ır;:::::==::ı Hazırlayan:
Mete TuncaY ı=:::::=::::::::::::;-,
kutuphaneci
py tu ku
ıld
ı ız
py tu ku
ıld
ı ız
: 186
py
tu
ku ıld ı ız Ekim 1982
en verimli ve en ışıklı ilk hayran 01duğu Mill'i, bazı bakımıardan da parlaklığı, ilgi alanının genişliği ve put - kıncılığıyla Voltaire'i andıran bir matematik - .u~"" •• u .... filozof, yazar ve özgürlük savaşçısı. kuşkusuz, çağınıızın
biridir -
bazı bakımıardan
MORTAN WHITE, / The Age of
- Twentieth Philloso:pheırs
/
Bertrand Russell'ın felsefe zevkle okunur. felsefedeki yeri ne olursa olsun, edebiyat yazı ları her nesir antolojisinde yer almayı kesinlikle hak ederler. Bunu söylemekle, Russell'ın felsefeye yaptığı katkıyı küçümsemek istemiyorum. ilgi uyandır mak bakımından hiçbir çağdaş yazar ondan fazlasını yapmamıştır ve hepimiz ona çok şeyler Belki, Russell'ın mantığa katkısı, felsefenin öteki dallarına yaptığı katkılan gölgelemektedir. Fakat Russell felsefenin her dalını parlak ve esinIeyki bir biçimde zenRussell'ın
py
tu
ku
ıld
rUJ,lU:>"lJIııy
of Bertrand Russelll
ı ız
JOHN ELOF BOODIN, / The
5
py tu ku
ıld
ı ız
felsefede eşine pek rastlanbir düşünür. yaşadığı yıllara yaklaşan kitaplarını burada bir bir anlatamayız. Ama fikirlerini, yapıtlarını dönemlerde dilimize de işaret ederek - ve bu ler~e aldığımız yazılarının onun genel düşünüşü içindeki yerlerini - zorlamayla da olsa şöyle bir «Teknik Felsefe Felsefesi» ayrımı özetlemeye Üstelik, Russell sürekli bir gelişme gösterdiği ve birçok konulardaki zaman zaman değiştirdiği için, bu özellikle güç bir Teknik Felsefe açısından, Russell her önce, bir bilim felsefecisidir. Felsefesinin amacını, bilimleri incelemek diye tanımlar. Bu alandaki en önemli katkılarını 1900 - 1914 yıllarında yapmıştır. Mantık ve MatematUt konusundaki başyapıtı, on yıllık bir çalışmadan sonra A. N. Whitehead'le ortaklaşa yazdığı Mathematica'dır (1910 1913). Yine bu konuda, daha önce, Matematiğin (1903), daha sonra da Matematik FelseGiriş (1919) ve çeşiW makalelerini toplayan Mantık ve Bilgi (1956) kitapları vardır. Mathematica'da ilişkisel (relational inrerencesl incelenmiştir. mantığa indirgeyen bu yapıt, geleneksel mantığa karşı en güçlü eleştirilerden biri olarak karşılanmış ve bu yüzyılın başındaki Yeni Mantık Rönesansının temel sayılmıştır. Russell'ın bu türdeki kitaplabiri dilimize Genelokuyucu Bertrand Russell mayacak kadar çok
çağdaş yanlı
ıld py
tu
ku
ı ız
7
tu
ku
ıçın ilginç olma.yaca.ğı bu de onlardan herhangi bir parça alınmamıştır. Russell'ın bu yanıyla ilgili - bildiğimiz - tek yazı, Dr. Teo Felı>efe Arkivi'nde çıkmış olan -B.R:ın Tasvirler Teorisi» başlıklı makalesidir (sayı 14 - Yıl 1963). Russell'ın Teknik Felsefe alanı içinde sayabileceğimiz bir grup kitabı da, Varlık ve Teorileriyle Felsefe Ta.rihi konularındadır. Russell, ilk o zamanlar orada moda olan Kantçı ve Hegelci fikirlerin etkisiyle kısa süren bir idealist dönem geçirmiştir. Bu bir bakıma. Platoncu anlamda bir kavram realistliği inanışıdır. Onun için, Russell'ın varlık ve bilgi teorileriyle ilgili görüşlerini, mantık ve matematilde Ugili görüşlerinden soyutlayarak mümkün Nitekim, bu tuturnunun izleri, yukarıda andığımız Matematiğin kitabına yanaımıştır. Russell'ın daha sonra, realizmden mantıksal kuruculuğa ve atomculuğa doğru bazı aşamaları, onun yarı teknik, yarı halk için yazdığı Felsefe (1912) adlı kitabında görülebilir. Bu kitap, eskiden Adnan Adıvar tarafından çevrilmiş tL Daha sonra Hayrullah örs tarafından yeni bir çevirisi yapılmış bulunuyor. bu eserden, daha önce bağımsız makaleler olarak yayımlanan iki bölüm aldık: .. Tümevarım ve «Taruma Bilgi, Tasvir Bilgi.» Bunlar, adlarından da anlaşılacağı üzere daha. çok bilgi teorisiyle ilgilidir. Zaten Russell'ın teknik anlamdaki genel felsefesi içinde, çözümleme (tahlil :::: analysis) yöntemi kullanması dolayısıyla, öğretisi varlık teorisine ağır basmaktadır. Varlık felsefesi bakımından, Russell idealist - materyalist aynmının dışında kalmak iddlasındadır. Bilindiği üzere, idealizm asıl varolanın ruh ya da materyalizm ise beden ya da madde olduğunu kabul eder. Russell ise, bu aynmı ciddi bulmamakta. ve bu kavramları, belli birtakım olay dizilerini anlatmak-
py
ıld
ı ız
8
j'
py tu
ku
ta yalnızca kolaylık sağlayan birtakım adlar Onun bu gÖıüŞünÜ, "Seçmeler.e aldığımız, La.nge'nin Materyalizm Tarihi adlı eserinin 1925 basımma yazdığı önsözden izleyebiliyoruz. Russell genelolarak felsefede İn giliz deneyei geleneği içinde kalmış, hatta giderek bilginin psikolojik kaynaklan üstünde daha çok durduğu için Hume'a iyice yaklaşmıştır. Bilgi ve varlık teorisi alanlarındaki başlıca kitaplan şunlardır: Dış Dünya Bilgimiz (1914), Zihnin Çözümlenmesi (1001), Maddenin ÇözÜDılenmesi (1927), Anlam ve Doğruluk Bir tırma (1940). ve İnsan ve Smırları (1949). Russell bu konularda fikirlerinin evrimini, kendi kendine hesaplaşırcasma kere anlatmıştır. Bunlardan biri, onun felsefesi hakkmdakt bir kitaba yazdığı "Düşü başlıklı makaledir. Bu kısa düşünsel Russell'ı kendi dilinde sunan bir önsöz gibi başına aldık. Benzer bir işi, Russell daha sonra (1959) yazdığı Felsefedeki adlı kitapta yapmaya Bu kitap üstüne, geniş bir tanıtma yazısı, Prof. Dr. Nerıni Uygur tarafmdan Felsefe Arkivi'nde yayımlanmıştır (Sayı 13 - Yıl 19(2). Russell, alışılınış anlamda bir felsefe tarihçisi olınamakla birlikte, bu dalda yazdığı ikikitap, Batı Felsefesi Tarihi (1946) ve Batının Bilgeliği (1959) haklı bir ün kazanmıştır. Felsefe tarihçilerinin çoğu zaman yapmaya çalıştıkları gibi, filozofları tarafsız bir gözle, bir «şeytanın' avukatı» üslubuyla anlatacak yerde, Russell'm onlarla kıyasıya tartışmaya giriş mesi, her birini kendi düşüncelerine yakınlık ve uzakhklarına göre eleştirınesi, bu kitaplarm zevkle okunmalarmı sağlamaktadır. Aynea, felsefi çıktıkları toplumun maddi yapısıyla ilişkisi üstünde dunnası da, onun lehine kaydedilmek gereken önemli bir üstünlüktür. Bu kitaplardan ilki, Muammer Sencer tarafından üç cnt halinde, aşırı özentili bir dille yakınlarda çevril-
ıld
ı ız
9
py
tu
ku
miş ve son derece dikkatsiz bir dizgiyle yayımlanmıştır. Bu eserden de Russell'ın özellikle önem verdiği iki bölüm aldık: Biri, yıkmaya çalıştığı geleneksel .Aristoteles öteki, kendisinin de dahilolduğu fakat dil çözümlemesinin Ilinguistical analysis) derinliklerine dalan öteki üyeleriyle pek geçinemediği - «Mantıksal Okulu.Russeıı'ın 1931 yılında yazdığı ve Avni Yakalıoğlu tarafından Türkçe'ye Bilimden Beklediğimiz adıyla çevrilen bir kitabında da, bilim felsefesinin sonuçları, geniş halk kitlelerinin bir dille ortaya konulmaktadır. Bu kitaptan «Seçmeler.e aldığımız bir bölüm, «Bilim Yönteminin Sınırlılıkları-nı anlatıyor. Russell'ın Yaşama Felsefesi başlığı altında toplayabneceğimiz, salt felsefe konuları dışındaki ilgi alanlarından bölümü, Din ve Ahlak diye aynlabilir. Tann hakkında yayımlanmış ilk görüşleri, Leibniz'in Felsefesi (1900) adlı kitabında yer almıştır. Bu konuya ilişkin denemesİ de, Din lle Bilim (1935) ve Neden Değilim (1957) adlı kitaplarında toplanmıştır. Bu kitapların ikisi de Türkçevrilmiştir. Ender Gürol tarafından dilimize aktarılan ikinci kitaptan iki makale aldık: Biri, daha önce ayn bir olarak yayımlanan ünlü bir denemesi, «Neye (1925); öteki de, kitaba adını veren konuşmasının metni, «Neden Hıristiyan (1927). Russell, «Neye ilk basımına yazdı ğı önsözde şöyle demektedir: «İnsanın evrendeki yeri ve iyi yaşama ulaşma amacı bakımından elindeki imkanlar hakkında düşündüklerinH söylemeye çalıştım... insanla ilgili işlerde görüyoruz ki, mutluluğa götüren güçler olduğu gibi, mutsuzluğa götüren güçler de vardır. Bunlardan hangisinin ağır basacağını kestiremeyiz, ama bilgece davranabilmek için her ikisini de bUmemiz gerekir... Yine yazarın din konusundaki bilinemezci tutumunu açıklayan bir ya-
ıld
ı ız
10
kattık:
zısını
cBUinemezci ne De-
mektir?»
ıld py
tu
ku
Russell'ın, hele son zamanlarında adıyla özdeşleşme ye başlayan sarsılmaz banşçılığının yanısıra, kendisine büyük bir ün (ve o ölçüde de, düşman) kazandıran görüşleri, dinden sonra ahlakla ilgili olanlandır. Hele cinsel ahlak gibi, ancak tutucu yazarların at oynattığı bir alanda, onun radikal yaklaşımı büyük gürültü koparmıştır. konusunda Russell yasaklara ve yaygın ikiyüzlülüğe şiddetle saldınr. O, bu «ahlaksızlık-lardan yalnızca entellektüel-estetik bir rahatsızhk duymamakta. bunlan dünyadaki birçok kötülüğün kökenİ diye görmektedir. Aslında kendisi, iddia ettiği gibi, insanın bu alanda içinden gelen her şeyi yapmasını savunmuyor. BelU bir tutarlılık duygusuyla hareket etmenin gerekliliğine inanıyor. Ama, evlilik-oncesinde cinsel ilişkilerin 01masım, özellikle üniversite öğrencileri arasında çocuksuz evlilikler kurulmasım önermesi, ikiyüzlü tutucuların gözünde, onun adını «ahlaksız»a çıkarmıştır. Oysa Russell, evlenme kurumuna kökten karşı değildir. Ancak bir evlilikte sevgi kalmamışsa, türlü bahanelerle onu sürdünnenin anlamsızlığını belirtmiştir. Bir de, sürekli evliliklerde, «geçici kaçamaklar- olmasını olağan, hatta bazen gerekli sayması, «zina savunucusu. olarak suçlanınasına yol açmıştır. Onun bu konudaki fikirlerini, Ender Gürol tarafından dilimize çevrilen Evlilik ve Ahlak (1929) adh
ı ız
kitabından
tin Yeii ..
aldığımız
«İnsan Değerleri Arasında
yazısında
okuyabiliyoruz. Russell'ın ahlak tutumuna karşı gösterilen tepkiye yar kın bir de, eğitimle ilgili düşüncelerine karşı ortaya çıkmıştır. Eğitim üstüne iki kitabı dilimize çevrilmiş bulunmaktadır: Terbiyeye Dair (1926) Prof. Hamit Dereli tarafından, Eğitim ve Toplum Düzeni de (1932) Nail Bezen tarafından aktarılmıştır. Biz, bun-
11
«Eğitimin bir bölüm alitirazlara yol açan görüşleri, eğitimde geleneksel zorlama yöntemlerinin gereksizliği üstüne eleştiri leridir. O cinsel ahlak konusunda olduğu gibi, eğitim konusunda da rakipleri tarafından yanlış eğitimde bir disipline yer verilmemesini savunmuyor, yalnızca ana baba ve öğretmenlerin çocuğu yetiştiriyoruz diye kendi kompleksIerini tatmin etmek için onu ezmelerinin yanlışlığını ortaya Russell'ın toplum ve siyaset felsefesi konula.:r:ıyla ilgili kitaplarının şunlardır: Toplumsal Yeniden Kuruculuğun (1916), Yollar (1918), Bolşevizm (1920), Çin Sorunu (1922). ve lenme (1934), (1938), Otorite ve Birey (1949), Değişen Yeni Umutlar (1951), Ahlakta ve Doğası (1954), ve Tutulmayan Denemeler'den bazıla.:r:ı (1950). Biz bunlardan üç parça seçti k : Biri, Mete Ergin tarafından dilimize len adlı eserinin «İktidarın Yola Getirilmesi» bölümü; öbür ikisini, yani Tutulmayan Denemeler~den «Felsefe ve Siyaset» He Nobel Edebiyat Ödülü'nü alırken yaptığı ve sonradan Ahlakta ve Siyasette Doğası adlı kitabına alınan Önemli Arzular» üstüne konuşmasını ben Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar (Ankara: S.B.F. Yay., 1969)· adlı derlemenin üçüncü endinde aktarmıştım. Bu kere, meler»e alırken, Dr. Hüseyin Batuhan'ın dikkatimi ,,"J,ı...UJ"'XI nezaketinde bulunduğu bazı çeviri yanlışlannı düzeltmeye
lann ilkinden
dık. Russell'ın
py
tu ku
ıld
ı ız
çalıştım.
Bu derlemeye aldığımız parçaların seçiminde, Prof. Robert E. Egner ve Lester E. Denonn'un hazırladıkla.:r:ı, The Basic of Bertrand Russell 1903 - 1959
12
METE TUNÇAY
py
tu
ku ıld ı ız 13
-My Mental Development,» Yaşayan Filozoflar Kitaplığı of Living PlııiIcısoph.erls) dizisinde Paul Arthur tarafından derlenen (The Philosophy of Bertrand Russelll adh kitaba, Russell'ın kendi yazdığı makale.
ku
· I
Kİ yaşımdayken annemin, üç de babaölmesi üzerine, sonradan Russell Kontu (earll olan - dedem Lord John Russell'ın evinde büyüdüm. Annem ve babam, Lady ve Lord hakkında bana hemen hiçbir şey söylemediler - öyle ki, bu konuda belirsiz bir sır duygusuna kapılmıştım. Yirmi bir yaşıma gelmeden önce de, annemle babamın yaşam ve görüşlerinin ana. çizgilerini öğrenemedim. Ancak o zaman şaşkınlıkla farkettim ki, ben de babamın düşünsel ve duygusal gelişmesinin hemen hemen tıpkısım geçirmişim. Babamın, Russell ailesi gelenekleri uyarınca siyasal bir mesleğe yönelmesi O da bunu ve kısa bir süre (1867-68) Parlamento üyeliği yapmış; fakat mizacı yahut görüşleri siyas'3tte başanyı o!anaklı kılacak çeşitten değilmiş. Yirmi bir yaşındayken kendisinin Hı ristiyan olmadığına karar ve Noel günü kili~eye gitmeyi reddetmiş. Yıllar önce (olabileceği kadar din-dışı bir anlamda) benim vaftiz babahğımı yaptığım keşfetti ğim John Stuart Mill'in önce öğrencisi, sonra da dostu olmuş. Annemle babam Mill'in mın
tu
py
ıld
ı ız
14
py
tu ku
hem yalnız geniş ölçüde tutulan görüşlerini değil, kadınla ra oy hakkı verilmesi ve doğum kontrolu gibi kamu duygusunu inciten görüşlerini de kabul ederlermiş. Babamın aday olduğ'tl 1868 genel seçimi sırasında, küçi.k bir derneğin özel bir toplantısında, doğum kontrolu için, «bu tıbbın bileeeği bir iştir» yollu konuştuğu işitilmiş. Bunun üzerine, hak.kında tir kötüleme ve iftira kampanyası açılmış. Bir KatoUk piskopos, babamın bebeklerin - öldürülmesini Unfantidde) f-livunduğunu ilan etmiş; basında onun «pis ağız lı bir sefih- olduğu yazılmış; seçim günü, adını lVikont Iviseount} yerine, günahkar - kont anlamınal Viee-eount Amberley'e çevirerek onu ahlaksızlık la suçlayan karikatürleri duvarlara asılmış; babam, Fransız ve Amerikan sistemini. savunmakla suçıanınış.l Bu yollarla, seçimi kaybetmiş. Karşılaştırmalı sosyoloji üstünde çalışanlar, 1868 taşra 1940 şehir New York'u arasındaki benzerliklerle ilgilenebilirler. Bu konunun belgelerini, karım ve ben The Amberley Papers adlı kitapta topladık. O kitabı okuyanların göreceği üzere, babam utangaç, çalışkan ve aşın vicdanlı bir adammış - belki onun ukalanın biri olduğu söylenebilir, ama muhakkak ki sefihin tam karşı
ıld
tıymış.
(l)
ı ız
Babam siyasete dönme umudundan hiçbir zaman cayama bir daha da ölümünden sonra yayınlanan .Dinsel İnancın !Analysis of Ballefl adlı büyük bir kitabı yazmaya kendini vermiş. Zaten, olağanüstü fikir dürustluğü yüzünden siyasette başarılı olamazdı; her zaman kendi söylediklerinin mamış,
Annemle babam Amerika'da iken Oneida topluluğu gibi deneyleri incelemişler, onun için de, yakışmayacak Atlantik - ötesi kötülükleri buraya getirerek, aile yaşamının saflığını bozmaya kalkışmakla suçlanmışlardl.
zayıf noktalarıyla karşısında
yer alanların sağlam noktakabul etmeye sağlığı da kö· tü gitmiş ve bu yüzden, beden gücünden yoksun kalmış. Annem babamın paylaşır ve toplantılarda kadınların eşitliğinden yana konuşmalar yaparak [bin sekiz yüz! altmışları dehşete düşürürmüş. Faydacılık felsefesine sıkı bağlı olması dolayısıyla, doğal haklar öğretisini reddettiği için, «kadın haklan» deyimini larını
kullanmazmış.
ı ız ıld py
tu ku
Babam, ağabeyimle benim dinsiz (özgür - düşünceli :::: free-thinkerl olarak yetiştirilmemizi istermiş ve vas!yetinde bize vasi olarak iki dinsizi atamış. Fakat Mahkeme (Court of Chanceryl büyük ana-babamın istemi üzerine vasiyeti hükümsüz kılmış; böylelikle, ben bir eğitimin nimetlerinden yararlandım. 1876 yılında, babamın ölümü üzerine dedemlere getirildiğim zaman, dedem 83 Bazan onun tekerlekli bir koltukla evin dışına çıkanldığını, bazan da odasında Hansard (Parlamento tartışmalarını aktaran tutanak dergisi) okuduğunu hatırlıyorum. her zaman nazikti ve çocuk gürültüsüne hiç aldırmaz görünürdü. Fakat beni doğrudan doğruya etkilemeyecek kadar yaşhydı. 1878'de öldü; dedem hakkında bildiklerimi, onun anısına büyük bir saygı gösteren karısından, yani babaannemden öğrendim. Babaannem benim genel dünya görüşüm üstünde başka herhangi bir kimseden daha "çok etkili oldu; ama tabii, sonra, onun görüşlerinin birçoğunu reddettim. Babaannem Presbiteryen Kilisesine bağlı, sınır boyu ailelerinden biri olan Elliot'lardandı. Onun anne tarafından dedesi, Etna yanardağının yamaçlanndaki hiv tabakalarının kalınlığına bakarak, dünyanın (Kutsal taki verilere göre hesaplandığı gibil tö. 4004 yılında değil, daha önce olması gerektiğini söylediği için.
16
Tanrı'ya
sonra da bana hala
anlamlı
miştir.
Yetmiş yaşındayken,
inanmayı
ı ız
yaşamımı derinliğine
tıktan
ld yı
p tu
ku
adı kötüye çıkmıştı. Yine babaannemin den biri de, Şarlken'in (Kutsal Roma Beşinci Karlos) tarihçisi olan Robertson'du. Babaannem, Anlaşmacıların 1 ahlak katılığını taşıyan bir Puritandı. Evde rahatlığı yemeğe ... ""'i ... 'u......... göstermez, şaraptan nefret eder ve tütün içmeyi günah sayardl. Dedemin 1866 yılında emekli olmasına kadar bütün yaşamını büyükler dünyasında geçirdiği halde, tamamıyla bu dünyadan uzak bir kadındı. Paraya ancak ona her zaman yeterince olmuş kimselerin gösterebilecekleri bir ilgisizlik duyardı. Çocuklarının ve torunlarının faydalı ve erdemli yaşamlar sÜrIDelerinl isterdi, fakat onların başkalarınca başarı sayılacak şeylere ulaşmaları yahut «iyi» evlenmeler yapmaları yolunda herhangi bir arzusu yoktur. Tam Protestanca bir tutumla, özel yargıya ve vicdanın üstünlüğüne inanırdl. Onikinci doğum günümde bana (hIUa. sakladığımı bir Kutsal Kitap verdi; başındaki boş sayfaya kitaptan en çok sözleri yazmıştı. Bu sözlerden biri -Bir kötülük işlemek için bir kalabalığın ardına idi, bir da lü ve cesaretli ol, korkma ve umutsuzluğa kapılma; çünkü Rabbin Tanrı nereye gitsen seninle birliktedir.» Bu sözler. bırak
görünmeye devam et-
2 girtutuyor işlenen cinayetlerle ilgileri var diye uluorta suçlanan İrlandalı milletvekilleriyle ediyordu. Bu durum,
di; ve
babaannem
aynı sıralarda İrlanda'nın bağımsızlık davasını
Cll
(2)
F.: 2
Cavenanters, 1638 tarihli tutanlar. Unitarian i Baba Tanrı mesini reddeden bir Kilise.
Ulusal
Anlaşmasını
İsa - Kutsal Ruh üçle-
insanları
düşünülemeyecek kadar şaşırtıyor ve Babaannem emperyalizme büyük bir tutkuyla karşı çıkardı; bana, ben yedi yaşlarımdayken yapılan Afgan ve Zulu savaşlarına kötü gözle bakmayı o öğretti. Mısır'ın işgal edilmesi hakkında ise pek bir şey söylemiyordu, bu iş pek beğendiği Gladstone'un başının altından çıkmıştı. O zaman Alman eğitmenimle tartıştı ğımı hatırlıyorum; kadıncağız şimdi ne söz verirlerse versinler, Mısır'a bir kere girince, oradan bir daha söylemişti. ben ise pek yurtseverce verdikleri sözden hiçbir zaman iddia ettim. Bu tartışma altmış yıl önce olmuştu, bugün (1951) halA Mısır'dalar. Karısının gözüyle bakılıncil., dedem insanlığın iyiliği için önemli bir şeyler yapmanın hem bir ahlAk ödevi hem de doğal bir şeyolduğunu düşünen bir adam olarak görünürdü. Onun, 11'J32'de Reform Kanunu'Iru nasıl kabul ettirdiğini anlattılar. kısa bir süre önce, ileri gelen Uymazeılardan (Nonconformistsl bir delege grubu dedeme saygılarını sunup onu kutlamak için bana da elli yıl önce dedemin onları siyasal engellerinden kurtaran önderler arasında olduğunu söylediler. Oturma odasında, Hükümeti tarafından dedeme hediye edilmiş bir heykel vardı, üstünde .A Lord John Russell, L'Italia Riconoscente» yazılıydı; ben tabiatıy IlI., bu sözün ne demek olduğunu öğrenmek istedim ve sonunda. tüm Garibaldi ve birliği öyküsünü öğren dim. Böyle şeyler, benim de bir amaç uğrunda yaşama tutkumu dürtüyordu. Bana okul-odalığı eden dedemin kitaplığı da, bir baş ka bakımdan beni dürtmüştü. Burada, bazıları çok eski olan tarih kitapları vardı. onaItıne! yüzyıldan kalma bir Guicciardini'yi hatırlıyorum. L'Art da verifiar les dates adını taşıyan üç tane de folio (dörde
kızdırıyordu.
py
tu
ku
ıld
ı ız
ku
kağıt tabakalarına basılı) kocaman cilt vardı. Bunlar, benim kaldıramayacağım kadar ağır olduğu için, içlerinde ne bulunduğunu kurup duruyordum; Dua Kitabında Paskalya'nın nasıl bulunacağını gösteren tablolar vardır, sanıyordum. Nihayet, ciltlerden birini raftan alabilecek kadar büyüdüm, ama hayal kırıklığıyla gördüm ki, söz konusu «sanat» kitap da tarihleri bulma sanatından ibaretmiş. Sonra, Dört Usta'mn yazdığı İrlanda Yıllıkları (The Annals of Irelandl vardı; bunlarda Tufan'dan önce İrlanda' ya giden ve Tufan'da boğulan insanlar anlatılıyordu; Dört Usta'mn bunları nereden bildiğini düşündüm ve okumaktan vazgeçtim. Sonra, Macchiavelli, Gibbon ve Swift'inkiler gibi daha olağan kitaplar vardı; bir de hiç açmadıgım, dört ciltlik Milletvekili Andrew Marvell'in Eserleri (The Works of Andrew Marvell Esq. M.P.l. Marvell'in siyasetçiden çok ancak büyüyünce keşfedecektim. Bu kiokumama izin yoktu, ama bu yasak 01mayaydı. herhalde herhangi birini okumazdım. Bunları okumamın sonucu, tarih merakrmın kabarması oldu. Hiç kuşkusuz, kendi ailemin onaltıncı yüzyılın başlarından beri tarihinde önemli bir yeri olması ilgimi arttırıyordu. tarihi bana, Krala karşı anayasal özgürlük savaşımının öyküsü olarak öğretildi. II. Charles zamanında idam edilen William Lord Russell özel bir hayranlıkla yüceltiliyor: bundan da başkaldınnanın çoğu kez övgüye değer bir şeyolduğu dersi çıkıyordu. ""'1,:>Wl1UJlU<> büyük bir olay, onbir yaşımdayken Euklides'e başlamam oldu - o zaman hala geçerli ders kitabı buydu. Euklides'in kanıtlanmadan kabul edilmeleri gere. ken aksiyomlarla başlaması, bende önce bir hayal kırıklığı yarattı, ama bir kez bu duyguyu yenince geometriden dehşet hoşlandım. Çocukluğumun bundan sonraki kısmında, ınatematik, ilgimin çok büyük bir parçasını kendine çekti. Bu karmaşık bir ilgiydi: Bir yandan belli bir beceriye sa-
py
tu
ıld
ı ız
19
py
tu
ku
olduğumu duyduğum haz, bir yandan matematik kesinliğin verdiği rahatlık; fakat bunların ikisinden de daha önemlisi, (henüz küçük bir çocukturn) domatematik yasalara uygun olarak işlediği ve insan eylemlerinin gezegenlerin hareketleri gibi, bizim yeterince becerimiz olsa hesaplanabileceği inancıydı. yaşımdayken Kartezyenlerinkine çok benzeyen bir kurama "U~"'l"LLU. Canlı cisimlerin hareketlerinin tamamıyla dinamik yasalan tarafından düzenlendiğine aldım yatmıştı; onun için de, özgür irade bir hayal olmalıydı. Fakat, fikirce yahnlığı ve reddetmesi dolayısıyla ona karşı belli bir eğilim duymama rağmen, bilinci kuşkulanılama yacak bir veri saydığım için materyalistIiği de kabul edemiyordurn. HAlA inanıyordurn, çünkü İlk-Neden kanıtı bana reddedilmez gibi görünüyordu. Onsekiz yaşımda Cambridge'e gitmeme kadar, yaşayı şım pek yalnızdı. Evde Alman bakıeılar, Alman ve li çocuk-eğitimcileri ve nihayet özel-öğretmenler tarafından gönnüyordum, gördüğüm zaman da benim için önemli değillerdi. Ondört yahut onbeşimdeyken, dine karşı tutkulu bir ilgi duyuyordum; özgür irade, ölümsüzlük ve Tann konusundaki kanıt ları birer birer incelemeye koymuştum. Birara ay için bilinemezel (Agnostik) bir özel-öğretmenim oldu, bu sorunları onunla fakat galiba benim inancımı zayıflattığı düşünüldüğü için, adama yol verildi. Bu birkaç ay dışında, düşündüklerimi hep kendime saklıyor, bir deftere de, başkaları okuyamasın diye Yunan harfleriyle yazıyordurn. Erginlik çağına yalnız girmenin doğal sonucu ola.rak mutsuzdum, fakat mutsuzluğumun dinsel inancımı yitinnekten ileri geldiğini sanıyordum. yıl boyunca. dini düşündüm durdum, arzularımın düşünceleri mi etkilememesine azmetmiştim. Önce özgür iradeye İnan maktan caydım, sonra ölümsüzlüğe; onsekiz yaşıma kadar
ıld
ı ız
20
ı ız ıld py
tu ku
inanıyordum, nihayet Mill'in de şu sözleri okudum: «Babam bana 'Beni kim yarattı?' sorusunun öğretti, bu hemen ardından kim yarattı?' sorusunu akla getirir.» O anda, İlk-Neden kanıtının olmadığına karar verdim. Bu yıllar boyunca çok kitap okudum; fakat bana yol gösterilmediği için; okuduklarımın çoğu şeylerdi Pek çok kötü şiir, özellikle de Tennyson ve Byron okudum; nihayet, onyedi kimse onun hakkında bana bir şey söylememişti. Shelley, birçok yıllar geçmişin büyük adamları arasında benim en sevdiğim yazar olarak kaldı. da bir hayli okudum, onun ve Gelecek»ini (Past and Present) çok beğendim. ama «Sartor Resartus»unu tutmadım. «The Yea.», <Ebedi Gerçek) bana. duygusal bir saçmalık gibi geldi. Fikirleriyle en anlaştığım adam Mill'di. Onun Siyasal İktisat IPolitical Economy), (libertyı ve Kadınların Ezilmesi of Women) kitapları beni derinliğine etkiledi. Mill'in Mantık'ının (Logic) tümü üstüne uzun uzun notlar aldım; fakat onun matematik önermelerin deneysel genellemeler olduğu kuramını kabul edemiyor, ama başka ne olabileceklerini de bilmiyordum, Bütün bunlar, benim Cambridge'e gitmemden önceydi. Yukarıda sözünü ettiğim Bilinemezci özel - öğretmenle geçen üç ayın dışında anlatabileceğim kimsem yoktu. Evde dinle ilgili kuşkulanmı saklıyordum. Bir keresinde Faydacı olduğumu söyledim, fakat öylesine alaya alındım ki, bir daha görüşlerimi hiç açmadım. Cambridge bana sonsuz zevkli yeni bir dünya açtı. İlk kez göruyordum ki, düşündüklerimi söyleyince, üzerinde durulmaya değer şeyler olarak karşılanıyordu, Giriş bursu sınavımı yapan Whitehead, benden bir iki yıl öndeki birsözümü etmiş; bu sayede, daha ilk hafta
21
py
tu
ku
ömür boyu dostluk kurduğum bir takım insanlarla tanış tım. O zaman Üniversite üyesi ve Okutman durumunda olan Whitehead bana karşı şaşılacak kadar nazikU, fakat yaşının ileri olması yüzünden, yakın bir kişisel arJlta,(ıaşUK kunnamız için daha birkaç yılın geçmesi gerekti. Yetenekli, ciddi, çalışkan bir sürü akranımı buldum; bunlar akademik öğrencilik ödevlerinin dışında şiir, felsefe, siyaset, ahlak gibi, bütün düşünsel macera dünyası diyebileceğim şeyle de ilgileniyorlardı. Cumartesileri gece yanlanna kadar oturup tartışır, Pazarlan da geç saatte bir kahvaltı yaptıktan sonra bütün günlüğüne yürüyüşe Bu yetenekli genç adamlar, birkaç yıl sonra başlayacak olan - Cambridge'te ilkin Lytton moda haline getirdiği üstünlük pozuna daha bürünmemişler di. Dünya umut verici ve sağlam görünüyordu; hepimiz ondokuzuncu yüzyıldaki ilerlemelerin devam edeceğine, kendimizin de değerli katkılar yapabileceğimize inanmış tık. 1914'ten sonra genç olanlar için, o günlerin mutluluğu nu düşünebilmek zor olsa gerek. Cambridge'deki arasında, Hegelci filozof McTaggart; yumuşak çekiciliği dolayısıyla kendisini tanı yan herkesin sevdiği Lowes Dickinson; kolej de parlak bir matematikçi, sonra da bir baro avukatı olan ve hukukçu çevrelerinde Vasiyetler üstüne çalışmalarıyla tanınan Charles Senger; Platon'un Devlet'ini çeviren Davies ile biri olmakla ünlü bir Kilise !Broad Churchl i ahibinin oğulları olan, ve Theodore Llewelyn Davies vardı. Bu iki kardeş, gayet yetenekli, yedi bir ailenin en küçükleri ve en yeteneklileri idiler; aynı zamanda olağanüstü bir arkadaşlık kabiliyetleri, dünyaya yararlı olmak için derin bir istekleri ve eşsiz bir zekilları vardı. İkisinin küçüğü olan Theodore, yüzerken zaman, devlet hizmetinde parlak bir memurluğun ilk aşamalarındaydı. Bu kadar çok sayıda arkadaş ta-
ıld
ı ız
22
rafından,
böylesine çok sevilen iki tanımıır görüştüğüm kimseler arasında, Macaulay'in yeğenIeri olan üç Trevelyan kardeş vardı. Bunların en büyugu Partili bir siyasetçi oldu ve yeterince sosyalist bulmadığı için Partisi Hükümetinden çekildi; ikincisi ozan oldu ve başka şeylerin yanısıra enfes bir Lucretius çevirisi yayınladı; üçüncüsü, George, tarihçi olarak ün kazandı. Sonradan benim felsefem üstünde büyük bir etki bırakan G.E. Moore, benden biraz küçüktü. yaşadığım ortam McTaggart'ın büyük etkisi altındaydı, onun zekasına bakarak da tuttuğu Hegelci felsefeye karşı bir yönseme duyuluyordu. McTaggart bana Britanya deneyciliğini (ampirizmini) 'kaba' saymayı öğret ti; Locke'ta, Hume'da ya da eski gözdem Mill'de bulunamayacak bir derinliğin Hegel'de (ve daha az bir ölçüde de Kant'ta) olduğuna inarunak istiyordum. Cambridge'te ilk üç yıl, Kant yahut Hegel okumaya zaman bulamayar:ak kadar çok matematikie uğraşıyordum; fakat dördüncü yıhmda felsefe üstünde durdum. Hocalarım Henry James Ward ve G.F. Stout idiler. İngiliz görüşünü temsil ediyordu; ben bu düşünüşü rahatça anladığıma inanıyor, onun için de o zaman, dıır ha sonra bulacağım kadar önemli saymıyordum. Büyük bir kişisel sevgi duyduğum Ward, Kantçı bir sistem saVUınuyordu, bana Lotze ile o tanıttı. Stout o zamanlar Bradley'i beğeniyordu; ve (Appearanca and Reality) yayınlandığı zaman, bu kitabın varlık felsefesinde bir insanın ortaya koyması mümkün olan herşeyi yaptığını Onunla ikisi, benim Hegelci olmarnı sağladılar; bu olayın tam anını hatırlıyorum, 1894 yılında bir gündü, yürürken ontolojik kanıtın geçerli olduğunu birden kavrayıverdim (yahut kavradığımı sandırn). Bir kutu tütün almaya dönüşte aniden havaya fırlatdım.
En
sık
ld yı up
t ku
ı ız
23
tım,
tutarken de 'Vay canına, ontolojik kanıt diye Bu sıralarda coşkunlukla. Bradley'i okuyordum ve ona., başka herhangi bir filozoftan daha çok ha,yranbağırdım.
dım.
1894'te aynıdıktan sonra, yabancı ülkelerde bir hayli vakit geçirdim. 1a94'te birkaç ay Paris'teki Elçiliğinde fahri ataşeydim: Görevim, Fransız HükUmetini istakozun balık olmadığına inandırınaya çalışan uzun bildirileri kopya etmekti; Fransız Hükümeti de bize cevap olarak, istakozun 1713'te, Utrecht sırasında balık olduğunu yazıyordu. DiplomatIık mesleğine
py
tu
ku
girmek için isteğim yoktu, 1894 Aralığında. .Lo.~.'U'''.'''U aynıdım. Sonra evlendim ve 1895 yılının çoğunu Berlin'de, iktisat çalışarak ve Alman Sosyal Demokrcı.sisini inceleyerek Safire benim kuzinimdi, karımla beni Elçilikte bir akşam yemeğine çağırdılar, fakat karım yemekte bir Sosyalist toplantısına gittiğimizi ağzından kar çırdı, bundan sonra Elçilik kapılan bize kapandı. bir 1800'da Amerika'da üç ay geçirdik. İlk ziyaret ettiğimiz yer Camden, New Jersey'deki Walt Whitman'm evi oldu; karım Whitman'ı iyi tanıyor du, ben de ona çok hayrandım. Bu geziler, beni belli bir Cambridge kurtarmakta yararlı oldu; özellikle, Cambridge'teki hocalanmın hiç sözünü etmedikleri Weierstrass'ın yapıtlarını tanıdım. Bu gezilerden sonra, Sussex'te bir işçi evine yerleştik, bu eve biz efe geniş bir çalışma odası ekledik. O zaman para kazanınam gerekmeden sade bir yaşam sürmeye yetecek olanaklanm vardı; onun için, yüksek sesle tarih okuduğumuz akşamlar dışında tüm zamanımı felsefe ve matematiğe verebiliyordum. 1894'le 1898 arasındaki yıllarda, dinsel duygunun bana önemli ewenle ilgili birçok şeyin metafizik yoluyla kanıtlanabileceğine inanmıştım. Yeterince
ıld
ı ız
24
çıkarsam, yaşamımı felsefeye ayırmaya karar verdim. üniversite üyeliğini kazanmak için yazdığım geometrinin temelleri hakkındaki tez, Ward ve Whitehead tarafından övülmüştü; bu incelernem beğenilmeseydi, Berlin'de dığım iktisat çalışmama devam edecektim~ Tiergarten'de bir bahar sabahı yürüyüş yaparken, bilimler felsefesi üstüne bir dizi kitap yazmayı pllmladığımı hatırlıyorum, bunlar matematikten biyolojiye gittikçe somutlaşacaktı; aynca toplumsal ve siyasal sorunlar üstüne de bir dizi kitap yazacaktım, bunlar da soyuta doğru gidecekti. Sonunda, teoriyi de pratiği de eşit ölçüde kapsayan ansiklopedik bir yapıtla Hegelci bir senteze Benim bu ta.sanm Hegel'den esinlenmişU; felsefemdeki değişmeye rağ men, bugün bile onun bir parçası bende sürüp Bu anın özel bir önemi vardı: Erimeye kann ayaklanrnın altında gıcırdadığını ve kışın sonunun geldiğini müjdeleyen ıslak toprak kokusunu htı.lı\ belleğimde duya.biliyorum. 1898 yılında çeşitli olaylar, Kant'tan da Hegel'den de vazgeçmeme yol açtı. Büyük Mantık'ını okudum ve onun matematik hakkında söylediklerlnin çorba-kafalı saçmalıklardan ibaret olduğu kanısına vardım, hı\lı\ da o kanıdayım. ilişkilere karşı kanıtlarına inanma.maya ve tekçiliğin (moruzmin) mantıksal dayanaklarının sağlamlığından kuşkulanmaya başladım. (transandantan Estetik»in öznel ruteliğinden hoşlanmıyordum. Fa.kat C.E. Moore'un etkisi olmayaydı, bütün bu nedenler bende herhalde daha yavaş sonuca vanrdı. Onun da Hegelci bir dönemi olmuş, fakat bendekinden daha kısa sünnüş tü. başkaldınnada önderliği o yaptı, ben de bir kurtuluş duygusuyla ardından gittim. Bradley sağduyunun inandığı herşeyin salt görünüş olduğunu iddia ediyordu; biz onun tam aşın karşıtını tuttuk ve felsefe ya da teolojiden etkilenrneyen sağduyunun gerçek saydığı herşeyi ger-
li
ld yı up
t ku
ı ız
25
py
tu
ku
çek olarak kabul ettik. Bir hapisten kaçma duygusuyla, çimenin yeşil olduğuna, hiç kimse onları görmese bile güneşin ve yıldızların varolacaklarına ve çokçu bir zaman-dışı Platonik idealar dünyasının bulunduğuna inanmak için kendimizi kapıp koyuverdik. Eskiden yalınkat ve mantık salolan dünya, birdenbire, zengin, çeşitU ve elle tutulur bir şeyoldu. Matematik yalnızca diyalektiğin bir aşaması değil, tamamıyla doğru olabilirdi. Bu görüşten bir şeyler "Leibniz'in Felsefesi» (Philosophy of Leibnizl kitabıma yansımıştır. Bu bir rastlantıdan kaynak almıştı. 1898'de normal olarak Leibniz üstüne ders verecek olan McTaggart Yeni Zelanda'daki ailesini ziyaret etmek istedi, bana da onun yerine bu dersi okutmamı söylediler. Benim için, bu mutlu bir rastlantı oldu. Fikir hayatımda en önemli yıl 1900 yılıydı, bu yılın benim için en önemli olayı da Paris'teki Uluslararası Felsefe Kongresine katılmam oldu. Daha onbir yaşında Euklides'e başladığımdan beri, matematiğin temelleri hakkında rahatsızlık duymuş, sonralan felsefe okuyunca bu konuda Kant'ı da, deneycileri de eşit ölçüde, doyurucu olmaktan uzak bulmuştum. Sentetik a sevmiyordum, fakat aritmetik deneyci genellemelerden meydana gelir gibi de görünmüyordu. 1900 yılında Paris'teki bütün tartışma larda Peano ile öğrencilerinin başkalarında olınayan bir kesinlik göstermelerinden çok etkilendim. Onun için, Peano'dan bana yapıtlarını vermesini istedim, verdi. Onun işa retleme (notasyon) sistemini kavrar kavramaz gördüm ki, bu yaklaşım matematiksel kesinliğin alanını, felsefi belirsizliğe bırakılmış konulara doğru gerilere kadar uzatıyor du. Onun dayanarak, ben de ilişkiler için bir işaretlerne sistemi kurdum. balıtıma, Whitehead da bu yöntemin önemini kabul etti ve çok kısa bir zaman ikirniz birlikte, dizilerin, kardinal ve ordinal sayıla rın tanımları ve aritmetiğin mantığa indirgenmesi gibi
ıld
ı ız
26
sorunları
ld yı up
t ku
Hemen bir yıl kadar bir süre boyunca, bir dizi hızlı başarımız oldu. Yaptığımız işin çoğu, o sıra Frege tarafından yapılmış durumdaymış, ama biz bunu bilmiyorduk. Sonunda benim Mathematica'ya katkım olan çalışma, Kant'ın reddedilmesinin bir parantezi olarak karşıma çıkmıştı. 1901 Haziran'ında bu zevkU balayı dönemi sona erdi. Cantor en büyük kardinal sayı olamayacağını kanıtlamış tı; ben bu kanıtı evrensel sınıfa uygulayarak kendi kendilerinin üyesi olmayan sınıflar çelişkisine ulaştım. geçmeden anlaşıldı ki, bu sonsuz sayıda bir çelişkiler sı nıfından yalnızca biridir. Durumu Frege'ye yazdım, büyük bir ciddiyetle bana 'die Arithmetik ist ins Schwanken geraten' diye cevap verdi. bir şeyolduğunu ve kolayca ,",u;l.U,ıt:Ll1lt''''t:e;lI,ll fakat ilk umutlarımın yerini, tam umutsuzluğa çok yakın bir duygu aldı. 1903 ve 1904 yılları boyunca, hayali hedeflerin peşinde koştum ve hiçbir ilerleme yapamadım. Nihayet, 1905 baharında, çözülebilir anlaşılan başka bir problem ilk umut ışığını verdi. Bu problem, betimlemeler sorunuydu ve çözümü bana yeni bir teknik düşün dürdü. Skolastik realizm metafizik bir fakat her metafizik teoriye eşlik eden teknik bir bölüm vardır. Ben skolastik ya da Platonik anlamda realist olmuştum; örn&ğin, kardinal birimlerin zaman-dışı bir varlıkları olduğunu düşünüyordum. Birimler sınıflar sınıflarına indirgenince, bu varlık sınıflara devredilmişti. Çalışmalarına ilgi duyduğum Meinong, realizmin kanıtlarını betimleme önennelerine uyguluyordu. Herkes «Altın dağ var değildir-in doğru bir önerıne olduğunu kabul eder. Fakat, besbelli ki bu önermenin bir öznesi (-altın dağ») vardır ve bu özne [varolanı herhangi bir nesneyi anlatmıyorsa, önenne anlamsız görunür. altın ve dağ olan bir altın dağ olduğunu,
ı ız
27
py
tu
ku
fakat bunun var olmadığını çıkarsıyordu. Hatta olan altın dağın varlığı olduğunu, ama varolmadığım düBu beni doyurmadı ve Meinong'un gereğinden kalabalık varlık alamndan kaçınına isteği, beni beHmleme kuramına götürdü. Bu kuramda önemli olan, anlamlı bir cümleyi ayn ayn her kelime ya da sözün kendi başına bir anlam kabul etmemek gerektiğinin keşfedilmesiydi. «Altın dağ- amamlı bir cümlenin parçası olabilir, fakat yalmz başına amamlı değildir. Az sonra ki, sınıf-sembollerine de betimlemeler gibi, yani anlamlı bir cümlenin anlamlı-olmayan parçalan diye bakılabilirdi. Bu, genel bir biçimde çelişkilerin çözümünün nasılolabileceğini görmeyi mümkün kıldı. Principia Mathematica'da sunulan belirli çözümün kusurlan vardı, ama değilse mantıkçının tam bir çıkmaz karşısında olmadığını gösterdi. Betimlemeler kavramı ve çelişkileri çözme girişimi, dikkatimi anlam (meaning ve tl. kelimelere, lere ilişkin olarak tanımlamak «Zihnin (The Analysis of Mind, 19211 ve «Anlam ve Doğru Üstüne Bir Araştırma -An Inquiry into Me'anilng and Truth, 1940) adlı bu konuyla uğ raştım. Bu, insanı hatta fizyolojiye götüren bir sorundur. Bu sorun üstünde ne kadar çok mantığın tam bağımsızlığına o kadar az inanmaya başla dım. Mantığın psikolojiden çok daha ve kesin bir bilim olduğu gözönünde tutulursa, mantıksal yöntemlerle ele alınabilecek sorunlann sınınm olabildiğince geniş ölçüde çizmenin istenilecek bir şeyolduğu apaçıktır. Ben burada Occam'ın usturasını yararlı buldum. Occam'ın usturası, asıl haliyle metafizik bir nitelikteydi : bakımından bir ekonomi ilkesiydl. Mathematica yazılırken ben onu hAlA
ıld
ı ız
28
py tu ku
Platon'da kardinal tam-sayılar varlıklardır; Frege nın der Arithmetik'inde de yine tıpkı öyledirIer. Kardinal sayıların sınıflar sınıflan olarak tanımlan maları ve sınıf-sembollerinin «eksik semboller.. olabileceklerinin anlaşılması, beni kardinallerin varlık olarak gereksizliklerine inandırdı. Fakat gerçekte kanıtlanmış olan, metafizikten bağımsız bir bu en iyi, «minimum sözlük. terimleriyle anlatılabilir. «Minimum sözlük-le, içindeki hiçbir kelimenin başkalarıyla tanımlana mayacağı bir sözlüğü kastediyorum. Kuramsal bakımdan, bütün tanımlamalar {fazladan gereksiz şeylerdir; dolayısıyla da herhangi bir bilimin tümü o bilime özgü bir minimum sözlükle anlatılabilir. Peano aritmetiğin özel sözlüğünü üç terime indinnişti; Frege ile Mathematica bunların bile gereksiz ve matematik için cak bir minimum sözlüğün mantığınkinin aynı olduğunu söylediler. Bu salt teknik bir sorundur ve kesin bir çözümü olabilir. Bununla birlikte, mımmum sözlüklerden çıkarım yaparken büyük dikkat göstenne zorunluluğu vardır. Bir kere, her zaman değilse bile, çoğu kez belli bir konu alanında biribirlerinden farklı birçok minimum sözlük olabilir; örneğin, doğruluk Itruthl kuramında «p-değil ya da q-değihi yahut cp-değil ve q-değil-i tanım lanmadan alabiliriz; bu seçeneklerin birini ötekine yeğle mek için de herhangi bir neden yoktur. Sonra bir de sık sık tanım gibi görünen bir şeyin gerçekte deneyci bir önenne olup olmadığı sorusu ortaya tutun ki ben "kırmızı-yı «şu ve şu frekans aralığındaki dalga boylarının nedenlediği görüntü duyumlan- diye tanımlıyo rum. Eğer bunun «kınnızı"nın anlamı olduğunu kabul edersek o zaman ışığın dalga teorisi bulunup dalga boylan ölçülmeden önce içinde bu kelimenin geçtiği önenne olamazdı, demektir; oysa .kırmızı" sözü, bu keşiflerden
ıld
ı ız
29
ku
çok önce kullanılmıştır. Bu örnek apaçık göstermektedir ki, içinde «kırmızı. nın geçtiği bütün gündelik önermelerde, bu kelime tanımda ona yakıştınlan anlamda nu.u""ııuuı'j değildir: Bir de şu soruya bakın: «Bizim renkler hakkında bildiğimiz herşeyi kör bir adam da bilebilir mi?- Yukandaki tanımla, bu sonınun karşılığı evet'tir; günlük deneyimizden çıkarılan bir tanımla ise, cevap hayır olmak gerekir. Bu yeni mantığın da nasıl Aristoteles mantığı gibi dar bir skolastiğe yol açabileceğini göstermektedir. Böyle olmakla birlikte, minimum sözlük incelemelerinden yapılabilecek bir çıkarsama türü olduğunu saruyorum. En önemli örnekıerden biri olarak, geleneksel tümeller (<
ld yı
p tu
ı ız
30
sözlükler belU bir tür terimin onsuz-olunmazlığım gösterdikleri zaman, tersini gösterdiklerinden daha öğretici olmaktadır.
py
tu
ku
Bazı bakımıardan, benim matematik mantıkla ilgili olanlar dışındaki yayınlanmış eserlerim, düşünce ya da genel görüşlerimi hiç de tümüyle temsil etmemektedir. Bir hayli uğraştığ'ım bilgi kuramımn özden gelen belli bir öznelliği vardır; bu ku:tam «bildiğimi ben nasıl biliyorum?» diye sorar ve ister istemez kişisel deneyimden hareket eder. Verileri ben-merkezcidir, kuruluşunun ilk aşamaları da öyledir. Ben, şimdiye kadar, ilk aşamaların ötesine geçmedim; bu yüzden de, aslında olduğumdan daha öznelci göründüm. Solipsist de değilim, idealist de değilim; (böyle düşünmemin sağlam temelleri olmamakla birlikte) psikoloji dünyasına olduğu kadar fizik dünyasına da inanı yorum. Fakat şurası apaçık görünüyor ki, deney yoluyla bilinmeyen bir şey, biliniyorsa, mutlaka çıkarım yoluyla biliniyordur. düşme korkusunun filozofları bu sorunla karşılaşmaktan alıkoyduğunu anlıyorum; ya çıka rımın zorunlu ilkeleri belirsiz bırakılmış ya da deney yoluyla bilinenler ve yoluyla bilinenler ayrımı reddedilmiştir. Ben eğer bir daha bir felsefe problemi üstüne ciddi bir araştırma yapacak kadar boş zaman bulursam, geçerli olabileceklerini varsayarak, deneyden fizik dünyasına yapılan çözümlerneye girişeceğim ve ne gibi çıkarım ilkelerinin, doğru oldukları zaman bunları geçerli kılacağını bulmaya çalışacağım. Bir kere bulununca, bu ilkelerin doğru olarak kabul edilip edilmemeleri bir mizaç meselesi olacaktır; ama bir mizaç meselesi olmamak gereken şey, solipsizm reddedilecekse onları kabul etmenin zorunluluğunun kanıtlanmasıdır. de, toplumsal sorulara ilişkin olarak neler yapmaya kalktığım konusuna geliyorum. Bir siyaset atmosferi içinde büyüdüm ve ailem benim de siyaseti kendime iş
ıld
ı ız
31
tu
ku
edinmemi umdu. Ama felsefe beni siyasetten daha çok ti, bu yolda biraz yeteneğim olduğu ortaya çıkınca da, esas çalışmalanmı felsefe alanında yapmaya karar verdim. Bu durum babaannemin canını sıkıyordu; geometrinin temelleri üstüne incelememe «senin sürdüğün şu hayat» diye değindi ve beni çok ayıplarcasına .. Ah Bertie, duydum ki başka bir kitap yazıyormuşsun» dedi. Ama siyasal ilgiIerim, ikincil olmakla birlikte hep çok güçlü kaldı. 1895'te Berlin'deyken Alman Sosyal Demokrasisini inceledim; bu akımı karşı olduğu için tutuyor, fakat (o zaman) Marxist orta-yolculuğu savunduğu için sevmiyordum. Bir süre, Sidney Webb'in etkisiyle emperyalizm yanlısı oldum, hatta Boer destekledim. Ama bu görüşü 1901'de tamamıyla terkettim; o zamandan beri de insan ilişkile rinde zor kullanılmasına karşı keskin bir nefret duyuyorum, ama bunun bazan zorunlu olduğunu her zaman kabul ederim. 1903'te Joseph Chamberlwn serbest ticarete çıkınca, yazıyla ve sözle ona muhalefet ettim; Chamberlwn'in önerilerine itirazlarım uluslararasıcılık açısından dı. Kadınların Oy Hakkı savaşımında etkin bir yer aldım. 19ıo'da Principia Mathematica hemen hemen tamamlanmış gibi olunca, Parlamento seçimlerine katılmak istedim. Adaylık Komitesi benim dinsiz olduğumu dehşete düşmeseydi seçime de girecektim. Birinci Dünya ilgilerime yeni bir yön verdi. Savaş ve gelecek savaşları önleme sorunuyla uğraşmak tüm zamanımı alıyordu; bu ve buna yakın konularda yazdığım benim daha geniş bir kütle tarafından tanınma ma yol açtı. sırasında, banşın gelecekte büyük savaşlar çıkmasını önleyecek akıllıca bir azim yaratacağını ummuştum. Versailles Antlaşması bu umudu yıktı. Arkadaşlanmdan birçoğu Sovyet Rusya'da umut gördüler, fakat ben 1920 yılında oraya gittiğim zaman beğenilecek hayran olunacak şey bulamadım. Sonra
ıld py
ı ız
32
py
tu ku
ve orada bir yıla yakın bir süre geçirdim. lileri çok sevdim, ama kendilerine düşman olan militarizmIere karşı direnmelerinin onların uygarlığındaki en iyi yanların çoğunu silip süpüreceği besbeIliydi. Ya istilaya uğra maktan ya da düşmanlarının kötü yanlarının birçoğunu benimsemekten başka çıkar yonan yoktu. Fakat, bana, Doğu'nun yakın bir duygudaşlıkla onu inceleyen Avveregeldiği bir şeyi öğretti: Uzun süreler boyunca düşünmeyi ve halin kötülüğüne bakarak tam umutsuzluğa kapılmamayı. Son yinni yılın gittikçe artan kederleri sırasında bu alışkanlık benim dünyayı o olmayaydı bulacağımdan daha az katlanılmaz gönneme yardım etti. döndükten sonraki yıllarda en büyük iki çocuğumun doğması, ilk dönemler eğitimiyle ilgilenmeme yol açtı; bir süre enerjimin çoğunu bu konuya verdim. Benim okullarda tam bir özgürlük olmasını savunduğum sanıl mıştır; fakat bu da, benim anarşist görülmem gibi bir yanılgıdır. Yönetimde olduğu gibi, eğitimde de belli bir miktar zor kullanmanın kaçınılmazlığına inanıyorum; ama aynı zamanda, zor kullanma miktarını geniş ölçüde azaltacak yeni yöntemler bulunabileceğini de sanı yorum. Bu sorunun hem siyasal ve hem de özel yanlan vardır. Kuralolarak, mutlu çocuklar ya da yetişmiş kimselerin, mutlu olmayanlara oranla daha az yıkıcı tutkuları vardır, dolayısıyla daha az sınırlanmayı gereksinirlar. Fakat kılavuzluktan yoksun bırakılarak mutlu kılınabilaceğini düşünmediğim gibi, tam bir başıboşluğa izin verilirse bir toplumsal uyma (obllgationl duygusunun de sanmıyorum. sorunu, bütün öteki sorunların olduğu gibi bir derece sorunudur. Koyu bir mutsuzluk ve içgüdüsel kırıklık dünyaya derin bir kin doğurmak eğilimindedir; bu kin, bazan çok dolaylı bir yoldan zalimlik ve şiddet yaratır. Bununla ilgili ve toplumsal sorunlar ilk kez 1914-1918 sa-
ıld
ı ız
F.: 3
33
yaşı sırasında
dikkatimi çekmişti; özellikle, başlangıçta, çokimselerin savaştan hoşlanır görünmeleri bana çarpıcı gelmişti. Besbelli ki, bu durum, bazıları da eğitimsel olan çeşitli toplum uyumsuzluklarının sonucuydu. Fakat teker teker anababaların için birçok şeyler yapabilmelerine ka.':"Şılık, geniş - çaplı bir eğitim reformu devlete ve onun için de daha önce gerçekleştirilmaleri gereken siyasal ve ekonomik reformlara dayanmak zorundadır. Ne var ki, dünya gitgide daha çok savaş ve diktatörlüge doğru yol alıyordu; ben de konularda elimden gelecek yararlı hiçbir şey göremedim. Bu yüzden, gittikçe daha çok ve fikirlere olarak tarihe döndüm. Tarih beni her zaman, felsefe ve matematiğin dışındaki herşeyden çok ilgilendirmiştir. Hiçbir zaman tarihin gelişimi üstüne, ya da Marx'inki gibi bir genel şemayı kabul edemedim. Ama, genel eğilimler incelenebilir ve bu inceleme de hale ilişkin olarak yararlıdır. Ben, liberal düşüncelerin 1814-1914 dönemindeki etkisini incelemekle, ondokuzuncu yüzyılı anlamak bakımından çok şeyler kazandım. 1 I.Jberalizmin Bentham ile Rousseau tarafından temsil edilen, biri akılcı, öteki romantik iki tipi, o zamandan beri, sırayla bir - bir çatışma mini alan ilişkilerini sürdürmektedir. Felsefenin toplumsal koşullarla ilişkisi, meslekten fesyonell filozoflar tarafından çoğu kez ihmal edilmiştir. Marxistlerse, felsefeyle bir sonuç olarak ilgilenir, fakat onu bir neden saymazlaro Ama her önemli felsefenin hem sonuç hem de neden apaçıktır. Platon bir yerde Peloponnesos zaferinin bir sonucudur, ama aynı zamanda bir yerde de teolojisinin nedenleri arasındadır. Onu yalnızca ilk bakımdan ele almak, ortaçağ kilisesinin gelişmesini açıklanılmaz hale getirir. Ben ğu
py tu
ku
ıld
ı ız
(1)
34
Freedom and
1814 - 1914
(1934).
Thales'ten bugüne kadar Batı Felsefesinin bir tabu kitapta her önemli sistem toplumsal koşulların eşjt ölçüde hem bir sonucu hem de bir nedeni olarak ele alınıyor. Benim fikir gezintilerim, bazı bakımıardan hayal kı ncı oldu. Gençken felsefede dinsel bir doyum bulmayı ummuştum; Hegel'i bıraktıktan sonra bile, ezeli Platonik dünya bana hayran olunacak insan - dışı bir şeyler veriyordu. Matematiğe büyük bir saygı besliyordum ve Wittgenstein beni, matematiği içi boş gevelemelerden (totolojilflrden) ibaret saymaya götürdüğü zaman acı çektim. İnsan yaşa mının dışında ve huşu lı\yık belli birtakım şeylerin esinlediği duyguları haklı kılacak bir neden bulmayı her zaman coşkunlukla arzuladım. Bunu söylerken bir yerde, yıldızlı gökler ve bir fırtınalı bir deniz gibi besbelli şeyleri, bir yerde bilimsel evrenin zaman ve mekı\n içindeki enginliğini, bir yerde de kişi.iksiz gerçeğin, özellikle matematiğinki gibi yalnızca var0lag(::lmiş dünyayı betimlemekle yetinmeyen bir gerçeğin ıükı:.e len yapısını düşünüyorum. İnsandan daha büyük bir şey tanımayarak bir insanlık dini kurmak isteyenler benim duygularımı doyunnuyor. Ama yine de, bilindiği haliyle bu dünyada, insanların ve daha küçük bir ölçüde de nn dışında benim değer verebileceğim herhangi biı şey olduğuna inanmak elimde gelmiyor. Üstünlükle yetkin olan yıldızlı gökler değil, onları algılayan insanlardaki etkileridir; evrene büyüklüğü için hayran olmak kölece ve saçma bir duygudur; kişiliksiz insan-dışı gerçeğin bir aldanma olduğu anlaşılıyor. Böylece, duygulanmın şiddetle başkaldırmalarına rağmen, düşüncem hümanistıerle birlikte gidiyor. Bu bakımdan -felsefenin avuntuları» bana göre değildir. Daha salt düşünsel bir açıdan ise, tam tersine, ben felsefede herhangi bir kimsenin makulolarak
rihini
yazıyorum;
ku
py
tu
ıld
ı ız
35
tur,
py
tu
ku
kadar çok doyum buldum. Gençliğimde, haklarında söylenen belirsizliğiyle beni bunaltan birçok sorunlar şimdi artık kesin bir tekniğe elverişli oldular, bu teknikler de bilirnde alışılan türden bir ilerlemeyi olanaklı kılıyor. Belirlenebilecek bir bilginin ulaşılınaz olduğu yerlerde ise, bazan bunun ulaşılmazlığını kanıtlamak olanaklı oluyor ve çoğu kere hepsi varolan kanıt - verilerine uygun kesin varsayımlar formüle edilebiliyor. Mantıksal çözÜffilemeden çıkan yöntemleri benimseyen filozoflar, artık eski amaçsız biçimde bir işbirliği anlayışıyla tartışabili yorlar ve her iki taraf sonuca ulaşmak için uzlaşabiliyor. Bütün bunlar benim ömrum boyunca yeni olarak ortaya çıktı: Öncü ama o yaşlanıncaya kadar tek başı na kaldı. Bu, akıl alanının yeni bölgelere doğru yayılma sı, benim çok değer verdiğim bir şeydir. Felsefenin akıl cılığı, savaşın şokları ve yeni baskıcı boşinanların batağı içinde boğulabilir, fakat büsbütün kaybolınayacağını ya da birkaç yüzyıldan çok yitip gitmeyeceğini umabiliriz. Bu bakımdan benim felsefe yaşamın: mutlu bir yaşam olmuş
ıld ı ız
36
ld yı
up
t ku
«On Induction," Russell'ın The Problems of Philosophy (London: Oxford - Home University Library, 1912) adlı kitabının VI'ncı Bölümüdür. Bu eser, önce Adnan Adı var, sonra da Hayrullah Örs tarafından çevrilmiş olup, seçtiğimiz parça burada - bazı düzeltmelerleoikinci çeviriden aktarılmaktadır: «Tümevanm Felsefe Meseleleri (İs tanbul: Remzi K., 1970), Kültür Serisi: 9, s. 95 106. Aynca bu parçanın sonunda, Russell'ın «Tanıtlayıcı-Olmayan Çıkarım ve Tümeva-nm Üstüne Notıou INote on Non - Domenstrative Inference and Inductionl konulmuştur.
ı ız
kadar, nesnelerin varoluşları hakkındaki bildayandığı veriler üzerinde sağçalışmıştık. Evrende kendilerini ıçın varolduklarını bildiğimiz hangi nesneler Bu soruya karşılığımız, duyu verilerimizi ve belki de kendimizi tanımakta oluşumuzdu. Bunların varolduğunu biliyoruz. Hatırlamakta geçmiş duyu verilerimizin de geçmişte varoldukları bilinmektedir. Bu bilgiler verilerimizi teşkil eder. Ama eğer biz bu verilerden çıkanmlar yapabiliyorsak (sonuçlar çıkarabiliyorsak); eğer maddenin, başka insanla••n, bizim kişisel anılanmızın öncekI
37
geçmişin
ve geleceğin varolduğunu biliyorsak, o halde yarböyle sonuçlar çıkarabildiğimiz birtakım ilkeleri de bilmemiz gerekir. Bilmemiz gerekir ki, A cinsinden bir nesnenin varlığı, A ile aynı zamanda ya da A'dan önce veya sonra varolan, B cinsinden başka bir nesnenin varlığının işaretidir; tıpkı gök gürültüsünün daha önce meydana gelmiş bir şimşeğin işareti olduğu gibi. Eğer böyle ilkeler bizce bilinmiyor olsaydı, bilgimizi asla deneylerimizin alanının ötesine vardıramazdık. Bu alan ise, gönnüş olduğumuz gibi, çok dar sınırlıdır. Bu nedenle. şimdi ilgilenmemiz gereken sorun, bilgilerimizin alanını böylece genişletmenin mümkün olup olmadığı ve eğer mümkünse, bunun nasılolduğudur. Örnek olarak, içimizden hiç kimsenin azıcık bile kuş ku duymadığı bir olguyu alalım: Hepimiz eminiz ki, güneş yarın sabah doğacaktır. Neden? Bu emin oluş, geçmiş deneylerimizin körü körüne bir sonucu mudur, yoksa akla uygun bir bekleyiş olarak savunulabilir mi? Böyle bir bekleyişin akla uygun olup olmadığını belirtecek bir ölçüt (kriter) bulmak kolay değildir. Ama hiç değilse, gerek güneşin yarın sabah doğacağı yolundaki yargıyı, gerek davranışlarımızın temeli oaln buna benzer birçok yargıları savunmak için, hangi genel inanışların - doğru iseler - yeteceğini belirtebiliriz. bize biri, yarın sabah yeniden doğacağına neden inandığımızı sorsa, besbelli şöyle karşılık veririz : şimdiye kadar her sabah doğmuştur da ondan!" geçmişte daima doğmuş olduğu için, gelecekte de doğacağına kuvvetle inanıriZ. şimdiye kadar olduğu gibi bundan böyle de doğmaya devam edeceğine neden inandığımız sorulacak olursa, hareket yasalarına """cm,,,,",'.,,,",,',.: Yer, kendi ekseni çevresinde serbestçe dönen bir cisimdir, deriz; böyle cisimler de, eğer üzerlerine dıştan bir etki yapılmazsa dönme hareketlerini kedımlarıyle
ld yı
p tu
ku
ı ız
38
ıld py
tu ku
semeuer. Uzayda tse, bugünden yarına kadar dünyanın dönüşüne etki hiç bir şey yoktur. Tabü, dışarıda dünyamıza bir şey bulunmadığından böyle kesinlikle emin oluşumuz kuşkuyla Ama bu ilginç bir kuşku değildir. Bizim asıl ilgilendiğimiz kuşku, hareket yasalarının yarın sabah da yürürıükt.e olup olmayacağımr. Bu soru ileri sürülür sürülmez, kendimizi yine noktada, güneşin yarın sabah doğmayacağının sorulduğu yerde buluruz. Hareket yasalarının bundan sonra da inancı için biricik dayanak, bizim geçmişten gelen bilgilerle varabildiğimiz yargıya göre, bunların şimdiye kadar işlemiş oluşudur. doğrudur: bize hareket yasalarının geçerliği hakkında, güneşin doğmasını beklemekten çok daha fazla belgeler sağlamaktadır, çünkü güneşin doğ ması, hareket yasalarının geçerliği için özel bir durumdur ve böyle 'sayısız duruınlar daha vardır. Ama, asıl soru şu dur: Acaba. geçmişte bir yasanın (sayısı her ne olursa olsun) birçok durumlarda geçerli olmuş olması, gelecekte de beklenmesi için bir neden olabilir mi? Eğer olmazsa, bizim yarın sabah güneşin doğmasını ya da bundan sonra yiyeceğimiz ilk ekmeğin bizi zehirlemeyeceği ni ummamız temelsizdir ve bu, gündelik hayatımıza egemen olan, hemen hemen bilinçsiz bütün bekleyişlerimiz için de böyledir. kaydetmek gerekir ki, bu beklenenler ancak olasıdır. halde biz bu yerine gelmesinin zorunlu olduğunu ortaya koyacak kanıtlar aramak durumunda değiliz. Yalnızca bu beklemelerin yerine gelmesinin olasılığını anlatan kanıtlar bulmamız yetecektir. Bu soruyu ele almazdan önce, eğer içinden çıkılma. bir düşmek istemezsek, önşmli bir aynmı belirtmemiz gerek. Deneylerirniz bize anlatmıştır ki, tekbiçimli ya da Hintilerin şimdiye kadarki sık sık
ı ız
39
tekrarlanışları, aynı
don ortaya vardır
ve
olay ya da Bintinin ilk fırsatta yenibeklememizin nedenidir. Belirli bir yemeğin, gend olarak, yine belirli bir tadı
çıkacağını
eğer, alışık olduğumuz görünüşün ardından alış
madığımız
bir tat gelirse bu bizi fena halde çarpar. Görbelirli dokunma duyumlanmızlı.ı. birleştiririz ve onlara değdiğimiz zaman bu duyumlan beklenz. Birçok hortlak masalında, masal kahramanı, hortlağı tutmak isteyip de eli bir şeye değmeyince dehşete kapılır. insanlar, yabancı memleketlerde yolculuk ettikleri zaman, kendi ana dillerini oradakilerin anlamayışlarına bazen öylesine şaşarlar ki, bunun gerçek olabileceğine bir türlü inanamazlar. Bu türlü çağnşımlar insanlara özgü değildir, hayvanlarda da çok kuvvetlidir. aynı yolda araba çeken bir beygir, başka bir tarafa yöneltilmek istenirse buna karşı direnir. Kendilerine yemek veren adamı gören evcil hayvanlar yiyeceklerini beklerler. Hepimiz biliriz ki, tekböyle üstünkörü bir beklenişi, kolayca yanıl malara sürükler. Tavuğuna her gün yem veren adam, günün birinde onun boynunu kopanverir ve bununla, doğa nın
py tu
ku
ıld
ı ız
40
yişlere
önem verip
vermeyeceğimiz
sorusundan
ayırmak
zorundayız.
Tartışmamız
gereken sorun şudur: Acaba «doğanın denilen şeye inanınak için herhangi bir neden var mıdır? Doğanın tekbiçimliliğine inanma, olmuş ya da olacak her şeyin, hiç ayncalığı olmayan bir genel yasaya bağlı olduğunu söyler. Bizim üstünde durduğumuz üstünkörü bekleyişte daima ayncalıklar vardır. Onun için bunlar çoğu zaman hayal kınklıklanna sebep olur. Bilimse, ayncalıkları olan genel kuralların yerine, hiç bir ayncalığa yer bırakmayan genel konulabileceğıni kar bul eder. değilse, bunu bir çalışma varsayımı olarak alır. «Havada, bir yere dayanınayan cisimler düşer» genel bir kuraldır ve balonlarla uçaklar bu kuralın ayncalıkları dır. Ama hareket yasalarıyle genel çekim yasasında bu ayrıcalıklar yoktur. Bunlar cisimlerin düşmesini de, balonlarla uçakların de açıklarlar. Güneşin yarın sabah doğacağı kanısı, dünyamız ansı zın büyük bir cisimle çarpışır da dönmez olursa yanlış çı kabilir. Ama böyle bir olayla, hareket ve genel çekim yasaları çiğnenmiş olmaz. Bizim deneyalanımız içinde - hareket ve genel yasalan gibi - ayrıcalıksız geçerli olan tekbiçimlilikleri bulmak bilimin görevidir. Bilim bu yolda dikkate değer başarılar sağlamıştır. Bu tekbiçimliliklerin bazılarının şimdiye kadar geçerli olarak kaldıkları kabul edilebilir. Bununla yine sorumuza dönmüş oluyoruz: Diyelim, bunlar geçmişte ama gelecekte de geçerli olacaklarını varsaymamız için bir neden var mıdır? Derler ki, geleceğin geçmişe benzemek zorunda olması bir noktaya dayanır: Gelecek, boyuna geçmiş haline gelip durmaktadır ve daima geçmişe o kadar benzemektedir ki, geçmiş denemelerimize dayanarak geleceği bilebiliriz. Bu denemelerimiz eskiden gelecek halindeyken geçmişe çevrilen bir zaman bölümüne aittir ve biz, bu zaman bölümüne
tekbiçimliliğh
py
tu
ku
ıld
ı ız
41
py tu ku
«geçmiş olan adını verebiliriz. Ama böyle bİr kanıt, gerçekte yalnızca sorunun biçimini değiştirmektedir. kü biz yalnızca geçmiş olan geleceği biliriz, ama gelecek olan geleceği bilemeyiz. Buna göre de soru şu biçimi alır: Gelecekteki gelecek, geçmiş olan geleceğe benzeyecek midir? Bu soruya, geçmiş olan geleceğe dayanan bir kanıtla verilemez. Bu nedenle biz, önce olduğu bi yine, geleceğin de geçmiş gibi ayrn yasalara bağlı olacağını bilınemizi sağlayacak bir ilke aramak zorundayız. Bununla birlikte, buradaki gelecek sorunu, işin özüne ilişkin değildir. Denemelerimizin alanı içinde işleyen yasaları - diyelim, jeoloiide ya da Güneş Sisteminin oluşumu teorisinde olduğu geçmişe de uygulamak İstersek aynı soru ortaya söz konusu olan soru şudur: «Eğer iki nesne, her zaman biribirine bağlı olarak ortaya çıkarsa ve birinin öteki olınadan meydana geldiği hiç bir zaman görülmemişse, bunlardan birinin herhangi bir zamanda oluşu, ötekinin de olınasını beklemek için sağlam bir neden midir?» Gelecek için bütün miz gibi, tümevarımla eriştiğimiz bütün sonuçlar da bu sorunun karşılığına bağlıdır. bunda gündelik hayatımızın dayandığı bütün geçerliği söz konusudur. Önce şunu kabul etmelidir ki, iki şeyin sık sık bir arada olınası ve bir zaman biribirinden ayn olarak meydana gelmemesi gerçeği, bunlann ileride de birlikte olacakları için kesin bir karnt değildir. Biz, olsa olsa iki nesne geçmişte ne kadar sık biribirine bağlı olarak meydana gelirse, gelecekte de birlikte olmalarının o kadar fazla olasılık taşıyacağını ve bu birlikte meydana çıkışları yeten kadar çok olunca da bu olasılığın hemen hemen kesinlik derecesine yükseleceğini umabiliriz. Bu, bir zaman kesin olamaz, çünkü sık sık tekrarlanmalara rağmen bazı kere işin sonunun de beklenmediği gibi çıkabileceğini
ı ız ıld
42
biliyoruz. Tıpkı boynu koparılan tavukta olduğu gibi. halde bizim aramamız gereken, olasılıktan başka bir
şey
değildir.
bizim bütün doğa olaylarının yasalara ve gözlemlerimize dayanarak, gerçeklikler için yalnızca bir yasanın geçerli olabileceğini gördüğümüz ileri sürülebilir. Bu görüşe de verilecek iki vardır. Birincisi, hatta ayncalıksız geçerli olan bir yasa varolsa ve bu bizim olaya uysa bile. biz uygulamada hiçbir zaman bu yasayı mı bulduğumuzu, yoksa ayncalıklı bulunan başka birini mi tam olarak bilemeyiz. yasanın egemenliğinin kendisi ancak olası görünmektedir ve bizim, gelecekte ya da geçmişte, kendimizin gözlemleyemediğimiz durumlarda geçerli olduğu yolundaki inancımız, şimdi incelemekte olduğumuz ilkeye dayanmaktadır. Biz bu ilkeye tümevarım ilkesi adını vereceğiz ve bunun iki bölümünü belirteceğiz: a) belirli türden bir A nesnesi sık olarak, başka bir belirli türden B nesnesiyle birlikte görülse, ama hiç bir zaman B belirli türünden bir nesneyle birlikte olmadan görülmese, bunların geçmişte birlikte olarak gözlemlenişlerinin sayısı ne kadar çok olursa, A'nın ortaya her yeniden çıkışında B'nin de onunla. birlikte olması olasılığı o kadar fazl.ı olur. b) Aynı şartlar altında gözlemlenen birlikteliklerin sayısı ne kadar artarsa, gözlemlerde de bu birlikteliklerin görülmesi olasılığı gittikçe daha fazla kesinliğe yaklaşır ve bu kesinliğe sınırsız olarak yakın duruma gelir. söylendiği gibi, bu ilke yalnızca tek bir yeni durumda. yerine gelmesiyle ilgilidir. Ama biz. A türünden nesnelerin daima B türünden nesnelerle birlikte oldukları hakkında - eğer bu birliktelik yeteri kadar sayıdaki olaylarda görülmüş ve bilinen, bir seferinde Buna
bağlı
karşılık,
olduğunu
bildiğimiz
ı ız ıld py
tu ku
43
py
tu
ku
bunun tersi olmamış, yı:ıni B olmadan A göriilmemişse burada genel bir yasa olasılığının bulunup bulunmadığı nı da bilmek isteriz. Besbelli ki, genel yasanın olasılığı, tek olayın olasılığından daha azdır. eğer yasa varsa, tek olayda da beklediğimizin yerine gelmesi gerekir, ama tek olaylarda beklediklerimiz yerine gelebilir de, yasanın geçerli olması kesinlikle zorunlu olmayabilir. Bununla birlikte, tekrarlar arttıkça, tek olaylarda olduğu gibi yasanın olasılığı da artar. halde ilkemizin iki bölümünü bu kere de genel yasa bakımından şöyle anlatabiliriz: al A türünden bir nesnenin B türünden bir nesneyle birlikte olduğu göriilen olayların sayısı ne kadar - ve eğer bu birliktelik hiç ayrıcalıksız olmuşsa A'nın daima B'ye bağlı olması o kadar olasıdır. b) Aynı şartlar altında yeteri kadar çok defa A ile B'nin birlikte bulunmaları, A ile B'nin daima birlikte bulunduklarını hemen hemen kesin bilgi haline getirir ve bu yasanın olası geçerliği, kesinliğe sınırsız olarak da söylemek gerekir ki, olasılık her zaman ancak belirli verilere oranladır. Buradaki verilerimiz yalnızca A ile B'nin birarada meydana geldiğini bildiğimiz olgulardır. Belki, göz' önüne alınacak ve o zaman olasılığı esaslı şekilde değiştirebilecek başka veriler de vardır. birçok beyaz kuğu gönnüş olan bir kimse, ilkemize uygun olarak, bu verilere göre olasılıkla bütün kuğuların beyaz oldukları sonucunu çıkarabilir ve bu da pek yerinde bir çıkarım olur. Bu yargı, bazı kuğuların siyah olmasıyla hemen çüriitülemez. bizce, bilinen verilere göre olası saymadığımız bir şey, pekala olabilir. Kuğular konusunda da, bir kimse renklerin bazı hayvan türlerinde çok değişebilen bir özellik olduğunu, bu nedenle renk üstüne yapılan tümevarımların sonuçlarında kolayca yanılı nacağını bilebilir. Ama bu bilgi de yenİ bİr veridir ve önceki verilerimize dayanarak çıkardığımız sonuçta yanıldı-
ıld
ı ız
44
ğımızı
hiç de ispat edemez. Olayların, sık olgusu, belirli bir olayda ya da belirli bir olaylar türünde beklediklerimizin yerine gelmesinin olası olmadığını hiç bir zaman kanıtlamaz. halde, tümevarım ilkemiz, deneylere dayanarak bir ilke değildir. Beri yandan, bu deneylere dayanarak onaylanamaz da. Deneyolsa olsa, aslında gözlemlenmiş olan olgularda tümevarım ilkemizi bir dereceye kadar doğrulayabilir. Ama henüz olan olgularda, yalnızca tümevarım ilkesinin kendisi, gözlemlenmiş olanlardan çıkan sonuçları henüz gözlemlenmemiş olanlara uygulamayı haklı gösterebilir. Gelecek ya da halin bizim tanığı almadığımız kesimi ya da geçmiş hakkında, deneylerimize dayanarak çı kardığımız bütün kullandığımız şey, tümevanm ilkesidir. Bu nedenledir ki, tümevanm ilkesinin doğ ruluğunu kanıtlamak için deneylerden yararlanamayız. eğer bunu yaparsak - dayandığınıız tümevarım ilkesinin boyuna ortaya çıkmasıyla - sonu gelmez bir çık maza saplanıp kalırız. Ya besbelliliğe dayanarak tümevanm ilkesini kabul etmek ya da gelecek hakkındaki bütün bekleyişlerimizi savunmaktan vazgeçmek zorundayız. Eğer ilke savunulamaz bir şeyse, o halde yarın sabah güneşin doğacağını, ekmeğin her zaman taştan daha besleyici olacağını, evimizin damından kendimizi atarsak, aşağıya düşeceğiınizi beklemek için nedenimiz kalmaz. Eğer en iyi dostumuza benzeyen bir nesne bize yaklaşacak olursa, bu vücudun içinde en kötü düşmanımızın ya da bize bütünüyle birinin bulunmadığını kabul etmek için hiç bir neden olmayacaktır. Bizim bütün davranışlarımız, geçmiş te iş görmüş olan, onun için gelecekte de işe yarayacaklarmı varsaydığımız birliktelik izlenimlerine dayanır. Bunların güvenilir oluşları da tümevarım ilkesinin sık boşa çıkardığı
ıld py
tu ku
ı ız
geçerliliğine bağlıdır.
45
py
tu
ku
Bilimin, doğa yasalarının egemenliği ve her şeyin bir nedeni olduğuna inanmak gibi ana ilkeleri de, tıpkı gündelik hayatımızdaki bekleyişlerimiz gibi tümevanm ilkesine bağlıdır. Böyle ilkelere güveniriz, çünkü sayısız olaylarda onların geçerli olduklan görülmüş, hiç bir defa da bunun tersine rastlanmamıştır. Ama, eğer tümevarım ilkesi kabul edilmezse, bu onlann gelecekte de geçerliliklerini sürdürceklerinin kanıtı olamaz. Buna göre, bizim denemelere dayanarak kendi tanık üstüne bize bir şeyler söyleyen bütün bilgilerimiz, denemelerin ne doğrulayabileceği ne de çürütülebileceği, ama hiç değilse somut olarak "" ..................,. •."" tıpkı denenmiş birçok gerçekler kadar içimize kök salmışa benzeyen kesin bir inaruşa dayanır. Böyle inaIlJJ1ların varlığı, göreceğimiz gibi, felsefenin çok çetin ve üzerinde en tartışılan birtakım sorunlannı ortaya çıkannaktadır.
ıld ı ız
46
Plas Penrhyn, Penrhyndraeth Merionethshire. 20 Mart 1959
(Önsöz'de. anılan Basic Writings için özelolarak
adlı
derleme
VE
tu ku
şöyledir:
- olmayan çıkarım, bilimde de, sağduyuda kez sanıldığından daha büyük bir yer tutar. ğumuz, iki yaşımızdan önce neler yaptığımızı hatırlama. yız, ama hiç birimiz o yaştan önce de varolduğumuzdan kuşkulanmayız. Akşam üstü güneş arkamızdan vururken. bir gezintiye çıkarsanız önünüzde bir gölge yürür ve bunun, sizin bedeninizle nedensel bir bağıntısı olduğundan bir an bile kuşkulanmazsınız. Tanıtlayıcı - olmayan çıka nmın, tümevarıma dayandığını sanmak adet olmuştur. Ama bu, dikkatle sımrlandırılmış bir anlamın dışında doğ ru değildir. Bilimadamlarımn kabul etmek eğiliminde oldukları tümevarımlar, bilimsel sağduyu denilebilecek bir şeye uygun düşen tümevarımlardır. ihmal edilirda
çoğu
ıld
Tanıtlayıcı
py
ÜMEV ARıM hakkındaki inançlarım 1944 önemli değişmelere ugradı. Bunun başlıca nedeni, tümevanmın sağduyusuz kullanıhnca doğru sonuçlardan çok, yanlış sonuçlara götürdügünün oldu. Kısaca özetlemek gerekirse, 1944'ten beri görüşlerim
ı ız
47
çok, yanlış Kaba tümevanm, eğer A'mn bilinen bütün durumları, aym zamanda B'nin de durumlarıy sa ve eğer bu söz konusu durumlar yeterince çoksa, o zaman bütün A'ların B olmalan olasılığını öne sürer. Genel bir önerme olarak, bu düşünüş basbaıu yanlıştır. Belli bir sayıdaki üyelerinin (her ikisinde) ortak olduğu A ve B diye iki sımf verilince, bütün A'ların B sı mflarından çok daha fazla sayıda, bütün A'ların bulunmadığı B sımflan olacaktır. Onun içindir ki, genel bir ilke olarak tümevanm kanıtlanabilir bir biçimde yanlıştır ve kullanılacaksa, gösterilen sınırlamalarla kullanılmak gerekir. Diyelim, her ayın ilk günü boyunu ölçtüğünüz büyüyen bir çocuk olsun. Belli bir dönemde, çocuğun büyüme oranının 'sabit' kaldığım saptayabilirsiniz. Eğer insanın büyümesi üstüne hiç bir şey bilmiyorsanız, başı yıl dızlara çarpıncaya kadar bu oranda büyümeye devam edeceğini tümevarım yoluyla çıkarabilirsiniz. çocuğunuzun büyümesi gibi herhangi bir sonlu diziye uyacak sonsuz sayıda formüller vardır. Salt tümevanm, geçerli olsaydı, sizin bütün bu formülleri olası saymanızı gerektirirdi. bunlar kendi aralannda çelişmektedir. Keynes, «Olasılık Üstüne İnceleme»sinde ITreatise on ProbabiUty). bir tümevarım işleminin belli şartlar altında, eğer söz konusu genellemenin doğru olduğu durumlardan her hangi biri bilinmeden önce sonlu bir olasılığı varsa, geçerli olduğunu göstermektedir. Ben de bu görüşü kabul ederek, tümevanmın geçerli olarak kullanılabileceği ölçüde. tanıtlanılmaz bir öncül olmadığı, fakat doğruluğunu sına mak istediğimiz tümavanmlara zorunlu bir sonlu olasılık vermek için başka tanıtlamlmaz öncüller gerektiği sonucuna vanyorum. Bu sonucun anlamı şudur ki, bilimsel çı kanm belli bir takım mantık-ötesi konutlar (postulat'lar) gerektirir, ama tümevanm bunlardan biri değildir. Bana bu
se,
tümevanmın doğru
götürmesİ
daha
olasıdır.
ıld py
tu
ku
ı ız
48
konutları «İnsanın Bilgisi» (Huamaç için man Knowledge) kitabımda, Aynm VI, Böıüm IX 'da sıra Iadım. Bence bu konutlar, tanıtlayıcı - olmayan çıkarırnlar gereğini bakımından tümevanmın yerini almalıdır.
py
tu
ku ıld ı ız
F,: 4
49
«Aristotle's Logic,,, Russell'ın -Batı Felsefesi Tarihi - History of W estem Philosophy» U..ondon: Aııen and Unwin, 1946) adlı eserinin Birinci Kitabının (Eski Felsefe) XXII'ncİ bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle Muammer Sencer çevirisinden aktarılmaktadır: Birinci cm - Antik çağ !İstanbul: Kitaş , s. 285- 293.
tu
ku py
YRı AYRI birçok alanda çok büyük olan Ari.,toteles'in etkisi mantıkta hepsinden büyüktü. Eski çağın daha sonrasında Platon, metafiziktc hala üstün durumda olduğu sırada, mantıkta Aristotelesin otoritesi kabul edilmişti. Aristoteles bu üstünlüğünü ortaçağın sonuna kadar sürdürdü. Hıristiyan filozofların ona metafizik alanda da üstünlük tanımaları, ancak on üçüncü yüzyılda olmuştur. Bu üstünlük Rönesanstan sonra büyük ölçiide kaybedilıniş, fakat mantık alanındaki üstünlüğü sürüp gitmiştir. Bugün bile, bütün Katalik felsefe öğreticileri ve daha pek çok kişi, modern mantığın buluşlarını inatla. reddeder ve kesinlikle Ptolemeci astronomi kadar eskimiş olan bu sisteme tuhaf bir tutkunlukla bağlarurlar. Bu durum, Aristoteles'e tarihsel açıdan hakkını vermeyi güçleştirir. Onun günümüzde açık düşünmeye karşı kötü etkisi, Platon dahil, kendisinden önce gelenlerin ardından nasıl büyük bir adım attığını hatırlamayı bile güçleştirecek ölçüde büyük olmuştur. Dahası, bu kötülük, o mantığın 2000 yıldan
ı ız ıld
50
py
tu
ku
uzun bir duraklamanın izlediği ölü bir son olmak (gerçekte böyledir), sürekli bir gelişmenin bir aşaması olarak kalsaydı, hala ne kadar hayranlığa değer olacağı m da görmemize engeldir. Aristoteles'ten öncekileri gözden geçirirken okuyucuya onların gerçekten de hala. canlı diye ele alınmadıklarım hatırlatmak gerekli değildir. Dolayısıyle onlar, bir bütün olarak öğretilfırinin desteklendiği varsayılmaksızın, ustalıkları için öğülebilirler. Aristoteles'se tersine, özellikle mantıkta hala bir savaş alanıdır ve salt tarihsel açıdan ele alınamaz. Aristoteles'in mantıktaki en önemli başarısı, ileri sürdüğü tasım (kıyas ::::: syllogismJ öğretisidir. Tasım, üç bölümden kurulan bir kanıtlamadır: 1) büyük öncül, 2) küçük öncüL, 3) vargı (sonuç). Tasımların, skolastikt<ı verilmiş adlar taşıyan ayrı türleri vardır. En ünlüsü, «Barbara» denilenidir: Bütün insanlar ölümlüdür (Büyük öncül). Sokrates bir insandır (Küçük öncül). : Sokrares ölümlüdür (Vargı).
ıld
Ya da: Bütün insanlar ölümlüdür. Bütün Yunanlılar insandır. : Bütün Yunanlılar ölümlüdür. (Aristoteles, bu iki biçim arasında ayrım gözetmez, daha sonra göreceğimiz gibi, bu yanlıştırJ Tasımın öteki biçimleri de şunlardır: Hiç bir balık akıllı değildir, bütün balıktır, öyleyse: Hiç bir köpekbalığı akıllı değildir. (Buna "Celarent- denir.> Bütün insanlar akılhdır, bazı hayvanlar insandır, öy: Bazı hayvanlar akıllıdır. (Buna "Darii. denir.> Hiç bir Yunanlı kara derili değildir, bazı insanlar Yunanlıdır, öyleyse: Bazı insanlar kara derili değildir. <Buna «Ferro~ denir.> Bu dört tasım biçimi «birinci meydana geti-
ı ız
51
rirler. Buna Aristoteles ikinci ve üçüncü bir figür, skolacıIar da dördüncü bir figür Son üç figürün, düzenlerle birinciye indirgenebileceği (irca edilebileceği)
gösterilmiştir.
ld yı up
t ku
Tek öncülden yapılan bazı çıkarımlar vardır. «Bazı insanlar ölümlüdür-den, ·bazı ölümlüler insandır-ı çıkara biliriz. Aristoteles'e göre, bu .bütün insanlar öıümıüdür·den de bir Tanrı ölümlü değildir-den, «hiç bir ölümlü Tanrı değildiroi çıkarabiliriz. Fakat .bazı insanlar Yunanlı değildir. den .bazı Yunanlılar insan değil dir. çıkmaz. Yukarıdakiler gibi çıkarımlardan ayn olarak, Aristoteles ve onu bütün tümdengelimsel çıkanmıann, kesin olarak konulduğunda, tasım niteliğinde olduğunu düBöylece, onlara göre, bütün çıkanmların dökümünü yapmak ve ortaya konulan kanıtları tasımsal biçimlere aktarmakla, bütün yanlışlardan mümkün olacaktı. Bu sistem biçimsel mantığın bu yönden hem önemlidir, hem de hayranlığa değer. Ama biçimsel mantığın başlangıcı değil, sonu olarak görüldüğünde, türlü eleştiriye açıktır: (LL Sistemdeki biçimsel kusurlar. (2) TümdengeUmsel kanıtlamanın öteki biçimlerine oranla tasıma aşın değer verilmesi. (3) Bir kanıtlama biçimi olarak tümdengelime aşın değer verilmesi. Bu her biri lwnusunda bir şeyler söylemek gerekir. (1) Biçimsel kusurlar.•Sokrates bir insandır. ve .bütün Yunanlılar insandır. önenneleriyle başlayalım. Bunlar arasında, Aristoteles mantığında yapılmayan kesin bir ayrım gözetmek gereklidir. .Bütün Yunanlılar insandır. önennesi, genelolarak Yunanlıların varolduklarını içeren
ı ız
52
bir biçimde yorumlanıf. Bu içerme olmaksızın AristoteIes'in tasımlarından bazıları geçerli değildir. Sözgelimi: -Bütün Yunanlılar insandır, bütün Yunanlılar beyazdır, öyleyse: Bazı insanlar beyazdır» tasımını düşünelim. Yu-. nanlılar varsa, bu tasım geçerlidir; başka türlü geçerli değildir. Eğer,
tu
ku
"Bütün dağdır, bütün altındağlar altındır, öyleyse: Bazı dağlar altındır» demiş olsaydım, öncüllerimin bir bakıma doğru olmasına rağmen, vardığım sonuç yanlış olurdu. Açıklayarak söylemek gerekirse, .bütün Yunanlı lar insandır» önermesi, «Yunanlılar vardır» ve -eğer bir şey Yunanlıysa, o şey bir insandır» önermesine bölmeliyiz. Son önerme salt varsayım niteliğindedir ve Yunanlılarm varolduğunu içermez. -Bütün Yunanlılar insandır» önermesi, böylelikle .Sokrates bir insandır» önermesinden biçimce çok daha karmaşıktır. .Sokrates bir insandır»ın öznesi fakat -bütün Yunanlılar insandır»ın öznesi, .bütün Yunanhlarıo değildir. «Yunanlılar vardır» önermesinde olsun, -eğer bir şey Yunanlıysa, o şey bir insandır» önermesinde olsun, .bütün Yunanlılarıola ilgili bir şey yoktur. Bu salt biçimsel yanlış, metafizik ve bilgi teorisindeki yanlışların kaynağı olmuştur. "Sokrates ölümlüdür» ve .bütün insanlar ölümlüdür» önermeleri karşısında, bilgimizin durumunu gözden geçirelim. .Sokrates ölümlüdür,. önermesinin doğruluğunu bilmek için çoğumuz tanıklığa dayanmakla yetiniriz. Ama eğer tanıklığa güvenilecekse, bu bizi Sokrates'i tanımış ve onun öldüğünü görmüş birine kadar geri götürmelidir. Kavranılmış bir olgu (Sokrates' in cesedil, bu cesedin .Sokrates» olduğubilgisiyle birlikte, bize Sokrates'in ölümlülüğü konusunda güvenli bilgi sağlamaya yeter. Fakat ·bütün insanlar ölümlüdür» önermesinde iş Böyle genel önermeleri bilmemiz sorusu çok güçtür. Bu tür önermeler, bazen yalnızca sözel
py
ıld
ı ız
53
ClafzD olur: .Bütün Yunanlilar insandır» önerınesi, bir insan olmadıkça Yunanlı adı verilmediği için bilinir. Bu genel önermeler sözlükten doğrulanabilir. Onlar bize, şözcükleri nasıl kullandıklan dışında, dünyayla ilgili hiç bir şey söylemezler. Fakat «bütün insanlar ölümlüdür- önerınesi böyle değildir. ölümsüz bir insan konusunda mantıksal yönden çelişmeli hiç bir şey yoktur. Bu önerme tümevarım temeline dayanır. Çünkü sözgelimi, yüz elli yıldan uzun yaşamış bir adanı konusunda iyice sınanmış bir örnek yoktur. Yalnız bu durum, önerıneyi kesin değil, olası kılar. Yaşayan insanlar varoldukça böyle bir önerıne kesin olamaz. Metafizik yanlışlar, «bütün insanlar. ı, «Sokrates.in «Sokrates ölümlüdür. önerınesinin öznesi olmasındaki anlamda, «bütün insanlar ölümlüdür. önermesının öznesi saymaktan doğmuştur. Bu, bir bakıma «bütün insanlar-ın. nu,,,,,,,,,,,, gösterilen varlığın aynı olan bir varlığı gösterdiğini ileri sürıne imkanı verıniş ve Aristoteles'i, türün bir bakıma töz (cevher = substance) olduğu sonucuna götürınüştür. O bu önerıneyi niteleme konusunda dikkatlidir. Ama kendisini izleyenler, özellikle Porphyrius, bu konuda daha az dikkatli davranmıştır. Aristoteles'in bu yanlış dolayısıyle düştüğü bir yanılgı, bir yüklemin yükleminin, kök öznenin yüklemi olabileceğini sanmasıdır. «Sokrates Yunanlıdır, bütün Yunanlılar insandır- dersem, Aristoteles «insan.ın .Yunanlı-ya, • Yunanlı. nın da «Sokrates.e ilişkin bir olduğunu ve besbelli -insan»ın, .Sokrates.in olduğunu sanır. gerçekte «insan•• Yunanlı-nın yüklemi Adlarla yüklemler ya da metafizik dilde konuşursak, tlkellerla tümeller arasındakı aynıık, böylelikle IJU,'ew..UH,'" bu durum felsefe için yıkıcı sonuçlar ta ortaya çıkan kanşıkhklardan biri, tek üyeli bir sınıfın. o tek üyesiyle özdeş tutulması olmuştur. Bu durum, bir şeye
ı ız ıld py
tu ku
54
sayısıyle kılmış
ilgili doğru bir kuram ortaya koymayı imkansız ve birlik konusunda sonsuz kötü metafiziklere yol
açmıştır.
py
tu
ku
(2) Tasıma aşırı değer verilmesi. Tasım, tümdengelimsel kanıtlaınalarm yalnız bir türüdür. Bütünüyle tümdengelimsel olan matematikte tasım pek az görülür. Kuşkusuz, matematiğin kanıtlarını tasım biçiminde yeniden yazmak mümkündür. Ama, bu çok yapmacık bir şeyolur ve kanıt lan daha tutarlı kılmaz. Sözgelimi, aritmetiği alalım: Eğer 16 şilin 3 paniUk mal alsaın ve ·1 sterlin vemem, geriye ne kadar bozuk para alınm? Bu yalm hesabı tasım biçimine sokmak saçma olur ve kanıtlamanm yapısı nı gizlemeye yol açar. Kaldı ki, mantıkta sözgelimi, .At bir hayvandır, öyleyse bir atm başı da bir hayvanın dır. türunden tasımsal olmayan çıkanmlar da vardır. Geçerli tasımlar, gerçekte geçerli tümdengelimler arasından yalnız bir takımıdır ve bunlann öbür geçerli tümdengelimlere karşı mantıksal bir üstünlükleri yoktur. Tümdengelimde tasıma üstünlük verme çabası. filozoflan matematiksel usavurmanın yapısı konusunda yanlış bir yöne götürmüştür. Matematiğin tasımsal olmadığını sezen Kant. bundan onun mantıküstü ilkeler kullandığı sonucunu çıkar mıştır. Böyle olmakla birlikte, bu mantıküstü ilkeleri mantık ilkeleri gibi kesin saymıştır. KendindeR öncekiler gibi, Kant da. ayn bir yolla bile olsa, Aristoteles'e duyduğu ı::aygı yüzünden yanlış yöne gitmiştir. (3) Tümdengelime aşırı değer verilmesi. Yunanlılar, genellikle, bilginin kaynağı olarak tümdengelime, modern filozoflardan daha büyük önem vermişlerdir. Bu bakımdan Aristoteles, Platon'dan daha az suçludur. O tümevarımın önemini tekrar tekrar belirtmiş ve tümdengelimin işe laması gereken ilk öncülleri nasıl bilebiIdiğimiz sorusuna dikkatle eğilmiştir. Bununla birlikte, o da öteki Yunanlı lar gibi tümdengelime haksız bir üstünlük tanımıştır. Di-
ıld
ı ız
55
ıld py
tu
ku
yelim, Bay Smith bir kimsenin ölümlü kabul edeceğiz. Bunu, bütün insanların ölümlü olduğunu bilmemiz dolayısıyle bildiğimizi üstünkörü söyleyebiliriz. Ama. gerçekte ~bütün insaniar ölümlüdür. değil, «doğumlan üzerinden yüz elli yıldan çok zaman geçmiş bütün insanlar ve doğumları üzerinden yüz yıldan çok zaman geçmiş hemen bütün insanlar ölümlüdür» gibi bir önennedir. Bay Smith'in öleceğini düşünmemizdeki neden budur. Fakat bu kanıt bir tümdengelim değil, bir tümevarımdır. Tümdengelirnden daha az bir tutarlılığı vardır ve kesinlik değiL, olasılık sağlar. Ama, öte yandan bize yeni bir bilgi kazandınnaktadır. tümdengelim böyle bir şey yapmaz Iyeni bilgi vennezl. Mantık ve matematik dışında, bütün önemli çıkarırnlar tümdengelimsel değil, tümevarımsaldır. Tek ayncalığı olan hukukla dinbiUmdir. Onların ikisi de ilk ilkelerini tartışılmaz metinlerden, yanl yasa kutsal yazılardan türetirler. Tasımlamayı konu alan Analitika'dan başka, Aristoteles'in felsefe tarihinde oldukça büyük önem taşıyan mantık yazıları da vardır. Bunlardan biri de, Kategoryalar hakkında kısa bir eserdir. Yeni Platoncu ...",..,.,1'''_ rius bu kitap üstüne, ortaçağ felsefesini iyice etkileyen bir a,çımlama (şerh) yazmıştır. Ama, şimdi Porphyrius'u bir yana Aristoteles'in üzerinde duracağız. tUraf etmeliyim ki, «kategori» sözcüğüyle Aristoteles'in olsun, Kant'ın olsun, Hegel'in olsun, tam ne demek .istediklerini ben hiç bir zaman anlayamamışımdır. «Kategori» sözcüğünün her hangi bir açık düşünceyi temsil ederek felsefeye her hangi bfr bakımdan yararlı olduğunu sanmıyorum. Aristoteles'te on kategori söz konusudur. Bunlar: Töz, nicelik, nitelik, bağlantı, yer, zaman, konum. durum, ve «Kategori» sözcüğünün önerilen tek tanımı da bakımdan birleşik olmayan anlatımlar» ve bundan sonra liste
ı ız
56
göre, anlamı sözcüklerin anlamolan her sözcük, bir töz ya da bir nicelik ya da öteki kategorilerden birini belirliyor. On kategorinin hangi ilkeye göre bir araya toplandığı konusunda hiç bir ipucu yoktur. «Töz,» her şeyden önce, ne blr özneye yüklenebilen ne de bir öznede varolan bir Bir şey öznenin parçası olmanıasına rağmen, o· öznesiz varolanııyorsa, «öznede vardır» denir. Bu konuda verilen örnekler, zihinde bulunan gramer bilgisinin bir parçası ve bir cisimde bulunabilecek belirli bir Bu töz yukarıdaki birinci anlamda, bir birey ya da kişi yahut hayvandır. Ama ikinci anlamda, bir tür ya da cins - sözgelimi «insan. ya da «hayvan. töz adını alır. Bu ikinci anlam savunulamaz görÜllinektedir ve daha sonraki yazarlarda kötü yol aç-
gelir,
Anlaşıldığına
larından kurulmamış
tu
ku
mıştır.
py
Sonraki AnaUtika, büyük ölçüde, her tümdengelim kutedirgin edecek bir soruyla, ilk öncüllerin nasıl elde edildiği sorusuyla ilgilidir. Tümdengelirnin bir yerden baş laması gerekir. Tanıtlanıadan başka bir yolla bilinmesi gereken, kanıtlanmanıı'} bir şeyle işe başlamalıyız. Aristoteles'in kuranıını aynntılanyle anlatacak değilim, çünkü bu öz (esseneel kavranıına dayanır. Aristoteles, tanımın bir şeyin öz yapısının anlatımı olduğunu söylüyor. Öz kavramı, çağdaş zamanlara kadar, Aristoteles'ten sonraki her felsefenin aynlmaz bir bölümü olmuştur. Benim kanıma göre, bu korkunç çorba-kafah bir kavramdır. Fakat tarihsel önemi, kendisinden söz etmemizi gerektirir. Bir şeyin cöz.ü ile, «onun özdeşliğini kaybetmeksizin değiştiremeyeceği özellikleri»nin demek istendiği anlaşılı yor. Sokrates bazen mutlu, bazen üzüntü!ü, bazen iyi, bazen hasta olabilir. Sokrates, Sokrates olmaktan çıkmaksı zın bu özelliklerini için, bunlar Sokrates'in özünün bir parçası değildir. Ama, ruhgöçüne inanan bir
ramını
ıld
ı ız
57
tu
ku
Pythagorasçı bunu kabul etmese de, insan olması, Sokrates'in özüyle ilgili sayılmıştır. ~öz., sözcüklerin kullanımıyle ilgili bir sorundur. Aynı adı, değişik durumlarda, tek bir -şey- ya da -kişi. nin belirimleri saydığımız oldukça farklı Böyle olmakla birlikte bu, gerçekte yalnızca sözel bir kolaylıktır. Dolayı sıyle, Sokrates'in yokluğunda .Sokrates» adını kullanamayacağımız özelliklerden kuruludur. Soru, salt lingüstik sorusudur: Bir sözcüğün bir özü olabilir, ama bir şe ~n özü olamaz. "Töz» kavramı, tıpkı -öz» gibi, yalnızca bir dil kolaylığı olan bir şeyin metafıziğe aktarılmasıdır. Dünyayı tasvir ederken, belli birtakım -Sokrates.in hayatında geçen olaylar, başka birtakım oluşumları da -Bay Smith. in hayatında geçen olaylar diye anlatmayı uygun görürüz. Bu "Sokrates. ya da -Bay Smith. sözcüklerinin belirli yıllarda varolmuş ve bir bakıma onların başına gelen daha -somut,- daha .gerçek. bir şe yi gösterdiği konusunda bir fikra götürür. Eğer Sokrates hastaysa, onun başka bir zaman iyi olduğunu ve böylece Sokrates olmanın onun hastalığından bağımsız bulunduğunu düşünürüz. öte yandan, hastalık bir kişinin hasta olmasını gerektirir, Her ne kadar Sokrates'in hasta olması de, onun varolduğu düşünülecekse, ona bir şeyler olmalıdır. Dolayısıyle, Sokrates başına gelenlerden daha -somut. değildir. Gerçekte .töz», güçlüklerden kurtulması imkansız bir kavramdır. Bir tözün özelliklerinin konusu ve bütün özelliklerinden ayrı bir şeyolduğu varsayılır. Ama özellikleri aradan çıkanp, tözün kendisini düşünmeye çalı~ığımızda. geriye hiç bir şey kalmadığım görürüz. Sorunu bir başka koyarsak, şöyle diyebiliriz: Bir tözü başkasından ayıran nedir? Bu, özelliklerinin ayrılığı değildir. Çünkü töz mantığına göre, özelliklerin aynlığı, söz konusu töz-
py
ıld
ı ız
58
sayısal bir aynlığı önceden varsayar. Böyiki töz, kendUeri içinde herhangi bir biçimde ayırt edilrniş olmaksızın, yalnızca tam iki töz olınalıdır. O halde, onların iki ayn töz olduğunu nasılortaya cTöz» gerçekte, yalnızca olaylan kümeleştirmek için başvurulan bir kolaylıktır. Bay Smith hakkında ne bilebiliriz Ona baktığımızda bir renkler kalıbı görürüz. Konuş tuğunu dinlediğimizde' sos dizileri işitiriz. Onun, bizim gibi düşünce ve duygulan olduğuna inanınz. Ama, bütün bu oluşmalardan ayn olarak Bay Smith nedir? Yalnızca, oluşumların ona ilişerek sarktığı varsayılan hayali bir çengel. Onlar yeryüzünün yaslanmak ıçın bir fiili gereksemesinden daha çok gereksemez. Bir coğ rafya bölgesiyle ilgili benzer bir durumda, herkes söz.gelirni, «Fransa- gibi bir sözcüğün yalnızca bir dil kolaylığı olduğunu ve türlü bölümlerinin ötesinde «Fransa. diye bir şey bulunmadığını görebilir. Aynı şey, Bay Smith için de geçerlidir. O, belli birtakım oluşumların ortak bir· adıdır. Eğer Bay Smith'i daha çok bir şeyolarak alır sak, o, bütünüyle bilinemeyenve dolayısıyle bildiğimizin dile getirilmesi için gerekli bir şey gösterir. Sözün kısası -töz,- bir özne ve bir yüklemden kurulu cümlelarin yapısının, dünyanın yapısına aktarılınasından doğan metafizik bir yanlıştır. Bu bölümde ele aldığımız Aristotelesci öğretilerin, pek önem taşımayan tasım kuramı dışında, bütünüyle yanlış oldukları sonucuna varıyorum. Günümüzde, mantık öğren mek isteyen bir kimse, eğer Arlstoteles'i ve onu izleyenleri okursa, boşuna vakit kaybeder. Yine de, onun mantık yazıları büyük bir yeteneğin belirtisidir. Onlar, zihinselorijinalliğin henüz etkin olduğu bir çağda ortaya
ler
arasında
py
tu
ku
ıld
ı ız
çıkmış olsalardı, insanlığa yararlı olurlardı.
Ne yazık ki, Yunan düşüncesinln yaratıcı çağının tam sonunda ortaya çıkmış ve onun için de otoriteli sayılmış-
59
lardır. Mantıkta
canlandığı zaman, iki bin yılın Aristoteles'in tahtından indirilmesini çok güçleştirmiştir. Modern çağda, bilim ve felsefenin hemen her ileri adımı, ancak Aristoteles'in talk:iı;lÇi:lerini,n larmdan kurtulmalda atılmıştır. egemenliği,
py
tu
ku ,
ıld ı ız
60
ku
«Knowledge by Aequaintanee and Knowledge by DeseripUon,» Russell'ın The Problems of (London: Oxford Home University adlı kitabının V'inci Bölümüdür. Bu eser, önce Adnan Adıvar, sonra da Hayrullah Örs tarafından olup, seçtiğimiz parça burada - bazı düzeltmelerleikinci çeviriden aktarılmaktadır: -Bilgi ",,,,.rı.ıı,,,,, ri: Tanıma ve Tanımlama,» Felsefe Meseleleri (İstanbul: Remzi K., 1970), Kültür Serisi: 9, s. 80- 94 ..
py tu
TANıMA
ıld
İLGİNİN
VE
iki türü vardır: Nesnelerin bilgisi ve doğ bilgisi. Burada yalnızca nesnelerin bilgisi üzerinde duracağız ve bu bilgide de iki türü ayırt edeceğiz. Nesneleri tanımak yoluyla edindiğimiz bilgi türü, ruların 2
ı ız
(l)
(2)
"tanımlama» diyor. Tanımlama .. tarif»in karşılığıdır. Türkise "betimleme»dir (tasvir). Mantık yapısı bakı mından "tanımlama» ile "betimleme»nin bir farkı olmadığını bildiğimiz için, Örs'ün seçtiği karşılığı yanlış bulmuyoruz. Yine de biz, alışılmış karşılığı kullanarak -tasvir» diyeceğiz. tnıth'a tam karşılık bulmak zordur. Sayın
61
tu
ku
doğruların her türlü bilgisinden esas itibarıyle daha sade dir ve mantıksal açıdan bu tür bilgilerle bağımlı değil dir. Ne var ki, insanın aynı zamanda nesneler hakkında birtakım doğruları bilmeden, onları gerçekten tanıdığını iddia etmesi acelecilik olur. Buna nesnelerin tasvir yoluyla bilinmesinde, her zaman - bu Bölümde göreceğimiz gibi bu bilginin temeli ve kaynağı olan bir doğrular bilgisi bulunur. Ama her şeyden önce, «tanıma" ve «tasvir» deyimlerinden neler anladığımızı """.ııu..a.u.l""<.1J' Biz, tanımaktan, herhangi bir çıkarım sürecinin ya da herhangi bir doğrular bilgisinin aracılığı olmaksızın doğ rudan doğruya, bildiğimiz bir şeyi anlıyoruz. Masamm karşısında - renk, biçim, sertlik, vb. - onun görüntüsünü meydana getiren duyu verilerini, yani masamı görmek ve ona dokunmakla, doğrudan doğruya bilinclme geçen her şeyi tanımaktayım. Gördüğüm belirli renk tonları üzerine de birçok şey söyleyebilirim. diyebilirim ki: Bu kahverengidir, tonu da hayli koyudur vb. Ama böyle yüklemler, bana renk üstüne doğruları bildirirse de, rengin kendisini, eskisinden daha ve daha iyi tanıt maz: Hakkındaki doğruların bilinmesinden farklı olarak renk üstüne olan bilgim, onu gördüğüm zaman tam ve mükemmeldir ve daha fazla bir bilgi, teorik olarak ·bile mümkün değildir. Benim masamın görüntüsünü meydana getiren duyu verileri, buna göre, nasıllarsa öyle olarak
py
ıld
ı ız
doğrudan doğruya tanıdığım şeylerdir.
Buna karşılık, maddi nesne olarak masam hakkında bildiklerim, doğrudan doğruya bildiğim şeyler değildir. Bu Ors'ün kullandığı .hakikat,. ya da «gerçeklik,» reaUte ile karışıyor. .Doğruluk-un ise, .adalet.e yaklaşan bir anlamı vardır. True ve falsa yerine .doğru. ve «yanlış» dediğimize göre, bir sıfatı ad gibi kullanma pahasına, biz truth için de çoğul haliyle «doğru-yu tercih ediyoruz. eDerJ
62
ıld py
tu ku
bilgiye, önce masamın görüntüsünü meydana getiren duyu verilerini tanımakla vanyorum. Gerçekten, saçmalamaksı zın, bir masanın varoluşundan kuşku edilebileceğini görmüştük. Duyu verilerinden kuşkulanmaksa, imkansızdır. O halde, masa hakkında bilgilerim «tasvir yoluyla bilgi-o lerdir. Buna göre masa, ebu duyu verilerinin meydana gelmesine neden olan maddi nesnedir.» Böylece masa, duyu verileriyle tasvir Masa hakkında her hangi bir şey öğrenmek için, onunla bizim tanımakta olduğumuz nesneler arasında ilinU kuracak doğrulan bilmemiz ge· rekir. Bilmeliyiz ki, «şu ve şu duyu verilerinin meydana gelmesine bir maddi nesne sebep olur». doğrudan doğruya algılayabileceğimiz hiç bir zihin durumu yoktur. Biz masa hakkında ne biliyorsak, aslında bu bir doğrular bilgisidir ve masa olan maddi nesne, işin aslını isterseniz, bizce bütünüyle meçhuldür. Biz bir tasviri biliriz ve buna uyan yalnızca bir tek nesnenhı varolduğunu ve bu tasvirin de onun olduğunu biliriz, ama bu nesneyi doğ rudan doğruya tanımayız. Böyle durumlarda, nesne hak· kındaki bilgimizin tasvir yoluyla bilgi olduğunu söyleriz. Bizim bütün bilgimizin . nesneler bilgisinin olduğu gibi, doğrular bilgisinin de - temeli tanımalanmızdır. Bu nedenle, hangi çeşit nesneleri tanıdığımızı düşünmenin büyük önemi vardır. Duyu verilerinin bunlardan olduğunu görmüştük. Gerçekten de, bunları algılayışımız, tanıma yoluyla bilmenin en belirgin ve çarpıcı örneğidir. Ama bunlar biricik örnekler olsaydı, bilgimiz şimdi olduğundan çok daha dar kalırdı. Yalnızca şu anda duyularımızın karşılaştığı şey leri bilebilirdik. Geçmiş üstüne - aslında bir geçmişin olduğunu da bilemezdik - hiç bir fikrimiz olmayacağı gibi, duyu verilerimiz hakkındaki doğruları da anlayamazdık. Çünkü doğrular hakkındaki her bilginin önşartı, birazdan göstereceğimiz üzere, duyu verilerinden büsbütün ayn
ı ız
63
py
tu
ku
olan şeylerle bir Bu şeylere bazı defa «soyut fikirler" derler, ama biz onlara .tümeller,. diyeceğiz. mizin az çok yeterli bir çözümlemesine varabilmek için, bir de duyu verilerinden başka şeyleri tanıyışımızı açıkla mak zorundayız. Duyu verilerinin ötesinde ilk adım, bellek (hafıza) yoluyla tanımadır. Besbellidir ki biz, yalnızca görmüş ya. da işitmiş olduğumuz ya da başka bir yoldan duyularımızIa karşılaşmış şeyleri hatırlarız ve bu durumlarda, her ne kadar bize halde değil geçmişte olarak görünürlerse de, yine neyi hatırladığımızı aracısız, doğrudan doğruya. biliriz. Bellekteki bu doğrudan doğruya tanıma, geçmiş hakkın daki bilgimizin bütününün kaynağıdır. Eğer ona sahip 01masaydık, geçmiş üzerine erişilen bir bilgimiz olmazdı. Zaten o takdirde geçmiş diye bir şey bilmeyt:''-'t:,.. u.... ki, ondan sonuç çıkaralım. Düşünülecek ikinci adım, içe bakış lintrospectionl yoluyla. tanımadır. Biz yalnızca olanları fark etmekle kalmayız, onları fark ettiğimiz! de fark eeleriz. Eğer ben görürsem, aynı zamanda, güneşi gördÜğümü de bilirim. Bu nedenle, «güneşi görmem,. benim tanıdığım bir şeydir. Eğer belirli bir yiyeceği canım isterse, bu can istemesini de tanıyabilirim. halde, «bir şeyi canımın istemesi» benim tanıdığım bir şeydir. Tıpkı böyle, hazlarımızı, acılarımızı ve olarak zihnimizde geçen bütün olayları bilebiliriz. (Self - consciousnessl adını verebileceğimiz bu yoldan tanımalar, zihinselolaylar hakkındaki bütün bilgilerimizin kaynağıdır. Böyle doğrudan doğruya tanıyabildiğimiz şeylerin, yalnızca kendi zihnimizde geçen şeyler olduğu apaçık bellidir. Başka insanların zihinlerinde geçen şeyleri, yalnızca onların vücutlarını algılamakla, yani onların vücutlarıyla bir bağıntı kurınuş olan kendi duyu verilerimizle bilebiliriz. Eğer kendi zihnimizi tanımamış olsaydık, başkalarının zihinlerindekileri hiç bir zaman ta-
ıld
ı ız
64
ıld py
tu ku
savvur edemez ve onların bir zihne sahip olduklarını da asla bilemezdik. Zihnin, insanı hayvandan ayırt eden şey lerden biri olduğunu varsaymak doğal görünmektedir: Hayvanlar her ne kadar duyu verilerini tanımakta iseler de, bu tanımalarının bilincinde olmadıklarını ve dolayısıyle kendi varoluşlarını hiç bir zaman bilmediklerini kabul ede· biliriz. dununla onların, kendilerinin varolduklarından kulandıklarını söylemek istemiyorum, yalnızca onların kendi duyum ve duyguları olduğunun ve dolayısıyle kendilerinin bu duyum ve duygulara uyarak var olduklarının zaman bilincine erişmediklerini söylemek istiyorum. Zihnimizin tanımamızdan öz - bilinç diye söz etmiştik. Ama bu söz, özümüzü (kendimizi) bilmek anlamında kullanılmış değildir. Tek tek düşüncelerimizin ve duygularımızın bilinci anlamınadır. Acaba biz, salt-özümüzü de tek tek düşünce ve ayn olarak tanıyor. muyuz? Bu çok zor bir sorudur ve kesin bir karşılık vermek acelecilik olur. Ne zaman kendi içimizi görmek istesek, daima ya belirli bir düşünce ya da rastlanz, ama bu düşünce ve duygulam sahip olan bir cben-e asla. Bununla birlikte, böyle bir tanışıklığı başka şeylerle ilişkilerinden ayırabilmek güç olmakla birlikte, bazı nedenler .kendi»mizle (.ben»le) bir tanışıklığımız olduğunu göstermektedir. Bu nedenleri açıklayabilmek için, belirli bir düşünceyi tanımamızın arkasında gerçekten neler olduğunu bir an izleyelim. Eğer ben .güneşi göruşüm»ü (tanıma yoluyla) biliyorsam, biribiriyle ilişkili iki ayn şeyi (tanıma yoluyla) bildiğim meydandadır. Bunlar, bir yanda benim için güneşi temsil eden duyu verileri, öte yanda da bu verileri gören neyse odur. Her tanıma, - benim, güneşi temsil eden duyu verilerini tanımam gibi - bir kişİ ile, bu kişi İçİn bilinen bir nesne arasındaki bir ilişkiden ibaret gibi görünmektedir. Bir tanımanın bence bilinmesi için (benim, gü-
ı ız
F.: 5
65
neşi
temsil eden duyu verilerini tanıdığımı gibi) ben olmam gerektiği açıktır. halde, eğer ben «güneşi gördüğüm»ü tanıyorsam, tanıdığım bütün olgu, cduyu-verileri-ile-öz-tanışıklık-tır. Bundan başka, c benim şu duyu verisini tanıdığım» doğrusunu da biliyoruz. Eğer «ben- dediğimiz bir şeyi bilmiyorsak, bu doğruya nasıl varabildiğimizi, hatta bu sözün anlamını nasıl kavrayabildiğimizi anlamak zordur. Bunun için, az ya da sürekli, bugün de dünkünün aynı bir kimseyi tanıdığımızı varsaymak gerekli görünmemektedir. Ama öyle ki, güneş! gören ve duyu verileriyle tanışıklığı olan bir şeyi tanımamız gerekmektedir. Dola.yısıyle, bir anlamda, belirli deneylerimizden farklı olarak Ben'lerimizle tanışıklığımız olması zorunludur. Ama bu zor bir sorun olup, her iki yandan da. kanıtlar ileri sürülebilir. halde, kendimizle bir tanışık lığımızın bulunması olasıdır. Fakat bunun kuşkusuz böyle olduğunu iddia etmek, de ihtiyatlı bir davranış olmaz. Onun içindir ki, varolan nesneleri tanımamız hakkında söylediklerimizi şöylece toplayabiliriz: Duyu verilerini dış duyumlanmızın aracılığıyle, - düşünceler, duygular, istekler vb. gibi - iç duygumuzun olgulannı da içetanınz. Belleğimiz bize, bir zamanlar dış duyumların ya da iç duygunun olguları olan şeyleri tanıtır. Bundan başka, her ne kadar değilse de, olabilir ki. nesneleri algılayan ya da onlara ilişkin istekler yöneIten neyse, o şeyolarak kendi ben'imiz de bizce bilinsin. Varolan belirli şeyler dışında, «tümeller. dediğimiz .beyazlık," «başkalık,. «kardeşlik- vb. gibi genel fikirler de (tanıma yoluyla) bizce bilinmektedir. Her tam cümlede hiç değilse bir tane böyle genel fikir çünkü bütün fiillerin tümelolan bir anlamı vardır. i IX'uncu bölümde tümelleri ele alacağız. i nıyabileceğimiz her şeyin belirli (tikel! olması tanıyan kişinin
py tu
ku
ıld
ı ız
66
ması gerektiği varsayımından kaçınırsak
ku
yeter. Tümellerin bilinmesine «kavrama», bUdiğimiz tümellerin her birine de «kavram» deriz. ki, bizim tanıdığımız şeyler arasına, (duyu verilerinden farklı olarak) ne maddi nesneler ne de başka insanların zihinleri girmektedir. Bizim onlar hakkındaki bildiklerimiz, benim .tasvir yoluyla bilme» diye niteliklendirdiğim şeye dayanmaktadır ki, şimdi bunlar üzerinde duracağız. Ben -tasvir» deyince, - (belin;izl bir böyle böyle olan» ya da .böyle böyle olan (belirli) biri- şekillerindeki bütün deyimleri kastediyorum. i -Bir böyle böyle olan- şeklindeki (tekil> deyimler, tasvirlerdir.• Böyle böyle olan birideyimlerse -tek-anlamlı» tasvirlerdir. -Bir adam. çok-anlamlı bir tasvirdir, -demir maskeli adam» ise tek-anlamlı bir tasvirdir. tasvirlerle birçok sorun varsa da bunları bir yana bırakacağız. Çünkü bizim uğraşacağımız konuya doğrudan doğruya ilişldn değildirler. Biz şimdi şunu incelemek istiyoruz: Bir nesnenin varoldugunu bilmemiz ve onun tek·anlamlı bir tasviri karşıladığı, ama bu nesneyi bizim tanımadığımız gibi durumlarda, bizim o nesneler üstüne bilgimiz nasıl bir bilgidir? Bu, yalnızca tek-anlamlı tasvirlere ilişkin bir meseledir. Onun içindir ki, bundan böyle «tek-anlamlı .. tasvlrlerden söz edeceğimjz zaman, yalnızca -tasvir- demekle yetineceğim. Bu nedenle tasvir, .böyle böyle olan biri. tekil halde bütün deyimleri kapsayacaktır. Eğer bir nesnenin .böyle böyle olan biri. olduğunu, yani belirli bir niteliği olan bir ve yalnız bir nesnenin bu-
py
tu
ı ız ıld
(1)
Bu cümlenin aktanlmasındaki zorluk, lizce belirli Ithe) ve belirsiz la) harfi tariflerin (article) dilimizde karşılığı olmamasından ileri gelmektedir. mer.J
C7
lunduğunu
ku
biliyorsak, o zaman bu nesne için «tasvir yoluyla bilinmektedir», deriz. Genelolarak da bundan, bu nesnenin kendisinin bi.zce tanınmamakta olduğu anlaşıla caktır. Biz, demir maskeli adamın varolmuş olduğunu biliriz; onun hakkında birçok önerıneler de bilinmektedir, ama onun kim olduğunu bilmiyoruz. Biz en oyalacak adayın biliriz. Bu durumda da, çok muhtemeldir ki en çok oyalacak adayolan adamı (bir başkasını tanıyabiIeceğimiz anlamda) ama onun adaylardan hangisi olduğunu bilemeyiz. Yani A adaylardan birinin adı olmak üzere, «A en çok oy alacak adamdır- yolunda bir önerıneyi yapamayız. Böyle böyle olan birinin varolduğunu bndiğim1z halde ve aslında, böyle böyle olan biri olan nesneyi tanıyor olabileceğimiz halde, a., tanıdı ğımız bir şeyolmak üzere, «a., böyle böyle olan biridir,. bir önerıneyi durumlarda, böyle böyle olan biri hakkında «sadece tasvir yoluyla bilgimiz,. ol-
tu
duğunu söyleyeceğiz.
py
ı ız ıld
Biz «böyle böyle olan biri vardır,. deyince, böyle böyle olan bir ve yalnız bir nesnenin olduğunu anlanz. ca., böyle böyle olan biridir- önerınesi, a'nın böyle böylelik nitelitine sahip olduğunu ve başka bir şeyin böyle olmadığını anlatır. A, bu r::eçim bölgesindeki Sosyalist Partisi adayıdır» demek, «Bay A, bu seçim bölgesindeki Sosyalist Partisi adayıdır ve başka hiç kimse bu seçim bölgesindeki Sosyalist Partisi aUAyı değildir» demektir. [Russell, bu örneği verirken, seçim sistemi:ıin tek milletv.:kili seçim bölgelerini gözönünde tutuyor. Der. ı «Bu seçim bölgesinde Partisi adayı vardır,. demek, «Bu seçim bölgesinde biri Sosyalist Partisi adayıdır ve hiç kimse böyle değildir,. demektir. halde, biz böyle böyle olan bir nesneyi ta.ıuma yoluyla bildiğimiz zaman, böyle böyle olan birinin varolduğunu biliriz; fakat böyle böyle biri olan bir nesneyi tanıma yo-
68
ıld py tu
ku
luyla bilmediğimiz, hatta böyle böyle olan bir nesneyi ltiç tanımadığımız halde, böyle böyle olan birinin varolduğunu bilebiliriz. sözcükler, hatta özel adlar bile çoğu defa gertasvirlerdir. Yani, bir özel adı doğru olarak kullanan bir kimsenin zihnindeki düşünce, ancak biz o özel adın yerine bir tasvir olursak, genellikle ancak o zaman açık olarak ifade edilebllir. Bundan başka, aym düşünceyi ifade etmek için gereken tasvir, ayn kimseler ya da ayn zamanlarda aym bir kimse başka olacaktır. Değişmeden kalan tek şey (eğer ad doğru kullanılmışsa), o adın nesnedir. Ama bu nesne değişmeden durdukça, yapılan belirli tasvirler, içinde o adın geçtiği önermelerin doğruluk ya da yanlışlığı bakımından çokluk hiç bir şey fark etmez. Birkaç örnek verelim: Diyelim ki, Bismarck hakkında bir bildirim (cümle) yapıldı. Eğer kendi kendini doğru dan tanıma diye bir şeyolsaydı, Bismarck kendisinin tamdığı bu kimseyi doğrudan doğruya belirtmek için kendi adını kullanabilirdi. Bu durumda, kendisi hakkında bir cümlesi söylese, kendisi bu yargının bir parçası olurad burada, her zaman olmak istediği gibi, bir nesnenin tasvirini değil, o nesnenin kendisini temsil etmektedir. Ama, eğer Bismarck'ı tanıyan biri, onun hakkında bir yargı cümlesi söylese, iş değişir. Bu adamın tanıma yoluyla bildiği şey, (diyelim, haklı olarak) Bismarck'ın vücuduyla ilişkili saydığı kendi duyu verileridir. Bismarck'ın bir maddi nesne olarak bedeni ve daha da fazla zihni, ancak bu duyu verileriyle ilişkili beden ve ruh olarak bilinmektedir. Yani, tasvir yoluyla bilinmektedir. Bir arkadaşı, bir adamı düşündüğü zaman, onun (daha doğrusu, görünüşünün) hangi özelliklerini gözünün önüne getireceği, tabii ki bir rastlantı sorunudur. Dolayısıyle, ar.Kı:ı.aaşırun zihnindeki tasvir rastlantısal niteliktedir. Önem-
ı ız
69
py
tu
ku
li olan, söz konusu varlığı tanıma yoluyla bilmemesine rağmen, tasvirlerinin hepsinin aym varlıkla ilgili olduğunu bilmesidir. Eğer, kendisini tanımamış olan bizler Bismarck hakkında. bir yargı cümlesi kuracak olursak, bizim zihnimizdeki tasvir muhtemelen az müphem bir tarih bilgileri yığım çoğu durumlarda, bu onun kimliğini tar mmak için gerekenden daha fazladır. Ama işi basit tutmak için diyelim ki, biz Bismarck'ı «Almanya luğunun ilk şansölyesİ» olarak düşünüyoruz. Bu tasvirde «Almanya»dan bütün sözcükler soyuttur. Almanya kelimesinin de başka başka kişiler için ayrı ayrı anlamları olacaktır. Bazıları yapmış oldukları yolculukları hatırlayacaklar, başkaları Almanya'mn haritadaki görünüşünü gözlerinin önüne getireceklerdir, vb. Ama eğer biz, gerçekten kullanabileceğimiz bir tasvire varmak istersek, eninde sonunda, oradan tamma yoluyla bildiğimiz bir czeıuğe «atıfta» bulunmamız gerekir. Böyle bir «atıf. yapma, (tam tarihlerneden farklı olarak) geçmiş, hal ve geleceğin her amhşında, şuradan ya da buradan söz edilmesinde ve bize söylemiş olduklan şeylerde her zaman vardır. gorulüyor ki, eğer tasvir edilen bir şey hakkındaki bilgimiz, yalmzca onun tasvirinden mantık yoluyla çıkarılabilecek şeyler olmasın isteniyorsa, her belirli nesne hakkında yapılacak tasvirin, bizim tamma yoluyla bildiğimiz bir özellikle ilintHi bir noktası olması zorunludur. Diyelim, -en uzun ömürlü adam,- yalnızca tümeIlerden meydana gelen bir tasvirdir. Bu söz herhangi bir belli adama uyuyordur her halde. Ama biz onun hakkında bu tasvirdekinden daha öte bir yargıda bulunamayız. Ve eğer «Almanya İm paratorluğunun ilk şansölyesi kurnaz bir diplomattı,» diyecek olursak, bu yargının doğru olup olmadığını ancak tanıma yoluyla bildiğimiz bir şeyaçısından anlayabiliriz.
ıld
ı ız
70
Bu da. çoğu kez işitilmiş ya da okunmuş bir tanık Bu cümlede, yargımıza önem kazandıran gerçek Bismarek'la. ilgili olgu bir yana, başkalarına aktardığımız haber-bilgi (informa.tion) de bir yana, bizim düşüncemiz aslında, bir iki belirli tikel özelliğin dışında, bütünüyle kavramlardan ibarettir. Bütün yer adlan da - Londra, Avrupa, yeryüzü, güneş sistemi gibi - kullanıldıklarında, aym şekilde, bizim tanıma yoluyla bildiğimiz bir ya da birçok belirli tikel özellikten hareket eden tasvirleri içlerine alır lar. Ben hatta, metafiziğin incelediği evren bile böyle bil' takım belirli tikel özelliklerle ilgilidir, sanıyorum. Buna bizim yalmzca varolan nesnelerle değil, herhangi bir surette olabilecek ya da olan şeylerle uğraştığımız mantıkta ise, gerçek belirli tikel özelliklere böyle bir dayamna yoktur. anlaşılıyor ki, yalnızca tasvir yoluyla bildiğimiz bir şey hakkında bir önennede bulunduğumuz zaman, çoğu defa. sanki niyetimiz tasvirle ilgili bir değil de, tasvir edilen gerçek şey üstüne konuşmakmış gibi hareket ederiz. Bu, şu demektir: Diyelim Bismarck hakkında bir şey söylüyoruz. Mümkün olduğu kadar, ancak Bismarck'ın kendisinin yapabileceği bir yargıda bulunmak, yani kendisinin parçası olduğu bir yargıyı ortaya koymak isteriz. Ama bu uğraşımızda zorunlu olarak uğ ranz, çünkü gerçek Bismarck, bizim için bilinmemektedir. Biz ancak şunu biliriz ki, adı Bismarek olan bir B nesnesi vardır ve bu B, kurnaz bir diplomattı. Böylelikle, bildinnek istediğimiz önenneyi «B kurnaz bir diplomattı» diye tasvir edebiliriz; burada B, Bismarck olan nesnedir. Eğer biz, Bismarck'ı «Almanya ilk şansölyesİ» diye tasvir ediyorsak, kurduğumuz önenneyi «Almanya ilk şansölyesi olan gerçek nesne hakkında, bu nesnenin kurnaz bir diplomat olduğulıktır.
py
tu
ku
ıld
ı ız
ku
nu bildiren önerme» diye tasvir edebiliriz. Tasvirlerin değişmesine aldırmadan biribirimizle anlwşabiliIiz. biliriz ki, gerçek Bismarck hakkında doğru bir önerme vardır ve biz tasvirleri ne kadar çeşitlendirirsek çeşitlen welim, bu bizim tasvir ettiğimiz önerme hep olduğu gibi kalır. Yeter ki tasvider isabetli olsun. Bizi ilgilendiren, tasvir ettiğimiz ve doğru olduğunu bildiğimiz bu önermedir. Biz bu önermenin kendisini tanımayız ve onu bilmeyiz, ama doğru olduğunu biliriz. Görülüyor ki, belirli tikel özelliklerle tanışıkhkta çeşilr li uzaklık dereceleri vardır: Onu tanımış olanların bildiği bir Bismarek vardır, onu ancak tarihten bilenlerin bir Bismarek'ı vardır, demir maskeli adam vardır, en uzun ömürlü adam vardır. Bunlar sıra ile, belirli tikel özellikleri tarumaktan gitgide uzaklwşmaktadır. Birincisi, bir başkası için daha çoğu mümkün olmayacak kadar yakından tanı madır. değilse .Bismarek'ın kim olduğu»nu bildiğimizi söyleyebeliriz. onunla ilgili olarak bir demir maske takmış olması olgusundan mantıkla çıkarılabilecek nitelikte olmayan birçok önermeler bilsek de, demir maskeli adamın kim olduğunu bilmiyoruz. Nihayet dördüncüsünde, bu adamın tasvirinden ancak mantıkla bilmekteyiz. Tümeller alanında da böyle bir wşamalar sırası vardır. Birçok belirli tikel özellikler gibi, birçok tümelleri de ancak tasvir yoluyla biliriz. Ama, belirli tikel özelliklerde olduğu üzere burada. da, tasvir yoluyla bilinen bilgi, en sonunda tanıma yoluyla. bilinen bilgiye indirgenebilir. tasvirlerin bulunduğu önermeleri çözümlerken ana ilke şudur: Bizim anlayabileceğimiz her önerıne. bütünüyle bizce tanınan meydana gelmiş ol-
ld yı
p tu
ı ız
malıdır.
Bu ana ilkeye karşı ileri sürülecek bütün rada ele almaya kalkışacak değiliz.
72
itirazları
bu-
yalnızca şu
ıld py tu
ku
kadanna işaret etmekle yetinelim ki, bu itirazları mak her halde mümkün olmalıdır. neyin hakkında bir yargı verdiğimizi ya. da neyi varsaydığımızı bilmeden bir yargı verilebileceği ya da bir varsayım yapılabi leceği pek düşünülemez. Eğer yalnızca birtakım sesler çıkarmak yerine anlamlı konuşaeaksak, kullandığımız sözlüklere birtakım anlamlar yüklemeliyiz. Yüklediğimiz bu anlamlar da bizce tanıma yoluyla bilinen bir şeyler olmalı. Diyelim, biz Julius Caesar hakkında. bir önerınede bulunaeaksak, Julius Caesar'ın kendisini ğimiz meydandadır. biz onu tanımayız. Zihnimizde ancak Julius Caesar'ın bir tasvir! olabilir. ..mart ayı ortalarında öldürülmüş olan adam-, yahut .. Roma Imparatorluğunun kurucusu,- ya da belki yalnızca -adı Julius Caesar olan adam.. (Bu son tasvirde, Julius Caesar öizim tanıdığımız birtakım sesler ya da bir yazı şeklidir). halde önerınemiz, anlatır gibi göründüğü şeyi tam olarak anlatmamaktadır, Julius Caesar'ın yerine, bütünüyle bizim tanıma yoluyla bildiğimiz belirli birtakım tikel özellikler ve tümeller geçmektedir. Tasvir bilginin başlıca önemi, bize özel deneylerimizin sınırlannı aşma imkanını verınesidir. Her ne kadar biz ancak, bütünüyle tanıma yoluyla deneylerimiz· den geçmiş terimlerden kurulu doğruları bilebilirsek de, tasvir yoluyla, hiç bir zaman deneylerimizin arasına girmemiş şeylerin bilgisine de sahip olabiliriz. Dolaysız deneylerimizin çok dar sınırları olması karşısında. bu son derece önemli bir sonuçtur ve biz bunu anlamadıkça. da, pek çoğu, bize esrarlı ve dolayısıyla kuşkulu görünecektir.
ı ız
73
«Materialism: Past and Present,» F. A. Lange'nin TarihI adlı kitabının 1925 basımına Bertrand Russell'ın yazdığı önsöz.
VE
py
tu
ku
Dünyanın doğası [mahiyeti] üstüne bir teori olarak materyalizmin meraklı bİr tarihi vardır. Yunan felsefesinin daha hemen başında. ortaya çıkmış, pek az sayıda ünlü filozof tarafından savunulmasına rağmen, zamanı mıza kadar süregelmiştir. Bu teori birçok bilimsel Uerlemelerle birleştirilmiş ve belli bir takım dönemlerde bilimsel hemen nerede var özdeş gibi görülmüştür. Orta-yolcular muhaliflerine karşı her zaman materyaUstlik suçlamalarında bulunmuşlardır, pek o kadar ince eleyip sık dokumayan muhalifleri de, materyalizmi muhalefetlerinin esaslı bir bölümü sayarak benimsemişlerdir. Bugün, dünyanın en büyük devletlerinden birinin resmi öğretisi materyalizmdir; ama bilim ve felsefe dünyasında bu teoriye açıktan açığa sahip çıkan pek az kimse vardır. Böylesine dayanıklı bir canlılık gösteren bir düşünce sistemi, çoğu metafizik profesörlerinin aşağılamalarına rağmen, herhalde incelenmeye değecek bir şeydir. Burada, «Uluslararası Psikoloji, Felsefe ve Bilimsel Metod Kitaplığı» dizisinde yeniden basılan, Lange'nin Materya.Uzm Tarihi anıtsal bir kitaptır; materyalizmi savunanların görüşlerini, filozoflarınsa neden çoğucası buna inanmadıklannı öğrenmek isteyen herkes için çok yüksek bir
ıld
ı ız
74
inanır.
py
tu
ku
değer taşımaktadır. Bu eserin birinci basımı, sık sık .maddeci Ibin sekiz yüz] altmışlar» denilen dönemin doruğun da, 1865 yılında yayınlanmıştır. İkinci basımın önsözü, Haziran 1873 tarihini taşır. Yazar 1875'te, materyalizme karşı yükselen tepkinin kendisini duyurmaya başlamasından önce ölmüştür. Lange, daha eski dogmatik sistemlere karşı mücadelelerinde Il1ateryalizme sempati beslemekle bir· likte, hiç de değildi. Materyalizm Tarihi'nin dokuzuncu basımına. yazdığı önsözde, Profesör Cohen onu - kendisinin de bağlı olduğu - «Kantçı dünya görüşü nün izleyicilerinden biri» sayar. Bu niteleme tastamAm doğrudur. Lange materyalizmin bilinci açıklayamadığını, fiziğin dünyanın bağımsız olarak kendi başına vı:.rolan bir dünya değil, algılama kalıplanmıza bağımlı oian bir dünya olduğunu gösteren psikoloji ve duyum fizyolojisi tarafından da, bilimsel nedenlerle çürütüldüğüne
üstünde zararlı bir etkisi olahlaki nedenlerle itiraz etmek beylik bir alışkanlıkolmuştur. Birçok değişik türlerini reddel,mekle birlikte, Lange sonunda yine de bu eleştiriyi tutıır, çünkü Manchester okulu iktisadının ve çağdaş rekabetin acı ma-bilmezliğinin materyalist bir görüşten kaynak aldığı nı düşünmektedir. çoğu Alman bilginlerinin tersine, Lanbir hayli yaşam deneyi olmasına rağmen böyle düşünmesi, belki de kitabının en zayıf tarafıdır. 1861 yılında, 33 yaşındayken öğretmenlikten istifa etmiş ve Duisburg Ticaret Odası'nın sekreteri olmuştur. Fakat çeşitli yönlerde anlatım olanağı kazanan radikal (köktenci) görüş leri yüzünden, Lange çeşitli güçlüklerle Rhein und Rubr Gazette adlı bir gazeteyi yönetmiş ve Materyalizm Tarihi ile aynı yıl yayınlanan Die Arbeiterfrage in ihrer Bedeutung für und Zu]mnft (Bugün ve Gelecek Anlamı Bakımından Sorunu) adlı bir davranışlar
duğu varsayılaralı:
ıld
ı ız
75
- - - - - - - - - - - - - -.....-
....._ _ _...Bı,u:
kitap yazmıştır. La.nge'nin çalışkanlığı neredeyse mucize denilecek bir düzeydedir; çünkü aynı yıl Die Grundlegung der mathematischen Psiychologie (Matematik Psikolojinin Temel Ilkeleri) diye bir başka kitap dalıa çıkarmış ve bütün bunları; gazeteyi de Ticaret Odasını da ihmal etmeden yapmıştır.
py tu
ku
Ertesi yıl (1866) gitmiş ve akademik kariyere yeniden girerek 1870'de Zürih'te profesörlüğe yükselmiştir; 1872'de de Marburg'da olarak Almanya'ya dönmüştür. Fakat, sanayi ve ticaret dünyasında görüp öğ rendikleri, hiç kuşkusuz, La.nge'nin görüşlerini genişletmiş ve ona, piyasaya zaman teorilerin nasıl işlediği konusunda, bilim adamlarında her zaman bulunmayan bir anlayış kazandırmıştır. Lange, filozofların çoğu kez devlet adamı olduklarına, - dalıa da olağanüstü bir durum - devlet adamlarının da bazan filozof olduklarına işaret etmektedir. Ama bu karışımın her iki meslek için de zararlı sonuçlar doğurduğunu, devlet adamını fazla teorik, fazla pratik yaptığını söylememektedir. Lange'nin kitabı iki bölümdür; biri Kant'a kadarki zamanı ele alır, öteki de Kant ve ardıllarını (haleflerini). Bu bölme, onun Könisbergli filozofa verdiği büyük önemi göstermektedir, oysa zaman geçtikçe bu önem azalır gibidir. Kant'ın sistemi, günündeki kesin bilimlerin durumuyla sıkı sıkıya bağlıdır: Aşkın (transandantaD estatiğin temellerini Euklides geometrisi, kategorilerin çıkarsanması nın temellerini de Aristoteles tasımı (=kıyas =syllogisml vermektedir. geometri Euklides-dışı, mantık da Aristoteles-dışı olduğuna göre, Kant'ın yargılarını yeniden temellendirip ortaya koymak gerekir; bunun ne ölçüde yapılabileceği ise, söz götürür bir sorundur. kitabı nın ilk yarısı bana ikinci yansından çok dalıa iyi görünüyor; çünkü bu bölüm yazarın henüz çözüme bağlanmamış konulardaki görüşlerinden daha az etkilenmiştir. Kant'tan
ıld
ı ız
76
önceki dönemler hakkında, Lange'nin eleştirid yargısı olabir sağlamlıktadır. Yunan atomculuğunu anlatışı, Platon'un ve zararlı etkileri üstüne yaptığı çözümleme hayranlık vericidir. yüzyıl bilimsel materyalizmle teolojik orta-yolculuğun ve bunun onsekizinci yüzyıl Fransasındaki devrimci materyalizmle karşıtlığı güzel bir tarih duygusuyla ortaya konulmuştur. Fakat bir kimsenin kendi zamanını bir tarih içinde görmesi her zaman çok zor bir iştir. Felsefi eğilim yakınlıklanndan başka, bir kimsenin kendi çağındaki salt bilimsel yapıtlarda neyin önemli ve kalıcı nitelikte olduğunu ayırt edebilınesi de güçtür. Altmış yıl önce bilim adamlannı meşgul eden sorunlar bugünkülerden çok farklıdır, hangilerinin önemli olacağını e zamandan kestirmek ise imkansızdır. neyin doğru ve neyin yanlış olduğu sorusuna gelince; bu konuda şimdi eskisinden daha bilgili ve daha karmaşık olarak konuşulabilir, ama Yunanlı lardan bu yana özünde yeni kanıtlar bulunmuş olduğu Yine de, çağdaş bilimin ışığında göründüğü haliyle, bu tutumu incelemeye çalışmak faydalı olabilir. Demokritos'un teorisi kolay ve yalın bir şeydir. Dünya çeşitli katı ve yuvarlak atomlardan meydana gelmektedir; bunlardan hepsi düşme durumundadır, fakat daha ağır atomlar daha hızlı düştüğü için zaman zaman hafif atomIara çarparlar. Bu çarpmanın etkisi tam merkez doğrultusunda olmazsa, yana doğru bir hareket meydana gelir, bu da cisimlerin her zaman bir yönde hareket etmemeleri olgusunu Bu görüşün, pek tabii, salt fizik nedenlerle düzeltilmesi fakat 'pIIElnllm ve vortiee' öğretisiyle Descartes'a gelinceye kadar, bu gibi değiştirmeler önemli olmamıştır. Deseartes'ın yaklaşımı, atomeuluğun materyalizmin özüne ilişkin bir bölümü olmadığını göstermİştir. Newton'u izleyenler, materğanüstü
py
tu
ku
ı ız ıld
77
yalizme uzaktan hareket gibi (Newton'un kendisinin hala imkansız saydığı) bir başka önemli değişiklik getinnişler dir. Bugüne kadar, bir yanda uzaktan hareketle atomlar, öte yanda da etkilerin sürekli iletimiyle sürekli bir ortam (esir ether) fikri arasında gidip gelme devam etmektedir. Bugün bu fikirlerden birini ilke olarak tutan hemen hiç bir fizikçi yoktur; tek soru, gözlemlenen olguları bunlardan hangisinin daha iyi açıklayacağı sorusudur. lerden her ikisinin de ortak bir fizik gerekireilik (deterıniniznı) inancı vardır; buna göre, fiziğin incelediği dünyada her ne oluyorsa, yasalar uyarınca olmaktadır, öyle ki biz eğer, kısa da olsa belli bir sonlu zaman içinde fizik dünyanın bütün durumunu bilebilirsek, daha önceki ya da daha sonraki herhangi bir durumda ne olduğunu ya da olacağını teorik olarak ondan çıkarsayabiliriz. Metafizik bakımından olmamakla birlikte, ahlak, din, sosyo 10ji vb. açılarından materyalizınin özü budur. Eğer fizik detenninizm doğruysa - yani eğer, nonnal olarak maddenin hareketi diye gördüğümüz herşey yukarıdaki türden yasalara tabiyse - o zaman, buna uygun bir zihin dünyası da bulunsa, insan ve hayvan davranışlarındaki bütün belirimleri, ideal ustalıktaki bir fizikçinin salt fizik verilerden şeyler olacaktır. Fizik bize, yine de bir insanın neler düşündüğünü bildiremeyebilir, fakat o insanın neler söyleyeceğini ve neler yapacağını önceden kestirebilecektir. Bu koşullarda, insan hemen neredeyse otomat (robot> gibi bir şeyolacaktır; zihinsel yar şantısı ancak fiziksel araçlarla başkalanna aktarılabile cek ya da eylemde ortaya konabilecektir. Hatta, düşünce leri bile fizikten çıkarsanabilecektir, meğer ki düşündük lerini hiç bir zaman söz yahut hareketle belirtmesİn. Bu bakış Kartezyenlikten çıkmıştır; fakat çoğu Kartezyenler bunun sonuçlarından kaçınmaya çalışmışlardır. L'homme machine (Makina İnsan) adlı kitabın yazan La-
=
py tu
ku
ıld
ı ız
78
metıne, haklı
olarak felsefesini Deseartes'tan aldığını iddia Vis viva'nın sakımım bilen, ama momentum'un sakımını bilmeyen Deseartes, iradenin hayvansal Unlerin hareket miktanm değiştirememekle birlikte, yönünü değiştirebileceğini savunarak insan özgürlüğünü korumaya çalışmıştır. Böyle olmakla birlikte, bu özgürlüğü hayvanlara kadar yaymamış, onlan robot saymıştır. Bugünlerde ise, insanlarla hayvanlar arasında böylesine bir aynm yapmak, hiç kimsenin aklının köşesinden bile geçmez. Descartes'tan hemen sonra gelen izleyicileri bile, her yöndeki hareket miktanrun sabit olduğunu gösteren momentum'un sakımı kuralının keşfi üzerine, onun bu noktadaki tutumunu terketmek zorunda kalmışlardır. O günden beri de birçok filozoflar, her biri kendi yasalanna uyan ve biribirlerini etkilemeyen biri zihinsel, öteki de fiziksel nitelikte iki paralel dizi teorisini savunmuşlardır. Bu teori, bugün eskisinden daha az inandıncı görünüyor; fakat doğruluğu sorusu bir yana bırakılsa bile, bunun, materyalizmin hoş olmayan sonuçlanndan kaçınmayı sağlayamadığını da görmek gerekir. Bu teorinin varsaydığı gibi, fiziksel ve zihinsel diziler arasında paralellik varsa, her fizik yasasımn psikolojik bir eşi olması, dolayısıyla psikolojinin de fizik kadar katı bir determinizmi bulunması gerekir. Böylelikle, fizik olaylann onlara eş uygunlukta zihin olaylannın diline çevrilmesini sağlayan adeta bir sözlük olacaktır. Bu sözlüğü eline alın ca, Laplace çizgisinden bir hesaplayıcı, yalmzca fizikten yararlanarak, herhangi bir belli zamanda madde dün· yasının ne durumda bulunduğunu ortaya çıkarabilecek ve sözlüğe bakarak da, zihin dünyasımn ona uygun durumunu keşfedebilecektir. Besbelli, materyalizm düşmanlan nın istedikleri gibi fizikten kurtulma, bu çizgi boyunca eri· şilebilecek bir sonuç değildir. Gelin görün ki, psiko-fizik paralellik teorisini kabul etmiştir.
py tu
ku
ıld
ı ız
79
py
tu
ku
etmemizi gerektiren güçlü nedenler yoktur. Zihin-madde ikiliği muhtemelen nihai bir durum değildir, bunlar arasın da karşılıklı sözde imkansızlığı da skolastik dogmalardan başka bir şeye dayanmamaktadır. Sağduyu ya öyle gelir ki, zihinlerimiz görüp işittiğimiz şeylerden etkilenir, tersine, bedenlerimiz de herhangi bir hareket yapmak istediğimiz zaman irademizin etkisiyle kımıldar.. duyunun bu görüşünde yanıldığırn kabul etmek için neden yoktur; ama tabiatıyla, biz bir şeyl algıladığımız ya da irade ettiğimiz zaman gerçekte neler olduğunu çözümlemek büyük bir gereklmktir. Lange, materyalizme karşı bir karnt olarak, maddeyi ancak bize göründüğü, yani materyalizmin kendisine göre de, bizim fizik yapımız tarafından iyice etkilenmiş haliyle bilebileceğimizi öne sürmekte tamamıyla haklıdır. Ne gördüğümüz yalnızca görülecek şeye değil, göze, optik sinire ve beyine de bağlıdır. Göz, optik sinir ve beyin ise, ancak fizyolog tarafından görülerek belirlenirler. Bu yoldan, materyalizm, duyumculuğa (sansüalizme) Duyumculuktan kurtulmak istiyorsa, o zaman deneyci (ampirik) bilimsel yöntemden vazgeçmesi ve onun yerine, görunüşlerin gerisinde neler bulunduğunu bilmek iddiasında olan a prlorl bir metafiziğin dogmacılığırn koyması gerekir. Tarihi olarak, meteryalizmi tutulan orta yolcu dogmaya karşı bir dogma sistemi sayabiliriz. Genellikle, materyalist dogmayı ortaya koyan kişiler dogmaları seven kimseler olmamışlar, fakat hoşlanmadıkları dogmalarla savaşabilmek için daha az kesin bir şeyin yetmeyeceğini sanmışlardır. Bunlar zorla barışı sağlamak için ordular kuran insanların durumunda kalmışlardır. Bunun sonucu olarak, eski orta - yolculuklar parçalandıkça, materyalizmin de gitgide (skeptisizmeJ gittiğini görüyoruz. Bugün savunuculan Ame nka'daki belli birtakım bilim adamlarıyla Rusya'daki bel-
ıld
ı ız
80
li birtakım bu iki ülkede geleneksel teoloji Mla güçlüdür. Mı~tery,a.uzn:lln ozunü eden iki dogma vardır: Birincisi yalnızca maddenin gerçek olduğu, ikincisi da yasanın egemenliği. Yalnızca maddenin gerçek olduğu inancı. fizyolojik duyum mekanizmasından getirilecek kuşkucu kanıtlar karşısında ayakta kalamaz. Üstelik yakınlarda.• hem de en az beklenebilecek bir yönden, fizikten bir darbe yemiştir. Görecilik (= izafiyet rölativite) zanıanı mekan - zaman içinde eritmekte. geleneksel töz (=cev= sübstans) kavramına, filozofların bütün karşı kanıtlarmdan daha çok zarar vermiştir. Madde, sağduyu için zaman içinde süregelen va mekan içinde hareket eden bir şeydir. göreel fizik bu görüşün artık tutulacak yeri kalmamıştır. Artık, bir madde parçası, değişen durumları olan sürekli bir şey değil, karşılıklı olarak ilişkinlenmiş bir olgular sistemi olmuştur. Eski katılık (ele geliş) gitmiş ve materyalistin gözünde maddeyi uçuşan daha sağlam kılan niteliklerini de birlikte götürmüştür. bir şey devamlı değildir, hiç bir şey daya.nmamaktadır; gerçeğin sürekli olduğu yolundaki eski önyargı da terkedilmek gerekir. Töz kavramı, Hume'la Kant'tan beri filozoflar tarafın dan metafizikte geçerli bir şey fakat fiziğin uygulamasında kullanılınaya devam etmiştir. Tek bir kozmik zaman anlayışının reddedilmesiyle tözün de fizik içinde tözün zaman boyunca süregiden bir şeyolduğu inancından hareket eden eski tip materyalizme salt bilimsel bir kanıt olarak ortaya çıkmaktadır. Yasanın egemenliği ise hem daha güç, hem de daha önemli sorulara yol "Yasanın sozunün kaynak aldığı genel görüş, pek tabii ki, Newton'un, özellikle onun izinden gidenlerin geliştirdikleri bir görüştür. Yasanın egemenliği inancı, çoğu kez kesin bir teolojik
=
py
tu
ku
ıld
ı ız
F.:
6
py
tu
ku
orta - yolculukla birlikte bulunur; fakat hiç değilse bazı durumlarda insanın Yasanın egemenliği, ancak insan iradesi konusunda bile hiçbir İstisnası olmadığı kabul edilince materyalist bakı şın bir parçası haline gelir. yasanın egemenliğini biz bu haliyle incelemek zorundayız. bu sözü tanımla mak, sonra da bunun dünyaya uygulanabileceğine ınan mak için ne gibi nedenier bulunduğunu gerekecektir. Yasanın egemenliğinin tanımlanması çoğu kez sanıl dığı kadar kolay değildir. Basit bir formülün gezegenlerin ve uydularının hareketlerini önceden kestirmemize elveren, güneş sisteminde çekim yasasının işlemesi gibi örneklere bakarak bu egemenlik fikrine erişilmiştir. Fakat bu örnek birçok bakımdan aldatıcıdır. Bir kere, başka durumlarda yasaların bunun kadar basit olacağını varsaymak için hiçbir yoktur. çekim yasasının Newtoncu biçiminin yalnızca bir yaklaştırmadan ibaret kaldığı ve kesin çekim yasasının son derece daha karmaşık olduğu anlaşılmaktadır. güneş sisteminin (böyle denebilirse) coğrafyası hayret edilecek kadar şematiktir. Bir ilk olarak, güneş sisteminin bireysel hareketleri kolaylıkla gözlemlenebilen az sayıda kütle noktalarından meydana geldiği kabul edilebilir. Bu açıdan med ve cezir gibi birtakım olayların açıklanması için yeterli değildir, fakat Newton'un en başarısı olan çekim yasasından Kepler yasalarının çıkarsanmasına yeter. Teker teker elektron ve protonlara uygulanabilecek yasalara ulaşmak ise, işin içine daha büyük bir coğrafi karmaşıklık girdiği için, heshelli ki çok farklı bir şeydir. Baş kalarının yanısıra bu sebeplerle de, Newtoncu astronomiyi fizikte neler beklenebileceğinin tipik bir örneği saymak acelecilik olur. Yasanın egemenliği sözünden en az şunun anlaşılması
ıld
ı ız
82
py
tu
ku
gerekir: her bir olgu bakımından sonlu karmaşıklıkta öyle bir fonnül vardır ki, başka zamanlara ilişkin yeterli (sonlu) sayıda verilerle, söz konusu olgu hesaplanabilir. Uygulamada, «başka zamanlar» çoğu kez [nun bu andaki durumu] daha eski zamanlar olmaktadır - ama her zaman böyle değildir, sözgelimi yeryüzünün jeolojik tarihi ya da güneş sisteminin kökeni ile ilgili spekülasyonlarda (bugünkü verilerden gerideki durum hesaplanmaya Çalı şıhrl. Teorik olarak, zamanlar.ın ilgilenilen olgudan daha önce mi yoksa daha sonra mı olduğu farketmemek gerekir. Yukarıdaki tanımı daha aydınlatmak için, yapılacak bir iki gözlem vardır. Fonnülün sonlu karmaşıklıkta olma gereğinin aksi takdirde mantıkça yeni bir şey söylemeyen geveleme türünün dışında hiçbir bildirim yapılamayacağından ötürüdür. Sonsuz karmaşıklıkta formülleri kabul edersek, neye ilişkin olursa olsun her türlü dizi tek bir yasanın kapsamına sokulabilir ve bu yüzden biz de, yasanın egemenliğinden söz etmekle aslında hiçbir şey söylememiş oluruz. Gerekli verilerin sayısının da sonlu olması üstünde ısrar edilişinin nedeni de buna benzemektedir; ama aynca bir başka neden daha vardır: Sonsuz sayıda veriyi kullanamayız, bu yüzden de doğruluğu ka,. nıtlanması' gerekmeyen bir yasadan yana ya da o yasaya karşı kanıtlan topluca hiçbir zaman ortaya koyamayız. Akılda tutulması gereken bir başka nokta da şudur: Gözlemlerimizden tamamyıla kesin olarak doğru değildir, hep bir yamlma payı vardır. Dolayısıyla, olayların, bu gibi yanılma payı içinde işlediği saptanan herhangi bir yasaya kesinlikle uyduklanm hiçbir zaman kanıtla,yama yız; öte yandan, bu payın içinde kalan uygunsuzlukları kendimize dert edinmemiz de gerekmez. Söz gelirni, fizikte her zaman sürekU fonksiyonların varsayılır, ama salt matematik olarak da bunun bazan
ıld
ı ız
83
yapılabileceği
py tu ku
bilinmektedir. &Çısından bunun böyle olmasının bir zararı yoktur; çünkü farklılaştınlma yan her sürekli fonksiyonun yerine her zaman nlabilecek bir başka fonksiyon bulunur ve bunun ilkinden farkı, olası yanılmadan daha az olur. şeyler ancak yaklaşık değerlendirmeler dir, onun için de ancak bunlara erişmeye çalışmamız gerekir. yukarıdaki anlamda yasanın egemenliğine inanmak için herhangi bir sebep olup olmadığı sorusu ortaya çıkıyor. Salt fizik dünyasında, halde yasaya bağ lanamayan birtakım temeloluşlar vardır. Radyo-aktif bir elementin niçin bazı atomlarının parçalandığı halde ötekilerinin parçalanınadığını hiç kimse bilmiyor; istatistik ortalamaları biliyoruz, fakat tek bir atomun içinde neler olup bittiği tamamıyla karanlıkta kalmaktadır. Yine, bir elementin spektrumu, elektronlann mümkün bir yörungeden bir başka mümkün yörungeye sıçramalarından ileri geliyor. Mümkün yörungeler hakkında birçok şeyler biliyoruz, bir sıçrayış olduğu zaman neler meydana geldiği nl biliyoruz, mümkün sıçramalardan birini yapanlann bir baışk€l.Sıııı yapanlara oranını da biliyoruz. Fakat bir elektronun sıçradığı belirli anı tayin eden şeyin (böyle bir şey varsa) ne olduğunu ya da birçok sıçrayışlar mümkünken niçin belirli bir sıçrayışın yer aldığını bilmiyoruz. Yine, burada da bileb:!diklerimiz istatistik ortalamalardan ibarettir. Onun ki, herhangi bir kimse, ortalamaların yasalara bağlı olmalarına karşın, bireysel elektronların eylemlerinin belli bir kapris yapma aralığı olduğunu ve bu aralık içinde yasanın egemenliğine dair herhangi bir kanıt bulunmadığını söylemekte serbesttir. Böyle bir göruşü dogmatikçe savunan biri, pek acelecilik etmiş olur; yarın yeni bir keşif onu yalancı çıkarabilecektir. Fakat, bunun yalnızca, fiziğin durumunda, göz-
ıld
ı ız
84
py tu
ku
onune alınması gereken bir imkan olduğunu söylemekle yetinen biri, bir bilimsel ihtiyatla hareket ediyor demektir. Dolayısıyla, salt inorganik madde fiziği içinde bile, yasa egemenliğinin, evrenselliğinden kuşkulanılmaz bir geçerlik taşıdığını savunmak mümkün değildir. Biyoloji ve psikolojiye gelince, bu kuşku ister istemez büyüyecekitr. Bu alanda yasa egemenliğine karşı kesin kanıtlar bulunduğunu söylemek istemiyorum; anlatmaya çalıştığım şey yalnızca şu ki, bu alanda yasa egemenliğin den yana kanıtlar daha az çünkü daha az yasa bilinmektedir ve öndeyi (tahmin), henüz dar sınır lar içinde mümkündür. Fizikte quanta'nın keşfedilmesi, ilerlemiş bir bilim dalı bile bize böyle sürprizler sunabilirken ne denli acelecilik olduğunu gösbakımdan ilerlemiş bir bilim de-
ıld
Bu nedenlerden ötürü, insan bugünkü düzeyinde yasanın egemenliğini tasdik etmek de, inkar etmek de bir önyargı işareti olur; akıllı bir kimsenin bunu bir soru sayması gerekmektedir. Deterministlerle özgüriradeye inananlar arasındaki gibi, yüzyıllardır devam edip giden bütün hep, her ikisi de yaygın, ama biri bir kimsede, öteki bir başkasında daha güçlü olan biribirlerina karşıt tutkular arasındaki çatışmalardan kaynak alır. Bu örnekte, çatışma iktidar tutkusuyla güvenlik tutkusu arasındadır, çünkü eğer dış dünya yasalara göre hareket ederse, biz de kendimizi ona uydurabiliriz. Yasanın egemenliğini güvenlik tutkumuzdan istiyoruz, özgürlüğü ise iktidar tutkumuzdan. Sağduyu bize, yasarun ruhsuz doğayı ve komşularımızı yönettiğini, kendimizin ise özgür olduğumuzu varsaydınyor. Böylelikle her iki tutkumuza da tam doyum sağlamış oluyoruz. Fakat, felsefe bizden daha ince bir uzlaşma istemekte ve bunun için de, birleştirmenin yeni yollarını bul-
ı ız
85
maktan hiç
usanmamaktadır. Kuşkucu, bu mücadeuzaktan gözlemleyebilir, ama bu dışta kinik haline getirmezse de iyi bah-
tına şükn~tnıelidir.
yana ahlaki kaygılara. yer vermek oldum adettir; Kant'tan beri de bu alışkaniık hatta saygı değer bir hal almıştır. Böyle olmakla birlikte, kuşkucunun, evrensel yasa egemenliğine inananlara karşı her ne kadar haklı olsa da, bu ilkeye dogmatik bir inançsızlık göstermek gibi karşıt bir iddianın da ahlaka yararlı ol:duğunu kabul etmesi olası değildir. Kuşkucu, eğer bu ada layık bir adanısa, bir kere hangi inançların ahlaka yararlı olduğunu, hatta inançların davranışlar üstünde gözle görünür bir etki yapıp yapmadığını hiç kimse bilınez, Fakat tarihi incelemişse, pratik bir konut (postulat1 olarak şurasını da gözlemlemiş olacaktır ki, doğal yasaların varlığına inanış, bugün sahip olduğumuz bilgilerin ortaya konulması iyi bir meyve vermiş, bunların reddedilmesi ise, hoşgörüsüzlük ve karanlık taraftarlığıyla elele gitmiştir. Belki, yasaya indirgenemeyecek olaylar olabilir, ama bu salt spekülatif bir imkandır ve bilimin gerçekteki uygulamasında bunu hesaba katmak gerekmez, diyecektir; çünkü bilim ancak yasaları keşleıde ilerleyebilir, yasaların hiç olmadığı bir yerde (böyle bir yer varsa) bilim de mümkün değildir. Zamanımızda, eski materyalizm kavgası biyoloji ve fizyolojide devam etmektedir. Bazı bilim adamları canlı organizmalar olgusunun yalnızca kimya ve fizik terimleriyle açıklanamayacağını iddia etmekte, başkalarıysa bu gibi bir açıklamanın her zaman teorik olarak mümkün olduğunu Profesör J. S. Haldane, birinci görüşün en ileri gelen savunucusu sayıla'bilir, Alınanya'da ise Driesch böyledir. Mekanistik görüşün en etkin savunucularından biri, yaolası
tu
ku
ıld py
ı ız
86
bir dikenin deniz-kestanesine baba gösteren, sonra da bu sonucu daha yukarı düzeydeki hayvanlara genelleyen Jacques Loeb olmuştur. Bu anlaşmazlı ğın daha hayli uzun bir zaman sürmesi beklenebilir, çünkü mekanisUer haklı olsalar bile, teorilerinin konutladığı türden bütün canlı organizmalara açıklamalar sağla.yamazlar. Protoplazmanın laboratuvarda imal edilmesi, vitalistlere ağır bir darbe olacaktır; ama onlar da herhalde, çıkar yolu, kendi teorilerinin yalnızca çok-hücreli organizmalar için olduğıınu söylemekte bulacaklardır. Sonra vitalizmi omurgalılarla, daha sonra memeli vanlarla, daha sonra insanlarla ve nihayet beyaz insanlarla sınırlayacaklardır; belki de, o zamana ka.dar, sarı insanlarla sınırlı, diyeceklerdir. Bununla' birlikte, normal bilimselolasılık, biyolojik bilgi ilerledikçe, canlı olgular bakımından mekanistik açıklamaların genişleyip duracağını göstermektedir. Materyalizme başka herhangi bir bilimden daha. çok çıkacağı beklenebilecek olan psikoloji, tam tersine, o yönde kesin eğilimler göstermiştir. Davranışçı okul, psikolajinin yalnızca dış gözlemle görülebilen şeylerle ilgilenmesi gerektiğini iddia etmekte ve (entrospeksiyonu) bağımsız bir bilimsel bilgi kaynağı olarak toptan reddetmektedir. Bu görüş, psikolojinin uğraştığı bütün olguları fizik olgular haline getirir, böylece de materyalizmin iddialannın en yükseklerini bile kabul etmiş olur. Fakat, başka güçlüklerin yanısıra yukanda işaret ettiğimiz güçlük vardır; fiziğin verileri duyumlardır, bunlarsa gözlemcinin subjektifliğinden etkilenirler. Fizik, gözlemcinin fizyolojik ve psişik özelliklerine bağımlı olmayan maddi oluşları keşfetmek ister. Fakat. onun olgulan da ancak gözlemciler aracılığıyla bu yüzden fiziğe, yalnızca, gözlemcinin olgulara kattıklarım eleyip atabilecek yollar olduğıı veriler sunulabilir. Bu arıklama.
msıra)
ıld py
tu ku
ı ız
87
kolay bir iş değildir. Felsefi nedenlerle imklmsız bile söylenebilir ve tam bir anklama kastediliyorsa, bu imklmsızlık hjç kuşkusuz doğrudur da.. Faka.t belli bir dereceye kadar, metafizik meseleler çıkarmadan, sorun bilimselolarak ele alınabilir. O zaman subjektifliğin üç türlü olduğu görülür: Fizik, ve Bunlardan ilkini görecelik teorisi tatminkar bir biçimde ele almıştır: Tensor'lar yöntemi bu sorunun teorik olarak tam çÖZÜlDüdür. İkinci ve üçüncü tür subjektimkler ise, belki gerçekten ayrı şeyler değildir; bunlar ancak bir kimsenin a,lgılannın bir başkasınınkilerden farklı olduğu ölçüde ele alınabilirler, fakat bütün insanların subjektif öğelerin nasıl anklanabileceği konusunda bir yöntem UU:;ıU':lll'."'''' zordur. Psikolojinin, materyalistlar tarafından savunulan görüşe doğru yaklaştığı bir başka nokta. daha vardır. Eskiden «bilinç,» -düşünüş" ve .. akıl» gibi sözde yeUler hakkında. birçok IM edildiğini duyardık. Birçok çağdaş psikolog ise, William James'i .. biHnc"i bir açık anlam taşımaktan yoksun bir terim diye bir yana bırakıvermek eğilimindedir. -Düşünüş" ve .. akıl"ın da, öğrenme süreçlerine benzer bir şeyler oldugu ortaya. çıkmaktadır, bu süreçler nihai olarak alışkan lık yasasına indirgenebilecek şeylerdir. Tabiahyla, bütün bunlar hala fakat doğru oldukları kanıt lanırsa, materyalizmin psikolojik güçlükleri geniş ölçüde olduğu
ıld py
tu ku
ı ız
azaltılmış olacaktır.
Yukandaki tartışmanın sonucu şuna varmaktadır ki, materyalizin her bilimin hedefinin fizikle birleşme olduğu anlamına bilimsel yöntemin pratik bir özdeyişi olarak kabul edilebilir. Fakat bugün fiziğin kendisinin de eski anlamıyla' materyalist olmadığını, çünkü maddeyi artık sürekli bir töz olarak gönnediğini eklemek gerekir. Ve yine, materyalizmin metafizik olarak doğruluğunu kabul
88
etmek için herhangi bir geçerli neden bulunmadığı da Bu, şimdiye kadar araştırmalarda faydası görülmüş bir bakış açısıdır ve yeni bilimsel yasaların bulunacağı yerlerde faydalı olmaya devam etmesi de muhtemeldir, fakat pekalA tüm alanı kaplamayabilir ve büsbütün desteksiz bir dogmatizme düşmeden de, kesinlikle doğru diye kabul edilemez. hatırlanınalıdır:
py
tu
ku .
./
ıld ı ız 89
«The Philosophy of Logical Analysis,» Russell'ın -Batı Felsefesi Tarihi - History of Westem Philosophy" (London: Anen and Unwin, 1946) adlı eserinin Kitabının (Çağdaş Felsefe) XVII'nci ve son bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle Muammer Sencer çevirisinden aktarılmaktadır: Cilt - Yeni (İstan bul: Kitaş Yay., 1970), s. 571-582.
tu
ku ıld py
PYTHAGORAS zamanından beri felsefede, düşündaha matematiğin etkisinde kalan kişilerle deneyci bUimlerden etkilenmiş arasında bir karşıtlık olagelıniştir. Platon, Aquinumlu Thomas, Spinoza ve Kant, diyebileceğimiz gruba girerler. Demokritos, Aristoteles ve Locke'tan bu yana çağdaş deneycHerse karşı gruba, Günümüzde, Pythagorasçılığı matematiğin ilkelerinden silıneye girişen ve deneyciliği insan bilgisinin tümdengelimsel bölümlerine karşı gösterilen bir ilgiyle kaynaştıran bir felsefe okulu ortaya çıkmıştır. Bu okulun amaçları, geçmişin çoğu filozofundan daha az gösterişli, ama başarılarından bir kısmı, bilimadamlarının başarıları kadar sağlamdır. Bu felsefe, alanlarını yanlışlardan ve rasgele akıl yürutmelerden temizlerneye girişen matematikçilerin başarı larından kaynak almıştır. Onyedinci yüzyılın büyük maivl.mı;er·diller ve sonuç alınaya merak-
ı ız
90
karıştı.
tu
ku
hydılar. Bu yüzden, analitik geometrinin temellerinı ve sonsuz küçükler hesabını bırakınışlardı. Leibniz gerçek sonsuz inanıyordu. Bu inanç, her ne kadar onun metafiziğine uymuşsa da, matematikte sağ lam bir temeli yoktur. Weierstrass, ondokuzunca yüzylr Iın hemen ortasından sonra, yüksek matematiğin (kalkulusunl sonsuz küçükler olmadan nasıl kurulabileceğini gösterdi. Dolayısıyle bu. konuyu güvenilir duruma getirdi. Sonra Georg Cantor geldi, süreklilik ve sonsuz sayı kuramını geliştirdi. «Süreklilik», Cantor onu tanımlayana kadar bulanık bir sözcüktü ve bu bulanıklık, matematiğe metafizik karışıklıklar getirmeye çalışan Hegel gibi filozoflara uygun düşmüştü. Cantor sözcüğe kesin bir amam vermiş ve tanımladığı biçimiyle, sürekliliğin matematikçi ve yönünden gereksenen kavram olduğunu göstermiştir. Böylelikle, Bergson'unki gibi mistiklikler tarihe
py
Cantor, aynı zamanda sonsuz sayı hakkında, uzun zamandan beri varlığını sürdüren mantıksal yenmesini de l'den giden tam sayılar dizisini ele alalım. Bu dizide acaba kaç tane tam sayı vardır'? Bu sayının sonlu olmadığı Bine kadar bin, milyona kadar milyon tane tam sayı bulunmaktadır. Hangi sonIu sayıdan söz ederseniz, besbelli ki, ondan daha çok sayı vardır. çünkü ı'den o sayıya, sayı ların sayısı kadar terim olduğu gibi, orada olan sayılar dan daha büyük da bulıınmaktadır. Böylece, sonlu tam sayıların sayısı, sonsuz bir sayı olmalıdır. Ama şimdi ortaya tuhaf bir durum sayıların sayısı, bütün tam sayılann sayısının aynı olmalıdır. iki sırayı gözönüne alalım:
ı ız ıld
ı, 2, 3, 4, 5, 6, .. , 2, 4, 6, 8, 10, 12,
sıradan
her biri
alttaki
sırada
bir terim
91
bulunmaktadır.
Böylece, iki sıradaki terimlerin sayısı ayBununla birlikte, alttaki sıra üst sıradaki terimlerin ancak yarısını meydana getirınektedir. Bunu fark eden Leibniı, onu bir çelişme saymış ve sonsuz toplamalar bulunmasına rağmen, sonsuz sayılar olmadığı sonucuna varmıştı. Georg Cantor'sa tersine, büyük bir cesaretle bunun bir çelişme olmadığım ileri sürdü. Cantor haklıydı; ortada yalmzca garip bir durum vardı. Georg Cantor, csonsuz» bir toplamayı, bölümleri, bütün içinde taşıdığı kadar çok terim içinde taşı yan bir toplama diye tanımlamıştır. Bu temele dayanarak da, sonsuz sayılar hakkında çok ilginç bir matematik kuram ortaya atabilmiş ve böylece eskiden mistiklik ya da kargaşalığa bırakılan bütün bir bölgeyi de kesin mantık alanma. katmıştı. Cantor'dan sonra önemli biri de, ilk eserini 1879'da ve «sayı» tanımım 1884 yılında yayınlayan Frege'ydi. Ama buluşlarının ~:ığır açıcı niteliğine rağmen, ben 1903 yılında ona dikkati çekineeye kadar bütünüyle tanmınadan kaldı. Frege'den önce Heri sürülen her sayı tanımının ilkel mantıksal saçmalıklar içerıniş olması dikkate değer. Eskiden, «sayı-yı cçokluk»la özdeş saymak adet olmuştu. Ama sayının bir örneği belirli bir sayı, diyelim 3'tür, 3'ün bir örneğiyse belirli bir üçlemedir. Üçleme bir çokluktur, ama • Frege'nin 3 sayısıyle özdeş saydığı - bütün üçlemeler sı mfı, bir çokluklar çokluğudur. Onun gibi, 3'ün bir örneği olduğu, genelolarak sayı da bir çokluklar çokluğudur. Bunu belli bir üçlemenin çokluğuyle karıştıran ilkel dilbilgisi yanlış ı, Frege'den önce bütün sayı felsefesini, canlamsız» sözünün en kesin anlamıyle bir anlamsızlık örgüsü durumuna getirmişti. Frege'nin eserinden, aritmetik ve genellikle salt matematiğin tümdengelim mantığının bir uzantısından başka bir şeyolmadığı sonucu çıkmıştır. Bu, Kant'ın aritmetik mdır.
ıld py
tu ku
ı ız
92
önerınelerin
«sentetik» ve zaman çürütür. Salt matematiğin mantıktan türetilmesi, ayrıntılı olarak, Whitehead'le birlikte yazdığımız Principia Mathematica adlı eserde gösterilmiştir. Felsefenin büyük bir bölümünün «sentaks» adı verilebilecek bir şeye indirgenebileceği gittikçe açığa çıktı. Ancak burada «sentaks» sözcüğü, o zamana kadar anlaşılan dan daha geniş bir anlamda kullanılıyordu. Bazı kimseler, özellikle bütün felsefi sorunların gerçekte sentaktik olduğunu ve sentaks yanlışlarından kaçınıldığında. felsefi bir sorunun ya. çözüldüğünü ya da çözülemezliğinin gösterildiğini ileri sürdüler. da şimdi kabul ettiği gibi, ben bunun bir abartma olduğunu sanıyorum. Ama geleneksel sorunlar konusunda, felsefi sentaksın yararımn çok büyük olduğu kuşkusuzdur. Bunun yararım, tasvirler teorisi denilen şeyi kısaca açıklayarak göstermeye çalışacağım. Tasvir sözüyle ben, «Amerika Birleşik DevletlerCBaşkanı» gibi, içinde bir kimse ya da bir şeyin bir adla değil, o kimse ya da şeyin ait olduğu varsayılan ya da ona ait olduğu bilinen bir özellikle gösterildiği bir cümle parçasım Iphrasel anlatmak istiyorum. Bu gibi cümlecikler, eskiden bir hayli dert çıkar yoktur» dediğimi, sizin de «yok olan nedir?» diye sorduğunuzu varsayın. Eğer ben, o varolmayan şey için «altındağdır» dersem, altındağa bir çeşit varlık tammış oluyorum. Besbelli ki, «yuvarlak kare yoktur» dediğim zaman aym şeyi yapmış olmuyorum. İkisi de yok olsa bile, bu durum altından yapılma bir dağla yuvarlak bir karenin aym şeyler olduğunu içerir. tasvirler teorisi bunu ve başka güçlükleri için tasarlanmıştır. Bu kurama göre, «şöyle şöyle» biçiminde bir cümle parçasını içinde taşıyan bir önerıne, doğru olarak çözümlenınce -şöyle şöyle» parçası kaybolur. önerıneyi ele alalım, sözün gelişi: «Scott, yazarıydı.» üstünde durduğumuz kuram bu önerıneyi şöyle yorumlar: kuramını
py
tu
ku
ıld
ı ız
93
ı:tvArll.,.",", bir ve yalnız bir adam yazmıştı ve o adam Scott'tu» ya da daha tam olarak: bir c varlığı vardır ki, x c ise 'x Waverlııy'i yazdı' önerınesi doğru, x c değilse yanlıştır; üstelik c Scott'tur.» Bunun, .üstelik» sözünden önceki ilk bölümü, şu an lamda tanımlanır yazarı vardır (ya da varolmuştur yahut varolacaktır)." Dolayısıyle, .altıMağ yoktur. önerınesi de şu anlama gelir: bir c varlığı yoktur ki. x c olduğu zaman 'x altındır ve dağdır' önermesi dogru, x c değilse yanlıştır.• Bu tanımla, «Altındağ yoktur» dediğiniz zaman ne demek istediğiniz konusundaki çözülmezlik ortadan kalk-
maktadır.
ku
py
tu
Bu teoriye göre ~varoluş» ancak tasvirler için söz konusudur. adlı kitabın yazarı vardır- diyebiliriz, ama -Scott vardır- demek kötü gramer ya da daha doğ rusu, kötü sentakstır Bu, hakkında Platon'un Thebaşlayan ve iki bin yıl süren sonunu getirdi. çalışmanın bir sonucu da, matematiği Pythagoras ve Platon'dan beri oturduğu yüce yerden indirmek ve ondan türetilen deneyciliğe karşı sözde kanıtı yıkmak olmuştur. Matematik bilgisi, gerçi deneyimden tü mevarımla elde edilmez. Bizim 2 defa 2'nin 4 ettiğine inanmak için nedenimiz, bir daha bir bir dörtlük ettiğini gözlemlememiz değildir. Matematik bilgi, bu anlamda yine de deneyci doğildir. Ama, dünya hakkında a priori (deneyden önce) bilgi de değildir. yalnız ca bir sözel bilgidir. -3,» .2 + ı» demektir. .4,. -3 + ı» demektir. (Kanıtlaması uzun olmakla birlikte) buradan .4-ün de «2 + 2»yle aynı şeyolduğu çıkar. Böylelikle matematik bilgi esrarlı olmaktan kurtulur. Bir yardada. üç ayak olduğu konusundaki "büyük doğruluk»la aynı niteliktedir. Salt matematik gibi, fizik de mantık çı çözümleme fel-
ı ız ıld
94
sefesine gereç sağlamıştır. Bu özellikle, görecelik (izafiyet rölativite) teorisi ve quantum mekaniği aracılığıyle ol-
=
muştur.
ı ız ıld py
tu ku
Görecelik kuramında, filozof için önemli olan, uzay ve zamanın yerine uzay-zaman'ın geçirilmesidir. fizik dünyanın belli bir zaman süresi içinde varolan ve uzay içinde hareket eden .şey»lerden oluştuğunu düşünür. Felsefe ve fizik, «şey" kavramılli «maddi töz» biçimine döl'lüştürmüş ve maddi tözün her biri çok ve bütün zaman boyunca varolan parçacıklardan kurulu olduğunu düşünmüştü. Einstein, parçacıkların yerine olayları geçir" di. Her olayın bir başkasıyle -aralık» adı verilen ve deği şik yollarda bir zaman ve bir uzay öğesine aynştınlabilen bir ilişkisi vardı. Aralığı uzay öğesiyle zaman öğesine ayrıştırmanm çeşitli yolları arasındaki seçim, isteğe bağlıydı ve bunların biri teorik olarak ötekinden üstün değil di. İki farklı bölgede A ve B gibi iki olay verildiğinde, bir uylaşıma göre onların eşanda (hemzaman) olduğu söylenebilir. Başka bir uylaşıma göre A, B'den önce, daha başka bir uylaşıma göreyse B, A'dan önce gelebilir. Bu ayn ayn uylaşımlara. hiç bir fizikselolgu karşılık olmaz (tekabül etmez>. Bütün bunlardan, fiziği meydana getiren -ham madde-nin parçacıklar değil, olaylar olduğu kadar bir parçacık sayılan şey, bundan böyle bir olaylar dizisi olarak düşünülecektir. Parçacığm yerine geçen olaylar dizisi bazı önemli fizik özellikler taşır ve onun için dikkatimizi gerektirir. Ama bunun da, bizim keyfi olarak ayırabileceğimiz herhangi bir başka olaylar dizisinden daha çok tözlüğü (sübstansiyelliğD olmaz. Dolayı sıyle, -madde», dünyanın sonul (nihai) malzemesinin bir bölümü değil, yalnızca olayları demetler halinde toplamamn kolaylık sağlayan bir yoludur. Quantum teorisi bu sonucu pekiştirir. Ama, onun başlı-
ca felsefi önemi de, fiziksel olgulann kesikli olabileceğini göstermesidir. Bu kuram, yukandaki gibi yorumlanan bir atomda, belli bir durumun belli bir zaman boyunca varolduğunu, sonra birden yerini sonlu olarak farklı durumlara bıraktığım ileri sürer. Daima var kabul edilen hareket sürekliliğinin, salt bir önyargıdan ibaret olduğu görülüyor. Bununla birlikte, quantum teorisine uygun bir felsefe henüz geliştirilmemiştir. Böyle bir felsefenin, bizi geleneksel uzay ve zaman öğretisinden, görecelik teorisinin gerektirdiğinden daha çok zorunda bırakacağını sanıyorum.
t ku
Fizik maddeyi daha az maddi duruma getirirken, psikoloji de zihni daha az zihinsel yapmaktadır. Önceki bir bölümde. düşüncelerin çağnşımını şartlı refleksle tırmıştık. Düşüncelerin 'çağrışımının yerini alan şartlı refleks. besbelli daha çok fizyolojiktir. !Bu yalnızca. bir örnek. Yoksa., şartlı refleksin alanını değilim.> Böylece fizik ve psikoloji her iki uçta,n biribirine yaklaşmakta ve William James'in eleştirisiyle ileri sürülen «ta.rafsız tekçilik» öğretisini daha. çok mümkün kılmaktadır. Zihin ve madde a.ynmı, felsefeye dinden geçmiş ve uzun zaman, geçerli bir temeli varmış gibi görünmüştür. Ben zihnin de maddenin de, yalnızca olaylan gruplandırmanın kolaylık sağlayan bir yolu olduğunu sanıyorum. Bazı özelolaylarm yalnızca maddi gruplara, ama bazılarmınsa her iki gruba. girdiğini ve böylece hem zihinsel hem maddi olduğunu kabul ederim. Bu öğreti, dünyanın yapısı hakkındaki tasarımımızda. büyük bir yalın laştırma.ya. yol açmaktadır. Modem fizik ve fizyoloji, eski algılama sorununa bir ışık tutmuştur. Eğer «a.lgı» denebilecek bir şey varsa, bir ölçüde algılanan nesnenin bir sonucu olmalı ve nesnenin bilgisinin kaynağı olacaksa., az çok ona. benzemelldir. İlk ancak dünyanın öteki yanlarından
ld yı
up
ı ız
96
i
py
tu
ku
daha çok ya da daha az ölçüde bağımsız nedensel zincirlerin varlığı durumunda yerine getirilebilir. Fiziğe göre durum budur. Işık dalgaları güneşten dünyaya doğru ha.reket eder ve böyle yaparken de kendi yasalarına uyar. Bu, yalnız kabaca doğrudur. Einstein ışık ışınlarının çekim gücünden etkilendiğini göstermiştir. Atmosferimize ulaş tıklarında bu kınlır ve kimisi başkalarından daha çok saçılır. Onlar bir insanın gözüne ulaşınca, bir başka yerde olmayacak bir sürü şeyolur ve bizim .güneşi görme- dedikimiz sonuç doğar. Bizim görüntüsel deneyimizin güneşi gökbilimcinin güneşinden çok farklı olınakla birlikte, yine de o ikinci hakkındaki bilginin kaynağıdır. kü «güneşi "ayı görmek»ten, gökbilimcinin güneşi ile gökbilimcinin ayı arasındaki farka. nedensel ola.rak ilişkin biçimlerde farklıdır. Böyle ohnakla birlikte, bizim fizik nesneler hakkında. bilebndiklerimiz, yalnızca belirli soyut yapı özellikleridir. bizim gördüğümüz gibi ohnamakla birlikte, bir anlamda yuvarlak olduğunu bilebiliriz. Ama onun ve sıcak olduğunu varsaymak için hiç bir nedenimfz yoktur. fizik. onun öyle olduğunu varsaymadan da öyle göründüğünü açıklayabilir. Bu yüzden, bizim fizik dünya. hakkındaki bilgimiz, yalnız ca. soyut ve matematikseldir. çağdaş çözümsel (analitik) deneycilik, Locke. Berkeley ve Hume'un deneycilikinden ma.tema.tiği kullanması ve bir mantık tekniki geliştirIDesi açı sından aynIır. Böylece, çağdaş deneyeilik belirli sorulara, felsefeden çok bilim olan kesin bulabilmektedir. Sistem kurucularının felsefelerine hakıldık ta bu deneycilik, bütün evren için bir bütün bir teori kurma yerine, sonmlarını teker teker ele alabilme üstünlüğünü taşır. Bu bakımdan, onun yöntemleri bilimin yöntemlerine benzer. Felsefi bilginin mümkün olduğu 01onun bu gibi aranması gerektikinden
ıld
ı ız
F.: 7
97
ıld py
tu
ku
ve aynı zamanda bu yöntemlerle pek çok eski sorunun çözülebilir hale geleceğinden kuşkum yok. Bununla birlikte, geriye gelenekselolarak katılan ve bilimsel yöntemlerin yetersiz kaldığı geniş bir alan da kalmaktadır. Bu alan, sonul (nihai) değer sorunlarını kapsar: Sözgelimi. bilim tek başına, eziyet etmekten zevk duymanın kötü oldugunu kanıtlayamaz. Her ne bilinebilirse, bilim aracılığıyle bilinebilir. Ama yasal bir duygu sorunu olanlar, bu alanın dışında kalır. Felsefe, bütün tarihi boyunca, uyumsuz bir biçimde biribirine kanşan iki bölümden meydana gelmiştir: Bir yanda, dünyanın niteliğiyle ilgili bir teori, öte yanda da. en iyi yaşama yolu konusunda ahlaki ya da siyasal bir öğreti. Bu ikisini yeterli bir açıklıkla ayınnakta başarısız lık gösterilmesi, birçok karışık düşüncenin kaynağı tur. Platon'dan William James'e kadar bütün filozoflar. evrenin niteliğiyle ilgili görüşlerinin, aydınlatıcı olma isteklerinin etkisi altında kalmasına göz yummuşlardır. Hangi inançlann insanlan erdemli kılacağını bildiklerini sanarak, bu inançlann dOğruluğıınu kanıtlamak için, çoğu kez safsatah yollara başvunnuşlardır. Ben kendi payıma, bu tür bir hem ahlak, hem de düşünce nedenleriyle karşıyım. AhUı.kça, mesleki yeteneğini doğruluğun tarafsız araştınnası dışında herhangi bir şey için kullanan bir filozof bir çeşit ihanetle suçludur. Araştınnadan önce filozof, doğru olsun yanlış olsun, birtakım inanç ların iyi davranışı geliştirecek türden olduğunu kabul ettiği zaman, feısefi düşünce alanını, felsefeyi sudan bir uğraşı durumuna getirecek ölçüde daraltmaktadır. filozof bütün önyargılan gözden geçinneye hazır olur. Doğrulu ğun araştınlmasına bilinçli ya da bHinçsiz, herhangi bir sınır konulduğunda, felsefe korkuyla felce uğrar ve -tehlikeli düşünceler-i dile getirenleri cezalandıracak bir hükümet sansürüne ortam hazırlar. o filozof kendi araştınnalan üstüne zaten böyle bir sansür koymuştur.
ı ız
98
ld yı
p tu
ku
Zihinsel bakımdan, yanlış ahlak düşüncelerinin felsefe üstündeki etkisi, olağanüstü bir ölçüde engellemesi olmuştur. Ben felsefenin, dinsel dogmaların doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu kanıtlayabileceğini ya da çürütebneceğini sanmıyorum. Ama PIaton'dan beri filozofların çoğu ölümsüzlük ve Tanrı'nın varlığı konusunda «kanıtlar» ortaya koymayı kendilerine iş edinmişlerdir. Kendilerinden öncekilerin kanıtlarında kusurlar bulmuşlar - St. Thomas, St. Anselm'in; Kant, Deseartes'ın kanıtlannı reddetmiş - ama kendileri yeni kanıtlar getirmişlerdir. Kanıtlannı geçerli gösterebilmek için mantığı yalanlamak, matematiği mistikleştirmek ve köklü önyargıları gökten inmiş &ezgiler diye satmak zorunda kalmışlardır. Bütün bunlar, mantık çözümlemesini felsefenin başlıca işi sayan filozoflar tarafından reddedilmiştir. Onlar, insan zt;lkasının insanlık için derin bir önem taşıyan pek çok soruya kesin karşılık bulamadığını açıkça itiraf ederler, fakat bilimden ve zekadan gizlenmiş doğrulan keşfedebi leceğimiz «daha yüksek» bir bilgi yoluı:un bulunduğuna inanmayı da kabul etmezler. Bu reddedişlerinin ödülünü. onlar için eskiden metafizik sisi altında saklanan çok soruya kesinlikle ve işin içine filozofun anlama arzusunun dışında, yaratılışından bir şey katmadan objektif yöntemlerle karşılık bulunabileceğini ortaya koyarak almışlardır. Sözgelimi, şu sorulara bakın: Sayı nedir Uzay ve zaman nedir? Zihin nedir, madde nedir? Bütün bu eski sorulara burada ve şimdi, kesin karşılıklar verebileceğimizi söyleAma şunu söylüyorum ki, tıpkı bilimde 'Jlduğu gibi doğruluğa, her yeni aşamanın, bir öncekinin reddedilmesiyle değil, onun düzeltilip geliştirilmesiyle ard arda yaklaşmalar bir yöntem bulunmuş tur. vl:l'U,?"U bağnazlıIrlarm batağında güçten biri de bilimsel doğruluktur. Bilimsel doğrulukla, inanç-
ı ız
99
larımızı gözlemlere ve insan için mümkün olduğu yerel ve mizaçtan taraf tutmalardan sıynlmış kişiselolmayan çıkanmıara dayandırma anlatmak istiyorum. Bu erdemin felsefeye direnmek ve onun verimli kılmacağı güçlü bir yöntemi bulmuş olmak, üyesi olduğum felsefe okulunun erdemleridir. Bu felsefe yönteminin uygulanmasıyle edinilen doğruluğu dikkatle araştınna alışkanlığı, bütün insan etkenlikleri alanına yayılabilir ve varolduğu her yerde bağ nazhğı azaltıp duygudaşlığı ve karşılıklı anlayış yeteneği ni artırabUir. Dogmatik özentilerinin bir bölümünden caymakla. felsefe bir hayat yolu önennekten ve esinlemekten
py
tu ku
aynlmama.ktadır.
ıld ı ız
100
«Limitations of Scientific Method,» Russell'ın «Bilimsel - The Scjentific Outlook.. (London: Allen and Unwin, 1931) adlı kitabının III'üncü bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle Avni Yakalıoğlu çevirisinden aktarıl maktadır: Bilimden Beklediğimiz (İstanbul: Varlık Yay., 1969), 2'nci bas., S. 69-80.
ku
SıNıRLıLıKLARı
tu
py
olduğumuz bilginin ya ayrı ayn olgubilglsi ya da bilimsel bilgidir. Tarih ve coğaynntllan bir bakıma bilimin kalır. Yani, bilim bunlan önceden kabul etmiştir. Bunlar, üzerine bilimin bir üstyapı olarak kurulduğu bir temel teşkil ederler. Bir pasaportta istenHen ad, doğum tarihi, büyükbabanın gözünün rengi vb. gibi şeyler, ı~ı"uıutauı~ olgulardır. Caesar'ın ya da geçmiş varlıklanna da yerin, güneşin ve gök cisimlelinin şimdiki varlıklanna da işlenmemiş olgu gözüyle bakılabilir. Yani, çoğumuz onlan olduklan gibi kabul ederiz. Ama sözcüğün tam anlamıyle, bunlar doğru olabilecek ya da olmayabilecek çıkanmIara dayanır. Tarih öğrenen bir çocuk, leon'un varlığına inanmayacak olsa, belki de cezalandınhr ve bu, bir pragmacı için öyle bir adamın varolmuş olduğu na yeter bir kanıt sayılır. Ama eğer çocuk pragmacı değil se; hocanın Napoleon'un varlığına inanması için bir neden bulunduğunu ve bu nedenin gerektiğini
ıld
ı ız
101
düşünür.
ıld py
tu ku
sanıyorum ki tarih hocaları arasında, Napoleon'un bir efsane olmadığına sağlam bir kanıt gösterebilecek olanlar pek azdır. Böyle kanıtlar yoktur demiyorum. Dediğim yalnızca, çoğu kimsenin onlann neler olduğunu bilmediği. Besbelli ki, kendi deneylerinizin dışında bir şeye inanacaksanız, ona inanmanız için bir neden olması gerekir. Nedeni, genelolarak' otoritedir. İlk seferinde, Cambridge'te laboratuvarlar kurulması önerildiğ! zaman, matematikçi Todhunter karşı çıkarak, deneylerin yapıldığını gönnelerinin gerekmediğini, çünkü sonuç lann doğruluğuna, hepsi de yüksek karakter sahibi ve birçoğu kilisesi rahibi olan hocaların kefil olabileceklerini ileri sünnüştü. Todlıunter, otoriteden gelen kanıtın yeteceği düşüncesindeydi. Ama biz hepimiz, otoritenin bir çok defalar yanılmış olduğunu biliriz. Evet çoğumuz, bilgimizin çoğunda. ister istemez otoriteye güveniriz. Ben, Ümit Burnu'nun varlığını otoriteye dayanarak kabul ederim. Coğ· rafya olgulannı hepimizin birer birer doğrulayamayacağı mız besbellidir. Yine de doğrulama fırsatlarının varolması ve vakit vakit doğrulama zorunluğunun da kabul edilmesi önemlidir. Tarihe geçelim: doğru ilerlerken gittikçe artan bir kuşku içinde kalırız. Phythagoras diye bir adam yaşamış mıdır? Belki. Romulus diye bir adam yaşamış mıydı? Galiba hayır. Romus diye bir adam dı? Hemen hemen kesin olarak, hayır. Fakat yaşamış olmasındaki bellilik ile Romulus'un yaşamış olması arasındaki belliliğin farkı, yalnızca bir derece farkından ibarettir. Biri de öteki de, doğrulamadan kabul edilemez, çünkü bunların hiç biri doğrudan doğruya elle tutulup gözle görülemez. Acaba güneş var mı? İnsanların çoğu, güneşin Napoleon için düşünülemeyecek bir anlamda, doğrudan doğruya gözlem alanımıza girdiğinisöyleyeceklerdir. Ama böyle
ı ız
102
py
tu
ku
uu..",,,"','" yanılmış olurlar. ise zaman içinde bizden uzaktır. ancak etkileri aracılığıyla biliriz. güneşi görüyonız derler. Ama. böyle d.emekle yaJnızca bir şeyin, aradak! doksan üç milyon millik uzaklığı aşarak retina, optik sinir ve beyin üzerinde bir etki yaptığını söylemek isterler. Bulunduğumuz yere ulaşan bu etki kesinlikle astronomların anladıkları anlamdaki güneşin aynı değildir. ten, böyle bir etki başka araçlarla da meydana getirilebilir: Teorik olarak, ergimiş metallerden yapılma sıcak bir küre, belli bir gözlemciye güneş gibi gözükecek biçimde asılabilir. Gözlemci üstündeki etkisinin, güneşin meydana. getirdiği etkiden ayrılamaması sağlanabilir. O halde güneş, doğrudan doğruya tanıdığımız gerçek parlaklık parçası değil, gördüğümüz şeylerden çıkardığımız bir sonuçtur. Veriletin gittikçe çıkarımlann ise gittikçe çoğaldığını gönnek, bilimin ilerlemesinin ayıncı niteliğidir. kendilerini felsefi dan başkalarında elbette ki büsbütün bilinçdışıdır. Ama bilinçsiz bir çıkarımın kesinlikle geçerli olması gerektiği sanıImamalıdır. Bebekler, aynanın öte yanında başka bir bebek var sanırlar. Bu vargıya, her ne kadar bir mantık süreciyle ulaşmamışlarsa da, sonuç yine de yanlıştır. Aslında ilk çocuklukta edinilmiş şartlı refleksler olan bilinçsiz vargılarımızın çoğu, mantıkça incelenmeye kalkışıhn ca pek kuşkulu bir hale girerler. Fizik, kendi gereksinmeleri dolayısıyle, bu geçerli olmayan önyargılardan bazıla rını hesaba katmak zorunda kalmıştır. Sıradan insan, maddeyi sağlam bir şey sayar. Fizikçi ise, hiçlik içinde çalkalanmakta olan bir olasılık dalgası olduğunu düşünür. Uzun sözün kısası, bir yerde bulunan madde, orada bir hayalet gönnemİz olasılığı olarak tanımlanır. Bununla birlikte, şimdilik bu metafizik kurgularla değil, bilim yönte-
ıld
ı ız
103
ıld py
tu
ku
minin onlara yol açmış olan özellikleriyle Bilim yönteminin sınırlılıkları, bu son yıllarda eskisinden daha çok belli olmuştur. Bunlar, bilimlerin en önde gideni olan fizikte bir hal almışlardır. Bu sımrlılık hrın şimdiye kadar, başka bilimler üstünde pek fazla etkisİ olmamıştır. Böyle olmakla birlikte, mademki her bilimin teorik amacı fiziğın içinde erimektir, fizik alanında açıkça görülen kuşkuları ve zorlukları genelolarak bilime uygularsak, yanlış bir yol tutmuş sayılmayız. Bilim yönteminin sınırlılıkları üç başlık altında. toplanabilir: 1) Tümevarımın geçerliğinden kuşkulanma. 2) Denenmiş olgulardan üstüne yapmamn zorluğu. 3) Denenmemiş üstüne çıkarım yapılabileceğini kabul ettikten sonra bile bu tür çıkarımın olağanüstü soyutlukta. bir niteliği olması zonınluğu ve bundan ötürü bayağı dil kullanıldığı vakit, veriyor gibi göründüğü bilgiden daha az bilgi vermesi olgusu. 1) Tümavarım. - Bütün tümevanmsal karntlar, en sonunda şu biçime indirgenmiş olurlar: «Bu doğruysa şu da doğrudur. Mademki şu doğrudur, öyleyse bu da doğrudur... Bu karnt, kuşkusuz biçimselolarak sakattır. Tutun ki şöyle diyorum' «Ekmek bir taş sa ve taşlar besleyiciyse, bu ekmek beni Madem ki bu ekmek beni hesliyor, öyleyse o bir taştır ve taşlar besleyicidir.» Böyle bir kamt ileri sürmüş olsaydım, kesinlikle benim deli olduğuma hükmedilirdi. benim bu kamtımla bütün bilim yasalarının dayalı olduğu kanıtlar arar sında bellibaşlı bir fark bulunmazdı. Bilimde her zaman: Mademki gözlemlenen olgular bazı yasalara uyuyor, aym alandaki başka olgular da aym yasalara uyacaklardır, düşüncesini öne süreriz. Biz bunu sonradan, daha büyük ya da daha küçük bir alanda doğrulayabiliriz. Asıl uygulamadaki önemi, henüz doğrulanmamış olduğu alanlardadır. Sözgelişi, statik yasalarını s~ısız hallerde doğrula-
ı ız
104
mış
bulunuyor ve onlan bir köprü kullanıyo ruz. Bu yasalar, köprünün yıkılmadığı görülünceye kadar göre doğrulanımş değildirler. Önemleri köprünün ayakta. duracağını önceden kestirmemize jmkan vermelerindedir: Bunun böyle olacağına. neden inandığımızı an· lamak kolaydır. Bu, yalnızca Pavlov'un şartlı reflekslerinin bir örneğidir. Böyle şartlı refleksler, bizlm geçmişte sık sık denediğimiz düzenlilikleri beklememize yol açar. Ama, eğer bir köprüyü trenle geçecekseniz, mühendisin onu niçin iyi bir köprü saydığını bilmek, size huzur vermez. Önemli olan, onun iyi bir köprü olmasıdır, bu da mühendisin gözlemlenmiş durumlardaki statik yasalarından, gözlemlenmemiş durumlara yaptığı tümevarımm geçerli ol-
ku
masına bağlıdır.
kötüsü şu ki, şimdiye kadar hiç kimse bu tür çı geçerli olduğımu varsaymak için bir esaslı sebep gösterememiştir. Hume, ikiyüz yıl kadar önce, aslmda daha başka birçok olduğıı gibi, tümevanm konusunda da kuşkusu olduğunu belirtmiştİ. Bunun üzerine, filozoflar fena halde alındılar ve Hume'a reddiyeler icat ettiler. Bunlar ise açıklıktan çok yoksun olduklan için anlaşılmadan kabul edildiler. filozoflar uzun bir süre anlaşılmadan kalmaya dikkat etmişlerdir. başka türlü Hume'a karşılık vermekte başanslZ olduklarını herkes fark edecekti. rumevarımm geçerli olduğu sonucuna. ulaştıracak bir metafizik uydurmak kolaydır. Bunu yapan da çok olmuştur. Ama biri metafiziklerine, hoş olmasından başka inandıracak bir neden gösterernemişlerdir. Diyelim, metafiziği kuşkusuz hoş bir şeydir. Kokteyller gibi, dünyayı keskin farklan olmayan bir birlik halinde görmemize, her yanını belirsiz bir biçimde güzel bulmaınıza imkan verir. Ama bilgiye ulaşma teknikleri arasma sokulmak için kokteyllerden fazla bir iddiası olamaz. Tümevanma inruımak için geçerli temeller karımıarın
py
tu
ıld
ı ız
105
de hiç birimiz tümevanına inanedemeyiz. Fakat teorik olarak, tümevanmın çözülmemiş bir mantık sorunu halinde kaldığı kabul edilmelidir. Bu kuşku, aslında bilgimizin bütününe dokunmakta olduğundan onu atlayıp geçebilir ve tümevanmsal yöntemin gerekli güvencelerle kabul edilmesini pragmatik olarak doğru sayabiliriz. 2) Denenmemiş olgular üstüne çıkarsamalar. Yukarıda belirttiğimiz sahiden denediğimiz şeyler, insanın doğallıkla varsayabileceğinden çok daha azdır. Sözgelişi, dostunuz Bay Jones'un yol boyunca yürümekte olduğunu gördüğünüzü söyleyebilirsiniz. Ama bu, söylemeye hakkınız olan şeyin çok Herisine gitmektir. Sizin gördüğünüz, duran bİr zemin üstünde ard arda geçen renk renk parçalandır. Bu parçalar, bir Pavlov şartlı refleksi aracı lığıyle zihninize -Jones» kelimesini getirirlre. Siz de Jones'u gördüğünüzü söylersiniz. Fakat pencerelerinden farklı açılar altında bakan başka kimseler, perspektif yasalan gereğince başka şeyler göreceklerdir. O halde eğer si Jones'u gönnekteyseler, ne kadar seyirci varsa o kadar da başka başka Jones'lar bulunması gerekir. Yok, eğer bir tek sahici Jones varsa, hiç kimse onu gördüğünden emin olamaz. Eğer fiziğin yaptığı açıklamayı bir an için gerçek kabul edersek, «Jones'u gönne» dediğimiz şeyi şun lara benzer terimlerle anlatacağız: «ışık quantum'lan» adı verilen ışık fırlatır, bunlardan bazılan Jones'un yüzünü, ellerini, elbiselerini meydana getiren belli bİr türden atomlann bulunduğu bölgeye vanrlar. Aslında bu atomlar var değildir, yalnızca mümkün oluşum lara işaret etmenin kestinne bir yolu olma Mevini görürler. Işık bazıları Jones'un atomlanna zaman, onlann iç ekonomilerini altüst ederler. Bu da Jones'un güneşten yanmasına ve D vitamini imal etmesine olur. Işık birkaçı da yansır mazlık
ku
py
tu
ıld
ı ız
106
ve
yansıyanların birazı sizİn
gözünüze girer. Orada (gözün çubuk ve koni cisimciklerini altüst eder; bunlar da kendi paylarına, optik sinir boyunca bir akım gönderirler. Bu akım, beyne varınca bİr olay meydana getirir. sizin «Jones'u görme» dediğiniz şey, bu Bu tanımdan anlaşılacağı üzere, Jones'un -Jones'u görme» ile ilişkisi, uzak, dolambaçlı bir nedensel bağlantı dır. Bu arada, Jones~un kendisi esrara bürünmüş olarak kalır. 0, akşam yemeğini yahut yatırdığı sermayenin nasıl gürultüye gittiğini ya da kaybettiği şemsiyeyİ düşün mektedir. Bu düşünceler Jones'tur, ama sizin gördüğünüz şey değildir. Jones'u görüyorsunuz demek; bir top, bahçenizdeki duvardan sıçrayıp size çarpınca, duvar size çarptı demekten daha yerinde bir söz değildir. bu iki durum biribirini yakından andmr. Demek ki, gördüğümüzü sandığımız şeyleri hiç bir zaman göremeyiz. Görmediğimiz halde gördüğümüzü sandı ğımız şeylerin varolduklarını düşünmemize herhangi bir neden var mıdır? Bilim her zaman ampirik olmakla ve doğrulanabilecek şeylere inanmakla övünür. halde kendi içinizde yer alan Jones'u görme dediğiniz olayları doğe rulayabilirsiniz, fakat Jones'un kendisini doğrulayamaz sınız. Jones'un sizinle konuşması dediğiniz sesleri işite Jones'un size çarpması dediğiniz dokunma duyumlarını alabilirsiniz. Son günlerde yıkanmamışsa burnunuza bir koku gelir, siz de bunun kaynağının Jones olduğunu varsayabilirsiniz. Bu kanıtlar, sizde derin bir izlenim bırakmışsa, kendisiyle sank{ telefonun öteki ucundaymış gibi konuşabilir ve "orada mısın?,. dersiniz, sonra da karşılık olarak onun şu sözlerini işitebilirsiniz: «Tabii, budala! Görmüyor musun beni?» Ama sız bütün bunlara, Jones'un orada kanıtlıyor gözüyle bakarsanız, o zaman anlatılmaya çalışılan şeyin can alacak noktasını kavramamış olursunuz. Sorun, Jones'un kendi duyumla-
retina'sını
döşeyen)
ku
py
tu
°
ıld
ı ız
107
rımızdan bazılarını
bir deste halinde bağlamaya yarayan, Fakat onların gerçekten bağlanınalannı gerektiren şey, ortak varsayımsal kaynakları değil, aralarındaki belli birtakım benzerlikler ve nedensel Hintllerdir. Bunlar, ortak hayali bile olsa, değişmeden kalırlar. Sinema perdesinde gördüğünüz adamın, perdeden ayrılır aynlmaz varolma. yacağını hep bilirsiniz. onun sahiden ve hiç kesintiye yaşamış bir aslı olduğunu da varsayarsınız. Peki bu varsayımı neye dayanarak yapıyorsunuz? Jones niçin sinema perdesinde gördüğünüz adam gibi olmasın? böyle bir fikir atarsanız Jones belki de size kıza cak, ama tersini kanıtlamaya gücü yetmeyecektir. Çünkü onun ne yaptığını gözlemleyemediğiniz anlarda. yaptığı şeylerin hiç bir maddi kanıtını veremeyecektir. Kendi denediklerinizden başka olaylar bulunup bulunmadığını kanıtlayacak bir yol var mıdır? Bu, hayli heyecan kadar önemli bir sorun olmakla birlikte, bugünün teorik fizikçisi onu önemsiz sayar. «Formüllerim- der, .duygularımı biribirlerine bağlayan nedensel yasaları bulmakla ilgilenmektedir. Bu nedensel yasaların anlatımında varsayımsal birimler kullanabilirim; ama bu birimlerin varsayımsal olmaktan öteye gidip gitmedikleri boş bir davadır, çünkü mümkün doğrulama alanının dışında kalırlar.» Teorik başı sıkışırsa fizikçilerin varolduklarını kabul edebilir, çünkü onların elde ettikleri sonuçlardan yararlanmak ister. Fizikçileri kabul edince, nezaket gereği, bilimlerin üyelerini de kabul etmeye kadar benzetme yoluyla, tıpkı kendi vücudunun onun düşüncelerine bağlı olması gibi, kendisininkilere benzeyen vücutlann da muhtemelen düşüncelere bağlı olduğunu kanıtlayacak bir muhakeme kurabilir. Bu kanıtın ne derece kuvvetli olduğu soruya açıktır. Ama kabul edilmiş olsa bile, bu kanıt güne-
elverişli
bir biribirlerine
varsayım olmasıdır.
tu
ku
py
ıld
ı ız
108
şin
bir cansız maddenin elbette sağlamaz. te, yalnızca varolduğunu kabul eden Berkeley'in durumuna düşmüş oluruz. Berkeley, bunları Tann'nın düşünceleri evreni ve cisimlerin sürekliliğini kurtarmıştı. Ama bu mantıklı bir düşünce canının öyle istediği bir ibaretti. Bununla birlikta, kendisi hem hem de İrlanda'h olduğu için, ona pek sert davranmamalıyız. şudur ki, bilimin büyük bir bölümü «hayvansal inanç» (anlmal faith) dediği şeyle Bu da, aslında şartlı refleks ilkesinin egemenliği altındaki düşünceden başka bir şey değildir. bu «hayvansal inanç," fizikçilerin maddeden yapılmış bir dünyaya inanmalarına imkan vanniştir. Onlar yavaş yavaş krallann tarihini okuyarak olan insanlar gibi hainleşmişlardir. Günümüzün fizikç:ileri artık maddeye inanmıyorlar. Böyle olmakla birlikte bu:, gerçekte gösteren bir dünyamız olmak şartıyle büyük bir kayıp değildir. Ne yazık ki, maddeden yapılmış olmayan bir dış dünyaya inanmamız için bu bilginler bir neden gösterememişlerdir. Sonın önemlidir. Bu, aslında yalın bir sorundur: Şartlar, bilinen bir olaylar dizisinden birtakım olayların olduğunu, olmakta olduğunu ya da olacağına çıkarmamıza olur mu? Ya da kesin olarak böyle bir yüksek bir olasılık derecesiyle, değilse yarıdan bir fazla bir olasılıkla yapamaz mıyız? Eğer bu sorunun karşılığı olumluysa, kendi denemediğimiz olaylara inanmakta haklı çıkabiliriz, nitekim böyle yapıyoruz. Ama karolumsuzsa, inançlarımızda hiç bır zaman haklı çı kamayız. bu sorunu, çıplak yalmlığı içinde gözönüne almamışlardır. Buna açık bir verildiğini de ya da böyle bir cevap verilinve
yıldızlann
ya da
varolduğu inancına varmamızı
py tu
ku
ıld
ı ız
109
ceye kadar, sorun çözülmemiş kalacak, bizim dış dünyaya inancımız da yalnızca hayvansal inançtan ibaret olacaktır.
py
tu ku
3) Soyutluluğu. yıldızlann ve genel olarak maddi dünyanın, imgelemimizin Cmuhayyilemizin) ürünleri ya da denklemlerimizin uygun bir katsayılar dizisi olmadıklan kabul edilse bile, bunlar hakkında söylenebilecek şey, son derece soyut gibi niyetlendikleri zaman kullandıklan dilden daha soyut - olacaktır. Fizikçilerin üzerinde işledikleri uzay bizim deneyimizle tanıdığımız uzay ve zaman GE:ze:genlE~rin yörüngeleri, büsbütün soyut nitelikUl;IUlU"" güneş sistemi haritalannda çizilmiş olan elipslere benzemez. Bizim görüp kavrayabileceğimiz ortaya çıkan komşuluk ilintHerini fiziksel dünyadaki cisimlere genellemek mümkündür. Ama fiziksel dünyada denenmekle bilinen başka ilintiler olup olmadığı belli değil dir. Bütün bildiğimiz - o da iyimser bir görüşle - fiziksel dünyada, bildiğimiz Hintilerdeki mantıksal nitelikleri taşıyan bazı HintHer bulunmasından ibarettir. Bu ortak nitelikler, onlan başka Hintilerden hayali olarak ayırt edenler değil, matematik diliyle anlatılabilenlerdir. bir plağıyla, çaldığı müzik parçası arasında ortak ne bulunduğunu ele alalım: Her ikisi de, soyut terimlerle anlatılabilen, bazı yapısal özelliklerde ortaktır. Ama duyumlanmıza apaçık olan hiç bir özelliği paylaşmazlaro Yapısal benzerliklerinden ötürü, biri ötekinin nedeni olabilir. Bunun gibi, duyumlanmızla tanıdığımız dünyanın yapısını paylaşmakta olan bir fiziksel dünya, her ne kadar yapıdan başka bir bakımdan ona benzemezse de, onun doğmasına neden olabilir. halde fiziksel dünya konusunda, olsa olsa plağı ile müzik parçasının ortaklaşa taşıdıklan özelliklere benzer şeyleri bilebiliriz. Onlan biribirlerinden ayıran özellikleri bilemeyiz. Gündelik
ıld
ı ız
110
py
tu
ku
dil, fiziğin gerçekten konuları anlatmaya hiç uygun değildir, çünkü her günkü hayatımızın kelimeleri yeterince soyut olamaz. Yalnız matematik ve matematiksel mantık, fizikçinin istediği kadar özlü konuşabilir. Fizikçi, sembollerini kelimelere çevirdiği zaman, ister istemez çok somut bir şey söyler ve okuyucularına düşünül mesi ve anlaşılması mümkün bir şeyin neşeli bir izlenimini verir ki, bu onun' gerçekte anlatmaya çalıştığı şeyden daha hoş ve gündelik hayata daha çok çoğu kimse hiç sevmez. Bence bu, soyutluğun zihinsel zorluğundan ileri geliyor. Ama bu nedeni belli etmek istemediklerinden, öyleleri bin türlü neden kat ederler. Her gerçek somuttur, soyutluklar yaparken asıl önemli noktayı dışanda bırakıyoruz, derler. Her soyutlama bozmadır, bir gerçeğin herhangi bir yönünü dışanda bırakır bırakmaz kendinizi onun arta kalan yönlerinden kanıtlar göstermek gibi bir yanılmaca tehlikesi karşısın da bırakmış olursunuz, derler. Böyle fikir yürütenler, gerçekte bilimle ilgili sorunlardan büsbütün başka sorunlara eğilmiş olurlar. estetik bakımdan soyutlama, bütünüyle aldatıcı olabilir. Gramafon plağı, estetik bakımdan hiç bir değer taşımaz, ama müzik parçası güzel olabilir. Fiziğin sunduğu soyut bilgi, diyelim, bir destan şairinin, yaratılışın tarihini yazarken isteyeceği imgesel esin bakımından doyurucu değildir. Tann'mn evrene bakıp da onun iyi olduğunu gördüğü zaman gördüğü· nü bilmek ister. Tann'nın görmüş olduğu çeşitli arasındaki Hintilerin soyut mantıklı özelliklerini vermekte olan formüller onu doyurmaz. Ama bilimsel düşünce böyle değildir. O, esas itibanyle kudret - düşüncedir (power - thoughtl. Yani amacı, bilinçli ya da olarak, sahibine kudret kazandırmak olan düşüncedir. Oysa kudret, nedensel bir kavramdır. Herhangi bİr belirli madde üstünde etkili olmak için o maddenin bağlı olduğu neden-
ıld
ı ız
111
py
tu
ku
sellik yasalarını kavramamız yeter. Bu da aslında soyut bir sorundur, uğraştığımız konuda gereksiz ayrıntılardan ne kadar çoğunu atabilirsek düşüncelerimiz o kadar kudret kazanır. Buna benzer örneklere ekonomi alanında da rastlanabilir. Çiftçi, çiftliğinin her köşesini bilir, buğday hakkında da somut bir bilgisi vardır. Ama az para kazanır. buğdayını tWlıyan demiryolu idaresi buğ dayı biraz daha soyut bir biçimde görür, fakat daha fazla para kazanır. Beri yanda, buğdaya salt soyut açıdan, fiya.tça. yükselip alçalabilen bir şeyolarak bakan borsa şim sarı, kendi payına somut kadar uzaktır, fakat ekonomi alanında bulunanların hepsinden fazla para. kazanır, de hepsinden üstündür. Bilimadamının aradığı kudret, borsada aranılandan çok uzak ve kişilikdışı olmasına rağmen, bilimde de durum böyledir. Modern fiziğin son derece soyut olması, zorlWltırır. Ama onu anlayabilenler dünyayı bir bütün olarak kavrarlar. ve mekanizmasından bir anlam Daha az soyut bir aracın bunları sağlamasına imkan bulunamazdı. Soyutlamaları kullanabilme kudreti, zekanın temel niteliğidir, soyutlama bilimin zihinsel zaferlerinin değeride o ölçüde artar.
ıld
ı ız
112
Bu yazı, Ulusal !Ayiklik cular Sodaty) Londra 1927 günü Battersea Town Hall'de düzenlediği bir toplantıda Russell tarafından verilen bir konferansın metrudir. İlkin o yıl C.A. Watts Yayınevince basılmış ve daha sonra Paul Edwards'ın, Russell'ın bu konudaki başka birtakım denemelerini de topladığı aynı adı taşıyan derlemesinde yeniden yayımlanmıştır: .. Neden Değilim? - Why i am not a. Christian- (London: Allen and Unwin, 1957). Burada, bazı düzeltmelerle Ender Gürol çevirisinden aktanlmaktadır ctstanbul: Varlık Yay., 1972), 2'nci bas., s. 5-28.
ku tu
NEDEN
gibi, bu geceki konuşkonu .. Neden değilim?.. adını taşıyor. İlkin sözünden ne anlaşıldığını be~irtmeye çalışmak belkt daha iyi olacak. Bugün, bu kelime çok kimse tarafından kullanılmaktadır. Bazıları hıristiyanı, yalnızca düzgün bir ha.yat sürmeye çalışan bir kimse olarak görüyor. Bu anlamda, sanınm, bütün dinlerde ve mezheplerde hıristiyan denecek kimselerin olması gerekecektir. Ama ben bunun, kelimenin asıl anlamı olduğu kanısında değilim, çünkü başka hiç bir neden olmasa bile, bu bütün budhistler, Konmüslümanlar herkesin düzgün bir hayat sürmeye çalışmadıkları anlamına gelir. Benim hıristiyandan anladığım, aklına estiği gibi dürüst yaşamaya çalışan bir kimse değildir. Kendinize hı ristiyan diyebilmeniz için önce belli bir ölçüde kesin inanele
söylediği.
py
size
m~ı:mda
alacağım
ıld
ı ız
F.: 8
113
cınız olması sanıyorum. Bu kelime, günümüzde St. Augustine ya da Aquinumlu St. Thomas'ın zamanında ki katıksız anlamı taşımamaktadır. O günlerde, biri ben hıristiyanım dediği zaman, ne demek istediği açıkça anlar şılırdl. Büyük bir kesinlikle tanımlanmış bir inançlar topluluğunu kabul ediyorsunuz demekti, bu inançların her bir noktasına bütün gönlünüzle inanıyorsunuz demektL
HlRİSTİYAN KİME DERLER? artık öyle değil. Bugün hıristiyanlıktan daha bir belirsiz olmak zorunda. Bununla birlikte, bence, bir kimsenin kendisine hıristiyan diye bilmesi için kesinlikle tutması gereken iki ayrı şart vardır. Bulardan biri dogmatik niteliktedir - Tanrı'ya ve ölümsüzlüğe inanmanız gerekir. Bu iki şeye inanmıyorsanız, kendinize doğru olarak hıristiyan diyebileceğinizi sanmıyo rum. Sonra, adı üstünde i hıristiyanlık, eHristos'un dini» demektir; eskiden «İseviIik» de denirdil, İsa konusunda da bazı şeylere inanmanız gerekir. Sözgelişi, müslümanlar da Tanrı'ya ve ölümsüzlüğe inanıyorlar, ama kendilerine hı ristiyan demiyorlar. olmazsa Tanrı değilse bile, insanların en iyisi ve en bilgesi olduğuna inanmak zorundasınız. Buna da inanmazsanız, kendinize hıristiyan demeye sanrnam ki hakkınız olsun. Tabii ki, almanaklarda ve coğrafya kitaplarında bu sözcüğün ayrı bir anlamı vardır; bu gibi kaynaklarda dünyanın nüfusu hıristiyanlar. müslümanlar, budhistler, putataparlar vb. olarak ayrıl maktadır. Bu anlamda hepimiz hıristiyaruz. Coğrafya kitapları hepimizi bu kategori içine koyar, ama bu yalnızca coğrafya ile ilgili bir anlamda olduğu için gözönüne almayabiliriz, sanırım. Bu yüzden, ben sizlere hıristiyan değilim derken, iki noktaya bakmamız gerekiyor: Birincisi Tanrı'ya ve ölümsüzlüğe niçin inanmadığım; ikincisiyse, her
anladığımız
ld yı up
t ku
ı ız
114
ne kadar ahlakça büyük bir iyiliğe erişmiş sayıyor sam da, onu niçin insanların en iyisi ve en bilgesi olarak tammadığım.
Tanrı'ya
çabaları
olmasaydı,
-
inanmayanların başarılı
birtabu kadar esnek bir tammını yapamazdım. Demin de söylediğim gibi, bu kelime eskiden çok daha kesin bir anlam taşıyordu. Sözgelişi, cehenneme inanmayı içeriyordu. Yakın zamanlara kadar sonsuz cehenneme inanç, hıristiyan inancımn temel bir öğesiydi. bildiğiniz gibi, Damşma Kurulu'nun (Privy Counem bir kararıyle temel niteliğinden çıkmıştır. Canterbury Başpiskoposuyla, York Başpiskoposu bu kararı kabul etmemişlerdir. Ama dinimiz Parlamento kararlarıyle düzenlenmektedir. Bu bakımdan Damşma Kurulu, Başpiskopos hazretlerine kulak asmadan, cehennem kavramını hıristiyan için gereksiz kılmıştır. Bundan ötürü, hıristiyanın cehenneme inanması gerektiği üstünde durmayacağım. kım
hıristiyanlığın
tu
ku
py
TANRı'NıN
ıld
sız,
ı ız
TANRI'mn varlığı konusu büyük ve ciddi bir sonın dur. Bunu doğru dürüst ele alabilmem için, İsa Yeniden kadar sizleri burada tutma m gerekir. Onun için, oldukça kısa bir özetini yaparsam beni bağışlayacağınızı umarım. Katolik kilisesinin, Tanrı'mn varlığının yardım akılla doğrulanabileceği dogmasını koymuş olduğunu
bilirsiniz. Bu oldukça garip bir dogmadır, ama onların dogmalarından biridir. Bunu koymalarımn nedeni, bir zamanlar özgür - düşünürlerin (dinsizlerinl, Tanrı'nın varlı ğına karşı aklın ileri falan ve falan kamtlar olduğunu, ama Tanrı'mn varlığım inançlarıyle kavradık Jarım söyleme alışkanlığını edinmiş Kanıtlar ve nedenler uzun uzun ortaya
115
bunlara bir son verilmesi zorunluğunu duymuştu. Bu yüz.den. Tanrı'nın varlığının yardımsız akılla tek doğ rulanabilir olduğunu söylemişler, bunu doğnılamak için kanıt diye bazı şeyler ileri sürmüşlerdir. Tabii bu kanıtlar ama ben yalnızca birkaç tanesini ele alacağım. iLK NEDEN KANıTı HER HALDE en yalın ve anlaşılması ı;ın kolayolanı, Neden kanıtıdır. (Buna göre, bu dünyada gördüğümüz her şeyin bir nedeni vardır; ama bu nedenler zincirinde gittikçe geriye gidecek olursanız İlk Neden'e vanrsınız ve bu İlk Neden'e de Tann adını verirsiniz,) sanıyorum ki bu kanıt, günümüzde artık büyük bir önem taşımamak tadır. bir kere neden dediğimiz şey. eski nedenden anlaşılan şey değildir. Filozoflar ve bilimadamlan nedensellik üstünde Ama bugün bu. eskisi gibi önem taşımamaktadır. Aynca, İlk Neden kanıtının geçerli olmadığını da görebilirsiniz. Ben gençken ve bu sorunlar üstünde ciddi olarak kafamı yorarken uzun bir süre tık Neden kanıtını benimsemiştim. Sonunda bir gün on sekiz John Stuart Mill'in kendi hayat hikayesini okudum. Orada şu cümleyle karşılaştım: «Babam bana, 'Beni kim yarattı?' sorusunun mayacağını öğretti. çünkü bu soru hemen başka bir soruya yol açıyordu: 'Tanrıyı kim sorusuna.» Bu yalın cümle, bana da İlk Neden kanıtının gösterdi. Hala böyle düşünüyorum. Her şeyin bir nedeni olması gerekirse, Tanrı'nın da bir nedeni olmak gerekir. :r-;edensiz herhangi bir şey olabilirse bu. Tann gibi, dünyanın kendi de olabilir. Böylece bu kanıtın geçerli yanı kalmaz. Bu kanıt Hindulann görüşüne benzer. Onlara göre dünya bir fil üstünde dunnaktadır. filse bir kaplumİlk
py
tu
ku
ıld
ı ız
116
baganm. .Peki, ya diye sorulunca, Hintli: .Konuyu nasılolur?» diye karşılık verir. tık Neden kanıtı gerçekten, göründüğünden daha durumda Dünyanın nedensiz olarak meydana gelmemesi için hiç bir sebep yoktur. Aynı şekilde, ezelden beri varolmuş da olabilir. Dünyanın niçin bir başlangıcı olması gereksin? Nesnelerin bir başlangıcı olması fikri. hayal gücümüzün olsa gerek. Bu yüzden, Lık Neden kanıtı üstünde daha çok dunnayabilirim. YASASı KANıTı
ku
py
tu
yasasından da, sık sık görülen bir kanıt Bu kanıt, bütün on sekizinci yüzyıl süresince, özellikle de Sir lsaac Newton'un etkisi altında, gözde bir düşünceydi. gezegenlerin güneş çekim yasasına göre döndüğünü gözlemlemişlerdi ve düşün müşlerdi ki, Tanrı onlara bu şekilde dönmelerini buyur, duğu için gezegenler böyle dönmek zorundadır. Bu, elbette ki, onları, çekim yasasını açıklamaktan kurtaracak uygun ve yalın bir açıklamaydı. Günümüzde çekim yasasını, Einstein'ın bulmuş olduğunu, oldukça karmaşık bir biçimde açıklıyoruz. Sizlere Einstein'ın çekim yasasını nasıl yorumladığı üstüne ders verecek değilim, o da epey zaman alır. Bilinmesi gereken şu var ki, günümüzde artık Newton'un sistemindeki yasası geçerli değiL. Newton'un sisteminde hiç kimsenin anlayamayacağı bir nedenden dolayı, doğa tekbiçimU olarak hareket ediyordu. Doğa yasalan sandığımız birçok şeyin, bugün aslında insanın uylaşımlan (conventions) olduğunu görüyoruz. Yıl dızlar uzayının en uzak derinliklerinde bile, bir yardanın üç ayak (bir metrenin yüz santim) olduğunu biliyorsunuz. Bu elbette ki ilginç bir olgu, ama buna doğa yasası diyemezsiniz. Doğa yasaları diye bakılan şey de bu türmaktadır.
ıld
ı ız
117
py
tu
ku
dendir. Öte yandan, atomların nasıl hareket ettiklerini görecek olursanız, tnsanların sandığının tersine, bu atomlar doğa yasasına pek az boyun eğmektedir. Bizim ulaştığımız yasalar, rastlantısalolabilecek, istatistik birtakım ortalamalardır. biliriz ki, bir zar attığımızda, düşeş (altı - altı) gelmesi için otuz altı atışta bir olasılık vardır. Buna zann herhangi, bir amaçla ayarlanmasının kanıtı olarak bakmıyoruz. Tersine, her atışımızda düşeş gelecek olsaydı, o zaman bunun ardında bir amaç olduğuna inanırdık. Doğa yasalarımn çoğu bu durumdadır. Yani, rastlantı yasalarından çıkan istatistik ortalamalardır. Bu da doğa yasası konusunu eskisinden çok daha az etkileyici yapmaktadır. Yarın olan bilimin geçici durumu bir yana, doğa yasalarının bir yasa - koyucuyu gerektirdiği fikri, doğa ve insan yasalan arasındaki bir karışıklıktan doğmuştur. İnsan yasaları, size belli bir biçimde davranmanızı sizin de uyabileceğiniz ya da uymayabileceğiniz buyruklardır. Doğa yasaları ise, nesnelerin aslında nasıl hareket ettiklerini anlatır, gerçekte nesnelerin nasıl davrandıklarımn salt bir gözlemi olduğu için de, onlara bu davranmalannı söyleyen bir kimse olması gerektiğini ileri süremezsiniz. çünkü böyle bile olsa, o zaman karşınıza şu soru çıkar: «Tanrı niçin filan doğa yasasım çıkardı da, başka yasalar Tanrı'nın bunu salt kendi cam öyle yapmış olduğunu, herhangi, bir nedene dayanmadığım söylerseniz, o zaman yasaya uymayan bir şeyin varolduğunu düşünecek· siniz, böylece doğa yasası diziniz bozulmuş olacaktır. Koyu dinciler gibi, Tanrı'nın filan yasayı koyup falan yasayı koymamasında bir hikmet vardır derseniz - hikmet dedi· ğiniz neden, tabii ki, siz ona bu gözle bakmayı düşünmez siniz, ama en iyi evreni yaratmak olacaktır, - Tanrı'nın koyduğu yasalarda bir neden Olsaydı: o zaman Tanrı'nın kendisinin de yasaya uyması gerekirdi, denebilir. Bu ba-
ıld
ı ız
llS
kımdan
Tanrı'yı araya sokarak bir yarar elde olmuyorsunuz. Tannsal buyrukların dışında ve ondan önce bir yasa var, demektir. Tann sizin amacınıza hizmet etmemektedir, çünkü kendisi sonu! (nihai) yasa-koyucu değildir. Kısacası, bu doğa yasası kanıtının eski gücü artık kalmamıştır. Kanıtları gözden geçirirken zaman içinde yolculuğumu sürdürüyorum. Tanrı'nın varlığını onaylamak için ileri sürülen kanıtlar zaman geçtikçe niteliklerini değiştirmektedirler. İlkin kesin birtakım yanlışlar taşıyan, sert zihinsel kanıtlar vardı. Modern çağlara gelince bunlar fikren daha az saygıdeğer hale geldiler ve gitgide daha çok ahlAkçı bir belirsizliğe büründüler. etmiş
t ku KANıTı
atacağım ız sonraki adım, bizi amacın getiriyor. Hepiniz am.açtan çıkarılan kanıtı bilirsiniz: Dünyadaki her şey bizim yaşayabilmemiz için yapılmıştır, dünyada ufacık bir değişiklik olsa yaşayamazdık. Amaç kanıtı işte budur. Bazen garip bir biçime de bürünür: Sözgelişi, tavşanların beyaz kuyruğu olması, daha iyi Cnişan alınıp) vurulabilsinler diyedir. Tavşanların bu konuda neler düşüneceğini kestiremiyorum. Bu, kolaylıkla alaya alınabilecek bir kanıttır. Voltaire'in; burun, gözlük takılabilsin diye yaratılmıştır, sözünü hepiniz bilirsiniz. Ne var ki, bu çeşit alaylar artık on sekizinci yüzyıldaki kadar gülünç değildir. Çünkü Darwin'den beri canlı yaratıkların, ortamlarına niçin uyduğunu daha iyi anlamış bulunuyoruz. Ortamları onlara değil, kendileri ortama uyabilecek biçimde oluşmuşlardır, ortama uymanın temeli de budur. Bunda ise, herhangi bir amacın olduğunu gösterecek bir yan yoktur. kanıtına yakından bakacak olursanız, milyonlarca yıldır bu dünyanın (kadir-İ mut-
ld yı up
BU
kanıtına
ı ız
119
py
tu
ku
la.kl bir güç tarafından içindeki her şeyle, bütün kusurlanyle birlikte yaratılabilecek şeylerin en iyisi olduğuna inanıldığını görmek insanı hayretlere düşüruyor. Ben gerçekten bir türlü buna inanamıyorum. Sizlere dünyayı mükemmelleştirmek için herşeyi - yapabilme ve herşeyi - bilme (Alim-i mutlaklık) nitelikleriyle milyonlarca yıl zaman verilseydi, Ku-Klux-Klan ya da faşistlerden daha iyi bir şey yaratamayacağınızı sanır mısınız? bilimin olağan yasalarını kabul edecek olursanız, gezegenimiz üstündeki hayatın ve insan hayatının ergeç sönüp gideceğini de düşünmeniz gerekir. belli bir aşamasında protoplazmaya uygun bir ısı derecesi ve Oarılar oluyor, bütün güneş sisteminin hayatında kısa bir ömür ortaya çıkıyor. Yeryüzünün geleceğini ayda görmek mümkün: soğuk ve cansız bir şey. Bu göruşün insanın içini sıktığını BMılan size, insanın hep yaşamaya devam edeceğine olan inancının kaybolması halinde yaşayamayacağını söylerler. İnanmayın; bunların saçmadır. kimse, bundan milyonlarca yıl sonra neler olacağını gerçekten umursamaz. Bunu dert edindiklerini sansalar bile, yalnızca kendilerini aldatırlar, o kadar. Onlar daha çok bu dünyayla ilgili nedenler yüzünden ya da sindirim bozukluğundan kaygılan maktadırlar. Ama bu dünyanın başına bundan milyonlarca yıl sonra gelebilecek bir şeye hiç kimsenin cidden aldırdığı yoktur. Bu yüzden, hayatın gideceği görüşü her ne kadar karanlık bir düşünce ise de - insanların kendi hayatlarını kullanış biçimlerini gördükçe bir avuntu duyuyor gibiyim. Ama yine de böyle diyebiliriz, sanınm - bu göruş, hayatı çekilmez hale getirecek bir şey değildir. Yalnızca dikkatinizi başka şeylere yöneltecektir.
ıld
ı ız
TANRı'NıN
.nw..,.......;u KONUSUNDA AHLAKSAL
KANıTLAR başka
120
bir
aşamaya
geçiyoruz. Ben bu
aşama.·
ı ız ld yı
p tu
ku
yı Tanrı'nın varlığına inananlann savunmalarında fikir düzeyi bakımından bir düşme olarak görüyorum. Böylelikle, Tann'nın varlığını onaylamak için ahlaksal kanıtlar denilen şeye gelmiş oluyoruz. Besbelli, hepiniz bilirstniz, eskiden Tann'nın varlığını onaylamakta kullanılan üç zihinsel kanıt vardı. Kant, Salt Aklın Eleştirisi adlı kitabın da bunlann üçünü de ortadan kaldınnıştır. Ama onlan çürütür çürütmez, kendisi yeni bir kanıt ortaya çıkarmış tır. Bu, ahlaksal kanıttır. Kant'ın kendisi buna bütünüyle O da herkes gibiydi, zihinsel sorunlarda kuş kucu dınranıyordu, ama ahlı\ksal konularda annesinin dizinin dibinde öğrendiği ilkelere kayıtsız şartsız inanıyor du. Bu durum, ısrarla üstünde durduklan şeyin, ilk çağrışımlarımızın sonrakilerden aJ.abildiğine daha !ıÜçlü olarak karşımıza çıktığının canlı bir örneği dir. Kıı.nt, dediğim gibi, Tanrı'nın varlığmı onaylamak için yeni bir ahlAksal kanıt icat etmiştir. Bu kanıt on dokuzuncu yüzyıl boyunca tutulmuştur. Türlü biçimlere girmiştir. Bu biçimlerden biri, Tann varalmadıkça doğru ya da yanlış hareket diye bir şey olamayacağıydı. anda, iyilikle kötülük arasında bir ayrılık olup olmadığı konusunu tartışmıyorum, bu ayrı bir sorundur. Burada beni ilgilendiren ,şey, iyilikle kötülük arasında bir aynlık olduğundan kesinlikle eminseniz, bu ayrılığın size göre, Tanrı'nın buyruğundan ileri gelip gelmediği. Eğer, Tann'nın buyruğundan ileri geliyorsa, o halde Tanrı'nın kendisi için iyilikle kötülük arasında bir aynIık yoktur, bu bakımdan Tanrı iyidir demenin anlamı kalmamaktadır. Dinbilimcilerin dediği gibi, Tann'nın iyi olduğunu söylerseniz, o za.man iyilikle kötülüğün Tanrı'nın buyruğuna bağlı olmayan bir anlamı olması gerekir, Tann'nın buyruklan Onun buyunnasından bağımsız olarak kötü iyidir. Böyle diyecek olursanız, iyilikle kötülüğün yalnızca
121
Tanrı tarafından yaratılmadığını, öz bakımından mantık ça Tanrı'dan önce olduğunu kabul etmeniz gerekecektir. Tabii isterseniz, bu dünyayı yaratan Tanrı'ya emir veren başka bir üstün tanrısal varlık olduğunu söyleyebilirsiniz ya da - sık sık bana mümkün göründüğü üzere - bazı gnostiklerin düşündüğü gibi, bu dünyayı, Tanrı'nın bakmadığı bir sırada şeytan yaratmıştır diyen görüşe katıla bilirsiniz. Bu görüşten yana söylenebilecek pek çok şey var, ben de bunları çüı:iitmeye kalkışacak değilim.
ADALETiN YERİNE GETİRİLMESİ
ku
KANıTı
tu
PEK TUHAF bir başka ahıa.ksal kanıt da şudur: Dediklerine göre, dünyaya adalet getirilmesİ için Tanrı'nın varlığı şarttır. Evrenin bildiğimiz bu yanında büyük adaletsizlik vardır. zaman iyi acı çeker, kötü güzel yaşar. Bunlardan hangisinin daha kızdmcı olduğunu söylemek kolay değildir. Ama bir bütün olarak evrende adaletin kurulması gerekiyorsa bu, yeryüzündeki hayata denge teşkil etmesi için, gelecek bir hayatın varlığını kabul etmek gerekir. Bu yüzden, demektedirler ki, bir Tanrı olmalıdır ve eninde sonunda adaletin sağlanabilmesi için cennet ve cehennem de olmalıdır. Bu pek tuhaf bir kanıttır. bilimsel bir gözle bakacak olsanız, şöyle derdiniz : "Ne de olsa bütün bildiğim dünya bu. Evrenin geri kalan bölümünden bir şey bildiğim yok, ama insanlar olasılık açısından düşüneceklerse, bu dünyanın iyi bir örnek olduğu, burada adaletsizlik varsa, başka yerlerde de olmasının büyük bir olasılık taşıdığı söylenebilir.» Bir portakal sandığını açtınız diyelim, üst sıradaki bütün portakalların kötü olduğunu gördünüz, -altındakiler iyi olmalı ki denge teşkil etsin» demezsiniz. «Herhalde hepsi de kötü. dersiniz. Bilimci bir göz de evren için böyle düşüne-
py
ıld
ı ız
122
cok ve
şöyle
diyecektir: «Bu dünyada pek çok adaletsizlik görüyoruz, bu (genellemel geçerli olduğu ölçüde dünyayı adaletin yönetmediği söylenebilir ve böylece, geçerli olduğu ölçüde bu tanrısal varlığın lehine değil, aleyhine bir ahlaksal kanıt olmaktadır.» insanları sizlere anlatmaya çalıştığım bu çeşit zihinsel kanıtla rın harekete getirmediğini tabii biliyorum. İnsanları Tanrı'ya inanmaya götüren şey hiç bir zihin kanıtı değildir. çoğunun Tanrı'ya inanması küçük yaştan öyle öğretildiği içindir, başlıca neden budur. Sonra, ikinci en güçlü nedenin de güvenlik duygusu olduğunu sanıyorum. Size bakacak, sizi koruyacak kuvvetli bir ağabeyiniz olmasım istersiniz. Bu, insanların Tanİnanmaya isteklerini etkileyen en derin etkenlerden biridir. olduğunu
ku
ld yı
p tu
ı ız
DE, Akılcılar tarafından yeterince ele alınma bir konu üstünde birkaç söz söylemek istiyorum. Bu; insanların en iyisi ve en bilgesi olup olmadığı sorunudur. Genellikle, böyle olduğunu hepimizİn daha başından kabul etmemiz gerektiği sanılıyor. Ama ben, İsa'nın böyle olduğunu sanmıyorum. Hıristiyan geçinenlerden belki de bir hayli daha çok anlaştığım nokta vardır. Yolun sonuna kadar onunla birlikte gidip gidemeyeceğimi bilmiyorum. Ama onun yanında hıristiyan geçinenlerin çoğundan daha uzun yol alabilirim. Hatırlarsınız; «Kötüye karşı direnmeyin, sağ yanağınıza vururlarsa sol yanağınızı da çevirin,» demişti. Bu yeni bir ahlAk kuralı ya da ilke değildir. İsa'dan altı yüzyıl önce Lao-Tze ve Budba tarafından söylenmiş, ama hıristiyanlarca gerçekten benimsenmemiştir. 0925'te Baldwinl çok samimi bir hıristiyan olduğundan mış
123
yok. Ancak, aranızdan hiç birine, gidip de onun sağ yanağına tokat atmasını tavsiye etmem. sanıyoruın ki Başbakanın, bu metnin mecazi anlamda söylendiği kanı sında olduğunu keşfedebilirsiniz.
Üstün değer verdiğim bir başka nokta daha var. Halsa şöyle demişti: ki, siz de yargılanmayasınız." Bunun, hıristiyan ülkelerin mahkemelerinde gözde bir ilke olacağını sanmıyorum. Ömrum ca, gayet ciddi birçok hıristiyan yargıç tanıdım. Ama davranışlarında hıristiyanlık ilkelerine aykın düştüğünü sananı hiç görmedim. Sonra lsa yine der ki: .Senden isteyene ver, borç isteyeni geri çevirme.,. Bu da pek iyi bir ilkedir. burada siyaset tartışılmaya.cağına Yine de ben şu gözlemimi &kta,nnadan edemeyeceğim: Son genel seçimlerde genel tartışma konusu, senden borç isteyeni geri çevirmenin ne kadar doğ ru bir şeyolduğıı noktasındaydı. Bu bakımdan ülkemizdeki liberallerin ve muhafazakarlann, İsa'nın söyledikleriyle uyuşmadığını düşümnemiz gerekiyor. bu örnekte, ödünç isteyenlere gayet kararlı olarak sırt çevirmişlerdi. İsa'nın büyük anlam taşıyan bir özdeyişi daha vardır, ama hıristiyan dostlarımız onu nedense pek tutmazlar. İsa der ki, .Mükemmel olmak istiyorsan, neyin var neyin yoksa git sat, yoksullara ver." Bu çok üstün bir özdeyiştir, ama. söylediğim gibi pek uygulandığı yoktur. Bütün bunların, uygulanmaları güç olmakla birlikte, iyi özdeyişler olduğunu sanıyorum. Ben kendim de uyguladığı mı söylemiyorum, ama bir hıristiyanın bunlara uymamasıyle benim uymamam arasında ne de olsa bir fark var. tırlarsınız,
ıld py
tu
ku
ı ız
KUSURLAR BU sonra, şimdi de öyle
124
mükemmelliğini birtakım
kabul ettikten noktalara geliyorum ki, bun-
ku
lar bakımından en üstün tasvir edildiği haliyle değilim. Burada tarihsel bir sorunla ilgili değilim. Tarihsel bakımdan İsa'nın yaqamış olup olmadığı bir hayli belirsizdlr. Yaqamış olsa bile hayatı konusunda hiç bir şey bilmiyoruz, onun için pek güç olan tarihsel sorunla ilgilenmiyorum. İncillerdeki ele alıyorum, İncilleri olduğu gibi inceleyecek olursak İsa'da pek bilgece olmayan birtakım şeyler buluyoruz. Bir kere, kendi kesin inancına göre, İsa'nın ikinci gelişi, o sırada yaqayan herkesin ölümünden önce olacaktı. Haşmetle bulutlar arasından inecekti. Bunu doğrulayacak birçok metin vardır. şöyle der: .. İnsanın Oğlu gelmedikçe, İsrail'in şehirlerine gitmeyeceksiniz... Sonra şöyle der: «İnsanın Oğlu, ülkesine varıncaya kadar ölümü tatmayacak olanlar var aranızda .. ; ikinci gelişinin o sırada yaqayan1ann ömür süresi içinde geleceğine inandığını gösteren daha birçok yerler vardır. ilk izleyicilerinin ir,ancı da, ahlak öğretisinin önemli bir bölümünün temeli de buydu. İsa'nın .. Yannı düşünmeyin .. gibi sözler söylemesi, ikinci gelişin çok yakında olduğunu ve dünya işlerinin büyük bir önemi Qlmadığını sandığı içindi. İkinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyen birkaç hıristiyan tanıdım. Bir köy papazı vardı, cemaaUni ikinci gelişin pek yakın olduğunu söyleyerek korkutuyordu. Ama papazın, bahçesine ağaç diktiğini göıüm.:e, halkın içi bayağı rahatlanııştı. İlk hıristiyanlar buna gerçekten inanıyor ve ağaç dikmekten çekiniyorlardı. İsa'nın ikinci gelişinin pek yakın olduğu kı:ı.ımındaydılar. Bu bakımdan, İsa'nın baqka bilıı:p. kişiler kac'ar bilgelik göstermediği, en üstün bilge olma-
ı ız ld yı
p tu
dığı açıktır.
AHLAKSAL SORUN ahlak sorunlarınf\ geliyoruz. Bence İsa'nın konusunda pek ciddi bir kusur vardır. O
125
py
tu ku
da cehenneme inanmasıdır, tam anlamıyle insan olan birinin, sonsuz cezaya i:;;;.ınabileceğini sannuyorum, İncillerde anlatıldığ'ına göre sonsuz cezaya inanıyordu. Onda, vaazlarına kulak vermeyen kimselere karşı kinli bir öfke görülmektedir. Bu, vaizlerde sık rastlanan bir davranış olmakla birlikte, en üstün mükemmelliğe uymaz. Sözgelişi, Sokrates'te bu davranışı bulamazsınız. Kendi sözlerini dinlemeyen kimselere pek kibar ve uygarea davrandığını görürsünüz. Bence bilge bir kimseye, kinle karışık bir öfkeye kapılmaktansa böyle davranmak daha çok yakışır. Sokrates'in ölürken söylediklenni hatırlarsınız, genelolarak kendisiyle anlaşmayan kimselere karşı davranışını da unutmamışsınızdır. İncillerde ise İsa'nın şöyle dediğini bilirsiniz: «Ey siz sürüngenler, engerek yılanları soyu, cehennemin lanetinden nasıl kurtulacaksınız?» öğretisini kimselere böyle seslenmişti. Bunun iyi bir davranış olduğunu sanmıyorum, Sonra, cehennem konusunda daha birçok şey söylemiştir. Kutsal Ruh'a karşı işlenen günah hakkında, da, hepinizin bildiği bir meUn vardır: .Kutsal Ruha. karşı söz söyleyenler, ne bu dünyada tır ne de ötekinde,,, Bu metin, dünyada anlatılamayacak kadar çok felakete yol açmıştır. her çeşit insan Kutsal Ruh'a karşı günah. işlediğini sanmış ve bu dünyada da gelecek dünyada da affolunmayacağını düşünmüştür. doğru bir incelik olan kimse, dünyaya bu türlü korku ve dehşet salmazdı sanınm. Sonra İsa der ki: «İnsanın Oğlu, meleklenni gönderecek, onlar da ülkesinden suç işleyenleri, kötülük edenleri toplayıp bir ateş fınnına atacaklardır, orada inlerneler ve diş gıcırdatmaları duyulacaktır.» Bu inlerne ve diş gıcır datma üzennde daha bir süre konuşmaya devam etmektedir. Ard arda her satırda aynı şey tekrarlanmaktadır. le ki okuyucuda İsa bu inleyip sızlamadan zevk alıyormuş
ıld
ı ız
126
ku
gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Yoksa bu kadar çok üzerinde durmazdl. Sonra, koyunlarla keçiler hakkında ne dediğini hatırlarsınız: İkinci gelişinde koyunlarla keçileri biribirlerinden ayınrken keçilere şöyle diyecektir: "Gidin benden, siz ey lanetliler, sonsuz ateşe girin." Devam eder, "Ve bunlar sonsuz ateşe gireceklerdir." da ekler: "Eliniz suç işlerse, onu kesip atın; solucanın ölmediği ve ateşin hiç bir zaman dinmeyecek ateşe iki elle girmektense, hayatta sakat kalmak yeğdir." Bunu tekrar tekrar söylemektedir. Cehennem ateşinin günahın cezası olduğu bütün bu öğretiyi, benim bir zulüm öğretisi saydığımı belirtmeHyim. Bu, dünyaya zalimlik getirmiş ve kuşaklar boyunca zalim işkencelere sebep olmuş bir öğ retidir. İsa'nın yaptıklarını yazıya dökenler, İncillerde gösterdiği gibi ele alınırsa, kuşkusuz, bundan kısmen de kendisinin sorumlu olduğu görülür. Daha az önemli olmakla birlikte başka şeyler de vardır. Gadarene domuzları alayında, domuzların içine şeytan sokup da, bayır aşağı denize doğru sürmek pek merhametlice bir davranış olmasa gerek. Unutmayın ki, herşeyi - yapabilirdi (kadir-i mutlaktı), isteseydi şeytanları kovabUirdi, oysa onları domuzların içine gönderdi. Sonra, beni hep şaşırtmış olan şu acayip incir ağacı vardır. İncir ağacının başına gelenleri hatırlayacaksınız. "Karnı açtı, uzaktan bir incir ağacı gördü, üstünde meyva bulurum umuduyla yaklaştı; yanına vardığında yapraktan başka bir şey göremedi, çünkü incir zamanı daha gelmemişti. Ve İsa karşılık verdi ve ona dedi: 'Hiç bir insan bundan böyle senden meyva yemeyecek,' ,.. ve Petrus ... ona dedi: 'Efendimiz, bakın! lanetlediğiniz incir ağacı kuruyuverdi." Bu pak tuhaf bir hikayedir, meyve zamanı olmadığı için incir ağacında suç bulmak acayip şey. Bilgelik konusunda da, erdem konusunda da, İsa'nın tarihteki bazı kişilerin düzeyine ulaştığını sanmıyorum. Bu bakımdan, ben Sokrates'le daha yüksek düzeyde görürüm.
ld yı
p tu
ı ız
127
py tu ku
DUYGU ÖNCE DE söylediğim gibi, insanlann dini kabul etmelerinin gerçek nedeninin akılla ilgisi yoktur. Din, duygu yoluyla benimsenmektedir. çoğu zaman, dine saldınnanın kötü olduğu, çünkü dinin insanları erdemli kıldığı ileri sürülmüştür. Böyle denilmiştir, ama ben böyle bir şey gönnüyorum. Bu kanıtın, Samuel Butler'in Yeniden Gezilmesi" !Erewhon Revisitad) kitabında nasıl alaya alındığını bilirsiniz. Hatırlayaeaksınız: Erawhon'da uzak bir üekeye giden Higgs diye biri vardır. Bir süre yaşadıktan sonra, oradan bir balonla kaçar. Yirmi yıl sonra o ülkeye döndüğünde yeni bir din görür. Bu dinde 'Güneşin Oğlu' adı altında ona tapılmakta ve göğe yükselmiş olduğuna inanılmaktadır. Yükseliş Bayramı kutlanmak üzeredir, Güneşin Oğlu dininin yüksek rahipleri Hanky ile Pan ky adında iki Higgs, bunlann kendisini hiç gönnediklerini ve hiç de gönneyeceklerini umduklannı biri bl derine fısıldarlarken işitir. Buna çok kı zar, yanlarına yaklaşır ve "Bütün bu yalan düzeni ortaya koyacağım, Erewhonlulara balonla göğe yükselenin ben olduğumu , der. Ama kendisine, "Sakın ha!" denir, bu ülkenin düzeni bu efsane üstüne kurulmuştur, senin göğe öğrenecek olurlarsa hepsi kötü adamlar haline uzaklaşıp gider. Fikir budur: dinini kabul etmeyecek olursak, kötü adamlar haline geliriz. Bense, bu fikri benimseyenlerin çoğunun son derece kötü kişiler olduğu na inanıyorum. Şurası ilginç bir gerçektir ki, herhangi bır dönemin dini ne kadar yoğun olmuşsa, dogmatik inancı o kadar kuvvetli olmuş, zalimlik o kadar artmış ve işler o kadar bozulmuştur. Hıristiyan dinine gerçekten inanan kimselerin yaşadığı 'inanç denilen dönemlerde. bütün işkenceleriyle birlikte Engizisyon vardı. Milyonlarca
ıld
ı ız
128
büyücü diye her türlü zalim Dünyaya bir bakınırsanız, insanlık duygusunda her ileri gelişme, ceza hukukunda her ilerleme, savaşın azaltılması yolunda her adım, renkli ırkıara karşı davranışlarda her düzelme ya da ortadan kaldırmak ıçın her girişim, dünyanın örgütlenmiş kiliselerinin ısrarlı direnişiyle karşılaşmıştır, Kiliseler halinde örgütlenmiş olan hıristiyan dininin dünyadaki ilerlemenin bugüne kadar başlıca düşmanı olduğu gibi, hAlA da böyle olmaya devam ettiğini üstüne basa basa söylüyorum. zavallı kadın,
yapılabilecek
ku
NASIL
py
tu
BUNUN ha.ıi\ böyle olduğunu söylediğim için, belki fazla ileri gittiğim! düşünürsünüz. olguyu bir ele alın: Anacağım konuyu hoşgörüyle dinleyeceğinizi umarım. Bu hoş bir gerçek değildir, ama kiliseler insanı hoş olmayan gerçekleri anmak zorunda bırakıyor. Tutun ki, üstünde yaşadığımız şu dünyada tecrübesiz bir kız frengili lııir adamla evlenmiştir. Bu durumda Katolik Kilisesi şöyle diyor: "Bu, çözülmez bir kutsal bağdır, ömrünüz boyunca birlikte kalmalısınız." bu kadının doğurmasını önleyecek hiç bir tedbirin alınmaması da gerekiyor. Katolik Kilisesinin buyruğu budur. Bense bunun hayvanca bir zulüm olduğunu söylüyorum. için duydukları doğal yakınlıklan dogmayla körlenmemiş ya da ahlaksal yaratılışı acıma duygusuna karşı bütünüyle ölmemiş olan hiç kimse, bu durumun devam etmesi gerektiğini ileri süremez. Bu, yalnızca bir örnektir. Bugün Kilise, ahlA.k dediği şey üstünde ısrarla durarak, insanları hak etmedikleri, gereksiz her çeşit cezaya çarptırmaktadır. Ve tabii ki, bil-
ıld
ı ız
F.: 9
129
diğimiz
gibi, dünyada acıyı azaltmak amacında olan Uerde geniş çapta' karşı çıkmaktadır. Bunun nedeni. insanın mutluluğuyla ilgisi olmayan birtakım kısıtlı kurallarına ahlak damgasım vurmuş olmasıdır. Filan şeyin, insanlığın mutluluğu uğruna yapılması gerektiğini kendilerine söyleyecek olsanız, bunun konuyla hiç bir ilgisi olmadığım düşünürler. "İnsanın mutluluğunun ahIakla ne var? Ahlakın amacı insanlan mutlu kıl mak değildir ki." lemeıere
DİNİN TEMELİ OLAN KORKU
her kurulmuş
şeyden
olduğunu
çok ve esas sanıyorum.
itibarıyle
korku üstüne Bu, bir bakıma bida dediğim gibi, ba-
py
tu
ku
korkusudur, biraz gelecek güçlüklerde ve çatışmalanmzda arkanızda duracak bir ağabeyiniz olmasım size isteten korkuaur. Bütün buniarın kökü korkudm. Bilinmeyenin, yenilmenin ve ölümün saldığı korku. Zalimliği doğuran korkudm, bu bakımdan zalimlikle dinin elele gitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. bu iki şeyin temelini korku teşkil eder. artık bu dünyada meseleleri biraz anlamaya layabilir, hıristiyan dinini, kiliseleri ve eski ahlak kurallanm adım adım gerileterek kendisine yol açan bilimle onlan denetimimiz altına alabiliriz. kuşaklar boyunca boyunduruğu altında yaşadığı bu korkuyu bilim sayesinde yenebiliriz, Artık hayali destekler aramamayı, gökte kendimize müttefikler icat etmemeyi, yüzyıllardır kiliselerin sokmaya çalıştığı biçim yerine, bu dünyayı üstünde yaşanmaya değecek bir yer yapmak için kendi çabamıza güvenmeyi bilim bize öğretebilir ve öyle samyorum ki, kendi yüreklerimiz de bize öğretebilir. şımza
ı ız ıld
NE
YAPMALıyıZ
KENDİ ayaklanmızın
let ve dürustlükle
130
üstünde durmayı, dünyaya adar istiyoruz. Onu iyi ve kötü ger-
bakmayı
çekıeriyle,
güzelliklen ve çirkinlikleriyle görmek istiyoruz. gibi görmek istiyoruz, ondan korkmak istemiyoruz. Bize saldığı korku karşısında köle gibi boyun eğmek istemiyoruz. Zeki\. ile dünyayı fethetmek istiyoruz. Tanrı kavramının bütünü, eski Doğu despotizmlerinden türemedir. Bu, özgür insanlara yakışmayacak bir kavramdır. Kiliselerde, insanların alçalarak günah işlediklerini kendilerinin sefil günı;ı.hkarlar olduklarını açıklamalan ve daha başka şeyler küçüklüktür. Kendine saygısı olan insanlara. yakışmaz. Ayağa kalkmah ve dünyaya apaçık bakmalıyız. Dünyadan, elimizden geldiği kadar çok yararlanalım. Dilediğimiz kadar iyi olamazsa da, hiç değilse şu ötekilerin çağlar boyunca yapmak istediklerinden daha iyi olacaktır. bir dünyanın bilgiye, şefkate, cesaret e ihtiyacı vardır. özlemle bakmanın, bilgisiz kimselerce söylenmiş sözlerin, özgür zekllyı zincirlemesine gerek yoktur. Korkusuz bir görüşe ve özgür bir zekaya ihtiyacı vardır. Gelecek için umudaihtiyacı vardır, durmadan ölmüş bir geçmişe bakmanın anlamı yoktur. ki, zekamızm yaratabileceği gelecek, o geçmişten çok daha yüksek düzeylere ulaşacaktır. Dünyayı olduğu
ku
py
tu
ıld
ı ız 131
«What is an Agnostic," önce 1953 yılında Look dergisinde yayınlanmış, sonra da Leo Rosten'in derlediği .. Amerika'nın Dinleri" (The ReUgimııs of America) adlı yeniden (London: Heinemann, 1954).
NE
ku
py
tu
hıristiyanlığın ve öteki dinlerin ilgilendive gelecek hayat sorunlarda gerçeği bilmenin imklmsızlığına inanır. Yahut büsbütün imklmsız olmasa bile, en azından için imklmsızlığına
ıld
ı ız
HAYIR. Ateist de, bir hıristiyan gibi, Tanrı'nın olup olmadığını bilebileceğimizi savunur. Hıristiyana göre bir Tanrı'nın olduğunu bilebiliriz, Ateiste göre ise olmadığını bilebiliriz. Agnostiğe gelince, o yargı vermez. Tann'nın varlığını onaylamak (tasdik etmek) için de yadsımak (inkar etmek) için de yeterince kanıt olmadığını söyler. Ayrıca, Agnostik, Tann'nın varlığının imklmsız olmasa da, pek olağandışı bulunduğunu savunabilir. Hatta bunu, uygulamada düşünmeye değmeyecek kadar olasılık-dışı sayabUir. Bu durumda, Ateizmden çok uzak değildir. Agnostiğin tutumu, dikkatli bir filozofun eski Yunan tanrıları konusunda tavır gibi olabilir. Benden Zeus'un,
132
Poseİdon'un, Hem'nın larını kanıtlamam
ve öteki istense, kesin
varolmadık kanıtlar
bulmaktan yok-
sun kalırdım. hıristiyan tanrısını kadar olağandışı sayabilir. Böyle bir durumda, pratik bakımdan Ateistle birlik demektir.
ku
dine inanan kişilerin kabul ettikleri anlamda hiç bir «otorite. kabul etmez. Herkesin sorunlarım kendisinin düşünmesi gerektiğini savunur. Tabii ki, o da başkalannın bilgeliğinden yararlanmaya çalı şacaktır, ama bilge sayacağı kişileri kendisi seçecek ve onlann söylediklerini bile kuşkulanılmaz şeyler saymayacaktır. Agnostik, .. Tanrı'nın Yasası» denilen şeyin zamandan zamana nasıl değiştiğini gözlemler. Kutsal Kitap'ta, bir kadının, ölen kocasının kardeşiyle evlenmesi hem yasaklanmış, hem de belli birtakım durumlarda buyrulmuştur. Kötü bahtınıza, çocuksuz bir dulsanız, bir de bekar kayın biraderiniz varsa, .Tanrı'nın Yasası"na itaatsizlikten kurtulmanızın mantıkça imkanı yoktur.
py
tu
ıld
ı ız
NEYİN İyt VE BİLiYORSUNUZ?
SAYAR? neyiı:ı. iyi ve neyin kötü olduğu konusunda, bazı hıristiyanlar kadar kendinden emin değildir. Teolojinin kanşık noktalannda hükümetin kabul ettiği tutmayan insanların eziyetle öldürülmesine, geçmişte çoğu hıristiyanların yaptığı gibi razı olmaz. Agnostik baskıya karşıdır, mahküm etmekten de kaçınmaya .GÜnah.a gelince, agnostik bunu yararlı bir kavram
133
saymaz. Besbelli, bazı tür davranışların istenilir, bazılarının ise istenilmez olduğunu kabul eder. Ama istenilmez nitelikte hareketlerin cezalandırılmasının, ancak ceza caydırıcı ya da düzeltici olacaksa caiz sayılabilecağini, yok böyle değil de salt kötülük eden acı çeksin diye, cezanın kendi başına iyi bir şeyolduğu o zaman caiz sayılamayacağım savunur. İnsanlara cehennemi kabul ettiren, bu intikamcı cezalandırma inancı olmuştur. Bu, «günah» kavramının yol açtığı zararların bir parçasıdır.
HER
YAPAR Ml'?
ıld py
tu ku
Bir anlamda hayır bir anlamda ise, zaten herkes her şeyi yapar. Diyelim, birisinden öylesine nefret ediyorsunuz ki, onu öldürmek isterdiniz. Peki, niye öldür müyorsunuz? «Din bana adam öldürmenin günah olduğu nu söylüyor da, ondan» diyebilirsiniz. Ama istatistik bir gerçek olarak, agnostikler adam öldürmeye daha çok eğilimli değil, hatta daha az eğilimlidir. Onların da adam öldürmekten kaçınmak için, başkalarıyle aynı nedenleri vardır. Bu nedenlerin kesinlikle en güçlüsü, ceza görme korkusudur. Bir altma-hücum dalgası içinde olduğu gibi, yasllSız şartlarda her tür insan suç Oysa olağan durumlarda bu insanlar yasaya Baygılı olurlar. Caydıncı olan, yalnızca yasalann vereceği ceza değildir, işlenen suçun ortaya çıkacağı kaygısının rahatsızlığı ve nefret odilmemek için en yakınlarınızlayken bile yüzünüze bir maske takmak zorunda kalacağınızı bilmenin yalnızlığı vardır. Bir cinayet işlemeyi düşünürseniz, kurbanınızın son anlarının ya da cansız cesedinin korkunç anısından düşersiniz. Evet, bütün bunların sizin, yasaya saygılı bir içinde yaşamanıza bağlı olduğu doğrudur, ama böyle bir topluluğu yaratmanın ve sürdünTIenın bir sürü din-dışı yolu da vardır. dilediği
ı ız
134
Herkesin bir anlamda, dilediği her şeyi yaptığını Her aklına geleni, bir budaladan başkası yapmaya. kalkmaz. Fakat bir arzuyu gemleyen, her zaman bir başka arzudur. Bir kimsenin topluma aykın (anti-sosyal) istekleri, Tanrı'yı hoşnut etmek isteğiyle sınırlana bilir, ama bunun gibi, arkadaşlarını memnun etmek yahut yaşadığı topluluğun saygısını kazanmak ya da kendisini tiksinmeden 'düşünebilmek isteğiyle de sınırla nabilir. Ama hiç böyle bir isteği yoksa, o zaman salt soyut ahlak kuralları onu doğru yolda tutmaya yetmeyecektir. söylemiştim.
BİLİNEMEzcİ KUTSAL KİTABA NASIL BAKAR?
ku
Kutsal Kitaba, tıpkı aydın din adamlarının gibi bakar. Onun tanrısal esinlerneyle geldiğine inanmaz. lık tarih bölümlerinin efsane olduğunu, gerçeğe Homems'ta olduğundan daha yakın düşmediğini, içindeki ahlak öğretisinin bazen iyi, ama bazen de çok kötü olduğunu düşünür. Sözgelişi, Samuel bir savaşta Saul'a, düş manının yalnızca bütün erkek, kadın ve çocuklarını değil, bütün koyun ve sığırlarını da öldürmesini buyurur. Fakat Saul, koyunlarla sığırları sağ bırakır ve bu yüzden bize onu lanetıememiz söylenir. Kendisine gülen çocuklara küfreden Elişa'ya hayran olmayı ya da (Kutsal Kitabın dediği gibi) hayırhah bir Rab'bın çocukları öldürmeleri içİn iki tane dişi-ayı göndereceğine inunmayı hiç bir zaman beceremedim. baktığı
py
tu
ıld
ı ız
BAKİRE'DEN ,IJ'IJ'U"LV'rıı. inanmadığı
için, İsa'nın Tanrı olanla-
duğunu da düşünemez. agnostikler, İncillerde tıldığı haliyle İsa'nın hayatına ve ahlak öğretilerine
135
randır,
ama bunun belli birtakım insanlara duykesinlikle daha çok olması gerekmez. Bazıları aynı düzeyde görürler, bazıları Sokrates'le, bazılan da Abraham Uncoln'le. onun her söylediğini doğruluğundan kuşkul::ın:ılmaz şeyler de saymazlar, çünkü agnostikler hiç bir otoritenin kesinliği ni kabul etmezler. Bakire'den doğuma ise, putperest mitolojisinden alın mış bir doktrin diye bakarlar. Mitolojide böyle doğumlar seyrek değildir. bir bakireden doğduğu söylenmiş, Babil tannçası ise, Kutsal Bakire denmiştirJ Agnostikler Bakire'den doğuma yahut ITann - Oğul - Kutsal Ruhi doktrinine inanmazlar, çünkü bunlar Tann'ya inanmadan mümkün olmaz. duklan
hayranlıktan
ku
tu
lAYNı ZAMANDA)
ıld py
«HIRİSTİYAN» sözünün farklı zamanlarda farklı anlamlan olmuştur. İsa'nın zamanından beri geçen birçok yüzyıl boyunca, hıristiyan; Tann'ya, ölümsüzlüğe ve İsa' nın Tann olduğuna inanan bir kimse demeye gelmiştir. Ama Birlikçi !Unitanan) Kiliseden olanlar, İsa'nın tannlığına halde, kendilerine hıristiyan demektedirler. Bugünlerde birçok kimse de Tann sözünü, eskiden taşıdığına oranla çok daha bulanık bir anlamda kullanmaktadır. Tann'ya inandıklannı söyleyen bu kimseler, bu sözle artık bir kişiyi ya da üçlü bir kişiliği değil, yalnızca evrim de içerik olarak bulunan belirsiz bir eğilimi ya da gücü yahut amacı kastetmektedirler. Daha da ileri giden bazılanysa, "hıristiyanlık» tan yalnızca bir ahlak sistemini anlamakta ve tarih bilmedikleri. için, bunun yalnız ca hıristiyanlann bir özelliği olduğunu sanmaktadırlar. Ben, yakıruarda çıkan bir kitabımda, dünyaya gerekenin «sevgi, hıristiyanca sevgi yahut şefkat» olduğunu
ı ız
136
yazdığım
olmuşlardır.
tu
ku
zaman, birçoklan bu sozumün, görüşlerimdeki bir değişikliği yansıttığını düşünmüşler. Oysa aym şeyi her zaman söyleyebilirdim. «Hıristiyan- demekle komşu sunu seven, acılara karşı geniş bir duygudaşlığı olan, şim di onu karartan zalimlik ve memurluklardan arınmış bir dünyayı coşkuyla isteyen birini kastediyorsanız, bana hı ristiyan demekte olursunuz. Ve bu aniamda, öyle sanıyorum ki, agnostiklerin arasında, müminler arasında bulabileceğinizden daha çok «hıristiyanbulabilirsiniz. Ama ben, kendi payıma, böyle bir tanımı kabul edemem. Yöneltilebilecek başka karşı çıkmalann yanı sıra, böyle bir bakış Yahudilere, budhistıere, müslümaniara ve hıris tiyan-olmayan başkalanna karşı haksızlık etmektedir. Tarih ki bu insaniar, çağdaş hıristiyanların, kendi dinlerine özgü olduğılnu küstahça iddia ettiklen erdemleri uygulamaya en az hıristiyanlar kadar yatkın
py
Aynca, eskiden kendilerine hıristiyan diyen herkesle bugün aym şeyi ileri sürenlerin büyük bir çoğunluğımun da ve ölümsüzlüğe inamnayı, hıristiyan olmak için zorunlu şart sayacaklannı düşünüyorum. Bu nedenlerle, ben kendime hıristiyan demem ve bir agnostiğin hı ristiyan olamayacağını söylerim. Ama, eğer chıristiyan lık. sözü yalnızca bir tür ahlaklılık anlamında genel olarak kullanılmaya başlanırsa, o zaman agnostiklerin de hı ristiyan olmalan pekala mümkündür.
ıld
ı ız
İNSANıN
RUHU
-RUH. sözünün tanımı verilmedikçe, bu sorunun kesin bir anlamı yoktur. Sanıyorum ki kastedilen, kabaca söylenirse, bir kimsenin ömür boyu, hatta ölümsüzlüğe inananiar için bütün gelecek zaman boyu süregiden gayri-maddi bir şeydir. Eğer bu denmek isteniyorsa, o zaman
137
agnostiğin, insanın
ruhu olduğuna inanması pek olası deAma hemen ekleyeyim ki, agnostilderin kesinlikle materyalist olmaları gerekmez. CAralannda benim de bulunduğum) birçok agnostikler ruha olduğu kadar bedene de kuşkuyla bakarlar. Ama bu insanı zor metafiziğe sürükleyen uzun bir hikayedir. Bana kalırsa, zihin de madde de, gerçekten varolan değil, yalnızca yararlı konuşma sembolleridir. ğildir.
BİLİNEMEzci AHRETE, CENNET YA DA
CEHENNEME
MI?
İNSANLARIN
tu
ku
ölümden sonra yaşamaya devam edip etmedikleri sorusu, kanıt kaldıracak bir konudur. Birçokları, psişik araştırmalann ve spiritüalizmin böyle kanıtlar ortaya koyduğunu savunmaktadır. Agnostik ise, şu ya da bu yönde inandırıcı kanıtlar olduğunu kabul etmeden, «beka- hakkında yan tutmaz. Ben kendi payıma, ölümden sonra da yaşayacağımıza inanmak için herhangi bir sağ lam neden görmüyorum, ama yeterli kanıtlar çıksa, buna
ıld py
inandınlmaya açığım.
ı ız
Cennet ve cehennem konusu ise bambaşkadır. Cehennem inancı, cezanın yapabileceği herhangi bir düzeltici ya da caydıncı etkiden büsbütün bağımsız olarak, günahın salt intikam için cezalandırılmasının iyi bir şey olduğu inancından kaynak almaktadır. Buna inanacak agnostik pek yoktur. Cennete gelince, belki bir gün, böyle bir şeyin varolduğuna dair, spiritüalizm yoluyla kanıtlar ortaya konulabilir; fakat çoğu agnostikler böyle kanıtlar olabileceğini sanmaz, dolayısıyle cennete de inanmazlar. TANRı'Yı
EDERKEN, ONUN KORKMAZ MISINIZ?
TABtI
138
kesinlikle korkmam.
YARGıSıNDAN
Zeus'u ve
Odin'i ve Brahma'yı da inkar ediyorum, ama bu bende hiç bir vicdan azabı yaratmıyor. İnsan ırkımn çok geniş bir kesiminin Tanrı'ya inanmadığım ve bunun sonucunda da, gözle göriinecek herhangi bir ceza çekmediğini gözlemliyorum. Zaten eğer bir Tanrı olaydı, onun kendi varlığından kuşkulananlara kızmak gibi boş bir küçüklüğe kapılmasımn pek mümkün olmayacağını düşünürdüm. VE UYUMUNU NASIL
AÇıKLAR?
BU -güzellik» ve -uyum»un (ahengİn) nerede bulunHayvanlar krallığında biribirini yemek vardır. Çoğu ya başka hayvanlar tarafından merhametsizce öldüriilür ya da yavaş yavaş açlıktan ölür. Bağırsak şeridinde ben herhangi büyük bir güzellik ya da uyum göremiyorum. Bu yaratığın, olarak gönderildiği çok hay,vanlarda yaygındır. soranın yıldızlı gökler gibi şeyleri düşündüğünü samyorum. Ama yıldızların da zaman zaman patladıklan ve çevrelerindeki her şeyi bulamk bir sise çevirdiğini düşünmek gerekir. Zaten güzellik subjektiftir ve ancak şeylere bakamn gözünde varolur.
py
tu
ku
ması gerektiğini anlamıyorum.
ıld
ı ız
VE TANRı'NıN BÜTÜN IKadir-i Mutlak Oluşunun) BAŞKA BELİRİMLERİNİ NASIL AÇıKLAR? doğal yasaya olaylar anlamına, -mucizeler» olduğuna dair herhangi bir kamt bulunduğu nu sanmazlar. yoluyla iyileştirme diye bir şey olduğunu ve bunun mucize olmadığım biliyoruz. Lourdes'da
bazı
hastalıklar iyileştirilebilir,
bazı
hastalıklar
iyileştiri-
139
lemaz. Lourdes'da iyileşebilenler, muhtemelen, hastanın inandığı bir doktor tarafından da iyileştirilebilirler. Yogüneşe hareketsiz kalmasını huyuruşu gibi, başka birtakım mucize rivayetlerine gelince, agnostik bunları efsane diye bir yana iter ve bütün dinlerin bu gibi efsanelerle dolu olduğuna işaret eder. Kutsal tanrısı için ne kadar mucize hikayesi varsa, Homeros'ta da Yunan tanrıları için bir o kadarı vardır.
BıRAKıRSANıZ
t ku
ı ız ld yı up
ADİ ve zalim tutkuların varolduğu inkar edilemez. Ama dinin bu tutkulara karşı koyduğuna dair ben tarihte herhangi bir kanıt göremİyorum. Tam tersine, din bu gibi tutkuları kutsamış ve insanların pişman olmadanbunların içinde yuvarlanmasını mümkün kılmıştır. Zalimce baskılar, hıristiyan dünyasında, başka herhangi bir yerdekinden daha olağan sayılmıştır. Baskıyı sözde haklı gösteren şeyse, dogmatik inançtır. ve hoşgörü, ancak dogmatik inancın gerilediği oranda tutunabilir. Günümüzde yeni bir dogmatik din, komünizm çıkmıştır. Agnostik, öteki dogma sistemlerine olduğu gibi, buna da karşıdır. Bugünkü komünizmin baskıcı niteliği, hıristiyan· lığın önceki baskıcı niteliğinin tıpıtıpına aynıdır. Hıristiyanlığın daha az baskıcı olduğu ölçüde, bu sonuç dogmacları biraz daha dogmatik yapan düşünceli (din-tanımaz) kişilerin çabalarından ileri tir. Onlar bugün de eskisi kadar dogmatik olsalardı, hala düşünce odun yığınları üstüne dikip yakmanın doğruluğuna inanırlardı. Bazı modern hıristiyanların özünde hıristiyanca bir şey saydıkları hoşgörü ruhu, kesinliklere kuşkuyla bakan bir zihniyetin ürünüdür.
140
sanıyorum k!, geçmiş tarihi yan tutmayan bir gözle inceleyen herhangi bir kimse, dinin engel olduklarilldan daha acıya neden olduğu sonucuna varacaktır.
HAYA TıN ANLAM! soruyla cevaplandırmak istiyorum: nedir? Her halde kastedilen, şöyle ya da böyle bir genel amaçtır. Ben genelolarak hayatın herhangi bir amacı olduğu kanısında değilim. Hayat oluvermiştir. Ama bireysel insanların amaçları vardır ve agnostiklikte onlan bu amaçlarından bir yan yoktur. Tabiidir ki, agnostikler amaçladıkları sonuçlara erişileceğinden emin olamazlar; ama siz de zafer kesin olmadıkça döğüşmeyi reddeden bir asker hakkında iyi şeyler düşünmezdiniz. Kendi amaçlarına yaradığı için dı ne ihtiyaç duyan bir kimse korkaktır. Ben böyle bir kimseyi, yenllginin imka.nsız olmadığını kabul ettiği halde olasılıkları kaçınmayan biri kadar beğenemem. BUNU bir
başka
«Hayatın Anlanu.nın anlamı
ku
py tu
ıld
VE İFFETİN DE
ı ız
BURADA DA, bir başka soruyıa karşılık vermek gerekir: Bu soruyu soran, evlilik ve iffetin yeryüzünde mutluluğa yararlı şeyler olduğunu mu düşünmektedir, yoksa yeryüzünde mutsuzluk yarattığı halde, cennete ulaşmanın yolları diye savunulmaları gereğine mi inanmaktadır? İkinci görüşü tutan biri, hiç kuşkusuz, agnostikliğin onun erdem dediği şeyin bozulmasına yol açtığını sanacak, ama erdem dediği şeyin, yeryüzündeyken insan ırkının mutluluğunu sağlayan etken olmadığını da kabul etmek zorunda kalacaktır. Yok öyle değil de, ilk görüşü tutarsa, yani ~vlilik ve iffetten yana, yeryüzündeki hayata ilişkin ka-
141
nıtlar ileri sürerse, o zaman bu gibi kanıtların, agnostik için de bir ağırlık taşıdığını kabul ptmelidir. Agnostikler, agnostik olmak sıfatıyle cinsiyet ahlakı üstüne kendilerine özgü görüşler taşımazlar. Ama çoğu, cinsel arzulara dizginsiz dalınmasına karşı geçerli olduğunu kabul eder. Ne var ki, bu kanıtlan sözde tannsal buyruklardan değil, yeryüzüne ilişkin kaynaklardan çıkarırlar.
YALNıZCA
AKLA İNANMAK TEHLİKELİ YASASı
AKıL, YETERLİKTEN
(MÜKEMMELLİK)
OLMADAN
VE
UZAK KALMAZ Mi?
py tu
ku
NE KADAR agnostik olursa olsun, aklı başında hiç kimse .yalnızca akla inanmaya» kalkmaz. Akıl, kimi gözlenmiş, kimi çıkarsanIDış olgu sorunlanyle ilgilidir. Gelecek hayatın olup olmadığı, bir Tann'nın bulunup bulunmadığı konulan olgu sorunlan alanına girer ve agnostik bunların tıpkı "yarın ay tutulacak mı?» sorusu gibi araş tınlmaları gerektiğinl savunur. Ama, yalnızca olgu sonın lan davranışlanmızı belirlemeye yetmez. çünkü bunlar bizim hangi izlememiz gerektiğini söylemezler. Amaçlar alanında akıldan başka bir şeye de gereksinmemiz vardır. Agnostik, amaçlannı bir buyrukla değil, kendi yüreğinde bulur. Bir örnek alalım: Diyelim ki New York'tan trenle gitmek istiyorsunuz; trenlerin hareket zamanlannı anlamak için aklınızı kullanırsınız ve biri çıkar da, tren tarifesine bakmasını gerekli kılmaya cak bİr duygu ya da sezgi yeteneği bulunduğunu düşü nürse, aptalın biri olduğuna karar verilir. Ama, Chicago'ya gitmeSinin akıllıca bir şeyolmadığını ona söyleyecek hiç bir tren tarifesi yoktur. Hiç kuşkusuz, bunun akıllıca bir hareket olduğuna karar verirken, o kimse başka olgu sorunlarını da hesaba katacaktır. Fakat bütün olgu sorun-
ıld
ı ız
142
larının
gerisinde, izlenilmeye değer saydığı amaçlar olaBu amaçlar, başkaları için olduğu gibi agnostik için de, aklın olmayan bir alana aittir. Ama akla da aykırı olmamaları gerekir. Duygular, duyumlar ve arzular alanı nı söylemek istiyorum. caktır.
BÜTÜN DiNLERİ
(Hurafe) YA DA DOGMA
ISİSTJ1:MLERİı DİYE VAROLAN DİNLERDEN EN ÇOK HANGİSİDİR?
py
tu ku
kitlelere yaygın, örgütlenmiş bütün büyük dinler, az çok bir milrtar dogmayı içlerinde taşırlar. Ama .din~, anlamı pek de kesin olmayan bir sözcüktür. Sözgelimi, herhangi bir dogması olmamakla birlikte, din denebilecek bir sistemdir. Bazı liberal hıristiyan mezheplerinde de dogma unsuru asgariye indirilmiştir. Tarihin büyük dinleri arasında ben Budhizıni yeğ tutuyorum -hele ilk halindeyken-; çünkü en az baskı yapan din o olmuştur.
ıld
DE BİLİNEMEZcİLİK GİBİ Dİ NE KARşı ÇıKıYOR. BİLİNEMEZcİLER
ı ız
Komünizm dine karşı değildir. Yalnızca, tıpkı müslümanhkta. olduğu gibi, hıristiyanlığa karşıdır. Iya da, tıpkı hıristiyanlıkta olduğu gibi, müslümanlığa En azından, Sovyet hükümeti ve Komünist Partisi tarafından savunulduğu haliyle komünizm, özellikle canlı ve baskıcı türden yeni bir dogma sistemidir. Onun için de, her gerçek agnostiğin komünizme karşı olması gerekir.
"'.,"'U'."'".V=.......,......"',.." BUNA verilecek
BİLİMLE DiNİN Dıı, ...ıUJnc;;>'''j,nL karşılık,
-din-den ne 143
bağlıdır.
din
yalnızca
bir ahIllk sistemiyse,
bilimle bir dogma sistemi demekse, olgu sorunlarını kanıtsız kabul etmeye yanaşmayan ve tam kesinliğe hemen hiç bir zaman ulaşılamayacağını savunan bilimsel ruhla bağdaşmaz. bağdaştınlabHir. Eğer
doğrulukm
TANRı'NıN
ld yı
up
t ku
SANIRIM Kİ gökten, gelecek yirmi dört saat boyunca -benimle ilgili neler olacağını söyleyen bir ses işitsem, haber verilen bu olaylann bazılan da olasılığı son derece zayıf şeyler olsa, ardından bütün bunlar gerçekten olmaya başlasa, belki o zaman hiç değilse insan-üstü bir zeka,.. nın varolduğuna inanırdım. Beni inandırabilecek bu türden başka kanıtlar da düşünebiliyorum; fakat bildiğim kadarıyle, böyle hiç bir kanıt yoktur.
ı ız
144
"The Place of Sex Among Human Values,» "Evlilik ve Ahlak - Marriage and Morals» (London: Allen and Unwin, 1929) adlı kitabımn bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle> Ender Gürol çevirisinden aktarıl· maktadır: (İstanbul: Varlık Yay., 1971), 3'üncü bas., S. 240-52.
Russell'ın
ku p tu
ld yı
bir konuyu ele alan bir yazar, bu gibi konusöz edilmemesi düşünenler tarafından her zaman, konusuna uygun olmayan bir sabit fikirle sarılmış olmakla suçlanmak tehlikesine açıktır, Bu konuyla ilgisi, konunun öneminin çok ötesinde olına saydı, öngörnlü ve iffetl! kişilerin kınamasını göze alamazdı diye düşünülür. Ama yalnızca geleneksel ahlllkta yapılınasım savunan kimselere böyle bakılır. Fahişelere gitme isteklerini kışkırtanlar, sözde beyaz kadın ticaretine -aslında, gönüllü ve dürüst evlilik-dışı birleş melere- karşı yasaların çıkartılmasını sağlayanlar, kısa etek giyip roj sürdükIeri için kadınları suçlayanlar, açık mayo görmek umuduyla plajları dikizleyenler, bütün bunların hiç biri cinsel bir sabit fikrin kurbanı sayılmazlar. Ama bunlar, daha geniş bir cinsel özgürlük olmasım savunan yazarlardan her halde daha çok böyle bir sabit fikrin kurbanıdırlar. Sert bir ahlAk sistemi, genel olarak, kişinin içinden gelen duygularına bir
ı ız
F.: 10
145
tu
ku
ve böyle bir sert ahlakı dile getiren insan, genel olarak edepsizce doludur. Bu düşüncelerin edepsizce olmasının nedeni, cinsel bir içeriğinin bulunması değil, ahlak sisteminin, bu konuda düşüneni temiz ve sağlıklı olarak düşünmekten yeteneksiz kılmasıdır. Cinsel konuların sabit fikir haline gelmesinin kötülüğü konusunda Kiliseyle aynı düşüncedeyim, ama Kilisenin bu kötülükten kurtulmak için izlediği yöntemleri uygun bulmuyorum. St. Antonius'ta cinsiyetin, şimdiye kadar yaşamış en şeh vetli kimseden daha fazla sabit fikir haline geldiğini herkes bilir. Onu-bunu gücendirmekten için, bu konuda daha yakın zamanlardan örnekler vermek istemiyorum. Cinsiyet, yeme içme gibi doğal bir gereksinmedir. Oburla ayyaşı suçlarız; bunların ikisinde de, hayatta belli bir yeri olan ilgi, düşünce ve duyguların geniş bir bölümünü eline geçirmiştir. Ama ölçülü bir miktarda yemek yiyen kimsenin, bundan normal ve sağlıklı bir zevk almasını suçlamayız. riyazet (nefsin isteklerini kıs ma taraftarları böyle yapmışlar, bir insanın ancak yaşayabilecek kadar yemesini, olabilecek en az besini almasını savunmuşlardır. Ama bu görüş, şimdi pek yaygın olmadığı için bir yana bırakılabilir. Cinsiyetin zevklerinden kaçınmaya azmeden Puritanlar, kendilerini sofranın zevklerine, insanların eskiden daha vermişlerdir. Puritanlığın on yedinci yüzyılda bir eleştiricisinin dediği gibi:
ıld py
ı ız
Neşeli
geceler, güzel yemekler mi istersin, otur ye, günahkarlarla yat kalk.
Ermişlerle
Onun öyle anlaşılıyor ki, Puritanlar insan tabiatısalt bedensel yanını bastırmayı başaramamışlar, cinsiyetten aldıklarını oburluğa vermişlerdir. Katolik Kilisesine göre, oburluk yedi ölümcül günahtan biridir. Dante de nın
146
py
tu ku
oburlan cehennemin en aşağı bölgelerinden birine yerleş tirmiştir. Ama bu biraz belirsiz bir günahtır, çünkü yiyeceğe karşı duyulan yasal ilginin hangi noktada sona erdiğini ve günahın nerde başladığını söylemek zordur. Besin değeri olmayan bir şeyi yemek dince kötü müdür? se, yediğimiz her tuzlu bademle Tann'nın lanetini göze alı yoruz demektir. Ne var ki, bütün bu görüşlerin modası geçmiştir. Oburu görür gönnez hepimiz tanınz. Ama her ne kadar aşağılansa da, obur ciddi bir şekilde kınanmaz. Bu olguya rağmen, yokluk çekmeyenler arasında yiyeeeğe fazla düşkünlük gösterenlere pek rastlanmıyor. Birçoklan yemek yedikten sonra, bir dahaki öğüne kadar ka şeyler düşünürler. Öte yandan perlıize gönül verdikleri için ancak yaşayabilecek kadar yiyen kimseler, sabit fikir halinde şölenler düşler, cinlerin kendilerine lezzetli meyvalar taşıdığını hayal eder dururlar. Yalnız balina yağı yemek zorunda kalan Antarktika kaşifleri, yurtlanna dönünce CarIton'da kendilerine şöleni planlamakla günlerini geçirirler. Bu olgular gösteriyor ki, cinsiyetin sabit fikir olması nı istemiyorsak ona, yiyeceğe karşı Thebal rinin davranışlan gibi değil, yaptıklan gibi bakmalıdır. Cinsiyet, yeme içme gibi insancıl bir gereksinmedir. Doğru, insan yemeden içmeden yaşa yamaz, ama cinsiyetsiz yaşar. Yine de psikolojik bakım dan cinsiyet arzusu, tıpkı yeme içme isteği gibidir. Bu arzu, kaçınıldığında pek artar, doyurulduğunda da geçici olarak diner. Bastırdığı zaman, insanın gözü dünyada baş ka bir şey görmez. Bütün öteki ilgiler o an içİn ölür ve insan, uygulayana kadar sonradan delilik gibi görünen şeyler yapabilir. yemede içmede olduğu gibi, istek yasakla artar. Kahvaltı masasında elma yemek istemeyip çıkarak elma çalan çocuklar gördüm; hem de ma; sadaki elmalar olgundu, bahçedekilerse ham. Ame-
ıld
ı ız
147
ku
rika'da hali vakti yerinde kimseler arasında alkol isteği nin, yirmi yıl öncekinden daha çok olduğu yadsınamaz. 1 Aynı şekilde, hıristiyan öğretisi ve hıristiyan yetkesi (otoritesD, cinsiyete karşı ilgiyi son derece Geleneksel öğretiye inanmaktan ilk cayan kuşak, cinsiyet üstüne görüşleri boşinanç olumlu olu:trlEuz etkilemnemiş kimselere oranla, cinsel özgüılükte daha aşırı gider. Cinsiyet konusunda uygunsuz bir sabit fikri ancak önleyebilir. Ama özgürlük bile alışkanlık haline getirilmedikça ve bilgece bir eğitimle dikçe bu sonucu doğuramaz. Yine de, elimden geldiği kadar ısrarla ki, bu konuyla fazla uğraşmak kötüdür ve bence günümüzde, hela Amerika'daki sert ahlakçı lar arasında bu kötülük belirgin. Böyle ahlakçıların, kendilerine olduklannı düşündükleri kimseler hakkında yanlış şeylere inanmaya hazır oluşları, bu yanları nı iyiden iyiye ortaya koyuyor. Oburlar, şehvet dOşkün leri ve perhizciler, ister doyum aramayla, ister büsbütün uzak durmayla uğraşsınlar, ufukları kendi istekleriyle sı nırlı, kendi içlerine gömülmüş Kafaca ve bedence sağlam bir insan ilgilerini kendi üstünde toplamaz, gözlerini dünyaya çevirir ve orada dikkatine bazı şeyler bulur. Kimilerinin sandığı gibi kendi içine kapanmak, hidayete ermemiş kişinin doğal durumu değildir.' Bu, hemen her zaman doğal içtepilerin onune geçmekten ileri gelen bir hastalıktır. Durmadan cinsel doyum düşüncesiyle meşgulolan şehvet bir yoksunluğun sonucunda böyle olmuştur. Tıpkı yiyecekleri yığ.p biriktirenlerin, genellikle ve yoksulluk insanlardan olması gibi. dışarıya bakan erkek ve kadmıar, doğal içtepilerin önüne geçilmesiyle elde edilmez.
ld yı
p tu
ı ız
(1)
Bu
kitabın yazıldığı
vardı.
148
-Der.
sıralar,
Amerika~da
yasağı
py
tu ku
Mutlu bir hayat için gereken bütün içtepilerin eşit ve dengeli bir şekilde gelişmesiyle oluşur. Yeme içme konusunda olduğu cinsiyet konusunda da, ben hiç bir suretle ahlak ve kendini tutma eğilimi olmasın demiyorum. yeme içme konusunda üç çeşit sınırlama vardır: Yasanın, göreneklerin ve sağlığın sınırları. çalmanın, ortak bir sofrada payınuzdan çok yemek almanın ve iğrendirecek şekilde yemek yemenin kötü olduğunu biliriz. Cinsiyet söz konusu olduğu za· man da benzer sınırlamalar olmalıdır, ama bu konu daha karışıktır ve daha fazla kendini tutmayı gerektirir. lik bir insanın, başka bir insanın malı olmaması geroktiği bu konuda çalmanın karşılığı zina değil, ırza geçmedir. Böyle bir suç da, elbette ki hukukça yasaklanmalıdır. Sağlık bakımından ortaya çıkan sorunlar, hemen bütünüyle zührevi hastalıklara ilişkindir. Fahişelikten söz ederken bu konuya Tıbbın dışında, bu kötülükle başetmenin en iyi yolu; apaçık, profesyonel fahişeliğin azaltılmasıdır ve bu da en iyi şekilde, son yıllarda geliş mekte olan gençler arasındaki özgürlükle sağlanabilir. Bilinçli bir cinsel ahlak, cinsiyete yalnızca doğal bir açlık ve olası bir tehlike kaynağı diye bakamaz. Bu iki nokta da önemlidir. Ama daha da önemlisi, cinsiyetin insan hayatındaki en büyük iyi şeylerle olan ilişkisini hatırlamaktır: Değerce başta gelen üç şey; lirik aşk, evlilikte mutluluk ve sanattır. Lirik aşk ve evlilikten yukarıda söz ettik. Bazıları sanatı, cinsiyetten bağımsız sanırlar, ama bu görüşün yandaşları şimdi eskisinden daha az. Her türlü estetik yaratma içtepisinin, sevişmeyle psikolojik bakım dan bağıntılı olduğu hayli açıktır. Bu bağıntının ille de dolaysız ve belirgin bir biçimde olması gerekmez, ama yine de çok güçlüdür. Cinsel içtepinin sanatta anlatıma erişme si için bazı şartlar gereklidir. Her şeyden önce bir sanatçı yeteneği olmalıdır. Ama sanatçı yeteneğine, belli
ıld
ı ız
149
py tu
ku
bir ırkta değil, bir dönemde sık rastlanıyar, bir dönemde seyrek. Bundan güvenle şu sonucu· çıkarabiliriz ki, doguştan yetenege karşılık çevro, sanat içtepisinin gelişme sinde önemli bir roloynamaktadır. Belli bir türden özgürlük olmalıdır: Yalnızca sanatçıyı ödüllendirmekten ibaret bir özgürlük değU, onu zorlamayacak ve basmakahp (Philistinel beğenili bir insana çeviren alışkanlıklar edinmesine yol açmayacak 'turden bir özgürlük. II. JuUus, Michelangelo'yu hapsettiği zaman, sanatçıya gerekir şekilde bu türden özgürlüğüne hiç dokunmamıştı. Onu, önemli bir adam saydığı ve düzeyinde olmııyan bir kimsenin kendisine karşı en ufak bir kusur işlemesine katlanamadığı için hapsettirmişti. Yine de sanatçı, zengin hAmileri ya da şehir meclisi üyelerini kollamak ve eserlerini onların estetik ölçülerine uydurmak zorunda kalınca. sanat özgürlüğü kaybolmuştur. Toplumsal ve ekonomik baskı korkusuyle, dayanılmaz hale gelen bir evliliği sürdürmek zorunda bırakılan sanatçı, yaratmanın gerektirdiği güçten yoksun kalmış demektir. Geleneksel erdemlerini korumuş olan büyük sanat yaratamamışlardır. Yaratmış olanlar, kısırlaştıracağı kimselerdon meydana gelen toplumlar olmuştur. Amerika şimdi sanatçı yeteneklerinin çoğunu, özgürlüğün hala bir ölçüde varolduğu Avrupa'dan ithal ediyor. Ama Avrupa'nın da Amerikalılaşması, zencilere dönülmesini gerektiriyor. Sanatm son yurdu, Tibet'in yaylalarmda ya da Yukarı Kongo'nun bir yerlerinde olacak gibi. Ama gitmesine de pek uzun zaman kalmadı. Çünkü yabancı sanatçılara Amerika'nın vermeye hazır olduğu ödüller sanatçılığı öldürebilecek türdendir. sanat, halka dayanırdı, bu da yaşama sevincine bağlıydı. Yaşama sevinciyse, cinsiyet duygusundaki belli bir kendiliğindenliğe bağlıdır. Cinsi yetin bastırıldığı yerde, yalnızca çalışma kalır ve çalışmak için çalışmayı öğütlernek, yapılmaya hiç bir eser
ıld
ı ız
150
..
tu
ku
meydana Amerika'da per diem (günde) noctem (gecede) mi desek?! geçen cinsel birleşmelerin sa· yısı hesaplansa. da, bunun insan başına başka hiç bir üı· keden daha. az olmadığı olsa, sonucun benim için herhangi bir anlamı yoktur. Böyle olup olmadığım bilmiyorum, böyle olmadığını söylemeye de deği lim. Geleneksel ahlakçılarm düştükleri en tehlikeli vanıl· gıIardan biri, daha iyi dil uzatmak için, cinsiyeti cinsel birleşmeye indirgemeleri. Hiç bir uygar insanın ya da bir vahşinin, salt cinsel İçgüdüsünü doyurduğunu işitmedim. _ eylemine sürükleyen içtepinin doyurulması isteniyorsa, flört, aşk, arkadaşlık olması ge rekir. Bunlar olmadan, her ne kadar fizik açlık bir ara dinerse de, zihin açlığı dinmez ve tam doyum bulunmaz. ~u"'..... için gereken özgürlük, aşk özgürlüğüdür. Bilinmedik bir kadınla bedenin ihtiyacım gidermek özgürlüğü değil. Aşkta özgürlükse, her şeyden çok, geleneksel ahlakçılann kabul etmeyecekleri özgürlüktür. Sanat, dünya Amerikalılaştıktan sonra yeniden canlanacaksa, Amerika:· nın değişmesi gerekecek; daha az ahlaklı, ahlaksızlar dalıa az ahlaksız olacaktır. Yani, bir kelimeyle, her ikisi de cinsiyetle ilgili yüksek değerleri ve sevincin banka hesabından daha önemli olduğunu tanımalıdırlar. Amerika'da gezgine en acı gelen şey, sevincin yokluğudur. Eğlenceleri çılgınca, işret halindedir, unutuluverir gider. İnsana hoşnutluk veren bir benlik anlatımı değil dir. Ataları Balkan ve Polonya. köylerinde düdük çalıp oynayan adamlar, bütün gün boyunca daktilolar, telefonlar ortasında, masalarda. oturur. Ciddi, önemli ve değersiz. Akşamla.n içkiye sığınırlar, kendilerini yeni bir gürültü içine atarlar, mutluluk bulduklannı sanırlar. Oysa para doğu· ran paranın umutsuz a.lışkanlığının yarattığı yarı çılgınlık içinde, para için ruhları köleliğe satılmış insanlar, bedenlerini bu amaçla kullanarak kendilerinden geçiyorlardır.
py
ı ız ıld
151
Dünyadaki bütün iyi şeylerin en iyisinin cinsiyet oldu· ne istiyorum ne de buna inanıyorum. Bili· min uygulamada ya da kuramca, cinsiyetle ilgili olduğu nu samnadığım gibi, birtakım toplumsal ve siyasal hareketlerin de onunla ilişkisi olmadığı. kanısındayım. Yetişkin kimseleri hayatın kanşık isteklerine sürükleyen içtepiler birkaç yalın başlık altında toplanabilir: cinsiyet ve anababalık, kişinin kendini koruma çabası bir yana. Insanlann yaptığı çoğu şeylerin kaynağıdır. Bu üçünün başında da sonunda da iktidar vardır. pek az iktidan olduğundan daha fazlasını edinınek ister. Hareketlerinin çoğunu, bu istek doğurur. Öteki üstün gelen istek, gururdur: dileği, suçlandınlma ve bir yana bırakı]· ma korkusu. Onu toplumsal bir yaratık yapan ve ona gerekli erdemleri sağlayan bu gururdur. Her ne kadar teoride aynIabilirse de, gururIuluk, cinsiyetle ~çiçe ginniş bir dürtüdür. Ama iktidann bence, cinsiyetle pek az ilgisi vardır. derslerine ve kaslanm geliştiren, gurur olduğu kadar iktidar aşkıdır da. Merak ve bilgi ardında koşma, iktidar aşkının bir dalıdır sanınm. Bilgi iktidarsa, bilgi da iktidar aşkıdır. ırnei Friedrich sağ olmadığına göre, bu fikir ister istemez bir varsayım olarak kalacak. O sağ olsaydı, bir yüksek matematikçiyi, bir de ünlü besteciyi hadım ettirerek bu durumun eserleri üstündeki etkilerini gözlerdi. Matematikçinin üstünde hiç bir etkisi olmayacağını, besteci üstündeyse hayli etkisi olacağını sanıyorum. Bilgi ardında koş ma, insan doğasının en değerli öğelerinden biri olduğıına göre, düşüncemiz doğruysa, pek önemli bir eylem alanı cinsiyetin egemenliğinden uzak demektir. bu sözcüğün geniş anlamında, birçok siyasal hareketin de dürtüsüdür. Büyük bir devlet adamı, kamu yaranna karşı kaygısız davranır, demek istemiyorum. Ter· sine, onda anababalık duygusunun son derece olduğunu
py
tu
ku
ıld
ı ız
152
ı ız ıld py
tu ku
ğunu sanırım. Fakat aynı zamanda, güçlü bir iktidar yoksa, siyasal bir başarı için gerekli çaıışma lan yapamaz. Kamu işlerinde birçok yüksek zekalı insan bilirim. Etkin bir kişisel tutkuları yoksa, yöneldikleri amaca varmak için seyrek güçleri olmuştur. Abraham Lincoln, bunalımlı bir zamanda iki inatçı senatöre karşı bir :ıutuk çekmiş, sözlerini .Ben, Birleşik Devletler'in iktidarla dolu Başkanıyım» diye başlayıp bitirmiştir. Bunu söylerkeı1 bir miktar zevk duyduğu kuşkusuz. ya da kötü, bütün politikalarda iki ana güç, ekonomik amaçla, iktidar Freudçu çizgilere göre bence yanlış olur. Söylediklerimiz doğruysa, sanatçılardan başka büyük adamların çoğu, önemli eylemlerinde cinsiyetle ilgisiz dürtürler tarafından harekete Bu eylemlerin devam etmesi gerekiyorsa, cinsiyetin, bir insanın geri kalan duygusal ve tutkulu yapısını gölgelendirmemesi gerekir. Dünyayi anlamak ve onu düzeltmek isteği, Herlpmenin en büyük motorlarıdır. Bu istek olmadan insan toplumu yerinde duramaz, geriler. Fazla bir mutluluk da, bilgi edinme ve ortamı düzeltme içtepilerini soldurabilir. Cobden, John serbest ticaret kampanyasına katılma sını sağlamak istediği zaman, Bright'ın karısının yakın bir tarihte duyduğu acıdan yararlanarak kişis",1. bir çağrıda bulunmuştu. Bright, belki de bu yakın acı olmasaydı, başkalarının çektiği sıkıntılara karşı daha az arı.· layış gösterirdi. Oysa birçok insan, bu dünyadan umutsuzluğa kapılınca soyut şeylerin ardında koşmuştur. Yeterli derecede gücü olan bir adam için acı, değerli bir dürtü olabilir. Hepimiz mutlu olsaydık, daha mutlu olmayı aramazdık. Ama verimli olur diye başkalarına geLişigü zel acı vermenin, insanlann ödevi olabileceğini kabul ~de mem. Yüz örneğin doksan dokuzunda acı, kişiyi ezebilir. insan bedeninin kaderi olan doğal üzüntü-
153
lere güvenmek Ölüm oldukça, acı da olacaktır: acı oldukça da miktanm artırmak insanlara düşmez. Az bulunan zekA. acıyı bir şeye nasıl değiştireceği ni bilse bile.
py tu
ku ıld
1,_
ı ız
154
tu
ku
-What i Believe.- Russell'ın bu denemesı ilkin küçük bir kitap olarak 1925 yılında yayımlan mış, sonradan «Neden Hıristiyan Değilim -Why ı am not il. Christian» (London: Allen and Unwin, 1957) adlı eserine eklenerek yeniden basılmıştır. Burada bazı düzeltmelerle 'i:ndp.r Gürol çevirisinden aktarılmaktadır: Nedmı Hiristiyan Değilim (İstanbul: Varlık Yay., H721, 2'nci bas., s. 57-105.
NEYE Doğa
· I
ve
py
I.
ıld
NSAN, doğanın b!r bölümüdür, doğaya karşıt bir değildir. Düşünceleri ve beden hareketleri, yıl dızıarı ve atomIarı yöneten aynı yasaları izler. Fizik dünya, İnsana oranla büyüktür. Dante'nin zamanında samldığından daha büyüktür. Ama yüz yıl önce sanıldığı kadar değil. ve aşağıya doğru, büyükte ve küçükte bilim sınırlara varıyor gibi. Evrenin uzayda sınırlı olduğu ve ışığın, çevresinde yüz milyon yılda dolaşabileceği düşünülmektedir. Maddenin, belirli bir büyüklükte ve dünyada sonlu bir sayıda varolan elektron ve protonlardan meydana geldiği Bunların değişmeleri, eskiden sanıldığı gibi, belki sürekli olmayabilir; belli bir asgariden (en küçükten) daha küçük olmayan yol almakta bulunmaları olasıdır. Bu şey
ı ız
155
py
tu
ku
ilkeleri, besbelli, az sayıdaki pek genel ilkelerle özetlenebilir. Bu ilkeler, tarihinin herhangi bir bölümü bilindiğinde, dünyanın geçmişini ve geleceğini beHrlemektedir. Fizik bilimi öyle bir aşamaya yaklaşıyor ki, neredeyse tamam olacak ve ilginçliğini yitirecek. Elektran ve protonların hareketlerini yöneten yasalar bilindi mi, geri kalanı yalnızca coğrafyadan ibarettir. Dünyanın tarihinin bir bölümü boyunca, dağılışIannı anlatan belli birtakım olaylar Dünyanın tarihini belirlemek için gereken coğrafya olaylarının toplam sayısı, herhalde sonludur. Kuramsalolarak bunların hepsi büyük bir kitaba S1ğabilir. Bir hesap makinesi ve bir kol çevinneyle, araş tırıcının kaydı olanlardan zamanlardaki olaylan da bilmesini sağlayabilir. Bundan daha az ilginç ve eksik buluşun tutkulu zevkinden daha çok farklı şey düşün mek güçtür. Bu, yüksek bir dağa tınnanıp da, tepesinde sisle ama telsizle donatılmış, zencefil birası satan bir lokantadan başka bir şey bulamamaya benzer. Belki, Ahmes'in zamanında kerrat cetveli (çarpım tablosu) heyecan verici bir şeyolmuştur. kendi içinde ilginç olmayan bu fizik dünyanın bir bölümünü teşkil etmektedir. Başka maddeler gibi, onun bedeni de, elektron ve protonlardan meydana gelmiştir: Bildiğimiz hayvan ve bitkilerle aynı yasalara uyar. Bazılan fizyolojinin fiziğe indirgenemeyeceğini sanıyorlar, ama bunlann kanıtları pek inandıncı değildir ve. yanıldıkIarını düşünmek öngöruye uygun olur. Yo1culuklanmız nasıl karayollanna ve demiryollanna bağlıysa, aynı şekilde «düşüncelerimiz» dediğimiz şeyler de, beyindeki kıvnntılı yollar şebekesine dayanmaktadır. Düşünülürkon kullanılan kimyasal bir kaynağı sanılıyor. iyot eksikliği, zeki bir adamı budala yar pıvennektedir. Zihin olgulan da maddi yapıyla ilgili gö-
ıld
ı ız
156
py
tu ku
Bu böyleyse, tek bir elektronun ya da protonun varsayamayız. Aksi halde bu, tek bir kimsenin kendi başına futbol oynaması gibi bir şeyolur. Bireyin düşüncesinin ölümden sonra da yaşayacağını varsayamayız. ölüm, beynin düzenini bozmakta ve beyin kıvrıntılannı kullanan enerjiyi bo,şaltmaktadır. Hıristiyan dininin ana dogmaları olan Tanrı ve ölümsüzlük, bilimde destek bulamıyor. Bu öğretilerin herhangi birinin din için zorunlu olduğu söylenemez, çünkü Budhizmde bunların hiç biri yoktur. (Ölümsüzlük konusunda nitelendirilmemiş bir sav yanıltıcı olabilir, ama o da son çözümlemede doğrudur.) Fakat biz Batı'da, bunları dinbiliminin daha en küçüğü sayar olduk. Hiç kuşkusuz, bunlara inanmaya devam eden kimseler bulunacaktır, çünkü bunlar hoş şeylerdir. Tıpkı kendimizi erdemli, kötü görınenin bize hoş gelişi gibi. Ama bence, hiç birinin dayanağı yoktur. Tann'nın varolmadığını kanıtlayabileceğimi ileri sürınüyo rum. Eşit ölçüde, da uydurma olduğunu kanıt layamam. Hıristiyan Tanrısı varolabileceği gibi, Tanrılan da, eski Mısır'ın, Babil'in Tanrıları da varolabilirler. Ama bu varsayımların hiç biri ötekinden daha olası değildir, Olası alanının bile dışında kalırlar, bu bakımdan onların birini ele almak için neden yoktur. Bu soru üstünde duracak değilim, bir başka yerde bununla uğraştım. 1 Kişisel ölümsüzlük sorusu, oldukça başka bir de dir. Burada bunun doğru olup olmadığının tanıtlanması mümkündür. bilimin uğraştığı gündelik dünyanın bir bölümüdür ve varoluşlarını belirleyen şartlar ortaya Bir su flamlası ölümsüz değildir, oksijen
ıld
ı ız
(l)
«Leibniz'in Felsefesi rime bakınız, Bölüm XV.
of Leibniz»
adlı
ese-
157
py
tu
ku
ve hidrojene Bu bakımdan, bir su damlası kaybolduktan sonra, su olma niteliğini sürdüreceği söylenseydi, bunu kuşkuyla Benzer bir biçimde, beynin de ölümsüz olmadığını biliyoruz. Canlı bir bedenin örgütlü enerjisi ölümde adeta terhis oluyor ve o yüzden de ortak göstermek için elverişli olmaktan çıkıyor. Bütün kanıtlar, zihinsel hayatınuz diye baktığımız şeyin, beyin yapısına ve örgütlü beden enerjisine bağlı olduğunu gösteriyor. Bu bakımdan, bedenin hayatı bitince zihnin hayatının da bittiğini va.rsaymak akla uygundur. Bu düşünce yalnızca olasıdır. Yani mümkün olandır. Ama çoğu bilimsel sonuçların dayandığı olasılıklar kadar güçlüdür. Bu sonuca saldırılabilecek çeşitli açılar vardır. ruhun ölümden sonra yaşamaya devam ettiğini gösteren gerçek bilimsel kanıtların bulunduğunu söylüyor ve kuşkusuz, bu araştırmaların yöntemi ilkece, bilimsel bakımdan doğrudur. Bu çeşit kanıtlar, bilimsel yaratılışlı bir kimsenin reddedemeyeceği derecede etkileyici olabilir. Böyle olmakla birlikte, bunlara tanınacak ağırlık, ruhun ölümden sonra yaşamaya devam etmesi varsayımı .ın önceki olasılığına dayanmak zorundadır. Herhangi bir olgu dizisini açıklamak için türlü yollar vardır, biz bunların arasından, önceden en az olasız (gayri muhtemelJ duranını seçeriz. Ölümden sonra hayatımızı olası görenler; bu teoriyi, olgulann en İyi açıklaması sayacaklardır. Başka nedenlerle bu teoriye inanılmaz diye bakanlar ise, başka açıklamalar arayacaklardır. Ben, ruhun ölümden sonra yaşadığı yolunda, psişik araştırmalar tarafından şimdiye kadar ileri sürülen kanıtlan, karşı yöndeki fizyolojik kanıtlardan çok daha zayıf görüyorum. Ama her an daha kuvvetlenebileceğini kabul ederim, o zaman ölümsüzlüğe inanmamak bilime aykın olur. Bununla birlikte, bedenin ölümünden sonra ruhun yaşaması, ölümsüzlükten başka bir şeydir: Bu yalnızca>
ıld
ı ız
158
psişik
ölümün gecikmesi anlamına gelebilir. inanmak istediği ölümsüzlüktür. inananlar, burada benim kullandığı~ fizyolojik kanıtlara karşı Bedenle ruhun büsbütün farklı şeyler olduğunu ileri süreceklerdir. Ben bunun bir metafizik boşi nanç (hurafel olduğunu sanıyorum. Zihin ve madde en sori gerçekler olmayıp, bazı için kolaylık sağlamak üzere kullanııan uygu.n terimlerdir. Ruh gibi, elektran ve protonlar da birtakım mantıksal Aslında her biri bir tarihtir, tek bir sürekli varlık değil, bir olaylar dizisidir. Ruh bakımından bunu, gelişme gerçekleri ortaya koymaktadır. Gebe kalmak, hamilelik ve bebeklik üstünde düşünen herkes, ruhun bölünmez bir şey olduğu na, bütün bu süreç boyunca mükemmel ve tam olarak kaldığına. ciddiyetle inanamaz. Ruhun beden gibi geliştiği apaçıktır. Hem spermadan, hem de dişi yumurtadan maktadır. Bu bakımdan bölünemez olduğu kabul edilemez. Bu, materyalizm değildir. Yalnızca, ilginç olan her şeyin. birinci! töz değil, bir örgütlenme sorunu olduğunun teslim edilmesidir. Metafizikçiler ruhun ölümsüz olması gerektiği konusunda sayısız kanıtlar yürütmüşlerdir. Bütün bu kanıtları yıkabilecek yalın bir deney vardır. Bu kanıtlann de ruhun bütün mekanı kaplaması gerektiğini eşit ölçüde ispatlarlar. Ama şişmanlamaya uzun yaşamak kadar meraklı olmadığımız için, metafizikçiler akıl yürütmelerinin bu uygulamasına dikkat etmemişlerdir. Bu, yetenekli insanlan bile körleştiren, yanılmalanna yol açan isteğin şa şırtıcı gücünün bir örneğidir. Ölümden korkmasaydık ölümsüzlük fikrinin ortaya çıkacağını sanmıyorum. Korku, insan hayatında daha birçok şeyin olduğu gibi, dinsel dogmanın da temelidir. Birey ya da toplu halde ins3.nlardan korkma, toplum yaşayışımızı çok etkilemektedir. Ama doğadan korkma dini doğunnaktadır. Zihin ve
ların
py
tu
ku
ıld
ı ız
py
tu
ku
madde karşıtlığı, gönnüş olduğumuz üzere, h ayalidir. Yine de daha önemli olan başka bir karşıtlık vardır: Isteklerimizle ve değiştiremeyece ğimiz şeyler arasındaki karşıtlık. Bu ikisi arasındaki çizgi ne kesindir ne de değişmez niteliktedir. Bilim ilerledikçe, daha birçok şey denetim altına alınabiliyor. Yine de, kesin olarak bazı şeyler öte yanda kalmaktadır. Bunların arasında evrenin büyük olaylan vardır, bunlar astronomi· nin uğraştığı türden olaylardır. Ancak yeryüzünün üstün· deki ya da yakınındaki şeyleri, bir isteğimize göre bir kalıba sokabiliyoruz. Ama yeryüzünün üstünde bile iktidarımız sınırlıdır. Her önce ölümü .......çoğu defa her ne kadar geciktirebiliyorsak da- önleyemiyoruz. Din, bu karşıtlığın üstesinden gelme yolunda bir gi· rişimdir. Eğer Tann dünyayı denetimi altında tutuyorsa. Tanrı da dua Ue etkilenebilirse, her şeyi-yapabilirlikten CKMi.r-i Mutlaklıktan) kendimize bir payalmış oluyoruz. Eskiden dualara mucizeler karşılık verirdi. Katolik Kilisesinde durum halA böyledir. Ama protestanlar bu gücü kay· bettHer. Bununla birlikte. mucize olmasa da olur. İlahi', doğa yasalannı olabilecek en iyi sonuçları verecek düzenlemiştir. Böylece Tannya inanma,. yi· ne de doğa dünyasını insanlaştırmaya ve fizik güçleri, gerçekten kendi müttefikleri diye gönnelerine yardım etmektedir. Benzer bir biçimde, ölümsüzlük de ölüm korkusunu ortadan kaldınnaktadır. Öldüklerinde sonsuz mutluluğa erişeceklerine inanan kimselerin ölüme dehşetle bakmamalan gerekir, ama hekimler hesabına iyi ki, daima böyle olmamaktadır. Bununla birlikte, ölümsüzlük inancı, insanların korkularını büsbütün ortadan kaldıramasa da, oldukça yatıştınnaktadır. Kendi temeli korku olduğu için, din bazı korkulan ve insanların onlara kötü gözle bakmamalarını sağlamıştır. Bununla, insanlığa kötü bir hiz-
ı ız ıld
160
mette bulunmuştur: çünkü bütün korkular kötüdür. ÖIdüğüm zaman çürüyeceğime, benliğimden bir şeyin sağ kalmayacağına inanıyorum. Genç değilim ve hayatı seviyorum. Ama yok olma düşüncesi korkuyla titremeyi aşağılık bir şey görürüm. Mutluluk sona erecek olsa da, yine gerçek mutluluktur. Sonsuz olmadıkları için düşünce ve aşk, değerlerini kaybetmezler. Darağacına gururla giden birçok insan olmuştur: açıktır ki, aynı gururun, bize insanın dünyadaki yeri hakkında doğru düşünmeyi öğretmesi gerekir. Geleneksel insanlaştıncı efsanelerin IMif oda-içi sıcaklığından sonra, bilimin açık pencereleri ilkin bizi biraz titretse bile, sonunda temiz hava insana güç verir ve büyük meklmlann kendine özgü bir Doğa
t ku
ihtişamı vardır.
felsefesi başka şeydir. Bunzarardan bir şey çıkmaz. iyi saydığımızın, neyin olmasını istediğimizin, doğa felsefesinin konusunu eden, olan şeyle bir yoktur. Öte yandan, insanlaşmayan dünya, belli birtakım şey lere değer vermiyor diye, onlan değerli saymamız yasaklanamaz. Bir şey «doğa yasası. diye de, illa. ona hayran kalmamız gerekmez. Bizim, isteklerimizi, umutlanmızı ve korkulanmızı, bulmaya başladığı yasalara göre meydana olan doğanın bir parçası olduğumuz besbellidir. Bu anlamda doğanın bir parçasıyız. Doğaya, doğa yasalannın sonuçlanna uyruğuz, sonunda da onlann kurfelsefesi
başka, değer
ları kanştırmaktan,
ld yı
up
ı ız
banı olacağız.
Doğa
fetsefesi, gerekmediği halde yeryüzüyle sınırlan yeryüzü, yalnızca küçük yıldızlarından birinin (güneşin) küçük gezegenlerinden biridir. Önemsiz gezegenimizin minik parazitlerinin nu',"u"", gidecek birtakım sonuçlar elde etmek için, doğa felsefesini bozmak gülünç olur. Bir felsefe olarak Vitalizm ve evrimeilik, bu bakımdan -bir oran duygusu ve mantıksal tumamalı.
F.: 11
161
ku
tarhhk yokluğu Bizim kendimiz için olan hayatın gerçeklerine, yeryüzüyle sınırlı bir de, kozmik bir önemi varmış gibi bakıyorlar. ve kötümserlik de, kozmik felsefeler olarak aynı safdil hümanistliği göstermektedir. Doğa felsefesinden tanıdığımız kadarıyle, büyük dünya ne iyidir ne de kötü ve bizi mutlu ya da mutsuz kılmak için hiç kaygılanmamaktadır. Bütün bu felsefeler, insanın kendi kendine önem vermesinden doğar ve en iyisi, biraz astronomiyle düzeltilebilir. Ama, değer felsefesinde durum tam tersinedir. Doğa, bizim hayal ede bildiklerimizin ancak bir parçasıdır. Gerçek ya da hayali her şeyi biz değerlendirebiliriz, bizim verdiğimiz değerin yanlış olduğunu gösterecek dış bir ölçüt (standarD yoktur. Biz kendimiz, değerin en son ve karşı çıkılamayacak hakemleriyiz. Değer dünyasında da doğa bir bölümdür. Böylece bu dünyada bizler doğadan daha büyük oluyoruz. Değerler dünyasında doğanın kendisi tarafsızdır: Ne iyidir ne kötü, ne hayranlı ğa değer ne de kınanmaya. Değeri de, değer veren isteklerimizi de yaratan bizleriz. Bu alanda kralız. Doğanın karşısında eğilirsek, krallığımızı küçük düşürmüş oluruz. hayatı sağlayacak bizleriz, doğa değildir. Tanrı olarak kidoğa bile değildir.
py
tu
Ha.yat
ı ız ıld
II.
AYRI ayrı zamanlarda ve' ayrı ayrı insanlar arasında iyi hayat konusunda türlü anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bir dereceye kadar, insanlar belli bir hedefe varmak için baş vurulacak hakkında farklı düşündükleri zaman, bu ayrılıklar akıl yoluyla tartışma kaldırır_ Bazıları, hapsetmenin suçu önlemek için iyi bir yololduğu kanısındadır. bazılarıysa eğitimin daha iyi olacağı üstünde durur. Bu çeşit bir ayrılık, yeterli kanıt göstererek bir sonuca var-
162
ku
dınlabilir. Ama öyle vardır ki, bu denenemez. Tolstoy her türlü savaşa karşıydı. Başkalan, hak· lı bir dava uğruna çarpışan bir askerin hayatını pek soylu saymışlardır. Burada her halde, amaçlar bakımından gerçek bir aynIık söz konusuydu. Askeri övenler, çoğu ke· re, günahkarların cezalandınlmasının kendi başına iyi bir şeyolduğunu savunurlar. Tolstoy böyle Böyle bir sorun akılcı 'olarak tartışılamaz. Bu bakımdan ben iyi hayat konusundaki görüşümün doğruluğunu kanıt layamam. Yalnızca görüşümü açıklayabilir ve mümkün olduğu kadar çok sayıda kimsenin bunda anlaşmasını umabilirim. Benim görüşüm şudur: hayat, sevgiden esinlenen ve bilginin kılavuzluk ettiği bir hayattır. Bilgi de sevgi de sonsuza kadar genişletilebilir. Onun için, bir hayat ne kadar iyi olursa olsun, daha iyisini düşünmek mümkündür. Bilgisiz sevgi ya da sevgisiz bilgi iyi bir hayat doğuramaz. Orta çağlarda bir ülkede salgın hastalık patlak verdi mi, halkın kiliselerde toplanmasını ve kurtuluş için dua etmesini isterlerdi. Bunun sonucunda hastalık, birlikte dua edenler arasında olağanüstü bir yayılırdI. Bu, bilgisiz sevginin bir örneğidir. Son savaş (Birinci Dünya ise, sevgisiz bir örnektir. Her iki durumda da. sonuç büyük çapta ölüm
py
tu
ı ız ıld
olmuştur.
Her ne kadar hem sevgi, hem de bilgi gerekliyse de, sevgi bir bakıma daha temeldir. zeki kimselerin, sevdiklerine nasıl yarar sağlayabileceklerini aramak için bilgi ardında koşmalarını sağlar. Ama insanlar zeki değil se, kendilerine ne söylenirse ona inanırlar, ıyı likseverliklerine rağmen zararlı olabilirler. Anlatmaya çaIıştığım şeyin en iyi örneğini tıp verir sanıyorum. bir doktor, bir hastaya onu en çok seven bir dostundan daha çok iyilik eder. Tıp bilimindeki ilerlemeler de, topluluğun
163
py
tu
ku
bilgisiz bir insanseverlikten daha çok yardımcı olur. Yine de, bilimin bulgularından yalnızca zenginler yararlanacaksa, burada bile bir iyilikseverlik öğesinin bulunması gereklidir. Sevgi, türlü duyguları kapsayan bir sözdür. Ben bütün bunları anlatmak için sevgi sözünü bile kullandım. Eyleme dönük bir duygu olarak sevgi -benim sözünü ettiğim, sevginin bu türlüsüdür, .ilkece» sevgi, bana gerçek bir şey gibi görünmüyor,- iki kutup arasında gider gelir: Bir yanda derin düşünmekten Ustiğrak == contemylationl büyük zevk duyma, öte yanda büyük bir iyilikseverlik. Cansız nesneler söz konusu olduğunda işin içine yalnız zevk giriyor. Bir manzaraya ya da bir sanata karşı iyilikseverlik duymayız. Bu çeşit zevk alma, her halde sanatın kaynağıdır. Bu genellikle, çok küçük çocuklarda erginlerden daha güçlüdür. Büyükler nesnelere, daha çok yararı oranında değer verirler. Yalnız estetik düşünme konusu olarak baktığunız zaman, insanlara karşı duygularımızda bu boyut büyük roloynar: Kimilerini çekici, kimilerini itici buluruz. karşı kutbu, salt iyilikseverliktir. İnsanlar cüzzamlılara yardım etmek için canlarını vermişlerdir. Bu anlamda duydukları sevginin herhangi bir estetik zevkle ilgisi yoktur. Anababa sevgisi, genelolarak çocuğun görünüşünden hoşlanmayla birlikte gider, ama çocuk uzaktayken de bu duygu güçlü olarak devam eder. Bir annenin hasta çocuğuna karşı gösterdiği ilgiye .iyilikseverlik- demek tuhaf kaçıyor. Çünkü bu sözü, onda dokuzu sahte, silik bir duygu için kullanmaya a!ışmışız. Ama başka bir kelime bulmak güçtür. Bu çeşit bir istek, anababa sevgisi söz konusu olduğunda her çeşit kuvvet derecesine çıka bilir. Başka durumlarda çok daha az şiddetlidir. Başkala rına karşı duyulan duygularm hepsi de, anababa sevgisinin bir çeşit taşması ya da onun bir şeye yönelme-
ıld
ı ız
164
py
tu ku
si sayılabilir. Daha iyi bir sözcük bulamadığım için, bu duyguya -iyilikseverlik- diyorum. Ama bir ilkeden değil, bir duygudan söz ettiğim kesinlikle bilinmeli. Bu sözle, bazen birleştirildiği gibi, herhangi bir üstünlük duygusunu da anlamıyorum. .Duygudaşlık. (sempati>, demek istediğimin bir bölümünü anlatıyorsa da, içine sokmak istediğim etkenlik öğesini kapsamıyor. Sevgi tam anlamında, zevk ile iyilik-isteme gibi iki öğe nin biribirinden aynıamayacak bir kanşımından meydana gelir. Anababanın güzel ve başanh çocuğundan hoşlanma sı, her iki öğeyi de içine alır. En iyi düzeyde olduğu zaman, cinsel sevgi de böyledir. Fakat cinsel sevgide ancak güvenli bir sahip olma durumunda iyilikseverlik vardır. Yoksa, derin düşünmenin zevki her ne kadar büyük çapta artsa da, kıskançlık onu yıkar. -isteme boyutu olmayan zevk, zaUm olabilir. Zevk almaksızın 'iyiliğini istemek ise, soğukluk ve biraz da üstünlük duyma eğilimi ni içinde taşır. Sevilmek isteyen bir kimse, her iki ögeyi de birleşitren bir sevgiye konu olmak ister. Ancak bebeklik çağındaki gibi ya da hastayken, son derece zayıf olunduğunda durum değişebilir. Böyle hallerde bütün istenen. iyilikseverlik olabilir. Tersine, son derece kuvvetli olunduğu zamanlarda da iyilikseverlik duyulmasından çok hayran kalınması istenir: Büyük işadamlannın ve ünlü güzellerin zihin hali böyledir. İnsanlann iyiliğimizi istemelerini, ancak onlann yardımını gereksediğimiz ya da onlardan gelebilecek zarar tehlikesi olduğu oranda isteriz. En azın dan, durumun biyolojik mantığı bakımından böyle görünür. Ama hayat için pek gerçek değildir. Yalnızlık duygusundan kurtulmak, sık sık dediğimiz gibi «anlaşılmak- için sevgi isteriz. Bu, yalnızca değil, aynı zamanda duyguduşlık sorunuQ.ur da. Sevgisi hoşumuza giden kimse, yalnızca. istemekle kalmamalı, aynı zamanda nasıl mutlu olacağımızı da bilmelidir. Ama bu, iyi hayatın öteki öğesine, yani bilgiye aittir.
ıld
ı ız
165
Mükemmel bir dünyada her duygulu varlık, her baş için, zevk, iyilikseverlik ve anlayışlılığın bölünmez bir biçimde birleşerek meydana getirdiği en eksiksiz bir sevginin konusu olurdu. Ama bundan, günümüz dünyasında karşılaştığımız bütün duygulu varlıklara karşı böyle davranmamız gerektiği çıkarılmamalıdır. Kendilerinden hoş lanmayacağımız birçok kimse vardır. bunlar tiksin· ti verici kişilerdir. Eğer yaratılışımızı zorlayarak onlarda güzellik bulmaya çalışırsak. bu defa da doğalolarak güzel bulduğumuz şeylere karşı duyarlığımızı körletiriz. İn sanlar bir yana. dünyada pireler. tahtakurulan ve bitler de vardır. Bu gibi yaratıklan derin derin düşünmekten zevk duyabilmek için kendimizi Eski Denizci «The Andent Mariner.. şiiril kadar çok zorlamamız gerekir. Evet. bazı ermişler. bitlere «Tanrı'nın inçileri .. demişlerdir. ama aslında bu adamlann zevk aldıklan şey, böylelikle kendi kutsalhklannı gösterme fırsatının çıkmasıdır. genişletilmesi daha kolaydır. ama onun bile sınırlan vardır. Bir kimse bir kadınla evlenmek istiyorsa. o kadınla evlenmek isteyen bir başkası daha olduğunu anlayarak. o alsın diye çekilirse, o kimse için «aman ne adam.. diye düşünmeyiz. Bu konuyu taraflann dürüstçe yanşabileceği bir alan sayanz. Yine de böyle bir kimsenin rakibine karşı duygulan büsbütün iyiHkseverce olamaz. iyi hayat tablolanrun bir hayvan canlılığı ve içgüdüsünün temeli olkası
py
tu ku
ıld
ı ız
duğunu
varsaymamız gerektiği
kanısındayım.
Bunlarsız
pek uysalolur ve kalmaz. Uygarlık bunlara eklenecek bir şeydir, yerini alacak bir şey değildir. Bu bakımdan. riyazetçi ermişle. olaylardan uzak duran bilge. tam insan olamamaktadırlar. Bu tür insanlardan küçük bir sayıda olması, bir topluluğu Ama. hep böyle kimselerden gelen bir dünya Iç sı kıntısından patlar.
166
py tu ku
Bu düşünceler bizi, en iyi bir zevk alına öğesi bulunması gerektiği üstünde belli bir ısrarla durmaya götürüyor. Bu gerçek dünyada zevk alma, ister istemez seç:imlik bir şeydir, bu da bizi bütün insanlığa karşı aynı duyguları beslemekten alıkoyar. Zevkle iyilikseverlik arasında bir çatışma doğunca, bunlann genellikle bir uzlaşmaya gitmeleri Biri ötekine büsbütün teslim olmamalıdır. kendi hakları vardır ve bir noktadan öteye onlann haklarını ince yollarla bizöçlerini alırlar. Onun içindir ki, iyi hayatı ken insan imkAnının sınırlarını da gözönünde tutmak ge· rekir. Ama burada yine, bilginin zorunluluğu noktasına gelmiş oluyoruz. Bilginin, iyi hayatın bir öğesi olduğundan söz ederken, ahlAk bilgisini düşünmüyorum. Bilimsel bilgiyi, belirli olayların bilgisini anlatmak istiyorum. Kesin anlamıyle. ahlak bilgisi diye bir şeyolduğunu sanmam. Belli bir amaca erişmek istiyorsak, bilgi bize bunun yolunu gösterebilir. Bu bilgiyse, gevşek bir anlamda ahlak bilgisi diye geçebilir. Ama doğuracağı sonuçlara başvurmadan, hangi davranışın doğru, hangisinin eğri olduğu üstünde karar sanmıyorum. Erişilecek belli bir amaç olduğu zaman, onun nasıl gerçekleştirileceği bilime kalmış bir iştir. Bütün ahlak kurallan, istediğimiz amaçları olup olmadıkları açısından sınanmak gerekir. İstememlz gereken değil, istediğimiz amaçlar diyorum. İstememiz «gereken- demek, yalnızca bir başkasının bizim istememizi istediği demektir. Bizim bir şeyler istememizi isteyen, genellikle otoritelerdir: Anababalar, ilkokul müdürleri, polisler, yargıçlar, v.b. Bana, şöyle yapmanız gerekiyor. derseniz, sözünüzün dürtü gücü, benim sizin tasvibinizi istememden kaynak ala· caktır. Bunun yanısıra, her halde bir de sizin tasvip edip etmemenize bağlı ödüller ve cezalar olacaktır. Her türlü
ı ız ıld
167
ld yı
p tu ku
davranış istekten doğduğu için, ahlak kavramlarının da, ancak isteği etkiledikleri sürece önem taşıyacakları açık tır. Bu etkiyi, tasvip edilme isteğine ve tasvip edilmeme korkusuna dayanarak yaparlar. Bunlar güçlü toplumsal kuvvetlerdir. Herhangi bir toplumsal amacı gerçekleştir mek istersek, onlan kendi tarafımıza geçinneye çalışırız. Ben, davranışın ahlakhlığı, olası sonuçlarıyle yargılanabilir derken, istediğimiz toplumsal amaçları gerçekleştirmesi olası davranışın tasvip edilmesini, karşı davranış ın ise tasvip edilmemesini istiyorum, demektir. Bugün böyle yapılmamaktadır. Bazı geleneksel kurallar vardır. Bunlara göre, sonuçlar gözönüne alınmaksızın tasvip etme ya da etmeme yoluna gidiliyor. Ama bu konuyu gelecek kesimde ele alacağız. Teorik ahlakın boşluğu, yalın durumlarda apaçık görülür. tutun ki çocuğunuz hasta. Sevginiz onun iyi olmasını istiyor, bilim de size onun nasıl iyi vıç".. cı'e;ıı.u söylüyor. Teorik ahlakta, çocuğunuzun iyileşmesinin daha iyi olacağım tanıtlayan bir ara aşama yoktur. Hareketiniz, bir amacı isteğiyle bunun yolu hakk'ındaki bilgiden doğmaktadır. Bu, iyi olsun, kötü olsun, bütün hareketler için eşit ölçüde doğrudur, Amaçlar değişebilir, bilgi de bazı durumlarda başkalarına oranla daha yeterli olabilir. Ama insanlara yapmak istemedikleri bir şeyi yaptırmak için düşünülebilecek bir yol yoktur. Mümkün olan tek şey, bir ödüller ve cezalar sistemiyle istediklerini değiştirmektir. Bu sistemin içinde toplumsal açıdan tasvip ediş ve etmeyişin de büyük rolü vardır. Böylelikle, kural koyan ahlakçı için sorun şu olmaktadır: Yasama otoritesince istenenin azamisini sağlamak için, bu ödüller ve cezalar sistemini nasıl düzenlemek gerekir? Yasama otoritesinin kötü istekleri olduğunu söyleyecek olursam, yalnızca onun isteklerinin, topluluğun - benim de içinde bulunduğum - bir kesiminin istekleriyle çatıştığın!
ı ız
168
py tu
ku
demek istiyorumdur. İnsan isteklerinin bir ahlak ölçüsü yoktur. Böylece, ahlakı bilimden ayıran şey, herhangi bir özel tür bilgi değil, yalnızca istektir. Ahlakta gereken bilgi, başka yerde gerekenin bütünüyle aynıdır. Ahlaka özgü olan, bazı amaçlann ve onlara götürecek doğru davranı şın istenmesidir. ki, doğru davranışın tanımının geniş bir çekiciliği olması isteniyorsa amaçlann, insanlı ğın büyük bir kesiminin istediği amaçlar olması gerekir. Doğru davranışı, benim kendi gelirimi artıran şey diye tanımlasaydım, okuyucular benimle aynı fikirde olmazlardı. Herhangi bir ahlak kanıtının bütün etkinliği bilimsel yanındadır. Yani. bir başkasının değil de, belli bir davranışın genelolarak istenen bir amaca götüren yololmasının kanıtlanmasındadır. Bununla birlikte, ben ahlak kanıtı ile ahlak eğitimi arasında bir aynm gözetiyorum. Ahlak eği timi, bazı istekleri kuvvetlendirmek ve bazıla.nnı latmaktan ibarettir. Ama bu, daha ileri bir aşamada ayrıca tartışılacak, apayrı bir süreç. Bu bölümün başındaki iyi hayat tanımının ne demek istediğini, şimdi daha kesin olarak açıklayabiliriz. hayatın, bilginin kılavuzluk ettiği sevgiden meydana geldiğini sörlediğim zaman beni dürten istek, mümkün olduğu kadar böyle bir hayat sürmek ve başkalarının da böyle yaşadığını görmek isteğiydi. Bu önermenin mantıksal içeriği, böyle yaşayan insanların oluşturduğu bir toplulukta, daha az sevgi ve daha az bilgi bulunan bir topluluğa oranla isteklerİn daha çok Bu hayatın «erdemli-, karşıtının da «günahkArca» olduğu nu söylemek istemiyorum; çünkü bu kavramlar bana biIimce doğrulanamaz gibi görünüyor.
ıld
ı ız
III.
AhlAk Kurallan .. UYGULAMADA ahlAk
kurallarına
ihtiyaç, isteklerin
169
ld yı up
t ku
doğar. Bu çatışan tstekler, başka başka kimselerin istekleri olabileceği gibi, aynı kimsenin başka baş ka zamanlardaki, hatta bazen aynı andaki istekleri olabilir. Bir kimse hem içmek ister, hem de ertesi gün sağ lam kafayla İsteklerinin daha küçük toplam tatminini sağlayan yolu seçerse, onu ahlaksız sayarız. Kendilerinden başkasına zararı dokunmasa bile, aşırı ya da umursamaz hareketlerde bulunan kimseler hakkında da kötü düşünürüz. Bentham, bütün ahlak sisteminin «aydınlanmış benlik-çıkarı-ndan türetilebileceğini ve sonunda, her zaman kendisi için azami tatmin sağlayacak şe kilde hareket etmiş bir kimsenin doğru hareket etmiş olacağını varsaymışt!. Ben bu görüşü kabul edemiyorum. seyretmekten zevk alan tiranlar yaşamıştır. Ongörü (basiretl, onları bir gün işkenceye devam etmek üzere kurbanlarının canını esirgemeye sevkettiği zaman, bu gibi kimseleri övemem. Yine de, başka şeyler eşit oldukça, öngörü iyi hayatın bir parçasıdır. Robenson Crusoe bile benlik-denetimi ve ileriyi görme gibi, ahlak erdemleri sayılmak gereken nitelikler göstermek durumunu yaşamıştır_ bunlar, başkalarına karşı-den ge olacak zararlar vermeksizin, onun toplam tatminini artırmıştır. Ahlak kurallı:trının bu bölümü, geleceği düşün meye pek eğilimli olmayan küçük çocukların eğitiminde büyük bir yer tutar. Daha sonraki hayatta bu gibi kurallara daha çok uyulsaydı, dünya çok geçmeden cennet olurdu. bunlar aklın tutkunun eserleri olan savaş ları önlemeye yeterdi. Bununla birlikte, öngörü onemli olmasına rağmen, ahlakın en ilginç bölümü değildir. Zi· hinsel sorunlar ortaya çıkaran yanı da değildir, çünkü benlik-çıkarından ötesini düşünmesinİ gerektirmez. AhIakın öngörüce kapsanmayan bölümü, özünde, yasaya ya da bir klübün tüzüğüne benzer. Bu, insanların isteklerinin, çatışma imkanı olmasına rağmen, bir toplulu-
ı ız
170
ld yı up
t ku
lsun içinde birlikte yaşamalarını sağlayan bir yöntemdir. Ama burada, ÇOK farklı iki yöntem mümkündür. Bir ceza hukukunun yolu vardır: Başka insanların belli biçimlerde engelleyen eylemlere hoş olmayan sonuçlar ekleyerek yalnızca bir uyum (ahenk) sağlama amacına yönelir. Toplumsal yasaklamanın yöntemi de budur. Bir kimsenin kendi toplumu tarafından kötü gözle görülmesi, gruplarının ahlaK kurallarını çiğnediği için çoğu kişilerin kaçındığı şeylerden kaçmmayı sağlayan bir çeşit cezadır. Fakat daha temel nitelikte ve başarılı olduğu zaman daha tatmin edici bir yöntem daha vardır. Bu, insanların karakterlerini ve isteklerini değiştirmek tir. Bir kimsenin isteklerinin bir başka kılarak çatışma fırsatlarını asgarileştirecek biçimde değiştirmek. nefretten daha iyi olması bu yüzdendir, çünkü söz konusu insanların isteklerine, çatışmadan çok uyum getirmektedir. Aralarmda sevgi olan iki kişi ya birlikte başarıya ulaşırlar ya da başarısızlığa uğrarlar. Ama iki kişi biribirinden nefret etti mi, birinin başarısı ötekinin başarısızlığı demektir. hayat sevgiden esinlenir ve bilgiden kılavuzluk görür dememizde haklıysak, herhangi bir topluluğun ahlak kuralları toplamının sonul (nihai) ve kendi kendine yeterli olmadığı apaçık bellidir. Bunların bilgelik ve iyilikseverliğin gerektirdiği gibi olup olmadıkları açısından ayrıca bir inceleme yapmalıdır. Ahlak kuralları her zaman kusursuz . olmamışlardır. Aztekler güneş ışığının kararacağından korkarak insan eti yemeyi kendilerine acı bir ödev edinmişlerdi. Bilimlerinde yanılmışlardı, ama kurban ettikleri kimseleri sevmiş olsalardı, yaptıkları bilimsel yanlışın belki farkına vanrlardl. Bazı kabileler, kızları on yaşından on yedi yaşına kadar karanlığa hapsederler. Çünkü güneş ışınlarının onları gebe bırakacağını sanarlar.
ı ız
171
py
tu
ku
Ama bizim çağdaş ahlak kurallarımızın, bu törelerine benzor hiç bir yanı yoktur kuşkusuz! Yasakladığımız şeylerin hepsi de gerçekten zararlı ya da öyle korkunç şeyler ki, edepH bİr kimse onları savunamaz! mi dersiniz? Bana hiç de öyle kuşkusuz gelmiyor. Günümüzdeki ahlak, faydacılıkla boşinancın acayip bir karışımından meydana gelmiştir. Ama yanı daha ağır basmalüadır. Bunu da doğal karşılamak gerekir, çünkü ahlak kurallarının kaynağı boşinançtır. Başlangıçta bazı hareketlerin, Tanrıların hoşuna gitmeyeceği düşünülmüş ve Tanrısal gazabın yalnızca suçlu bireye değil, bütün bir topluluğun üstüne ineeeği inancıyla böyle hareketler yasalar tarafından yasaklanmıştı. Buradan, Tanrı'nın hoşuna gitmemek anlamına günah kavramı çıkmıştır. Belli birtakım hareketlerin niçin Tanrıların hoşuna gitmeyeceği konusunda herhangi bir neden gösterilemez. Diyelim, oğla ğın anasının sütünde kaynatılmasının niçin gitmeyeceğini söylemek pek güçtür. Ama vahiyle bunun böyle olduğu bilinmektedir. Bazen Tanrısal buyruklar acayip şe killerde yorumlanmıştır. Sözgelimi, bize cumartesileri ça!ışmamamız söylenmiş, ama protestanlar, bunun pazar günleri oyun oynamamız gerektiği anlamına geldiğine hükmetmişlerdir. Fakat, eskisine olduğu gibi yeni yasağa da aynı ulu yetki Hayata bilimsel bir gözle bakan adamın Kutsal Kitap metinleri ya da kilise öğretileriyle açıktır. Böyle biri, «filan filan hareket günahtır, işte bu kadar» demekle yetinmez. 0, bu hareketin herhangi bir zararı olup olmadığına ya da tersine, günah sayılması mn zarar verip vermediğine bakacaktır. Özellikle cinsiyet konusunda görecektir ki, bugünkü ahlak düzenimiz, kaynağı salt boşinanç olan birçok kuralı kapsar. Yine şunu anlayacaktır ki, bu da, tıpkı Azteklerinki gibi gereksiz zalimliğe yol açmaktadır ve insanlar, komşi.ılan-
ı ız ıld
172
py
tu
ku
na karşı iyi duygular beslese, bunlar ortadan kalkar. Ama. yüksek rütbeli kilise yetkililerinin militarizm sevgisinden görülebileceği gibi, geleneksel ahlllk düzenini savunanların pek azı iyi yürekli insanlardır. bunlar ahUI.ka, eziyet etme isteklerine yasal bir boşalım yolu sağla dığı için değer veriyorlar diye düşünesi geliyor. Günahkar, onlar için iyi bir avdır, hoşgörü artık kapı dışarı edilebilir! Herhangi bir kimsenin hayatını, anasının karnına düşüşünden ölümüne kadar izleyelim ve boşinançh ahlak kurallarının yarattığı önlenebilecek acılara işaret edelim. Ana karnına düşmeyle başlıyorum, burada inancın etkisi özellikle kayda değer. Anababa evli değil se, çocuk damgalanmış olarak doğar, oysa böyle bir şeyi kendisi hiç de hak etmemiştir. Anababadan birinin zührevi bir hastalığı varsa, büyük bir olasılıkla bunu alacaktır. AHade gelire göre zaten çok çocuk varsa, yoksulluk, az beslenme, çok kalabalık, belki de fücur (yakın akrabalar arasında cinsel olacaktır. Yine de, ahl8.kçılann büyük çoğunluğu, anababaların gebe kalmayı engelleyerek bu yoksulluğun nasıl önüne ~""\i""Jıı,,,;,,'.ıu.eı öğrenmemesinden yanadır. 1 Bu mek için, salt cinsel birleşme çocuk
ıld
ı ız
(LL
Neyse ki, artık bu doğru değiL. protestan ve Yahudi ileri gelenlerinin çok büyük bir çoğunluğu doğum kontroluna karşı koymuyorlar. Russell'ın sözü, 1925 şartlarını doğru olarak yansıtmaktadır. Ancak, bir iki ayrıcalık dışında, gebeliğin önlenmesi akimı nın bütün büyük öncülerinin Francis Place, Charles Knowlton, Charles Bradlaugh ve Margaret Sanger gibi, hep ünlü özgür-düşünürler (dinsizler) arasından çıkmış olması da dikkate değer. Der.
173
py
tu
ku
birlikte gelmedikçe kötüdür ve (doğacak çocuğun - insanca bilinebileceği kadar keslnlikle - sefil olacağı bilinse bile) çocuk yapma isteğiyle birlikte oldukça kötü· değildir diye, hiç bir zaman dünyaya gelmemeleri gereken milyonlarca insana işkence içinde yaşama cezası verilmektedir. Aztek kurbanlarının kaderi olan, birden öldürülüp yenmek, kötü ortam içine doğmuş ve zührevi hastalığa bulaş mış bir çocuğun uğrayacağı cezadan daha az ıstırapbdır. Böyle olmakla birlikte, piskoposlar ve politikacılar ahlak adına, insanlara bu daha büyük ıstırabı bile bile çektirmektemrIer. için en küçük bir sevgi ya da acıma duymuş olsalardı, bu hayvanca zalimliği öğütleyen ahlak düzenine bağlanmazlardı. Doğumunda ve ilk bebeklik çocuklar genellikle boşinançtan çok ekonomik nedenlerle acı çeker. Zengin kadınların çocuğu olduğu zaman, onlara en iyi doktorlar, en iyi hemşireler, en iyi besinler, en iyi istirahat ve en iyi beden hareketleri sağlanabilmektedir. sınıfın dan kadınların bu gibi imkanları yoktur. Onların çocukları da birçok hallerde bunların yokluğundan ötürü ölmektedir. Annelerin bakımı konusunda kamu otoriteleri biraz bir şeyler yapmakta, fakat bu hizmetler zoraki yürümektedir. Giderleri azaltmak için, küçük çocuklu annelere yapılan süt yardımının kesildiği bir anda, trafiğin az olduğu zengin semtlerinin yollannı yapmalr için büyük paralar harcanmaktadır. Bu kararı alanlar böyle yaparken, işçi sınıfı belirli bir sayıyı yoksulluk suçuyla ölüme mahkum ettiklerini bilmelidirler. Bununla birlikte, iktidar partisi, başlannda Papa olduğu halde toplumsal adaletsizliği desteklemek için dünyaya alabildiğine boş inanç yayan dinadamlarının büyük tarafından desteklenmektedir. Eğitimin bütün aşamalannda boşinancın etkisi korkunçtur. belli bir yüzdesinin düşünme <ıu:;>",uı-
ı ız ıld
174
1ığı vardır. Eğitimin amaçlarından
biri, onları bu kurtannak olmaktadır. gelmeyen sorular «sus sus.la ya da cezayla cevaplandırılmaktadır. Ortaklaşa heyecan duygusu belli birtakım inanç türlerini, özellikle de milliyetçi inanışları aşılamak için kullanıl maktadır. Kapitalistler, militaristler ve kilise adamları, eğitimde elele vermiş durumdalar. hepsi de iktidarlarını, heyecan duygularının ağır basmasından ve eleş tirici yargılamanın almaktadır. İnsan yaratılı şının yardımıyle eğitim, ortalama adamın bu özelliklerini artınnayı ve yoğunlaştınnayı başarmaktadır. Boşınancın eğitime zarar verdiği başka bir yol da, öğ retmenlerin seçimi üstündeki etkisi dolayısıyle olmaktadır. Ekonomik nedenlerden ötürü, bir bayan öğretmenin evlenmemesi Ahlaki nedenlerle de ilişkiler kunnaması. Ama marazi psikolojiyi incelemek zahmetine katlanan herkes, uzun süren bakaretin, genelolarak kadınlarda pek zararlı olduğunu görür. O kadar zararlı ki, aklı başında bir için bunun öğretmenlerde önlenmesi. gerektiği açıktır. Zorlanan sınırlamalar, enerjik ve girişken kadınların öğretmenlik mesleğine ginnemelerine gittikçe artan bir ölçüde sebep olmaktadır. Bütün bunlar hep, boşinançlı süregelen etkisinden kaynak hklarından
tu
ku
py
ıld
ı ız
almaktadır.
Orta ve yukarı sınıfların okullarında durum daha da kötüdür. Bu okullarda öğrenciler kiliseye devam ederler. Ahlakları da rahiplerin elindedir. ahlak öğret menleri sıfatıyle hemen neredeyse zorunlu olarak iki bakımdan kusur işlerler. Bunlar zararsız hareketleri yasaklamakta ve büyük zararı dokunacak hareketleri bağışla maktadırlar. Biribirlerinden hoşlanan, ama bütün ömürleri boyunca birlikte yaşamak isteyecaklerine güvenerneyen. avli olmayan çiftler arasında cinsel hepsi de mahkum etmektedir. Doğum kontrolunu, çoğu mahkum
175
ıld py
tu ku
etmektedir. biri, sık sık gebe bırakma yüzünden karısının ölümüne yol açan bir kocanın zalimliğini malı küm etmemektedir. Karısı dokuz yılda dokuz çocuk doğu ran ünlü bir ralıip tanımıştım. Doktorlar ona, karısının bir çocuk dalıa yaparsa öleceğini söylemişlerdi. Kadın ertesi yıl bir çocuk daha doğurup öldü. Kimse rahibi mahküm etmedi. Adam da görevini korudu ve yeniden evlendi. Kilise adamları zalimliği bağışlamayı ve masum zevki mahküm etmeyi sürdürdükçe, gençlerin ahlakının bekçisi olarak yalnızca zarar verebilirler. Boşinancın eğitim üstündeki bir başka kötü etkisi de, cinsel konularda öğretim yapılmamasıdır. Başlıca fizyolojik gerçekler, bülüğdan (ergenlikten) önce, heyecan yaratmayacak bir dönemde, yalın ve tabii olarak öğretilme· lidir. Ergenlikte de, boşinanca dayanmayan bir cinsel ahlak eğitimi verilmelidir. erkek ve kızlara, karşılıklı bir yönelme olmadıkça, hiç bir şeyin cinsel birleşmeyi doğ ru bir hareket saydıramayac$ öğretilmelidir. Bu ise Kilisenin öğretisine aykırıdır. Ona göre, taraflar evliyse ve erkek başka bir· çocuk daha istiyorsa, kadının isteksizliğine kulak asılmadan cinsel birleşme doğru bir hareket sayılır. erkek ve kızlara, biribirlerinin özgürlüklerine saygı göstermeleri öğretilmelidir. Bir insana başka bir insan üstünde herhangi bir hak tanınamayacağı, kıskançlığın ve sahip olına duygusunun aşkı öldüreceği öğretilmelidir. Dünyaya başka bir varlık getirmenin pek ciddi bir sorun olduğu onlara anlatılmalıdır. Ancak, çocuğun sağlıklı doğ ması, iyi bir ortamda yaşaması, anababa bakımı altında yetişmesi mümkünse, o zaman bu işe girişilmesi gerektiği öğretilmelidir. Aynı zamanda, çocuğun ancak de dünyaya gelebilmesi için, onlara dOğum kontrolu yöntemleri de gösterilmelidir. Son olarak da, zührevi hastalıkların tehlikeleri, bunların nasıl önleneceği ya da tedavi edileceği açıklanmahdır. Rl) çizgide bir cinsiyet eğiti-
ı ız
176
minden insan mutluluğunu ölçülemeyecek kadar çok artır beklenebilir. Çocuk olmadığı zaman, cinsel bütünüyle kişileri ilgilendiren özel bir şeyolduğu, devleti ya da kom· şuJan ilgilendirmeyeceği kabul edilmelidir. yapmaya yönelmeyen bazı cinsiyet şekilleri, bugün ceza hukuku tarafından cezalandınlmaktadır. Bu, bütünüyle boşinanca dayanır, çünkü bu kOBu yalnızca doğrudan doğruya ilgili kimseleri etkileyen bir sonmdur. olduğu zaman boşanmayı çok güçleştirmenin onlann lehine olacağını düşünmek de yanlıştır. Ayyaşlık, zalimlik ya da akıl hastalı ğı, hem kan-kocanın, hem de yararı ıçın ZQnmlu boşanma nedenleridir. Günümüzde zinaya verilen acayip önem, büsbütün Birçok kötü davranma biçimlerinin, evliliği, arasıra sadakatsızlık göstermekten daha çok etkileyeceği açıktır. Evliliği en kötı.i şekilde etkileyen şey, gelenekselolarak bir kötü davranma ya da zalimlik biçimi sayılmayan, erkeğin kadından her yıl bir çocuk istemesidir. Ahla.k kurallan, içgüdüsel mutluluğu imkansız kılRcak türden olmamalıdır. Oysa, iki cinsten insan sayısının eşit olmaktan uzak bulunduğu bir toplulukta, katı bir evlilik uygulaması bu imkansızlığı doğurmaktadır. Elbette ki, bu gibi şartlar altında ahla.k kurallan çiğneniyor. Ama kurallar, topluluğun mutluluğunu son derece azaltacak türdense, karşı gelinmesi onlan dinlemekten iyiyse, zamanı gelmiş demektir. Kurallar değiştirilmediği takdirde, kamu yararına aykın hareket etmeyen birçok insan, haksız yere ikiyüzlülük ve nefretle karşı karşıya getirilmektedir. Kilise ikiyüzlülüğe aldırmı yor ve onu kendi iktidanna karşı okşayıcı bir saygı gösterisi diye görüyor. Oysa ikiyüzlülük, başka yerlerde hafife alınmaması gereken bir kötülük olarak kabul edilmiştir. Teolojik bile daha çok zararlı olan milliması
tu
ku
py
ıld
ı ız
F.: 12
177
btr kimsenin kendi devletinden başka ona karşı ödevleri olduğu yolundaki boşinançtır. Fakat bu sorunu şimdi tartışmak istemiyorum. Yalnızca, bir kimsenin ödevlerini böyle kendi yurttaşlarıyla sınırlamasının, iyi hayatın kurucu öğelerinden biri olduğunu kabul ettiğimiz sevgi ilkesine ters düştüğü nü belirtmekle yetineceğim. şurası bellidir ki, aydınlanmış benlik-çıkanna da aykındır bu. dar bir milliyetçilik, savaşta zafer kazanan uluslar için bile karlı olmuyor. Teolojik «günah» kavramı yüzünden toplumumuzun çektiği bir başka ıstırap da, suçlulara karşı davranışlarla ilgilidir. Suçluların .kötü- olduklan ve cezalandınlmayı .hak ettikleri,. görüşü, mantıklı bir ahlak düzeninin destekleyebileceği düşünce değildir. kuşkusuz, bazı kimseler, toplumun önlemek istediği ve mümkün olduğu kadar önlemekle de iyi ettiği birtakım hareketlerde bulunuyorlar. En açık örnek olan cinayeti ele alalım. Besbellidir ki, bir topluluk bir arada yaşayacak, toplumun zevklerinden ve sağladığı yararlanacaksa, üyelerinin akıllarına estiği zaman biribirlerini öldünnelerine izin veremez. Ama bu sorun karşısında tamamıyla bilimselolarak davranılmalıır. Düpedüz, -Cinayeti önlemek için en iyi yöntem nedir?- diye sonnalıyız. önlemekte eşit ölçüde etkili olan iki yöntemden, katile en az zarar verecek olanını seçmemiz gerekir. KaWe verilecek zarar, bir cerrahi ameliyattaki acı gibi, bütünüyle esef edilecek türdendir. Ameliyattaki kadar zorunlu olabilir, ama her halde sevinilecek bir şey değildir. .Ahlak infiali. denilen kin duygusu, yalnızca bir zalimlik biçimidir. eziyet etmek, kinden kaynak alan cezayla hiç bir zaman haklı kılınamaz. Nezaketle birleştirilmiş eğitim eşit ölçüde etkili olursa, bunu başka türlüsüne tercih etmek gerekir. Eğer böylesi daha etkili olursa, daha da tercih edilecek bir şey yetçilik
başinancı,
sına değil,
yalnızca
py
tu
ku
ı ız ıld
178
demektir. Tabii, suçun önlenmesiyle suçlunun ceZalandı biribirinden ayrı şeylerdir; suçluya acı çektinnenin amacı, herhalde caydırıcı olmasıdır. Hapisaneler bedavadan iyi bir eğitim alınacak yerler haline gelse, insanlar yalnızca hapise girmek için suç işlemeye kalkarlar. Tutuklu olmanın özgürlükten daha az hoş olması gerekir, hiç kuşkusuz. Ama bu sonucu sağlamanın en iyi yolu, özgürlüğü bugün, bazen olduğundan daha sevimli hale getinnektir. Böyle olmakla birlikte, burada Ceza Refonnu konusuna ginnek istemiyorum. Yalnız, vebaya tutulmuş bir hasta gibi davranmalı diyorum. Bunların ikisi de kamu için tehlikelidir, tehlikeli durumları sona erinceye kadar özgürlükleri sınırlanmak gerekir. Ama veba çeken bir adam bizde duygudaşlık ve acıma uyandırır da, suçludan tiksinilir. Bu büsbütün mantıksızdır. Bu davranış aynlığı yüzünden, hapisanelerimiz suçluluk eğilimle rini düzeltmekte, hastanelerimizin hasta tedavi etmekte gösterdikleri başanya erişemiyorlar.
rılması
Rh·.."",,,l
py tu
ku
IV.
ve Toplumsal
Kurtuluş
,
ıld
ı ız
GELENEKSEL dinin kusurlarından biri de bireyci olBu kusur, aynı zamanda dinle olan ahlak düzeninde de vardır. Eskiden dinsel hayat, adeta ruhla Tanrı arasında bir ikili konuşma gibiydi. Tanrı'nın iradesine boyun eğmek erdemdi ve bu, birey topluluğun durumu ne olursa olsun mümkündü. Protestan «kurtuluş bulma» fikrini dir. Ama bu düşünce hıristiyan öğretisinde her zaman vardı. Bu ayn ruhun bireyciliğinin, tarihin bazı aşamala rında değeri olmuştur, ama çağdaş dünyada bireyselden çok, toplumsal bir refaha ihtiyacımız var. Bu bölümde. bunun bizim iyi hayat nasıl etkilediği üstünde dunn ak istiyorum. masıdır.
179
hiç siyasal iktidan olmayan, ulusal devbir kişiliksiz bir topluluk halinde kavn;asınıs halklar arasında Roma yükselmiştir. Milattan sonraki ilk üç yüzyıl boyunca, hıris Uyanlığı olan kimseler, kötülüklerine gönülden inanmakla birlikte, altında yaşadıklan toplumsal ve siyasal kuruluşları değiştirecek durumda değillerdi. Bu şart lar altında, bireyin mükemmelolmayan bir dünyada mükemmel olabileceği ve iyi hayatın bu dünyayla ilgisi olmadığı fikrini kabul etmeleri doğaldı. Ne demek istediğim, Platon'un Devlet adlı eseriyle daha çok açıklık kı:ı.zamr. Platon iyi hayatı unlatırIren bireyi dt"ğU, bütün bir topluluğu Qle alıyordu. Bu yola, özünde toplumsal bir kavram olan adaleti tanımlamak için başvur muştu. Kendisi bir cumhuriyetin yurttaşlığına alışmıştı ve siyasal sorumluluğu, nasılolsa varolacak bir şey sayıyor du. Yunan özgür!üğünün elden çıkmasıyle stoacılık yükselmiştir ki, bu okul hıristiyanlık gibi ve Platon'un tersine, iyi hayat konusunda bireyci bir anlayış ileri sürmektedir. Büyük demokrasilerde yaşayan bizlerin, kendimize daha uygun bir ahlak anlayışını, despotik Roma torluğu'ndan çok, özgür Atina'da bulmamız gerekir. Siyasal şartların İsa zamanındaki Yahudiye ülkesine pek benzediği. Hindistan'da, Gandhi'nin İsa'nınkine pek benzeyen bir ahlak öğütlediğini ve sonra da bu yüzden, Pontius Pilatus'un hıristiyanlaşmış ardılları (halefleri) tarafından cezalandınldığını görüyoruz. Ama daha aşın Hintli ulusçular bireysel kurtuluşla yetinmemektedirler. Bunda, Bar tılı özgür demokrasilerin görüş açılarından etkilenmişler dir. Ben bu görüş açısının, hıristiyanlığın etkisi yüzünden yeterince cüretli ve bilinçli olmayıp, hAlA bireysel kurtuluş inancıyla engellendi ği. bazı yanlanna işaret etmek istiyorum. letleri
yıkılmış,
geniş
py
tu
ku
ı ız ıld
180
tu
ku
Bizim tasarladığımız biçimiyle iyi hayat, bir sürü toplumsal şartın varlığını gerektirir. Bu şartlar olmadan gerhayatın sevgiden esinlendiğini ve bilgiden kılavuzluk gördüğünü söylemiştik. Gereken bilgi, ancak, hükümetler ve milyonerler kendilerini buluşlara ve bilginin yayılmasına adadıkları zaman varolabilir. lişi, kanserin yayılışı büyük bir tehlikedir. Bu konuda ne yapmamız gerekiyor? anda bilgi eksikliğinden ötürü hiç kimse bu soruya karşılık veremez. BUgiyse büyük pa· ralarla desteklenen araştırmalar yapılmaksızın elde edilemez. Öte yandan, bilim, tarih, edebiyat ve sanat bilgileri bütün isteyenler tarafından öğrenilebilmelidir. Bunun için. kamu otoritelerinin büyük çapta düzenlemeler yapmaları gerekir ve bu iş, insanları dine çevirmekle olmaz. Sonra dış ticaret diye bir şey vardır. Onsuz Britanya nüfusunun yansı açlıktan ölür ve eğer biz açlık çekersek, aramızda. pek az iyi hayat sürebilir. Bu örnekleri çoğaltmayı gerekli görmüyorum. Önemli olan nokta, iyi hayatla kötüsünü ayıran her şey bakımından dünyanın bir bütün, bağımsız olarak yaşamaya özenen kimsenin ise bilinçli ya da bilinçsiz bir parazit olmasıdır. tık hıristiyanları, siyasal bağımlılıklan sırasında avutan bireysel kurtuluş fikri, çok dar bir iyi hayat anlayışın dan kurtulduğumuz an imkansızlaşmaktadır. Ortacı hıris tiyan anlayışında iyi hayat, erdemli hayattır. Erdemse Tanrı'nın iradesine boyun eğmektir. Tanrı'nın iradesi de her vicdanı yoluyla açıklanmaktadır. Bütün bu anlayış, yabancı bir despotizmin boyunduruğu altındaki bir insanın anlayışıdır. yalnızca erdemle olmaz. SözgeUşi zeka. gerekir. Vicdansa pek yanıltıcı bir kılavuzdur. kü vicdan küçük yaşta verilmiş olan ahlak ilkelerinin belli belirsiz anılandır. Onun için de, sahibinin çocukluğun daki bakıcısından ya da annesinden hiç bir zaman daha akıIh- değildir. Tam anlamıyle iyi bir hayat sürebilmek
py
ıld
ı ız
lSl
ku
için, insanın iyİ bir eğitim görmesi, dostları bulunması, sevmesi, (isterse) çocukları olması, onu ve ciddi l
py
tu
ı ız ıld
182
olacak, «anarşistler» uçup gidecek ve büyük çağı yeniden başlayacak.» Bir şairin önemsiz bir kimse olduğu, düşüncelerinden herhangi bir sonuç öne sürülebilir. Ama ben, devrimci önderlerin büyük bir çoğunluğunda Shelley'nlnkiler kadar aşırı fikirler bulunduğu kanısındayım. Bu devrimciler, yoksulluğun, zalimliğin ve alçalmanın, tiranlar yahut rahiplerin. Almanların ya da kapitalistlerin yüzünden olduğuna ve bunlar devrilecek olursa, gönüllerin birden değişerek herkesin sonsuza kadar artık mutlu olarak yaşayacağına Bu inançlara sarılarak, «savaş lan sona erdirecek bir savaş- açmayı DevrimcHerden yenilen ya da ölenler bir bakıma daha taHhlı çıkmışlar, zafer kazanmak mutsuzluğuna erişenler ise, par. lak umutlarının hep başarısızlığa uğraması sonucunda kt nikliğe ve çaresizliğe düşmüşlerdir. Bu umutların asıl kay nağı, kurtuluşa giden yol diye hıristiyanlığın felaketli dim, dönüş öğretisini gönnesi olmuştur. Devrimler bir zaman gerekli değildir demiyorum, ama söylemek istediğim, yeryüzünde cennete götüren kes tinne yollar bulunmadığıdır. Bireyselolsun, toplumsalol· sun, iyi hayata giden kestinne yol yoktur. hayatı kurmak için, zekamızı, benlik denetimimizi ve geliştinnemiz gerekir. Bu bir nicelik sorunudur. Yavaş yavaş düzeltme, erken yaşta eğitim ve öğrenim so runudur. Birdenbire düzeltmenln mümkün olduğuna inanmayı ancak sabırsızlık körükleyebilir. Mümkün olan yava~ yavaş düzeltme ve bunu sağlayacak yöntemler, gelecekteki bilimin konularından biridir. Ama de bazı şeyler şeylerden bir kısmına. son bir kesimde işaret etmeye çalışacağım.
kes dine
kavuşmuş
-dünyanın
py
tu
ku
ıld
ı ız
V. Bilim ve Mutluluk amacı insanların
rlüzeltmek-
183
tir. Bu övülmeye değer bir tutkudur. insanların genellikle esef verici türden oluyor. Ama ahlii.kçıyı, istediği belirli düzeltmeler ve bunları gerçekleştir mek için başvurduğu yöntemler için övemem. Görünüşteki yöntemi ahlak öğütleri vermektir, gerçek yöntemi ise (ortaryüleuysa), bir ekonomik ödüller ve cezalar sistemidir, Birincisi, herhangi bir sürekli ya da önemli etkide bulunmamaktadır. Savanarola'dan bu yana eskiyi-canlandırlcıla· rm etkisi, hep pek geçici olmuştur. İkincisinin -ödüller ve cezı:.lar sisteminin- etkisi büyüktür. Bunlar sözgelimi, bir bir metres tutmak yerine, rasgele fa· gitmeyi tercih etmesine sebep olur. en kolay gizlenebilecek yöntemin seçilmesini gerektirmektedirler. Bunlar varmak istediği amaçlar değildir, ama o aslmda vardığı sonuçların bunlar olduğunu fark etme· yectık kadar bilimden uzaktır. Bu vaaz verme ve rüşvet teklif etmenin bilimdışı ka· rışımı konabUecek daha iyi bir şey var mıdır? Vardavranışları
py tu ku
dır sanıyorum.
ı ız ıld
İnsa.nJ.ann hareketleri ya bilgisizlikten ya da kötü isteklerden ötürü zararlı olur. "Kötü" istekler, toplumsal bir bakacak olursak, başkalarının isteklerini önleyen, daha doğrusu, yardım ettiklerinden çok, istekleri önleyen istekler diye tanımlanabilir. Bilgisizlikten zararlı· lığın üstünde durmak gerekmez. Bu bakımdan bütün istenilen, daha çok bilgi elde etmektir, böylece ilerlemenin yolu daha çok ve daha eğitimden geçmektedir. Ama, kötü isteklerden doğan zararlılık daha güç bir sorundur. Ortalama bir erkek ya da kadında, belli bir miktarda kötülük yapma isteği etkin olarak vardır: Hem belirli düşmanlara karşı özel kötülük isteme, hem de başkalarının bahtsızlıklanndan duyulan genel bir kişilik siz zevk duyma. Bunu güzel sözlerle örtmek ha-
184
ld yı
up
t ku
line gelmiştir. Geleneksel ahlak kurallarının hemen yarısı bu kıllIt değiştirme işine yarar. Ama ahıa.kçıların davranışlarıru düzeltme amacına erişilmesi gerekiyorsa, bunu görmezlikten gelemeyiz. Küçüklü büyüklü bin bir yoldan gösterilir bunlar: Insanların dedikoduıan tekrarlarken ve dedikodulara inanırken duydUKları sevinçte, daha iyi davranmakla düzeltilebileceklerinin kesin olmasına rağmen suçluIara yapılan merhametsiz muamelede, bütün beyaz trklann zencilere karşı inanılmayacak kadar barbarca hareketlerinde, sava.<;i sırasında ya.<;ih hanımların ve kilise adamlannın, delikanlılam askerlik ödevlerinin neler gerektirdiğini belirtirken duydukları hazda. Çocuklar bile korkunç zulümlerin kurbanı olabilirler: (Charles Dickens'in roman kahramanlan) David ve Oliver Twist de uydurma değildir. Bu etkin kötülük etme isteği, insan yaratılışının en kötü yanıdır ve dünyanın mutlu olması isteniyorsa, bunun mutlaka değiştirilmesi gerekir. Bu tek neden, belki de savaşın temelindeki bütün ekonomik ve siyasal nedenlerden daha çok ağır basmaktadır. Bu ba.<;ikalarının kötülüğünü istemenin önlenmesi sorununu ortaya koyduğumuza göre, şimdi bunu nasıl ele alar cağız? İlkin nedenlerini anlamaya çalışalım. Bu nedenlerin biraz toplumsal, biraz da fizyolojik olduğunu sanıyorum. Dünyanın bugünü, eskinin herhangi bir zamanında olduğundan daha büyük ölçüde, bir ölüm kalım yarışmasına dayanmaktadır. Sava.<;ita söz konusu olan, Alman çocuklarının mı, Müttefik devletlerin çocuklarının mı açlık ve yoksulluktan ölmeleri gerektiğine karar vermekti. (İki yanda da kötülük isteme duygusu olmayaydı, ikisinin de sağ kalmaması için hiç bir neden yoktu.J Çoğu kimsenin zihninin gerisinde, dadanmış bir fikir olarak, yıkımdan korkma duygusu vardır. Bu, özellikle çocukları olan insanlar için doğ rudur. Zenginler, bolşeviklerin kendi yatırımlanna el koymalanndan korkarlar. Yoksullar işlerinden olmaktan-ya da
ı ız
kaybetmekten korkarlar. Herkes, çılgınca bir «güvenlik» arayışında ve bunun da, düşman olabilecek ülkeleri boyunduruk altına alarak sağlanabileceğini sanıyor. Panik anlarında zulüm en yaygın ve en korkunç biçimlerini alır. Gericiler her yerde korkuya hitap ederler: tere'de bolşevizm korkusuna, Fransa'da Almanya korkusuna, Fransa korkusuna. Bu kışkırtmaların biricik etkisi de, korunmak istedikleri tehlikeyi artırmak olmaktadır.
Bu yüzden korkuyla mücadele etmek, bilimsel ahlAkçı biri olmak gerekir. Bu> iki yolla yapılabilir: Güvenliği artırarak ve cesareti çoğaltarak. Sözünü ettiğim korku, başa gelebilecek bir bahtsızlığın akılcı bir biçimde önceden kestirilmesi değil, bir tutku halinde alanıdır. Bir tiyatroda yangın çıktığı zaman, aklı başında bir kimse de paniğe kapılan biri kadar tehlikenin farkındadır. Ama o, felaketi azaltacak yollara başvurur. paniğe kapılmış olan, felaketi artırır. 1914'ten beri, yanan bir tiyatrodaki paniğe kapılmışbir seyirci kitlesini andmyor. Gerekli olan, ezip parçalamadan nasıl kaçılacağı konusunda sakin otoriteli yöneltmelerin yapılmasıdır. Bütün ikiyüzlülüklerine rağmen Victoria çağı, hızlı bir ilerleme dönemiydi. insanlar korkudan çok, umudun egemenliği altındaydılar. Yeniden ilerlemek yeniden umudun hükmü altına girmemiz gerek. Genel güvenliği artıracak her şey zulmü azaltacaktır. Bu dediğim, ister Milletler CemiyeU aracılığıyle olsun, ister başka bir yoldan, savaşın önlenmesi için doğrudur; tıpta, sağlık koruma bilgisinde, sağlık şartlannda ilerlemelerle sağlık durumunu düzeltme bakımından ve insanların zihinlerinin uçurumlarında bekleyen ve uyuduklan zaman karabasanlar (kabuslar) halinde ortaya korkulan azaltmanın bütün öteki bakımından doğrudur. nın başlıca amaçlarından
py
tu
ku
ıld
ı ız
186
İnsanların
bir bölümünü, bir bölümünün ezilmesi ezmek pahasına Fransızları, işçileri ezmek kapitalistleri, sarı ırkı ezmek beyazları vb.- güvenlik altına kalkmakla hiç bir başarıya ulaşılamaz. Bu gibi yöntemler, duydukları haklı tepki, baskı altında tutulanlann ayaklanmalanna yol açacak diye, hakim korkuyu artınr. ancak adalet «Adalet-ten de, bütün insanlara eşit haklar tanınmasını anlıyorum. Bununla birlikte, güvenlik sağlamak için düşünülen toplumsal değişikliklerden korkuyu azaltacak daha dolaysız bir yöntem de vardır: Cesareti çoğaltacak bir düzenleme. Savaşta cesaretin önemi dolayısıyle, insanlar erkenden bunu eğitim ve beslenme düzeniyle artınnanın yollarını bulmuşlardır. Diyelim, insan eti yemenin bu bakım dan yararlı olduğu sanıımıştır. Ama askeri cesaret, egemen kastın ayrıcalığı olmuştur: Helot adım taşı yan kölelerinden, subaylanmn Hintli erlerden, erkeklerin kadınlardan vb. daha cesur olmalan gerekiyordu. Bu, yüzyıllardan beri aristokrasinin ayrıcalığı sayılmıştır. Egemen kasttaki her cesaret artışı, baskı altında tutulanıarın yükünü çoğaltmakta Böylelikle baskı yapanların korkmak için nedenlerini artırmış ve zalimliğin nedenlerini eksmmemiştir. Cesaret insanları daha insan yapmak için kullanılmadan önce, Cesaret, yakın zamanlann olaylarıyle demokratlaşmıştır. Kadınlara oy hakkı tamnması ıçın mücadele edenler, en yiğit erkekler kadar cesur olduklarını göster· mişlerdir. Oy venne hakkını kazanmalannda bu gösteri çok büyük bir önem taşımıştır. sıradan bir erin. yüzbaşısı ya da teğmeni kadar cesur olması, bir generalden çok daha fazla cesur olması gerekmiştir. Bunun, terhisten sonra artık kölece bir boynu büküklük göstennemesiyle büyük ilgisi vardır. Kendilerini proletaryanın savupahasına. -Almanları
py
tu ku
ıld
ı ız
187
ku
nucuları ilan eden bolşevikler, haklarında ne söyle· nirse söylensin, cesaret bakımından hiç kimseden geri kalmamışlardı. Bu, onların devrimden önce yaptıklarıyle doğ rulanabilir. Eskiden Japonya'da askeri gözüpeklik, yalnız· ca samuray denilen aristokrasinin tekelindeydi. Zorunlu askerlik sistemi ise, cesareti bütün erkek nüfus için gerek· li hale getirmiştir. Böylelikle, bütün büyük devletler arar sında son yarım yüzyıldır cesareti aristokratlann tekelinden çıkarmak için pek çok yapılmıştır. Böyle olmasaydı, demokrasinin karşısındaki tehlike, şimdikinden daha büyük olurdu. Ama, savaşta gereken cesaret, cesaretin biricik olmadığı gibi, belki en önemlisi bile Yoksulluğu göğüslemek için cesaret ister, alaya alınmayı göğüslemek için cesaret ister, kişinin kendi sürüsünün düşmanlığını göğüslemek için cesaret ister. Bunlarda da en yiğit askerler bile ne yazık ki başarısız kalmaktadırlar. Ve hepsinin üstünde de, tehlike karşısında sükünetle, akılcı olarak düşünebilmek ve kişinin panik korkusu ya da öfkesi içtepisini denetim altında tutabilmek cesareti diye bir şey de vardır. Bunlar besbelli ki, eğitimin kazanılmasına yar· dım edebileceği Her türlü cesaret biçiminin öğ retilmesi, sağlık şartlarının iyi olmasıyle, zinde vücutla, yeterli beslenmeyle ve temel canlılık içtepUerinin özgür bı rakılmasıyle kolaylaşır. Cesaretin fizyolojik kaynaklan, belki de bir kedinin kanıyle bir tavşanınki karşılaştmlarak ortaya konulabilir. Pek olasıdır ki, cesareti artırıDak içİn. tehlike deneyimi kazandırıDak, atletçe bir yaşayış ve uygun bir beslenme rejimi sağlamak gibi yollardan, bilimin sının yoktur. Bütün bunlardan yukarı sınıf çocuklan yararlanıyorlar, ama şimdilik bunların hepsi zenginliğin ayrıcalığıdır. Topluluğun daha yoksul kesimlerinde şimdiye kadar teşvik edilen cesaret, yalnızca buyruk altında bir cesaret ve önder-
py
tu
ıld
ı ız
188
lik gerektiren bir cesaret önderliği sağ layan nitelikler, bir kere evrenseloldu mu, artık ne önder kalacaktır ne de izleyicileri. Demokrasi de sonunda ger"'''''-''''1''H'1 olacaktır.
Ama, kötülük istemenin tek kaynağı korku ve hayal kınklığının da payları vardır. Sakatların ve kamburların duydukları kıskançlık, bir kötülük kaynağı olarak atasözlerine kadar girmiştir. Fakat onların kinden başka bahtsızlıklar da benzer sonuçlar verir. Cinsel bakımdan engellenmiş bir erkek ya da bir kadın hasetçi olur. Buysa, genellikle daha bahtlı olanı ahlakça mahku.m etmek şeklinde ortaya çıkar. Devrimci hareketlerin itici gucu, çoğu kez zenginlere karşı duyulan kıskançlıktan kaynak alır. Aşk kıskançlığı da, elbette ki, kıskançlığın bir başka türüdür. Yaşlılar çoğu zaman gençleri kıskanır lar. Kıskanınca da, onlara zalimce davranmak eğiliminde olurlar. Benim bildiğim kadarıyle, önünü almanın, kıskananların hayatını daha mutlu ve daha tam yapmaktan ve gençlerde yarışmadan çok girişimler de bulunma teşvik etmekten başka yol yoktur. n.1i,nc'U~'U;:'lU en kötü biçimleri, evlilik ya da çocuklar yahut meslek bakımından mutluluk bulamamış kimselerde görülür. Bu gibi bahtsızlıklar, çoğu durumlarda, daha iyi toplumsal kurumlar aracılığıyle kaçınılabilecek şeylerdir. Yine de kabul etmek gerekir ki, bir miktar kıskançlık kalacaktır. Tarihte, biribirlerini kıskanmalarından ötürü, ötekinin ününü artırmamak için bozgunu tercih eden birçok general örneği vardır. Aynı partiden iki politikacı, aynı okuldan iki sanatçı hemen her zaman biribirlerini kıska nırlar. Bu durumda, yarışmacıların biribirlerine zarar vermemelerini Ve ancak üstün liyakat! olanın kazanmasını sağlayacak bir düzen getirmeye çalışmaktan başka yapıla ·cak hiç bir şey yoktur. Bir sanatçının rakibini kıskanması, Kıskançlık
tu
ku
py
ıld
ı ız
189
py
tu
ku
genellikle pek zararlı olmamaktadır. Çünkü rakibinin ree simlerini bozma imkanı olmadığına göre, ancak ondan daha iyi resim gösterebilecektir. Kıs kançlığın kaçınılmaz olduğu yerlerde, bu kişinin kendi çabalarını artıracak bir dürtü olarak kullanılmalıdır, yoksa rakiplerin engellemeye çalışmak için değil. İnsan mutluluğunu artırma bakımından, bilimin imkanları, insan tabiatının başkalarını yenmeye çalışan ve onun için de «kötü» dediğimiz yanlanndan ibaret değildir. Olumlu üstünlüğü artırma yolunda bilimin yapabileceklerinin her halde hiç bir sının yoktur. büyük ölçüde düzeltilmiş durumdadır. ülküleştirenlere rağmen, biz on sekizinci yüzyılın herhangi bir sınıf ya da ulusundan daha uzun yaşıyor ve daha az hastalık çekiyoruz. ."..........,....."'" elimizde bulunan bilginin biraz daha geniş çapta uygulanmasıyle, bugünkünden çok daha sağlıklı bir durumda da olabilir. Kaldı ki, gelecek bu süreci her halde çok daha fazla hızlandıracaktır. kadar yaşayışımız üstünde çok etki yapan, fizik bilimi olmuştur. Ama gelecekte fizyoloji ve psikoloji çok daha etkin olacaktır. Karakterin fizyolojik şartlara nasıl bağlı olduğunu bulduk mu, İstersek hayranlık duyduğumuz insan tiplerinden daha çoğunu meydana getirebileceğiz. Zeka, sanat yeteneği, iyilikseverlik; bütün bunlar, kuşkusuz bilimle artınlabilecek şeylerdir. bir dünya yaratma konusunda şeylerin hemen hiç bir sının yok gibidir. Ancak insanların, bilimi bilgece kullanmalan gerekir. İnsanların bilimden elde ettikleri iktidan bilgece kullanmayabilecekleri hakkındaki korkularımı bir başka yerde yazmıştım. 1 Ama burada, insanların isterlerse yapabilecekleri iyi şeylerle ilgileniyorum, zararlı olmayı isteyip istemeyecekleri sorusuyla değil.
ı ız ıld
(1)
190
Bak. Icarus ya da Bilimin
Geleceği
U924}.
ku
Bilimin insan hayatına uygulanması konusunda, benim bir miktar yakınlık duyduğum, ama son çözümlemede katılmadığım belli bir tutum vardır. Bu, -doğal-olmayan- şey lerden dehşet duyanların tutumudur. Rous5eau hiç kuşku suz, bu görüşün en büyük öncüsüdür. Asya'da Lao-Tze, bunu ondan 2.400 yıl önce ve daha inandıncı bir biçimde ortaya koymuştur. Ben öyle sanıyorum ki, -doğa» hayranlığında bir doğruluk ve yanlışhk karışımı vardır ve bunları biribirlerinden ayırmak çok önemlidir. Bir defa, -doğal- olan nedir? Genellikle, bundan söz edenin çocukluğunda alışmış olduğu şeydir. Lao-Tze, her halde hiç biri onun doğduğu köyde olmayan yollara, arabalara ve teknelere karşı çıkıyordu. Rousseau bunlara alışmıştı. Onun için doğaya aykırı olarak görmüyordu. Ama demiryolunu görecek kadıır uzun yaşasaydı, hiç kuşkusuz ona karşı çı kardı. Giyim ve yemek pişirme, doğa savunucularının Çüğunca yadsınmayacak kadar eskidir. Ama bunlar her ikisinde de yenl modaya karşı çıkarlar. Dinadamlannın evlenmemesini hoş görenler, doğum kontroluna kötü gözle bakarlar. ilki, doğaya eski bir karşı koymadır. İkin cisiyse yeni bir karşı koyma. Bütün bu bakımıardan, -doğa»ya uymayı vaaz edenler tutarsızdır. İnsanın onları yalnızca tutucu saya&ı Böyle olmakla birlikte, bu görüşü tutanların lehlerine söylenecek bir de vardır. vitaminleri ele alın. VitaminIerin .doğal. besinler lehine bir değişiklik yaratmıştır. Ne var ki vitaminier, Morina balığı karaciğerinln yağı ve elektrik ışığıyle sağlanabiliyor. Bunlarsa besbelli, bir insanın .doğal- beslenme rejiminin bir parçası değildir. Bu örnek, bilgi olmayan yerde, doğadan yeni bir aynlmanın beklenmedil~ zararlar verebileceğini göstermektedir. Ama bu zararın niteliği bir defa anlaşıldı mı. çokluk yeni bir yapaylıkla giderilebilmektedir. Fizik ortamımız ve isteklerimizi getirmenin fizik araçları ba-
ld yı
p tu
ı ız
191
ıld py tu
ku
kımından, -doğa. öğretisini,n, yeni yolların benimsenmesinde belli bir deneyim tedbirinden öte herhangi bir şeyi doğruladığını sanmıyorum. giyeceklerimiz doğaya aykındır. üstelik bir doğaya aykırı uygulamayla, yıkanmay la tamamlanmaları gerekir. Yoksa bu giyecekler hastalık taşırlar. Ama bu iki şey, her ikisini de .yapmayan vahşiye göre bir kimseyi daha sağlıklı kılıyor. İnsan istekleri alanında «doğa»dan yana söylenecek daha çok şey vardır. Erkeği, kadını ya da çocuğu, en güçlü içtepilerini engelleyen bir yaşayışa zorlamak hem zulümdür, hem de tehlikelidir. Bu anlamda, «doğa»ya uygun bir hayat, bazı tedbirler alınmak şartıyle salık verilmeye değer. Elektrikli yeraltı treni (metro) kadar yapay bir şey olamaz, ama bir çocuğun bununla etmesi tablatına hiç bir zarar getirmez. Tersine hemen bütün lar bunu çok eğlenceli bulurlar. Ortalama insanların isteklerine doyum sağlayan yapaylıklar, başka şeyler eşit olduğu sürece iyidir. Bir otoritenin ya da ekonomik zorunluğun baskısıyle anlamına yapayolan yaşayış yollarını savunmak söylenebilecek hiç bir söz yoktur. Bu çeşit yaşayış yolları, şimdilik bir bakıma Besbelli, vapurların ateşçileri olmasa, okyanusları aşmak güçleşirdi. Ama bu türlü zorunluklar esef edilecek şeylerdir, bunlan önlemek için yollar aramamız gerekir. Belirli bir miktar çalışma bir şey değildir. Gerçekten de, on örneğin dokuzunda, insanı tam bir tembellikten daha çok mutlu eder. Fakat bugünkü durumda, çoğu insanın yapmak zorunda olduğu iş tutarı ve türu vahim bir kötülük teşkil etmektedir. Daha da kötüsü, basmakalıp (rutin) bir insanın ömür boyunca köle gibi bağlı olmasıdır. Hayat sıkı sıkıya ve fazLa metotlu olmamalıdır. kesinlikle yıkıcı ya da zarar verici türden değilse, mümkün olduğu kadar özgür bırakılmahdır. Seruvene biraz yer ayrıl-
ı ız
192
göstermeliyiz, çünkü mutiçtepilerimiz ve isteklerimİzdir. İnsanlara soyut olarak .iyi» sayılan bir şeyi vermenin yararı yoktur. Eğer onların mutluluğunu artıracak sak, istedikleri ya da gereksinme duydukları bir şeyi vermemiz gerekir. Bilim zamanla isteklerimizi, başkalarının istekleriyle kadar çatışmayacak bir kalıba sokmayı Öğrenebilir. O zaman. isteklerimizin daha büyük bir oranını ama yalnızca bu anlamda, isteklerimiz tır. Tek bir istek, yalnız başına ele herhangi bir başka istekten ne daha iyidir ne daha kötü. Ama bir istekler topluluğundaki isteklerin hepsi birden tirilabilirse, İkinci bir grupta ise isteklerden bazıları baş kalanyle çatışıyorsa, ilk istekler grubu ikinciden daha iyi olabilir. nefretten daha iyi olması, bundan ötü-
malıdır.
yaratılışına saygı
luluğumuzu kuracağımız
şeyler
tu
ku
TÜdür.
py
Fizik saygı göstermek saçmadır. Fizik doğa, insan amaçlarına mümkün olduğu kadar çok yararlı kı lınmak açısından incelenmelidir. Ama ahlak bakunından ne iyidir ne de kötü. Nüfus sorununda olduğu gibi, fizik doğayla insan doğasının olarak biribirlerini etkiledikleri yerlerde, edilgin bir hayranlıkla ellerimizi kavuşturup, aşın üretkenliği karşılamanın tek mümkün yolları diye savaşı, salgın hastalıkları ve açlığı kabul etmemiz gerekmez. Tannsal aydınlanmış kişiler, bu konuda sorunun fizik yanına bilimi uygulamanın günah olduğunu söylüyorlar. Onlara göre sorunun insan yanına ahlakı uygulayarak imsak etmeliymişiz (cinsel ilişkiden uzak durmalıymışız). Tanrısal ışıkla olanların kendileri de dahil herkes, bunların öğütlerinin kabul edilmeyeceğini bildiği halde, nüfus sorununu, gebe kalmayı önleyecek fizik araçlar kullanarak çözmek niçin kötü olsun? Buna iyice eskimİş dogmalara bir
ıld
ı ız
F.: 13
193
başka
verilmemektedir. Ayrıca şurası da apaki, bu dinadamlannın savunduklan nn"."v,. karşı geliş, en azından doğum kontrolundaki kadar büyük· tür. Dinadamları, uygulanınca mutsuzluk, kıskançlık, duygusu, hatta hallerde delilik yaratan bir insan doğasına karşı gelme yöntemini seçiyorlar. Ben fizik doğaya «karşı gelme»yi seçiyorum. Bu gelme, buhar makinasındakinin ya da hatta bir şem· siye kullanmaktakinin aynı türdendir. Bu örnek, «doğa»yı izlememiz gerektiği ilkesinin, uygulamada ne kadar -anlamlı ve belirsiz olduğunu gösteriyor. Doğa, hatta insan doğası, mutlak bir veri olmaktan gittikçe daha çıkacaktır. Bilimin verdiği kalıba gittikçe daha çok Bilim isterse, torunlarımıza bilgi, benlik-denetimi çok uyum yaratan karakterler vererek, onların iyi hayata ulaşmasını sağlayabilir. halde, birçok bilimadamı insanlığın geleceğini kendi anlık feda ettiği için, bilim çocuklarımıza biribirlerini öldürmeyi Bğretiyor. Ama insanlar dünyanın fizik güçleri üstünde elde etmiş bulundukları egemenliğin aynını, kendi tutkulan üstünde de kazandık· lan zaman bu aşama O zaman, en sonunda bir
çık ortadadır
tu
ku
ıld py
özgürlüğümüze erişmiş olacağız.
ı ız
194
.The Aims of Education,» Russerın -Eğitim Üstüne - On Edueatian» (London: Allen and Unwin, 1926) adlı kitabının ıI'nci bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle Hamit DereU çevirisinden aktarılmaktadır: Terbiyeye Dair. (Ankara: Maarif B., 1954), Bilim Eserleri: 2,
s.
34-68.
tu
ku py
ASIL düşünmeden önce, nasıl bir sonuç elde etmek istediğimizi açıkça bUmemiz iyi olur. Dr. Amold «alçak gönüllülük» istiyordu. Aristoteles'in «yüksek ruhlu adam»ında bu nitelik yoktur. Ne Nietzsche'nin, ne de Kant'ın ideali hıristiyanlığın idealidir. Çünkü İsa herkesten sevgi isterken, Kant sevgiden kaynak alan hiç bir hareketin iyi olamayacağım öğretir. bir karakterin ne gibi öğelerden meydana geleceği üstünde anlaşanlar bile, bunlann biribirlerine oranla önemleri konusunda ayrılabilirler. Biri cesareti, öteki bilgiyi. başka biri bir başkası da doğruluğu önemli bulur. Bir adam büyük Brutus gibi, devlete karşı ödevi aile sevgisinden daha üstün tutar. Başka bir kimseye Konfüçyüs gibi, aile sevgisini en başa alır. Bütün bu aynlıklar eği timde de farklar yaratacaktır. En iyi saydığımız eğitim üstüne kesin herhangi bir kamya varmadan önce, ne çeşit bir insan yetiştirmek istediğimiz hakkında bir görüşü müz olmalıdır.
ıld
ı ız
195
py
tu ku
Besbelli ki, bir eğitimci amaçladıklarından bambaşka sonuçlara varması anlamında budalalık edebilir (Charles Dickens'in David romanında çizdiği riyakA.r . Urfah öksüzler okulunda verilen alçak gönüllülük derslerinin bir sonucuydu. Bu dersler amaçlarından büsbütün farklı bir sonuç yaratmıştır. Ama genelolarak. değerli eğitimciler oldukça büyük başan göstermişlerdir. Örnek olarak Çin aydınlannı, çağdaş Japonları, Cizvitleri, Dr. Arnold'u ve Amerikan okullannın politikasını yöneten kimseleri ele alalım. Bütün bunlar, kendi alanlannda oldukça büyük başan Her birinin dığı sonuçlar bütünüyle farklı olmakla birlikte, bu sonuçlara geniş ölçüde erişilmiştir. Eğitimin göz önünde tutması gereken amaçların neler olduğu hakkında kendimiz bir karara varmadan önce, bu farklı sistemler üstünde biraz durmak yararlı olabilir. Geleneksel eğitimi, bazı bakımıardan, Atina'nın en iyi eğitime benziyordu. Atinalı erkek çocuklara Homeros başından sonuna kadar ezberletiliyordu. erkek çocuklar da Konfüçyüs klasiklerini aynı şekilde Öğreniyorlardı. Atinalılara, tanrılara karşı dışsal törenlerden ibaret kalan ve özgür zihinsel araştırmalara engel olmayan bir çeşit saygı öğretiliyordu. Aynı şekilde lere de, ilgili birtakım törenler öğretili yor, ama onlar bu törenlerin içerdiği inançları beslemeye zorlanmıyordu. Eğitilmiş bir ancak sakin ve zarif bir beklenirdi: . ama pek olumlu (kesin) sonuçlara varmak biraz bayağılık sayılırdı. Fikirler yemekte hoş bir biçimde konuşulabilecek türden olmalı, fakat uğurlannda döğüşülebilecek tiirden olmamalıydı. CarIyle, Platon için «Zion'da pek rahat bir Atina soylusu» 1 diyor. Bu «Zion'da pek rahat» olma nite-
ıld
ı ız
(1) Zion, eski Kudüs'te bir dağın geliyor. --
arasında- anlamına
196
adıdır;
burada -Tannlar
liği
bilgelerde de görülür ve genelolarak, hıristiyan yetıştirdiği bilgelerde bulunmaz. Yalnız, sözgelişi Lroethe gibi, Helenizın ruhunu benliğine olanlar bunun dışında kalır. Atinalılar gibi de hayatın tadını çıkarmak istiyorlardı ve onların zevk anlayışı, ince bir güzellik duygusuyla zarafet Bununla birlikte, genelolarak söylemek gerekirse, iki uygarlık arasında, Yunanlıların enerjik, Çinlilerinse tembelolmalarından ileri gelen büyük farklar vardır. Yunanlılar enerjilerini sanata, bilime ve biribirlerini yok etmeye verdiler ve bunların hepsinde o zamana kadar görülmemiş başarılar elde ettiler. Siyaset ve yurtseverlikte Yunanlılar enerjileri için pratik bir alan bulmuşlardı: Bir siyasetçi koyuldu mu, sürgünlerden meydana gelen bir çetenin başına geçer, dOğduğu saldınrdı. Bir görevlisi gözden düştüğü zaman dağlara çekilir, kırsal hayatın zevkleri üstüne şiirler yazardı. Bu yüzden Yunan uygarlığı kendi kendini yıktı, ama uygarlığı ancak dışarıdan yıkılabildi. Yine de bu farklar yalnızca eğitimin etkisine yorulamaz. Çünkü Komüçyüsçuluk hiç bır zaman aydınlarının özelliği olan uyuşuk kültürlü kuşkuculuğu yaratmadı. Bir çeşit Faubourg Saint Germain meydana getiren Kyoto soyluIarını bu yargının dışında tutuygarlıklarının
py
tu
ku
ıld
eğitimi
ı ız
malıyız.
istikrar ve sanat yarattı, ilerleme ya da Belki bu, ne beklenebileceği hakkında bize bir fikir verebilir. Tutkulu inançlar ya ilerleme ya da felaket doğurabilir, ama istikrar değiL. Bilim geleneksel inanışlara saldırdığı zaman bile, kendine özgü inançlar besler ve bir edebi kuşkuculuk havasında güç gelişir. Çağdaş buluşların birleştirdiği kavgacı bir dünyada. ulusal varlığı korumak için enerji gereklidir. Bilim olma.dan demokrasi olamaz: uygarlığı eğitilmiş küçük bir azınlıkla sınırlı kalmıştı. Yunan uygarlığı ise köleliğe dabilim
yaratamadı.
197
yanıyordu.
Bu nedenlerden ötürü, geleneksel eğitimi dünyaya uygun değildir ve Çinlilerm kendilerince de bir yana atılmıştır. Bazı bakımıardan aydınlanna benzeyen küıtürlü on sekizinci yüzyıl baylan da, aynı nedenlerden ötürü imkansız hale Bugünkü Japonya, bize bütün büyük devletlerde egemen olan bir eğilimi en olarak gösteren bir örnektir. Yani ulusal büyüklüğü, eğitimin en yüksek amacı sayma Japon eğitiminin amacı, bireyin tutkularını devlete bağlı ve edindikleri bilgiyle ona yararlı olacak yurttaşlar Bu iki amaca erişmek için gösterilen ustalık ne kadar övülse azdır. Komodor Perry'nin filosu ülkelerine geldiği günden beri, Japonlar kendilerini gayet güç bir duruma düşmüşlerdi. Başarı lan izledikleri yöntemin doğruluğunu kanıtlar. ki biz, kendini-korumayı kötü bir şey sayalım. Ama yalnız .umutsuz bir durum onlann eğitim yöntemlerini haklı gösterebilir. Yakın bir tehlikenin tehdit etmediği bir ulus için bu yöntemler kınanacak şeylerdir. üniversite profesörlerinin bile kuşkulannı açıklamalarının yasak olduğu dininde, Kutsal Kitabın Yaratılış bölümünde olduğu kadar tarih vardır. din tiranlığının yanında Dayton muhakemesi solda sıfır kalır. Buna eşit bir ahlak tiranlığı da vardır: Ulusçuluk, anababaya dinsel itaat, Mikado'ya tapınma, vb. hakkında belirtilemez. yüzden birçok bakımdan ilerleme pek mümkün değildir. Bu çeşit dar çerçeveli bir sistemin büyük tehlikesi, ilerlemenin tek çıkar yolu olarak devrimciliği kışkırtma olası lığıdır. Bu tehlike yakın olmamakla birlikte gerçekten vardır ve nedeni geniş eğitim sistemidir. Böylelikle, çağdaş eski tam karşıtı bir kusur göze çarpıyor. Çin aydınlannın çok fazla kuş kucu ve tembelolmalarına karşılık, Japon eğitim sistemı nin ürünleri de çok fazla dogmatik ve enerjik olabilir. Eğiçağdaş
ld yı
p tu
ku
ı ız
198
py
tu
ku
Umin yaratması gereken, ne kuşkuculuğa kapılmak ne de dogmaya sessizce boyun eğmektir. Eğitim, bilginin bir dereceye kadar, güç olmakla birlikte, elde edilebileceği; belirli bir zamanda bilgi sandığımız şeylerden çoğunun az çok yanlış olabileceği. Fakat dikkat ve çalış mayla düzeltilebileceği yolunda bir inanış yaratmalıdır. göre hareket ederken, küçük bir yanılgmm felaket demek olacağı çok ihtiyatlı olmalıyız, ama yine de inançlarımıza göre hareket etmemiz Bu ruh hali oldukça zordur. Duyguca körlenmemiş yüksek bir zihinsel kültür ister. Ama güç olmakla birlikte, buna erişmek imkansız değildir. bilimsel mizaç işte budur. Bilim, başka iyi şeyler gibi güç, fakat imkansız değildir. Dogmacı güçlüğü unutur, kuşkucu imkanı yadsır (inkar eder). Bunların her ikisi de yanlıştır ve yanılgılan genelleşirse, toplumsal felaketler ortaya koyar. Cizvitler, tıpkı bugünkü Japonlar gibi, eğitimi bir kurumun -Katolik Kilisesininsağlamak için kullanmak yanılgısına düşmüşlerdi. Cizvitler, aslında öğ rencinin kendı iyiliğiyle ilgilenmemişler, onu Kilisenin iyiliği için araç yapmaya uğraşmışlardır. Teoıoiilerini kabul edersek, onlan eleştiremeyiz: İnsanlan cehennemden kurtarmak herhangi bir dünya işinden daha önemlidir ve ancak Katolik Kilisesi bunu Fakat bu kabul etmeyenler, Cizvit eğitimi hakkındaki yargılannı, onun sonuçlanna bakarak vereceklerdir. Bu sonuçlar, doğ rusunu söylemek gerekirse bazan Uriah kadar, kendi istemedikleri türden olmuştur: Voltaire, Cizvit yöntemlerinin bir ürünüydü. Ama, bir bütün olarak ve uzun bir süre boyunca, istenilen sonuçlar elde : Karşı-reformasyon ve Fransa'da geniş ölçüde. Cizvitlerin çabalannm etkisi sonucunda olmuştur. Bu hedeflere varmak için sanatı duygusal, düşünceyi sığ ve ahlakı gevşek hale getirdiler. yaptıklan zararı or-
ıld
ı ız
py
tu ku
tadan kaldırmak için Fransız Devrimi gerekli Eği timde Cizvit1erin suçu, öğrencilerine karşı duyduklan sevgiyle değil, bunun ötesinde niyetlerIe hareket etmeleriydi. özel okullannda bugüne kadar sürüp giden Dr. Amold'un sisteminde bir kusur vardır: Bu sistem aristokratikti. Amaç, yurita ve imparatorluğun uzak yerlerinde otorite ve iktidar mevkileri için insan yetiştirmektL Bir aristokrasi yaşayacaksa, birtakım erdemleri olmalıdır: Bunlar okulda verilecekti. çocuklar enerjik, stoacı (güçlüklere metanetle katlanır), bedence sağlam, değişmez birtakım inançlan olan, yüksek bir doğruluk düzeyine ulaşmış ve dünyada önemli bir ödevi olduğuna inanmış olacaktı. Bu sonuçlar, şaşılacak ölçülerde elde edildi. Zeka bunlara feda zeka, kuşku doğurabl Hrdi. Duygudaşlık (merhamet) feda edilmişti. «aşa ğı» ırk ya da sınıflan yönetmede bunun zaran olabilirdi. Sertlik uğruna metinlik uğruna hayal gücünden Değişmeyen bir dünyada sonuç, erdem ve kusurlannı içinde taşıyan sürekli bir aristakrasi olabilirdi. Ama aristokrasinin modası geçmiştir. Bugün uyruk halklar en bilge ve en erdemli hükümdarlara bile boyun eğmiyorlar. Hükümdarlar zulme sürükleniyor, zulüm de daha büyük yol açıyor. Çağdaş dünyanın karmaşıklığı her gün daha çok zeka gerektiriyor. Dr. Arnold zekayı .. erdem»e feda etmişti. Waterloo Eton Kolejinin oyun alanlannda olabilir, ama Britanya da aynı alanlarda kaybedilmektedir. daha çok hayal gücü, daha çok zihln inceliği olan, bull-dog cesaretine daha az, ama teknik bilgiye daha çok inancı olan bir tip gereksemektedir. yöneticiSi özgür hizmetlisi olmalıdır, hayran uyrukIannın hayırlı hükümdan değiL. Hz yüksek eğitiminin içine iyice sinmiş olan aristokratik gelenek onun felaketine yol Belki bu gelenek ya-
ıld
ı ız
200
vaş yavaş
ortadan kaldınlabilir. Belki de eski eğitim kuyeni şartlara kendilerini uyduramadıkları anlaşılacaktır. Ama bu konuda görüş belirtmeye kalkışamam. Amerikan okullan, şimdiye kadar büyük ölçüde girişilmeyen bir işi, biribirinden farklı birçok insanı (homojen) bir ulus haline getirmeyi Bu o kadar yetenekli bir biçimde yapılmış ve öyle yararlı bir iştir ki, bunu başaranlan dilimizin döndüğü kadar övmemiz gerekir. Ama Amerika, Japonya gibi özel bir durumdadır. durumlann haklı gösterdiği her yerde ve her zaman ardından koşulacak ülküler olamaz. Amerika'nın bazı üstünlükleri ve bazı güçlükleri vardı. Üstünlükleri şunlardı: Daha yüksek bir refah düzeyi, savaşta yenilme tehlikesinden korkmama, orta çağlardan kalma kÖl'ltelkleyi geleneklerin nisbeten az oluşu. Amerika'da genel olarak yaygın bir demokrasi duygusuyle gelişmiş bir endüstri tekniği bulmuşlardı. Sanırım ki bunlar, göçmenlerin kendi doğdukları ülkelerden daha hayran olmalannın iki nedenidir. Ama kuralolarak, asıl ikili bir yurtseverlik gösteriyorlar. Avrupa savaşlarında kendi uluslannın tarafını coşkunlukla tutma.ya devam ediyorlar. Fakat onların çocuklan, babalannın geldiği ülkeye karşı her türlü bağlılığı kaybederek yalnız ca Amerikalı oluyor. Anababalannın tutumu, Amerika'nın genel erdemlerine yorulabilir. ise, geniş ölçüde okuldaki eğitim belirlemektedir. Bizi ilgilendiren, yalnızca okulun katkısıdır. OkuL, Amerika'nın gerçek erdemlerine güvenebilirse, Amerikan yurtseverliği öğretilmesini, yanlış ölçüler verildiği gerek yoktur. Ama eski dünyanın yeni dünyaya üstün olduğu noktalarda, gerçek üstünlüklere karşı bir aşağılama duygusu vermek gerekli olmaktadır, Batı fikir hayatı düzeyi, Doğu sanat düzeyi, genellikle Amerika'dan daha rumlannın
ku
py
tu
ı ız ıld
201
ld yı
p tu
ku
panya ve Portekiz dışında, bütün Batı dinsel Amerika'dan daha azdır. Hemen bütün Avrupa ülkelerinde Amerika'da olduğundan daha az sürü altındadır. özgürlüğün daha az olduğu yerlerde bile, iç özgürlüğü daha büyüktür. Bu bakımlardan Amerikan okulları zararlıdır. Zarar, her şeyi bir yana bırakarak Amerikan yurtseverliği öğretilmesinin asıl bir parçası olmakta, ve Cizvitlerde olduğu gibi, öğrencileri kendi başlarına bir değiL, bir amacın araçları ileri gelmektedir. çocuklarını devletinden ya da kilisesinden daha çok sevmelidir. Yoksa ideal bir öğretmen olamaz. birer araç değil, birer amaç sayıımalı dediğim zaman, belki bana, sonunda herkes bir araç olarak amaç olmaktan daha önemlidir diye verenler bulunabilir. Bir amaç olarak insan her neyse ölünee yok olur, ama bir araç olarak ortaya ne koyduysa sonsuzluğa kadar yaşar. Bunu inkar edemeyiz, bununla birlikte ondan çıka rılan sonuçları reddedebiliriz. Bir insanın bir araç olarak önemi iyi ya da kötü olabilir. İnsan eylemlerinin uzak etkileri öylesine belirsizdir ki, akıllı bir kimse bunları hesaplarına katmamak eğiliminde olur. Genellikle iyi kimseler iyi etkiler. kötü kimseler de kötü etkiler bırakırlar. Bu, tabii ki değişmez bir doğa yasası değildir. Kötü bir adam bir tiram öldürebilir, Uran onun işlediği cezalandırmak istemiştir. Kendisi ve hareketi kötü olmakla birlikte, hareketinin etkileri olabilir. Yine de, genel bir kuralolarak diyebiliriz ki, gerçekten iyi kadın ve erkeklerden kurulu bir bilgisiz ve kötü kimselerden bir topluluktan daha iyi etkiler yaratırlar. Bu gibi düşüncelerden başka, çocuklar ve gençler kendilerinin gerçekten iyiliğini isteyenlerle onları sırf bazı planlar için hammadde sayanlar arasındaki farkı İçgüdüsel olarak kavrarlar. sevgi olmazsa, karakter de zekd da
ı ız
202
.j
tu
ku
iyi ve özgür bir gelişime ulaşamaz. Bu çeşit sevgi de, özünde çocuğu bir amaç saymakla duyulur. Hepimizde kendimiz hakkında bu duygu vardır. Kendimiz için, bunları elde etmekle büyük bir maksada hizmet edileceğine başından kamt istemeksizin iyi şeyler dileriz. Doğalolarak. her şefkatli anababa için aym şeyi duyar. Anababa, çoculdarının büyümesini, ve sağlıklı olmasını. okulda başan göstermesini vb., kendileri için birtakım şeyler istedikleri gibi isterler. Bu gibi konularda zahmete katlanmak hiç bir özveri ve hiç bir soyut adalet ilkesini kullanmayı gerektinnez. Bu anababalık her zaman yalnız insanın kendi sımrlanmış değil dir. küçük kız ve erkek ıyı öğretmen olacak herhangi bir kimsede bulunması gerekir. büyüdükç'8, bu etken önemini yavaş yavaş kaybeder. Ama yalnızca bu içgüdüsü olanlara güvenip de eği tim planları çizdirilebilir. Boş nedenlerle öldürecek ya da öldürülecek insanlar erkek çocuk eğitiminin amaçlarından biri sayanlar, heshelli anababa duygusu olmayanlardır. Buna rağmen, Danimarka ve dışındaki bütün uygar ülkelerde eğitime egemen olanlar onlardır. Ama, eğitimcinin çocuklan sevmesi yetmez. Onun insan erdemi üstüne doğru bir anlayışı olması da gerekir. Kediler yavrularına sıçan tutmayı ve onlarla oynamayı öğretirler. Militaristler de aym şeyi insan yavrularıyla yapıyorlar. Kedi yavrusunu sever, ama sıçam sevmez. Militurist kendi oğlunu sevebilir, ama memleketinin düşmanla nnın oğullarım sevmez. Bütün insanlığı sevenler bile, iyi hayat hakkında. .doğru fikirleri olmadıkları için yanılgıya daha ilerlemeden, erkek ve kadında erdem üstüne bir fikir venneye çalışade, uygulanabilir ya da uygulanamaz olduklannı yahut ne gibi eğitim yollarıyle meydana getirilebileceklerini hesaba Sonradan
py
ıld
ı ız
203
Umin ayrıntılarını böyle bir tablo bize yararlı olacak, gitmek istediğimiz yönü bilmemize yarayacaktır. İlkin iki şeyi ayırt etmeliyiz: Bazı nitelikler insanlığın bir kesimi için istenilir, bazılan İse herkes için istenir. Sanatçılar isteriz, ama aynı zamanda bilimadamları da isteriz. Büyük yöneticiler isteriz, ama aynı zamanda saban sürecekler, değirmenctler ve ekmekçiler de isteriz. Herhangi bir alanda büyük adam yaratan nitelikler, çoğu kez evrensel olsalar istenilmeyecek türdendir. bir şairin işini şu sözlerle anlatıyor: karanlığa
Göle
kadar
yansıyan güneşin aydınlattığı
ku
Onların
ne
san
olduğunu
ne
seyreder ne görür.
anları
düşünür
tu
py
Bu alışkanlıklar bir şairde övülmeye değer. Ama diyelim, bir posta dağıtıcısında hiç de öyle değildir. Bunun için, eğitimi herkese bir mizacı verecek biçimde ayarlayamayız. Fakat bazı nitelikler genelolarak istenilir şeylerdir. ben bu yalnız onları ele alacağım. Kadın ve erkeğin üstün erdemleri arasında hiç bir fark gözetmiyorum. Bebeğe bakmak zorunda olan bir kadın için, biraz bu işİn eğitimi gerekebilir. Fakat bu çeşit fark, bir çiftçiyle arasındaki gibidir. de temele ilişkin değildir ve bizim düzeyimizde, üstünde durmaya dekmez. Biraraya zaman, bana ideal bir karakterin temelini meydana getiriyor gibi görünen dört ele alacağım: Canlılık, cesaret, duyarlık ve zeka.. Bu listenin tam olduğunu söylemek istemiyorum, ama bizi ileriye götürür sanırım. ben şuna kuvvetle inanıyo rum ki, gençlere bedence, duyguca ve zihince doğru bir bakım sağlanırsa, bu niteliklerin hepsi de pek yaygın bir hale getirilebilir. Bunları sırayla ele alalım.
ıld
ı ız
204
ı ız ıld py
tu
\
ku
."
Canlılık, zihinsel bir nitelik olmaktan fizyolojik bir niteliktir. Herhalde mükemmel sağlıklı kimselerde her zaman vardır. Ama yaş ilerledikçe azalmaya yüz tutar. da sıfıra yaklaşır. Bulunduğu kimselerde, herhangi bir belirli hoşluktan bütünüyle ayn, salt canlı olmaktan duyulan bir haz vardır. Hazıann derecesini yükseltir ve acılan azaltır. Olaylarla ilgilenmeyi ve böylelikle akıl sağlığı için gereken nesnelliği (objektifliğD teşvik eder. İnsanlarda gördükleri ve işittikleriyle ya da kendileri dışında bir şeyle ilgilenmeyerek, salt kendileriyle uğraşmaya bir eğtlim vardır. Bu, onlar için büyük bir bahtsızlıktır, çünkü en iyi şeklinde cansıkıntısı, en kötü şeklinde meIllnkoli yaratır. Çok çizgidışı durumlar bir yana, yararlı olmaya karşı da büyük bir engeldir. Canlılık dış dünyaya ilgiyi artınr, çalışma gücünü çoğaltır. Üstelik karşı iyi bir koruyucudur, çünkü insanın kendi hayatını hoş hale getirir. Kıskançlık, insana hayatı zehir eden büyük kaynaklardan biri olduğu ~çin, bu canlıhğın pek önemli bir erdemidir. Birçok kötü nitelikler, tabUdir ki, canlılıkla sağlıklı bir lanın nitelikleri. En iyi niteliklerin birçoğu da onun yokluğuyla bağdaşabilir: Newton'da da Locke'ta da canlılık pek azdı. Bununla birlikte, her ikisinde de sinIrlilikler ve kıskançlıklar vardı. Daha iyi bir sağlık onlan bu sıkıntılardan kurtarabilirdi. Belki de, Newton'un Hz matematiğini yüz yıldan fazla bir süre kntıiı";i1T1ı,~<:t.;r~"" Leibniz'le tartışması, Newton gürbüz ve olağan hazlardan yararlanmada yetenekli olsaydı, hiç ortaya ...LA""........"',. Listemizde ikinci gelen yani cesaretin birçok vardır ve bunlann hepsi de kannaşıktır. Korkunun varolmayışı başka şeydir, korkuyu denetim altına alma gücü bir başka şey. Korkunun varolmayışı da, makul olduğu zaman başka şeydir, makulolmadığı zaman bir ka şey. Vehmin {makulolmayan korkularını
20.5
bir sorundur. Fakat, bu sorunu cesaretin öteki biçimleri üstüne birkaç şey söyledikten sonra ele alacagım.
t ku
Makulolmayan korku birçok kimsenin içgüdüsel duyum hayatında olağanüstü büyük bir roloynar. Patolojik durumlarda, diyelim eziyet manisi, kaygı vb. gibi durumlarda, ruh hekimleri tarafından tedavi edilir. Ama, daha hafif akıllı sayılanlar arasında yaygındır. Çevremizde tehlikeler olduğuna dair genel bır duygu, daha doğru bir deyişle «kaygı» olabilir. Yahut sıçan ya da örümcek gibi tehlikeli olmayan şeyler den özel bir korku olabilir. 1 Eskiden birçok korkunun içbirçok araştıncı, bunun böyle olduğundan Anlaşılan, büyük gürültülerden korkmak gibi birkaç içgüdüsel korku vardır. Ama bunlann çoğu ya deneyden ya da telkinden ileri geliyor. Sözgelişi, karanlıktan korkmak, telkinden ileri geliyor Belkemikliler, birçoklanna göre, genelolarak doğal düşmanlarına karşı içgüdüsel bir korku duymazlar, fakat bu heyecan duygusu onlara büyüklerinden geçer. İnsanlar onlan ellerinde yetiştirdikleri zaman, o tür hayvanlar arasında görülen korkunun olmadığı anlaşılır. Ama korku son derece bulaşı cıdır. Çocuklar onu alırlar, hatta büyükler korktuklanm gösterdiklerinin farkında olmasalar bile. Anne ve dadılardaki korkaklık, telkin yoluyla pek çabuk çocuklar tarafından taklit edilir. kadar erkekler kadınlann makulolmayan korkularla dolu olmasından hoş lanmışlardır. bu, erkeklere gerçek bir tehlikeye düş-
ld yı
up
ı ız
(H Çocuklukta korku ve kaygı hakkında bak. William Stern, «İlk Çocukluk Psikolojisi - Psychology of Early Childhood» (London: Allen and Unwin, 1924), Bölüm xxxv.
206
ku
meksizin koruyucu görünmek fırsatını veriyordu. Ama bu adamların oğulları annelerini taklit ederek korkak olmuş lardır. Eğer babalan annelerihi aşağı görmek istememiş 01saydılar, hiç bir zaman cesareti sonra yeniden kazanmaya çalışmak zorunda kalmayacaklardı. Kadının aşağı bir varlık sayılması hesapsız zararlara yol açmıştır. Bu korku sorunu ancak rasgele alınmış bir örnektir. Ben şimdi burada, korku ve kaygının asgarileştirilme sinin yollarını aramıyorum. O sorunu daha sonra ele alacağım. Yine de bu aşamada ortaya çıkan bir soru var: Korkuya karşı baskıyla mı karşılık verelim, yoksa daha kökten bir düzeltme yolu mu bulalım? Geleneğe bakarsak, aristokrasiler korku göstermeyecek yetiştirilmişler; uyruk uluslar, sınıflar ve cinsler korkak kalmaya teşvik edilmişlerdir. Cesaretin sınanması, kabaca yolda olmuştur: Bir adam savaştan kaçmamah, «erkekçe» sporlarda usta olmalı; deniz kazalarında, zelzelelerde vb. soğukkanlılığını korumah. Doğru olan şeyi yapmakla kalmamalı, aynı zamanda benzi solmamalı ya da titrememeli, soluğu kesilmemeli ya da kolayda göze çarpan öbür korku belirtilerinden herhangi birini göstermemeli. Bütün bunları ben son derece önemli sayıyorum. Bütün ulusların. bütün sınıfların, bütün kadın ve erkeklerin cesur diğini görmek isterim. Ama kabul edilen yöntem baskıcı olursa, genelolarak buna bağlı de birlikte getirir. Utanma ve ayıplanma, daima cesur görünüş sağlamak için güçlü silahlar olmuştur. Fakat bunlar gerçekte ancak iki çeşit korku arasında bir çatışmaya olurlar ki, bunda kınamasına karşı duyulan korkunun daha olması umulur. bana her zaman, .Seni bir şey korkutmadıkça hep doğru söyle» öğretildi. Korku yalnız eylemde değil, duyguda da; yalnız duyguda değil, bilinç-altında da yenilmelidir.
py
tu
ıld
ı ız
207
için yeterli olan korkuyu yalnızca korku içtepisini bilinçaltında canlı bırakır ve korkudan olduğu sezilemeyen kötü ve çarpık tepkiler yaratır. «top mermisi şoku»nu düşünmüyorum, onun korkuyla ilişkisi apaçık ortadadır. Daha çok, egemen sınıfların üstünlüklerini sürdürmek için kullandıkları bütün baskı ve zulüm sistemini düşünüyorum. Son zamanlarda bir sub&ı.yı silahsız birçok öğ rencinin, ihtar edilmeden, arkalarından kurşunla vurulma~ emrettiği zaman, besbelli kendisi de savaşta cepheden kaçan herhangi bir asker kadar korkunun etkisi altında hareket ediyordu. Fakat askeri aristokrasiler, bu gibi hareketleri psikolojik kaynaklarına izleyecek kadar zeki değildirler. Bunları azim ve sağlamlık sayma' eğiliminde olurlar. Psikoloji ve fizyoloji bakımından korku ve şiddetli öfke, biribirlerine çok benzeyen heyecan duygularıdır. detli öfke duyan biri, en yüksek türünden cesareti olan bir kimse değildir. Zenci komünist ayaklanmalarını' ve aristokrasiye karşı başka tehditleri bastır makta hemen her zaman gösterilen gaddarlık, korkaklığın bir sonucudur ve bu kusurun öteki daha açık şekillerine karşı duyulan aşağılanmaya layıktır. Ben alelade kadın ve erkeklerin korkusuz yaşayabilecek tarzda eğitilebilecekleri ne Şimdiye kadar yalnız birkaç kahraman ve ermiş böyle bir hayat sürmeyi başarmıştır. Ama yol gösterilecek olursa, onların yaptığını başkaları da yapabilir. Bastırmaya dayanmayan cesaret türü için, birkaç etkenin birleşmesi gerekir. En önemsizIerinden başlarsak, sağ lık ve canlılık, mutlaka zorunlu olmamakla birlikte, pek yararlıdır. Tehlikeli durumlarda, uygulama deneyi ve ustalık çok istenmeye değer. Ama şu ya da bu bakımdan cesareti değil de evrensel cesareti düşünmeye başladığımız zaman, daha esaslı bir şey gerekli olur. Bu, kendine saygı
Aristokratik
davranış
dıştan
py
tu ku
ıld
ı ız
208
duygusuyle olarak, hayata bir Kendine saygıyla işe başlayalım: Bazı kimseler içlerinden geldiği gibi yaşarlar, bazılan ise ancak komşuları tarafından düşünülen ve söylenenlerin aynasıdır. İkinci çeşit insanlar, hiç bir zaman gerçek cesarete sahip olamazlar: Onlar hayranlık ister ve bunu kaybetmekten son derece korkarlar. Eskiden çok istenillr sayılan «alçak gönüllülük», bu kusurun tam tersini elde etmek için bir araçtı. «Alçak gönüllülük,» kişinin kendine saygısını öldürüyor, ama baş kalannın saygısına karşı duyduğu isteği öldünnüyordu. Sözde kendisini alçaltmayı, itibar kazanmak için bir araç yapıyordu. Böylelikle riyaklirlığa ve içgüdünün yanlış yollara sapmasına neden oluyordu. Çocuklara düşünmeden itaat etmeleri öğretillyor, onlar da büyüdükleri zaman aynı şeyi başkalarından istiyorlardı. Dediklerine göre, yalnız itaat etmesini öğrenmiş olanlar komut venneyi de bilirlermiş. Bense şunu öneriyorum: Kimse itaat etmeyi öğren memeli, kimse de komut venneye kalkışmamalı. Bununla elbette, yapılacak işlerde önderler olınaması gerektiğini söylemek istemiyorum; ama onlann yetkisi (otoritesD, bir futbol takımındaki kaptanın yetkisi gibi olmalıdır: Ortak bir amaca erişmek için, ona gönül isteğiyle katlanılmalıdır. Amaçlanmız bir yetkinin sonucu değil, kendimizin olmalı ve onlan hiç bir zaman baş kalanna zorla kabul ettirmemeliyiz. Ben, kimse komut vermemeli, kimse de itaat etmemeli dediğim zaman bunu antır.
py
tu
ku
ıld
ı ız
lıyorum.
En yüksek cesaret için bir şey daha gerekir ki, ben buna az önce, «hayata kişilik-dışı bir bakış» demiştim. Bütün umutlan ve korkulan kendi benliği üstünde toplanmış olan bir kimse, ölüme soğukkanlılıkla bakamaz. kü ölüm onun bütün duygu dünyasını söndürür. Yine bu· rada. bizi ucuz ve kolay bir bastınna yoluna iten bir gelenekle karşılaşıyoruz: Enniş benliğinden geçmeyi öğrenF.: 14
209
py
tu ku
meli, bedenine eziyet etmeli, içgüdüsel hazıarı unutmalı. Bu yapılabilir, ama sonuçlan kötüdür. Kendisi hazıardan vazgeçmiş olan enniş, başkalarının da onlan bırakmalan nı ister, bu daha da kolaydır. Kıskançlık bilinç-altında kalmaya. devam eder ve onu ıstırabın soyluluk verdiği, bunun için de haklı olarak çektirilebileceği fikrine saptınr. Bu yüzden, değerler tam anlamıyle tersine döner. olan kötü, kötü olan iyi sanılır. Bütün bu zararıllığın kaynağı şudur ki, iyi hayat, doğal istekleri ve içgüdülerini. genişletip geliştinnekte değiL. olumsuz bir buyruğa itaat etmekte aranmaktadır. İnsan doğasında öyle birtakım şeyler vardır ki, bizi hiç bir çaba harcamadan benliğimizin ötesine götürür. Bunların en çok görüleni sevgidir. Daha özeli anababa sevgisidir. Bazı kimselerde bu, bütün insanlan kapsayacak kadar genel bir biçim alabilir. Bir başkası da bilgidir. Galileo'nun özellikle iyiliksever bir adam olduğunu düşünmek için herhangi bir neden yoktur, bununla birlikte 0, ölümüyle yok olmayan bir amaç için yaşamıştı. bir tanesi de sanattır. Ama gerçekte, insanın kendi varlığı herhangi bir şeye karşı duyduğu her ilgi, onun hayatını o ölçüde kişilik-dışı yapar. Bu nedenle, görünmekle birlikte, geniş ve canlı ilgileri olan bir kimse, hayatı terketmekte, ilgileri kendi hastalıklanyle sınırlanmış olan zavallı bir evhamlı dan daha az güçlük çeker. Bundan dolayı en mükemmel cesaret, benliğinin, dünyanın ancak küçük bir parçası olduğunu duyan ve bunu kendini aşağı görerek değil, kendinden olmayana çok değer vererek duyan, ilgileri geniş bir kimsede bulunur. Bu ise, İçgüdünün özgür ve zekanın etkin olmadığı kimselerde pek olamaz. İkisinin birleşmesin den gerek zevk düşkünlerinin gerekse riyazetçilerin bilmediği bir görüş doğar. Böyle bir bakışla kişisel ölüm önemsiz görünür. Böyle bir cesaret olumludur ve içgüdülere dayanır, olumsuz değildir ve bastınnadan kay-
ıld
ı ız
210
ku
nak almaz. bu olumlu anlamdaki cesareti, ben mükemmel bir karakterin başlıca öğelerinden biri sayıyorum. Listernizdeki üçüncü nitelik olan duyarlık, bir bakıma salt cesareti düzeltici bir şeydır. Tehlikeleri anlamayan bir kimse için cesaretle hareket etmek daha kolaydır. Ama böyle bir cesaret, budalalık olabilir. Bilgisizlik ya da unutkanlığa dayanan herhangi bir hareket tarzını tatmin edici sayamayız: Mümkün olan en tam bilgi ve düşünme. istenilmaye değer olanın en önemli bölümüdür. Bununla birlikte, bilme ve anlanıa yanı, zeka başlığı altına girer. Benim kullandığım anlamda duyarlık, heyecan duyumları na ilişkindir. Salt teorik bir tanım şu olurdu: Bir kimse dürtmeler (stimulus'lar), onda heyecanlar yarattığı zanıan duyarlıdır. Ama böyle geniş anlaşıldığı zaman, bu kesinlikle iyi bir nitelik değildir. Eğer duyarlık iyi bir nitelik olacaksa, heyecan tepkisi bir bakıma ona uygun olmalıdır: İstenilen şey salt yoğunluk değildir. Benim anlatmaya çahştığım nitelik, birçok şeylerden ve doğru şeyler den zevk almak ya da tersini duymaktır. Doğ ru şeylerin ne olduğunu açıklamaya çalışacağım. Aşağı yukarı attığı ilk adım, yiyecek ve sıcaklık salt duyum hazıarının ötesine, toplumsal beğenilme hazıarına geçmektedir. Bu haz ortaya çıkar çıkmaz pek çabuk gelişir: Her çocuk övülmeyi sever ve suçlanmaktan nefret eder. Genelolarak herkes tarafından iyi sayılmak isteği ömür üstün dürtülerden biri olarak kalır. İyi davranmayı dürtmesi ve içtepisine gem vurması bakımıarından bu, kuşkusuz pek değerlidir. Hayranlıklarımızda daha bilgece davransaydık. çok daha da değerli olabilirdi. Fakat en hayran olduğumuz kahramanlar, en çok tnsan öldüren kimseler olmaya devam ettiği sürece, hayranlık sevgisi yalnız başına iyi bir hayat için yeterli olanıaz. İstenilir bir biçiminin gelişmesinde, bundan
ld yı
p tu
ı ız
sonraki
aşama
(sempati). Salt fizik bir duyPek küçük bir çocuk, ağladığı için ağlar. Bana kalırsa bu, daha ileri gelişmeler için bir temel vermektedir. Gerekli olan şunlardır: acı çekene karşı özel bir sevgi beslenmese bile, yine de duygudaş olmak; ikinci olarak, acı çekildiğini gözümüzle görmediğimiz halde, salt varolduğunu bildiğimiz için onu duymak. Bu genişletmelerin ikincisi geniş ölçüde zekaya bağ lıdır. Bu, iyi bir romanda olduğu gibi, canlı ve dokunaklı bir biçimde anlatılan ıstıraba duygudaşlık olabilir. öte yandan, insanı istatistiklerle heyecana getirecek kadar ileri gidebilir. Bu soyut duygudaşhk yeteneği, ender olduğu kadar önemlidir de. Hemen herkes sevdiği bir kimsenin kanserden acı çektiğini görmekle derin bir keder duyar. kimseler hastanelerde tanımadıkları hastaların acı gördükleri zaman etkilenirler, bu onlara dokunur. Böyle olmakla birlikte, kanserden ölümün şu ve şu oranlara çıktığını okudukları zaman, kuralolarak, ancak kendilerinin ya da sevdikleri kimselerin bu hastalığa tutulmasına karşı geçici bir korku duyarlar. Aynı şey savaş için de doğrudur: Kendi oğullan ya da sakatlandığı zaman onu herkes korkunç sayar. Ama bir milyon kişinin sakatlanması üzerine onu milyon kere daha korkunç saymaz. Bütün ilişkilerinde şefkat dolu bir kimse, gelirini savaş ya da «geri» ülkelerde çocuklara işkence yapılmasından kazanabilir. Bütün bu bilinen olgular, duygudaşlığın çoğu kimselerde yalnız ca soyut bİr dürtüyle uyandınlmamasından ileri gelir. Buna bir çare bulunsa, dünyadaki kötülüklerin büyük bir kısmı ortadan kalkardı. Bilim, onlar için duyduğumuz sevgiyi çoğaltmaksızın. uzak ülkelerdeki insanlann hayatlarını etkileme gücümüzü son derece artırmıştır. Diyelim, siz dokuyan bir hissedansınız. çok olabilir ve paranızı bu işe yatınrken yalnız gudaşlık vardır:
py
tu
ku
ı ız ıld
212
bir maliye uzmanının öğütünü tutmuş olabilirsiniz. Ne ;>angna.y ne de sizi ilgilendirmiştir, siz yalnız dağıtılacak kar payını düşünmüş olabilirsiniz. Ama böyle yapmakla, siz suçsuz insanların kitle halinde öldürülmesine varan bir gücün ortağı olmuşsunuzdur. Küçük çocukları doğalolmayan tehlikeli işlerde çalıştırmasalar, size o kar paylarını vermezlerdi. Siz bunlara aldınş etmezsİniz.. çünkü bu hiç görmemişsinizdir ve soyut bir dürtmede sizi büyük çaplı endüstriciliğin bu kadar zalim olmasına ve uyruk ırkiarın baskı altında tutulmasına hoşgörüyle bakılmasının nedeni budur. dmmelere karşı yaratan bir eğitim bunları imkansız kılar.
py tu
ku
Buna katılmaması gereken anlayış duyarlığı, hemen hemen bir gözlem aynı şey gibidir ve daha dOğalolarak, zekllyla birlikte düşünülür. Estetik duyarlık ise ortaya birçok sorun ki, ben bunlan bu aşamada ele almak istemiyorum. Bunun için, şimdi saydığımız dört nitelikten sonuncusuna Bu son nitelik, zekadır. Geleneksel ahlakın büyük kusurlarından biri, zekaya büyük değer vermemesidir. Yunanlılar bu bakımdan hiç yanılmamışlar, ama Kilise, erdemden başka hiç bir şeyin önemli olmadığına ve erdemin de keyfi olarak .günah,. diye yaftalanan birtakım hareketlerden sakınmak olduğu na insanlan inandırmıştır. Bu inanış sürüp gittikçe, insanlara zekanın yapay bir uylaşıma (teamüle) dayanan cerdem»den daha yararlı olacağını anlatmak imkMsızdır. Zekadan söz ederken, ben ona hem gerçekteki bilgiyi hem de bilgi edinme yeteneğini katıyorum. Aslında, bu iki şey biribirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bilgisiz yetişkinlere bir şey öğretilemez. Diyelim, sağlığı koruma ve perhiz gibi sorunlarda, onlar bilimin inanma yeteneğinden bütünüyle yoksundurlar. Bir adam ne kadar bilgiliyse, bilgi edinmek onun için o kadar koıaydır. Tabii, dogmatizm ru-
ıld
ı ız
2]3
tu
ku
hu içinde yetiştirilmemiş olmak şartıyle. Bilgisiz insanlar, hiç bir zaman zihinsel alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kalmadıkları için, katılaşıp tutumları değişmez bir hale gelmiştir. Onlar yalnızca kuşkuyla bakmaları gereken şeylere inanmakla kalmazlar, inanmalan gereken şeylere karşı da eşit ölçüde gösterirler. kuşkusuz, «zeki\.- sözcüğü, edinilmiş bilgiden çok, bilgi edinme yeteneğini anlatır. Ama ben bu yeteneğin, tıpkı bir piyanistin ya da cam baz m yeteneği gibi, alıştırmadan Cidmandanl bir yolla elde edilebileceğini sanmıyorum. BesbellL zekayı işletmeden de bilgi vermek mümkündür; bu yalnız mümkün değil, kolaydır ve sık sık da yapılmaktadır. Ama bilgi vermeksizin ya da hiç değilse bilgi edinilmesina yol açmaksızın zekayı eğitmenin mümkün olmadığına inanı yorum. ZeM, olmadan, karmaşık çağdaş dünyamız sürdürülemeyeceği gibi ilerletilemez de. Bunun için zekllnın iş lenmesini, eğitimin başlıca amaçlarından biri sayıyorum. Bu, bilinen bir şey gibi görünürse de, gerçekte böyle değildir. Doğru sayıları inançlan öğretmek isteği, çoğu kez, eğitimcileri zeklı. eğitimine karşı ilgisiz bırakmıştır. Bunu aydınlatmak için, zekayı biraz daha açık bir tanımlamak gerekir, böylelikle onun gerektirdiği zihinsel alışkanlıkları keşfedebiliriz. Bu maksatla ben, haklı olarak zeka. tanımının içine girebilecek bilgi hazinesini değil, yalnızca bilgi edinme yeteneğini göz önünde tuta-
py
ıld
ı ız
cağım.
Zihinsel hayatın içgüdüsel temeli merak duygusudur. Merak, ilkel biçimleriyle, hayvanlar arasında da bulunur. Zekı:\ uyanık bir merak ister, ama bu belirli bir türden olmalıdır. Köy komşularını, ortalık karardıktan sonra perdeler arkasından biribirlerini gözetiemeye sürükleyen türden merakın pek büyük bir değeri yoktur. Dedikoduya karşı duyulan yaygın ilgi, bilgi sevgisinden çok, kötü niyettendir. Hiç kimse başkalarının erdemleri hakkında dedikodu yapmaz, gizli günahları hakkında yapar. Bunun so-
214
nucu olarak, dedikodunun çoğu Ama kimse, doğ gerekli görmez. Komşulanmızın günahları, dinin avuntuları gibi, bize öyle hoş gelir ki, durup dikkatle kanıtları incelemeyiz. Asıl merak dediğimiz şeyi, gerçek bir bilgi sevgisi esinlendirir. Bu içtepiyi, biz oldukça katıksız bir biçimde, bilmediği bir odaya her köşeyi, her koltuk ve masayı koklamaya başlayan bir kedinin davranışlarında. görebiliriz. Aynı şeyi, hep kapalı tutulan bir dolap ya da açıldığı zaman tutkulu bir ilgi duyan çocuklann yüzlerinde görebiliriz. Hayvanlar, makinalar, gök gürültüleri, elle yapılan her türlü iş, çocukların merakım uyandınr, onların bilgiye karşı susuzluğu, en zeki yetişkini bile utandıracak kadar şiddetli dir. ilerledikçe bu içtepi zayıflar. Sonunda bilinmedik şeyler insana yalmz HksinU vermeye başlar. Onları yakından tammak isteği kalmaz. bu aşamada insanlar memleketin mahva süruklendiğini söylemeye ve .. ben değildi- demeye O uzak geçmiştekinin aym olmayan şey, aslında böyle konuşanın merakıdır. Merakın etkin zekı:\yı da ölmüş sayabiliriz. Çocukluk çağından sonra merak, yoğunluk ve kapsam bakımından zayıflamakla birlikte, uzun süre nitelikçe gelişmeye devam edebilir. Genel sorunlara karşı merak, özel olayları merak etmekten daha yüksek bir zekı:\ düzeyi gösterir. Genellik derecesi ne kadar yüksekse, zeka da o kadar büyüktür. (Ama bu kural çok kesin sayılmamalıdırJ Kişisel çıkarla ilgili olmayan merak, diyelim yiyecek bulma isteğiyle ilgili meraktan daha yüksek bir gelişmişlik gösterir. Hiç bilmediği bir odaya girip çevreyi kokıayan bir kedi, hiç bir çıkar beklemeyen bir bilim araştıncısı değil dir. Belki de oralarda sıçan bulunup bulunmadığım anlamak istemektedir. Hiç bir çıkar kaygısı taşımayan merakın, en iyi merak olduğunu söylemek belki pek doğru olmaz. Ama merak, doğrudan doğruya
ruluğunu araştırmayı
ld yı up
t ku
ı ız
215
ilgili olmadığı, ilgisi ancak bir derece zekayla zaman en iyi bir meraktır. Böyle olmakla birlikte, biz bu sorunu karara bağlamak zorunda değiliz. Merak verimli alacaksa, bilgi edinme tekniğiyle birlikte bulunmalıdır. Gözlem bilgi edinme imkanına inanma. sabır ve çalışkanlık da olmalıdır. Asıl temeli meydana getiren merakla doğru dürüst bir zihin eğitimi olduktan sonra, bunlar kendiliklerinden gelişirler. Fakat, madem ki zihinsel hayatımız, etkenliklerimizin ancak bir bölümüdür ve merak sürekli olarak öteki tutkularla mücadele halindedir, o halde birtakım erdemlere, sözgelişi yeni bilgilere karşı açık zihinli olmaya gerek vardır. Biz hem alışkanlık, hem de arzu etkisiyle yeni gerçekleri öğ renmeye karşı duyarlığımızı kaybederiz. Yıllarca kuvvetle inandığımız, aynı zamanda kendi benliğimize saygımızı ya da önemli tutkulanmızdan birini karşılayan inançlarımızı kolayca değiştiremez hale geliriz. Bunun için, yeni bilgilere karşı açık zihinli olmak, eğitimin yaratmaya uğra şacağı niteliklerden biridir. Bugün bu pek sınırlı bir ölçüde yapılıyor. 31 temmuz 1925 tarihli The Dail Herald gazetesindeki şu paragraf bunu pek güzel gösteriyor: «Bootle okullarında öğretmenlerin, çocukların zihinlerini bozdukları yolundaki iddialann doğru olup olmadığını araştırmak için atanan özel bir komisyon, araştınna sonuçlarını Bootle Yönetim Kuruluna sunmuştur. Komisyon, iddialann gerçekliğinin anlaşıldığı kanısına varmakla birlikte. Yönetim Kurulu «gerçekliğin anlaşılması» sözlerini çizmiş ve 'iddialann araştınnayı haklı gösterecek nitelikte' olduğunu açıklamıştır. Komisyonun salık verdiği ve Kurulun da kabul ettiği bir karara göre, bundan böyle yapılacak öğretmen atamalarında, adaylar öğrencilerini '1.'ann'ya ve dine karşı saygı gösterecek, ülkenin toplumsal ve
açıkça
anlaşılabildiği
py tu
ku
ıld
ı ız
216
py
tu
ku
ve dinsel kurumlarım sayacak bir biçimde lerine söz vereceklerdir.lO 1 Görülüyor ki, başka yerlerde her ne oluyorsa da, Bootle'da yeni bilgilere açık bir zihin istenmiyor. Yönetim Kurulunun yakında, programını uygulamak için en iyi yöntemleri görmek üzere Dayton'a (Tennessee, A.B.DJ bir heyet göndermesi beklenebilir. Ama, bu belki de gereksizdir. Kararın alınışından, Baotle'ın aydınlık-düş manlığı konusunda ders almaya ihtiyacı olınadığı yor. Cesaret, hem zihin namusu, hem de fizik kahramanlık için zorunludur. dünyayı sandığımızdan daha az biliyoruz. Hayatımızın ilk gününden itibaren birtakım kuş kulu tümevarım yargılarında bulunuyor, zihin larımızı dıŞ doğanın yasalarıyle karıştırıyoruz. Türlü zihinsel sistemler -hıristiyanlık, sosyalizm, yurtseverlik, vb.- öksüz gibi, bize kölelik karşılığında güven bir zihin hayatı, inanca bağlı bir hayat kadar sıcak, rahat ve toplumcul olamaz. ve fırtına hüküm sürerken, rahat bir ocak başı duygusunu ancak bir inanç verebilir. Bu bizi biraz güç bir soruna getiriyor: dereceye kadar sürüden ayrılmalıdır? «Sürü Iç~~ü(iüo;ü» yimini kullanmaktan çekiniyorum, tartışmalıdır. Ama nasıl yorumlanırsa yorumlansın, bu deyimin anlattığı olgular herkesin bildiği şeylerdir. yapmak istediğimizi sandığımız gruptan olanlarla -ailemiz, komşularımız, siyasal partimiz ya. da ulusumuz- aramızın iyi olınasından hoşlanırız. Bu doğaldır, çünkü yapmadan hayatın zevklerinden hiç birini tadamayız. Bundan başka heyecan duyguları, özellikle bir anda birçok kimselerce duyulduğu zaman bulaşı-
ıld
ı ız
(1)
eğitim, yerel yönetim düzeyinde yürütülen bir kamu görevidir. - Der.
217
cıdır.
py
tu
ku
az kimse heyecanlı bir toplantıda heyecanlanmadan durabilir. tarafta iseler muhalefetleri kabarır. kimseler için böyle bir muhalefet, onayını kazanacaklarını umdukları bir başka kalabalığın varolduğunu bildikleri takdirde mümkün olur. bunun içindir ki, Ermişlerle Birolma (Communion! fikri, din yüzünden zulüm o kadar büyük bir avuntu olmuştur. Kalabalıkla işbirliği yapma isteğini doyunnalı mıyız, yoksa eğitimde onu zayıflatmaya mı uğraşmalıyız? Her iki tarafı destekleyecek kanıtlar ileri sürülmüştür, anıa doğru olan iş, kesin bir yargıya varınadan önce, ikisi arasında doğru bir oran bulmak olmalıdır. Benim kanımca, hoşa gitmek ve işbirliği yapmak isteği güçlü ve nonnal olmalı, fakat bazı önemli anlarda baş ka istekler onu yenebilmelidir. Başkalarını memnun etmek isteğinin arzu edilirliğini yukarıda, duyarlık konusunda ele almıştık. Bu olmazsa hepimiz kaba birer insan haline geliriz ve aileden itibaren bütün toplumsal grupların varlığı imkansızlaşır. anababalarının gözüne ginne isteği olmasaydı, onları eğitmek çok güç olurdu. Heyecan duygularının bulaşıeı olmasının da yararları vardır. Bulaş ma, akıllı bir kimseden daha az akıllısına olduğu takdirde. Ama, toplu korku ve toplu çılgınlık, besbelli yararlının tam karşıtıdır. Bundan dolayı, heyecanlanma sorunu hiç de yalın değildir. Salt zihinsel konularda bile durum bulanıktır. Büyük kiı.şifler sürüye karşı gelmek zorunda kalmışlardır, bağımsızlıklarından ötürü düşmanlıklara uğra mışlardır. Fakat ortalama bir adamın kanıları, tek düşünüp varacağı kanılardan daha az budalaca olur. En azından bilimde, otorite saygısı genellikle yararlı olmuş tur. Bana kalırsa, olağan koşullar bir adamın hayatında sürü içgüdüsünün egemen olduğu geniş bir alanın yanısıra, bu İçgüdünün işleyemediği küçük bir alan bulunmalıdır. Bu küçük alan, onun özel uzmanlığı olduğu
ıld
ı ız
218
py tu
ku
bölgeyi kapsamahdır. Bir kadına herkes hayran olmadık ça. hayran olamayan bir adama iyi gözle bakamayız. Bir erkeğin karısını seçerken çevresindekilarin duygularına göre hareket etmesi gerektiğine inanınz. Genelolarak insanlar hakkındaki yargıları komşularının yargılanna uygunsa, bunun önemi yoktur. Ama bağımsız olarak, kendi duygularına göre hareket etmesi gerekir. Başka yönlerde de bu böyledir. Bir kendi biçtiği tarlalarda nelerin yetişip hakkında kendi fikrine uymalıdır. Yalnız bu yargıya, bilimsel tarım bilgisini edindikten sonra varmış olması şarttır. Bir para konulannda bağımsız bir kanısı olmak gerekir, ama ortalama bir insanın bu konuda yetkili bir kimseye inanması daha iyi olur. Nerede özel bir yetki varsa, orada kendi başına düşünme de olmalıdır. Ama insan kendini, herkesi uzak tutacak dikenlerle dolu bir kirpi haline getirmemelidir. Olağan eylemlerimizin çoğu işbirliğine daYarın1ıı.lı, iş birliğinin de içgüdüsel bir temeli olmalıdır. Bununla birlikte, hepimizin iyice bildiğimiz işlerde kendi başımıza düşünmeyi öğrenmemiz ve önemli olduğuna inandığımız fikirleri gitmeyeceklerini bilsek bile, açıkça. söylemek cesaretini elde etmemiz gereklidir. Bu genel ilkelerin özel durumlara uygulanması, kuşkusuz güç olabilir. Ama insanıann, burada sözünü ettiğimiz erdemlere eriştiklerl bır dünyada, daha az güç olacaktır. böyle bir dünyada zulüm ve İşkenceye uğrayan bir ermiş insan kendini dikenlerle kaplamayar cak, hep kendı varlığını duymayacak, onun iyiliği kendi içtepilerinden doğacak ve güdüsel bir mutlulukla kanşık olacaktır. Komşulan ondan nefret etmeyecek, çünkü ondan korkmayacaklardır. nefret edilmesinin nedeni, esinlediklerl korkudur. Bu korku, cesur insanlar arasında bulunmayacaktır. Yalnızca korkunun etkisine düşen bir insan. Ku-Klux-Klan'a ya da faşistlere katılır. Cesur insanlarla dolu bir dünyada böyle baskıcı örgütler olamaz ve
ıld
ı ız
219
ııılll!IWUIlWIIIIJlUHUII'lIIlJulJUlWlI!IIrIlUII'''IIIIIIHlIHi'I'''lh,Iı,."",,,,"""""",'''""""
t ku
iyl hayat, karşı bugün daha az direnme, i gerektirir. dünya da, ancak korkusuz insanlar tarafından yaratılabilir ve devam ettirilebilir. Onlar iş lerinde ne kadar başan sağlarlarsa, cesaretlerini ortaya koymalarını durumlar o kadar az olacaktır. Eğitimin verebileceği en yüksek canlılık, cesaret ve duyarlığa erişmiş kadın ve erkeklerden kurulu bir toplum, kadar toplumlardan farklı olacaktır. Böyle bir toplumda pek az mutsuz kişi bulunacaktır. Bugün mutsuzluğun başlıca nedenleri şunlardır: Hastalık, ve doyurucu olmayan bir cinsel yaşayış. Bütün bunlar gayet azalacak, sağlık hemen hemen genelolacak, bile geciktirilebilecektir. Yoksulluk, Endüstri Devriminden beri yalnızca toplumsal budalalığın bir sonucudur. Duyarlık, insanlara bunu ortadan kaldırmayı istetecek, zeka. onlara bunun yolunu gösterecek, cesaret onlan bu yola götürecektir. (Korkak insan alışılmış olmayan bir işİ yoksul kalmayı seçer.> Bugün çoğu insanların cinsel hayatlan doyurucu değildir. Bu kısmen kötü eğitim, kısmen de resmi makamlann baskısı ve bağ nazlıktan ileri geliyor. Makulolmayan cinsel korkulardan uzak yetiştirilen bir kadınlar buna derhal son verecektir. Kadınları .. erdemli" kıImanın tek yolu korkudur sanılıyor. Özellikle bedence ve zihince korkak olarak yetiştiriliyorlar. Ruhlannda sevgi taşımayan kadınlar, kocalanm kabalığa ve ikiyüzlülüğe sürüklerler, çocuklanmn içgüdülerini yanlış yollara saptmrlar. Korkusuz bir kadın kuşağı, korku nedir bilmeyen, anormal biçimlere sokuImamış, doğru, açık sözlü, cömert, sevmeye hazır ve özgür bir çocuk kuşağı yetiştirerek dünyayı değiştirebilir. Onların ateşU çabalan tembel, korkak, katı yürekli ve şaşkın olduğumuz için katlandığımız zulüm ve ıstırabı süpürüp yok edebilir. Bize bu kötü nitelikleri veren eğitimdir. Ama eğitim bunların karşıtlan olan erdemleri vermelidir. tim, yeni dünyanın anahtandır.
ld yı
up
ı ız
220
"The Taming of Power,» Russell'ın "İktidar: Yeni Bir Toplumsal Çözümleme - Power i A New Ana.lysis» (London: Allen and Unwin, 1938) adlı kitabının son (XVIII.> bölümüdür. Burada, bazı düzeltmelerle Mete Ergin çevirisinden aktarılmaktadır: İktidar <İstanbul: Altın Kitaplar Yay., 1987) s. 300-335.
py
tu
ku
YOLA
dağının yanından
geçerken,
başında acı acı ağlayan
bir mebir
kadına rastladı.
adımlarını hızlandırıp kadına
ıld
sonra nedenini "",·rl,,>VI, Tze-Iu kadına, -Senin ağlaman» dedi, .acı üstüne ağlamasına benziyor.» Kadın, dedi, «bir keresinde kocamın babasını bir kaplan öldürmüştü, sonra bir başka kocamı öldürdü, şimdi aynı şekilde oğlumu da bir öldürdü.» neden bu diyardan gitmiyorsun?» diye sordu. Kadın şu karşılığı verdi: -Burada hükümet baskısı yok da ondan.» Bunun üzerine üstat şöy le dedi: "Unutmayın çocuklarım: Baskı yapan hükümetler kaplanlardan daha dehşet vericidir.» Bu bölümdeki konumuz, hükümetin kaplanlardan daha az dehşet verici olmasını sağlamak sorunudur. Yukarıya aldığımız parçanın da gösterdiği gibi, iktidarın yola getirilmesi, geçmişi eski zamanlara dayanan da Tze-Iu'ya
kadının ağlamasının
ı ız
221
bir sorundur.
Taoistler bu sorunu çözülemez sayarak, belli bir ahlak ve yönetim eğitimiyle iktidar sahiplerinin ölçülü ve iyiliksever (hayırhah) bilgeler haline getirilebileceğine inanmış lardır. Aynı çağda, Yunanistan'da demokrasi, oligarşi ve tiranlık, iktidarı ele geçinnek için çekişme halindeydi. İk tidarın kötüye kullanılmasını önlemek amacını güden demokrasi, ikide bir kendini herhangi bir demagogun halk arasındaki geçici başarısına kurban ettiğinden, sürekli olarak yenik düşmekteydi. Platon da. gibi çözümü, eğitilerek bilge haline getirilmiş kurulu bir yönetirnde aradı. İktidarın yalnızca -önderlik sanatı-na sakimselerin elinde bulunduğu tipte bir oligarşiye hayran olan Bay ve Bayan Sidney Webb, Platon'un bu görüşünü yeniden canlandınnışlardır. Platon ile Webb'ler arasında. kalan zaman bölümü içinde dünya, askeri otokrasiyi. teokrasiyi, kalıtsal (IrsiJ monarşi ve oligarşiyi, demokra.siyi ve Ennişler Egemenliğini denedi. Bunlardan sonuncusu, Cromwell denemesinden sonra, günümüzde Lenin ve Hitler tarafından yeniden canlandınldı. Bu denemelerin sorunumuzun hala. çözülememiş olduğunu gösterir. Tarihi ya da insan tabiatını inceleyen herhangi bir insan demokrasinin, tam bir çözüm olmamakla birlikte, çözümün esaslı bir bölümü olduğunu herhalde açıkça görür. Yalnızca siyasal şartlar üzerinde dunnakla tam bir çözüme varamayız. İktisadı da, propagandayı da, şartlann ve eğitimin etkilediği psikolojiyi de hesaba katmamız gerekir. Böylelikle konumuz kendiliğinden dört bölüme aynımış oluyor: m şartlar, CID İktisadi şartlar, mD Propaganda şartlan ve (LV) Psikolojik eğitim şart lan. Bunların her birini sırasıyle gözden geçirelim. anarşizmi savunmuşlardır.
ıld py
tu ku
ı ız
i DEMOKRASİNİN yararları
sinlikle iyi bir yönetim
222
olumsuzdur. Demokrasi kekötülük,..
sağlamaz, yalnızca bazı
ı ız ıld py
tu ku
leri önler. Kadınlar siyaset işlerinde yer almaya başla yın caya kadar, evli kadınların malları, mülkleri, hatta kendi kazançları bile kendi denetimleri altında değildi. Kazancını çpcuklarına harcamasına sarhoş kocası tarafından engelolunan bir kadın için, bu durumu düzeltebilme imkanı. yoktu. On sekizinci yüzyılda ve on dokuzuncu yüzyılın başlarında, oligarşik parlamento, yasama yetkisini, gerek şehirli, gerek köylü emekçilerin şartlarını ağır laştırmak pahasına zenginlerin servetlerini artırma yolunda kuııanınıştır. Yasa zoruyla sendikalaşmanın imkansız hale getirilmesini ancak demokrasi önleyebilmiştir. Eğer demokrasi olmasaydı, Batı Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda, beyaz aristokmtlar azınlığı tarafından yönetilen yarı uşak, sarı ırktan insanlarla dolardı. Köleliğin ve serfliğin kötülükleri hep bilinen şeylerdir ve her nerede bir azınlık siyasal iktidar tekelini sağlarsa, orada çoğunluk ergeç köleliğin ya da serfliğin karanlıklarına gömülür. ğunluğun çıkarlarının gözetilmesi yönünden azınlıklara güvenilemeyeceğini, tarih göstennektedir. Oligarşinin, .. iyi» insanlardan meydana geldiği takdirde, mükemmel bir rejim olduğunu kabul eden, eskisi kadar güçlü bir eğilim bugün de vardır. Roma ğu'nun yönetimi Konstantin zamanına kadar .. kötü. idi, Konstantin'den sonra «İyi» oldu. Eski Ahit'in «Krallar Kitabı»nda, Tanrı gözünde iyi işler yapan krallar da vardır. kötü işler yapanlar da. tarihinde, çocuklara öğretil diği üzere, «iyi» krallar da vardır, .. kötü» krallar da. Yahudilerden kurulu ,bir oligarşi «kötü-dür, ama bir Nazi olfgarşisi «iyi-dir. Çarlık Rusyası aristokratlarının oligarşisi «kötü- idi, ama Komünist Partisi oligarşisi «iyi. dir. Bu tutum, yetişkin insanlara yakışmaz. Bir çocuk, buyrukları dinlediği zaman «iyi., dinlemediği zaman -yaramaz-dır. Bu çocuk büyüyüp de bir siyasal önder olduğu zaman, ta bebekliğinde kulağına doldurulan fikirleri ata-
223
ıld py tu
ku
madığından, kendi sözünü dinleyenleri «ıyı», dinlemeyenleri de "kötü. diye tanımlar. Bunun bir sonucu olarak, kendi "iyi. insanlardan, muhalif partiyi de "kötü. insanlardan kurulu bir parti diye belleriz. hükümet, kendi partimizin kurduğu hükümettir, "kötü. hükümet de muhalif partinin kurduğu. Montagu'lar «iyi,» "kötü. dür; ya da bunun tersi. Böyle bir görüş, ciddiye alınacak olursa, toplumsal yaşayışı imkansız kılar. Kimin "iyi» kimin "kötü. olduğuna. o zaman ancak zor yoluyla karar verilebilir ve verilen kararı, bir ayaklanma her an edebilir. Böyle bir durumda iktidan ele alan grup hangisi olursa olsun, ayaklanmaya yol açma korkusu dışında bir nedenle öteki grubun çıkarlarını göz önüne almaz. yaşayışının eğer tira.nlıktan daha. iyi bir şeyolması isteniyorsa, belirli bir tarafsızlık şarttır. Ancak, birçok konuda toplu eylem zorunlu olduğundan, bu gibi konularda uygulanabilir kılmanın biricik yolu, yönetimini kabul etmektedir. da var ki, demokrasi ne kadar zorunlu olursa olsun, iktidarın yola getirilmesi için hiç de biricik siyasal şart değildir. DemokrasHerde de, çoğunluğun azınlık üzerinde bütünüyle gereksiz, gaddarca bİr tiranlık kunnası imkimı vardır. l88S'ten 1922'ye kadarki dönemde Britanya Krallığı (kadınlann siyasal haklara sahip bulunmayışlan dışında) demokrasiydi. Ama bu, İrlanda'nın baskı altında tutulmasına engelolmuyordu. DemokrasHerde de, yalnızca. ulusal bir azınlığa değil, aynı zamanda dinsel ya da siyasal bir azınlığa da eziyet edilebilir. Azınlıklann korunması --düzenli bir yönetimle uzlaşabHdiği ölçüde- iktidann yola HHl<'~'UlJ'ıı en önemli bölümlerinden biridir. Bu ise, toplumun hangi konularda bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğinin ve hangi konularda tekbiçimliliğin zorunlu olmadığının gözönünde bulundurulmasıyle
ı ız
224
ıld py
tu
ku
olur. bir kararla karşılanması en zorunlu olan sorunlar, aslında coğrafi sorunlardır. Yollar, kanalizasyonlar, gaz boruları vb. ister istemez, hep belirli bir doğrultuda döşenir. veba ya da kuduza alınacak sağlık tedbirleri coğrafidir: CRuhsal tedaviye ta· raftar) Hıristiyan bilimcilerin bu hastalıklann kendilerine bulaşmasına karşı herhangi bir tedbir almayı yadsımaları kabul edilemez, çünkü bulaştırabilirler. içsavaş olmadıkça, bir olgudur. Hatta bir iç savaşta bile, çok geçmeden bir bölge bir yanın, öteki de öbür yanın egemenliği altına girer. Belirli bir coğrafi bölge içinde toplanmış bir azınlığın -1922'den önce İrlanda'da olduğu gibi- bulunduğu yerde sorunların çoğu, o nüfus kesiminin başka bir yere taşın ması yoluyla Ama azınlık, o coğrafi bölge içinde yayılınış bir durumda bulunduğu zaman, bu yöntemin uygulanabilme imkanı hemen hemen yoktur. Hıristiyan ve müslüman topluluklarının yanyana yaşadığı yerlerde, gerçi her iki da ayn ayn evlemne yasalan vardır. Ama. bunlar dinsel konular dışında, aynı hükümete eğmek zorundadırlar. Zamanla dinsel tekbiçimliliğin Devlet için zorunlu olmadığı ve protestanlarla katoliklerin aynı hükümetin yönetimi altında barış içinde leri öğrenilıniştir. reformasyonu izleyen ilk 130 yıl durum de böyle değildi. Düzene aykın özgürlük derecesinin belirlenmesi sorunu, soyut alanda çözülemeyecek bir sorundur. Bu konuda, soyut alanda söylenebilecek tek şey, toplu karar verilınesi için teknik bir neden zaman, özgürlükle çatışan bir karar alınacaksa, kamu düzenini ilgilendiren güçlü bir nedenin bulunması Kraliçe (lJ Elizabeth'in döneminde, Roma Kilisesine bağlı katalikler onu tahtından etmek istedikleri zaman, hükümetin bunlan hiç de olmasında şa-
ı ız
F.: 15
225
ğim.
py
tu
ku
şılacak bir yan yoktur. Aynı protestanların ya'ya karşı ayaklandıklan Aşağı Ülkelerde (bugünkü Hollanda bunları cezalandınnası beklenirdi. Zamanımızda dinsel sorunlar, eski siyasal önlemlerini Hatta siyasal aynlıklar bile, çok derin olmadıkça, cezalandınna nedeni olmuyor. hiç biri Anayasayı zorla değiştinne amacını günmediklerinden, Muhafazakiklar, Uberaller ve Partisi taraftarları yanyana, içinde Buna karşılık komünistlerin bu yaşayışa uydurulması daha güçtür. Demokrasinin bulunduğu yerde, azınlığın zor kullanarak iktidarı ele geçinnesi ve bu yoldaki girişimlerin kışkırtılma sı, yasalara bağlı çoğunluğun barış içinde yaşamaya hakkı bulunduğu gerekçesiyle mantığa uygun bir şekilde yasaklanabilir. Ne var ki, yasayı bozacak herhangi bir girişimi amaç tutmayan her türlü propaganda serbest bırakılmalı,. yasa da teknik yeterlik ve düzenin' sürdürülmesiyle uzlaolduğu oranda, bu gibi propagandaları gönnelidir. Psikoloji başlığı altında, bu konuya yeniden dönece-
ıld
İktidarın yola getirilmesi açısından, yönetim biriminin ideal büyüklüğü konusunda' çözümü çok zor sonınlar ortaya Büyük bir modern devlette, bu devlet demokratik olsa bile, sıradan vatandaşın çok az bir siyasal iktidar duygusu vardır. Bir seçimde söz konusu edilecek sonınların neler olacağına o karar vermez. Bu sorunlar, onun günlük yaşantısını uzaktan bile ilgilendinneyen, hatta bilmediği şeyler olabilir ve kendi oyu bütüne o derece az bir katkıda bulunur ki, bu katkıyı kendisi hiç önemsemez. Eski Şehir Devletinde bu gibi kötü yanlar daha azdı. Günümüzün yerel yönetimlerinde (mahalli idarelerinde) de azdır. Kamunun yerel sonınlara, ulusal sonınlardan çok ilgi göstennesi beklenebilecekken, durum bunun tersinedir. bölgesi ne kadar büyük olursa, oy venne
ı ız
226
ı ız ld yı
p tu
ku
zahmetine katlanan seçmenlerin oranı da o derece yüksek olmaktadır. Bu bekli de biraz önemli seçimlerde propaganda için çok büyük paralar harcanmasından, biraz da, bu gibi seçimlerde ortaya atılan sorunların daha ilgi çeen çok heyekici olmasından ileri gelmektedir. can uyandıran sorunlar, savaşı ve olabilecek düşmanlarla ilişkileri kapsayan sorunlardır. 1910 yılı Ocak ayında, yaş lı bir rençber bana (böyle yapması ekonomik çıkarlanna aykm olduğu halde) Muhafazakarlara oy vereceğini, çünkü Uberallere oy verdiği takdirde Almanların bir hafta içinde olacaklarına inandığını söylemişti. Bu yaşlı rençberin, kendi köyündeki Heyeti seçimlerinde -bu seçimlerde onun daha iyi anlayabileceği sorunların ortaya atılmasına rağmen- oy olacağını sanınıyorum. Kendi köyündeki Meclisi """"!n.u",, ortaya atılan sorunlar, yığınlan cezbeye sokma niteliğin den yoksun olduklan ya da bu cezbeyi besleyen efsaneleri yaratamadıkları için, o ilgisini uyandıramamıştır. Ortada şöyle bir çıkmaz-ikilem vardır: grup küçük olduğu zaman, demokrasi insana siyasal önemli bir pay sahibi olduğu duygusunu verir, ama grup büyük olunca aynı duyguyu vermez. Ote yandan, grup büyük olunca, ortaya atılan sorunların bireyi olasılığı, küçük gruplarda ortaya atılan sorunlann ilgi çekme olasılığından daha fazladır. Seçim çevresi coğrafi olmayıp da mesleki olduğu zaman, bu güçlük bir dereceye kadar ortadan kalkar. Sözgelişi, bir sendikada gerçekten de etkili bir demokrasi mümkündür. İzlenecek siyasetle ilgili tartışmalı bir konuele almak üzere her işkolundaki üyeler toplanabilirler. çıkar ve deneyleri arasında benzerlik vardır. Bu durum tartışmaların verimli olmasını sağlar. Bundan dolayı da. bütün sendikanın sonul (nihan karan, üyelerin büyük çoğunluğunun, içinde payları bulunduğuna inandıklan bir karar olabilir.
227
ı ız ıld py
tu
ku
Ancak, bu yöntemin de apaçık sınırlan vardır. Birçok sorunlar, özleri gereğince coğrafi olduklanndan, coğrafi bir seçim çevresinin kabulü zorunlu olur. Kamu kuruluşlan ha.yatımızı o kadar çok noktada etkiler ki, siyasetçi olmayan iş güç sahibi bir insan, kendisini ilgilendiren yerel ya da ulusal sorunlann eyleme giremez. Belki de bu konuda en iyi çözüm yolu, belirli bir temsil etmek sendika önderliği kurumunun kapsamını geGünümüzde birçok çıkarların böyle temsilcileri yoktur. Demokrasinin siyasal bakımdan olduğu kadar iJ"'j'n.""V,ll'" bakımdan da varlığını koruyabilmesi için, çeşitli çıkarlann örgütlenmeye ve bu çıkarların, siyaset piyasasında, seçmenlerinin sayı çokluğuyla kendisine sağladığı nüfuzu kullanabilecek kişiler tarafından temsil edilmesi Bu temsilciler, yerini almalıdır demek istemiyorum. Yalnız, bu temsliciler kanalıyle çeşitli haberdar edilmelidir. Ayn seçim bölgelerindeki seçmenlerin yerel seçim bölgeleriyle ilgili ve federasyonu ilgilendiren çıkar ve düşüncelere ağır bastığı yerlerde, federal bir sİstem gereklidir. Eğer bugüne kadar uluslararası bir hükümet kurula.bilsaydi, bu hükümet hiç kuşkusuz, her birinin iktidarı kesinlikle sınırlandırılmış ulusal hükümetlerden meydana gelen bir federasyon olurdu. Bugün de sözgelişi posta alanında olduğu gibi, belirli amaçlarla kuuluslararası niteliğe yetkili makamlar vardır. Ama bu gibi amaçlar, kamu oyunu ulusal hükümetler tarafından ele alınan amaçlar kadar ilgilendirmez. Bu şar tın bulunmadığı yerde, federal hükümetler yavaş yavaş, federasyona çeşitli birliklerin hükümetlerinin iç iş lerine karışma eğilimine girerler. Amerlka Birleşik Devletleri'nde, anayasanın ilk kabul olunduğu günden bu yana federal hükümetin bütün kazançlan, federe hükümetlerin
228
py
tu
ku
(eyaletlerin) kayıpları olmuştur. Aym eğilim, l871'den 1918'e kadar da vardı. Federal bir dünya hükümeti bile, yerine hangi hükümetin geçeceği konusunda çıkan bir iç savaşla karşı karşıya kalsa -böyle bir şey pekaılı. olabilir- ve bu iç savaştan zaferle çıksa, çeşitli ulusal hükümetlere karşı sımrsız derecede güçlenmiş olurdu. Bu bakımdan, bir yöntem olarak federasyonun çok kesin sımrhlıkları vardır. Ama bu sınırlar içinde de federasyon gerekli ve önemlidir. görünüyor ki, modern dünyada çok geniş yönetimsel alanların varlığı bir zorunluktur. de, en önemli amaçlardan bazılarıyla ilgili olarak özellikle savaş ve barışı ilgilendiren konularda yeterli tek alan, dünyamn bütünüdür. Büyük yönetim alanlarımn yönden ortaya çıkardığı sakıncalann --özellikle sıradan seçmenlerde doğacak iktidarsızlık duygusu ve bunların birçok önemli sorunlar konusundaki bilgisizlikleri yönünden- kabul edilmesi ve kısmen· yukarda salık verildiği biçimde çeşitli gruplarının örgütlendirilmesi, kısmen de federasyon ya da başka yerlere yoluyla elden geldiğince en aza indirilmesi gerekir. Bireyin bir dereceye kadar boyun eğişi, toplumsal örgütlenmenin artmasımn kaçınılmaz bir sonucudur. Ne var ki, savaş tehlikesi ortadan kaldınlabilseydi, yerel sorunlar yeniden ön plana geçer ve insanlar gerek bilgi, gerek etkili bir oy sahibi olabilecekleri sorunlara. daha büyük bir ilgiyle eği lirlerdi. Çünkü insanlan, dikkatlerini uzak ülkeler üzerinde ve kendi hükümetlerinin ilgili faaliyetlerinde toplamak zorunda bırakan en büyük etken savaş korkusudur. Demokrasinin bulunduğu yerde, yine de bireyleri ve azınlıkları tiranlığa karşı güvenlik altına almak ihtiyacı vardır. hem tiranlık istenilir bir şey değildir, hem de düzenin bozulmasına yol açabilir. sa-
ıld
ı ız
229
-yasama, yürütme ve organları denetleme ve dengelerneye verdikleri geleneksel önem, Bentham'ın siyasal öğretileri ve bütün on dokuzuncu yüzyıl liberalizmi, hep iktidarın keyfi kullanılışını önlemek için düşünülmüş yöntemlerdi. Ne var ki bu gibi yöntemlerin, hükümetin çalışma yeteneğini azalttığı düşüncesi yerleşmiştir. savaş bakanlığı ile hassa süvarHerinin ayrılması, hiç kuşkusuz askeri bir diktatörlüğe karşı güvenlik sağlamış, ama Kırım Savafelaketli sonuçlar dOğurmuştur. Eskiden yasama ve yürütme organları arasında bir çıktı mı, bunun sonucunda, çözülmesi çok zor bir kördüğüm meydana gelirdi, bugün hükümetin etkililiği, bu iki gücü, her türlü niyet ve amaçlar bakımından kabinede birleştirmekle sağlanmıştır. Keyfi iktidarı önlemekte on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda kullanılan yöntemler artık bizim şartlarımıza uymadığı gibi, böyle yöntemlerin halA varolanları da önemli bir etki sağlayarnamaktadır. şu ya da bu biçimini güvenlik altına alacak ve yetkilerinin sınırlarını aşan memurları, polisleri, saVF cıları ve yargıçları hemen hizaya getiren eleştirmelerde bulunacak kurumlara gerek vardır. Ayrıca, kamu hizmetlerinin her önemli kolunda belirli bir siyasal dengenin varlığı da zorunludur. polisin ve hava kuvvetlerinin. ülkenin genelortalamasına oranla daha gerici bir düşü nüşe sahip olması, tehlikeli bir durumdur. Her demokraside, ancak belirli ve kesinlikle sınırlandırılmış yürütme Cfonksiyonlarına) olmaları istenilen bireyler ve örgütler, denetlenemezlers de istenilmeyecek bağımsız bir iktidar ele geçirebilirler. Bu imkAn, özellikle polis için doğrudur. Yeterince denetlenmeyen bir polis gücünün doğurabileceği kötü sonuçlar, Amerika Birleşik ilgili olarak, Ernest Jerome .Yasa Tanımayan Polisimiz Dur Lawlass Povunduğu şey
nın ayrılması-
py
tu
ku
ıld
ı ız
230
py
tu
ku
lke» adlı eserinde güçlü bir biçimde ortaya Sorunun özü şudur: A.B.D'nde bir polis memuru, herhangi bir suçlunun hüküm giymesine yol açan bir çalış masından ötürü terfi ettirilir. Mahkemeler itirafı suç deım olarak kabul ederler. Bunun bir sonucu olarak da, her polis memuru tutuklanan kimseleri itiraf ettirinceye kadar, onlara işkence kişisel çıkar görür. Bu kötülük, az ya da çok olarak, hemen bütün ülkelerde vardır. Hindistan'da. bu kötü eylem doruğa ulaşmıştır. Engizisyon işkenceleri de temelde, işkence edilenlerin itirafını sağla mak isteğine dayanıyordu. Eski sanıklara işkence etmek bir gelenek halini almıştı; çünkü insansever bir imparator, suçunu itiraf etmedikçe hiç kimsenin mahküm edilmemesini buyurmuştu. Polis gücünün yola getirilmesi bakımından, itirafın hiç bir şart altında asla bir delil olarak kabul edilmemesi gerekir. Böyle olmakla. birlikte, bu reform, her ne kadar zorunluysa. da yeterli değildir. Bütün ülkelerde polis sistemi bir sanığa karşı delil toplamanın kamuyu ilgilendirdiği, sanıktan yana delil toplamanın lse doğrudan doğruya sanığa kalmak gerektiği varsayımına dayanmaktadır. beraatinin, suçlunun mahküm olmasından daha büyük önem taşıdığını ileri süren pek çok kimse çıkmıştır, ama her yerde polisin görevi suçsuzluğu kanıtlamaya yarayacak delilleri toplamak değil, suçluIuğu kanıtlamaya yarayacak delilleri Haksız yere cinayetle suçlandınIdığınızı ve size karşı (ilk tersi kanıtlanın caya kadar ve geçerli sayılan) prima facie mükemmel bir iddianame bulunduğunu varsayınız. Size karşı tanık bulmak için devletin bütün imkimları harekete geçirilir ve jürinin gözünde size karşı bir önyargı yaratabilmek amacıyle en yetenekli hukukçular tutulur. Sizse, bu arada size yardım edecek bİr kamu kuruluşu bulunmadı ğından, suçsuzluğunuzu kanıtlamaya yarayacak deliller
ıld
ı ız
231
servetinizi harcamak zorunda çıkartırsanız size (adli müzaheretten) bir avukat verirler, ama bu avukat bir olasılıkla savcı kadar yetenekli biri olmaz. Beraat karan kopara'bilseı:ıiz bile, sizi iflAstan ancak sinemalar ve sansasyon gazeteleri kurtarabilir. Bununia birlikte, haksız yere mahkum olmanız imka.nı da bir hayli fazladır. Yasaya saygılı vatandaşlann, polisin haksız eziyetlerine karşı korunabilmesi için iki tane polis gücu, iki tane de Scotland Yard bulunması gerekir. Bunlardan biri, şimdi olduğu gibi, suçluIuğu kanıtlamayla, öteki de suçsuzluğu kanıtlamayla görevli olmalıdır. Buna ek olarak, sanığı suçlamakla görevli savcının yanısıra, bir de sanığı savunmakla. görevli savcı bulunmalı ve bu savcı da hukuki bakımdan, sanığı suçlandıran savcı kadar öneın taşımalıdır. Suçsuzun beraatinin de en aşağı suçlunun mahkumiyeti kadar kamu yarannın gereği olduğu apaçıktır. Yeter ki bu görılş kabul edilsin. Aynca, suçlayıc! polis gücü tarafından «görev»lerinin yerine getiriIişi sırasında işlenen suçlar söz konusu olduğu zaman, savunucu polis gücu, suçlayıcı polis gücünün görevini üstüne alabilmelidir. Benim görebildiğim kadanyle, şimdiki ezici iktidan ancak bu şekilde yola getirilebIir. kalırsınız.
ı ız ıld py
tu ku
II
iktidann asgariye indirilmesi içim gerekli ele alacağım. Bu konu son derece önemlidir ve önemi, hem doğrudan doğruya konunun kendı sinden, hem de bu konuyla ilgili düşüncelerde büyük bir kanşıklık bulunmasından ileri gelmektedir. demokrasi, sorununıuzun bir bölümünü çözmekle birlikte, bütününü de çözememektedİr. Marx, iktisadi iktidar ve oligarşik kaldığı sürece, ikti-
232
olarak paylaştırılması Bundan da, iktisadi iktidarın devlet elinde bulunması, devletin ise demokratik olması gerektiği sonucu çıkarılmıştır. Bugün Marx'ı izlediklerini iddia edenler, Marx'ın öğretisinin yalnızca yarı sını almışlar, devletin demokratik olması gerektiğini söyleyen öteki yarısını Böylelikle de, hem iktIsadi hem de siyasal iktidarı aynı oügarşinin elinde toplamışlardır. Bunun sonucunda ise, bu eski oligarşi lerin herhangi birinden hem daha çok iktidarlı hem de tlranlık yapmaya daha çok elverişli hale gelmiştir. Gerek eski usul demokrasi, gerek yeni usul Marxizm, iktidarın yola getirilmesini amaç edinmiştir. Eski usul demokrasi, yalnızca siyasalolduğu için uğra mıştır, yeni usul Marxizm de yalnızca iktisadi olduğu için. bunların ikisi birleştirilmeden sorunun çözümüne dann
yalnızca
siyaset yoluyla
eşit
imkanı bulunmadığına işaret etmiştir.
tu
ku
py
ve büyük iktisadi örgütlertn devlette olması savunan görüşten yarıa, bir takım teknik, birtakım da siyasal kanıtlar vardır. Teknlk kanıtlar üstünde, Fabian Derneği ile bir dereceye kadar Amerika'da Tennessee Vadis! Kamu örnekler dolayısıyle durulması dışında pek ısrar edilmemiştir. Böyle olmakla birlikte, bu kanıtlar, özellikle elektrik ve su gücüyle ilgili olarak, muhafazakAr hükümetleri bile teknik açıdan sosyalistçe sayılabilecek tedbirler almak zorunda bırakacak kadar güçlüdür. modern tekniğin bir sonucu olarak nasıl büyümek, ve alanlarını genişletmek eğiliminde olduklarını görmüş bulunuyoruz. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da, Siyasal devlet ya iktisadi işlevleri gittikçe daha çok üzerine almak ya da karşı konulamayacak yahut denetlenemeyecek kadar iktidar kazanmış olan özel lehine, kendi iktidarından kısmen vazgeçmek zorunda kalacaktır. Eğer devlet bu gibi karşı bir üstünlük sağlayamaz-
ıld
ı ız
233
ıld py
tu
ku
sa, onların kuklası haline gelir, onlar da gerçek devlet durumuna geçerler. Modern tekniğin bulunduğu yerde, şu ya da bu iktisadi ve siyasal iktidarın birleşmesi zorunludur. Birleşme yolundaki bu hareketin, Marx'ın önceden kestirdiği gelişime yakıştırdığı, karşı konulmaz bir AAC>AUJ"'-""'" niteliği vardır. Ancak bunun sımf savaşı ya da proletaryanın tuttuğu yanlış yolla hiç bir yoktur. Bir siyasal akım olarak sosyalizm, endüstri işçilerinin artırmayı amaç Bunun teknik üstünlükleri daha çok geri tutulmuştur. odur ki, özel kapitalistin iktisadi gücü ona işçiyi ezmek imkAnı m sağlamakta ve işçi, eski zamanlardaki zanaatkarlar gibi, bireyselolarak kendi üretim araçlarına sahip olamayacağından, onu kapitalistin baskısından kurtarmak için, kolektif mülkiyet hakkım bütün işçilerin meydana getireceği örgüte vermekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Denilmektedir ki, eğer özel kapitalistler mülksüzleştirilirse, devleti bütün işçiler meydana getirecek ve bunun bir sonucu olarak, iktisadi iktidar sorunu, toprak ve sermaye mülkiyeti hakkım devlete vermekle kökünden çözülecektir. için bundan başka bir yol asla tutulamaz. Bu, iktisadi iktidarın yola getirilmesini amaçlayan bir öneri olduğu için, şimdi üstünde durduğumuz tartışma konumuzun içine girer. Bunu incelemeye geçmeden önce belirtmek isterim ki ben, gerektiği biçimde genişletilmesi ve güvenlik tedbirleri alınması şartıyle bu iddiayı geçerli sayıyorum. Buna böyle güvenlik tedbirleri alınmadığı ve gerekli genişletmeler yapılmadığı takdirde, bu iddiayı son derece tehlikeli ve iktisadi Uranlıktan kurtulmayı kuvvetle isteyenleri yanlış yola yöneltebilecek nitelikte buluyorunı. iktisadi tiranlıktan kurtulmak isteyenler bu iddiaya kapıldıkları takdirde, eğer güvenlik tedbirleri alın mamışsa, eskilerine oranla çok daha korkunç, hem iktisadi hem de siyasal yeni bir tiranlığı, geri dönülemeye-
ı ız
234
py
tu
ku
cek bir biçimde kendi elleriyle kurmuş olduklarını görebilirler. Her önce, «mülkiyet» ile -denetim» aynı şey değildir. Eğer (diyelim) bir demiryolu devletin mülkiyetindeyse ve devletin bütün vatandaşları temsil ettiği kabul ediliyorsa, bu, sıradan her vatandaşın bu demiryolu üzerinde kesinlikle denetim imkanına sahip bulunduğu anlamını taşımaz. Burada bir an 'için Bay Merle ile Means'in, büyük Amerikan anonim mülkiyet ve denetim hakkında söylediklerine yeniden dönelim. Bay Merle ile Means, böyle büyük Amerikan anonim şirketlerinin çoğunda, bütün üstryöneticilerin sermaye payları toplamı nın, bütün sermayenin yalnızca yüzde biri ya da ikisi kadar olduğuna, buna karşılık gerçekte bütün denetimi kendi ellerinde bulundurduklarına işaret etmektedirler: "Yönetim Kurulu seçimlerinde, hisse senedi sahibi genel olarak üç karşı karşıyadır: Oy vermekten kaçı nabilir, yıllık toplantıya katılarak oyunu kendisi kullanabilir ya da bir vekı:\letname imzalayarak, oy verme ni, şirketin yönetim kurulu tarafından seçilen birtakım kişilere, yani bir vekiller kuruluna devredebilir. Hissedarın payı büyük kişiseloyu yıllık toplantıda önemli bir rol oynamayacağından, hissedarın aslında ya hiç oy vermemekten ya da oy hakkını, üzerlerinde hiç bir denetim imkanına sahip bulunmadığı ve seçilişlerinde rol almadığı bireylere devretmekten başka çaresi yoktur. Her iki şıkta da hissedar hiç bir denetim imkanı elde edemeyecektir. Denetim daha çok, vekiller kurulunu seçenlerin eline geçecektir... Vekiller kurulunu da yönetim kurulu atadığına göre, gerçekte yönetim kurulu. kendi yerini alacak olan yeni yönetim kurulunu dilediği gibi seçtirecektir." ı
ıld
ı ız
(l)
Modern
r'" ......, .. "H
and Private Property (New York.
1932) • S. 86-87.
235
gerekir ki, yukarıdaki bireyler, proleterler değil, kapitalistlerdir. Onlar, eğer şanslan varsa kendilerine bir parça gelir sağlayacak olan yasal hakları ellerinde bulundurmalarının taşıdığı anlam içinde o anonim hissedarlarıdır. Ama denetim imkanını ellerinde bulunduyüzünden gelirlerinin ne olacağı belirsiz kalmaktadır. 1896 yılında A.B.D.'ni ilk ziyaretimde, iflas eden demiryolu beni runca bunun, yöneticilerin yeteneksizliğinden değil, çok yetenekli ileri geldiğini anladım: ıflas eden şirketlerin sıradan hissedarlarının yatınmları, şu ya da bu düzenle, o şirketlerin yöneticilerinin büyük karlar sağ ladıkları başka aktarılmıştı. Bu son derecede göze batan bir yöntemdi. Bugün böyle çevrilirken her ne kadar göz boyamaya daha çok önem veriliyorsa da, kurallar yine aynıdır. Her büyük anonim şirkette iktidar, ister istemez mülkiyetten daha az dağılmış durumda olup - başlangıçta her ne kadar siyasal nitelikte ise de, sınırsız bir servet kaynağı haline getirilebilme üstünlüğü ı:.aş'lm,a.K tadır. Sıradan hissedarlar, kibarca ve yasa alanı içinde soyulup soğana çevrilebilmektedir. Bu soygunu yönetenlerin, soygunlarını sürdürmek için dikkat ettikleri biricik nokta, soydukları kişilerin canını gerektiğinden çok yakıp da, onları, biriktirecekleri paraları gelecekte yastıklarının altında saklamak zorunda bırakmamaktır. Bir anonim şirketin yerini devlet aldığı zaman da durum aslında bundan pek farklı değildir. de, sı radan hissedann elini kolunu bağlayan neden şirketin büyüklüğü olduğuna göre, sıradan hissedar devlet karşı sında daha da eli kolu duruma düşecektir. Bir savaş gemisi kamunun malıdır, ama eğer siz bu gerekçeye dayanarak mülkiyet haklarınızı kullanmaya olursanız, size hemen haddinizi bildiriverlrler. nokta gözden
satırlarda
anlatılan
zavallı
ıld py tu
ku
ı ız
236
karşı
sizin de elinizde bir silah vardır: Gelecek seç;imıleı:d indirim yapılmasını savunan bir adaya oyunuzu verirsiniz. Tabii, böyle bir aday bulabilirseniz, ya da gazetelerin okuyucu mektubu sütunlarına, denizeilerin ziyaretçilere daha terbiye li davranmalan gerektiğini yazarsınız. Ama bundan fazlası elinizden gelmez. Yine de deniliyor ki, .0 savaş gemisi kapitalist bir devlete alttir. Hele işçi devletinin malı olsun, o zaman değişir.» Bu düşünüş bence, iktisadi iktidar sorununun bugün bir mülkiyet sorunu olmaktan bir yönetim sorunu olduğu gerçeğinin iyice kavranamadığını göstennektedir. Tutalım ki, Birleşik Devletler Çelik A.B.D. hükümeti devralmış olsun. Bu durumda da yine işletmeyi yönetecek adamlara ihtiyaç duyulacaktır ve bu adamlar ya şirketin eski yöneticileri ya da gerek yetenek, gerekse genel görünüş bakımından onlara benzeyen kimseler olar caktır. Eski anonim şirket yöneticileri karşı hangi tutumu takınıyor idiyse, onlar da aynı tutumu takı nacaklardır. bu yöneticiler hükümetin denetimi altında kalacaklardır, ama hükümet demokratik olmadığı ve kamuoyu karşısında sorumluluk taşımadığı memurlarınkine çok yakın bir olacaktır. Mandstler, Marx'la otorite saymalarının bir sonucu olarak, geçen yüzyılın kırklanna alt düşünüş özelliklerinin birçoğunu M.Ui. sürdünnekte, M.ıa. iş alanlarını tek tek elindeymiş gibi gönnektedirler. Bunlar denetimin aynlmasından alınması gereken dersleri daha öğrenmemiş bulunuyorlar. önemli adam, nominal (itibari) mülkiyet üzerinden ufacık bir payı elinde bulunduran değiL, iktisadi iktidarın dizginlerini elinde tutan adamdır. Downing sokağındaki 10 numaralı ev <İn giliz başbakanının geleneksel ikametgahı), ~bakanın mülkü alınadığı gibi, oturdukları saraylar da onların malı değildir. Ama bundan ötürü de Donanına
tu
ku
ıld py
ı ız
237
ıld py
tu
ku
kanın, gerekse konut bakımından, sıradan iş çilere oranla daha tyi koşullar içinde bulunmadığını iddiaya kalkışmak saçma olur. Demokratik olmayan herhangi bir biçimdeki sosyalist bir yönetim altında, iktisadi iktidarın komuta iplerini ellerinde tutanlar hiç bir «mülki.yet» hakkına sahip bulunmasalar bile, saray gibi resmi konutlarda oturabilir, en iyi otomobillerde gezebilirler. Prensler gibi eğlenebilir, devlet malı olan sayfiye yerlerinde kamu kesesinden tatil vb. Bu adamlar işçileri neden bugün denetimi ellerinde bulunduranlardan daha çok bunları bulundukları mevkilerden atabilme gücüne olmadıkça, onların daha çok düşünmeleri için herhangi bir neden yoktur. Ayrıca, bugün anonim şirketlerdeki ufak pay sahiplerinin ezilişi, .. demokrasi» kapitalistlerden meydana geldiği zaman bile, yöneticilerin demokrasiyi nasıl kolaylıkla çiğneye bildiklerini göstermektedir. Bundan dolayı, devlet mülkiyetinin ve iktisadi girişim lerin denetim altında bulundurulmasının sıradan vatandaşa yararı dokunabilmesi için yalnızca demokrasi yetmez. Bu demokrasinin aynı zamanda etkili olması da zorunludur. Ne var ki, bugün hükümetin ve endüstri ile mali işleri yöneten kişilerin sahip oldukları güçleri, dikkatli bir denetim altında bulundurmadıkları takdirde, memurlar sını fı kendi elinde toplayacağı için ve konferans salonlarının, basının, bütün öteki önemli propaganda araçlarının biricik salıibi hükümetin bizzat kendisi olması dolayısıyle hükümete karşı kışkırtma araçları da yine hükümetin elinde için, etkili bir demokrasi çok daha zor sağla
ı ız
nacaktır.
Bundan ötürü, iktidarın yola getirilmesi için büyük çapta endüstri ve sermayenin kamu mülkİyetine geçmesi her ne kadar zorunlu şartsa da, yeterli olmaktan çok uzaktır. Bu şart daha mükemmel ve memurlar sınıfı Uranlığına
238
karşı
daha çok güven altına alınmış bir demokrasiyle, bütün siyasal demokrasHerdekinden daha bilinçli bir biçimde propaganda özgürlüğünün sağlanma sıyle tamamlanmak zorundadır. Demokrasiden ayrılmış bir devlet sosyalizminin tehIikelerini, 'nde olayların gidişi ortaya koymw;ı bulunuyor. yana tutumları dinsel bir inanca benzeyen kişiler vardır. Bunların gözünde, o ülkede iyi olmayan şeylerin de bulunduğunu ortaya koyan kanıtları incelemek bile suçtur. Ne var ki, bu kanıtlan ortaya çıkaran eski tanıklıkları, kafaları bu konuda akıl yürütmeye açık olanlara, gittikçe daha inandırıcı gelmeye başlamıştır. Bu kitabın daha önceki böıümlerinde ele aldığımız tarihsel ve psikolojik kanıtlar, sorumsuz iktidardan hayır beklemenin ne büyük bir düşüncesizlik olduğunu göstenniştir. böyle bir iktidardan ne beklenebileceğini Eugene Lyons, aşağıdaki satırlarda özetlemiştir: - .... au""".." ve eğlenmeyi, ödül ve cezayı, her türlü hayat ve anlatım - araçlarını tekelinde bulunduran bir devlette mutlakçılık, hatta milyonlarca, irili ufaklı otokratın (sorumsuz müstebitin) varlığı demektir. Merkeziyetçi bir otokratik yönetim ister istemez, kendilerine yetki emanet edilmiş insanlardan kurulu bir makine - her kadernesi bir üsttekine boyun eğen, ama kendi altındaki leri ezen, aşamalar dizisine göre kurulmuş bir memurlar piramiti - yoluyla işlernek zorundadır. demokratik bir denetim ve herkesin, hatta Tanrı'nın yönetici olarak atadıklarının bile boyun eğeceği kesin, çabuk işleyen, yola getirici adalet imkanı bulunmadığı sürece, iktidar mekanizması bir baskı makinesi halini alır. Biricik işveren olarak devletin bulunduğu yerde, iktisaden haya.tta. kala bilmenin tek yolu uysallıktır. Aynı memurlar grubunun gizli adam tutuklamak, gizlice cezalara çarptınnak, siyasal haklardan yoksun bırakmak, keyfe göre işe almak ya da gelmiş geçmiş
py tu
ku
ıld
ı ız
239
işten
ıld py
tu
ku
atmak, insanları ölçümlere göre besin ve konut kategorilerine ayırmak gibi korkunç iktidar uygulamalarına yerde, ancak bir budala ya da durup dururken şehit olmayı arzulamak gibi sapık zevklere sahip bir insan bunların önünde yerlere saygı gösterisinde bulunmaktan kaçınabilir.» 1 İktidunn bir tek örgütte - devlette - toplanması halinin, en aşın bir despotizmin sonuçlarını doğunnaması için, o örgütte iktidarın geniş çapta dağılmış bulunması ve alt kademe gruplarının geniş çapta bir özerkliğe sahip olması zorunludur. Demokrasi, hak tanıma ve yasadışı cezalara karşı korunma olmadıkça, iktisadi ve siyasal iktidarın yeni ve korkunç bir tiranlık aracından başka bir şey değildir. Rusya'da herhangi bir kolhozda kendi bir parça alan köylü ölüm cezasına çarptınlır. Bu yasa, hükümetin önlemekten kasten kaçın dığı ve açlığın doğurduğu hastalıklar yüzünden milyonlarca köylünün kınldığı bir zamanda konulmuştur.:2 III
ı ız
DE iktidarın yola getirilmesi için gerekli propaganda şartlarını ele alacağım. I.lçıkça ortaya konulabilmesi imkanı olmalıdır. Yasayı bozmayı amaçlayan bir eylem yaratamadığı sürece, kışkırtma (agitation) serbest olmalıdır. Yetkilerini aşan ya da kötüye kullanan görevlileri mahkeme önünde suçlayabilme imkanı bulunmalıdır. Günün hükümeti, gözdağı venne, seçmen kütükleriyle oynama ya da buna benzer yöntemlerle kendi sürekliliğini sağlama bağlamak durumunda olmamalıdır. Onemli kişileri eleştirenlere, bundan dolayı resmi ya da cl)
(2)
240
in Ibid,
s. 492.
s. 195.
ld yı
up
t ku
resmi· olmayan cezalar verilmemelidir. Demokratik ülkelerde bugün bunlann pek çoğu parti hükümetleri tarafın dan sağlanmıştır ve bu sayede iktidardaki politikacılar ulusun hemen hemen yarısımn hasımca eleştirilerine hedef olabilmektedirler. Bu eleştirilere hedef olabilmeleri ise politikacıların, aksi takdirde suçlan işleme imkaıum ortadan kaldınnaktadır. İktisadi iktidar devletin tekelinde bulunduğu zaman, devlet iktidarı büyük çapta genişlemiş olacağından, yukanda saydıklarımız, böyle bir devlet içinde, kapitalist devlette olduğundan daha büyük önem taşır. Somut bir örnek verelim: Kadınların kamu hizmetlerinde çalışması durumu. Bugün için kadınlar, erkeklerden daha az ücret aldıkları için hoşnut değillerdir. kamuoyuna duyurabilmeleri için yasal yollar vardır ve onları bu yollara başvurdukları için cezalandırmak akıl kA,n olmaz. eşitsizliğin, sosyalizmin benimsenmesiyle zorunlu olarak ortadan kalkacağını varsaymak içinse hiç bir neden yoktur. Yalmzca, yukarıdaki örnekte belirttiğimiz durumlara benzer durumların düzeltilebilmesi şartıyle, sosyalizmin benimsenmesi yolunda girişilen kış kırtmalar ortadan kalkar, o kadar. benimşen diği takdirde gazeteler ve bütün basın hükümete ait olacağından, bunlar yalmzca hükümetin buyurduğu şeyleri basarlar. Hükümetin, kendi güttüğü siyasete saldınlara basında yer verdireceği düşünülemezse, basın yoluyla. siyasal yok demektir. Toplantı salonlanmn hepsi hükümete ait olacağından, halk toplantılan da çok zor Bunun sonucunda, özgürlüğü güvenlik altına alma amacını taşıyan ciddi tedbirler varolmadığı sürece, nutsuzluklann belirtilebileceği hiç bir araç bulunmaz ve bir kere seçilen hükümet Hitler kadar dediği dedik, yaptığı yaptık kesilerek bütün hep kendisinin se-
ı ız
F.: 16
241
- - - -_ _ _ _ _1:.
çilmesini kolaylıkla sağlayabilir. Demokrasi olarak devam eder, ama Roma zamanında süu ....:aup giden halk hükümetinden daha çok bir gerçeklik taşımaz.
py
tu
ku
Sorumsuz iktidann, sadece adı sosyalizm ya da komünizmdir diye geçmişteki keyfi iktidarın bütün kötü niteliklerinden mucizevi bir sıynlabileceğini varsaymak, ancak bebekleri avutacak bir yuva-okulu psikolojihükümdar, kötü hükümdan alt etti ve onlar erdi sidir. muradına, biz çıkalım kerevetine. Eğer hükümdara güvenilecekse, hükümdar .. iyidir» diye değil, -kötü» olmak onun çıkarlanna aykındır diye güvenmek gerekir. Bunu sağlamak, iktidan zararsız hale getirmek demektir. Fakat, -iyi» olduklarına inandığımız kişileri sorumsuz despotlar haline getirmekle, iktidar zararsız kılınamaz. BBC, propaganda özgürlüğüyle hükümet tekelini uzlaştırma yolunda nelerin mümkün olabileceğini gösteren bir devlet kurumudur. Genel grev gibi önemli durumlarda, BBC'nin tarafsızlığı bir yana bıraktığı kabul edilmelidir. Ne var ki, normal zamanlarda BBC çeşitli görüşleri, sayı çokluğuna göre temsil edilişIeri oranına en yakın bir oranda verebilmektedir. Sosyalist devlette de, halk nnın yapılacağı salonların kiralanabilmesi, karşıt yayın ların basılabileceği basımevlerinin tutulabilmesi yolunda, aynı tarafsızlık sağlama lmkltnlan bulunmalıdır. Çeşitli görüş yansıtan çeşitli gazeteler olacağına, her sayfası başka bir partiye aynlmış bir tek gazete olması belki daha bile iyidir. Böylelikle bütün okurlann bütün görüşler hakkında bilgi sahibi olmalan imkanı sağ lanır ki, bu da bu okurlan bir gazetede kendi görüşlerine aykırı bir şey görmeyen okurlardan çok daha tarafsız
ı ız ıld
kılar.
Sanat gibi, oranda) parti
242
bilim gibi ve (kamu düzeninin gibi, tekbiçimliliğin de zorun-
lu, hatta istenilir bir şeyolmadığı alanlar vardır. Bunher biri yasal yanşma alanlandır ve kamu vicdanı nın bu gibi konularda değişiklik göstermesine kızmamak çok önemlidir. Demokrasi, başanya ulaşabilmek ve ayakta durabilmek için hoşgörü ruhuna muhtaçtır. Aşırı bir nefrete, aşırı bir şiddet sevgisine değil. Böylelikle, iktidan dizginleınenin psikolojik şartlarına sözü getirmİş olduk. ların
IV İKTİDARIN
yola getirilmesi ıçın gerekli psikolojik en büyük güçlükleri ortaya koyan şartlardır. İktidar ilgili olarak görmüş bulunuyoruz ki korku, kin ve bütün öteki toplu heyecan çeşitleri, insanları körü körüne bir önderin ardına takıl maya yöneltir ve birçok durumda önder, ardına takılanla nn yararlanıp kendini bir Uran olarak kabul ettirir. Bundan dolayı, demokrasinin korunabilmesi bakımından, hem genel heyecan yaratacak şartlardan kaçınmak hem de toplumun, bu çeşit ruh hallerine yatkın almamalarını sağlayacak eğitmek çok önemlidir. Yırtıcı bir bağnazlık ruhunun egemen olduğu yerde, insanların kabul etmedikleri herhangi bir görüş, banşın bozulmasına yol açabilir. Okul öğrencileri, fikirleri kendilerine acayip görünen bir çocuğa kötü davranma eğilimin dedirler. Birçok yetişkin insan da okul çocuklarının zekii. yaşlarının ötesine geçememişlerdir. Kuşkuculukla renklenmiş yaygın bir liberal ruh, toplumsal işbirliğini kolaylaş tırabileceği gibi, özgürlüğü de daha çok mümkün kılar. Nazilerinki gibi bir yeniden-canlanış coşkunluğu, yarattığı enerji ve apaçık özgeciIik Cdiğergamlıld yoluyla. hayranlık uyandırır. Toplu heyecanın acıla ra, hatta ölüme karşı insanlarda bir umursamazlık yarattığını tarih bize örneklerle göstennektedir. Böyle bir duyşartlar, bazı bakımıardan
ı ız ld yı
p tu
ku
243
'd'
bulunduğu bir yerde, özgürlük olamaz. Heyecanlı ancak zor kullanılarak dizginlenir. Dizginlenmedikleri zamansa, biribirlerine karşı zor kullanırlar. 1920'de Pekin'de tanıdığım bir bolşeviği hatırlıyorum. Odada bir aşağı bir yukan gezinerek, bozuk bir • biz onlan öldünnezsek, onlar bizi öldürecek» diye, sözlerinin doğ ruluğuna candan inana inana Bu ruh halinin bir yanda buıunması, tabii ki, karşı yanda da doğma sına yol açar. Bunun sonucundaysa, bir ölüm kalım kavgası ve bu kavgada her şey zafere feda edilir. Kavga sırasında hükümet, askeri nedenlerle despotik bir iktidar kimliğine bürünür. Sonunda, eğer zaferi hükümet elde ederse, iktidannı önce düşmandan arta kalanlan ezmekte, sonra da kendi ardınca gidenler üzerinde diktatörlüğünü devam ettinnekte kullanır. Elde edilen başlangıçta coşkunluk duyanların uğrunda döğüştükleri amaç arasın da dağlar kadar fark bulunur. Heyecan, bazı sonuçlar sağ layabildiği halde, asla amaç tuttuğu sonuçları sağlayamaz. hayranlık duymak öngörüsüzlük ve sorumsuzluktur. böylesine bir heyecanın şiddet, savaş, ölüm ve kölelik olur. despotizmin başlıca destekleyicisi ve sorumsuz iktidardan kaçınabilmeyi sağlayan bir sistemin kurulması na da en büyük engeldir. Bundan dolayı, savaşın önlenesorunumuzun önemli -hatta diyebilirim ki en önemli- bir bölümüdür. Dünya savaş korkusundan bir kurtulabilse, hangi biçim hükümet ya da iktisadi sistem altında olursa olsun, insanların zamanla yöneticilerinin azgınlığına gem vunna yollannı bulabileceklerine inanıyorum. Öte yandan bütün özellikle de savaş, çekingen kimselerin kendilerine bir önder aramalanna sebep olarak ve daha atılgan ruhlulan da bir toplum olmaktan bir sürü haline getirerek diktatöryol açmaktadır.
gunun kişiler
py
tu ku
ı ız ıld
244
ku
tehlikesi bir çeşit yığın psikolojisinin doğması na neden olur. Bu yığın psikolojisi de ona karşılık, hem despotluk olasılığını, hem de savaş olasılığını artırır. Bu bakımdan, toplumları ortakla.-ıa (kolektif) histeryaya kapılınaya en ve demokrasiyi başarıyla uygulamaya en elverişli kılacak eğitim türü üstünde durmamız gerekir. Demokrasinin başarı kazanması için, ilk bakışta taban tabana karşıt gibi görünen iki niteliğin çok yaygın olması zorunluğu vardır. Bir yandan, insanların bir dereceye kadar kendilerine güvenleri olmalı, bu insanlar kendi yargılarını desteklemeye istekli bulunmalıdır. Pek çok insanın içinde rol alabileceği, biribirine karşıt siyasal propagandalar olınahdır. Ama öte yandan insanlar, kendi çıkarlarına aykırı bile olsa, çoğunluğun kararlarına boyun eğmeye razı olmalıdır. Bu iki şarttan herhangi biri bulunmayabilir: Halk aşırı derecede boynu eğik olabilir, o zaman güçlü bir önderin ardına takılarak onu diktatör yapar. Ya da her iki taraf birden aşırı derecede kendini kabul ettirmek arzusu besleyebilir, o zaman da ulus anarşi içine düşer. Eğitimin bu konuda neler sağlayabileceğini iki ayrı altında gözden geçirebiliriz: Birincisi, karakter ve duygularla ilgili olarak; ikincisi de, ilgili olarak. Birinciden başlayalım. Demokrasinin ıçın, halkın mümkün olduğu kadar nefretten, yıkıcıhktan, aynı zamanda korku ve uşakça boyun eğmekten de uzak bulunmas! gereklidir. Bu duygular siyasal ya da iktisadi şartlarla yaratılabilir. Ama benim üstünde durmak istediğim nokta, halkın bu gibi duygulara en az yatkın kılınmasında eğitimin oynadığı roldür. Bazı anababalar ve bazı okullar, çocuklara tam itaat! öğretmekle işe başlarıar. Bu girişim hemen her zaman ya bir köle ya da bir asi doğurur ki, demokrasi için bunlann
py
tu
ıld
ı ız
245
py tu
ku
ikiı:.i de istenilir değildir. Sert disiplin eğitimin sonuçları konusunda, bütün diktatörleri benimle aynı (Birinci) Savaşından sonra hemen bütün Avrupa ülkelerinde, fazla yer verilmeyen, fazla saygı gösterilmeyen birtakım özgur okullar vardı. Ama Birliği de dahil olmak üzere askeri otokrasiler, birer birer okullardaki bütün özgürlükleri kaldırdılar. Eski tarz eğitime döndüler ve öğ retmenlere bir minyatür Führer ya da Duçe gözüyle bakıiması yöntemini getirdiler. Bundan şu sonucu çıkara biliriz: Diktatörlerin hepsi de okulda özgürlüğü, demokrasiye uygun bir okulda otokratlığı ise devlet otokratlığının doğal bir başlangıcı saymaktadır. Bir demokraside her erkek ve kadın, ne bir köle ne de bİr asi olmalıdır. Her erkek ve kadın bir vatandaş, yani yönetim düşünüşünü gerektiği kadar (ama daha fazla değil) benimseyen ve başkalarının da benimsemesine izin veren bir kişİ olmalıdır. Demokrasi yerde yönetim düşünüşü efendilerin düşünüşüdür. Demokrasi olan yerde ise, bu bireyin kendi fikrini bir noktaya kadar kuvvetle ortaya koyabilmesini, ama daha neri gitmemesini gerektiren, eşit Bu nokta bizı, demokratlar ğma, yani «ilke» denilen şeye getirir. tan, bir davaya kahramanca vb. söz edişlerin çoğu, kuşkuyla bakılması gereken şeylerdir. Bir parçacık bu adların altında yatan asıl şeylerin bambaşka -gurur, nefret ya da intikam arzusu gibi, ideve soylu bir ülkücülük bışeyler olduğunu gösterir. döğüşmeye hazır, hatta hevesli olan savaşçı yurtseverin, bir dereceye kadar, öldürmekten zevk aldığı kuşkusunu beslememiz akla uygun olur. Çocukluğunda kat görmüş, mutlu gençliğinde dünyayı için-
ıld
ı ız
246
bulmuş insanlardan meydana gelen yumuşak yaratılış bir toplulukta, yurtseverlik gibi, sınıf savaşı gibi, daha neler neler gibi. yığın halinde insan öldürmek amacıyla biraraya ibaret ülkücülük biçimleri Bence, ülkücülüğün zalim yönelişinin ardında, biraz da insanların dönemlerindeki mutsuzluklar yatmaktadır ve eğer çocuklukta verilen eğitim, kazandIrllan duygular bakımından gerektiği gibi olsa, bu zalimce eğilimler büyük çapta azaltılabilir. Bağnazlık, biraz duygusal, biraz da zihinsel bir kusurdur. Bağnazlıkla savaş mek için, insanları müşfik kılan mutluluğu sağlamaya ve insanlarda bilimsel bir düşünüş alışkanlığı yaratan türden zekfı.yı çalışmak gereklidir. Demokrasinin başanh olması için gereken mizaç, düşünsel yaşayışta bilimsel mizaç neyse tam odur. Bu ise, kuşkuculukla arasındaki yolun yansında yer alan bir aşamadır. Buna göre, ne bütünüyl€' ulaşılabilir bir şeydir, ne de büsbütün ulaşılamaz bir şey. Gerbelli bir dereceye kadar, o da elde
de lı
py
tu
ku
ıld
Otokrasi, çağdaş biçimleri içinde, her zaman bir inançla birlikte görülmektedir: Hitler inancı, Mussolini inancı ya da Stalin inancı. Otokrasi olan yerde, gençlerin kafasına, daha onlar düşünebilecek hale gelmeden, birl,akım inançlar yerleştirilir ve bu inançlar öylesine sürekli, öylesine ısrarlı bir şekilde tekrarlanarak öğretilir ki, öğren cilerin ileride, çocukluklannda edindikleri bu derslerin büyüleyici etkisinden kurtulabilmeleri baklenemez. Bu inançlar, onları hiç değilse gerçek gibi gösterecek nedenl'?r bile ileri sürülmeksizin, yalnızca papağan gibi tekrarlama yo luyla yığın histeryası, yığın telkini yoluyla kafalara yerleştirilir. Böylelikle, insanlara biribirinfl karşıt iki inanç öğretildi mi, bu inançlar karşılıklı geçip tartışabilem·,k iki taraf değiL. döğüşecek iki ordu yaratır. edilmiş
ı ız
247
ıld py
tu
ku
her robot en kutsalalan her şeyin, kendi tarafının zaferine bağlı olduğu ve korkunç olan her şeyi de karşı tarafın temsil ettiği inancını besler. Böylesine bağnaz taraflar j,lı:tıw,-,uı"nl,VU.i:t karşı karşıya gelip de, -bakalım hangisi çoHer iki yan da kutsBl bir davayı tuttuğundan, onlar için böylesi çok bayağı bir olurdu. Diktatörlüklerden kaçınmak isteniyorsa, bu çeşit bağnazlı ğın önüne geçilmeli ve bunu önlemenin çareleri eğitimin öneınli bir bölümünü meydana getirmelidir. Eğer eğitim benim denetimim altında olsaydı, her tartışmalı sorunda, o konunun çatışan bütün yanlarını en ateşli ve en mükemmel biçimde savunan kişileri BBC'de konuşturur ve bunları çocuklara dinletirdim. Sonra, öğret menleri bu konuşmalarda ileri sürülen kanıt ları özetlernelerini ister ve onlara güzel konuşma (hitabet) sanatı ile sağlam akıl-yürütmenin biribirleriyle ters orantılı olduğunu usul usul anlatırdı. Bir demokrasinin vatandaşları için güzel konuşma sanatının etkilerine karşı bar ğışıklık (muafiyet) kazanmak son derece önemlidir. Modern akla uygun olmayan inançlar yaratılması tekniğinde öncüıük eden reklamcılardan ders almışlardır. Eğitim ise, doğal safdnlikleriyle, doğal etkilerini dengelernek amacına uygun bir biçimde düzenlenmelidir: Böyle bir eği tim, destekleyici hiç bir neden yokken kuvvetle anlatım kazandınlmış bir söze inanmak alışkanlığıyle en esaslı nedenlere dayanan, ama kuvvetli bir anlatımdan yoksun bir söze inanmamak ortadan kaldırmayı hedef tutardı. Ben olsam, işe ana-okulundan başlar, çocuklann önüne seçebilecekleri iki çeşit şekerleme koyardım: lemelerin iyi olanları soğuk bir ifadeyle ve yalnızca nelerden yapıldığı anlatılarak, kötü olanlan ise en iyi reklamcılar tarafından bütün ustalıklarıyla salık verilirdi. Bir süre sonra, çocukları tatmerini geçirebilecekleri iki yerden
ı ız
248
birini seçme durumunda bırakırdım: yeri fiziksel çirkin yeriyse göz kamaştıran afişle re göre salık verdirirdim. Tarih dersleri de hemen hemen buna benzer bir anlayışla yürütülmelidir. Geçmişte büyücülüğün gerçekliği gibi, köleliğin iyiliği gibi, bugün artık . kimsenin tutmadığı görüşleri büYük bir bilgelik havasıyla savunan sivrilmiş hatipler ve yazarlar çıkmıştır. bu hitabet ustalarının tanıtılmasını, gençlerin de bu ustaların hem güzel konuşma güçlerini hem de yanlış--görüşlülüklerini değerlendirmelerini sağlardım. Yavaş yavaş günün sorunlarına geçerdim. Kendi tarihlerini iyi sindirmeleri için, İs panya hakkında (ya da o sırada en çok tartışılan sorun üstüne) önce (Muhafazakar) Mail gazetesinde, sonra (komünist) Daily Worker'de yazılanları okuturdum. Sonra onlardan gerçeğin ne olduğunu çıkarmalarını isterdim. Çünkü demokratik bir ülkenin yurttaşları için, gazeteleri okumak gerçekten ne olduğunu çıkar makta ustalık kazanmaktan daha önemli pek az şey vardır. Bu amaçla, (Birinci> Dünya en bunalımlı günlerinde çıkan gazetelerle, sonradan resmi tarihe geçen kayıtlar arasında gençlere karşılaştırma yaptırmak çok öğ retici olurdu. histeryasının zamanın gazetelerinde ortaya konulan çılgınlık karşısında öğrencile riniz arallayınca da, onları dengeli ve temkinli bir yargı lama yeteneğine sahip olmadıkları takdirde, hükümetin terör ve kan hırsı yaratma yolunda girişeceği ilk kışkırtmada birden aynı anda çılgınlığa konusunda uyarırdınız. Bununla birlikte, vatandaşlara büsbütün olumsuz bir duygusal tutum kazandırılması gerektiğini savunuyor değilim. Bütün kuvvetli duyguların yıkıcı bir çözümleme süzgecinden geçirilmesi gerektiğini önermiyorum. Ben bu tutumu, yalnızca toplu histeryanın temeli olan duygulara coğrafya haritasıyle,
ld yı up
t ku
ı ız
249
olarak savunuyorum, savaşları ve diktatörkolaylaştıran şey, toplu histeryadır. Fakat bilgelik yalnızca zihinsel : Zihin yön verebilir, ama eyleme yol açan gücü doğurmaz. Gücün duygulardan üretilmesi gerekir. Toplumsal sonuçları bakımından lı duygular, nefret, kin ve korku kadar kolay yaratılamaz. Bunların alınan etkilere çok dayanır. Pek çok da iktisadi şarta. Buna rağmen, üstünde iyi duyguların yeşereceği toprağı beslemek ve insan hayatına değer kazandıran şeylerin ne olduğunu iyice anlatmak bakımından, sıradan eğitim içinde de bir şeyler lükleri
py
tu
ku
Geçmişte, dinin belli başlı amaçlarından biri de buydu. Böyle olmakla birlikte, kiliselerin daha amaçları da vardı ve dayandıkları dogmatik temeller, güçlükler Geleneksel dini artık imkansız sayanlar için daha başka yollar da vardır. Bazıları gereksinme duydukları şeyi müzikte, bazıları da şiirde bulurlar. Kimileri için de astronomi aynı amaca hizmet eder. Yıldızlar evreninin ne kadar ne kadar yaşlı olduğu üstünde durup zaman, bu minicik gezegenin üzerindeki anlaşmazlıklar önemlerini bir miktar kaybetmekte ve tartışmalarımızın acılığı biraz saçma görünmektedir. Bu olumsuz duygu bizi özgürlüğe kavuşturduğu zaman ise, tarih ya da bilim, güzellik ya da acı çekme yoluyla, insanın hayatında gerçekten de değerli şeylerin bir savaş alanında geçen ya da politikaların çatışmasın da da insan yığınlarının, dıştan bir hedefe doğru uygun adım yürümelerinde olmayıp, bireysel olduklarını daha iyi anlayabiliyoruz. Toplum yaşayışında örgütlenme zorunludur, ama yalnızca bir mekanizma olarak zorunludur. Yoksa bu kendi adına değerli bir şey değildir. İnsan hayatında en değerli olan şeyle, bütün büyük din öğretmenlerinin sözünü ettikleri şeyarasında büyük
ıld
ı ız
250
benzerlik
vardır.
Korporatif devlete inananlar, en yüksek (kolektif> olduğu tezini savunurlar. Oysa ben hepimizin en yüksek ayrı ayrı yollardan ulaştığımızı ve kalabalığın duygusal birliğinin ancak daha aşağı bir düzeyde sağlanabileceğini söylüyorum. Liberal devlet görüşüyle totaliter devlet görüşü arasın daki asıl ayrılık, birincisinin devletin iyiliğinin eninde sonunda bireyin iyiliği anlamını taşıyacağını düşünmesi, öte,kininse devleti amaç, bireyleri ise, iyi olma şartları yöneticileıin çıkarlarını gizleyen mistik bir bütünlük uğruna feda edilmesi gereken zorunlu parçalar diye görmesidir. Eski Roma'da devlete-tapıcılık türünden bir öğreti vardı, ama hıristiyanlık imparatorlarla savaşıp onları yendi. Liberalizm bireyi değerlendirmekte hıristiyan geleneğini izlemektedir. Liberalizme saldıranlar ise, hıristiyanlıktan önce geçerli olan bazı canlandınyorlar. Ta başından beri devlete tapanlar, eğitimi kilit noktası olarak görmüşlerdir. Bu görüş sözgelişi, Fichte'İı.in eğitim üstünde enine boyuna duran, Alman Ulusuna Söylevler adlı eserinde görülür. Flchte, aşağıya aldığım parçada, istediklerini ortaya Kuıyıı,lı:tl~LI:IUll biri da, öğrenciye doğruyu göstererek bunu ona kuvvetle salık vermesinden, öğrencinin bu öğütleri tutmasından, ona bir eğitimin elinden alamayacağı özgür bir irade sahibi olduğunu anlatmasından daha fazla ne istenebilir?' deseydi; kendi kafamda tasarladığım eğitimi daha keskin çizgilerle belirtebilmek bu soruya bugüne kadarki ilk yanlışının öğren cinin özgür iradesinin bu şekilde tanınmış ve bu iradeye güvenilmiş olmasından bu suretle de bu eği timin yetersizlik ve boşluğunun kendiliğinden kabul edilmiş olduğu cevabını verirdim. Çünkü, bütün güçlü etkilerden sonra, eğitim hala daha iradenin özgür, yani iyi ile etkenliğınıizin ortaklaşa
ıld py
tu
ku
ı ız
251
py tu ku
kötü arasında kararsız bulunduğunu kabul etmekle, iradeye -ve insanın esas kökü irade olduğuna göre, insana-veremediğini, vermek de istemediğini ve bunu bütünüyle imkansız saydığım kabul etmiş olur. Yeni eğitim tam tersine, el attığı alanda irade bütünüyle ortadan kaldırmayı hedef tutmalıdır.» Fiehte'nin «iyi- insan yaratma arzusunun nedeni, iyi insanlann «kötü» insandan daha makbul Ona iyi insan yaratma isteğini veren neden şudur: «Alman ulusu ancak böyle (iyi) insanlar sayesinde sürekli olabilir, ama kötü insanlar yüzünden ister istemez başka uluslarla birIeşmek zorunda kalır.» Bütün bunlar, liberal bir eğitimcinin elde etmek isteyeceği şeyin tam tersi bir tezin anlatımı olarak kabul edi«irade özgürlüğünü ortadan kallebilir. Liberal dırmak .. isteğinden büsbütün uzak olarak, bireyin yargılama yeteneğini amaç edinecekUr. Liberal eğitime!, bilgi elde bilimsel tutumu mümkün olduğu kadar kafalara yerleştirmeye n, kanıtlara karşı duyarlı ve kamtlara niteliğe kılmaya O, Öğrencilerinin önüne herşeyi bilen bir insan çıkmayacak ya da mutlak iyiye ulaşmaya çalıştığı kendini iktidar aşkına kaptırmayacaktır. Politikacı için olduğu gibi eğitimci için de iktidar en büyük tehlikedir. eği timini korkmadan ellerine verebileceğimiz eğitimci. çocuklan herhangi bir davanın propaganda ordusuna katı lacak birer asker olarak görmemeli, onlan birer insan olarak sevmelidir. Fichte ve onun ideallerini miras alan iktidar sahipleri, bir çocuk gördükleri zaman nürler: avcumun içinde yoğurabileceğim, amaçlanma hizmet edecek bir makina gibi davranmayı öğretebileceğim bir ham madde. sevinci, kendiliğindenlik, oynama güdüsü ve zorla kabul ettirilen bir amaç
ıld
ı ız
252
py
tu ku
değil de, insanın kendi içinden doğan bir amaç için yaşa ma isteği, şimdilik hep birer engelolarak karşıma bilir. Ama okul yılları içinde benim ona zorla kabul ettireceğim eğitimden sonra bunların hepsi ölüp gidecektir. gücü, sanat, kudreti itaat tarafından edilecektir. kolaylıkla. benimsenmesİni sağlayacaktır ve sonunda ben, bu insandan hammaddeyi, taş ocağından çıkma bir taş ya da kömür madeninden bir kömür parçası kadar edilgin (pasif) bulacağım. Onlan kimi ölecek, kimi kalacak. Ölenler birer kahraman yücelmişlik duyarak ölecekler, kalanlar da benim okullanmın onlan olacağı kopkoyu bir zihinsel kölelik içinde, benim köleıerim olarak yaşamaya devam edecekler.» doğuştan sevgi besleyen bir insan için, bütün bunlar dehşet vericidir. nasılotomobil altında kalmamayı, ezilmemeyi öğretiyorsak, aynı bu zalim bağnazlar tarafından ezilmemeyi de ve bu amaçla, az çok bütünüyle bilimsel bir düşün Ce bağımsızlığı yaratmaya, aynı zamanda da her sağlıklı çocukta bulurıması doğalolan yaşama sevincini korumaya Uberal bir eğitimin görevi lara, egemenlikten daha değer verebilme yeLtırıeguıı kazandırmak, özgür bir topluluk içinde yaşayacak akıllı yetiştirilmesine yardım etmek ve sel yaratıcılık içinde hak ve ödevleri ile özgürlüğü birleştirerek, insanlara, insan hayatına bir
ıld
ı ız
lık verebilıne yeteneğini kazandırmak.
nun
gerçekleştirile bileceğini göstermiştir.
253
«Philosophy and Politics» (Cambridge: National Book League, 1947). Sonradan «Tutulmayan Denemeler Essays» adlı yeniden basılmıştır (London: Allen and Unwin; 1950).
FELSEFE VE
t ku
ld yı up
modern Avrupa ulusları arasında, bir yandan filozoflarının üstünlükleri, bir yandan da felsefeyi küçük görmeleriyle göze batarlar. Bunların ikisi de bilgeliklerini gösterir. Ama, felsefeyi küçük gönne, sistemli olacağı noktaya değin geliştirilirse, kendisi bir felsefe olur ki, bu da Amerika'da araççıhk !instrumentalismI denilen felsefedir. Ben felsefenin, kötü felsefeyse tehlikeli olabileceğini, onun için de ve kaplanlara gösterdiğimiz türden olumsuz bir saygıya hak kazandığını önereceğim. felsefenin ne gibi bir olumlu saygıya hak kazanabileceğini ise açık bir sorun olarak bırakayım. Bu konuşmamın konusu olan felsefeyle siyasetin iliş kisi, Kıt'a (Avrupası) ülkelerinde U!lll4';UI.lUi;l,Il daha az belirgindir. Deneycilik , genel olarak söylemek gerekirse, liberalizmle ilişkilidir, ama Hume (Muhafazakar Partiden) yanaydl. FelsefecHerin «idealizm- dedikleri şeyin de, çoğunlukla, tutuculukla buna benzer bir ilişkisi vardır. Ama T.H. Green liberaldi.. Kıt'ada ayrımlar daha keskin olmuş ve bir öğretiler topluluğunu, ayrı ayrı eleştirici bir incelemeden
ı ız
254
py tu
ku
sizin bir bütün olarak kabul ya da yadsımaya daha büyük bir yatkınlık bulunagelmiştir. Hemen bütün uygar ülkelerde çoğu zaman felsefe, yöneticilerin üstünde resmi görüşleri olan bir sorun olmuş tur. Liberal demokrasinin hüküm sürdüğü yerlerin dışında durum hala böyledir. Katalik Kilisesi Aquinumlu Thomas'ın felsefesiyle ilişkilidir. Sovyet Hükümeti de Marx'ınkiyle. Naziler, sıra ile Kant'a, ya da Hegere gösterilmesi gereken bağlılık derecesini açıkça belirtmemekle birlikte, Alman idealizmini Katolikler, komünistler, naziler hep siyaset uygulaması' üstüne görüşlerini, teorik felsefe üstüne görüşleriyle bağlı sayarlar. Demokratik liberalizm de ilk başarılarında, Locke'un geliştirdiği deneyci felsefeyle ilişkilidir. Ben, burada varolduğu ölçüde felsefelerin siyasal sistemlerle bu bağıntısını incelemek, bunun ne ölçüde geçerli bir mantık bağıntısı olduğunu, mantıklı değilse de nereye değin bir çeşit psikolojik kaçınıl mazlık taşıdığını araştırmak istiyorum. Bu iki tür bağın tıdan birinin varolduğu ölçüde, bir kimsenin felsefesi uygulamada önemli olacak ve egemen bir felsefenin de insanlığın geniş bölümlerinin mutluluk ya da yoksulluğuy la içten bir ilişkisi bulunabilecektir. «Felsefe» sözcüğü, anlamı hiç de oturmuş olmayan sözcüklerden biridir. Tıpkı «din» sözcüğü gibi, tarihi kültürlerin belli yanlarını anlatırken kullanılan bir anlamı ve bugün istenmeye değer sayılan bir düşünce tutumuna ya da inceleme konusuna işaret ederken kullanılan bir ka anlamı vardır. Batılı demokrat dünyanın üniversitelerinde ele alındığı haliyle felsefe, hiç değilse niyet olarak, bilimde aranan türden bir tarafsızlığa ulaşmayı hedef alan ve otoritelerce hükümetin işine gelecek sonuçlar beklenmeksizin, bilgi ardında gitmenin bir parçasıdır. Birçok felsefe öğretmeni, öğrencilerinin siyasal görüşlerini etkilemeye niyetli olmak şöyle dursun, felsefenin onunla uğ-
ı ız ıld
255
py
tu ku
raşana erdem aşılaması gerektiği görüşünü bile reddeder. Bunun filozofla ilgisinin, ya da kimya.cıyla ilgisinden çok olmadığını söylerler. Bilgi onlarca, üniversite öğ reniminin tek ereğidir. Erdemi anababalara, ilkokul öğ retmenlerine ve kiliselere bırakmalıdır. Ama. benim de çok yakınlık duyduğum bu felsefe görüşü pek moderndir. Modern dünyada bile her yerde kolay bulunmaz. Eski çağlardan beri egemen olan, felsefenin toplumsal ve siyasal önemini borçlu olduğu, bundan çok bir görüş vardır. Bu tarihi anlamında felsefe, bilimle dinin bir birleşimini yapma çabasından doğmuş yahut daha. kesinlikle söylemek gerekirse, evrenin doğal özellikleri ile insanın evrendeki yeri üstüne bir öğretiyi, en iyi sayılan yaşama biçimini aşılaya.cak uygulamalı bir ahlakla me çabasının sonucu olmuştur. Felsefe değilse sözde. otorite ya da geleneğe dayanmaması ile dinden, insanlara nasıl yaşanacağını söylemenin de, amacının esas bir parçası olmasıyla bilimden ayrılıyordu. Evren bilgisi ve ahlak teorileri biribirleriyle yakından : Bazen ahlak kaygıları filozofun, evrenin doğal özellikleri üstüne görüş lerini etkiliyor, bazen de evren üstüne görüşleri onu ahlaki sonuçlara götürüyordu. Ve çoğu filozoflarda ahlak görüşleri siyasal anlamlara çıkıyordu: Kimileri demokrasiye değer veriyordu, kimileri oligarşiye. Kimileri özgürlüğü övüyordu, kimileri disiplini. Hemen bütün felsefe tipleri Yunanlılar tarafından bulunmuştu ve bizim bugünkü çatışmalarımız, daha Sokrates'ten öncekiler arasında da kuvvetle vardı. Ahlakla siyasetin temel sorunu, toplumsal yaşayışın bireysel isteklerin hemen doyum bekleyen açlıklarım uzlaştırmanın bir yolunu bulmaktır. Bu sorun, ölçüde, çeşitli düzenlerle karşılanmıştır. Hükümetin olduğu yerlerde, hükümetten olmayanlann top-
ıld
ı ız
256
ıld py
tu ku
luma karşı eylemlerini önlemekte ceza hukuku kullanılabil diği gibi, dinin itaatsizliği imansızlık saydığı yerlerde hukuk dinle desteklenebilir. Ahlak kurallarını kendilerinden olmayan yöneticilere kabul ettirecek kadar etkili bir rahipler sınıfımn bulunduğu yerlerde de, yöneticiler bile bir dereceye kadar hukukla bağlı kalırlar. Bunun (Kutsal KiEski Ahit'te ve orta çağlar tarihinde pek çok örneği vardır. Dünyada ilahi yönetime, ahrette de bir ödüller ve cezalar düzeni olduğuna inanan krallar, kendilerini her şeyi yapmaya ve ceza görmeden günaha girmeye muktedir hissetmemişlerdir. Hamlet'teki kral, Tanrılık adaletin sarsılmazlığını, yeryüzü yargıçlarımn krallık erki önündeki boynu karşııaştınrken bu duyguyu dile getirir. Filozoflar, toplumsal koruma sorunuyle uğraşırken, dogmaya bağımlılığı, resmi dinlerin sunduklanndan daha az belli olan çözümler aramışlardır. çoğu felsefeler karşı bir tepki olmuş ve otoritenin toplumsal açıdan zorunlu inanç asgarisini türetmede yetersiz kaldığı zamanlarda, bu gereği için akla uygun görünecek kamtlar uydurma zorunluğu doğunca. ortaya çıkmışlardır. Bu dürtü, eski olsun yeni olsun, çoğu felsefelere bulaşan derin bir içtensizliğe Ciki-yüzlü!üğe) yol açmıştır. Açık seçik düşünmenin anarşiye götüreceği yolunda, genellikle bilinçsiz bir korku olmuş ve bu korku, filozofları bulanıklık ve safsata sislerinde saklanmaya it-
ı ız
miştir.
Kuşkusuz, ayncalığı olanlar görülmüştür. Bunlann en ileri gelenleri, eski çağlarda Protagoras ile modern zamanlarda Rume'dur. Protagoras ile Rume'un ikisi de kuculuğun bfr sonucu olarak siyasette tutucuydularJ Prota,goras tanrıların varolup olmadığını bilmiyor, ama ne olursa olsun tapılmalan gerektiğini söylüyordu. Ona göre, felsefenin öğretecek yüceltici bir şeyi yoktu. AhlA.kın ya-
F.: 17
257
için,
çoğunluğun
ve kendilegösterdikleri inanma isteğine dayanmamız gerekiyordu. Onun içindir ki, yaygın gücünü zayıflatacak bir şey yapılmamalıydı. Aynı türden sözler, bir dereceye kadar Hume için de söylenebilir. Ulaştığı ve bir kimsenin uyarınca yaşayama yacağını teslim ettiği kuşkuç:u sonuçları sonra, Hume -dinlenirse, herkesin onu okumaktan cayacağıbir öğüt vermeye geçer: -Tek kurtuluş çaremiz dikkatsizlikle umursamazlıktır. O yüzden, ben bütünüyle bunlara dayanıyorum.» Tory (muhafazakar partili) olmasının nedenlerini bu anlamda birlikte, şurası besbeIlidir ki, «dikkatsizlikle umursamazlık» bir kimseyi status olduğu gibi kabul etmeye götürebilir. Ama yardım görmeden, şu ya da bu reform tasarısını savunmaya götüremez. Hobbes, Hume'den daba az kuşkucu olmasına rağmen, o da yönetimin tanrısal bir kaynağı olmadığına eşit derecede inanınıştı ve eşit derecede inanmazhktan giderek aşın tutueuluğu savunmaya süruklenmişti. Platon, Hume'u da Kant ve Hegel «cevapBu cevaplamaların her seferinde, felsefe dünyası iç geçirip bir «ohı" demiş ve her biri teorik olduğu kadar politik sonuçları da içinde taşıyan bu «cevaplar»ın teorik geçerliğini titizlikle incelemekten kaçınınıştır. Oysa, Hume'a verilen cevapta politik sonuçları liberal Kant değil, gerici Hegel olmuştur. Ama Protagoras ve Hume gibi iyiden iyiye kuşkucu hiç bir zaman etkili en da gerienerin fnsanlan dogmacılığa itmelerinde korkuluk olarak yaramışlardır. Platon ile Hegel'in uğraşmak zorunda kaldıklan gerçekten güçlü düşmanlar, kuş kucuIar değil deneycUerdi: Platon için Demokritos. Hegel için de Locke. Her iki örnekte de, deneyeilik demokrasiyrine
öğretilen şeylere
t ku
ld yı
up
ı ız
258
ıld py
tu
ku
le ve aşağı yukarı faydacı bir ahUtkla birlikte gelmişti. Her iki örnekte de (gerek Platon'un gerekse Hegel'in koyduğu) yeni felsefe, kendini, yerine geldiği bayağı sağduyu felsefesinden daha soylu ve daha güçlü olarak göstermeyi başarmıştı. Her iki örnekte de, yeni felsefe en yüce olan her şeyin adına, adaletsizliğin, hainliğin ve ilerlemeye karşı koymanın temsilcileri olmuştu. Hegel için bu durumu hemen herkes teslim etmektedir; Platon'da ise hala paradokslu bir durumdadır. Bununla birlikte, Dr. K. R. Popper yeni bir kitabında Platon'un da böyle olduğunu parlak bir biçimde ortaya koymuştur. 1 Diogenes Laertius'a göre, Platon «Demokrltos'un bütün kitaplarını yakmah» demiştir. Demokritos'un yazdıkların dan hiç biri bugüne kalmadığına göre, onun bu dileğinin bütünüyle yerine geldiğini söylemek gerekir. Platon Diya.loglarında Demokritos'u anmamış; Aristoteles onun öğretilerinden bazılarını anlatmış, Epikuros onu tırmış; Lucretius, öğretilerini nazıma dökmüş tür. Mutlu bir rastlantıyla da Lucretius bugüne kalabilmiştir. Aristoteles'in çatarken söyledikleriyle Lucretius'un Demokritos'u toplayıp yeniden kurmak kolay değildir. Bu, Adeta Locke'un doğuştan fikirleri yadsımasıy le, gece ebediyeti gördüm» deyişinden 2 Platon'u toplayıp yeniden kurmak zorunda kalınması gibi
ı ız
Cl) The Qpen Society and Its Enemies IAçık Toplum ve Düşmanları (çev. Mete Tunçay), cilt i: Platon (Ankara: Türk Siyasi llimler Derneği Yay. 19671. Benim History of Western IBatı Felsefesi Tarihi (çev: Muammer Sencer), Antik çağ (İstanbul: Kitaş Yay. 1969) adlı kitabımda da aynı tez savunulmaktadır. (2) On sekizinci yüzyıl sonlarında yaşamış olan Ingiliz şa iri Henry Vaughan'ın «I saw eternity the other night» adlı şiiri. -
259
py
tu
ku
bir durumdur. Ylne de, Demokritos'u toplayarak, bundan Platon'un nefretini açıklamaya ve kınamaya yetecek kadar bir anlam çıkarmak mümkündür. Demokritas (Leukippas ile birlikte), itirazlarına rağmen, özellikle savunduğu atomculuğun kurucusu olarak ün kazanmıştır. itirazları ise. Deseartes'la Leibniz'e kadar ve onlar da dahil, izleyicileri tarafından tekrarlanagelmiştir. Ancak Demokritos'un atomculuğu, genel felsefesinin yalnızca bir Demokritos aynı zamanda bir materyalist, bir determinist, bir ateist, her türlü güçlü tutkudan hoşlanmayan bir faydacı ve hem astronomik hem de biyolojik anlamıyle evrime inanan bir filozoftu. On sekizinci yüzyılda benzer görüşleri savunanlar gibi, Demokritas da ateşli bir demokrattı. kölelikten nasıl üstünse, demokraside yoksulluk (bile), despotlann yönetimi altında varlıklı olma denen şeye öylece yeğ dir» sözü onundur. Demokritos, Sokrates ile Protagoras'ın çağdaşı, ayrıca Protagoras'ın hemşehrisiydi. Peloponnesos savaşının ilk yıllarında tanınmıştı.· Ama savaş bitmeden ölmüş olabilir. Bu savaş, bütün Hellen dünyasında demokrasi ile oligarşi arasındaki çatışmayı yoğunlaştırmıştı. Platon 'un ailesi vo dostları da, gibi oligarşiden yanaydı. Böylelikle de birer Quisling i olmaya Atina'nın yenilgiye uğramasında onların ihanetlerinin payı olduğu söylenir. Bu yenilgiden sonra, Platon ana çizgileriyle anayasasından esinlenmiş olan bir ütopya kurarak galiplere övgü düzmek için çalışmaya koyulmuştur. Ama, Platon'un sanat ustalığı öylesine büyüktü ki, Lenin ve Hitler adlı yetiştirmeleri onun gerici eği-
ıld
ı ız
(LL İkinci Dünya sırasında nazilerle vatan haini siyasetçi. -
260
işbirliği
yapan
py tu
ku
limlerine uygulamada bir yorum getirinceye kadar, liberaller bunlara hiç dikkat etmemişlerdi. 1 Platon'un Devlet'inin siyasal yanıyle dürüst insanların hayranlığını kazanmış olması, bütün tarihteki edebiyat züppeliklerinin belki de en şaşırtıcı örneğidir. Bu totaliter sistemden birkaç noktaya bakalım. Başka her şeyin kendisine uyruk kılındığı eğitimin asıl amacı, savaşta kahramanlık sağlamaktır. Bu maksatla, anaların ve dadıların küçük çocuklara anlattığı masallarda sert bir sansür olacaktır; Homeros hiç okunınayacaktır, çünkü bu aşağılanan ozan, kahramanlıkları pişmanlıkla döğündürmekte ve tanrıları güldürmektedir. Serserileri ve kadınları gösterdiği için tiyatro da yasaklanacaktır. Müziğin ancak Rule Britanrna ve The British Grenadiers 2 gibi modern örnekler verebileceğimiz belirli çeşitleri olacaktır. Yönetim, hilekarlık ve yalancılık yapan küçük bir oligarşinin elinde olacaktır. Eugenik kur'a çekerken hilekarhk,3 halkı yukarı ve aşağı sınıflar arasında biyolojik farklar bulunduğuna inandırmak için de yalancılık. Ve nihayet, kur'a çekerken hükümet düzenbazllgı sonucu olmayan doğumlar da geniş çapta bebek-öldürmeye girişilecektir. Bu toplulukta insanların mutlu olup olmadıklarının önemi yoktur denilmektedir. çünkü mükemmellik parçalarda değil, bütünde olacaktır. Platon'un şehri, gökte ku-
ıld
ğim
de (2) (31
ı ız
(1ı ı920'de
Devletini Platon'un Devleti'ne benzettizaman, komünistleri de Platoncuları da eşit ölçü-
kızdırmıştım.
Britanya marşıarı. Platon, ırkın saflığını korumak amacıyle, evlenecek çiftlerin devletin koruyucuları tarafından seçilmesini, ama kendilerinin bunu bilmemesini ister. Bunun için kur'a çekilecek, fakat koruyucular hile yaparak, uygun buldukları eşleştirmeyi sağlayacaklardır.
261
dırmıştır.
py
tu
ku
rulmuş olan ebedi bir kopyasıdır. Gökyüzünde belki onun bize sunacağı varoluş şartlarından haz duyacağız. Ama yeryüzünde de bunların tadına varamıyorsak, valı bize. İkinci öğe olmasa iğrençliği apaçık ortaya çıkacak olan bu sistem, inandırıcı gücünü aristokratik önyargıyle "tanrılık felsefe»nin evlenmesinden almaktadır. ve değişmez olan hakkında güzel konuşmalar, okuyucuyu uyuşturup devleti bilgelerin yönetmesi, amaçlarının da tıpkı gökyüzündeki ideal devletin yaptığı gibi status quo'yu korumak olması gerektiği öğretisini kabul edecek duruma getirmeyi mümkün kılmaktadır. Siyasal inançları kuvvetli olan (Yunanlıların kadar siyasal tutkuları olduğu unutulmamalıdır) herkes için apaçıktır ki «iyi», kendi partisinin anladığı gibidir ve bu parti dilediği anaya... sayı kurabilirse, bir yapmak gerekmeyecektir. Platon da böyle düşünmüş, ama metafizik bir sis bürüdüğü dünyayı yüzyıllarca alve uzak bir görünüş kazan-
ıld
Platon'un Parmenides'ten aldığı ve kendi idealar teorisine kattığı durgun mükemmellik ideali, şimdi genellikle insan işlerine uygulanamaz sayılmaktadır. İnsan huzursuz bir boa yılanı gibi ayda bİr kere iyi bir yemek yeyip de kalan zamanda uyku doyum bulamaz. İnsanın mutlu olmak için yalnızca şunun bunun tadını çı karmaya değil umuda, giıişkenliğe ve değişikliğe de gereksinmesi vardır. Hobbes'un dediği «mutluluk genlikte değil, genleşmektedir.> 1 Bitmeyen ve değişmeyen mutluluk ideali, modern filozoflar arasında yerini, hiç bir zaman tam ya da en azından yazma sırasında
ı ız
(LL Ya da eski dille, «saadet refahta mektedir».
262
değil,
müreffehleş
ld yı
p tu
ku
daha ulaşılmamış olan bir ereğe düzenli bir ilerleyiş olarak düşünülen emme bırakmıştır. Bu görüş deği şikliği, Galileo ile başlayan ve ister bilimseL, ister siyasal olsun, bütün modern düşünceyi gitgide daha çok etkileyen, statiğin yerine dinamiğin konulmasımn bir parçasıdır. Değişim ve ilerleme başka başka .. Değİşİm,. bilimseldir, .ilerleme" ahlakidir. Değişim kuşku götürmez, ilerleme ise bir tartışma konusudur. Önce bilimdeki haliyle ele alalım. Galileo'nun zamarima kadar astronomlar, Aristoteles'i izleyerek aydan itibaren gökteki her şeyin değişmez ve bozulmaz olduğuna inanıyorlardı. beri hiç bir ciddi astronom bu görüşü tutmamıştır. Biz şimdi nebulalann, yıldızlann ve gezegenlerin hep adım adım geliştiklerine inanıyoruz. Bazı sözgelişi, Sirius'un çevresindekiler "ölü"dür: Eskiden bir afet sonucunda onlardan çevreye yayılan ışık ve ısı ışınlannın miktan çok azalmıştır. Filozoflann aşın bir yerel ilgi gösterdikleri kendi gezegenimiz' de, bir zamanlar canlılara elverişli olamayacak kadar sıcaktı, zamanla yine canlılara elverişli olamayacak kadar soğuyacaktır. Yeryüzünün zararsız trilobitler ve kelebekler türettiği yüzyıllardan sonra evrim ilerleyip Neron'lar, Cengiz Han'lar, Hitler'ler türettiği bir noktaya ulaşmıştır. Ancak, bu da geçici bir kabustur. Zamanla yeryüzü yine canlılara elverişsiz olacak ve sükün geri gelecektir. Ama bilimin bütün verebildiği bu amaçsız tahtaravalli, filozoflan tatmin etmemiştir. Onlar, dünyanın gitgide kendi beğendikleri duruma geldiğini gösteren bir ilerleme formülü keşfettiklerine inanmışlardır. Bu çeşit bir felsefenin reçetesi yalındır. Filozof, önce, şİmdi varolan dünyada nelerin kendisine haz, nelerinse acı verdiğini Sonra olgular arasında yaptığı dikkatli bir seçmeyle. evrenin ona hoş gelen artıncı, hoş gelmeyen şey leri
ı ız
263
ld yı
p tu
ku
azaltıcı bir genel yasaya uyruk olduğuna kendini inandı nr. Bu ilerleme yasasını formülleştirmeyi bitirince de, insanlara dönüp der ki: "Dünyanın benim dediğim gibi gealnına yazılmıştır. Onun için, kazanacak tarafta olmak isteyen ve kaçınılmaz olana karşı boşuna bir savaşa girmekten hoşlanmayanlar benim takımıma katılma lıdır." Ona karşı koyanlar felsefeden, bilimden habersiz, içi geçmiş kişiler diye kınanırlar. Dediklerini kabul edenleme, evren kendilerinden yana için, içlerinde zafer güvenliği duyarlar. Kazanan yan, aynı zamanda, bir hayli karanlık kalan nedenlerden ötürü, erdemli yan olarak gösterilir. Bu görüş türünü tam olarak geUştirenlerin ilki Hegel'di. Hegel'in felsefesi öyle acayiptir ki, bunu aklı başında insanlara kabul ettirebileceğini kimse umamazdı. Ama gelgelelim ettirmiştir. Düşüncelerini öyle karanlık bir biçimde kurmuştur ki herkes; bu derin bir felsefe olmalı diye düşünmüştür. Oysa Hegel felsefesi, kolayca tek heceli sözcükler apl!LÇık serimlenebilir. Ama o zaman da saçmalığı açıkça belli olur. Aşağıdaki özet -tabii Hegelciler öyledir diyecekler, ama- bir karikatür değildir. Hegel'in felsefesi ana çizgileriyle şöyle anlatılabilir: Gerçek gerçeklik Parmenides'te ve Platon'da olduğu gibi zaman-dışıdır. Fakat bir de, zaman ve uzay içindeki gündelik dünya demek olan görünüşte vardır. Gerçek gerçekliğin niteliği ancak mantıkla belirlenebilir. Çünkü kendi içinde çelişkili olmayan yalnız bir tek mümkün gerçeklik vardır. Buna «Mutlak İdea,. denir. Hegel bunu şöyle tanımlamaktadır: «Mutlak İdea. öznel ve nesnel İdeaların birliği olarak, idea, İdea'mn kavramıdır -yani, nesnesi olduğu gibi ereği. de yine İdea. olan bir kavramdır-. Birliği içinde bütün nitelikleri kapsayan bir nesnedir.» Herhangi bir açıklama yaparak bu cümlenin ışıkh açık-seçikliğini bozmak istemiyorum, ama aslında aynı şey
ı ız
264
ı ız ıld py
tu
ku
şöyle demekle de anlatılabilir: «Mutlak Idea salt düşünce üstünde düşünen salt düşüncedir.» Hegel aslında bütün gerçekliğin düşünce olduğunu kendi gönlünce tır. Bundan da düşüncenin düşünceden bir şey üstünde düşünemeyeceği çıkmaktadır. bundan başka üstünde düşünülecek bir şey yoktur. Bazıları bunu biraz sıkıcı bulabilir ve şöyle diyebilirler: eBen Ümit Burnu, Kutbu, Everest Tepesi ve Andromeda'daki büyük nebula hakkında düşüı:mıekten Deniz kaynarken ve yanardağlar geceden sabaha kabanp inerken yeryüzünün soğuduğu çağları tasarlamaktan hoşlanıyorum. Sizin, zihnimi sö:zrcambazı şişirmeleriyle doldurmam gerektiği yolundaki ilkeniz, bana çekilmeyecek derecede küflü görünüyor ve eğer 'mutlu son' dediğiniz bu ise, buna götüren bütün o yavelere sonuna kadar katlanmaya değmez.» Bu sözlerle de felsefeye veda edip, ondan sonra mutluluk içinde yaşayabilirler. Ama. biz bu gibi kimselere hak verirsek, Hegel'e -Tanrı esirgesin- haksızlık etmiş oluruz. böyle bir durumda Hegel olsa şuna işaret ederdi ki, Mutlak, Aristoteles'in fa,nnsı gibi, her şeyın olduğunu bildiği için kendisinden başka bir şey üstünde düşünmemekle birlikte; fenomenler dünyasında yaşamak zorunda olan, zaman sürecinin biz köleleri, yalnız parçaları gören ve bütüne ancak mistik sezgi anlarında bulanık bir kavrayışla yaklalıabilen, hayalin hayal ürünleri olan bizler, bu etkilerle ÜmitBurnu'nu yalnızca Tanrılık Zihindeki bir fikir diye değil de, kendi kendine varolarak düşünmek zorunda kalırız. ümit Burnu üstüne düşündüğümüzü sandığımız zaman, Gerçekte olan, Mutlak'ın Ümit Burunlu bir düşün cenin bilincine varmasıdır. Mutlak'ın gerçekten böyle bir düşüncesi ya da daha doğrusu, onun zamanın dışında olarak düşündüğü ve olduğu bir tek düşüncenin böyle bir yanı vardır. Ümit Burnu'yla ilgili tek gerçeklik de bu-
265
ıld py tu
ku
dur. Ama biz bu yüksekliklere erişemeyeceğimiz için, ümit Burnu hakkında alelMe coğrafya açısından düşünmekle elimizden gelenin en iyisini yapmış oluruz. Birisi çıkıp, ama bütün bunların siyasetle diye sorabilir. İlk belki pek yok. Fakat bu apaçıktır. Metafiziğinden şu sonuçlar dır: özgürlük keyfi otoriteye itaatten ibarettir, özgür konuşma kötüdür. Mutlak krallık iyidir. Prnsya devleti onun yazdığı anda olanların en iyisidir. iyidir, çatışmaları barışçı bir çözüme bağlamak amacıyle uluslararası bir örgütün kurulması bahtsızlık olurdu. Okuyucularımdan bazılarının bu sonuçların nasıl çık tığını görememeleri mümkündür, onun için ara. adımlar üstüne birkaç söz söylememin umarını. Zamanın kendisi olmakla birlikte, tarihi meydana. getiren görüntü dizilerinin Gerçeklikle ilginç bir ilişkisi vardır. Hegel Gerçekliğin özünü, soyut fikirlerdeki çelişkileri ortaya çıkarmak ve onları daha az soyut kılarak düzeltmekten ibaret olup, adına «diyalektik- denilen salt mantıksal bir yöntem Bu fikirlE'rden her biri, !dea'nın gelişiminde bir aşama olarak düşünül mektedir. Son aşama da "Mutlak İdea-dır. garibi, Hegel'in her nedense sırrını kımseye bir nedenden ötürü, tarih denilen zaman süreci, diyalektiğin mantıksal tekrarlamaktadır. Metafizik bütün Gerçekliğe uygulanma iddiasında olduğu düşen zaman sürecinin de bütün Lvrene geı~ek.ecI3ği düşünülebilir. Ama hiç böyle değildir: (Tarihin diyalektik süreci) yalnız dünyada geçerlidir. Yazılı tarihle ve (bu ne kadar inanılmaz görülse de) bildiği kadar tarihle sınırlıdır. Başka başka uluslar, ayrı ayrı zamanlarda diyalektiğin o çağlarda. ulaştığı Idea aşamalarının dsimIeşmiş halleridir. Çin hakkında Heyalnızca var olduğu idi. Onun için salt
ı ız
266
Varlık
kategorisini temsil eder. Hindistan hakkında tek ise, Budhistlerin inandıklanydı. Onun için Hindistan Yokluk kategorisini temsil eder. Yunanlılar ve Romalılar, kategoriler listesinde daha ilerilere çıltIDış lardır. Fakat sonlardaki aşamalann hepsi, Roma'nın yıkı U\i'L........... beri İdea'nın tek bayraktarı olan ve daha 1830'larda Mutlak hemen neredeyse gerçekleştiren Almanlara bmwülmıştır Insanın hala az çQk akıllı bir olduğu umudunu besleyenler için, bu saçmalık yığınımn at allatıcı olmalıdır. sistemini kendi gününde, akademik eğitim gören hemen bütün Alman gençleri kabul etmişlerdi. Bu durum, belki Alman gururunu okşamasıyle Fakat daha şaşırtıcı olanı, Almanya'nın dı şındaki başansıdır. Benim gençliğimde Britanya ve Amerika üniversitelerindeki çoğu felsefe öğretmenleri Hegelciydi. ki, kadar, ben de onun sisteminde doğru bir şeyler bulunduğunu sanıyordum. Ama matematiğin felsefesi üstüne söylediği her şeyin zırva olduğunu beni kendime getirdi. En ilginci, Marx üstündeki etkisidir. Marx onun en acayip ilkelerinden bazılanm, özellikle tarihin mantıksal bir göre geliştiği ve salt soyut, diyalektik gibi, kendi kendisiyle çelişmekten kurtulmanın yollanm aradığı inancını almıştır. Yeryüzünün büyük bir bölümünde bu dogmanın doğruluğundan kuşkulamrsanız, temizlenirsiniz. (Öte yandan), Batı'mn siyasal yönden sempati duyan birtakım önemli bilimadamlan da, bu sempatilerini, sözünü -kendisine saygısı olan bir mantık çının onaylayamayacağı biçimlerdekullanarak göstermektedir. Hegel gibi bir adamda Siyasetle metafiziğin bağıntısı m izlerken. onun uygulamadaki programının çok genel belirli özellikleriyle yetinmek zorundayız. bildiği
tu
ku
py
ıld
ı ız
267
py tu
ku
yı göklere çıkarması rastlautıdan başka bir şey değildir. Daha önce Napoleon'a coşkunIukla hayranken, sonradan Prusya devletinin hizmetine girince Alman yurtseveri kesUmişt!. Tarih Felsefesinin son bile, hAlA İı:ken der'i, Caesar'ı, ahlak yasasınm yükümlerinden kendilerini bağımsız saymaya haklı olacak kadar büyük insanlar diye anar. Felsefesinin Hegel'i hayran olmaya zorladığı şey, Fransa'ya karşı Almanya değil, düzen, sistem, düzenleme ve hükümet denetiminin yoğunluğudur. Söz konusu Devlet (Prosya değil de) olsaydı, onun Devleti bat bir şey olurdu. Hegel'in kendi kanısınca, ların bilmemesine karşılık o, dünyanın neye gereksinimi olduğunu biliyordu: Kuvvetli bir hükümet, demokrasinin hiç bir zaman yapamayaca#ı bir biçimde insanları en iyi şekilde davranmaya zorlayabUir. Hegel'in fikirlerini geniş ölçüde olduğu Herakleitos .Her hayvan otlağa sopayla güdülür» der. Biz her halde sapayı atmam.ıza bakmalıyız. Güdülen yerin otlak olması' pek önemli bir sorun değildir. Besbelli, «hayvanlar. dan başkası için. Hegel ya da Marx'ın bugünkü yetiştirmeleri tarafından savunulduğu gibi, otokmUk bir sistem, teorik yönden ancak kuşkulanılmayacak bir dogmaya oturtularak haklı gösterilebilir. İnsan hayatıyle bağıntılı olarak evrenin amacını, bundan sonra ne olacağını ve -kendileri başka türlü bile- insanlar için neyin iyi olduğunu kesinlikle bilirseniz; Hegel'in yaptığı gibi, «ben bütün alanı baştan başa geçtim» deyip, onun için tarih teorisinin «bana malum bir sonuç. olduğunu söyleyebilirseniz. Artık o zaman, hiç bir zorlama derecesinin, ereğe götürdükçe, fazla olmadığı duygusuna kapılabilirsiniz. Demokrasinin teorik temellendirmesini sağlayan ve zihniyet bakımından demokrasiyle en çok bağdaşan tek felsefe, deneycilikUr. Modem dünyada deneyci felsefenin ku-
ıld
ı ız
268
py
tu
ku
[Ucusu sayılabilecek olan Locke, özgürlük ve hoşgörü üstüne görüşleri VEl mutlakiyetçi krallığa karşı koyuşuyla bunun (deneycillğin) ne kadar yakından ilgili olduğunu apar ,:,ık belirtmiştir. Locke bildiklerimizden çoğunun üstünde direnmekten bıkmaz ve bunu Hume'unki gibi kuş kucu bir niyetle değil, insanları yanılmış olabileceklerinin bilincine getirmek ve 'kendilerinden farklı görüşleri olan her türlü bu imkanı hesaba katmalarını sağlamak için yapar. Hem bağnaz (sekter) kişi lerin ccoşkunluk»larının, hem de kralların tanrısal hakları dogmasının yarattığı kötülükleri görmüş; bunlann ikisine de karşı, her adımda uygulama denenecek, bölük pörçük ve yamah bir siyasal öğretiyi koymuştur. anlamda, Liberal siyaset teorisi denebilecek olan şey, ticaretin bir yan ürünüdür. Bunun bilinen ilk örneği, Anadolu'nun Mısır ve Lidya ile ticaret yaparak geçinen şehirlerinde görülmüştür. Perikles zamanında Atina tüccarlaşınca, AtinahIm da liberalolmuştur. Uzun bir batıştan sonra, Liberal fikirler orta çağlann Lombardiya şe hirlerinde canlanmış ve on altıncı yüzyılda tarafından bastırılmalarına kadar egemen, olmuştur. Ama Hollanda'yı fethetmeyi ve H.l.j5ııLta dize getirmeyi becerememişler ve on yedinci yüzyılda liberalliğin baş temsilcisi ve ticaretin önderi de bu ülkeler olmuştur. Günümüzde ise, önderlik Birleşik Devletler'e geç-
ıld
ı ız
miştir. ı
Ticaretin liberalizmle ilişkili olmasının nedenleri apar Ticaret. insanlan kendilerininkilerden ayn kabile görenekleriyle temasa getirir, böylelikle de yerden çıkmadan yaşayanlann yıkar. Alıcı-saçıktır.
(1)
Yazar, Amerika üstüne yirmi küsur yıl önce verdiği bu yargıyı epeydir değiştirmiş olmalı. Kendisine sorulsa, her halde Amerika değiştiği içinI - çev.
269
tıcı
bağıntısı,
ikisi de özgür olan yanların pazı;.rlığı dedurum, alıcı ya da satıcı, karşı tarafın görüşünü anlayabildiği zaman doğar. Besbelli. bir de insanları kılıcın ucunda satın almaya zorlayan emperyalist ticaret vardır. Ama liberal felsefeleri türeten, ticaretin bu 'iI",,"w..ı.ı:;, askerlik gücü çok olmayan zengin Bugün, eski ve orta çağların ticaret şehirlerine en yakın benzerlik, Hollanda ve küçük ülkelerde görülebilir. Liberal inanış uygulamada, bir yaşa ve yaşat, kamu düzeninin elverdiği ölçüde hoşgörü ve özgürlük inancıdır. Siyasal programlan, ılımhlıkla ve bağnazlığın bulunmayı şıyle niteliklenir. Demokrasi bile, Rousseau'nun Fransız Devrimindeki arasında olduğu gibi, bağnaz laşınca liberalolmaktan çıkar. Gerçekten demokrasiye bağ Cromwell'in, Fransa'da RohA'~ni .. rı".. 'iin zamanlarında görüldüğü üzere, demokratik kurumları imkansız kılar. liberal .bu doğrudur» demez. .Şimdiki koşullar altında, ben olsa olsa bu görüşün en iyi olduğunu düşünmeye eğilim duyuyorum,» der. Ve ancak bu sınırlı, dogmatik olmaktan uzak anlamda demokrasiyi savunur. Peki, liberal bakışın geçerli olup olmadığı üstüne teorik felsefenin söyleyecek nesi vardır? Liberal bakışın ÖZÜ, hangi görüşlerin savunulduğunda değiL. nasıl savunulduğundadır. Liberal görüşleri dogmatiklikle savunacağına, şartlı olarak ve yeni belgeler çıkarsa her an bir yana bırakabilma bilinciyle savunur. Bu tutum, teolojininkine karşılık bilimin tutumudur. İznik Konsm'nin kararlan bugün hala bağlayıcıdır, fakat bilimde dördüncü yüzyıl görüşlerinin artık bir ağırlığı kalmamıştır. S.S.C.B:nde Marx'ın diyalektik materyalizm üstüne görüşlerinden o kadar ki, bu görüşler jenetikçilere en iyi buğday türlerinin nasıl elde edileceğini mektir. En
karlı
ıld py tu
ku
ı ız
270
py
tu
ku
göstermekte yardımcı olur. 1 Başka yerlerde ise. bu sorunlarda deneyimin en doğru inceleme yolu olduğu düşünülür. Bilim deneyc!, şartlı ve dogmatiklikten uzaktır. Bütün değişmez dogmalar bilim-dışı dır. bilimsel bakış, liberal bakışın teorik eşidir. Deneyci bilgi teorisini ilk geliştiren Locke. aynı zamanda dinsel hoşgörüyü, kurumlarını ve bir den et ve dengeler sistemiyle hükümet erkinin sınırlanmasını salık vermiştir. Locke'un doktrinlerinden pek azı yeni olmakla birlikte, bu filozof onlan tam hükümetinin kabul etmeye hazır olduğu bir anda, ağır basacak bir biçimde geliştinneyi bilmiştir. 1688'İn öteki adamları gibi Locke da zoraki bir ayaklanıcı olmuş ve despotlııktan hoışlfmınad1ıitı kadar, anarşiden de hoşlanmamıştır. Fikir sorunlarında da, uygulama sorunlarında da otoriteye kaçmadan düzenden yana olmuştUr. Buna hem bilimin hem de liberalliğin rak-ilkesi denebilir. Düzen. heshelli nzaya ya da kabule dayanacaktır. Fikir alanında, yeterince tartışmadan sonra uzmanlar a::asında belli bir anlaşmaya (mutabakata) götürecek kanıt ölçülerinin bulunmasını, uygulama alanında da, bütün taraflar kendi savlannı meydana koyma olanağını bulduktan sonra. çoğunluğa uyulmasını gerektirir. Loeke'un ortaya çıktığı zaman, her iki bakımdan da bahth bir zamandı. Ptolemaeus ve Kopernik sistemleri arasındaki çatışma karara bilim sorunları artık Aristoteles'e başvurarak çözülemez olmuştu. Newton'un zaferleri, bilim için sınırsız bir iyimserliği haklı gösteriyor gibiydi. Günlük dünyada, bir buçuk yüzyıl süren din savaşları. protestanlarla katolikler arasmdald güç dengesine pek bir
ıld
ı ız
(1)
Bak. Hudson ve Richens, New Geneties in the Soviet Union [Sovyetler Birliğinde Yeni Jenetik! (Cambridge: School of Agriculture, 1946).
271
değişiklik
getirmemişti.
Aydınlanmış
kişiler,
Swift'in yuile sivri ucundan kırma taraflıları savaşında gibi i Gulliver'in , teolojik çatışmaları bir saçmalık diye görmeye başlamışlardı. Aşın protestan tarikatlan, vahi denen şeyi iç ışıklanmaya dayanarak anarşik bir güç haline getirmişlerdL İç açıcı bilim ve ticaret girişim leri, enerjik insanları, kısır tartışmaları bir yana bırakma ya. da.vet ediyordu. Ve ne iyi ki, bu çağrı kabul edildi de iki yüzyıl eşi görülmemiş bir gelişme oldu. yine bir din savaşları dönemine giriyoruz. Ama artık dine «ideoloji» deniyor. Bugün birçokları liberal felsefeyi fazla evci! ve orta yaşlı bulmaktadır: Ülkücü gençlik, daha. dişe dokunan, bütün sorularına kesin bir karşı: lığı olan, misyoner etkenliği isteyen ve (yeryüzünde-cennet gibil bir mutluluk çağının fethedilebileceği umudunu veren arıyor. Kısacası, yenilenmiş bir inanç çağına dalıyoruz. Ne yazık ki, atom bombası (orta çağda insanların üstüne dikilip diri diri yakıldığı) odun yığınından daha hızlı bir ve .onun kadar uzun zaman kullanılmasına güvenlikle izin verilemez. Daha akılcı bir bakışın egemen kılınabileceğini ummak zorundayız. Çünkü dünyamızı topluca ölümden, ancak bir liberal hoşgörür ve bir -deneyelim-olmazsa-bırakırIZCılığının canlandırılması kurtarabilir. Benim de bazı kayıtlarla katıldığım deneyci bilgi teorisi, dogma ile kuşkuculuğun tam orta yolundadır. Buna. göre, bütün bilgi bir dereceye kadar kuşkuludur. Ama bu kuşku, hiç değilse, salt matematik ile şu andaki duyum-algıIarı bakımından ihmal edilebilir. Bilgi sayılan şeyin kuş kulu oluşu bir derece sorunudur: Bu yakınlarda AngloSaksonların Britanya'yı işgal etmeleri üstüne bir kitap okumuş olarak, şimdi Hengisı'in gerçekten varolduğuna inamurtayı
küt ucundan
kırma taraflıları
ku
py
tu
ı ız ıld
272
nıyorum
da, Horsa bana pek kuşkulu görünüyor. 1 Einsgenel göreciIik !izafiyet::::: relativisml teorisi muhtemelen kabaca doğrudur. Fakat evrenin çevresini lamaya gelince, ondan sonraki araştırmaların daha farklı bir sonuç vermesini beklemek hakkımızdır. Modern atom teorisinin pragmatik doğruluğu vardır, çünkü bizim atom bombaları yapmamızı olanaklı kılıyor: Bu teorinin sonuçları, araçcı felsefeye tatsız nükteleri ile «tatminkar» dedikleri türdendir. Fakat gözlemlenen olguları bir teorinin de zamanolasılık-dışı değildir. BHlmsel teoriler daha ileri araştırmalara yol göstermeleri bakımından yararlı varsayımlar oldukları ve yapılan gözlemleri bir araya toplayabilınelerini sağlayan bir miktar doğruluğu da içlerinde taşıdıkları için kabul edilirler. Fakat aklı bir kimse, onları kadar mükemmel saymaz. Siyaset uygulaması alanında, bu zihin tutumunda önemli sonuçlar çıkar. Bir defa, hayli kuşkulu bir iyilik (hayır) uğruna, hayli kesin bir kötülük işlenıneye değmez. Eğer eski zamaniarın teolojisi bütünüyle doğru olaydı, sağ kalanların cennete gitmesi, birkaç kişinin diri diri değerdi. Ama din cehennemı boylayacakları kuşkulu idiyse, o zaman da eziyet etmenin haklılığı kanıtı geçerli olınazdı. Marx'ın, tarihin sonu üstüne kehaneti doğru ise ve eğer özel girişim kapitalizmi kaldırılır kaldırılmaz, bundan böyle artık hep mutlu yaşayacağımız kesinse, bu sonucu diktatör:lükler, toplama ve dünya savaşları gibi araçlarla izlemek doğrudur. Ama sonuç kuşkuluysa ya da bu araçların o sonuca götüreceği kesin değilse, o zaman şimdi tem'ın
ku
ı ız ld yı
p tu
cl}
V'inci' yüzyılda Jutland'dan gelerek eden Anglo-Saksonlann efsanevi
F.: 18
Britanya'yı
istilA önderleri.
273
acı,
bu gibi yöntemlere dayanılmaz bir kaolur. Yahudiler olmasa dünyanın bir cennet olacağı kesin olaydı, Auschwitz'e karşı geçerli bir itiraz bulunamazdı. Fakat dünyanın böyle metotlarla cehenneme dön:mesi çok daha olası ise, o zaman zalimliğe karşı doğal rahatlıkla gösterebiliriz. Genelolarak, eylemlerin uzak sonuçları, ani daha belirsiz olduğu için, şimdi zararlı olmakla birlikte, uzun sürede yararlı olacağı temellendirerek herhangi bir girişmek pek olanaklı değildir. Ama bu ilkeyi de, deneyeHerin tuttuklan öteki ilkeler gibi, kesin olarak anlamamak gerekir. durumlar vardır ki, bir politikanın gelecek sonuçlan hayli kesin ve pek tatsızken, bir başkasının şimdiki sonuçları hoş olmamakla birlikte kolaylıkla katlanılabilecek türden olur. Bu, sözgelişi, günleri için yiyecek saklamak da, makinaya sermaye yatırmak da, v.b. Ama bu gibi durumlarda bile, belirsizlik gözden kaçınlmamalıdır. Bir buhranda, sonradan karsızlığı anlaşılacak birçok yatınm yapılır. Modern iktisatçılar da zaten tüketmektense yatırmak alışkanlığının kolaylıkla gereğinden fazla ileriye teslim ediyorlar. LiberalIerle bağnazlar arasındaki bir savaşta, davalarının haklılığına inanışlannın daha sarsılmaz oluşundan ötürü, bağnazlann kesinlikle galip gelecekleri sık sık söylenir. Son birkaç yılı da dahil, bütün tarih yalanladığı halde bu inanç sürüp gitmektedir. Bağnazlar tekrar tekrar başarısızlığa uğramışlardır. imklmsızı yapmaya kalkmışlar ya da amaçlan mümkün olsa bile, bilim-dışı tutumlan, uygun araçlara engellemiştir. Babir başka nedeni de, zorlamak istedikleri kimselerin düşmanlığını uyandırmış olmalandır. 1700'den beri her önemli savaşta daha demokrat olan taraf zafer kazanmıştır. Bu kısmen, (biribirleriyle içten nıt
py
tu
ku
ıld
ı ız
274
py
tu
ku
olan) demokrasinin ve deneycHiğin, teorinin işine gelmesi için olguların sapıttınlmasıııı gerektirmediğindendir. Hayli benzer iklim şartları olan Rusya ile Kanada'dan ikisi de daha. iyi buğday türleri elde etmeye uğraşırlar: Kanada'da bu hedef deneyimlerle çalışılır, ise Marxçı yazılan yorumlamakla. Deneyci bir temele oturmayan skolastik teoloji, Marxizm ve gibi dogma sistemlerinin, taraftarlan arasında büyük bir toplumsal birlik yaratma gibi bİr üstünlükleri vardır. Ama, bİr de nüfusun değerli bölümlerine eziyet edilmesi sonucunu doğuran gerilikleri vardır. YBr hudilerle Mağnbileri (Araplan) kovduğu için yıkılmıştı. Fransa, Nantes Fermanının kaldınlmasından sonra Hudış ülkelere göçmesinin acısını çekmişti. Hitler'in, Yahudilerden nefreti olmasaydı, da her halde atom bombasıııı ilk yapan ülke olacaktı. Dogmatik sistemlerin iki kötülükleri daha vardır: Uygulamadaki önemli olgu sorunlan üstünde yanlış inançlar beslenmesini gerektirmek ve söz konusu bağnazlığı kimselere karşı şiddetli bir düşmanlık doğurmak. Bu türlü nedenlerden ötürü, uzun sürede, dogmatik bİr felsefeye tutulmuş ulusların daha deneyci bir havası olanlardan üstün çıkması beklenemez. Sonra, toplumsal birlik gerekince de dogmanın zorunlu olduğu doğru değildir; Britanyahlann 1940'ta gösterdiklerinden daha çok toplumsal birliği hiç bir ulus gösteremezdi. Son olarak, deneyeilik yalnızca daha doğru ötürü değil, ahlak nedenlerinden ötürü de salık verilmelidir. Dogma, görüş kaynağı olarak, zekayla düşünüşten çok otoriteye bakar. eziyeti ve inançsızlara. düşmanlığı Kendi taraftarlanndan da, sistemli nefdoğal iyi-yürekliliklerini dizginlemedoğruya ulaşmanın bir yolu olarak dogmaları tutanların bir kara-
ıld
ı ız
275
py
tu
ku
ra varmak için başvurabilecekleri savaştan bir yöntem yoktur. Ve içinde yaşadığımız bu bilimsel çağda da, savaş ergeç evrensel ölüm demektir. Bence, Loeke'un zamanında olduğu gibi günümüzde de deneyei liberalizm, hem inançları için birtakım bilimsel kanıtlar isteyen hem de şu ya da bu parti veya .....,o"'...."'}r ten çok, insan mutluluğunun hüküm sürmesini dileyen bir kimsenin benimseyebileceği tek felsefedir. Karışık ve güç dünyamızın, felaketten kurtulmak için çeşitli şeylere gereksinimi vardır. Bunlardan en gerekU olan biri de, haliL liberal tutan uluslarda bu inançların candan gönülden ve sağlam olması, sağın ve solun dogmacılıklarına karşı kendini savunmada değil; özgürlüğün, bilimsel erkinliğin ve karşılıklı değerine içten inanmış bulunmasıdır. çünkü bu olmadan, siyasetçe böama teknikçe birleşmiş gezegenimiz varolmaya zor devam edecektir.
ı ız ıld 2"16
-Politically Important Desires •. B. Russell'ın 1950 Nobel Edebiyat ödülünü alırken yaptığı konuşmanın metni olan bu yazı, sonradan «Ahlakta ve İnsan Toplumu Human Society in Ethics a.nd Politics» adlı kitabında basılmıştır (London: Allen and Unwin, 1954). yılında
tu ku
ARZULAR
ıld py
teoriyi tartışmaya bu konuyla başlayaca çünkü siyaset ve siyasal teori üstüne yapılan çoğu tartışmalar yeterince yer vermiyorlar. İktisat olaylarının, nüfus istatistiklerinin, anayasa örgütünün ve bunlara benzer şeylerin üstünde inceden inceye duruluyor. Kore savaşı başladığı zaman, kaç KoreH, kaç Kuzey KoreH olduğunu bulmanın hiç bir güçlüğü yoktur. Uygun kitaplara bakarsanız, fert başına milli gelirlerinin ne olduğunu ve kar~ılıklı ordularının büyüklüğünü Ama Korelinin nasıl bir kişi olduğunu ve Kuzey KoreHyle Güney Korelinin arasında dişe dokunur bir fark olup olmadığını bilmek, her iki yanın hayattan neyi beklediğini, nelerden hoşnutsuzluk duyduklarını, umutlannın neler, korkulannın neler olduğunu, bir sözcükle, onlan «neyin yaşattığı. nı öğrenmek isterseniz,
ı ız
danışma
kitaplarına boşuna
başvurursunuz.
Dolayısıyle,
Korelilerin, Birleşmiş Milletler TeşkilMını mı sevdiklerini, yoksa Kuzeydeki yeğenIeriyle mi birleşmeyi yeğ-
277
py tu
ku
Ne de, adını hiç duymadıkları bir oy vermek ayrıcalığına toprak reformunu feda etmek isteyip istemediklerini kestirebilirsiniz. Böyle sık sık hayal kırıklıklarına yol açan şey, uzak [)11:~ll.tınLlt:'rU(;ı oturan önemli kişilerin bu gibi sorunları savsaklamasıdır. bilimleşecek ve meydana gelen olgular her zaman şaşırtıcı olmaktan siyasal düşünümüzün, insan etkenliğinin yaylarına daha derinden nüfuz etmesi şarttır. sloganlar üstündeki etkisi nedir? Bunların yiyecek rejimimizdeki kalari sayısına göre nasıl Biri size demokrasi, bir da bir çuval tahıl sunsa, aç kalmanın hangi aşamasında tahılı oy vermeye yeğlersiniz? Bu sorular çok az incelenmektedir. Ama Korelileri unutup insan ırkını nelim. Bütün insan etkenlikleri, arzu ya da hız alır. Bazı ciddi ahlakçıların ileri sürdüklarİ, ödev ve ahlAk ilkesi adına arzuya direnilebileceğini öngören bütünüyle yanlış bir teori vardır. diyorum, çünkü kimse bir ödev duygusuyle hareket etmez, yine çünkü ödeödevin kendisinde Yinl yerine getirme arzusu bir yan yoktur. İnsanların ne bilmek istiyorsanız, ya da başlıca, içinde yaşadıkları maddi şartları değil, her birinin göreU gücüyle birlikte, bütün arzu sistemlerini bilmeniz gerekir. Bazı öyle arzular vardır ki, çok güçlü olmakla birlikte, kural olarak, büyük bİr siyasal önem taşımaz lar. çoğu insan hayatının bir döneminde evlenme arzusunu duyar, ama kuralalarak, herhangi bir siyasal eyleme girişmek zorunda kalmadan bu arzuyu doyurabilir. Bunun dışında kalanlar vardır, besbelli: Sabine kadınlarının ırzına geçilmesİ. 1 Kuzey Avustralya'da çalıştırılması gere-
ıld
ı ız
(1)
278
Sabine kabUesi, eski
yakın
bir ülke-
py tu ku
ken güçlü kuvvetli genç adamların, dan büsbütün yoksun bırakılmayı istememeleri olgusu da, bu bölgenin kalkınmasını ciddi olarak engellemektedir. Ama bu gibi örnekler pek olağan değildir ve genellikle, erkeklerle kadınların biribirlerine karşı duyduklan ilginin siyasete çok az etkisi vardır. önemli arzular, önem sırasına göre iki gruba bölünebilir. Birinci grupta yaşama gerekleri yer alır: barınak ve Bunlar kıt olunca, sağlançabaların ya da ".u'u"'..... sının Eski tarihi inceleyenlerin dediğine göre, ayn ayn dört seferinde, Arabistan'daki kıtlık, o ülke nüfusunun bölgelere taşmasına ve çok geniş siyasal, kültürel, dinsel etkiler yaratmasına neden olmuştur. Bu dört defanın sonuncusu, İslam'ın ortaya Germen kabilelerinin yavaş yavaş Rusoradan da San Francisco'ya yayılmala rı, buna benzeyen dürtülerden kaynak almıştı. Kuşkusuz, yiyecek bulma arzusu, geçmişte büyük siyasalolayların ana nedenlerinden biri olmuştur, ha.ıa. da olmaktadır. Ama insan çok önemli bir yönüyle öteki hayvanlardan aynlır: Sonu olmayan öyle birtakım arzular vardır ki, bir zaman büsbütün doyurulamaz ve insanı cennette bile huzursuz eder. Boa yılanı yeterli bir yemek yiyince uykuya dalar ve acıkıncaya kadar bir daha uyanmaz. İnsanlar ise, çokluk böyle değildir. Birkaç hurma yiyerek idareli yaşayan Araplar, Doğu Roma zenginliklerini ele geçirip de neredeyse inanılamayacak kadar lüks saraylarda oturmaya başlayınca, bu yüzden etkinliklerini yitinnediler. artık bir dürtü olamazdı, çünkü
ıld
ı ız
de
yaşardı. Romalılar bunları
kadınlarını kaçırmışlar, malılara.
bir gösteriye davet edip Sabine'ler de öç almak için Ro-
sila.ha
279
py tu
ku
Yunanlı kölelerin en bir işaretleri üzerine onlara enfes yiyecekler sunuyorlardı. Fakat başka arzular, onları etkin almada devam ettirmişti: malcanlı lığı, yarışma, böbürlenme ve iktidar sevgisi diye adlandı rabileceğimiz dört tutku. Malcanlılığı, olabildiği kadar çok malın ya doğrudan doğruya sahibi ya da üstünde söz sahibi olma isteği, sar nıyorum ki korku ile karşılama arzusunun birleşiminden kaynak alan bir dürtüdür. Ben bir zamanlar, kıtlıkta açlıktan ölme tehlikesinden güç Estoniki küçük kızla arkadaş olmuştum. Bizim evde yaşı yarlardı ve tabii, bol bol yiyecekleri vardı. Ama bütün boş zamanlarında komşu patates çalıyar ve bunları istif ediyorlardı. büyük yoksulluk geçiren Rockefeller de, erginliğini buna benzeyen bir yolda harcamıştır. Aynı ipekli Bizans divanlarına yan gelen Arap kabile reisIeri de çölü unutamamış ve çıkabi lecek herhangi bir maddi gereğin çok üstünde servet yığ mışlardı. Fakat, malcanlılığımn nınsal çözümlemesi ne olursa olsun, bunun özellikle güçlüler için en büyük dürtwerden biri olduğunu hiç kimse inkAr edemez. çünkü. önce de dediğim bu, sınırsız dürtülerdendir. N e kadar çok mal edinirseniz, daha çoğunu edinmek isteyeceksiniz. Tam doyum, her zaman parmaklarınızın arasından sıyrılacak bir royadır. Fakat malcanlılığı, kapitalist sistemin ana kaynağı olmakla birlikte, açIığın fethi öncesinden bugüne kalmış dürtülerin hiç de en kuvvetlisi değildir. Yarışma çok daha güçlü bir dürtüdür. Müslümanlık tarihinde, bir sultanın ayrı ayrı analardan dağına oğullarının aralarında anlaşama, maları ve sonuç olarak çıkan iç savaşta her şeyin yıkıl ması yüzünden, hanedanlar defalarca felAkete uğramıştır. Modern Avrupa'da da aynı şey olınaktadır. Britanya Hükümeti, büyük bir akılsızlık göstererek, Kayzer'İn
ıld
ı ız
280
py
tu
ku
ad'teki bir donanma geçit resminde hazır bulunmasına izin verince, onun kafasında uyanan düşünce bizim umduğu muz şey değildi. Kayzer .Büyükanneminki 1 kadar iyi bir donanmam olmalı- diye düşünmüştü. Sonradan başımıza gelen belaların hepsi bu düşünceden kaynak aldılar. Malcanlılığı her zaman yarışmadan daha güçlü olsaydı, dünya bugünküden daha mutlu bir yer olurdu. Ama gerçekte birçokları, rakipleri büsbütün yıkılacaksa kendilerinin de yoksullaşmasına sevinçle katlanırlar. Bu da şim diki vergileme oranının yüksekliğini açıklar. Böbürlenme de çok büyük saklı-gücü olan bır dürtüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes, onların nasıl durmadan hem birtakım marifetler yaptıklarını, hem de «Bana bakın. dediklerini bilir. «Bana bakın-. insan gönlünün en temel tutkularından biridir. Bu arzu, maskaralıktan tutun da öldükten sonra nam bırakma dileğine kadar sayısız kalıplara girebilir. Renaissance'ta I..ıir prensliğinin beyi, ölüm döşeğinde iken nedamet getirecek bir şeyi olup olmadığını soran rahibe cevet. demişti, ebir şey var. Bir defasında Papa aynı zamanda ziyaretime gelmişlerdi. Onları kulemin tepesine çıkardnn, ama ikisini de aı;,;ağıya atarak ölümsüz bir üne ulaşabilecekken bunu yapmadım.. Tarih, rahibin (Adet olduğu üzere) Kilise adına prensi affedip etmediğini yazmıyar. Kibirin kötü yanlarından biri, beslendikçe acıkmasıdır. Sizden söz edildikçe, daha çok söz edilsin istersiniz. ilgili olarak basında çıkan haberleri okumasına izin verilen mahkum olmuş bir katil, gazetelerden birinin kendisine az yer ayırdığını görünce alınır. Ve öteki gazetelerde kendisi hakkında ne kadar çok yazı bulursa. kısa yazana o kadar çok kızar. da dir. Ne kadar ünlü olurlarsa, kupür kesme bürolarının on-
ıld
ı ız
(1)
Kraliçe Victoria. -
281
ları
ku
tatmin etmesi o kadar güçleşir. yaşındaki çocuktan, bir kaş çatmasıyle dünyayı titreten hükümdara kadar, bütün insanlığın hayatında böbürlenmenin etkisini abartmak pek olanaklı değildir. İnsanlar bu gibi arzuları Tanrıya yakıştırma imansızlığını bile işleyerek, Onun durmadan övüımek istediğini Ama. ele aldığımız bu dürtülerin etkileri büyük olmakla birlikte, bunların hepsini bastıran biri daha vardır: İktidar sevgisini söylemek istiyorum. İktidar ievgisi, kibire yakından benzer, ama kesinlikle aynı şey değildir. Kibirin doyum bulmak için gereksindiği şey. ündür. A.B.D.'nde ünlü olmanın en çok keyfini çıkaranlar film yıldızlarıdır, ama hiç bİr ünü bulunmayan Amerikan -Aleyhtarı Faaliyetler Komitesi onlara hadlerini bildirebiUr. kralın ünü büyüktür, fakat kraldan çok iktidarı vardır. Birçokları ünü Ama genelolarak bu gibi kimselerin, olayların akışı üstündeki etkileri, iktidarı üne yeğleyenle rin etkilerinden azdır. Blücher 1814'te Napoleon'un saraylannı görünce, .bütün bunlara sahip olduğu halde, Moskokoşması sersemlik değil mi?,. demişti. Böbürlenmeden de uzak kalmamakla birlikte seçmek gerekince iktidarı yeğliyordu. Bu seçiş, Blücher'e sersemlik gibi görünmüştür. İktidar da, kibir gibi doymak bilmez. Her şeyi (kMir-İ mutlak olmaktan) başka bir şeyle tam olarak dayamaz. Özellikle enerjik kişUere özgü bir kötü-tutku olduğu için de, iktidar sevgisinin dolayh etkinliği, yoğunluğuyle orantılı olmanın çok üstündedir. Bu gerçekten, önemli kişilerin hayatlarındaki en güçlü dürtüdür. İktidar yaşantısı iktidar sevgisini geniş ölçüde artmr ve bu özellik, hükümdarların iktidan için doğru olduğu kar dar, küçük iktidarlar için de doğrudur. 1914'ten önceki mutlu hali vakti yerinde hanımefendiler bir sürü hiz-
py
tu
ıld
ı ız
282
tutabilirken, onlann üstünde iktidar kullanmaktan haz, orantılı olarak çoğalıyordu. Ayın herhangi bir otokratik rejimde iktidar sahipleri, iktidarın verebildiği zevkleri tada tada daha çok tiranlaşırlar. İnsanlar üstünde iktidarı kullanmak, onlara yapmak istemediklerini yaptırtmakla belli olduğu için, iktidar sevgisine bir kimsenin zevke izin vermek:.ten çok, acıya yol açması daha olasıdır. bir mazeretren ötürü daireden için izin isteyince, onun iktidar sevgisi,dileğinizi reddetmekle, kabul etmekten daha çok tatmin bulacaktır. Bir yapım izin istediğiniz zaman, «evet- demektense «hayır" demek, besbelli ilgili küçük memura daha zevk verir. İktidar sevgisini böyle tehlikeli bir dürtü yapan, bu gibi Fakat iktidar sevgisinin daha isteniHr da vardır. Bilgi arayışı, sanınm, en başta iktidar sevgisinden hız almaktadır. Bilimsel teknikteki bütün ilerlemeler de öyledir. Siyasette de, bir reformcunun iktidar sevgisi bir deskadar güçlü olabilir. Bir dürtü olarak iktidar sevgisini büsbütün yermek bir hata olurdu. Bu dürtünün siZİ yararlı eylemlere mi yoksa zararlı eylemlere mi ği, toplumun düzenine ve sizin yeteneklerinize bağlıdır. Yetenekleriniz teorik ya da teknikse, bilgİ ya da tekniğe katkıda bulunursunuz ve ilkece etkenliğiniz yararlı olur. Eğer bir iseniz, bir iktidar sevgisiyle hareket edebilirsiniz. Ama ilkece bu dürtü, herhangi bir nedenle status quo'ya yeğlediğiniz bir düzenin gerçekleştiğini görme arzusuyle birleşir. Büyük bir general. Alkibiades'in yaptığı gibi, hangi yana döğüştüğüne aldınş etmeyebilir. Ama ço.ğu general. kendi ülkesi için döğüşmeyi yeğlemiş ve böylelikle. iktidar sevgisinden başka dürtüsü de olduğunu göstermiştir. Politikacı her zaman çoğunlukta bulunacak şe kilde sık sık yan değiştirebilir. Fakat çoğu, politikacı, bir aldıkları
py tu ku
ıld
ı ız
283
partiyi ya da ötekini
yeğler
ve kendi iktidar bu kadar salt iktidar sevgisi, çeşitli, ayrı ayrı insan tiplerinde görülebilir. Bunlardan biri, en güzel örneğini verdiği, hangi memlekete olsa hizmet eden asker (kaderin askeri) tipidir. Nasanıyorum ki, Fransa'yı Korsika'ya yeğlemesi için ideolojik bir nedeni yoktu. Fakat Korsika imparatoru olsaydı, kendisini Fransız gibi göstererek olabildiği kadar bir adam olamazdı. Bununla birlikte, böyleleri pek katıksız örnekler değildir. çünkü böbürlemnekten de çok büyük zevk duyarlar. En salt olanı, Eminence Grise denilen tiptir: Yani, tahtın arkasında durup hiç bir zaman kamuonune ve gizlice «Bu kuklalar, ipleri kimin çektiğini ne kadar az biliyorlar» kendini kutlayan kuvvet. 1890'dan ı900'ya kadar Alman dış politikasına egemen olan Baron Holstein bu tipİn en mükemmel örneğidir. Baron Holstein yoksul bir evde oturmuş, hiç bir zaman sosyeteye girmemiştir. Yalnız bir seferinde imparatorun ısrarına dayanamadığı zaman dışında, impa.ratotIa karşılaşmaktan kaçınınıştı. Bütün saray çağrılarını da, uygun elbisesi olmadığı geri çevirmiştir. Şansölyeye ve Kayzerin birçok yakınına şantaj yapabilmesini mümkün kılan sırlar ele geçirmiştir. Bu şantaj iktida.rını ise, servet yahut ün edimnek ya da herhangi bir baş ka çıkar sağlamak için değil, yalnızca onları kendi yeğle diği dış politikayı kabul etmeye zorlamak için kullanmış tır. Doğuda da haremağaları arasında buna benzeyenler pek seyrek değildir. de üstünde durduklarımıza oranla, bir anlamda daha az temel nitelikleri olmakla birlikte, yine hayli önemli olan öteki dürtülere geliyorum. Bunların birincisi heyecan sevgisidir. hayvanlara üstünlüklerini can sı kıntısı duyabilme yetenekleriyle gösterirler. Böyle olmakla birlikte, hayvanat maymunlara bakarken, yeğlemeye başeğdirir.
Olabildiği
py tu ku
ıld
ı ız
284
bazen, belki
onların
da bu
bıktırıcı
duygunun tomurcukoluyor. Het ne haIse, deney, can sıkıntısından kaçmanın hemen bütün insanlar ıçın arzulardan btri olduğunu göstermektedir. Beyazlar, henüz bozulmamış bir ırkıyla ilk defa ilişki kurdukları zaman, onlara İncil'in ışığından, kabak tatlısına kadar her çeşit nimeti sunarlar. Ama ne kadar hoşumuza gitme se de, çoğu bunları kayıtsızlık la karşılar. Onlara götürdüğümüz hediyeler arasında gerçekten değer verdikleri, hayatlarında ilk defa birkaç an içİn, yaşamanın ölümden daha iyi olabileceğini hayal edebilmelerini mümkün kılan sarhoş edici içkilerdir. Kızıl derililer, henüz beyaz adamların etkisine girmeden önce. çubuklarını bizim yaptığımız gibi sükı.inetle değil, adeta şehvetle tüttürörler ve dumanı baygınlık verecek kadar çok içlerine Nikotin, heyecan sağlamaya yetmeyince de, yurtsever bir hatip onları bir komşu kabileye saldırınalan için ayaklandınr, bundan da a.UAL'i/"U"'''''''' göre) bir at yanşından ya da bir genel seçimden duyduğumuz zevki alırlardı. Kumarın zevki, hemen bütünüyle heyecandan ibarettir. Monsieur Huc, Büyük Setteki tüccarların, kışın bütün paralarını tüketene kadar kumar oynadıklarını, sonra bütün mallarını yitirdiklerini ve nihayet üstlerindeki elbiselerini de ortaya çıplak kalarak soğuktan öldüklerini anlatmaktadır. İlkel Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi uygar insanlarda da, bana öyle geliyor ki, savaş çıkınca halkın alkış tutması, en başta heyecan sevgisindendir. Bu duygu, sonuçları bazen biraz daha ciddi olmakla birlikte, bir futbol bütünüyle aynısıdır. Neyin heyecan sevgisinin kök nedeni olduğuna karar vermek hiç de kolay değildir. Ben, zihin yapımızın avcılık la geçinilen aşamaya uygun kaldığını düşünmek eğilimin deyim. Yemeği için çok ilkel silahlarla uzun bir gün bolarım
düşündüğüm
py
tu ku
ı ız ıld
285
ld yı
up
t ku
yunca geyik bir adam, o gunun sonunda cesedi, zafer kazanmış bir edayla mağarasına süıiikleyince, kansı eti hazırlayıp o da tatmin bulmuş olarak yorgun düşerdi. Uykusu gelir, kemikleri ağrır ve pişen yiyeceğin kokusu bilincinin her köşesini, ge diğini doldururdu. Nihayet sonra da, derin bir uykuya dalardı. Böyle bir yaşayışta sıkılacak ne zaman, ne de enerji bulunurdu. Ama tanma girip de tarlalardakl bütün ağır karısına yaptırtmaya başlayınca, insan hayatının boşluğu üstünde düşünmeye, mitolojiler ve felsefe sistemleri icat etmeye ve durmadan Valhalla'nın 1 yaban domuzunu avlayacağı öbür dünyanın hayalini kurmaya zamanı olmuştu. Biz~m zihin yapımız, çok ağır bir fizik çalışma hayatına göre ayarlanmıştır. Ben gençken tatillerde yürürdüm. Günde yinni beş mil gittikten sonra, akşam olunca sıkıntı giderici herhangi bir şey yapmayı gereksemezdim. çünkü otunnanın zevki bana bol bol yeterdi. Ama modern yaşayış, bu fizikçe yorucu ilkelere göre yüıiitü lemez. iş oturarak yapılır. beden işleri de ancak uzmanlaşmış birkaç adaleyi çalıştınr. Hükümetin onlan ölüme atma karannın ilan edilişini sevinç çığlık lanyle karşılamak için Trafalgar alanında toplanan kalabalık, o gün yirmi beş mil yürümüş olsaydı böyle yapmazdı. Bununla birlikte, savaşçılık hevesine karşı uygulanacak bu tedavi pek değildir ve eğer - belki istenir bir şey değildir ya - insan soyu yaşamaya devam edecekse, heyecan sevgisini türeten, kullanılmayan fizik enerji için zararsız bir boşalma sağlayacak başka· yollar bulmak gerekir. Bu, ahlAkçılann da toplum refonnculannın da pek az bir sorundur. Toplum reformcuları düşünecek daha ciddi konuları olduğu görüşün dedirler. Ahlakçılar ise, heyecan sevgisinin toplumca hoş-
ı ız
(l)
286
Norse mitoloisinde Tann Odin'in cenneti. -
py
tu
ku
bütün boşalma yollarının ciddiliği üstünde dIJrmaya pek meraklıdırlar. Ancak, onların kafasında bu ciddilik, günahın ciddiliğidir. Dans salonları, sinemalar, içinde yaşadığımız caz çağı, duyduklarımıza inanacak olursak, cehenneme açılan kapılardır. Daha iyisi, evde oturup günahlarımızı derin derin düşünerek vakit geçirmektir. Ben bu uyarıları yapan ağırbaşlı adanılarla tam olarak anlaşabilecek yetenekte değilim. birçok kılıklara girer: Bazen gençleri aldatır, bazen de ve ciddi Keyinerine bakmaları için gençleri kandıran şeytansa, yaşlı ları da bu zevkleri ayıplamaları için kandıran, sakın aynı şeytan olmasın? Hem belki kınama, yaşlılara uygun bir heyecan duyma yolundan bir şey değildir. Ve belki de, istenilen etkiyi yaratması için gittikçe daha büyük doz... da alınması gereken - afyon gibi - keyif verici bir maddedir? Sinemanın kötülüğünden başlayınca, adım adım ilerleyerek karşımızdaki siyasal partiyi, güneyIileri, ları, Asyahları, kısacası bizim klübün üyesi olmayan herkesi varacağımızdan korkmak gerekmez mi? Ve savaşlar, tam böyle kınanıaların genişlemesinden doğınaz mı? Ben, bİr savaşın dans salonlarından doğduğunu hiç Girdiği
ıld
işitmedim.
ı ız
biçimlerden birçoğunun yıkıcı oluşu, heyecaciddi olan yanını meydana getirir. Heyecan, alkol ya da kumar aşırılığına karşı direnemeyenlerde yıkıcı olur. önemlisi, savaşa yol açtığı için yıkıcıdır. Heyecan öyle derin bir gereksimuedir ki, zararsız yolları açık ohnadıkça, bu çeşit zararlı yollara dökülecektir. Bugün sporda ve - anayasa sınırları içinde kaldıkça - siyasette böyle zararsız boşalma yolları vardır. Ama bunlar. özellikle siyasetin en heyecan verici türü, aynı zamanda en çok zarar verici olan türü de olduğu için yeterli değildir. Uygar yaşayış pek evcilleşmiştir. Kararlı olacaksa, uzak atalarımızın avlanmakla doyurdukları
nın
287
zararsız boşalma yolları sağlamalıdır. Halkın
az, tavşamn koca bir kalabalığın binlerle tavşam ustalıkla öldürerek ilkel içtepHerini ilkel bir biçimde doyuruşlarım seyretmiştim. Ama, halkın çok, tavşa nın az olduğu Londra ya da New York'ta ilkel -iU''''''''''''''' için başka yollar bulunmak zorundadır. Bence her büyük şehirde, insanların çelimsiz kayıklarla aşabile cekleri yapma çağlayanlar ve mekanik köpekbalıklanyle dolu yüzme havuzları olmalıdır. bir savaşı savunurken yakalananları, bu hünerli canavarlar arasında her gün iki saat geçiTIneye mahkUm etmek gerekir. Daha ciddi heyecan sevgisine yapıcı boşalım yollan bulmak için büyük çaba gösterilmelidir. Dünyada hiç bir şey, ani bir buluş ya. da am kadar heyecan verici değildir ve bu anlan, bazen samIdığından çok daha fazla insan yaşa maya yeteneklidir. Başka birçok siyasal dürtüyle karışan, insanların ne yazık ki duymaya yatkın oldukları, biribirleriyle sıkı sı kıya ilgili iki tutkunluk daha vardır: Korku ile nefreti söylemek istiyorum. Korktuğumuz şeyden nefret etmemiz normaldir. Her zaman olmamakla birlikte, genellikle nefret ettiğimizden de korkarız. İlkel insanlar için bilmedikleri, tanımadıklan her şeyden hem korkmanın, hem de nefret etmenin kuralolarak alınabileceğini sanıyorum. Bu insanların kendileri bir sürü, başlangıçta çok ufak bir sürü meydana getirirler. Bu sürünün içinde, özel bir düşmanlık nedeni olmadıkça, hepsi dosttur. Başka sürüler ya şimdi düşmandır ya da ileride düşman olabilir. Kazayla onlardan ayrılan biri hemen öldürülür. Yabancı bir sürü, bir bütün olarak, şartlara göre çarpışılması gereken bir Bizim de yabancı uluslara karşı gösterdiğimiz içgüdüsel egemen olan hala bu ilkel mekanizmadır. Dış ülkelere hiç gitmemiş bir kimse, bütün yabancılara vahşinin, başka kabilenin bir üyesine baktığı giçok
olduğu
tu
ku
py
ıld
ı ız
288
bi bakar. Ama seyahat etmiş ya da uluslararası jJvııej'Ac,y biri, kendi sürüsünün zenginleşmesi isteniyorsa, bir dereceye kadar öteki sürüleFle gerektiğini KeşHlUIllş olacaktır. Siz ve biri size «Fransız Iarla kardeşsiniz» dese, ilk içgüdüsel duygunuz "saçma" demek olacaktır. «Onlar omuzlarım silkerler ve Fransızca konuşurlar. Hatta kurbağa yediklerini bile duydum.» Ama o adam, size, Ruslarla zorunda kalabileceğimizi böyle olursa Rhine çizgisini savunmanın iyi bir şey olacağını, Rhine çizgisi savunulacaksa Fransız yardımının da şart olduğunu o zaman «Fransızlarla kardeşsi niz» derken ne demek istediğini anlamaya başlarsınız. Ama '''''"",p'''''' biri, Ruslada da olduğunuzu ileri sürecek olursa, sizi buna inandıramaz. Meğer ki, Marslılardan gebir tehlikeyle karşıya olduğumuzu gösterebilsin. Biz nefret edenleri saveriz, olmasaydı sevmemiz gereken pek az insan
incelemiş
py
tu
ku
kalırdı.
ıld
Böyle olmakla birlikte, bütün bunlar ancak öteki Insanlara karşı tutumlarla ilgilendiğimiz ölçüde doğrudur. Oysa, geçiminiz için - o da istemeye istemeye - düşük bir ürün vermesinden ötürü, toprağı düşmanınız niz. B{r bütün olarak Tabiat Anayı düşmanınız sayabilir ve insan hayatına Tabiat Anayı alt etme savaşı diye bakabilirsiniz. İnsanlar hayatı böyle görseydiler, bütün insan soyunun yapması kolayolurdu. Ve eğer okUllar, gazeteler, siyasetçiler kendHerini bu amaca verseydiler, Insanların hayatı böyle görmeleri kolaylıkla sağlanabilirdi. Fakat okullarda yurtseverlik öğretilir, gazeteler yaratmaya bakarlar, siyasetçiler de yeniden seçilmeye. Onun için, bu üçünden insanlığı intihardan kurtaracak herhangi bir şey yapamaz. Korkuya karşı iki şey vardır: Biri dış tehlikeyi azaltmak, öteki de Stoacı bir dayanma disiplinini
ı ız
F.: 19
289
ld yı
p tu
ku
benimsemek. Bu tkindsi, hemen eyleme geçmenin gerektiği zamanlar dışında, düşünceyi korkunun kaynağından başkaşeylere Korkunun fethedilmesi çok büyük önem taşımaktadır. Korku, kendi içinde aşağılatıcı bir şeydir. Kolaylıkla bir yerleşik fikir haline gelir ve düpedüz aşın zalimlikIere yol açar. İnsanlann üstünde, güvenlikten daha hayırlı etkisi olan hiç bir şey yoktur. korkusunu ortadan kaldıracak bir sistem kurulabilseydi, alelade insanlann gündelik zihniyetIerindeki gelişme çok büyük ve çok hızlı olurdu. sıra, korku bütün dünyayı gölgelemektedir. Duruma göre, kötü yürekli komünistin ya da kötü kapitalistin elinde tuttuğu atom bombasıyle bakteri bombası, ve KremUn'i titretmekte ve insanları uçuruma giden yolda gitgide daha ileriye itmektedir. düzelecekse, atılacak ilk ve asıl adım, korkuyu azaltınanın bir yolunu bulmaktır. Dünyayı yarışan ideolojilerin çatışması kaplamıştır. tışmanın nedenlerinden biri de, bizim kendi ideolozafer kazanmasım ve ötekinin yenik düşmesini arBen buradaki temel dürtünün ideolojilerle sanmıyorum. Bence ideolojiler bir yoludur. ıçındeki tutkular da, yaIrnca yarışan gruplar arasında. her zaman çıkan türdendir. Tabii, komünistlerden nefret etmek için türlü türlü nedenler vardır. Birincisi ve en önemonların bizim mahmızı mülkümüzü elimizden almak istediklerine inanıyoruz. Ama soyguncular da bunu istiyorlar. Soyguncuları da kabuIlenmemekle birlikte, onlara karşı tutumumuz gerçekten komünistlere karşı tutumumuzdan pek başkadır. En çok da, bize aym korkuyu vermedikleri için. İkinci olarak, dinsiz olmalanndan ötürü komünistlerden nefret ediyoruz. Ama de on birinci beri dinsizdir. ancak Chiang Kai-shek'j beri onlardan nefret etmeye başladık. olarak, demokrasiye inanmadıkları için komünist-
ı ız
290
ı ız ıld py
tu
ku
lerden nefret ediyoruz. Yine de bunu, bizi Franco'dan nefret ettirecek bir neden saymıyoruz. Dördüncü olarak, özgürlüge izin vermedikleri için onlardan nefret ediyoruz ve bu duygu bizi öylesine sarıyor ki, onları taklit etmeye karar veriyoruz. Bunlardan hiçbirinin, nefretimizin gerçek kaynağı olmadığı apaçıktır. Aslında onlardan korktuğumuz ve bizi tehdit ettikleri için nefret ediyoruz. Ruslar hAlA Rum ortodoks dinine baglı kalsaydılar, bir hükümet kursaydılar, her gün küfreden, bütünüyle özgür bir basınları olsaydı - yine bugünkü kadar güçlü orduları oldugu takdirde - bize düşman olduklarını düşündürecek bir bahane bulsaydık, onlardan yine nefret ederdik. Besbelli, odium theologicum nefret) denen bir şey de vardır ve bu, bir düşmanlık nedeni olabilir. Ama bence, bu da sürü duygusunun bir koludur. Teolojisi ayn olan bir kimse yabancılık duygusu verir, her yabancı olan da her halde tehlikelidir. Gerçek-te ideolojiler, sürüleri yaratma yöntemlerinden biridir ve sürü nasıl türetilmiş olursa olsun, psikoloji pek aeıpşırne:z. Benim yalnızca kötü, yahut olsa olsa ahlakça renksiz üstünde durduğumu düşünüyor olabilirsiniz. ki. bunlar kuralolarak, daha özgeci (digergam) dürtülerden daha güçlüdür. Ama özgeci dürtülerin de vafolduklannı ve zaman zaman etkili olabildiklerini inkar on dokuzuncu yüzyılın eylem, özgeciydi ve adam1883'te Britanyalı vergi mükelleflerinin, kölelerini özgür bırakmalan için Jamaikalı toprak milyonlar ödemiş olmaları ve Viyana Kongresinde Britanya Hükümetinin, öteki uluslan da köle ticaretinden caydınnak uğruna önemli ödünler vermeye hazır olması, kölelige karşı eylemin özgeciligini kanıtlar. Bu, geçmişten bir örnektir. Ama Amerika da eşit ölçüde saygıdeger örnekler vermektedir. Böyle olmakla
291
ğaltılabilmesidir.
py
tu
ku
birlikte, çağdaş tartışmalara saplanmak istemediğiır. ;çİn bunlardan söz etmeye kalkmayacağım. Acımanın gerçek bir dürtü olduğundan ve bazı kim: selerin bazı zamanlarda bazı kimselerin acılanndan ötürü hayl~ rahatsızlık duyduklarından kuşkulamlabileee ğini sanmıyorum. Son yüzyılın birçok insaniyetçi ilerlemesini yaratan, acıma duygusudur. Delilere kötü davranıldığıru anlatan hikayeleri işitince üzüıürüz. hastalara kötü muamele edilmeyen bir hayli vardır. Batı ülkelerinde tutuklulara edilmemesi gerektiği kabul edilir. da, bu durum ortaya çıkarsa kıyamet kopar. Yetimlere Oliver Twist'teki 1 gibi muamele edilmesini hoş göremeyiz. Protesten ülkeler, hayvanlara eziyet edilmesini onaylamazlar. Bütün bu yollardan, acı ma siyasal bir etkinlik kazanmıştır. korkusu kaldı nlsaydı, bu etkililigİ çok daha büyük olurdu. geleceğiyle ilgili belki en güzel umut, lannı yollannın kapsamca 'ço-
ıld
Söylediklerimizi özetleyelim: bireyden çok, sürülerle ilgilidir ve siyasette önemli olan arzular da, bu yüzden belli bir sürünün çeşitli üyelerinin aytıı duyabiIdikleri arzulardır. Üstüne siyasal yapılar kurulabilen geniş mekanizma, sürü içinde ve başka sürülere karşı düşmanlığa dayanır. Sürünün içindeki işbirliği hiç bir zaman mükemmel değildir. yan ve sürüden aynlan belirli kişiler vardır. Bu üyeler,. olağan düzeyin altına düşmüş ya da üstüne yükselmiş olanlardır: Yani budalalar, caniler, peygamberler ve kaşifler.
ı ız
(1)
292
Charles Diekens'in (1812 - 70) ünlü bir romam. Türkçesi için bak. çeviren: NihaI Önol Altın Kalem - Klasik Romanlar, 1968). - Der.
bir sürü, ortalamanın üstüne görmeyi ve altına düşenlere en az
nı hoş
tuhaflıklarıgaddarlıkla
dav-
ranmayı
Öteki sürülerle ilişkilere gelince.; Modern teknik, beniçgüdü arasında bir çatışma yaratmıştır. Eski günlerde iki kabile savaşınca, biri ötekinin kökünü tüketir ve arazisini kendisininkine katardı. Yenenin açısından, bütün harekat bütünüyle doyurucu olurdu. hiç de değildi ve duyulan heyecan O şartlar altında, savaşın süregeldiğine gerekir. Ne yazık ki, duygulanmız hala böyle ilkellikle savaşmaya kalmış, ama bugünkü savaş harekatı büsbütün değişmiş tir. Modern bir savaşta bir düşman öldürmek çok pahalı bir iştir. Son savaşta Alman öldüğüne ve galip gelenlerin ne kadar vergi ödediklerine bakarsanız, bir bölme işlemi yaparak bir ölü Alman'ın maliyetini layabilirsiniz. da bunun hayli yüksek olduğunu görürsünüz. Almanların Doğudaki düşmanlarının, yenik nüfusu sürüp arazilerini işgal ederek, savaşın eski yararlarından sağladıkları doğrudur. Ama Batılı galipler bu gibi yararlar sağlayamamışlardır. Modern savaşın mali bakımdan karlı bir iş olmadığı apaçıktır. Biz dünya savaşlarının ikisini de kazanmış olmakla bunlar hiç şimdi çok daha zengin olurduk. İnsanlar hareket etselerdi (ki kası - etmiyor), bütün insan soyu işbirliği yapardı. Artık ne savaş olurdu, ne ordu, ne donanma ne de atom bomba,. sı. A ulusunun zihnini B ulusuna ve karşılıklı olarak B ulusununkini de A ulusuna karşı zehirlemekle görevli pmpagandacı orduları kalmazdı. Sınırlara dikilip kendi içlerinde ne kadar mükemmelolsalar da, yabancı kitapların ve yabancı fikirlerin girmesini önleyen memur orduları bulunmazdı. Tek büyük girişim daha ekonomik olabilecekken birçok küçük girişimin varolmasmı güven altılik-çıkanyla
py
tu ku
ıld
ı ız
293
na alacak gümrük duvarları olmazdı. İnsanlar kendi mutistedikleri kadar coş kunlukla arzu etseydiler, bütün bunlar çabucak gerçekleşirdi. Ama bana, bu ütopya düşlerinin yaran ne diyeceksiniz? nasılsa büsbütün bencil olmamamızın çaresine bakarlar, olana kadar da cennet mutluluğu gerluIukIarım, komşulannın kötülüğünü
Sözlerimı
böyle kinikça bitirmek istemem. Bencillikve bazı kimselerin bu şey yadsımıyorum. Ama bir yandan siyasette olduğu gibi, geniş insan bencilliğin üstüne durumlann az olduğunu, öte yandan - bencillik, benlikçıkarı diye halklann, bencilliğin altına çok durumlar wıuuguuu söylemeye Halkın benlikçıkannın altına düştüğü durumlar ara·· sında da, idealist dürtülerle hareket ettiklerine inandıkları durumların vardır. İdealizm diye geçinen, genellikle saklı nefret ya da saklı iktidar sevgisidir. insan kütlelerine sözde soylu dürtülerin egemen olduğunu görünce, yüzeyin altına bakmanız ve bu düıtüleri neyin etkin kıldığını kendinize sormanız yerinde olur. Benim burada yapmaya kalktığım gibi bir psikolojik inceleme, biraz da, bir soyluluk görünüşüne kanmak çok kolayolduğu için yapılmaya değer. olarak şunu söylemek isterim ki, bı.;ıraya kadarki sözlerim doğruysa, dünyayı mutlu kılmak için gereken başlıca şey, zekadır. Bu da her şey bir yana, iyimser bir sonuç sayılmak gerekir. Çünkü zekA, bilinen eğitim metodlarıyle geliştirilebilecek bir şeydir. ten daha iyi
şeyler olduğunu
py
tu
ku
ıld
ı ız
294
18. Trelleck yakınlarında Ravenscroft'ta doğu mu, Monmouthshire, 1874 Annesi Lady 1876 Babası Lord ölümü. Babasımn vasiyetinin mahkeme kararıyla iptali: (dinsiz) vasilerinin yerine, babaannesi Lady Russell ile Rollo Russell'ın vasi tayin edilmeleri; Pembroke Lodge'a yel'le~ım4~si. 1883 Frank'tan Euklides geometrisi üstüne ilk derslerini alması; özel eğitmenlerle evde öğrenime 1872
Mayıs
1896
1898 1900 1905
sorunları
üstüne ilk felsefe bir günceye yazması. üniversitesi'nin Trinity Koleji'ne· girişi. Manevi Bilimler dalından mezun oluşu. Geometrinin Temellerl üstüne öğretim üyeliğine giriş çalışması. Paris'te fahri ataşe. Alys Smith'le evlenmesi. Almanya'ya gidişi. Berlin üniversitesİ'nde çalışma sı. Londra İktisat ve Siyasal Bilim Okulu'nda (lSEPS) Alman Sosyal Demokrasisi üstüne ders vermesi. Trinity Koleji'ne öğretim üyesi olarak Alys Russell'la birlikte kins ve Bryn Mawr ders vermesi. Leibniz okutması. G.E. Moore ile birlikte Kant ve Hegel'e baş kaldırışı. Paris'teki Uluslararası Felsefe katılışı. Tasvirler Teorisİ'ndeki ilk başarıları.
ı ız
1895
din
ıld
1890 1894
py tu
ku
1883
295
py
tu ku
1907 Milletvekilliği adayı olması ve kazanamaması. 1908 Krallık (Royal Societyl üye seçilmesi. 1910 On yıl boyunca A.N. Whitehead'le birlikte Mathematka üstünde çalışması. İlk cildin bu yıl yayımlanması. BilinemezCi görüşleri yüzünden Liberal Parti tarafından milletvekilliğine aday ISU,::;Lt:'UillitHlilC>si. Cambridge, Trinity matematik mantık dersleri vermesi. ı9n AristoteIes Derneği'ne Başkan seçilmesi. Alys Russell'dan aynıması. 1913 Ecola des Hautes Sociales'de Matematik Mantığın Felsefesi Önemi konusunda konferans vermesi. Trinity Kolejrnde Heretik'lere Felsefesi üstüne yapması. 1914 Oxford'da Herbert Felsefe Konferansı'nı vermesi. Konu: Felsefede Bilim Yöntemi. Boston'da Lowell Konferansçısı olarak Dış Dünya Üstüne Bilgimiz hakkında. konferans vermesi. Birinci Dünya Savaşına söylev ve risaleleri. 1915 Manchester Felsefe Derneği'nde Maddenin Sonul Kurucu üstüne konuşma yapması. 1916 Vicdan itirazıyla. askerlik yapmayan birinin iki yıl hapse malıkum edilmesini eleştiren bir risalesinden ötürü, Everett Davasında 100 Sterlin para cezasına çarptınlmasl. Bu cezayı ödemeyince kitaplığının satılması. Dostlan tarafından gerisin satın alın ması. Trinity Kolejfndeki öğretim üyeliğinin elinden
ı ız ıld
alınması.
1918 Londra'da sekiz bir konferans dizisiyle kendi Mantıksal Atomculuk felsefesini açıklaması. Burada, son dört ytldan beri ona yaptığı. etkiyi kabul etmiştir. Amerikan askerlerinin greveilere karşı kullanılması konusundaki bir Kongre araştırma raporundan bir kısmını bir makalesin-
296
ı
1
ku
de aktardığı için Brixton Cezaevinde altı ay mahkum edilmesi. İkinci Kısımda yatma hükmünün Birinci Kısma çevrilmesi. Hapisteyken, «Matematik Felsefeye - Introduction to MathamaUcal Philosophy» adlı kitabını yazışı. 1920 Rusya'yı ziyareti. 192] Alys Russell'dan boşanması. Dora Black'le evlenmesİ. ziyareti. Londra'da ve Pekin'de Zihnin üstüne .konferanslar vermesi. John'un doğumu (Lord 1922 Partisrnden milletvekili adayı olması. Moncure D. Conway'in anısına Düşünce ve Resmi Propaganda konusunda konferans vermesi. 1923 Partisi'nden milletvekili adayı olması. Kate'in doğumu.
1924
!tl27
ıld
1il25
py
tu
A.B.D.'nde konferans turnesi. Halka Açık lar Birliği'nde Scott Nearing'le Bolşevizm ve Batı üstüne tartışması. New York'ta. Özgür Derneği'ne Nasıl konusunda. konferans vermesi. Trinity Koleii'nde Maddenin üstüne Tamer Konferansıarı. A.B.D.'nde konferans turnesi. Petersfield yakınların daki Beacon Hill'de bir okul kurması. Kendisinin ve karısı Dara Russell'ın başöğretmen olmaları. Neden Değilim konusunda, Ulusal Layiklik Derneği Güney Londra Şubesi için Battersea. Town Hall'da konferans vermesi. A.B.D.'nde konferans turnesi. Northwestern Üniversitesfnde (Evanston, Illinois) Düşünüş Sınıfına Dünyaya. Açılan Yol konusunda bir ma yapması. New York'ta John Cowper Evlilik Başarısız Bir Kurum Mudur konusunda tartışması.
ı ız
1929
1930
297
1931 A.B.D.'nde konferans turnesi. Sherwood Anderson'la Kalkacak Mı konusunda tartışması. Ağabeyi Frank'ın ölümü üstüne Russell Kontu
py
tu
ku
1935 Dora Russell'dan Boşanması. Okuldan çekilmesi. 1936 upon Tyne'daki Armstrong Kolejl'nde Earl Anma Konferansını Gerekircilik (Determinizm) ve Fizik konusunda vermesi. Helen Patrieia Spence'le evlenmesi. 1937 Conrda'ın doğumu. 1938 Onord'da Dil ve Olgu üstüne konferansıar. A-B.D.'ne gidip 1944'e kadar orada kalması. T.V. Smith ve Paul İktisadi İktidarın Yola Getirilmesi üstüne Radyo Tartışmaları. 1939'a kadar Üniversitesi'nde Konuk Profesör. 1939 Chicago Üniversitesi Yuvarlak Masa Toplantısında Güvenlik Artıyor Mu konulu Radyo Tartışmasına katılması. Chicago Üniversitesi'nin Sosyoloii Klübü'ne Dünyada Aydının Rolü konusunda konferans vermesi. 1940'a kadar, Los Angeles'teki Califomia Üniversitesfnde konferansıar. 1940 Harvard'da Anlam ve Doğruluk Üstüne Bir Araştırma konusunda William James Konferanslan. New York Koleji'ne tayininin iptaliyle ilgili Bertrand Russell Davasının 1941 Merion'daki (Pennsylvania) Bames Vakfı'nda Felsefe Tarihi konferansçılığı. CBS Radyo Huntington Caims, Allan Tate ve Mark Van Doren'le birlikte Hegel'in Tarih Felsefesi üstüne meye Davet» konuşmalar yapması. WEAF Radyo Rex Stout'la birlikte «Özgürlükten Sözadarken» programında yap-
ıld
ı ız
ması.
1942 Jacques Barzun'la birlikte
298
Deseartes'ın
Yöntem
ıüne Söyleşi,
Scott Buchanan ve Mark Van Doren'le birlikte Etbika, daha sonra da Katherine Ann Porler'la birlikte Carroll'un Alis Harikalar kesinde kitaplan üstüne, CBS'nin Dakonuşmalar yapması. Amerikan Forumu'nda Hindistan'da Ne konusunda konuşması. 1943 Barnes bozulması. Beş yıl süreli sözleşmenin haksız yere bozulduğunu mahkemede kanıtlayarak davayı kazanınası.
py
tu
ku
1944 New York'taki Rand Okulu'nda, WEVD Radyo İs tasyonu aracılığıyla yayınlanan, Rusya'yla konusunda konuşması. dönüşü. İkinci kere, Cambridge Trinity Koleji'ne öğretim üyesi olarak seçilmesi. Bu yılki dersinin konusu: Tanıtlayıcı-olma yan 1947 (Quaker'lerin) Dostluk Evi'nde, Ulusal Kitap Birliği toplantısında Felsefe ve üstüne konuşması. 1948 Önlenmesi konusunda konferans vereceği Trondheim'a gitmek üzere uçarken bir uçak kazası Ağır bir palto giymiş olduğu halde on saat süreyle yüzerek kendisini kurtarması. BBC'de Otorite ve Birey konusunda ilk Reith Konferansıarını vermesi. 1949 Britanya Akademisİ'ne fahr! üye seçilmesi. Uyakat CO.MJ alması. Westminster Okulu'nda Atom Enerjisi ve Sorunlan üstüne
ıld
ı ız
yapması.
ve düşünce özgürlüğünü save önemli eserleri nedeniyle"· Nobel Edebiyat Ödülü'nü alması. ziyareti. 1951 New York'taki Columbia üniversitesi'nde Machette Vakfı Konferanslan'nı vermesi. Konu: Bilimin Toplum üstündeki Etkisi. (Amerika'nın) Siyasal ve Kül-
1950 .Her zaman
insanlığı
vunduğu
299
türel
Yöntemin
Kuşkuculuk
Niteliği
konularında,
ve
Programı'nın konuşmalarına katılması. ın ölümü. 1952 Patrida Russell'dan
ve Kökeni, BBC Alys Russell'-
Edith Finch'le evlen-
mesİ.
ku
ötürü Gü1955 Dünya Barışı için gösterdiği müş Armut alması. Pugwash Bili:m.r 1957 Nükleer silahlann yayılmasına adamları Konferanslan'nın ilkini düzenlemesi. (C.N.DJ 1958 Nükleer Silahsızlanma Campaign for Nucliar Disarmamentl olması. 1960 C.N.D. hareketinden aynlan doğrudan - eylem taraflısı 100'ler Komitesİ'nin Başkanlığına seçilmesi. 1961 Komitenin öteki üyeleriyle birlikte, huzur bozucu bir otunna gösterisine katıldığı için 2 ay hapse mahkum olması ve 89 yaşında bulunmasına rağmen 1 hafta hapiste kalması. 1963 Komite'nin başkanlığından aynıması ve nükleer savaş tehlikesine karşı uluslararası bir örgütlemek amacıyla «Bertrand Russell Barış Vakfı»nı kunnası. 1967 «Bertrand Russell Mahkemesİ»nde Vietnam'daki Amerikan Emperyalizminin savaş suçlannın yargılanması (Bu mahkemenin üyeleri arasında, Türkiye'den de o zamanın T.İ.P. Mehmet AH Aybar var-
ld yı
p tu
ı ız
dırl.
1070
2.
raeth'te ölümü.
300
Galler Bölgesindeki Penrhyndeud-
RUSSELL'IN
YAPıTLARı
ku
(Bir bölümü Alys Rus1896 German Soc~aı sell tarafından yazılmıştırJ «Alman Sosyal Demokrasisi» 1897 An Essay on the Foundations of Geometry "Geometrinin Temelleri Üstüne Bir Deneme» 1900 A Critical Exposition of the of Leibniz «Leibniz'in Felsefesinin Eleştirili Bir Biçimde Serimlenmesİ»
The
tu
1903
of Mathematics
«Matematiğin İlkeleri»
Mathematice - i
py
1910 Principia birlikte)
(A. N. Whitehead»le
ıld
«Matematiğin İlkeleri»
«M.atEımı:ttılsın İlkeleri»
ı ız
Essays "Felsefi Denemeler» 1912 Principia Mathematica - II CA. N. Whitehead'le birlikte)
1910
1912
Türkçesi: (çev. HayruHalı Örs) Felsefe Meseleleri (İstanbul: Remzi K., 1970) aynca, (çev. Vehbi Felsefe Soruları (İstanbul: Alaz CA. N. Whitehead'le bir-
1913
liktel ""Al""""O'.H İlkeleri»
301
ku
1914 Our Knowledge of the ExternalWorld as a Field for Scientific Method in Pl1ıil(lsophıy Türkçesi: (çev. Vehbi Hacıkadiroğlu {«Felsefede Bilimsel Yööntemin Bir Uygulanıa Alanı Olarak»] Dış Dünya Bilgimiz (İstanbul: Alaz Yay., 1980) 1914 Scientific Method in Ph.ilosOııhJ T;;rk",,"'i: (çev. Hanıdi Akverdi) Felsefede Metot (İstanbul: M.E.B., 1940), Lise Felsefe Dersleri Yardımcı : 16 1914 The of Bergson «Bergson'un Felsefesi» 1915 War, the of Fear Korkunun Kaynağı» 1916 Principles of Social Reconstruction «Toplumsal Yeniden - Kuruculuğun Başka adla: Why Men Fight - A Method of ru",,,ı,,,,Ull,; the International Duel «İnsanlar Niçin - Uluslararası Düelloyu Yasaklamanın Bir Yolu» of the Entente, 1904 - 1914 1916 Devletlerinin Politikası, 1904 - 1914» (Bu kitabın Sırasında Adalet - Justice in WarTime» başlıklı bölümü, aynı yıl daha· önce aynca
ld yı
p tu
ı ız
1917 Political Ideals Türkçesi: (çev. Mehmet Harmancı) Siyasal (İstanbul: Köprü Yay., 1968) 1918 Mysticism and Logic and Other Kılıçell Misİlk bölümünün Türkçesi: (çev. 1935) Kalanı: tUtlik ve Mantık (İstanbul: Devlet «ve Başka Denemeler»; aynca (çev. Ayseli Usluata) Mistisizm ve Mantık (İstanbul: Varlık Yay., 1972) 1918 Roads to Freedom, Socialism, Anarchism
302
(önerilen) Yollan: Sosyalizm, ve Sendikalizm» An Introduction to Mathematica! Philosophy «Matematiksel Felsereye The Pra"Ctice and Theory of Bolshevism ya da Bolshevism in Theory and Practice «Uygulamada ve Kuramda Bolşevizm. ya da -Bolşevizmin -Kuramı ve Uygulaması» Türkçesi: (çev. Nedim SeD Bolşevizm (İstanbul: Habara Yay., 1967) The Analysis of Mind -Zihnin çc)zü,mllenmı,si,. The Problem of China Sorunu» Free Thought and Official Düşünce ve Resmi Propaganda» The Prospects of Industria! Civillsation mora Russena birlikteJ Türkçesi: (çev. Melik Endüstri Toplumunun Geleceği (Ankara: Bilgi Yay., 19791. The ABC of Atoms .Atomlarm Alfabesi» Bolshevism and the West ve Batı» lcarus or the Future of Science (Mitolojide Adamı .Icarus ya da Bilimin «
Anarşizm
1919 1920
1921 1922
1924
ı ız
1924
ld yı
1923
up
1923
t ku
1922
Geleceği»
1924 How to be Free and Happy .Nasıl ve Mutlu Olmalı» 1924 Logical Atomİsm «Mantıksal Atomculuk» 1925 The ABC of Relativity Türkçesi: (çev. S. Vahap ErdoğduJ Rölativitenin (Ankara: Onur [Görecmğin ı Alfabesi 1974)
303
1925 What i Believe «Neye 1926 On Edueation,
in Childlıood Özellikle İlk Çocukluk ,-,,,,,i;;lUU<ı» adla: Edueation and the Good - Life «Eğitim ve - Hayat» Türkçesi: (çev. Hamit DerelD Terbiyeye Dair (Ankara: M.E.B., 1954). Bilim Eserleri: 2 Why i am not il. Christian : aynı adı taşıyan 1957 derleme - kitabın çevirisinde "Neden Hıristiyan Değilim» The Analysis of Matter «Maddenin ÇözüımIEmnrıes:i» Selected Papers of Bertrand Russell "B.R.'ın Seçme Makaleleri» An Outline of Ph.iloııop,hy .. Felsefenin Bir ÖZeti» Essaya "K·uşl.ucu Denemeler» Marrlage and Morals urkÇIElSİ: (çev. Ender Gürol) Evlilik ve Ahlak (İstanbul: Varlık Yay., 1971). 3'üucü bas. The Conquest of· Happiness .. Mutluluğun Ele - Fethi» Saadet Yolu (çev. Nurettin (İstanbul: Varlık Yay., 1966), 2'nci bas. Has Made Useful Contributions to Clvilization "pin Uygarlığa Yararlı Katkılarda Bulunmuş Mudur" Türkçesi: 1957 tarihli Neden Değilim lığı altında çevrilen derleme-kitabın içinde. The Scientific Outlook .. Bilimsel Bakış» «Eğitim
1927
1927 1927
1929
1930
1930
1931
304
ı ız ıld py
1928
tu ku
1927
Türkçesi: (çev. Avni
Yakalıoğlu)
Bilimden Bekledi-
ğimiz
ld yı
up
t ku
!İstanbul: Varlık Yay., 1969), 3'üncü bas. 1932 Edueation and the Social Order Türkçesi: (çev. Nail Bezell Eğitim ve Toplum Düzeni (İstanbul: Varlık Yay., 1981). 2'nci bas. 1934 Freedom and (ya da versus) Organization, 1814-1914 ve 1814-1914» Bir parçasının (Part II, Cect. CL Türkçesi: (çev. Murat Belge) . (İstanbul: De Ya., 1965), Bilgi Dizisi f5 1935 In Praise of IdIeness and Other Essays Türkçesi: (çev. Mete Ergin) Aylaklığa Ive Başka Denemeler ı (İstanbul: Altın Kitaplar, 1969) 1935 Religion and Sefenee Türkçesi: (çev. Akşit Göktürk) Din ile Bilim (Ankara: Bilgi Yay., 1972). 2'nei bas.; ayrıca (çev. Hilmi Yavuz) Din ve Bilim (İstanbul: Varlık Yay., 1972) 1936 Which Way to Peace «Banşa Giden Yol Hangisi» 1936 Determinism and Physics eGerekircilik ve Fizik1937 The Amberley Papers (Patrida Russell'la birlikte) Russell'ın anne ve babasının mektup ve anılarının derlernesi 1938 Power ı A New Social Analysis Türkçesi: (çev. Mete Ergin) IYeni Bir Toplumsal yv","."..,,,ı,,,,,, (İstanbul: Altın Kitaplar, 1967) 1940 An Inquiry lnto Meaning and Truth «Anlam ve Doğruluk Üstüne Bir 1945 A History of Westem PllIU(J.SOphy
ı ız
F.: 20
305
Türkçesi: (çev. Mua.mmer Sencer! Batı Felsefesi Tarihi, üç cilt : Bilgi Yay., 1972-73), 2'nci bas. 1948 Human Knowledge, Its and Limits "İnsan Bilgisi: Kapsamı ve Sınırları .. 1949 and the Individual Yetke ve Birey Türkçesi: Ayseli Usluata) (İstanbul: Cem Yay., 1975) 1950
py
tu
ku
..Tutulma.yan Denemeler.. 1951 The Impact of Science on (çev. Erol EsenBilimin ça.y) (İstanbul: Deniz K., 1982) 1952 New for a. "Değişen Bir Dünya Yeni Umutlar» 1953 Satan in the Subı.ırbs and Other Storiee Banliyöde (ve Başka Hikılyeler) <İstanbul: Cem Yay., 1979); aynca Yurdanur Salman) (Almancadan çev. Harika Aktel) Hikayeler (İstanbul: Tel Yay., 1972) 1954 of Eminent Persons and Other Steries .. Ünlü Kimselerin Karabasanlan ve Başka Hikı\ yeler" tık bölümün Türkçesi: (çev. Türkan Araz) Bunalımı (İstanbul: Kitabevi, 19641 1954 Human Society in Ethics and Politics "Ahlakta ve Siyasette İnsan Toplumu .. 1954 History as an Art .. Sanat Olarak Tarih.. 1956 Logic and Knowledge, Essays 1901-1950 (der. R.C. March) ..Mantık ve Bilgi: Denemeler 1901-1950»
ı ız ıld
306
ı
19157
am not a Christian and Other on Reand Related Subjects (der. P. Edwa.rdsl Ender Gürel) Neden ne.. ğilim Ive Din ve Dinle Konular Üstüne Başka De:o.emelerl 1957 Understanding IJistory and Other Essays (Eski denemelerinin yeniden basımı) (İstanbul: Varlık Yay., 1972), 2'nci bas., Kitaplar 62., .. Tarihi Anlamak ve Başka. Denemeler,. 1958 The Will to Doubt (Eski denemelerinin yeniden ba.-
ku
sımı)
Savaşı
tu
Etmek İradesi" 1959 Common Sense and Nuclear Warfare Türkçesi: (çev. Avni Yakalıoğlu) Sağduyu ve Atom
py
(Ankara: İş Bankası Kültür Yay., 1960) Phllosophical .. Felsefede _>! •• ' - ' 1959 Wisdom of the West .. Batının Bilgeliği" 1960 Bertrand Russell Speaks His Mind .. B.R. Düşüncelerini 1959 İlkbaharında verdiği televizyon müli':ıkatları. Bir kısmının Türkçesi: (çev. Yılmaz) (Ankara: Bilgi Yay .• 1966); ayrıca (;ev. Samih Tiryakioğlu) DG (İstanbul: Varlık Yay .• 1977). birlikte: (çev. S. 1959
ıld
ı ız
çagull11zıIn Sorunları
DüşOn-
1972), Nobel 191'12 'l'ı, ..lu·",";:
(çev. Memduh Balaban) Kitabevi, 1964), Bilgi Dizisi 10;
ayrıca
307
İsmail Hakkı Oğuz)
1962
1962
1963
py
tu
ku
1963
1967
The Autobiography of Dertrand Russell .B.R.'m Otobiyografisi. cilt: i :::: 1872-1914, II:::: 1914-1944, III 1945-1968 Aynca: (çev. TürkAn Araz) , Denemeler (İstanbul: Ataç K., 1965). (çev. İlhan Akçayl, Anılar !İstanbul: Deniz
ıld
1969
Geleceği
(Ankara: İş Bankası Kültür Yay., 1965), (çev. Akşit Göktürk) Yarını (Ankara: Bilgi Yay., 1972), Cemiyetler ve (çev. İlhami Kayal, Geleceği (İstanbul: Boğaziçi Yay., 1974). Fact and Fiction «Olgu ve Hayat~ War Crimes in Vietnam Türkçesi: (çev. Niyazi Atakoğlu) Vietnam'da Sa.vaş Suçları (Ankara: Bilgi Yay., 1967) Unarmed Victory (Küba Bunalımı dolayısıyle Dünya Büyüklerine yazdığı mektuplar) -SilAhsız ZaferWar and Atrodty in Vietnam (R.D. Stetler Jr. ile birlikte) Türkçesi: (çev. Şahin Alpay ve Nuri Çolakoğlu) Vietnam'da Savaş ve Zulüm (Ankara: Sol Yay., 1966)
=
ı ız
ı970)
308
.
KAYNAKLAR
RUSSELL
Bertrand Russell üstüne daha
geniş
bilgi edinmek için, kısa tarutma yazılarından başka, başvurulabilecek hemen hemen hiç Türkçe kaynak yoktur. Yalnız, İstanbul üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü tarafından yayımlanan Felsefe Arkivi'nin bir sayısı Russell'a aynlmıştır 14 - Yıl 1963). Özellikle şu iki yazıya bakıruz: Nenni Uygur, «B.R.'ın Doğruluk Anlayışı," s. 3-35 ve Tea Grünberg, «B.R.'ın Tasvirler Teorisi,» s. 13B-73. Aynca, yine ayru derginin bir önceki sayısında 13, Yıl 1962), Russell'ın bir kitabı üstüne genişçe bir tarutma yazısı çıkmıştır: Nermi «B.R.'ın Felsefede ti811şıne:sı," s, 103-15. Russell hakkında, çoğu olmak üzere yabancı dillerde yazılmış kitaplardan bazıları şunlardır:
,,,,,,n,,,,,,,
kitaplarından
bazılarırun başındaki
py
tu
ku
ıld
ı ız
RW.Clark. The Life of B.R. (New York, 1976) B.R. and Trinity (Cambridge, 1942) A.Dorward, B.R. (London, 1951) A.Wood. B.R. ı The Passionate (Loiı.don, UIS6) Felsefesi üstüne kaynaklar , L.W.Aiken, B.R.'s of Morals (New York, 1003) A.C.Benjamin, The Logical Atomism of B.R. (Michigan, 1924) - yayımlanmamış doktora tezi E.R.Eeames, B.R.'s Theary of (London, U16g) C.A.Pritz, B.R.'s Construction of the Extıımal World (Londou, 1952)
309
E.Götlind, B.R.'s Theories of Causation 1952) P.E.Jourdain, The of Mr. B.R. (London, 1918) RMetz, Die der Gegenwart in Grossbritanien, cilt 2'de (1935) J.Park, B.R. on Education (Columbus, Ohio, 1963) D.F.Pears, B.R. and the British Tradition in Philosophy (London, 1967) dergisi, cilt 35 (1960 Ocak sayısı) E.Riverso, II Pensiero di B.R. i Espoz.ione Storico-crJtica 1958)
ıld py
tu ku
dergisi, cilt 8 Sivista Critica di Storia dalla. (1953), sa.yı 2 RTIıalheimer, A Critical of the Epistemology, and - Physical Doctrines of B.R. (Baltimor, 1931) {Der.> The of B.R. (Chicago, 194·4), Libmry of Living Philosophers, cilt V (Der.) RSchoenman, B.R. i of the in His Honour (London, 1967).
ı ız
310
içiNDEKİLER
ÖNSÖZ
1
py tu
ku
Phlllosoplıy of BR - M. Tuncay) Tümevanm Üstüne (Problems of Philosophy - H. Örn) ve Tümeva.rım IProblems of Philosophy - M.Tuncay) .• .. .. .. Aristoteles'in Mantığı of Western Philosophy .. .. .. .. .. .. M. Sencer) . Tanıma. Yoluyla ve Tasvir Yoluyla Bilgi (Problems of Philosophy - H. Örn) •• •• •• •• •• •• Felsefesi (History of Western Ph:iloı;op,hy - M. Sencer) .. •. ,. .. .'. .. .. .. Bilim Yönteminin Sınırlılıklan (Selentifie Outlook - A .
••
Neden
••
••
Hıristiyan Değilim
E. GüroD
••
•• •• •.
••
••
14 31
47 50 61
90
•• •. 101
(Why i am not a Christian -
.• •• •• •.
.• •• •• ••
113
ıld
Bilinemezci CAgnostik) Ne Demektir? of America. - M. Tunca.y) .. .. .. .. 132 İnsan Değerleri Arasında Cinsiyetin Yeri (Marria,ge and Morals - E. Gürol) .. .• .. .. .. .. .. .. .. 145 Neye (Why i am not a. Christian - E.
ı ız
GüroD Eğitimin
• • • • • • • • • • • • . . • • • • • , •• 155· 195
Amaçlan (On Education - H. Dereli) 1ktidarın Yola Getirilmesi (Power: A New Social - M. Ergin) .. .. .. .. .. ., .. .. .. Felsefe ve Siyaset Essays - M. Tuncay) .. Onemli Arzular (Nobel Prize Acceptence _ ... _____ - M. Tuncay) RUSSELL'IN RUSSELL'IN RUSSELL
221 254 227 295 301
309
mydalı
kitaplar
ç ağımızın en büyük düşünürlerinden B. Russell'ın yazmış olduğu çok sayıda kitaptan bir kısmı bizde de çevrildi ve basıldı. Mete Tuncay'ın özen ve titizlikle bir araya getirmiş olduğu, yazarın ülkemizde yayımlanmış ve yayımlanınamış yazılarından seçmeleri bu kitapta sunuyoruz. Yapıtın, bu çok yanlı düşünürün felsefesi ve çeşitli toplumsal görüşleri hakkında genel bilgi sahibi olmak açısından önem taşıdığı ve bir baqvuru kitabı niteliğinde olduğu kanısındayız.
250 lira