Plana göre, İstanbul'da 20 günlük bir siyasal eğitimden sonra Afganistan'a gidecekler. Askeri eğitimi, Kuzey Afganistan'da görecekler. Bu eğitimi, bölgede bulunan Pentagon'un Özel Savaş uzmanlarıyla, Türkiye'den giden JİTEM subayları verecek.
214
İslam Partisi Kanalıyla Uygur Bölgesine Geçecekler "Uygur Özerk Bölgesinde, CIA ile işbirliği içinde yasadışı iki parti var; 'Doğu Türkistan İslam Partisi' ve 'Doğu Türkistan Halk Partisi'. Bu partilerin, Çin'in, Kırgızistan ve Kazakistan sınırında, yeraltında faaliyet yürüten 1200 silahlı adamları olduğu ileri sürülüyor. ABD, her iki partiye ve silahlı ekiplere büyük çapta yardım yapıyor. "Türkiye'den gönderilecek sabotaj timinin, Doğu Türkistan İslam Partisi'nin silahlı adamlarıyla birlikte hareket edeceği bildirildi. İslam Partisi, 'Bağımsız İslam Cumhuriyeti' kurmayı hedefliyor. Sincian'dan 'dinsizlerin atılması' için 'cihat' ilan etmiş. "Türkiye'den giden ekibin, Lop Nor ile Bağraş gölleri bölgesinde, nükleer tesislere sabotaj ve saldırı düzenleyeceği öğrenildi. "Mart 1996 tarihli National Geographic dergisi, Sincian'da ayrılıkçı faaliyetin Taklamakan Çölü'nün kuzeyindeki bölgelerde geliştiğini yazıyor. 1990 Nisan'ında Taklamakan'in kuzeyindeki Kaşgar kentine yakın Barın kasabasında karışıklık çıkmıştı. Çin yetkilileri, bu olaylarda kullanılan silahların, Pakistan üzerinden, Afgan mücahitleri kanalıyla sağlandığını saptadı. Aynı dönemde Pakistan Gizli Ser-visi'nin iki görevlisi, Sincian'da ayaklanma kışkırttığı için tutuklandı. "7 Mart 1992 tarihli Indian Times gazetesi, Sincian'daki Pantürkist ve Panislamist çabalan destekleyen dış güçleri şu sırayla yazdı: Türkler, Afgan mücahitleri, Pakistan'daki İslami Cemaat grupları.'
CIA Düğmeye Bastı "JİTEM Doğu Türkistan Birimi, yeniden aktif hale getirildiği sırada, Doğu Türkistan Vakfı da, İstanbul'da sempozyum düzenledi. Yine aynı günlerde, Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey'in, 'İran ve Çin parçalanacak' açıklaması geldi.
215
"2. Uluslararası Doğu Türkistan Kültür ve Tarih Sempozyumu, 21-23 Ekim tarihleri arasında AKM'de yapıldı. Sempozyumun Türk ve yabancı katılımcıları; Turancı, şeriatçı bileşiminden oluştu. Toplantının üç günlük gündemini, Çin Halk Cumhuriyeti'ne karşı yıkıcı fikirlerin sergilenmesi ve bu yönde girişilecek örgütlenmeler işgal etti. Konunun esası, Sincian Uygur Özerk Bölgesi'ni Çin'den ayırıp bağımsız bir ülke haline getirmenin yolunu bulmaktı. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Turan Yazgan'ın ifadesi, tüm konuşmaların özetiydi: "Bugün Türk milletinin Kızıl Elma'sı Doğu Türkistan'dır. Kızıl Elma Türk milletinin kısa vadeli hedefi demektir.
Fuller: Türkiye İstese de İstemese de Çin'e Karışacak "Türkiye'yi, Çin'de ayrılıkçı faaliyetlere katma çabası, ABD'nin uzun süredir devam eden temel politikası. ABD yönetimi, son dönemde, Çin'e karşı düşmanca faaliyetleri yoğunlaştırdı. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nın yayın organlarından Foreign Affairs dergisinde yayımlanan ünlü 'Uygarlıklar Çatışması mı?' başlıklı yazısında, ABD'nin politikalarını açıklayan Samuel Huntington, Batı'nın baş düşmanı olarak Çin'i ve İslam ülkelerini belirledi. Huntington bu görüşünü daha sonra da pekiştirerek tekrarladı. Cumhuriyet gazetesinin 18 Kasım 1994 tarihli sayısında, Newsweek dergisinden aktardığı görüşleri şöyle: Tarih bize ülkelerin hızla sanayileşince daha iddialı bir çizgi izlemeye başladığını gösteriyor. Zaman zaman yayılmacı ve sömürgeci olabiliyorlar. Çin'in kendini öne sürmek isteyeceğine inanıyorum. Çin, 2 bin yıl süreyle Doğu Asya'nın egemen gücüydü. Han halkından olmayan insanların yaşadığı bölgelerde sorunlar yaşanabilir.' "13 Eylül 1995 tarihli Siyah Beyaz gazetesinin haberi, JİTEM Doğu Türkistan Birimi'nin kimin hizmetinde olduğunu açıklıyor: 'Çin'in, SSCB'den farklı olarak parçalanmaması Batı'yı tedirgin ediyor. Batı'da, 'dev'in önünü kesmek için Türk ve Slav halklarından bir barikat kurulması görüşü, strateji merkezlerinin turfanda ürünü olarak piyasaya sürüldü bile.'
216
"Bu görüşü ilkönce dile getiren de elbet Graham Fuller. Ünlü CIA liderinin bu konuda yazdığı rapor, Harp Akademileri Komutanlığı tarafından Türkiye'nin Yeni Jeopolitiği' başlığıyla yayımlanan kitabın içinde yer alıyor. Aksiyon dergisi, Harp Akademileri'nin yayımladığı kitaptaki raporları, bu hafta, 'CIA'nın Türkiye Raporu' başlığıyla kapak yaptı. Fuller, Çin'in parçalanacağı kehanetinde bulunurken, Türkiye'nin istese de istemese de Çin'e karışmak zorunda olduğunu belirtiyor.
Orgeneral Karadayı'nın Çin Gezisine Sabotaj "17-19 Ekim günleri arasında Çin'e resmi bir ziyaret yapan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Pekin'de Çin Cumhurbaşkanı Jiang Zemin ve Çin Savunma Bakanı Chi Haotian ile görüştü. Taraflar, Çin-Türkiye ilişkilerini geliştirme isteğini dile getirdiler. Sincian Uygur Özerk Bölgesi'ne karşı tertiplerin şu günlerde hızlandırılması, Org. Karadayı'nın Çin gezisine karşı sabotaj olarak yorumlandı. "ABD, Çin-Türkiye arasında askeri işbirliği anlaşmasından ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Çin'le yakınlaşmasından rahatsız. Washington, Türkiye'nin Çin'den silah alma projesinden büyük endişe duyuyor. Türkiye'de Genelkurmay'a yakın kaynaklar, Karadayı'nın Çin ziyaretinde silah alımı için öngörüşmeler yaptığını dile getirirken, Çin basınında bu konuda herhangi bir bilgi veya yorum yer almadı. "Çin Cumhurbaşkanı Jiang, görüşmede, Çin'in, barış içinde yaşamanın beş ilkesi temelinde, Türkiye ile uzun vadeli ve istikrarlı dostluk ve işbirliği ilişkilerini geliştirmek için çaba harcamaya hazır olduğunu belirtti. Jiang Zemin, iki ülke arasındaki dostluk ve işbirliği ilişkilerinin olumlu yönde geliştiğine işaret ederek, bunun, bölge ve dünya barışı için yararlı olduğunu söyledi. Orgeneral Karadayı da, görüşmede, Çin'in uluslararası ilişkilerde oynadığı rolü ve modernleşme ve Çin'in inşasında kazandığı basanları takdirle karşıladığını kaydetti.
217
"Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, Çin Savunma Bakanı Chi Haotian ile de görüştü. Çin Savunma Bakanı, görüşmede Org. Karadayı'ya Çin'in iç durumu hakkında bilgi verdi. Chi Haotian, ülkesinin, Çin ve Türk orduları arasındaki ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesine büyük önem verdiğini söyleyerek, kapsamlı ve karşılıklı yarara dayalı işbirliğini yeni bir düzeye çıkarmak için çaba harcayacaklarım belirtti. Çin Savunma Bakanı, Çin'in askeri politikasının savunma niteliğinde olduğuna işaret ederek, Çin'in şu andaki merkezi görevinin ekonomisini geliştirmek olduğunu söyledi. Chi Haotian, Batı'daki bazı güçlerin yaymaya çalıştıkları 'sözüm ona Çin Tehdidi Teorisi'nin karanlık amaçlar güttüğü ve asılsız olduğu görüşünü dile getirdi. Org. Karadayı da, Türkiye'nin, Çin'le olan ilişkilerini ve işbirliğini geliştirmeye önem verdiğini hatırlatarak, iki ülke ve iki ordu arasındaki kapsamlı işbirliğinin her alanda geliştirilmesi için çaba harcayacaklarını vurguladı. "Görüşmelerde, dünyadaki son gelişmeler de değerlendirildi. Çin Savunma Bakanı Chi Haotian, daha sonra Org. Karadayı onuruna bir yemek verdi. Yasak Şehri gezen Org. Karadayı ve eşi, Çin Seddi'ne de gittiler. "Şanghay Garnizon Komutanı Tümgeneral Wang Wenhui, özel uçakla Şanghay'a gelen Org. Karadayı onuruna akşam yemeği verdi. Şanghay Deniz Üssü'nün ziyaretinden sonra, Şian'da heykellerden oluşan ünlü Yeraltı Ordusu'nu gezen Org. Karadayı, akşam yemeğinde Shaanxi Eyaleti Askeri Bölge Komutanı Tümgeneral Du Donghai'ın konuğu oldu."
Aydınlık'ın Yayını Etkili Oldu; Genelkurmay, Uygur Bölgesine Tertibi Durdurdu Aydınlık'ın yayını etkili oldu. Üç hafta sonraki Aydınlık dergisi şu haberi veriyordu: "Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi'nin, Çin'in Uygur Özerk Bölgesine yönelik tertibini durdurdu. Orgeneral Karadayı, Aydınlık'ta. çıkan haber üzerine Genelkurmay'da kendisine konu hakkında brifing verilmesini istedi. Genelkurmay Başkanı, bu faaliyetin derhal durdurulmasını emretti. Faaliyet durduruldu, JİTEM Doğu Türkistan Birimi masa düzeyine indirildi.
218
"Aydınlık'ın haberi, 28 Ekim Pazartesi günü, Genelkurmay Başkanlığı görevlilerince
bilgisayarda yeniden dizilip Orgeneral Karadayı'ya verildi. Genelkurmay Başkanı, Çin'e resmi ziyaret yaptığı bir dönemde girişilen bu tertibe büyük tepki gösterdi. Genelkurmay İstihbarat Başkanı, Genelkurmay Harekât Başkanı ve askeri ataşelerin koordinasyonundan sorumlu generalin kendisine derhal bir brifing vermesini istedi. Karadayı, brifinge Aydınlık 'in haberinin büyük bölümünü çizmiş olarak geldi. 'Nasıl böyle bir şey yapabilirsiniz. Basına yansıyor, benim haberim olmuyor' dedi. Karadayı, 'Efendim sol basın yazdı' yanıtına, 'Sağ basın-sol basın bırakın. Bu yazılanların hepsi senaryo olamaz. Kimse masa başından böyle senaryo üretemez. Siz benim altımı mı oyuyorsunuz? Derhal bu faaliyeti durdurun' dedi. "Karadayı'nın kesin talimatı üzerine proje askıya alındı. Genelkurmay Başkanı'nın 'kapatın' emrine karşın, JİTEM'in Doğu Türkistan Birimi 'masa' düzeyine indirildi.
Genelkurmay Başkanı'na Rağmen CIA Tertibine Türkiye'yi Kattılar "Genelkurmay Başkanı'nın kesin emrine karşın, devlet içindeki güçler CIA güdümünde Çin'de kışkırtmaları sürdürdü. ÂBD'nin, Türkiye'yi kullanarak Çin'i parçalama operasyonu darbe yemişti, ancak CIA tertibi yürüdü. CIA, Çin Halk Cumhuriyeti'ne karşı yürüttüğü düşük yoğunluklu savaşta ana cephe olarak Sincian Uygur Özerk Bölgesi'nin belirlemişti. Nitekim 5 Şubat Kadir gecesi, CIA kışkırtmasıyla, Yining kentinde küçük çaplı bir silahlı ayaklanma başlatıldı. CIA'nın güdümündeki provokatörler, 'Cennetin anahtarlarını dağıtıyoruz. Mübarek günde gazaya katılan cennete gider' diye kışkırtmayı başlattılar. İsa Yusuf Alptekin'in rüyalara girdiği, öte dünyada prangayla yaşadığı hikâyeleri anlatıldı. Bunun üzerine CIA'nın eğitip silahlandırdığı ayrılıkçılar, kamu ve güvenlik görevlilerine saldırıya geçti.
219
"Batı'nın propaganda araçları Reuters ve AFP ajanslarına dayanarak verilen haberlerde, Sincian'da 30 Uygur'un idam edilmesi üzerine 'ayaklanma başladığı' ileri sürüldü. Aynı ajanslar kanalıyla, bölgede yüzlerce kişinin kurşuna dizildiği yalanı, tüm dünyaya yayıldı. "Çin'in Türkiye'deki büyükelçisi Wu Keming, "Kışkırtmanın arkasında yabancı devletler var" değerlendirmesini yaptı. Aydınlık'ın son gelişmeleri değerlendiren, Keming, olayların Batı basını tarafından abartıldığına dikkat çekerek, olayın bir kışkırtma olduğunu vurguluyor. Keming'in değerlendirmesi şöyle: 'Çin çok büyük bir ülkedir. Zaman zaman bazı yerlerde olaylar çıkıyor. Bu defa da Yining kasabasında olaylar çıktı. Bildiğim kadarıyla orada bazı insanlar, başkalarını öldüresiye dövdüler. Sonra mağazalara, binalara saldırdılar ve yağma yaptılar. Çin bir hukuk devletidir ve bunu kim yaparsa yapsın hiç izin veremez. Çünkü bu suçtur ve suç işleyenler mutlaka cezalandırılır. Din, ırk, milliyet ayrımı yapılmadan. Yani başka yörelerde, başka bölgelerimizde benzer bir olay çıkarsa yine cezalandırılıyor. Ne zaman Çin'e karşı kışkırtma kampanyaları olduysa, muhakkak arkasında yabancı kuvvetlerin müdahelesi vardır. Bazıları bu olayları bir bahane olarak kullanıyor. Çin'e karşı kampanyayı genişletmeye çalışıyorlar. Son yıllarda Çin ile Türkiye arasında ilişkiler çok iyi durumda. Bazıları bundan çok korkuyor. Çin-Türkiye ilişkilerinin gelişmesine engel olmaya çalışıyor. Bence Çin-Türkiye ilişkilerinin gelişmesi hem Çin için, hem de Türkiye için çok yararlıdır. Bölge barışına da, dünya barışına da yararlıdır. Çin-Türkiye ilişkilerinin gelişmesini sabote etmek bu açıdan çok yanlış bir şey.'
Dışişleri ve Genelkurmay Karşı Genelkurmay ve Dışişleri bürokrasisi, CIA tertibine karşı çıktı. Dışişleri'nden üst düzey bir yetkili, Türkiye'nin Çin'le iyi ilişkiler geliştirmek istediğini ve Sincian bölgesindeki ayrılıkçılara destek vermediklerini Aydınlık'a açıkladı.
220
"Genelkurmay İstihbaratı'na göre, Sincian'daki ayaklanma bir CIA provokasyonu. Genelkurmay, bu tür tertiplere karşı çıkıyor ve Çin'i, ABD'ye karşı bir müttefik olarak görüyor. Genelkurmay Başkanlığı, Pekin'de görevli bir askeri ataşe yardımcısını olayların hemen ardından Türkiye'ye çağırdı.
Çiller Bağlantısı "Tertibin içinde Çiller Özel Örgütü'nün de parmağı saptandı. BBP'lilerin önemli rol oynadığı tertipte, Çiller'in danışmanı Şükrü Karaca ile Türkiye'nin, Afganistan'ın Mezar-ı Şerif kentindeki Konsolosluk görevlilerinin de rol aldıkları belirtiliyor. "Cumhurbakanı Süleyman Demirci, 20-22 Ekim'de, Türkçe Konuşan Devletler Zirvesi'ne katılmak üzere Özbekistan'ın başkenti Taşkent'e gittiğinde, yanında, Çiller'in başbakanlığı döneminde Dış Türklerden Sorumlu Devlet Bakanı Ayvaz .Gökdemir ve Çiller'in danışmanı Şükrü Karaca da vardı. Demirci, 25 Ekim'de Moskova'da düzenlenen Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) toplantısına katılmak için Taşkent'ten ayrıldı. Ancak, Karaca ve Gökdemir, Özbekistan'dan Afganistan'a geçerek Özbek General Raşit Dostum ile görüştüler. Gökdemir döndükten sonra, Dışişleri Konutu'nda Tansu Çiller'e brifing verdi. "Türkiye, Afganistanlı general Raşit Dostum'la, Özal döneminden beri ilişkide. İlişkiyi ilk kuran kişi, Çiller'in, dış Türkler konusundaki en güvendiği isim Ayvaz Gökdemir.
Afganistan'ın Tek Geçim Kaynağı: Uyuşturucu "Çin'deki CIA kışkırtmasıyla Afganistan'daki gelişmeler arasında sıkı bir ilişki var. General Dostum'un karargâhında bulunan bir Türkiyeli, Afanistan'daki gelişmeleri şöyle değerlendiriyordu: 'Afganistan'ın tek geçim kaynağı uyuşturucu ticareti. Üretim ve eğitim tamamen durmuş vaziyette. Afganistan'ın başkenti Kabil'i ele geçiren Taleban değil, doğrudan Pakistan askeri birlikleri.
221
Kabil'in alınması sırasında Ahmet Şah Mesut kuvvetleri, yüzden fazla Pakistanlı askeri öldürdü, 15 Pakistanlı askeri esir aldı. Bunlar basında yer almadı. Afganistan'da savaş, generallerin satın alınması biçiminde oluyor. Bir general satın alınınca onun hâkim olduğu şehri ele geçirmiş oluyorsun. Ahmet Şah Mesut'u İran, Çin ve Tacikistan destekliyor. Taleban'ı ABD ve Pakistan. Dostum Paşa'yı ise Türkiye, Rusya, Özbekistan ve Türkmenistan destekliyor. ABD'nin planı, Rusya ve Türkiye'yi dışlayarak Orta Asya petrolünü Afganistan ve Pakistan yoluyla Hint Okyanusu'na indirmek. Afganistan'da Dostum'un hâkim olduğu Mezar-ı Şerifte 50-60 ABD'li uzman var. Bundan sonra çok kan dökülecek.'
Karaca'nın Uğursuz Rolü "Gökdemir ve Karaca'yla aynı günlerde Afganistan'da bulunan bir kaynak, 15 kadar BBP'linin de, Mezar-ı Şerifte olduğunu söyledi. Aynı kaynak, Karaca'nın BBP'ye yakınlığına dikkat çekti ve Sincian'daki provokasyonla ilgisinin olduğunu belirtti. "Başbakanlıktan bir üst düzey bürokrat da, Karaca'nın konuyla bağlantısını doğruluyor: 'Karaca, özellikle Ortadoğu ve Orta Asya'daki dış Türklerle yalandan ilgilidir. Bu işleri çok iyi biliyor.' "Şükrü Karaca, Çiller'in danışman şirketi Analitik'in arkasındaki kişilerden. Diyanet kökenli. Mesleği avukatlık olan Karaca, önceleri Diyanet Vakfı'nda 'Orta Asya işleriyle' ilgili çalışmalara katıldı. Bu vakıf aracılığıyla, Türkiye'nin Kuzey Irak'taki Türkmenlere para yardımı yapmasında rolü oldu. Para yardımı, Diyanet'in 'Kuzey Irak'ta kurban kesmek için para bağışı toplaması1 diye formüle edildi. Karaca, bu sırada sık sık Kuzey Irak'a gidip geldi. Karaca, 'Kuzey Irak'ı çok iyi biliyor' telkiniyle Çiller'in Dışişleri Bakanlığındaki 'resmi danışmanlarından biri yapıldı. "Karaca, kendisini entelektüel bir araştırmacı olarak tanıtıyor. İslamcı çevreden Vadi Yayıncılık'tan çıkmış bir romanı var.
222
Her Taşın Altında BBP'liler "BBP'nin İstanbul'daki basın danışmanı Ayhan Ateş, CIA'nın JİTEM aracılığıyla düzenlediği tertipte yer alan ekibin hazırlanmasına aracı oldu. Türkiye'nin Mezar-ı Şerifte bulunan konsolosluğu BBP'lilerin denetiminde. Konsolos Mehmet Sansar ve İdari Ataşe-Nevzat Uzun da, BBP'li. Her ikisi de, Afganistan'a 'gönüllü olarak' gitmişler. "Doğu Türkistan Dernekleri'nin, Ankara'da 14 Şubat 1997'de düzenlediği protestoda boy gösteren BBP'liler de, ilginç kişilikler. "BBP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Orhan Kavuncu, gösterinin baş aktörlerindendi. Kavuncu, 21-23 Ekim'de, İstanbul'da düzenlenen 2. Uluslararası Doğu Türkistan Sem-pozyumu'nun da konuşmacılarındandı. Kavuncu, sempozyumda, Çin'le ilişkilerin bozulmamasını isteyen bazı konuşmacılara şiddetle karşı çıkmıştı. Türkiye'yi eleştirerek şöyle demişti: 'Dışişleri Bakanlığı Eminönü'ndeki İsa Yusuf Alptekin parkının adını Çin maslahatgüzarının isteği üzerine hemen, Çinlileri biraz bile oyalamadan değiştirtti. Bugünkü hükümeti Türk dünyasıyla ilişkileri gevşek tutmasından dolayı kınıyorum.' "Orhan Kavuncu, Hizbullah'a yakınlığıyla bilinen Burhan Ka-vuncu'nun ağabeyi. Burhan Kavuncu, Güneydoğu'da devlet adına birçok faili meçhul cinayeti gerçekleştiren Hizbullah'ın İlim grubunun devletle ilişkilerinde kilit rol aldı. 12 Eylül'den sonra MHP ve yan kuruluşları davasında yargılandı. En çok ceza alanlardan biri. Uzun süre Mamak Cezaevi'nde yattı. Burada, Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte İslamı keşfetti. Cezaevinden çıktıktan sonra, Hizbullah örgütüne yakınlığıyla bilinen Yeryüzü dergisini çıkaranlar arasında yer aldı. Nizam-ı Alemciler İtiraf Etti "Nizam-ı Alemciler, 8-14 Kasım 1996 tarihli şeriatçı Cuma dergisinde işledikleri suçlan itiraf ettiler.
"Dergide Şeyhmuz Kızılkaya imzasıyla yayımlanan haberde, Nizam-ı Alemcilerin Sincian'a gittikleri kabul edildi. CIA denetimi ve JİTEM bağlantısı Nizam-ı Alem Ocakları yetkilileri tarafından reddedilmeye çalışılırken, Raşit Dostum ve Pakistan'daki islamcı örgütlerle bağlantılı oldukları kabul ediliyor.
223
CIA'nın denetimindeki Doğu Türkistan İslam Partisi de savunularak şöyle deniyor:
'Doğu Türkistan'da Kızıl Çin'in faşist baskıları altında yıllardır ezilen müslümanlara yardım etmek elbette her müslümanın üzerine farzdır. Biz de bu farzdan dolayı onlara nasıl yardım edebileceğimizi kararlaştırıp bu konuda çalışmalara başladık. Biz Doğu Türkistan'daki müslümanlara yardım etmeye çalışırken, elbette ki bölgedeki diğer müslüman cemaatlerle işbirliği içerisine gireceğiz. Pakistan veya Afganistan'da müslüman cemaatlerin yardımına elbette ihtiyacımız var. Onlar da bu konuda yardımlarını esirgemediler.'
Doğu Türkistan Kuruluşları CIA Denetiminde "Türkiye'de, Çin'in parçalanması için faaliyet gösteren bir dizi kuruluş bulunuyor. Doğu Türkistan Vakfı, Doğu Türkistan Göçmenler Derneği ve son olaylarda öne çıkan Doğu Türkistan Araştırma Merkezi bunlardan bazıları. Aslında bu kuruluşlar, CIA'nın İsa Yusuf Alptekin'e kurdurduğu illegal 'Bağımsızlık Cephesi'nin paravanları. Ayrıca, olaylar sırasında Kazakistan'daki merkezlerinden açıklama yapan Doğu Türkistan Birleşik Ulusal Devrim Cephesi'nin de, Türkiye'de faaliyeti olduğu belirtiliyor. Dışişleri Bakanlığı bünyesinde CIA üssü gibi işlev gören Türk işbirliği ve Kalkınma Ajansı (TlKA)'mn çıkardığı Avrasya Etüdleri dergisinin 4. sayısında yer alan K. Warikoo imzalı, 'Sincan'da Etnik-Dinsel Uyanış' başlıklı yazıda, Türkiye'de 'Doğu Türkistan' konusunu kurcalamak isteyen gruplar hakkında da ilginç bilgiler var: Türkiye'de, Sincan'ın Çin'den ayrılma hedefine ulaşması için çalışan en az 7 kuruluş faaliyet göstermektedir. Bunların arasında Doğu Türkistan Ulusal Devrimci Cephesi, Doğu Türkistan Hayır Cemiyeti, Doğu Türkistan İslam Partisi en göze çarpanlarıdır. Sürgündeki yaşlı Uygur politikacısı İsa Yusuf Alptekin'in önderliğindeki 'Doğu Türkistan Bağımsızlık Cephesi' merkezinin bir yayını olan 'Doğu Türkistan'ın Sesi', düzenli olarak İstanbul'da basılmaktadır.'
224
"Oysa Doğu Türkistan'ın Sesi dergisinin kapağında, Doğu Türkistan Vakfı'nın yayını olduğu yazılı. W. Warikoo'un belirttiğine göre, dergi, ne tür bir örgüt olduğu kamuoyunca bilinmeyen Doğu Türkistan Bağımsızlık Cephesi'nin yayın organı. O zaman, son sempozyum da dahil Türkiye'de birçok etkinlik düzenleyen Doğu Türkistan Vakfı da, bu gizli örgütün paravanı olarak kullanılıyor.
CIA'nın Ilımlı İslam Projesi ve Sincian "CIA İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcılığı görevine kadar çıkmış kıdemli ajan Graham Fuller ve CIA'nın Türkiye uzmanlarından lan O. Lesser’in, Aralık 1996'da, Sabah Kitapları arasından çıkan Kuşatılanlar, İslam ve Batı'nın Jeopolitiği adlı kitapta, Sincian Uygur Özerk bölgesindeki tertiplerin merkezi ele veriliyor. Kitabın 'Jeopolitik Boyut' başlıklı bölümünde, Çin'e ilişkin CIA analizleri bir bir açıklanıyor:
"Çin'in Hıristiyan olmasına rağmen, bu ülkenin Orta Asya ile sınırları da İslam'la karşılaşmada potansiyel bir sıcak noktayı temsil eder. Çin'in batısında, tarihsel Çin Türkistanı'nda, yaklaşık sekiz milyonluk bir nüfus oluşturan Müslüman bir topluluk yaşamaktadır: Uygur Türkleri. Bunlar, eski Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki sınırın öbür tarafında bulunan Özbeklerle kültürel olarak yakından ilişkilidir. Yıllarca 'etnik temizliğe' maruz kalmış, Uygur etnik birliğini bozup bu halkı asimile etmek için bölgeye zorla Han Çinlilerinin yerleştirilmesinden kaynaklanan demografik baskıların sıkıntısını çekmişlerdir. Uygurlar, Çin'den bağımsızlık değilse, daha fazla özerklik istemektedir. Pekin'deki komünist Çin rejimi güçsüzleştikçe, Çin Türkistanı'nda, komşu Tibet'teki benzer taleplere paralel ayrılıkçı eğilimler güçlenmektedir. Uygurlar bir bağımsızlık mücadelesine girecek olursa ciddi çatışmalar çıkması son derece muhtemeldir.
225
Çin Türkistanı'nda temel mesele İslam değil, Budist Tibetlerle Moğollarınkine paralel bir ulusal kurtuluş hareketidir. Zaten bir faktör durumunda olan İslam da, Uygurları Han Çinlilerinden ayıran bir başka kültürel özellik olarak kaçınılmaz biçimde gücünü arttırarak, Uygur ulusal kimliğini pekiştirecektir. 'Uygurlar, Çin'deki en büyük müslüman grubunu bile oluşturamaz aslında. Anadilleri Çince olan 10 milyonu aşkın Hui müslümanı vardır. Huiler açısından ayrı bir devlet kurmak gerçekçi bir hedef değilse de, muhtemelen bir azınlık milliyeti olarak hakları konusunda daha ısrarcı olacaklardır. Çin'de milliyet meseleleri daha açık ve aktif bir gelişme gösterdikçe, Huiler de gitgide kendi kimliklerini inceleyen, tüm dünyadaki diğer müslüman topluluklarla ilişkilerini sıklaştırmaya çalışan bir grup haline gelecektir. Pekin'deki komünist rejimin çökmesi durumunda, Hui halkının yeni bir siyasi ortamdaki konumuna ilişkin sorunlar da ortaya çıkacaktır. Dışarıyla temasa girme şansları çoğaldıkça, daha güçlü bir İslami dayanışma oluşması ihtimali de artar. O halde İslam, bu bölgede ayrılıkçı bir karaktere bürünmüştür ve başta zengin petrol rezervleri içeren bölgeler olmak üzere, toprakla ilgili mücadelelerde önemli bir faktör olacaktır.'
226
CIA Taşeronluğu Uyuşturucu Faaliyetinin Gereği "Sincian Uygur Özerk Bölgesi'nde, Türkiye'nin, sabotaj ve tertiplerde bulunmasının ulusal çıkarlarla açıklanabilecek hiçbir gerekçesi yok. Dış politikasında, Çin'de iç kargaşa çıkarmak gibi bir yaklaşım da yok. Cumhurbaşkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Genelkurmay'ın işbirliğinde saptanan dış politika, ABD'nin dayatmalarına karşı Asya ülkeleriyle daha yakın işbirliğini öngörüyor. Türkiye yönetiminin ABD'ye mesafeli kesimleri, 1980'lerin başından beri Çin'le ilişkilerin, özellikle iyi ekonomik ilişkiler temelinde ve karşılıklı saygı çerçevesinde yürütülmesine çaba harcıyorlar. Nitekim Kenan Evren'in ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Çin gezisi de bu politikanın ürünü. Son olarak, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın Çin ziyareti, devletin asker kesiminin de, bu ülkeyle ilişki kurma eğiliminde olduğunu gösteriyor. "Genelkurmay Başkanı Çin'de resmi görüşmeler yaparken, JİTEM görevlisi bir yarbayın bu tür bir tertibi yürütmesinin bir tek açıklaması var: ABD'nin dayatması. Buna zemin hazırlayan ise uyuşturucu trafiğinde CIA ile yakın işbirliği. Türkiye'nin kimi istihbarat birimleri, 'milli amaçları' gerçekleştirmek için uyuşturucu trafiğinde yer almayı meşru görüyor. Bosna Hersek, Azerbaycan, Çeçenistan, İran Azerbaycanı ve Kuzey Irak'ta yürütülen gizli operasyon giderlerinin uyuşturucu ile karşılandığı resmi kaynaklarca dile getiriliyor. Dünyadaki uyuşturucu trafiğinin CIA tarafından kontrol edildiği biliniyor. CIA'nın onayı olmadan milyarlarca dolarlık bir faaliyetin sürdürülmesi mümkün değil. CIA'nın bu gelire göz yummasının da bir bedeli bulunuyor. Çiller Özel Örgütü'nün, gözü kara bu tertiplere girişmesinin önemli bir nedeni de, yılda 25 milyar dolar boyutuna ulaşan uyuşturucu gelirini elde tutma çabası."
227
ŞERİATÇI TERÖRDE ABD BAĞLANTISI*
Özcan Büze
1990'ların başlarından itibaren İslamcı terör konusu uluslararası alanda giderek daha çok gündeme geldi. Biz bu yazıda İslamcı örgütlenmenin yükselişine, bu alanda Türkiye ile bazı benzerlikler gösteren Mısır örneğinden bakacağız. İslamcı terörde kullanılan "Afganiler" konusuna da bu bağlamda yer vereceğiz. Yazıda ayrıca, şeriatçı gericiliğin ABD ile ilişkisini çarpıcı bir şekilde örneklediği için Sudan rejiminin faaliyetlerine de yer vereceğiz. Buradaki amaç, ülkemizdeki gelişmeleri aydınlatabileceği düşüncesiyle bazı noktalara dikkat çekmektir. Yazı, Mısır ile ülkemiz arasında işaret edilmeye çalışılan benzerlikler konusunda, her kıyaslamanın zorunlu olarak bazı yönleri öne çıkarırken, bazılarını dışarıda bıraktığı hatırda tutularak okunmalı.
* Yurtdışında olduğu için Uluslararası Susurluk Konferansı'na katılamayan Özcan Büze, görüşlerini yazılı olarak göndermiştir.
228
1995 yılında Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e yönelik suikast girişimi, "İslamcı Terör" konusunu gündemin ön sıralarına itmişti. Fakat ne verilen ne de yapılan yorumlarda, "İslamcı Terörün" uluslararası bağlantılarına, özellikle ABD ilişkisine değinmekten özenle kaçınıldı. Oysa bazı olguların ardı ardına yazılması bile bu ilişkinin, konunun en önemli boyutu olduğunu ortaya koyuyor. Suikastın gerçekleşmesinden hemen sonra, Mübarek, birkaç dakika önce ayrıldığı Adis Abeba Havaalanı'na geri dönerek ülkesine hareket etti. Oysa bu tür saldırılardan yara almadan kurtulan önemli kişiler moral ve siyasal bir çıkış olarak, biraz da kendisine yönelik tehditlere meydan okuma havasıyla, süresi kısaltılsa ve kapsamı daraltılsa bile, programlarına devam ederler. Meydana gelen saldırıların kendilerini yıldıramayacağını, yollarından döndüremeyeceğini vb. söylerler. Fakat, takip eden kısa süre içinde yoğunlaştırılan güvenlik önlemleri karşısında atlatılan suikast girişiminin bir kere daha tekrarlanması riski genellikle zayıf olmasına rağmen, Mübarek bu yola gitmedi. Üstelik katılmak üzere geldiği Afrika Birliği Örgütü zirvesi büyük önem taşıyordu. Mübarek, suikast girişiminin ardından Kahire'ye döndükten sonra, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel kendisine, böyle durumlarda âdet olduğu üzere bir geçmiş olsun mesajı göndermişti. Ancak bununla yetinmeyerek kendisini telefonla da bizzat aradı ve uzun sayılabilecek bir süre görüştü. Suikast haberi duyulur duyulmaz İsrail tarafından yapılan açıklamalarda girişimin ardında İran yönetimi olduğu iddia edildi. İsrail suçlayıcı bakışların İran'a yöneltilmesinden özel bir yarar umuyordu. Aynı suçlamalar Amerikan basınında da yinelendi.
Uluslararası Gericiliğin Merkezi, İslamcı Terörün de Merkezi Bu tür olaylarda sorulması gereken değişmez soru şuydu: Kimin işine yarıyor? Suikast başarılı olmasa da, en azından kârlı çıkan kimdi?
229
Bu soruya cevap vermek için Mübarek yönetiminin birkaç yıldır yöneldiği politika değişikliklerine bakmak gerek. Bu, ülkemizde de meydana gelebilecek İslamcı terör olaylarının, hangi merkezden kaynaklandığını ve nedenini aydınlatmaya da ışık tutucu olacak. Enver Sedat'ın öldürülmesinden sonra işbaşına gelen Hüsnü Mübarek, halefi tarafından izlenen politikalarda birdenbire değişiklik yapma yoluna gitmedi. Fakat süreç içinde adım adım Sedat'ın köleci Batıcı, özellikle Amerikancı politikalarından uzaklaşma yolunu seçti. Sedat'ın İsrail ile yakınlaşma politikasının yerini bir "soğuk barış" çizgisi aldı. Aynı zamanda Sedat döneminde Arap alemiyle bozulan ilişkileri onarma dönemi başladı ve bütün Arap ülkeleriyle diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu. Filistin davasına açık destek olma tavrı seçildi. İntifada hareketi desteklendi. İsrail ile barış fikri terk edilmediyse bile Filistin sorununa çözüm konusunda Camp David anlaşmasına sadakatten vazgeçildi. İsrail-Mısır ilişkilerinin durumu, ABD Dışişleri Bakanlığı'na yakın Foreign Affairs dergisince "ekşi" olarak niteleniyor. Derginin Mayıs-Haziran 1995 sayısında yayımlanan Mısır-İsrail ilişkileri konusundaki bir yazıda, ilişkilerin kötüleştiği belirtiliyor. Burada akla hemen aynı yayınların, "Türk generalleri hizadan çıktı" şeklindeki tespitleri geliyor. Bazı kongre üyeleri o zaman, Nükleer Silah Yayılmasını Önleme Anlaşması ve İsrail ile ilişkiler konusunda hizaya gelmediği takdirde Mısır'a yapılan yılda iki milyar dolarlık yardımın kesilmesi konusunda baskı yaptılar. Yine bazı kongre üyelerinin Türkiye'ye baskı yapılması konusunda aktif çalışmalar içinde oldukları biliniyor. Firkateynler konusu Güney Afrika'ya koydurulan silah ambargosu da ABD'nin Mısır ile Türkiye'ye yönelik politikalarında dikkat çeken paralelliklerden bazıları.
230
Washington'a Mesafeli Politikalara ABD'nin Cevabı Hüsnü Mübarek'in, ABD'den mali yardım almakla birlikte, "mesafeli politika" izleme tavrı, özellikle son yıllarda Washington tarafından Yeni Dünya Düzeni'nin bölgesel bir uygulaması olarak yerleştirilmek istenen Yeni Ortadoğu Düzeni'ne karşı çıkınca belirginleşti. ABD, İsrail, Mısır ve Türkiye'nin köşe taşlarını oluşturacağı böyle bir düzeni yerleştirip AGİT benzeri Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve bunun askeri kolu olarak bir tür bölgesel NATO sayılabilecek ve "Ortadoğu Antlaşması Örgütü: METO" şeklinde adlandırılabilecek yapılanmalara gitmek istiyor. Bu yöndeki gelişmelerin bölge için ne büyük tehlikeler taşıdığının farkında olan Mübarek, ABD'nin tasarılarına karşı çıkmakla kalmayıp, örneğin Süleyman Demire! gibi aynı konumdaki devlet adamı ve politikacılarla ittifaklar geliştiriyor. ABD'nin nükleer silah sahibi ülkelerin özellikle ezilen Güney ülkelerine karşı nükleer tekelini ve şantajını korumak için kullandığı Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması'mn yenilenmesi konusunda Mübarek'in takındığı tavır da, Washington'u son derece rahatsız etmişti. Uluslararası ilişkilere dümdüz bakanlar ve devlet yapılanmalarını iç çelişmelerden uzak, yekpare bir bütün olarak görenler için, Mübarek gibi geleneksel sağ içinde tanımlanan politikacıların ABD'ye mesafeli davranmaları, Washington'un bu türden politikacılardan hoşnut olmaması kolay anlaşılacak olgulardan değil. Bu nedenle açık seçik antiemperyalist olarak tanınmayan politikacı ve devlet adamlarına karşı suikast, darbe gibi girişimleri anlamakta güçlük çekiyorlar. Oysa ABD işine geldiğinde, komünist olduğunu söyleyenleri bağnna basabildiği gibi, Demirel gibi geleneksel sağ politikacıları iki kere darbeyle görevden uzaklaştırabiliyor. Bu nedenle ABD'nin Mübarek yönetimine karşı İslamcı teröristleri desteklemesi hiç de şaşırtıcı değil. Mübarek, ABD'nin İslamcılara verdiği bu desteğe duyduğu tepkiyi sadece kapalı kapılar ardında değil, açıkça da dile getirdi. Mübarek, kendisine yönelik suikast girişiminden bir süre önce, The New York gazetesine verdiği bir mülakatta, kızgınlığını saklamaya bile gerek görmeden, gazeteciye, "Sizin hükümetiniz Müslüman Kardeşler Örgütü'nden teröristler ile temas halinde. Bu çok gizli bir şekilde, bizi önceden haberdar etmeden yapılıyor. Humeyni iktidarı ele geçirmeden önce ilişkiniz yoktu diye, İran'da yaptığınız hataları düzeltebileceğinizi mi sanıyorsunuz?" şeklinde konuştu. Mübarek'in, ABD'ye yönelttiği şikâyetler gerçekten de hiç yersiz değil. ABD, başta Cezayir'deki FIS hareketi olmak üzere bütün İslamcı terör örgütleriyle temas halinde bulunuyor. Üstelik bunu doğrudan doğruya ilgili ülkelerdeki büyükelçilikleri aracılığıyla yapıyor.
231
Afganiler ABD, Arap ve diğer Müslüman ülkelerdeki İslamcı terör örgütleriyle sadece ilişki kurmakla kalmıyor. Bunların önemli bir kısmını bizzat eğitiyor. Bu işte, Afganistan'daki faaliyetleri çok önemli bir rol oynuyor. Afganistan'da Rusya'ya karşı savunmuş Araplar, buradaki yabancı işgali sona erdirdikten sonra yeniden örgütlenerek kendi ülkelerine gönderildi. Bu sayede İslamcı terör örgütlerinin vurucu gücü önemli ölçüde artırıldı. Fakat yapılanlar bununla da kalmadı. Daha sonra bizzat eğitim kampları düzenlenerek militan yetiştirildi. Bunlara silah eğitimi verildi. Silahların çoğu Amerikan malı. İçlerinde Stinger füzeleri bile var. Stinger füzesi gibi önemli bir silahın ABD'nin bilgisi haricinde el değiştirebileceğine konuyla ilgili hiç kimse ihtimal vermiyor. ABD kontrgerillasının Yarbay Oliver North zamanındaki faaliyetlerinden bir kısmı bir skandallar dizisi halinde basına yansımıştı. Skandaldan sonra bu faaliyetlerin sınırlandığını düşünmek saflık olur. Tam tersine, Irak'a karşı yürütülen Körfez Savaşı ile birlikte çok önemli bir artış gösterdi. ABD kontrgerillasının yönetiminde Afganistan'da eğitilen İslamcı teröristler, Arap dünyası için önemli bir huzursuzluk kaynağı haline geldi. Bunlara "Arap Afganiler" adı veriliyor. Bu "Arap Afganiler" konusu, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın yayımladığı terör raporunda da geçiyor. CIA'nın Ortadoğu masası eski sorumlusu ünlü Graham E. Fuller'in, lan O. Lesser ile birlikte yazdığı ve CIA'nın bir yan kuruluşu olan Rand tarafından yayımlanan A Sense of Siege (Bir Kuşatılmışlık Duygusu) adlı kitapta da, bu "Arap Afganiler" konusuna değiniliyor. CIA ideologu Fuller "İslam ve Batının Jeopolitiği" altbaşlığını taşıyan kitabının 73. sayfasında Arap Afganlardan "'Afgani' olarak bilinen, yani Afganistan'daki Sovyet işgaline karşı verilen gerilla savaşına katılan kıdemli savaşçıların Cezayir ve Mısır vakalarında hissedilen önemi..." diyerek söz ediyor.
232
Afganistan'ın içinde bulunduğu durum, ABD'nin bu ülkede at oynatmasına elverişli bir zemin yaratıyor. ABD, Afganistan'daki etkisini iyice sağlamlaştırmak amacıyla, Suudi Arabistan'ın da yardımıyla, ülkedeki güçler dengesini yeniden kurmaya çalıştı. Middle East International dergisinin 9 Haziran 1995 tarihli sayısında yayımlanan İslamabad mahreçli bir yazıda, ABD'nin bu konudaki diplomatik ve askeri faaliyetlerini 1995 yaz aylarında yoğunlaştırması beklendiği belirtilmişti. Bu çaba, 1996 yılında Taliban'ın Kabil'de iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanmıştı. Afganistan, Orta Asya petrollerinin Hindistan ve Hint Okyanusu'na akıtılması için son derece önemli bir noktada bulunuyor. Burada etki sahibi olan, petrol ve doğal gaz borularının denetimini de elinde bulunduracak. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strrobe Talbott, birkaç hafta önce Washington'da yaptığı bir konuşmada, Orta Asya ve Kafkaslar'da "büyük oyun"un yeniden başladığını söyledi. "The Great Game" (büyük oyun) adı, geçen yüzyılda Britanya İmparatorluğu ile Çarlık Rusya'sı arasındaki Orta Asya ve Kafkaslar'a hâkim olma mücadelesine veriliyordu.
Sudan'da Afganiler'e CIA Eğitimi Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e karşı girişilen başarısız suikastla bir kez daha gündeme gelen İslamcı terör ile ABD bağlantısına ilişkjn yeni yeni kanıtlar ortaya çıkıyor. Bizzat Mısır hükümet yetkilileri, ellerinde, ülkede faaliyet gösteren terör örgütlerinin ABD merkezi istihbarat teşkilatı CIA tarafından eğitilip yönlendirildiğini gösteren kanıtlar olduğunu söylüyor. Mübarek'e yönelik suikast girişimiyle açığa çıkan Sudan bağlantısında, ABD'nin gölgesi iyice netleşiyor. Mübarek'e yönelik suikast girişimini Sudan ve CIA ile bağlantılı Cemaat-ı İslam örgütü üstlendi. 27 Haziran gecesi Mısır devlet televizyonu tarafından yayınlanan haber programında, Sudan'ın en önemli İslamcı siyasi örgütünün yöneticilerinden birinin Mübarek suikastından 10 gün önce Etiyopya'nın başkenti Adis Abeba'ya gelerek hazırlıkları denetlediği bildirildi.
233
Adı programda doğrudan belirtilmeyen bu örgüt, Milli İslami Cephe; lideri İslamcı rejimin manevi ve ideolojik lideri Hasan El Tu-rabi. Ayrıca suikast girişimi sırasında güvenlik kuvvetleri tarafından öldürülen saldırganlardan birinin Sudanlı olduğu kesinleşti. Adı geçen kişinin Milli Cephe ile yakın ilişkisi olduğu bildiriliyor. Hüsnü Mübarek de yaptığı bir açıklamada, kendisine ulaşan bilgilere göre bir grup Sudanlının, Adis Abeba Havaalanı yolu üzerinde bir villa kiraladığını ve suikastçıların bu villada barındırıldığını söyledi. Mübarek, bu kişilerin Turabi ve örgütü ile ilişkisi olduklarını bildirdi. Hüsnü Mübarek'e karşı düzenlenen suikastı aradan bir hafta geçtikten sonra Cemaat-ı tslami örgütü üstlenmişti. Örgüt tarafından yapılan bu açıklamada, Batılı medyalarda sanki Mısır'ın, Sudan bağlantısına işaret eden iddiaları asılsız çıkmış gibi yansıtıldı. Oysa Mübarek ve diğer yetkililer, başından beri Sudan'ın Mısırlı İslamcı teröristleri desteklediğini ve olayın CIA bağlantılı olduğunu belirtiyor. Yani, Cemaat-ı İslami tarafından yapılan açıklama, dolaylı olarak Mübarek ve diğer yetkilileri doğruluyor. Mısırlı yetkililer tarafından medyaya verilen demeçlerde, sadece Mübarek'e yönelik suikast girişiminden değil, ülkeyi 1991 yılından beri sarsan İslamcı şiddetin tamamından, "uluslararası bir komplonun" sorumlu olduğu ve bu komplada, Sudan bağlantısının önemli bir rol oynadığı belirtiliyor. Kahire'de yayımlanan El Ahbar gazetesi, Zekeriya Muhammed Beşir adlı bir teröristin, İslamcı terör ile CIA arasındaki ilişkiye açıklık getiren sözlerine yer verdi. Beşir, gazeteye yaptığı açıklamada, Afganistan'daki Sovyet işgali sırasında Amerikalılar tarafından eğitildiklerini ve işgal sona erdikten sonra, Pakistan'ın Peşaver kenti yakınlarında bir üste varlıklarını sürdürdüklerini anlattı. İslamcı terörist, daha sonra Pakistan hükümeti tarafından bu üsten çıkmaya zorlandıklarını ve Sudan'a gittiklerini bildirdi. Burada kendilerine ayrılan bir çiftlikte askeri eğitimlerini sürdüren teröristler, Mısır'da çeşitli eylemler gerçekleştirmişler. Beşir'in verdiği bilgiler, sadece bir grup teröriste ilişkin. "Arap Afganiler" adıyla bilinen bu türden yüzlerce grubun var olduğu biliniyor. Afganistan'da savaşan birçok Türk grubunun da bulunduğu biliniyor.
234
Bunlardan önemli bir bölümü sonra Bosna ve Çeçenistan'da da savaştı. Böylece daha fazla savaş tecrübesi elde etti. Arap Afganilerden bir bölümünün tedhiş eylemleri için özel eğitim aldıkları biliniyor. Aynı eğitimin Türk Afganilere de verildiğini tahmin etmek zor değil.
Afganiler'in Eğitimi Devam Ediyor CIA'nın Afganistan'daki varlığı daha Sovyet işgalinden önce başlamıştı. 1979 yılının başlarında CIA, beş kabile liderini bir araya getirdiği gizli bir toplantı örgütlemiş ve bunlara silah ve cephane vermeye başlamıştı. Pakistan'a gönderilen CIA ajanları, buralarda eğitim üsleri kurarak savaşçı yetiştirmeye başlamıştı. 1980 yılında sadece eğitimler için 100 milyon dolar harcandı. Ertesi yıl 218 milyon dolar kullanıldı. Bu rakam devam eden yıllarda giderek arttı. Açılan eğitim kamplarında çeşitli Müslüman ülkelerden insanlar da yetiştirildi. Bunlar arasında Arap ülkelerinden gelenlere özel bir önem verildi. Bugün Afganiler adıyla bilinenler, Afganistan'daki Sovyet işgali sona erdikten sonra da eğitilmeye devam edilen bu kişilerden oluşuyor. Sudan'ın başkenti Hartum'un Mısırlı terör örgütlerinin üye ve yöneticileri için güvenli bir barınak olduğu herkesin malumu. New York'ta 1993 yılında meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi'nin bombalanması dolayısıyla suçlanan, daha sonra CIA ile ilişkili olduğu ve CIA'dan "cihat büroları" kurması için para aldığı açığa çıkan "Kör İmam" Şeyh Ömer Abdül Rahman da, 1990-1993 arasında Sudan'da kalmıştı. Turabi'nin girişimiyle 1995 yılının Nisan ayında Hartum'da düzenlenen Uluslararası İslam Kongresi'ne Mısır İslamcı örgütlerinden Cihad'ın lideri Aymen Zevahiri, mülteci olduğu İsviçre'den kalkıp gelmişti. Bu örgüt, aralarında başkanı Rıfat El-mahbub'un da bulunduğu bir dizi yöneticinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyor. Örgütün 1992 yılından beri işlediği cinayetlerde binden fazla kişi öldü, on binlerce insan yaralandı. Yine Mısır resmi yetkilileri, ellerinde, ülkedeki en büyük İslamcı terörist örgüt olan Cemaat-ı İslami'nin Afganistan'daki Sovyet işgal kuvvetlerine karşı sürdürülen savaş sırasında CIA tarafından eğitildiğini gösteren kanıtlar olduğunu bildiriyor. Mısırlı yetkililerin bu açıklamalarına, 28 Haziran 1995 tarihli International Herald Tribüne gazetesi de yer verdi.
235
Suudi Arabistan'daki muhalefet, burada zaman zaman Amerikan hedeflerine karşı da eylemler yapıyor. Bu eylemcilerin de büyük bir bölümü Afganilerden oluşuyor. Bunların lideri, ABD tarafından "Bütün dünyada aranan büyük terörist" ollarak niteleniyor. Fakat asıl ilginç olan, adı geçen kişinin ABD'nin elinin uzanamayacağı bir yerde olmaması. Bu kişi Afganistan'da ABD tarafından desteklenen Taliban'ın misafiri olarak bulunuyor. Eylemleri buradan yönlendiriyor. Nerede bulunduğu o kadar açık ki, geçenlerde, CIA ile yakın ilişkileri kimse için sır olmayan CNN televizyonunun sir ekibi, ünlü muhabirleriyle kaldığı yere gitti. Burada yapılan çekimler, televizyonda birkaç hafta önce gösterildi. Televizyonda gösterilen bölümler için yapılan seçimler ise her türden ilişkiyi saklayacak şekilde ve sadece ABD'nin ezilen dünyaya karşı ideolojik mücadele ve psikolojik savaşta bir malzeme olarak kullanabileceği sert retoriklerdi.
CIA Denetimindeki Çevreler ve Neoliberal Solcular Mısır'da aralarında bazı gazetecilerin de bulunduğu bazı çevreler, hükümetin CIA'yı suçlaması ve uluslararası komplodan söz etmesinin, kendi beceriksizliğinden doğan sorunlardan ileri gelen memnuniyetsizliği başka yöne çekmek amacına yönelik olduğunu, bu yüzden "komplo teorilerini" icat ettiklerini iddia ediyor. Bunlar daha çok CIA ile ilişkili olduğunu söyleyen bazı çevrelerden oluşuyor. Türkiye'deki Gazi olayları sırasında da yine benzer çevrelerce aynı iddialar onaya atılmış ve beceriksizliğin komplo teorileriyle örtülmeye çalışıldığı, öne sürülmüştü. Bu türden iddialar dış provokasyona karşı halkın duyarlılığını ve uyanıklığını köreltmeye çalışma çabasının bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Yine ülkemizde de olduğu gibi, bu çevreler arasında "sol" liberaller de bulunuyor. Örneğin, "sol" bir derginin -genel yayın yönetmeni ve aynı zamanda ülkemizdeki ÖDP ve SİP çizgisindeki Mısır İlerici Birlik Partisi'nin önde gelen isimlerinden olan Hüseyin Adil Razık, ülkemizdeki neoliberal "sol" çevrelerin 27 Mayıs'ı kötüleyip DP dönemini savunmaları, DP yöneticilerinin yargılanıp cezalandırılmasını eleştirmeleri gibi, öldürülen devlet başkanı Enver Sedat yönetimini savunarak, "onun ölümünün ülkeye demokrasi getirmediğini" söylüyor.
236
Devlet adamlarına yönelik suikastlara duyulan haklı tepkilerden Batı türü "demokrasi" ideallerini savunmak için yararlanmaya çalışan bu girişim de, ülkemizdeki 1960 müdahalesi ile daha sonra gelen darbeleri özdeşleştirme çabalarını arıyor. Mısır'da aynı çevreler, ülkemizdeki Mustafa Kemal aleyhtarı faaliyetlere benzer şekilde, Cemal Abdül Nasır ve yönetimini hedef tahtasına koyuyor. Mısır ile ülkemiz arasındaki bu ilginç benzerlikler, ezilen Güney'in bu iki önemli ülkesinde emperyalist Yeni Dünya Düzeni'nin benzer hedeflere sahip olmasından ve benzer saldırı yöntemlerine başvurmasından ileri geliyor.
Sudan Rejimi Antiemperyalist mi? Basında sık sık ABD'nin Sudan'daki İslami rejimden de şikâyetçi olduğu yolunda yazılar çıkıyor. Gelgelelim bu iddia pek de gerçeğe uygun değil. ABD'nin Sudan'daki rejimle ilgisi var. İslamcı rejimin ideologu Hasan Abdullah El-Turabi'ye, İran devriminin lideri Aye-tullah Ruhullah Humeyni'ye baktıkları gözle bakmıyorlar.
Foreign Affairs dergisinin Kasım-Aralık 1994 tarihli sayısında yayımlanan Judith Miller imzalı
bir yazıda, Turabi'nin özelikleri inceleniyor ve Lübnanlı Şii lider Muhammed Fadlallah ile karşılaştırılıyor. Yazıda, Turabi, Fadlallah'ın aksine, yumuşak, Batı'da eğitim görmüş bir lider olarak tanıtılıyor. Londra ve Paris'te hukuk okumuş olan Turabi, İngilizce ve Fransızcayı deyimlerinin inceliklerine kadar biliyormuş. Ayrıca komünizme ihtidaslı bir düşmanlık besliyormuş. Yazıda Sudan ile İran arasındaki ilişkilerin son zamanlarda soğumasından da memnuniyetle söz ediliyor. Makalenin yazarıyla bizzat görüşen Turabi'ye göre Hazret-i Muhammed Medine vesikası ile Yahudilerle anayasal bir anlaşma yaptığı için İsrail ile anlaşmakta ilkesel olarak bir sakınca görmüyormuş. FKÖ lideri Yaser Arafat'a da İsrail ile ilişkilerini geliştirmesini tavsiye etmiş.
237
Aynı derginin Mayıs-Haziran 1995 tarihli sayısında da, "İslam Kazanı" ("Islamic Cauldron") başlıklı bir dosya bölümü yer alıyor. Bu dosyada İran, Cezayir, Sudan ve Mısır-İsrail ilişkileri inceleniyor. Bu yazılardan Sudan'a ilişkin olanında Turabi övülüyor. Yakışıklı bir adam olduğu bile söyleniyor. ABD, Sudan'daki İslamcı rejimden rahatsız olmadan ilişkilerini rahat rahat sürdürebilir. Zaten ABD, Ortadoğu'ya en uygun model olarak İslamcılığı öngörüyor. İslamcılığın dozu ise ülkeden ülkeye değişebilir. Tarihinde bir medhi ayaklanması bulunan Sudan'a koyu İslamcılık öngörülürken, önemli bir laik birikime sahip Türkiye için "Ilımlı İslam" yakıştırılıyor. Batı'daki kitle iletişim tekellerinde İran ile paralellikler kurarak Batı'ya, ABD'ye ve emperyalizme karşı olarak lanse edilen Sudan rejimi, aslında daha çok Suudi Arabistan türü bir özellik arzediyor. Ne rejimin resmen başı olan General Ömer Hasan El-Beşir, ne de ruhani önder Hasan El Turabi, antiemperyalist bir çizgi izlemiyor. Tersine, İslami söylemlerle kitleleri Amerikancı bir politikaya yönlendirme çabası içinde oldukları görülüyor. Bölge ülkeleri üzerinde oluşturduğu baskı, Mısır'ın yanı sıra Eritre, Etiyopya ve Uganda gibi ülkeleri emperyalizm karşısında zayıflatmaya yarıyor. İddia edildiği gibi rejimin bir kitle desteği de bulunmuyor. 1989 yılında gerçekleştirilen askeri darbeden kısa bir süre önce yapılan seçimlerde, Milli İslami Cephe, oyların sadece yüzde 17'sini alabilmişti. Devrilen yönetimin partisi yüzde 38, muhalif Demokratik Birlik Partisi ise yüzde 29 oy almıştı. Milli İslami Cephe'nin kadrolarını çoğunlukla eğitimini Batı'da almış Marksizm dönekleri oluşturuyor. Marksizmde ısrarlı olanlar ise acımasız bir baskı ile karşılaşıyorlar. Önderlerinin büyük bölümü hapsedilen, bazıları da öldürülen komünistler için Turabi, Batılı gazetelere, "Sudan için artık bir önem arz etmiyorlar" şeklinde konuştu.
238
ABD'nin Silahları: IMF, NGO'lar, "İnsan Hakları", Gerici Ayaklanmalar Sudan rejiminin ruhani lideri Turabi, tıpkı Fethullah Hoca'nın "ABD'ye karşı olmamak gerekir" sözlerini hatırlatır şekilde, "Uluslararası Para Fonu IMF ile ilişkilere karşı olmamak gerektiğini" söylüyor. Batılı fınans çevrelerince de "İslam alimi olabilir, ama ekonomiden iyi anlıyor" şeklinde övülüyor. Ülke ekonomik yıkım içindeyken, GSMH'nin iki katından fazla olan dış borçların ödenmesini savunuyor. İngiliz The Economist dergisine göre, IMF'den alınan borçlar, bu yıl geri ödenmeye başlandı. 1992 yılında Mısır sınırının hemen güneyindeki Haleyb bölgesinde petrol çıkınca, çıkarma haklan hemen Kanada İnternational Petroleum Corporation'a verildi. Bunun ardından da, Mısır ile Sudan arasında sınır çatışmaları başladı. Öte yandan NGO adıyla bilinen Batılı sözde "hükümetler dışı kuruluşlar", Turabi'nin izniyle Sudan'da f aliyet göstermeye başladı. Africa Watch türü bu kuruluşlar, Sudan üzerinde baskı mekanizmaları oluşturmak için kanıt toplamak amacıyla bu ülkede insan haklarını izliyor. ABD, Sudan'ı hizaya getirmek için ülkenin güneyindeki ayaklanmayı da etkili bir baskı mekanizması olarak kullanıyor. Bir yandan Sudan rejimine karşı yumuşak tavırlar içine girilirken, öte yandan Güney Sudan'daki Hıristiyan ayrılıkçılar silahlandırılıyor. Kısaca SPLA olarak tanınan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu, İsrail kanalıyla ABD tarafından silahlandırılıyor. Eski ABD başkanlarından Jimmy Carter, yönetim ile ayrılıkçı hareket arasında arabulucu rolüyle bölgeye sık sık geliyor. Ayrılıkçı liderler John Garang ve William Nyuan ile Carter arasında yakın ilişkiler var. Son yıllarda kendisi de emperyalist medyaların hedef tahtasına konulan Kenya Devlet Başkanı Daniel Arap Moi'nin arabuluculuk girişimleri, ABD tarafından sürekli olarak baltalanıyor. Moi, Sudan rejimi ile arası açık olmakla birlikte, bu gerginlik ocağının bölge ülkeleri üzerinde bir tehdit oluşturduğunu ve Batı karşısında zayıflattığını söyleyerek bir çözüm bulunması için çalışıyor. Batı basınında Sudan ile İran arasında paralellikler kurulmaya çalışılırken, bu iki ülkenin yakın müttefikler olduğu ileri sürülüyor. Ancak bu, gerçeği yansıtmıyor. Sudan'daki İslamcı askeri darbeden bir süre sonra geçekten de İran ile ilişkilerde bir yoğunlaşma görülmüştü. Fakat Sudan rejiminin Batı'ya yanaşmayı seçtiğinin giderek belirginleşmesi üzerine, İran ile olan ilişkiler önemli ölçüde söğüdü.
239
ABD emperyalizmine karşı bir çizgi izleyeceği umuduyla önce Sudan'daki yeni rejime olumlu yaklaşan Irak da, ilişkileri soğuttu. Batı, İran ve Irak ile Sudan arasındaki ilişkilerin bu ülkenin Batı'ya yanaşması nedeniyle soğumasından son derece memnun görünüyor. Bu memnuniyet The Economist tarafından şöyle dile getirildi: "Hartum yeni bir Tahran değil, çünkü mister Turabi yeni bir Humeyni değil."
240
EK
Fikri Sağlar Bitlis Paşa suikastı olarak tarihimize yazılan bu olayda, Doğan Güreş'in, Genelkurmay Başkanı olarak çok hızlı bir açıklama yapıp, bunun bir kaza olduğunu belirtmesi... Aynı Doğan Güreş, Çiller için, "tak emreder şak yaparım" diyen bir kişi. Ve arkasından hop Meclis'e gelmiş bir kişi. Refahyol hükümetinin oluşumunda katkıda bulunan, hatta etek giymeyi bile göze alan bir kişi. Doğan Güreş'i açmak gerekiyor. Zannediyorum, oraya da iyi dikkat etmemiz gerekiyor. Doğan Güreş'in önemli bir rolü var. Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürü yapılması, devrin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş tarafından da onaylanıyor. Mehmet Ağar, Emniyet Genel Müdürü olduktan sonra Nuri Gündeş; eski MİT Yabancı Daire şeflerinden, İstanbul bölge sorumlusu, Başbakanlık İstihbarat başdanışmanı yapılıyor. Kendisine MİT müsteşarı yapılma sözü verilerek. Nuri Gündeş, komisyondaki ifadesinde, "Bir yıl kadar
sabrettim, gerekli olan bilgileri, raporları hazırladım. Ama başdanışmanı olduğum Tansu Çiller'e ulaşamadım. Bütün bu raporları, eşine verdim" diyor.
241
Dolayısıyla Özer Çiller de, devletin gizli raporlarına sahip oluyor. Bir başka hukuki konu, hiçbir sıfatı olmayan bir kişinin, hiçbir yetkisi bulunmayan bir kişinin, devlet sırlarını ele geçirmesi. Bunu maazallah Aydınlık dergisi yapmış olsaydı ya da sade yurttaşlar olarak bizler yapsaydık, yargı konusu olurdu, yargılanırdık. Ama şimdi söz konusu değil. Yakında herhalde yargılanacaktır, o da söz konusudur. Nuri Gündeş'in, MİT müsteşarı yapılma niyeti anlaşılınca, mevcut MİT teşkilatı, Nuri Gündeş ve Mehmet Ağar'a panzehir olarak gördükleri, Mehmet Eymür'ü, hiçbir gizli serviste olmayacak bir şekilde, servisten ayrılan bir kişiyi tekrar servise alıyorlar; yahut gizli örgütten ayrılan bir kişiyi tekrar örgüte döndürüyorlar. Mehmet Eymür MİT'e gelince, Mehmet Ağar da, onun çalışmalı olduğu Korkut Eken'i kendisine başdanışman olarak alıyor. Böylelikle örgütlenme oluşuyor. Karşı örgütlenmeler de oluşuyor. Bunların başı, bunlara müsaade eden devrin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş. Nitekim daha sonra, Sayın Çiçek'in açıklamış olduğu bilirkişi raporunda da görülüyor ki; Bitlis Paşa'nın ölümü tesadüfi bir kaza değil, bir suikast. Nitekim Cem Ersever'in, uçak düştükten sonra PTT memuru kimliğiyle olay yerine girmesi ve oradaki koruma görevlilerinin bundan şüphelenerek dışarıya atılması da, bir başka dikkat çekici noktadır. Bunları üst üste koyduğumuzda, bu olayın gerçekten ülkemiz adına basit bir olay olmadığını görüyoruz. Bu anlamda, uluslararası bir örgüt olduğunu, uluslararası bağlantılar olduğunu da mutlaka ortaya çıkarmalıyız. Ben çok basit olarak şunu söylemek istiyorum; Almanya, Türk yurttaşlarına girişte en fazla zorluk çıkaran ve Türk yurttaşlarıyla ilgili en dikkatli vize uygulaması yapan bir ülke. Abdullah Çatlı iki yılda 122 kere yurtdışına çıkmış. Bu arada Almanya'ya da defalarca girip çıkmış. Alman gümrüğü polisi, kırmızı pasaportlu kişileri dahi dakikalarca inceler. Ama ne gariptir ki, înterpol'ce aranan Çatlı, gümrükten ve polisten çok rahatlıkla çıkmakta. Alman yetkilileri, "biz, Mehmet Özbay kimliğini bilmiyorduk, Abdullah Çatlı kimliğini biliyorduk" diyor. Ama, Mehmet Özbay kimliğinin de İnterpol'e bildirildiği açık. Aslında, Alman devletinin içindeki çeteleri de araştırmak lazım. Eğer Çiller, burdaki örgütün başıysa; Kohl de, ordaki örgütün başı diye düşünmek lazım.
242
Çünkü uyuşturucunun tüketildiği en büyük yerlerden biri Almanya. Devlet de biliyor bunu. Eroinin imalatında kullanılan asit, dünyada iki yerde üretiliyor; Japonya'da ve Almanya'da. Japonya'nın pazarı belli, hu raya gelmiyor. Ama Almanya'da üretilen asit, burada afyonla birleşerek eroin oluyor. Devlet yetkilileri, Almanya'ya üretilen asitin, dolaylı veya dolaysız, Türkiye'de kimlere satıldığını, bize bildirin dedi. Bu asitin denetimini yapalım talebine Alman devleti, liberal ekonomi, ticaret özgürlüğü var, biz buna müsaade edemeyiz, etmeyiz diyor. Biraz evvel, CIA'nın bu işi kontrol ettiğini söyledim. Çünkü, ondan büyük bir örgütlenmenin bu işi kontrol etmesi mümkün değil. Mehmet Ağar'ın da, bizim polisimizi Amerikan polisine benzettiğini, kılığından, kıyafetinden, fizik teknik olarak benzettiğini bilmenizi isterim. Mehmet Ağar'ın, son zamanlarda aldığımız bilgilere göre, Amerika ile çok yoğun ilişkileri var. Sadece Tansu Çiller'in Amerikan danışmanları yok. Mehmet Ağar'ın da, Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde, Amerikan danışmanları, polisleri bulunduğunu tespit edebiliyoruz. Değerli arkadaşlarım, oturumumuz sona erdi. Ben, başta Aydınlık dergisinin tüm çalışanlarına teşekkür etmek istiyorum. Ama asıl teşekkürü, İşçi Partisi'nin Sayın Genel Başkanı Doğu Perinçek'e ediyorum. Doğu Perinçek bir yol açtı. Susurluk olayı, İşçi Partililerin de büyük katkısıyla bu noktalara kadar geldi. Aydınımız, bilim adamımız, uluslararası anlamdaki gazeteciler, bu konunun üzerine çok eğildiler. İnanıyorum ki, bu fotoğraf çok net olarak ortaya çıkacak. CHP'nin de burada çok önemli bir görevi var. Bu görevi yüklenen ve yürüten, toplumun bugün bulunduğu noktadan çok daha farklı bir noktada bulunmasını talep eden insanların, siyasi örgütlerin bir araya gelmesinin de, bugünkü koşullar içinde gereği olduğuna inanıyorum. Demokrasiye, Cumhuriyet'e, bağımsızlığa sahip çıkanlar bir arada olmalıdırlar. Bunun adına ittifak mı dersiniz, cephe mi dersiniz, çete mi dersiniz; bu çeteyi biz oluşturalım. Bizim emeğimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi soyan çetelerin değil, onlara karşı olan insanların bir araya gelerek ittifak oluşturması, bir güçbirliği oluşturması gerekiyor. Böylelikle, halkın asıl iktidarı yönetime gelir diye düşünüyorum. Bu fırsatı bana verdiğiniz için hepinize, İşçi Partisi İstanbul İl Başkanı'na, il yönetimine teşekkür ediyorum. Hepinize saygılar sunuyorum.
243
Sezen Öz
"Herkes Bildiğini Anlatsın" Çok güzel bir hizmet yapıldığına inanıyorum. Bugün burada isimlerin söylenmesi iyi bir başlangıç oldu. Türkiye'nin geleceği açısından doğruyu tam koymanın, adları belirlemenin zamanıdır. İyi bir başlangıç yaptıkları için Aydınlık dergisi mensuplarına çok çok teşekkür ediyorum. Bu arada sizler çok yorgunsunuz. Fakat bir iki kısa noktayı da söylemek istiyorum. Mademki, bunlar geleceğimize belge olarak geçecek özelliklerdir; o halde bu olaylarda bilgi ve belge sahibi olan kişilerin bunları aktarmaları toplumsal sorumluluklarıdır. İşte, 78 yılında hepinizin bildiği gibi, eşimi MHP'nin ülkücü kadroları katlettiler. Bunu niçin yaptılar? O günkü acemiliğime rağmen ben olayı kavramış idim. Yıllar sonra da bakıyorum ki, değerlendirmemde yanılmamışım. Olaylar öylesine gelişti ki, o gün hissettiğim gerçekler, bugün kamuoyunda tartışmasız kabul edilir oldu. Sebebi de Doğan'ın, Türkiye'de birtakım güçlerce masum insanların katledilmesi ile başlatılan olayların üzerine gitmesi. İşte bu insanların öldürülmesine, gençlerin katledilmesine artık dur demek gerekiyordu. Peki bu cinayetlerin kaynağı nedir? Doğan'ın öldürülme sebebi, bir savcı olarak bu olayların üzerine gitmek istemesidir. Bunu fark eden güçler tarafından yok edilmesi kararı verilmiştir. 244
Bu olay öncesinde, Levent Özyürek adındaki gencin öldürüldüğü olayda, 200 kişilik ülkücü bir grup, önce solcu gençlere saldırmış, sonra da Site Yurdu'na sığınmıştır. Doğan, Site Yurdu'nu aratma kararı alarak katili orada bulmuş ve olayı belgelemiştir. Doğan, devlet gücünün giremediği, ülkücülerin barınağı Site Yurdu'na çomağını sokmuş olur. Olayların ve cinayetlerin arkasında hangi planların ve güçlerin bulunduğuna dair bir de rapor hazırlamıştır. O dönemin başbakanı Ecevit'e bu rapor aktarılmıştır. Onu kaybettikten sonra çekmecesindeki evrakları bana getirdiler. İçinde böyle bir rapor vardı. Yani, demokrasiye kast eden güçler nereden kaynaklanıyor? Bunların maşaları kimlerdir? İşte bunlar söylenmekteydi o raporda. Ben, Ecevit'e bunu aktarmakta yarar var diye düşündüm. Çünkü, biz, karşımızdaki insanları temiz olarak gördüğümüzden, Sayın Ecevit de böyle bir tehlikeye karşı maruz kalabilir korkusu ile, o acının içinde o raporu Ecevit'e götürdüm. Gayet sakin bir gazeteciydi. Soğukkanlılıkla not aldı. "Akabinde ne yaptı?" gibi bir soru gelebiliyor akla. Bunu öğrenince ne yaptı? Bir şey yapamadığını hatırlıyorum. Bizim soruşturma uzun sürdü, yedi yıl sürdü. Yeterince kanıtımız vardı; fakat buna rağmen dava, her seferinde Askeri Yargıtay'da bir kulp takılarak bozulmaktaydı. Davanın uzun uzun detayına girmeyeceğim. Bu arada, 1979 yılında Adana'da Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü. Sayın Yurdakul'un eşi de, beni teselli etse etse Sezen Öz teselli edebilir demiş. Zaten ben de onu kucaklamak istemiştim. Gittik, tanıştık. Onun bana aktardığına göre; insanlar öldürülüyor, eşi bu olayların soruşturmalarını yapıyor, bir yandan çok acı çekmekte, bir Ecevit gelse de bildiklerimi aklarsam diye kıvranmakta. Ecevit, Adana'ya geldiğinde kendisinden randevu alıp görüşüyor. Akabinde eşi Ülker Hanım'a söylediği şu: "Artık beni öldürseler de gam yemem. Bütün bildiklerimi anlattım." Şimdi yıllardır, neydi anlatılan? Eşi de hâlâ merakta. 245
Bu konular mademki açıklanmaya başlandı, herkes bildiğini anlatsın derken, ben bunu vurgulamak istiyorum. Ben burada Sayın Çetin Yetkin Bey'i dinledim. Ben de bir anımı anlatmak istiyorum. Olayımızdan sonra katil bulunmuyor, başkentin ortasında bir türlü bulunmuyor. Derken, Aydınlık gazetesi bir manşet attı. Doğan Öz'ün katilleri, Erzincan Belediyesi'nce himaye altındadır. İsimler var, şaşkına döndüm. CHP iktidarda, hiçbir gelişme yok. Ben tabii ki kavrayamadım. Mehmet Can, Adalet Bakanı. Randevu aldım, kendisiyle görüşmeye gittim. Orada ben görüşürken, içeride de sanıyorum, gazeteci bir bayan arkadaş Füsun, o da tanık olmuştur. Bakın dedim, hiçbir yol alınamıyor. Aydınlık gazetesi de böyle bir bilgi veriyor. Ne diyorsunuz? dedim. Vallahi Sezenciğim, bu, MİT'in içinde bazı kanatların çalışmalarıdır, dedi. Eğer katilin nerede olduğunu öğrenirseniz, ben onu derhal yakalattırırım, dedi. Sayın Bakanım dedim, ben öldürülen bir savcının eşiyim. Ben devletten daha mı güçlüyüm? Böyle bir olaydı. Ben, az önce siz anlatınca bu anımı hatırladım. Bunu aktarmak ihtiyacını duydum. Belki böyle küçük şeyler anlatıla anlatıla, yol almaya çalışacağız. Önümüzde çok uzun ve zor yıllar var. Yeni baştan mücadeleyi sürdüreceğiz. Zaten neresinden tutacağız diye bakıyoruz. Çözümsüz, umutsuz olursak zaten yaşayamayız. Bu bir başlangıç, geleceğe atılan bir adımdır. Dürüst insanlar el ele vermelidir. O güzel insanlarla, gelecekteki güzel Türkiye yaratılmalıdır. Bu bizim omuzumuzdaki sorumluluktur. Nice güzel insanlar kanlarını akıtmışlar. O sorumluluğu biz de ileriye taşıyalım istiyorum. 246