Abdülkâdir-i Geylânî
1
insan yay›nlar› : 403 k›lavuz kitaplar dizisi : 1 birinci bask›: istanbul, mart 2004 isbn 975-574-391-X
abdülkâdir-i geylânî doç. dr. dilâver gürer
içdüzen insan kapak düzeni r›dvan kuyumcu bask›-cilt kurtifl matbaas› www.kurtismatbaa.com
insan yay›nlar› keresteciler sitesi, mehmet akif cad. kestane sok. no: 1 merter/istanbul tel: 0212. 642 74 84 faks: 0212. 554 62 07 www.insanyayinlari.com.tr
[email protected] 2
Abdülkâdir-i Geylânî D‹LÂVER GÜRER
3
Do ç. Dr. D ‹LÂVE R GÜ RER 1965 y›l›nda Yozgat’ta do¤du. 1986 y›l›nda Ankara Ü. ‹lâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Bir y›l ö¤retmenlik yapt›ktan sonra, Haziran 1987’de Baflbakanl›k Osmanl› Arflivi Daire Baflkanl›¤›’nda uzman yard›mc›s› olarak göreve bafllad›. fiubat 1995’te Selçuk Ü. ‹lâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dal›’nda araflt›rma görevlili¤ine tayin oldu. Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 1992 y›l›nda bafllad›¤› Abdülkâdir Geylânî ve Kâdiriyye’nin Kollar› isimli doktora çal›flmas› kabul edilerek Temmuz 1997’de doktor unvan›n› ald›. May›s 2002’de doçent oldu. M›s›r ve Fransa’da branfl› ile ilgili araflt›rmalarda bulundu. Yurtiçi ve yurtd›fl›ndaki çeflitli dergilerde makalaleri bulunan yazar›n bas›lm›fl iki kitab› vard›r: 1- Abdülkâdir Geylânî, Hayat›, Eserleri ve Görüflleri, ‹stanbul, 1999, ‹nsan Yay›nlar›. 2- Peygamberlerin Öyküleri, ‹stanbul, 2002, ‹nsan Yay›nlar›. Arapça ve ‹ngilizce bilen Doç. Dr. Dilâver Gürer, 1999 y›l›ndan beri S.Ü. ‹lâhiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dal› baflkanl›¤› görevini de yürütmektedir.
4
‹Ç‹NDEK‹LER
ÖNSÖZ
7
G‹R‹fi ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ’N‹N YAfiADI⁄I DEV‹R A) S‹YASÎ MANZARA B) ‹LMÎ VE KÜLTÜREL MANZARA
11 11 14
C) ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ ZAMANINDA TASAVVUF 15
I. BÖLÜM fiAHS‹YET‹ HAYATI ‹LMÎ VE TASAVVUFÎ fiA
19
A) HAYATI
19
1- Do¤umu ve Nesebi
19
2- ‹lim Tahsili
21
3- Tasavvufa ‹ntisab› ve Silsilesi
22
4- Ailesi
27
5- Vefat›
27
B) ESERLER‹
31
C) VAAZLARI VE H‹TABET YÖNÜ
32
D) ‹T‹KADI
37
E) MENKIBE VE KERAMETLER‹NDEN B‹RKAÇI
39
F) HALLAC-I MANSUR HAKKINDAK‹ DÜfiÜNCES‹
48 5
G) DEVR‹N SUFÎLER‹N‹N GÖRÜfiLER‹
50
H) MUHY‹DDÎN ‹BN ARABÎ’DE AK‹SLER
56
II. BÖLÜM fiLER‹ TASAVVUFÎ GÖRÜfiL A) KEND‹ ‹FADELER‹YLE ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ B) TASAVVUF ANLAYIfiI
59 61
C) TASAVVUF NED‹R?
62
D) SUFÎLER‹N ÖZELL‹KLER‹
64
E) ‹L‹M AMEL ‹HLÂS
70
F) TEVH‹D
90
III. BÖLÜM KÂD‹R‹YYE A) TARIKAT‹N ‹NT‹fiARI VE KOLLARI
97
B) KÂD‹R‹YYE’DE USUL, ADAB, ERKAN
100
NETÎCE
103
B‹BL‹YOGRAFYA
107
6
ÖNSÖZ
fiuras› muhakkak ki, tasavvuf, ‹slâm tarihi boyunca flekillenen ‹slâmî bir ilim dal› olmas›n›n yan›s›ra, ayn› zamanda ve belki ondan daha da önce, ‹slâm dininin özünü, ruhanî taraf›n›, fleklin alt›ndaki hakikî boyuutnu, hikmet yönünü ortaya koyan bir hayat tarz›n› da ifade eder. Bu aç›dan tasavvufî hayat biçiminin en belirgin özelli¤inin ‹slâm’› fert baz›nda en samimi bir biçimde yaflamak gayesi oldu¤u söylenebilir. Bunun da ötesinde, dilimizdeki ifadesiyle “tasavvuf” Bat› dillerindeki ifadesiyle “mistisizm” kavram›n› “insan›n yarat›c›s›n› arama fikir ve çabas›” diye tarif ederek, ona genifl bir zaviyeden bakacak olursak, bu tür düflünce ve teflebbüslerin her dinde, hatta her kültürde mevcut oldu¤unu görürüz. Gerçekten de insano¤lu hangi devirde, hangi kültür ve medeniyet ortam›nda bulunmufl olursa olsun, içerisindeki bu f›trî sese kulak vererek, yarat›c›s›n› ve onu raz› etme yollar›n› aramaktan hiçbir zaman geri durmam›fl, gerek ilâhî vahiy ve gerekse ken7
di istidlâlleri vas›tas›yla, Rabbine giden yollar› keflfetmek için insanl›k tarihi boyunca azamî gayret sarfetmifltir. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin tebli¤ etti¤i ve tek ilâhî din olan ‹slâm’da insan›n bu ruhî yönüne, manevî cihetine büyük önem verildi¤ini görüyoruz. Bu dinin hayat boyutu, bir hadisteki ifadesiyle ‹slâm (dinin emir ve yasaklar›na uymak), ‹man (sa¤lam bir inanç sistemine sahip olmak) ve ihsan (daima Allah’›n huzurunda bulundu¤u fluuruna sahip olmak) olmak üzere üç aflamadan, üç temel yap›dan oluflmaktad›r. Bunu flu formül ile de izah edebiliriz: ‹slâm dini= ‹slâm+iman+ihsan. ‹slâm dini, mensuplar›n›n inanç taraf›n› akaidkelâm ile, ibadet taraf›n› f›k›h ile ve ruh, mana ve ihsan yönünü de tasavvuf ile teçhiz, tezhip ve tertip etmektedir. Dayanaklar› tamam›yla Kur’an-› Kerim ve Resulullâh’›n sünnet-i seniyyesi olan tasavvuf bir ilim dal› olarak, di¤er ‹slâmî ilimler gibi zamanla tedevvün edip geliflerek, devlet baflkan›ndan köydeki vatandafla var›ncaya kadar her kesime tesir etmifl, büyük temsilciler yetifltirmifl ve VI/XII. as›rdan itibaren bugünkü tabirle kurumsallaflmaya bafllayarak tarikatler ve pirleri ile madde ve mana dünyam›zdaki yerini alm›flt›r. 8
Tarikat ve tarikat piri denince Abdülkâdir-i Geylânî ve Kâdiriyye akl›m›za ilk gelen isimlerdendir. Baflka bir deyiflle Abdülkâdir-i Geylânî ve onun kurmufl oldu¤u Kâdiriyye tarikati gerek ilmî ve kültürel tarihimizin ve gerekse bugünkü sosyal hayat›m›z›n önemli bir unsurudur. Bu sebeple biz bu kitab›m›zda Abdülkâdir-i Geylânî’nin hayat›n›, tasavvufî görüfllerini ve tarikatini ele alarak, bu büyük tarihî flahsiyeti insan›m›za tan›tmaya katk›da bulunmak arzusunday›z. Emeklerimizi zayi etmemesi dile¤iyle, âlemlerin Rabbi, sonsuz rahmet sahibi Yüce Allah›m›za sonsuz hamd ve senalar; peygamberimiz, Hâtem-i Enbiya Hz. Muhammed’in flahs›nda bütün peygamberlere ve sevdiklerine en güzel selâmlar… Doç. Dr. Dilâver Gürer 05.05.2003 / Meram-KONYA
9
10
G ‹ R ‹ fi ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ’N‹N Y A fi A D I ⁄ I D E V ‹ R
A) S‹YASÎ MANZARA
Abdülkâdir-i Geylânî 470-561/1078-1166 tarihleri aras›nda yaflam›fl, 91 y›l gibi bir asra yak›n uzun bir ömür sürmüfltür. Tabiat›yla bu uzun ömrü içerisinde pek çok tarihî olaya flahit olmufltur. Onun ömrünün 70 y›l› aflk›n bir zaman dilimi Abbasîler Devleti’nin baflkenti Ba¤dat’ta geçmifltir. Bu dönem içerisinde o toplam alt› halifenin iktidar› alt›nda yaflam›flt›r. Abdülkâdir-i Geylânî’nin do¤umu Türklerin Malazgirt Savafl›’n› Alparslan (v. 463/1071) kumandas›nda Bizansl›lara karfl› kazan›p (463/ 1071), Anadolu’nun kap›s›n› bir daha kapanmamak üzere aralamalar›n›n hemen akabine rastlar. Bu olay ise daha 25 sene önce (m. 1054 y›l›) Katoliklik ve Ortodoksluk (Do¤u Kilisesi ve Bat› Kilisesi) olmak üzere iki büyük mezhebe ayr›lm›fl ve bir yandan “dinî çekiflmeler” diye tercüme edebi11
lece¤imiz “Envestiture kavgalar›” ile bir yandan da büyük katedrallerin yap›m› ile meflgul olan Bat› Hristiyanl›k dünyas›n›n, sun’î de olsa birleflmelerine vesile olmufl ve onlar›, hem Bat› Kilisesi’nin otoritesini reddetmifl olan Do¤u Kilisesi’ne gerekli dersi vermek, hem de yaklaflmakta olan Türk-‹slâm tehlikesini bertaraf etmek maksad›yla Haçl› seferlerini (1096-1200 m.) düzenlemeye sevketmifltir. Kudüs’e kadar uzanan ve önüne gelen her yeri ya¤malayan, talan eden Haçl›lar, hem do¤udaki Hristiyanlara, hem de Müslümanlara tam bir kâbus devri yaflatm›flt›r. Bu esnada ‹slâm topraklar› Orta Asya, Hindistan, ‹ran, Mezopotamya ve havalisi, Anadolu, Arabistan Yar›madas›, Kuzey Afrika’n›n tamam› ve Endülüs gibi çok genifl bir co¤rafyaya yay›lm›fl durumda idi. Ayn› zamanda ‹slâm, Afrika’n›n ortalar›na girmeye de bafllam›flt›. Ne var ki, bu genifl co¤rafî yay›l›fla karfl›l›k, Müslümanlar aras›ndaki siyasî birlik tamam›yla da¤›lm›fl idi. Endülüs Emevîleri (756-1492), Murab›tlar (Berberîler) (1090-1144) ve Muvahhidler sülâlesi (11441223) Endülüs’te, Fat›mîler (909-1171) M›s›r’da, Karahanl›lar (960-1211) Türkistan havzas› ile do¤u ‹ran’da, Gazneliler (962-1186) yine ‹ran’da, Anadolu Selçuklular› (1040-1308) AnadoluIrak’da ve Abbasîler (749-1258) de Irak-Arabistan’da hüküm sürmekte idi. 12
Bu iktidarlardan Abbasîler ile Selçuklular Abdülkâdir-i Geylânî’yi do¤rudan ilgilendirir. Çünkü onun yaflad›¤› yer olan Ba¤dat, Abbasîlerin hilâfet merkezi idi. Abbasîler ile Selçuklular aras›nda ise s›k› bir diyalog mevcuttu. Selçuklu hükümdar› Tu¤rul Bey (431-455/1040-1063) 447/1055 y›l›nda Ba¤dat’a girerek, Abbasî iktidar›n› fiiî tasallutundan kurtarm›fl, Sünnî akidenin ve Abbasî hilâfetinin koruyuculu¤unu üstlenmifl, buna karfl›l›k da Halife Kâim Bi-emrillâh (422-467/10311075) Tu¤rul Bey’e “Sultan” ünvan›n› vererek, onu “do¤unun ve bat›n›n hükümdar›” ilân etmiflti. Selçuklular, Abbasî hilâfetini siyasî bak›mdan fiiî hanedanlar›n tahakküm ve tehdîdinden kurtarmakla kalmam›fllar, ayn› zamanda yeni bir ö¤retim müessesesi olan Nizâmiye Medreselerini kurarak (455-457/1065-1067), fikrî bak›mdan da fiiîlerle mücadelenin yolunu açm›fllard›. fiu da bir hakikat idiki: Abbasî hilâfeti, Selçuklular›n deste¤ine ra¤men, günden güne nüfuz kayb›na u¤ruyor, eriyor ve asl›nda son demlerini yafl›yordu. K›saca, bu devirde ‹slâm âlemi tam bir siyasî keflmekefllik ve otorite bofllu¤u içerisinde bulunuyordu. ‹darî mekanizmada bulunan beyler, valiler, kumandanlar ve hanedan hâkimleri iktidar› ele geçirmek için birbirleriyle her türlü mücade13
le ve çekiflme hâlinde idiler. Esasen, bu dönemde ‹slâm topraklar›n›n her taraf›nda devletçiklerin, beyliklerin, atabeyliklerin vs. âdeta mantar biter gibi meydana ç›kmas›n›n arkas›ndaki en önemli sebep olarak bu hususu aramak gerekir. Dinî aç›dan her türlü fikrin, her çeflit mezhebin bulundu¤u ve kendisini kabul ettirme mücadelesi verdi¤i çok canl› ve bir o kadar da s›k›nt›l› bir hayat hüküm sürmekteydi. Devrin di¤er önemli olaylar› aras›nda ise, Gazzâlî’nin inzivâ devresinden sonra Nizamiye Medresesi müderrisli¤ine tekrar dönüflünü, Hasan Sabbah’›n ‹slâm âlemini kar›flt›ran faaliyetlerini (472-507/1090-1124), Ömer Hayyam’›n ölümünü (515/1132), halifelerden Müsterflid Billâh ile Raflid Billâh’›n Bat›nîler taraf›ndan öldürülmesini ve Selçuklular’›n parçalanmalar›n› (520/1137) sayabiliriz.
B) ‹LMÎ VE KÜLTÜREL MANZARA
Abdülkâdir-i Geylânî ilmî ve kültürel aç›dan ‹slâm âleminin en canl›, en hareketli ve en bereketli devirlerinden, alt›n ça¤lar›ndan birisi içerisinde yaflam›flt›r. Bu dönemde müslümanlar, ilimde, sanatta, kültürde, mimaride, ticarette, k›saca her alanda çok verimli bir devre geçirmifllerdir. Devrin bir yandan her türlü siyasî ve dinî kar›fl›k14
l›klar› yaflarken, di¤er yandan da özellikle ilmî alanda velûd insanlar yetifltirmesi, tarihin garip ve ibretli bir tecellisi olsa gerektir. fiüphesiz ki, Gazzâlî devrin -belki de kendisinden sonraki devirlerin dahi- en renkli simas›d›r. O daha önce bir nebze de¤indi¤imiz gibi, sadece tasavvuf için de¤il, kelâm, felsefe ve f›k›h için de köklü esaslar getirmifl ve kendisinden sonrakiler için istikamet belirlemifltir. Felsefe haricinde de kendisine herhangi bir ciddî elefltiri gelmemifltir. Gazzâlî, Bat›nîler ile felsefecilere karfl› müsamahas›z bir tav›r tak›narak, onlar›n tesirlerini büyük ölçüde engellemifl, kelâma karfl› ise ihtiyatl› yaklafl›m›yla, halk› bir noktada bu ilimden so¤utmufltur. Onun tasavvuf alan›ndaki en önemli eserinin ‹hyâü ulûmi’d-dîn oldu¤unu söyleyebiliriz. Bu dönem, hemen hemen bütün ilim dallar›nda canl›l›k ve yeniliklerin gözlendi¤i, baflka bir ifadeyle ‹slâmî ilimlerin alt›n ça¤lar›ndan birini yaflad›¤› dönemdir.
C) ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ ZAMANINDA TASAVVUF
Abdülkâdir-i Geylânî’nin yaflad›¤› as›r tasavvuf aç›s›ndan di¤er ‹slâmî ilimlerde oldu¤u gibi son derece canl›l›¤›n oldu¤u bir dönemdir. Bu dönemde bir yandan tasavvufun Kur’ân ve sünnet 15
temelleri pekifltirilmeye çal›fl›l›rken, di¤er yandan ‹slâm co¤rafyas›n›n s›n›rlar›n› aflan, hem ‹slâmî, hem de tasavvufî propaganda ve irflat faaliyetleri sûfîler taraf›ndan devam ettirilmekte idi. Kavramlara ve zihniyete, ufak çapl› yeni yorumlar ve ilâveler getirilmekle birlikte, tasavvufun temel meflguliyetini topluma hitap eden, topluma yönelik umumî kaideler oluflturmakta idi. Baflka bir deyiflle, bu dönemde tasavvuf mensuplar›n›n ferdî e¤itim için genel olarak, öncekilerin usullerini benimseyerek, halk kitlelerinin e¤itimi için gereken kaideleri koymaya bafllad›klar›n› görmekteyiz. Devlet idarecilerinin sûfîlere karfl› müsbet tavr› ise tasavvufun geliflmesinde ve kurumsallaflmas›nda müsbet tesir eden rollerden birisi olmufltur. ‹dareciler, fethedilen yerlerde, sûfîlere yer tahsis ederek, onlar›n hangâh, tekke, zaviye ve vak›flar kurmalar›na yard›mc› olmufllar ve pek çok tarikat mensubunun yetiflmesine imkân sa¤lam›fllard›r. Daha önce Kufleyrî ve Gazzâlî’nin, zahir ehlinin tasavvufa bak›fl› karfl›s›nda verdikleri mücadeleden bahsetmifltik. Gazzâlî ile tasavvuf aleyhtarl›¤›n›n h›z› büyük ölçüde kesilmifl ve tasavvuf ‹slâmî ilimler içerisindeki yerini alm›flt›. Gazzâlî’nin hemen akabinde ise baflta, Abdül16
kâdir-i Geylânî, Ahmed Yesevî, Abdülkâdir esSühreverdî ve Ahmed er-Rifâî (Rufaî) olmak üzere, sûfîlerin ço¤unlu¤unun, Kufleyrî taraf›ndan bafllat›larak, Gazzâlî ile neticelendirilen ehl-i sünnet inançlar›na ba¤l› tasavvuf mücadelesine sahip ç›kmalar› ve faaliyetlerini seleflerinin aksine daha rahat bir ortamda yapmalar› neticesinde, toplumun her kesiminden kabul görerek, tasavvuf ‹slâm âleminin her taraf›na yay›lm›fl ve h›zl› bir teflkîlatlanma ve kendine has kültürü ortaya koyma sürecine girmifltir. Bu sebepledir ki, VI./XII. as›r tasavvuf aç›s›ndan araflt›rmac›lar›n kahir ekseriyetine göre bir dönüm noktas›d›r. Zira bu dönem ile tasavvuf dönemi sona ermifl, zahirî ilmin medreselerini kurarak, akademik bir seviyeye ulaflmas›na karfl›l›k, tasavvuf da kendi kurumlar›n› yani tarikatleri kurarak, e¤itimini daha sistemli bir flekilde verme imkân›na kavuflmufltur. Bize göre, tasavvufun tarikatleflmesi, baz›lar›n›n iddias›n›n aksine, tasavvufun bir yozlaflmas› ya da istikamet de¤ifltirmesi de¤il, bilâkis o ana kadarki birikimin ve zaman›n ihtiyaçlar›n›n zarurî bir neticesi ve ayr›ca sosyokültürel bir hakikattir. 17
18
I. BÖLÜM HAYATI ‹ L M Î V E T A S A V V U F Î fi A H S ‹ Y E T ‹
A) HAYATI
1- Do¤umu ve Nesebi Tam ad› Gavs-› A‘zam Vahid-› Eflheb Muhyiddîn Ebu Muhammed Abdülkâdir b. Ebî Salih Mûsâ ez-Zâhid el-Geylânî el-Hanbelî’dir. Hazar Denizi’nin güneyinde, ‹ran’›n kuzeybat› taraf›nda kalan Geylân bölgesinin, Neyf kasabas›n›n Büfltir köyünde, 470/1078 y›l›nda dünyaya gelmifltir. Hazar denizinin güneybat›s›nda uzanan da¤lar›n oluflturdu¤u bölge olan Geylân, bugün de ‹ran s›n›rlar› içerisinde yer almakta ve ayn› isimle an›lmaktad›r. Abdülkâdir-i Geylânî’nin baba taraf›ndan nesebi flu flekilde Hz. Ali’ye ulaflmaktad›r: “Abdülkâdir b. Ebî Salih Mûsâ Cengî-dost b. Ebî Abdillâh b. Yahyâ ez-Zâhid b. Muhammed b. Davûd b. Mûsâ b. Abdillâh b. Mûsâ el-Cûn b. Abdillâh el-Mahz el19
Mücell b. Hasan el-Müsennâ (v. 97 veya 99/715 veya 717) b. Hasan (2-49/624-672)b. Alî b. Ebî Tâlib el-Murtazâ (v. 17.09.40/4.01. 661).” Bu flecereye göre Hz. Hasan soyundan geldi¤i için Abdülkâdir-i Geylânî flerif olarak kabul edilmifltir.
Kalâidü’l-cevahir sahibi Tadifî, Abdülkâdir-i Geylânî’nin anne taraf›ndan dedesi Savmaî’nin Hüseynî oldu¤unu belirtir. Alî el-Kârî de Abdülkâdiri Geylânî’nin anne taraf›ndan Hz. Hüseyin’e ulaflan flu silsileyi vermektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Ümmi’l-Hayr Emeti’lCebbar Fat›ma bint Abdillâh es-Savmâî ez-Zâhid b. Ebî Cemâliddîn Muhammed b. Mahmûd b. Ebi’l-Ata Abdillâh b. Kemaliddîn Îsâ b. el-‹mam Alâiddîn Muhammed el-Cevvâd b. el-‹mam esSeyyid Alî er-R›za (v. 203/818) b. el-‹mam Mûsâ el-Kâz›m (v. 183/799) b. el-‹mam Ca’fer es-Sad›k (v. 148/765) b. el-‹mam Muhammed el-Bâk›r (v.114/733) b. el-‹mam Zeyni’l-Abidîn Alî (v. 95/713) b. el-‹mam efl-fiehîd Ebî Abdillâh el-Hüseyin (3-49/624-670) b. Emîri’l-Müminîn Alî elMurtazâ (v. 40/661) (rad›yallahü anhüm). Bu silsileye göre de baz› kaynaklar Abdülkâdir-i Geylânî’nin seyyid oldu¤unu belirtirler. Fütûhu’lgayb’›n sonunda ise bu iki flecere d›fl›nda di¤er üç halifeye ulaflan flecereler verilmektedir. Abdülkâdir-i Geylânî’nin ailesine gelince: Babas› 20
Mûsâ Cengî-dost hakk›nda fazla bilgi yoktur. Ancak s›fat›na bak›l›rsa, savafllarda büyük kahramanl›klar göstermifl bir cengâverdir. Muhtemelen, Abdülkâdir-i Geylânî 18 yafl›na gelmeden önce ölmüfltür. Annesi Ümmü’l-hayr Emetü’lCebbar Fat›ma bintü Ebî Abdillâh es-Savmaî’dir. Kaynaklarda saliha ve keramet sahibi bir kad›n oldu¤u zikrediliyor. Anne taraf›ndan dedesi olan Ebu Abdillâh es-Savmaî ise hay›r, salâh, tevekkül ve tefviz sahibi bir zat olup, Geylân’›n ileri gelen fleyhlerindendi. Kaynaklar›n verdi¤i bilgiye göre Abdülkâdir-i Geylânî’nin akrabalar›n›n tasavvuf ile yak›ndan alâkalar› vard›. Abdülkâdir-i Geylânî babas› ve annesinin salih ve müttakî insanlar olduklar›n› söyleyerek, onlar ile ilgili duygular›n› flöyle dile getirmektedir: “Babam gücünün yetti¤i kadar›yla dünyaya karfl› zahid oldu. Annem de ona bu konuda muvafakat etti, onun bu davran›fl›na r›za gösterdi. ‹kisi de salah, diyânet ve flefkat ehli kiflilerdi. ‹fllemifl oldu¤um hay›rlar›n hepsi, sahip oldu¤um bütün nimetler onlar›n olsun.”
2- ‹lim Tahsili Yukar›da Abdülkâdir-i Geylânî’nin ilmî bir çevrede do¤du¤una iflaret etmifltik. Orada temel bilgileri ald›ktan sonra zaman›n büyük ilim merkezle21
rinden Ba¤dat’a gelmifl, dinî ilimleri burada tahsil ederek, ilmî flöhretine kavuflmufltur. Abdülkâdir-i Geylânî Ba¤dat’ta gramer, edebiyat gibi yard›mc› ilimlerin yan›s›ra, f›k›h, hadis, tefsir, akait gibi dinî ilimleri de devrin en ünlü âlimlerinden tahsil etmifltir. Son dönem araflt›rmalar›ndan baz›lar›nda Abdülkâdir-i Geylânî’nin önceleri fiafiî mezhebinden oldu¤u, daha sonra Hanbelîli¤i seçti¤i söylenirse de mütekaddim kaynaklar›n hepsinde onun Hanbelî mezhebinden oldu¤u kaydedilmektedir. Bu aç›dan o Ahmed b. Hanbel’den sonra Hanbeliyye’nin en önemli imamlar›ndan birisidir. ‹bn Teymiyye ve di¤erleri daha sonra gelir. Ancak baz› kaynaklarda onun Hanbelî ve fiafiî mezhebine göre fetva verdi¤i, Hanbelîlerin oldu¤u kadar fiafiîlerin de imam› oldu¤u belirtiliyor.
3- Tasavvufa ‹nt is ab› ve Sil sil esi Dinî ilimlerini tamamlad›ktan sonra riyazat ve mücahedeye bafllam›flt›r. Ancak bu tasavvufî anlamda bir faaliyet de¤ildi. Onun bu hareketi, flehrin ve insanlar›n s›k›nt›lar›ndan bir uzaklaflma, Rabbi ve kendisi ile baflbafla kalma arzusu idi. Abdülkâdir-i Geylânî o günlerdeki duygular›n› flu cümlelerle ifade eder:“Üzerime çok a¤›rl›k geli22
yordu. Öyle ki, bu a¤›rl›k bir da¤›n üzerine konsa, o da¤ çökerdi. Bu a¤›rl›k ne zaman gelse hemen yan taraf›m üzerine yere uzan›p flöyle derMuhakkak ki, zorlukla beraber bir kolayl›k dim: “M vard›r. Muhakkak ki, zorlukla beraber bir kolayl›k vard›r.” (‹nflirâh, 94/5-6) Sonra bafl›m› yukar› kald›r›rd›m ve üzerimden o a¤›rl›k giderdi.” fiu cümleler de yine onun o günlerdeki durumunu, s›k›nt›l› hâlini dile getiren ifadelerdir: “Yine bir gün ruhum çok daralm›flt›. Nefsim o a¤›rl›¤›n alt›nda âdeta inliyordu. Ben de dayanamay›p, bu s›k›nt›dan bir kurtulufl ve bir rahatl›k arzulad›m. Bana flöyle denildi: —Ne istiyorsun? —Hayat› olmayan bir ölüm ve ölümü olmayan bir hayat istiyorum. —Hayat› olmayan ölüm ve ölümü olmayan hayat nedir? —Hayat› olmayan ölümüm halktan, kendi cinsimden ölmemdir ki, ne hay›rda ne de flerde onlar› göreyim. Yine bu ölüm nefsimden, hevamdan, irademden, dünya ve ahiret emellerimden ölümümdür ki, bunlar›n hiç birisinde tekrar yaflat›lmayay›m, diriltilmeyeyim, varolmayay›m. Ölümü olmayan hayata gelince: O, Rabbimin emriyle, fiilleriyle yaflamamd›r ki, o da kendisinde hiç bir var23
l›¤›m›n olmayaca¤›, bütün varl›¤›m›n ebediyyen Hak ile beraber olaca¤› bir ölümdür. ‹flte akl›m yetti¤inden beri sahip oldu¤um en güzel istek budur.” Abdülkâdir-i Geylânî siyasî çekiflmeler, dinî kavgalar, halk›n malî ve ahlâkî yoksullu¤u gibi Ba¤dat’›n can s›k›c› durumlar›ndan öylesine bunal›yordu ki, bazen flehri tamamen terketmeye karar veriyor, fakat içinden bir ses buna mâni oluyordu. Harabelerde 25 y›l dolaflt›¤›n› bizzat kendisi söylemektedir. Bu, sürekli, kesintisiz bir 25 y›l de¤ildir. O, 25 y›ll›k süre içerisinde ihtiyaç hissettikçe uzlete çekilse gerektir. Ancak bu uzletin baz›lar› aylar, belki de y›llar sürmüfl olabilir. Fakat kesintisiz bir 25 y›l olmad›¤› muhakkakt›r. Zira, O, Ba¤dat’a 488/1095’de gelmifl, 513/ 1119’da ünlü sûfî Hammad ed-Debbâs’›n (v. 525/1130) huzurunda bulunmufl ve 521/1127 y›l›nda da vaaz meclisini akdetmeye bafllam›flt›r. Burada Abdülkâdir-i Geylânî’nin Ba¤dat’a gelifli ile Hammad’dan tasavvuf ö¤renmesi aras›nda 25 y›ll›k bir dönem vard›r. Lâkin o, Hammad ile tan›fl›ncaya kadar ilim tahsilini tamamlam›flt›r. Çünkü Hammad’›n etraf›ndaki dervifller onun fakih oldu¤unu biliyorlard›. Kanaatimizce, Abdülkâdir-i Geylânî vaaz kürsüsüne oturmadan önceki hayat›nda s›k s›k flehir d›24
fl›na ç›karak, viranelerde kalm›fl ve yerde biten bitkilerden yiyerek hayat›n› idame ettirmifltir. Pek de yabanc›s› olmad›¤› tasavvufî bir hayat›n aray›fl›na ise muhtemelen Hammad ile tan›flmas›ndan önce girmifltir. Ancak bu arada ilim tahsilini temel itibar›yla tamamlam›flt›r. Zahirî ilimleri tahsil ettikten sonra, aile gelene¤inden yabanc›s› olmad›¤› ruhî e¤itime, tasavvufa yönelir. Art›k, kendisini ruhî olgunlu¤a, kalp safiyetine ulaflt›racak, marifetini tamamlatacak mürebbileri arar olmufltur. Nihayet, zaman›n önde gelen sûfîlerinden Hammad ile tan›fl›r. Onunla sohbet eder ve tarikat ilmini ondan ö¤renir. Bu sebeple de Hammad baz› kaynaklarda Abdülkâdir-i Geylânî’nin sohbet fleyhi olarak tan›t›l›r. Hammad bu sohbet s›ras›nda Abdülkâdir-i Geylânî’nin pek çok müflkilât›n› hallederek, onu sûfilik yoluna sokar. Ancak Abdülkâdir-i Geylânî’nin fakih oluflu Hammad’›n etraf›ndaki dervifllerce ilk anda tereddütle ve hatta hoflnutsuzlukla karfl›lan›r. Bu sebeple de ona eziyete kalk›fl›rlar. Fakat Hammad dervifllerin bu tür hareketlerine engel olur ve Abdülkâdir-i Geylânî’yi kollar. Abdülkâdir-i Geylânî, Hammad’›n yan›nda bir süre tarikat ilmi (tasavvuf) ile meflgul olduktan sonra Ebu Sa’d el-Muharrimi’den h›rka-i tarikat giyerek, onun tarikat fleceresini devam ettirir. Bu25
na göre onun tarikat silsilesi flu flekilde Hz. Peygamber’e ulaflmaktad›r: “Abdülkâdir-i Geylânî (v. 561/1166) el-Kâdî Ebu Sa’d el-Mübârek el-Muharrimi (v. 513/1119) Ebu’l-Hasan Alî el-Hekkârî (v. 486/1093) Ebu’l-Ferec Abdurrahmân et-Tarsûsî (v. 447/ 1055) Ebu’l-Fazl Abdülvahid b. Abdilaziz et-Temîmî (v. 425/1033) ‹zzeddîn Abdülaziz b. Hâris et-Temîmî (önceki flahs›n babas›) (v.?) fieyh Ebu Bekr efl-fiiblî (v. 334/945) Cüneyd el-Ba¤dâdî (v. 297/909) Serî es-Sekatî (v. 257/870) Ma’rûf el-Kerhî (v. 204/819) Davûd et-Tâî (v. 165/781) Habîb el-Acemî (v. 119/737) Hasan el-Basrî (v. 110/728) Alî b. Ebî Tâlib (k.A.v.) (v. 40/661) Hz. Peygamber (s.a.v.) (v. 10/632) ” Abdülkâdir-i Geylânî’nin tarikat silsilesi Ma’rûf el-Kerhî’den sonra Hz. Ali (k.a.v.)’nin torunlar› vas›tas›yla da Hz. Peygamber’e ulafl›r. 26
4- Ailesi
Bir müddet evlenmemifl, daha sonra, kendi ifadesiyle Hz. Peygamber’in iflareti üzerine evlenmifl ve dört han›m›ndan 22’si k›z olmak üzere toplam 49 çocuk dünyaya gelmifltir. Çocuklar›n›n ve torunlar›n›n onun tasavvuf ve din anlay›fl›n›n ‹slâm dünyas›n›n dört bir yan›na intiflar etmesinde ve büyük bir tarikat hâline gelmesindeki katk›lar› son derece büyük olmufltur. Çocuklar›ndan fierefeddîn Îsâ (v. 573/1178); Sirâceddîn Abdülcebbar (v. 575/1180); Ebu Abdillâh Abdurrahmân (v. 587/1191); Ebu ‹shâk ‹brâhîm (v. 592 /1195); Seyfeddîn Abdülvehhâb (v. 593/1196); Ebu Zekeriya Yahyâ (v. 600/1204); Ebu’l-Fazl Muhammed (v. 600/1204); Ebu Muhammed Abdülaziz (v. 602/1206); Taceddîn Abdürrezzak (v. 603/1207); ve Ebu Nasr Mûsâ (v. 616/1219) babalar›n›n din ve tasavvuf miras›na sahip ç›k›p onun sonraki nesillere aktar›lmas›nda önemli rol oynam›fllard›r.
5- Vefat›
Geride, birçok eser, fikriyat›n› devam etirecek bir nesil, binlece talebe ve mürit b›rakan Hz. Pîr Gavs-› A‘zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî 91 yafl›nda iken 8.4.561/16.2.1166 tarihinde, bir Cumartesi gecesi vefat etmifltir. Hayat›n›n bütün saf27
halar›nda oldu¤u gibi vefat an da büyük ve güzel ibretler ve nasihatler ile doludur. Bu sebeple bu örnek flahsiyetin vefat›n› burada nakletmek istiyoruz: Abdülkâdir-i Geylânî uzun ve verimli geçen hayat›n›n son günlerinde a¤›r bir hastal›¤a yakaland›. Hastal›¤› birkaç gün sürdü. Bu esnada o¤lu Abdülvehhâb kendisine tavsiyede bulunmas›n› ister. Ona flu tavsiyede bulunur: “—Takvaya ve taate sar›l. Allah’tan baflka hiç kimseden korkma. O’ndan baflka hiç kimseden isteme. ‹htiyac›n› Allah’tan iste. Herfleyi ondan talep et. O’ndan baflka hiçbir kimseye ba¤lanma. Sadece ona güven. Tevhid, Tevhid, Tevhid!.. Her fleyin bafl› tevhid...” Yine bu hastal›¤› s›ras›nda flöyle der: “—Kalp Allah ile sahih, s›hhatli olursa ondan ne bir fley kopar, ne de bir fley ç›kar... Ben, kabuksuz özüm!.” Sonra evlâtlar›na: “—Etraf›mdan çekilin” dedi. “Ben zahirde sizinle beraberim, fakat bât›nda baflkalar›yla beraberim... Benimle sizin ve halk›n aras›, gökle yer aras› kadard›r. Ne beni bir baflkas›na, ne de bir baflkas›n› bana k›yaslamay›n. Huzurumda baflkalar› var. Onlara yer aç›n. Onlara karfl› edepli davran›n. Burada büyük bir rahmet var. Onlara mekân› daraltmay›n.” 28
Gece ve gündüz: “Allah’›n selâm›, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Allah sizi de beni de ba¤›fllas›n. Tevbelerimizi kabul etsin. Bismillâh ” cümlesini tekrarlad› durdu. Yine, öldü¤ü günün gecesi demiflti ki: “— Yaz›klar olsun size! Ben hiçbir fleye ald›rm›yorum. Ne bir mele¤e, ne de ölüm mele¤ine. Ey ölüm mele¤i! Bizi dostumuzla, en yak›n›m›z olanla baflbafla b›rak...” O gece büyük bir sayha ile ba¤›rm›flt›. Bir defas›nda o¤lu Abdülaziz hâlini sordu. fiöyle cevap verdi: “—Bana kimse bir fley sormas›n. Ben Allah’›n ilmi içerisindeyim.” Hastal›¤› soruldu¤unda ise flöyle der: “—Onu ne bir cin, ne bir insan, ne de bir melek, hiç kimse bilemez, kimse anlayamaz.” Abdülcebbar ondan neresinin a¤r›d›¤›n› sordu¤unda: “—Her taraf›m a¤r›yor. Ancak kalbim hariç. Orada a¤r› yok. Kalbim Allahu Tealâ ile beraber” diye cevap verir. Bir ara Abdülcebbar’a flunlar› söyler: “— Sen uyuyorsun. Benim flahs›mda siz de ölün. O zaman uyan›rs›n›z.” 29
Ben (not alan kifli) onun yan›na vard›¤›mda orada çocuklar›ndan bir cemaat vard›. Abdülaziz de onun söylediklerini yaz›yordu. Beni görünce Abdülaziz’e: “—Afîf’e ver. O yazs›n” dedi. Ben de kalemi ald›m ve yazmaya devam ettim. Sözlerine flöyle devam etti: Allah her güçlü¤ün ard›ndan bir kolayl›k ve—“A recektir” (Câsiye, 45/241) S›fatlar›n haberlerini geldi¤i flekilde nakledin. Allah’›n ilmi, Allah’›n hükmüyle eksilmez, çeliflmez. Hüküm de¤iflir. Allah istedi¤ini siler, yok ‹lim ise de¤iflmez. “A eder, istedi¤ini sabit k›lar, b›rak›r. Ümmü’l-kitab onun kat›ndad›r.” (Ra‘d, 13/39) “Yapt›¤›ndan sorumlu tutulmaz. Bilâkis onlar sorumludurlar.” (Anbiya, 21/23) O¤ullar› Mûsâ ve Abdürrezzak’›n bildirdi¤ine göre, elini kald›r›p, uzatarak flöyle diyordu: “Allah’›n selâm›, rahmeti ve bereketi sizin de üzerinize olsun. Tevbe edin ve safa girin. fiimdi size geliyorum. Refakat edin. Refakat edin.” Sonra Hak geldi, ölüm sarhofllu¤u geldi. Ölmeden önceki son sözleri ise flunlar olur: “—Kendisinden baflka ilâh olmayana s›¤›nd›m. O Hay’d›r, Kayyûm’dur. O asla ölmez. Yok olma ona ulaflamaz. O Münezzeh’tir. Müteâl’dir. Kudretiyle üstün gelen, ölüm ile kullar› üzerine Kah30
hâr olan Sübhân’d›r. Allah’tan baflka ilâh yoktur. Muhammed, Allah’›n rasulüdür.” O¤lu Mûsâ’n›n bildirdi¤ine göre bu sözlerini söylerken bir ara “teazzeze (üstün geldi)” kelimesini önce düzgün telaffuz edemez. Ama bu kelimeyi düzgün söyleyinceye kadar tekrar eder. Sesini yükselterek, fliddetlice telaffuz edince lisan› düzelir. Sonra: “Allah, Allah, Allah...” der. Sesi kesilir ve ruhunu teslim eder. Abdülkâdir-i Geylânî’nin do¤um tarihi, yafl› ve vefat tarihi ile ilgili olarak flu beyit düflürülmüfltür:
“ sûfîler sultan› Vahidullâh (Allah’›n do¤an›), “Aflk”ta geldi, “kemal”de vefat etti. ” k (ayn=70, fl›n=100, kaf=300) harfBuradaki a-flfl-k lerinin ebced hesab›yla toplam› Abdülkâdir-i Geylânî’nin do¤um tarihi olan 470’e tekâbül m-â â-ll (kef=20, mîm=40, elif=1, lâm=30) eder. Ke-m harflerinin toplam› da yafl› olan 91’e denk gelir. Bu ikisinin toplam› ise vefat tarihi olan 561 eder flk demektir. ki, bu da kemal-i aflk
B) ESERLER‹
Kütüphanelerimizde Abdülkâdir-i Geylânî’ye ait pek çok eser bulunmaktad›r. Bunlar aras›nda ise f›k›h, kelâm ve tasavvuf konular›n› içeren elGunye li tâlibî tarik›’l-Hak, vaaz ve sohbetlerin31
den derlenen el-Fethu’r-rabbânî, Cilâü’l-hât›r ve Fütûhu’l-gayb önemlidir. Abdülkâdir-i Geylânî’nin bunlardan baflka çeflitli kitaplar, fliirler, virdler ve hizlerden oluflan pek çok eseri de günümüze kadar ulaflm›flt›r.
C) VAAZLARI VE H‹TABET YÖNÜ
Dinî e¤itimini baflar›yla tamamlayan ve tasavvufî yönden de önemli mesafeler kateden Abdülkâdir-i Geylânî, yine de kendisini halka vaaz u nasihat etme konusunda yeterli görmemifl ve bu yüzden, hocas› Ebu Sa’d el-Muharrimi’nin Bâbü’l-Ezc’deki medresesinde ondan sonra ders vermeye bafllam›fl olmas›na ra¤men, vaaz kürsüsüne ç›kmaktan kaç›nm›flt›r. Ne var ki, zaman›n büyük sûfîsi Yusuf el-Hemedanî’nin (v. 535/1140) teflviki ile 521/1127 y›l›nda ayn› medresede vaazlar vermeye bafllam›flt›r. Bu olay› Abdülkâdir-i Geylânî flöyle anlat›r: “Hemedan’dan kendisine Yusuf el-Hemedanî denen bir adam geldi. Ona “kutup” deniyordu. Ribatta konuk oldu. Oraya gittim fakat onu göremedim. Bana kendisinin serdabda (bodrumda) oldu¤u söylendi. Hemen oraya indim. Beni görünce aya¤a kalkt›. Beni yan›na oturttu. Ahvalimi bana izah etti, müflkilât›m› hâlletti. Sonra bana insanlara konuflmam› söyledi. Ben ise ona, “Ace32
mî” (Ba¤dat’›n yerlisi olmayan) birisi oldu¤umu, Ba¤dat’›n fasihleri gibi konuflamayaca¤›m›, bildirdim. Bunun üzerine flunlar› söyledi: —Sen f›kh›, usulü, hilâf›, nahvi, lügati ve Kur’an’›n tefsirini iyice ö¤rendin. O hâlde, konuflmak sana neden uygun düflmeyecekmifl?!.. Kürsüye ç›k ve konufl!.. Ben sende hurma olacak bir tohum, bir kök görüyorum!.” Bir menk›beye göre ise Abdülkâdir-i Geylânî (yakaza hâlinde iken) Hz. Peygamber’i görür. Hz. Peygamber ona insanlara neden konuflmad›¤›n› sorar. O da kendisinin “Acemî” oldu¤unu ve Ba¤dat’›n fasihleri gibi konuflamayaca¤›n› söyler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Abdülkâdir-i Geylânî’den a¤z›n› açmas›n› ister. O da a¤z›n› açar. Hz. Peygamber onun a¤z›na yedi defa üfler ve ona insanlara konuflmas› emreder. ‹flte bu olaylardan sonra o, halka vaaz u nasihat vermeye, onlar› irflad etmeye, tasavvufî deyiflle, maneviyat›n ferahlat›c› rüzgâr›ndan nimetlendirmeye bafllar. Vaazlar›n›n sadece Müslümanlar üzerinde de¤il, di¤er din mensuplar› üzerinde de son derece tesirli oldu¤unu görüyoruz. Yahudi ve Hristiyanlardan yüzlerce kiflinin onun sohbetini dinleyerek Müslüman oldu¤u ve on binlerce günahkâr Müslüman›n da onun eliyle tevbe etti¤i kaydediliyor. 33
Vaazlar›n›n Muhtevas› ve Tesiri
Onun vaazlar›nda hem tasavvufun ana konular›na, hem de tarikat esaslar›na iliflkin fieyhin görüfllerini parça parça ve bazen da biraz daha toplu bir flekilde bulmak mümkündür. Bu cümleden olarak onlarda; zühd, tevbe, takva, flükür, sab›r, r›za, s›dk, ihlâs, muhabbet, uzlet, halvet, celvet, kalp tasfiyesi, nefis tezkiyesi, tefekkür, murakabe, taat, zahirî ve bat›nî cihat, h›rs, riya, tevazu, havf, müflahede, ilim-amel iliflkisi, zahir-bât›n uyumu, zikir ve çeflitleri, irade, havat›r, ilham, flathiye, kurbet, tevhid, Kitap ve Sünnete ittiba, fena-beka, ikan, marifet-irfan-arif, seyrin aflamalar›, vuslat, hakikat, masivay› terk, kabz-bast, velayet, evliya-anbiya, mahv-isbat… gibi nazarî ve pratik tasavvufun ana konular›n›n yan›s›ra, Hakk’a aç›k veya gizli itiraz etmemek, evliyaya hürmet, seyr u sulûk, naiblik, halk›n derecelendirilmesi, ricali gayb (kutup, evliya, abdal, nüceba), mürid-murad, sohbet çeflitleri, fleyh-mürid iliflkisi, fleyh zarureti, fleyh çeflitleri, kalp-s›r ve ruh gözü, flirk, yaln›zca Allah’a güvenme ve ondan isteme, nefse muhalefet, fleriat-tarikat iliflkisi, dervifllere hizmet, yakaza hâli, bidayet-nihayet, velinin nazar›, nefsanî putlar, helâl lokma yemenin önemi, dünya-ahiret dengesi, evliyan›n ölümü, ölüm çeflitleri… gibi tarikat esaslar› da ele al›nm›fl ve ifllenmifltir. 34
fieyh vaazlar›nda son derece tesirli, ak›c› ve samimidir. Cennet-cehennem, mükâfat-caza, iyikötü, hay›r-fler gibi z›t unsurlar› daima bir arada kullanm›fl, insanlar› yapacaklar› amellere göre uyarmaya veya müjdelemeye oldukça ihtimam göstermifl, bol bol ayet, hadis, k›ssa, rivayet, menk›be, kelâm-› kibar ve vecizeler kullanarak sohbetini süslemifltir. Dünya hayat›n›n geçicili¤i, as›l hayat›n ahirette bafllayaca¤›, Allah r›zas›n› kazanman›n bafll›ca hedef oldu¤u vaazlar›n›n ana temas›n› oluflturur. Konular aras›nda belli bir bütünlü¤ün oldu¤u da söylenemez. Konuflma irticalî olarak yap›ld›¤› için, konuflman›n ak›fl›na göre konudan konuya geçilmekte ve muhteva kendili¤inden flekillenmektedir. Onun konuflmas›n›n tesiriyle insan kendisini bir anda cennetin en yüksek kat›nda veya cehennemin en afla¤› derekesinde hissetmektedir. Bu, sohbetin son derece canl› oldu¤unun bir iflareti oldu¤u gibi, halk taraf›ndan sohbetlere fazlaca ra¤bet gösterilmesinin de bir sebebini izah etmektedir. Söz aras›nda s›k s›k “ey o¤ul!” “ey kavim” gibi nidalar ile muhatab›n zihni uyan›k tutulmaya çal›fl›lm›flt›r. Kimi zaman tatl›, yumuflak sözler, lâtif ifadeler kullan›l›rken, kimi zaman da “yaz›klar olsun sana!” gibi oldukça sert uyar›lara yer verilmifltir ki, bunlar›n say›s› da az de¤ildir. 35
Hitabeti, s›cak, canl›, ak›c›, kolay anlafl›l›r ve muhatap ile ünsiyet doludur. Sohbetleri esnas›nda aç›k, anlafl›l›r teflbihlere bolca yer verildi¤i dikkat çeker. Hz. fieyh s›k s›k kendisinden örnekler verir ve dinleyici ile aralar›nda s›k› bir yak›nl›k gerçeklefltirir. Meselâ flöyle der: “Biliniz ki, ben sizin çoban›n›z›m, sizi sevkedenim, sizin bekçinizim. Buraya kolay gelmedim. Her fleyi tevhid k›l›c› ile kestikten sonra bu makama ulaflt›m. Size zarar da verebilirim, fayda da.. Beni övmeniz de, yermeniz de, bana teveccüh etmeniz de, benden yüz çevirmeniz de benim indimde ayn›d›r. Birçok kifli vard›r ki, önceleri beni çokça zemmederken, onun zemmi övmeye dönüflmüfltür. Asl›nda her ikisi de Allah’tand›r, ondan de¤il. Size teveccühüm, sizi tutmaya çal›flmam Allah içindir. Keflke mümkün olsayd› da her birinizle kabre beraber girseydim ve Münker ve Nekir’e onun yerine ben cevap verseydim. Bu sadece size olan merhametimden ve flefkatimden dolay›d›r. Allah bir kuluna di¤er bir kulunu sevdirince onun kalbine o kifliye karfl› vecd ve flefkat ilka edermifl…” Gerçekten de, insan onun eserlerini okuyunca onun tesirinden hemen etkilenmekte ve içinde bir ferahl›k, gönlünde bir sevinç, kalbinde Allah’a bir yak›nl›k, ahirete dönük bir yaflama ve masivaya karfl› zahit olma arzusu, Hz. Peygamber’e daha s›k› sar›lma ihtiyac›.. gibi duygularla 36
dolmaktad›r. Böylece, bu eserin yüzy›llardan beri ve hâlâ niçin elden ele dolaflt›¤›n›n, insanlar›n niçin ona bu derece ra¤bet gösterdiklerinin sebebini de en k›sa yoldan anl›yoruz.
D) ‹T‹KADI
Onun itikad› selef-i salihin ve sahabenin itikad› idi. Felsefe ve kelâmdan hofllanmazd›. Bu yüzden Avarifü’l-maarif sahibi Sühreverdî’nin kelâm ile ifltigalden uzaklaflmas›n› sa¤lam›flt›r. Hanbelî mezhebinden oluflu, çocuklu¤undan itibaren bütün hayat› boyunca fleytan ve nefisle amans›z bir mücadeleye girmesinde belki de en önemli sebeplerden birisi olmufltur. Tasavvufa intisab› ise bu savafl›n› taassuba ve kat›l›¤a varmadan, hak ve hakikat çerçevesinde sürdürmesini temin etmifltir. Hayat› hakk›ndaki rivayetlerden inanm›fl oldu¤u ‹slâmî inanç ve esaslardan hayat› boyunca en küçük bir taviz vermedi¤i anlafl›l›yor. Menak›bnamelerde geçen baz› menk›beler bir yana b›rak›l›rsa (ki hakk›ndaki menk›belerin adedi bir hayli kabar›kt›r ve bunlardan bir k›sm› tabiat›yla tenkide u¤ram›flt›r), tasavvufu benimsemedi¤i iddia edilen kiflilerin eserleri de dahil, rastlad›¤›m›z bütün kaynaklarda kendisinden övgü ile bahsedilmekte, ‹slâm’a büyük hizmetlerde bulunmufl birisi olarak tan›t›lmaktad›r. 37
‹bn Teymiyye fleytan›n insan› aldatmas› konusunda Abdülkâdir-i Geylânî hakk›nda anlat›lan flu meflhur menk›beyi örnek vererek, herkesin onun gibi olmas› gerekti¤ini tavsiye eder: “fieytan›n aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâdisesi birçok kiflinin bafl›na gelmifltir. Bunlardan baz›lar›n› Allahu Tealâ korumufl ve onlar karfl›lar›nda güzel surette duran›n hakikatte fleytan oldu¤unu bilmifllerdir. ‹flte korunanlardan birisi de meflhur hikâyesinde flöyle diyen Abdülkâdir-i Geylânî’dir: “Bir defas›nda ibadet ederken, büyük bir arfl ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana: —Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Baflkalar›na haram k›ld›¤›m her fleyi sana helâl k›ld›m, dedi. Ben ona flöyle cevap verdim: —Sen kendisinden baflka ilâh olmayan Allah’s›n, öyle mi?! Defol, ey Allah’›n düflman›! Bunun ard›ndan o nur parçaland› ve karanl›¤a dönüflerek bana flunlar› dedi: —Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki f›kh›nla, sa¤lam kavray›fl›nla ve bir de ahvalde katetmifl oldu¤un derecenle kurtuldun. Yoksa ben, yetmifl kifliyi (kesretten kinaye) bu flekilde aldatt›m. Ona o nurun fleytan oldu¤unu nereden anlad›¤› soruldu¤unda da flöyle der: 38
—Bunu onun “baflkalar›na haram k›ld›¤›m her fleyi sana helâl k›ld›m” sözünden anlad›m. Çünkü biliyoruz ki, fleriat-i Muhammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de de¤iflir. Bu sebeple fleytan bana: ‘Senin rabbinim’ dedi. ‘Ben, kendisinden baflka ilâh olmayan Allah’›m demeye gücü yetmedi.”
E) M EN KIB E VE KERA ME T LE R‹NDE N B‹RKAÇI
fl m a s › v e 1 - Ö k ü z ü n K e n d i s i n e K o n u flm fl k › y a n › n T e v b e E t m e s i E flk
Abdülkâdir-i Geylânî küçüklü¤ünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karfl› içerisinde derin bir heves ve ifltiyak duymaktad›r. Zaman›n ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini geniflletmek ve mana büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yan›p tutuflmaktad›r. Muhtemelen iste¤ini annesine bildirmifl, fakat annesi yafl›n›n ilerlemifl olmas› sebebiyle, belki o¤lunu bir daha göremeyece¤i endiflesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuflturona izin vermemifltir. Ancak bir gün meydana gelen ilginç bir hâdise genç ilim âfl›¤›n›n bu arzusunu gerçeklefltirmesine vesile olur. Abdülkâdir-i Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi flöyle anlat›r: “Küçükken, bir arefe günü araziye ç›km›flt›m. Çift süren öküzlerin pefline tak›ld›m. Bir öküz bana dönerek flöyle dedi: 39
—“Ne bu ifl için yarat›ld›n, ne de bununla emredildin...” Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin dam›na ç›kt›m. Orada Arafat’ta vakfeye duran insanlar› gördüm. Hemen anneme kofltum. Ondan, Ba¤dat’a gidip ilimle ifltigal ve salihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu iflin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim.” Bunun üzerine annesi babas›ndan kalan bir miktar paray› o¤luna verir ve ondan her ne olursa olsun yalan söylemeyece¤ine dair söz alarak, göz yafllar› ile onu u¤urlar. Yolda Abdülkâdir-i Geylânî’nin de içerisinde bulundu¤u kafileyi haramiler basar. Herkesten k›ymetli eflyas›n› al›rlar. Haramilerin reisi Abdülkâdir-i Geylânî’ye nesi oldu¤unu sorar. O da, elbisesinin alt›na dikilmifl bir kese içerisinde k›rk dinar› oldu¤unu söyler. Reis önce karfl›s›ndaki gence inanmak istemez. Ama olay› tahkik edip de, gencin tarif etti¤i yerde paran›n hakikaten var oldu¤unu görünce, onun dürüstlü¤üne hayran kal›r ve yapt›¤› iflten piflmanl›k duyarak, tevbe eder. Bu menk›be zaman›n ilim merkezlerinden birisi olan Ba¤dat’›n yüzlerce kilometre uzaklardaki gençlerin hayallerini süslemesini göstermesi bak›m›ndan da dikkat çekicidir. 40
fl m e s i 2 - H › z › r ( a . s . ) ‹ l e G ö r ü flm
Abdülkâdir-i Geylânî’nin iki defa H›z›r (a.s.) ile karfl›laflt›¤› rivayet edilir. Bunlar›n ilki Abdülkâdir-i Geylânî’nin Ba¤dat’a ilk gelifli s›ras›nda gerçekleflmifltir. Yolculuk esnas›nda H›z›r (a.s.) gelerek, kendisine muhalefet etmemesi flart›yla Abdülkâdir-i Geylânî’ye refakat edebilece¤ini bildirir. Bu anda Abdülkâdir-i Geylânî, o zat›n H›z›r (a.s.) oldu¤unu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Ba¤dat’›n girifline geldiklerinde H›z›r (a.s.), Abdülkâdir-i Geylânî’ye bulunduklar› yerde oturmas›n› ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayr›lmamas›n› tenbihler. Abdülkâdir-i Geylânî bu emre uyarak üç sene Ba¤dat’›n d›fl›nda bekler ve hayat›n› sahrada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene H›z›r (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktad›r. Nihayet üçüncü sene sonunda H›z›r (a.s.) yan›nda yemek oldu¤u hâlde gelir ve kendisini tan›t›r. Beraberce yeme¤i yerler. Sonra H›z›r (a.s.) Abdülkâdir-i Geylânî’ye art›k, Ba¤dat’a girebilece¤ini söyler. Bu hayat› esnas›nda ise Abdülkâdir-i Geylânî cinlerle, fleytanlarla ve di¤er baz› yarat›klarla karfl›laflm›fl, onlarla mücadele etmifl ve savafllara giriflmifltir. H›z›r (a.s) ile Abdülkâdir-i Geylânî’nin di¤er bir karfl›laflmas›, onun nefsiyle s›k› bir mücahedeye 41
girdi¤i inziva y›llar›na rastlar. Bu olay› Abdülkâdir-i Geylânî flöyle anlat›r: “... O y›llarda benim ikametim sebebiyle flu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kald›m. Bu s›rada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allahu Tealâ’ya ahdettim. K›rk gün hiçbir fley yemeden, içmeden durdum. Sonra yan›ma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onlar› önüme b›rakarak yan›mdan ayr›ld›. Bu s›rada nefsim açl›¤›n fliddetinden dolay› neredeyse, yeme¤in ortas›na düflecekti. Ben kendi kendime: “Vallahi!.. Rabbim ile yapt›¤›m muahedeyi asla bozmayaca¤›m” dedim. Bunun üzerine içerimden “aç›m, aç›m!..” diye ba¤›ran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç ald›r›fl etmedim. Bu durumumu ö¤renen Ebu Sa’d el-Muharrimi yan›ma gelerek: — Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir?!... dedi. — Bu nefsin s›k›nt›s›d›r. Ruh ise Mevlâs›yla rahattad›r, dedim. Bana “Bâbü’l-Ezc’e gelmemi” söyleyerek yan›mdan ayr›ld›. Ben yine kendi kendime: “Buradan emirsiz ayr›lmayaca¤›m!..” dedim. Bundan sonra yan›ma Ebu’l-Abbâs H›z›r (a.s.) geldi: — Kalk ve Ebu Sa’d’in yan›na git, dedi. Ebu Sa’d’e gitti¤imde onu kap›da haz›r bir flekil42
de beni bekliyor buldum. Bana: ‹çinde bulundu¤un durumdan dolay›, benim “yan›ma gel, beni takip et” demem, sana yetmedi mi de, H›z›r’›n emrini bekledin?! dedi. Sonra beni evine ald›. Evde haz›r bir sofra vard›. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da h›rka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayr›lmad›m.” Bu menk›be Abdülkâdir-i Geylânî’nin fleyhi ile buluflmas›n› anlatmas› aç›s›ndan oldu¤u kadar, onun nefsiyle mücahedesindeki azmini göstermesi aç›s›ndan da kayda de¤erdir. Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek isteriz: H›z›r (a.s.) ile görüflme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yusuf el-Hemedanî’nin, Abdülhal›k Gucdevânî’nin, Hoca Ahmed Yesevî’nin ve Ahmed erRifâî (Rufaî)’nin H›z›r (a.s.) ile görüfltüklerini tasavvuf tarihinden biliyoruz.
3 - Fukahan›n ‹mtihan Etmesi
Daha önceden Ba¤dat’›n zaman›n mühim ilim merkezlerinden birisi oldu¤unu belirtmifltik. Âlimlerin bir görevi de halk aras›nda flöhret bulan kiflilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halk›, kendilerine zarar verebilecek kiflilerden korumak43
t›r. ‹flte bu sebeple Ba¤dat’›n ileri gelen ulemas›, baz›lar› onun ilmî derecesini görmek, baz›lar› da halli çok zor sorular sorarak, halk›n gözünde yükselen itibar›n› düflürmek gayesiyle Abdülkâdir-i Geylânî’yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir. Abdülkâdir-i Geylânî’nin müritlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât efl-fieybanî (v.?) flahit oldu¤u hâdiseyi flöyle anlatmaktad›r: “Abdülkâdir-i Geylânî’nin flöhreti yay›l›nca, Ba¤dat’›n ileri gelen, zeki fakihlerinden yüz kifli, her birisi ayr› ayr› birer mesele sormak maksad›yla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklar›nda, fieyh’in gö¤sünden sadece Allahu Tealâ’n›n istedi¤i kullar›n›n görebilece¤i bir nur ç›kt›. Bu nur, fakihlerin her birisinin gö¤süne u¤rad›. Kendisine nur isabet eden her flah›s ac›yla k›vran›p, ba¤›rarak, üstünü bafl›n› parçal›yor, kürsüdeki fieyh’e do¤ru giderek, bafl›n› onun önünde e¤iyordu. Bu esnada olay›n cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü ç›kard›lar ki, ben “Ba¤dat y›k›l›yor” zannettim. Bu durum sona erince, fieyh bütün fakihleri ayr› ayr› kucaklayarak, onlar›n sorular›n› ve cevaplar›n› kendilerine teker teker bildirdi. Meclis bitince, onlar›n yan›na sokulup, sordum: —Size ne oldu? 44
—Meclise geldi¤imizde bütün bildiklerimizi unutttuk. Bizler, sanki hiç ilimle u¤raflmam›fl gibi olduk. Ta ki, fieyh bizi kucaklay›p, ba¤r›na bast› da, fluurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler.” Mutasavv›flar ile di¤er ‹slâm âlimleri aras›nda bu tür olaylara tarihimizde zaman zaman rastlamaktay›z. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir-i Geylânî kendisini imtihan ve periflan etmeye, küçük düflürmeye gelenleri azarlamam›fl, onlara karfl› ters bir tav›r tak›nmam›flt›r. Olay›n sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardefllik ve hoflgörü yolu oldu¤unu göstermifltir. ‹flte bize göre, gerek bugün için ve gerekse tarih boyunca bu olaydan ç›kar›lmas› gereken derslerden birisi de budur: Hoflgörü ve anlay›fl...
4 - Tavu¤un Canlanm as›
Abdülkâdir-i Geylânî’ye bir kad›n yan›nda çocu¤u oldu¤u hâlde gelerek: “O¤lumun kalbinin sana karfl› afl›r› muhabbetle dolu oldu¤unu gördüm. Ben onun üzerindeki hakk›mdan Allahu Tealâ ve senin için vazgeçiyorum” diyerek, o¤lunu tasavvufî e¤itim görmesi için ona teslim eder. fieyh çocu¤u seyr u sulûke bafllat›r ve mücahedeye sokar. Bir zaman sonra kad›n, o¤lunu görmeye gelir. Onu açl›k ve uykusuzluktan dolay› zay›flam›fl, 45
benzi sararm›fl bir hâlde bulur. Yiyece¤i de sadece arpad›r. Bu duruma flafl›ran kad›n, do¤ruca, fieyh’in huzuruna ç›kar. fieyh’in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vard›r. fiaflk›nl›¤› daha da artan kad›n: —Efendi! Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekme¤i ile karn›n› doyuruyor, diyerek bu iflte bir haks›zl›k oldu¤una iflaret eder. fieyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak: Çürümüfl kemikleri dirilten Allah’›n ad›yla — “Ç kalk!” der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koflan bir tavuk hâlini al›verir. Bunun üzerine fieyh: —Senin o¤lun da bu seviyeye geldi¤inde istedi¤ini yiyecektir, diyerek kendisinin de zaman›nda ayn› mücahedeyi gerçeklefltirdi¤ini, bu yolun bafllang›c›n›n emek, sonunun ise nimet oldu¤unu belirtir. Buradan flu anlam› ç›karabiliriz: Tasavvuf baz›lar›n›n zannetti¤i gibi ne basit bir e¤itim ifli, ne de dünya nimetlerinden ebedî bir mahrumiyettir. Tasavvufun bafl›, ortas› ve sonu vard›r. “Her nimetin bir külfeti ve her külfetin bir nimeti vard›r” kaidesi tasavvufta da geçerlidir. Dervifl, bu yolun bafl›nda birçok s›k›nt›lara katlanmak, nefsini e¤itmek, onu Hakk’›n emir ve nehiylerini kolayl›kla kabullenici bir seviyeye getirmek mecburiyetin46
dedir. Bu elbette kolay bir ifl de¤ildir. Katlanm›fl oldu¤u zorluklar›n semeresini ise ileride mutlaka elde edecektir. Riyazat ve e¤itim döneminde derviflin, baz› s›k›nt›lara katlanmas› onun e¤itimi için gereklidir. Nefsini e¤itip, belirli bir seviyeye getirince, kendisini ahirette s›k›nt›ya düflürmeyecek tarzda ve ölçüde dünya nimetlerinden faydalanacakt›r. Bu konunun bir di¤er örne¤i de oruç ve iftard›r. Kifli, Allah r›zas› için belli bir süre zarf›nda suluk istek ve arzular›na set çekmekte, ancak iftar vakti ile yasaklanm›fl olan baz› sülûk ihtiyaçlar›n› giderme yoluna gidebilmektedir. Bu gibi riyazatlar nefsi e¤itip, onu Allah’›n r›zas›na uygun amelleri kabullenici ve iflleyici bir hâle getirmek için birer vas›tad›r.
fi u A y a ¤ › m H e r A l l a h V e l i s i n i n B o y n u 5 - “ fiu Üzerin dedi r” D em es i
Abdülkâdir-i Geylânî Ba¤dat’ta ileri gelen elliyi aflk›n fleyhin de haz›r bulundu¤u bir vaaz meclisinde bir ara kalbine teveccüh ederek flu sözleri söyler: —‹flte flu aya¤›m her Allah velisinin boynu üzerindedir.
Bunun üzerine orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hitaben söylenmifl bir emir telâkki ederek, boyunlar›n› onun aya¤›na do¤ru uzat›rlar. 47
Orada bulunmayan di¤er sûfîler ise ayn› fleyi g›yabî olarak yaparlar. Esasen Abdülkâdir-i Geylânî’nin bu sözleri söyleyece¤ini daha önceden pek çok sûfî haber vermifltir. Dolay›s›yla öyle anlafl›l›yor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfî bir tepkiyle karfl›lanmamas›n›n bir sebebi bu olsa gerektir. Bu sözler söylendi¤i andan itibaren büyük yank›lar uyand›rm›fl, gerek tasavvufun önde gelen flahsiyetleri, gerekse di¤er âlimler bu söz hakk›nda fikirlerini beyan etmekten geri durmam›fllard›r. Abdülkâdir-i Geylânî’nin bu sözleri onun tasavvufta katetmifl oldu¤u derecenin hem zaman›ndaki, hem de daha sonraki mutasavv›flar taraf›ndan yüksek bir kabul gördü¤ünün sembolü olmufltur. Nitekim onun flu beyiti bir bak›ma yukar›daki meflhur sözünün flerhi mahiyetindedir:
Evvelkilerin güneflleri söndü, gitti. Bizim güneflimizse, Sönmez ebedî, gökyüzünün en yüce yerinde...
F) HALLÂC-I MANSÛR HAKKINDAK‹ D Ü fi Ü N C E S ‹
Birtak›m tasavvufî görüfllerinden dolay› 309/ 921’de idam edilen tasavvufun bu renkli simas› 48
bilhassa “ene’l-Hak/ben Hakk›m” sözüyle ‹slâm aleminde derin yank›lar uyand›rm›flt›r. Tabiat›yla, her sûfîyi yak›ndan ilgilendirmifl, sûfîler de onun hakk›nda çeflitli görüfller beyan etmifllerdir. Abdülkâdir-i Geylânî onun hakk›ndaki düflüncelerini edebî cümlelerle flöyle ifade eder: “Baz› ariflerin ak›l kuflu, suret a¤ac› yuvas›ndan uçtu. Meleklerin saflar›n› yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultan›n flahinlerinden bir flahindi. Ama gözleri “‹nsan zay›f yarat›lm›flt›r” (Nisâ, 4/28) ba¤›yla ba¤l›yd›. Gökyüzünde arad›¤› av› bulamad›. Ta ki, kendisine bir av belirdi de “Rabbimi gördüm!” dedi. Matlûbunun “Yüzünü çevirdi¤in her taraf› Allah’›n vechi kaplam›flt›r” (Bakara, 2/115) sözleriyle, onun hayranl›¤› daha da artt›. Sonra da yeryüzüne düflüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateflten daha de¤erli olan› arad›. Ak›l gözüyle eflyaya bakt›. Eserden baflka bir fley müflahede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbubundan baflka matlûb bulamad›. Bunun üzerine cofltu. Kalbinin sarhofl lisan›yla “ene’l-Hak” dedi. Beflere yak›flmayan bir beste okudu. Varl›k bahçesinde sarard› gitti. S›rr›nda ona flöyle seslenildi: —Ey Hallâc! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyabeten de ki: Ey Muhammed! Hakikatin sultan› sensin. Sen, öyle bir insans›n ki, 49
varl›k (vücûd) senin marifet kap›n›n efli¤ine göre tayin olunmufltur. Ariflerin boyunlar› senin celâlet ateflinde bükülür. Bütün yarat›lm›fllar aln›n› orada secdeye koyar.” Abdülkâdir-i Geylânî, onun bu tavr›n›n kendisiflen fle fleriat taraf›ndan yarg›land›¤›n›, ne ters düfle fleriatin emirlerini çünkü tarikati muhafazan›n fle ikame etmekle mümkün olaca¤›n› belirterek, flöyle seslenir: Hallâc’a flö fiimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayr›l, “fii varl›k zilletine geri dön.” fleriat makas› gelir ve dava u¤runda Sonunda, fle fazla uzayan bu kanad› budar. fl, Abdülkâdir-i Geylânî’ye göre Hallâc tökezlemifl, flt›. Çünkü zaman›nda elinden tutaaya¤› kaym›flt cak, ona manevî yolculu¤un tehlikelerini gösteflt›. Onun zaman›nda yarecek birisini bulamam›flt flasayd›, Hallâc bu hâllere düflm flmezdi. Onun elinfla den tutar, kurtar›rd›.
G ) D E V R ‹ N S U F Î L E R ‹ N ‹ N G Ö R Ü fi L E R ‹
fieyh Rislân (Arslan) (v. 550/1155’den Sonra) 1- fie
Dimaflk’›n (fiam) odun satarak geçimini temin eden bu sevilen fleyhi Abdülkâdir-i Geylânî hakk›nda flunlar› söylemektedir: 50
“O, zaman›m›zda fleyhlerin önderlerindendir. Hikmet ile konuflur. Manevî tasarruf ona teslim edilmifltir. Kabul ve red, alma ve verme yetkisi Resulullâh’›n onun elindedir. O, zaman›m›zda “R naibi”dir.” Baflka bir ifadeyle fieyh Rislân, Abdülkâdir-i Geyvaris-i enbiya” olarak bildirilen lânî’nin haberde “v flah›slardan oldu¤unu söylemektedir.
2 - Abdülkahir es-Sühreverdî (v. 563/1 167)
fiihabeddîn Ömer es-Sühreverdi bir gün amcas› Sühreverdî ile birlikte Abdülkâdir-i Geylânî’yi ziyaret eder. Amcas› Abdülkâdir-i Geylânî’nin huzurunda, hiç kimsenin yan›nda göstermedi¤i bir edep ile oturur. Öyle ki, ye¤en Sühreverdi’nin tabiriyle “sanki, dilsiz kulak” olmufltur. Nizamiye’ye döndüklerinde amcas›na Abdülkâdir-i Geylânî’nin yan›nda tak›nd›¤› tavr›n sebebini sorar. Amcas›: “—Ona karfl› nas›l edepli olmayay›m ki?! O tam bir “vücûd”a sahiptir (insan-› kâmildir, vecd ve tevacüd mertebelerini geçmifltir). O, mülk âleminde tasarruf sahibidir. Melekût âleminde onunla övünülür. Zaman›m›zda kevn âleminin “ferd”i odur. Ona karfl› nas›l edepli olmayay›m ki?! Hem benim hem de bütün evliyan›n üzerinde onun tasarrufu vard›r. O evliyan›n kalplerinin 51
sahibi ve hâllerinin malikidir. ‹stedi¤i tasarrufu yapar” diyerek, Abdülkâdir-i Geylânî’nin manevî âlemdeki yetkisini ye¤enine ö¤retir.
flî (v. 564/1168) 3- Ebu Amr Osman b. Merzûk el-Kureflî
M›s›r’a yerleflip, orada vefat eden bu zat›n Abdülkâdir-i Geylânî hakk›ndaki görüflleri de zikredilmeye flayand›r: “fieyh Abdülkâdir, fleyhimiz, imam›m›z ve efendimizdir. O ayn› zamanda, asr›m›zda, Allahu Tealâ için tarikate girenlerin ve kendisine hâl ve makam ihsan edilenlerin de efendisidir. O, ilimde, hâlde ve makamda herkesin önderidir. Cenab-› Hak onun sözüne uyma, emrini tutma ve onun makam›na karfl› sayg›l› davranma hususunda zaman›m›z evliyas›ndan ahit alm›flt›r. Günümüzde hiçbir veliyyullah yoktur ki, kendisine ba¤›fllanan fleyler Abdülkâdir-i Geylânî vas›tas›yla olmas›n. Onun sahip oldu¤u bütün hâl ve makamlar›n tamam› ise Resulullâh’›n elinden verilmifltir. Zaman›m›zda Abdülkâdir-i Geylânî’ye oldu¤u kadar baflka bir kimseye ihsanda bulunulmam›flt›r. Onun tarikatte Allah ve Resulünden baflka hiç kimseye minneti yoktur.” fieyh Osman el-Kureflî bu sözleriyle onun kendi devrinden itibaren bafllayan flöhret ve k›ymetini ifade etmekte, Hz. Peygamber ile alâkas›na ›fl›k tutmaktad›r. 52
4- Ahmed el-Kebîr er-Rifâî (RUFAÎ) (v. 578/1182)
Kâdirî ve Rifâî (Rufaî) derviflleri aras›nda iki dergâh›n yak›nl›¤› hususunda rivayetler anlat›l›r. Bunlardan birisi iki dergâh›n kardefl oldu¤u, pirlerin birbirlerinin dervifllerine sahip ç›kaca¤›d›r. Bu hususu tesbit imkân›m›z yoktur. Ancak iki pirin birbirleri hakk›ndaki sözlerinin en az›ndan, dervifller aras›nda böyle düflüncelere ilham kayna¤› oldu¤unu görüyoruz. Ahmed er-Rifâî (Rufaî) kendisini görmek isteyen Abdülkâdir-i Geylânî’nin bir dervifline: —“Abdülkâdir-i Geylânî gibi evliyan›n seyyidine mülâkî olup da, benim gibi birisini görmek isteyen kimdir? Ben de sadece onun raiyyetinden biriyim.” diyerek, tevazu ile onun tasavvuftaki derecesine iflaret etmifltir. Yine bir keresinde, Ahmed er-Rifâî (Rufaî) kendisini ziyarete gelen Abdülkâdir-i Geylânî’nin dervifllerinden birinden onun menk›belerini anlatmas›n› ister. Buna kendi dervifllerinden birisi raz› olmayarak, o dervifli men etmeye kalkar. Derviflinin bu davran›fl›na fieyh fena bir flekilde k›z›p onu azarlad›ktan sonra: “—Onun vas›flar›n› anlatmaya kimin gücü yetebilir?! Onun derecesine kim ulaflabilir?! O, sa¤›nda fleriat, solunda hakikat denizi oland›r. ‹ste53
yen istedi¤i denizden kab›n› doldursun. Bu devirde onun bir ikincisi daha yoktur.” deyip, onun ilim ve marifetinin, makam›n›n yüksekli¤ini ifade etmifltir. Abdülkâdir-i Geylânî büyük bir feyiz kayna¤›d›r. Ahmed er-Rifâî (Rufaî) herkesin bu feyizden istifade etmesini ister. Bilhassa yak›nlar›na onu ziyaretin önemini Ba¤dat’a giden birisine hitabetti¤i flu cümlelerinde dile getirir: —Ba¤dat’a gitti¤inizde sak›n ola ki, onu ziyaretten önce hiçbir ifl yapmayas›n›z! Ahval sahibi oraya gider de -fieyh ölmüfl dahi olsa- onu ziyaret etmezse hâli kendisinden çekip al›n›r. Onu ziyaret etmeyene yaz›klar olsun! Ahmed er-Rifâî (Rufaî)’ye göre Abdülkâdir-i Geylânî hâlinde sad›k, iflinde mübarek, ilmiyle amil birisidir. O tevfike mazhar olmufltur ve nasîb sahibidir. Bunlardan baflka Mâcid el-Kürdî (v. 561/1165 veya 564/1168), Ebu Muhammed el-Kasim b. Abdillâh el-Basrî (v. 580/1184’den önce), Hayat b. Kays el-Harrânî (501-581/1107-1185), Ebu Muhammed Abdurrahîm b. Hucûn el-Ma¤ribî (v. 592/1195) ve devrin tan›nm›fl di¤er sûfîleri de Abdülkâdir-i Geylânî hakk›nda yukar›daki flah›slar›n düflüncelerine yak›n görüfllere sahiptir. Esasen tasavvuf tarihinde mutasavv›flar›n birbirleri 54
ile k›s›r çekiflmelere girmedikleri, birbirleri hakk›nda nahofl beyanlarda bulunmad›klar› bir vak›ad›r. Ayn› flekilde Abdülkâdir-i Geylânî’nin de yukar›da isimlerini zikretti¤imiz zevat hakk›nda medh u sena ihtiva eden sözleri vard›r.
5 - Eb u ’l- Ha s an A lî b . el- Hî tî ( v. 564 /1168 )
“Onun tarikati tefvîz (herfleyi Allahu Tealâ’ya havale etme), muvafakat (kadere r›za gösterme ve uyma) ve teberra (Hakk’›n sevmediklerinden uzaklaflma) idi. Ubudiyet makam›nda kaim olan bir s›r ile ubudiyet dura¤›nda haz›r bulunarak, tecrîd-i tevhid (kalbi masivadan ar›nd›rma, dünyay› kalpten atma) ve tevhid-i tefrîd (Hakk’› flan›na yak›flmayan vas›flardan tenzih etmek, her fleyde onun varl›¤›n› ve birli¤ini görme) Abdülkâdir-i Geylânî’nin tarikatinin özelliklerindendi. O, rububiyetin istedi¤i istikamette sa¤lam bir kullu¤a sahipti. O, tefrikadan (vak›ada Hak yerine halk› görmekten) uzak bir kuldu.” Sûfî ça¤dafllar›, Abdülkâdir-i Geylânî’nin tarikatinin, onun sahip oldu¤u tarikat anlay›fl›n›n tasavvuf ile fleriati meczetti¤ini veciz bir flekilde ifade ederler. Bu durum onun kendisini tarifine de uygun düflmektedir ki, o birçok vaaz›nda kendisinin “kabuksuz öz” oldu¤unu aç›kça dile getirmifltir. 55
H) MUHY‹DDÎN ‹BN ARABÎ’DE (v. 638/1240) AK‹SLER
‹bn Arabî’ye göre Abdülkâdir-i Geylânî büyük makamlara ve hâllere ulaflm›fl ender insanlardan birisidir. O hilâfet makam› sahibidir. Bu makama ulaflanlar isterlerse, Rab ad›na kullar›na tasarruf ve tahakküm (hükmetme) edebilirler. ‹stemezlerse bu yetkiyi kullanmazlar. Abdülkâdir-i Geylânî tercihini “tasarruf” ve “tahakküm”ü kullanma yönünde yapm›fl ve bu sebeple de zahir olmufltur. Baflka bir yerde de onun vaktinin kutbu oldu¤unu ve “tasarruf” ile emredildi¤ini bildirir. Zïra o “racül-i vahid”dir (tek adam, rical-i gayb›n en yetkilisi). Bu tabiri ve Abdülkâdir-i Geylânî ile alâkas›n› ‹bn Arabî flöyle aç›klar: “Racül-i vahid bazen kad›n da olabilir. Racül-i vahidin delili: “O, kullar› üzerine kahirdir (kahredici güce sahiptir)” (En‘âm, 6/18) ayetidir. O, Allahu Tealâ d›fl›nda her fley üzerine hükmedebilir. Cesur ve kahramand›r. Hakk› müdafaada azimlidir. Hakk› söyler, adalet ile hükmeder. Bu makam›n sahibi, Ba¤dat’ta yaflam›fl olan fieyhimiz Abdülkâdir-i Geylânî idi. O, halk üzerine tasarruf etme hakk›na malikti. fian› çok yüce idi. Zaten haberleri meflhurdur. Ben ona ulaflamad›m. Fakat zaman›m›zda bu makam›n sahibi olan flah›s ile karfl›laflt›m. Ancak Abdülkâdir-i Geylânî bu flah›stan daha mükemmel idi.” 56
Ona göre Abdülkâdir-i Geylânî tasavvufun girift meselelerini ince izahlarla halletme kabiliyetini haiz, te’sîr, tasrif, hüküm, dava ve ilâhî kuvvet ile âlem-i kevnde Zahir ismine mazhar olmufl, kendisine himmet ve savlet (tesîr) verilmifl, melâmet menzili sahibi birkaç kifliden birisidir. ‹bn Arabî’nin “sadece ehlullâh’›n sahip oldu¤u ilâhî bir naat” diye tarif etti¤i “tasavvufî s›dk”taki Abdülkâdir-i Geylânî’nin mertebesini flu cümlelerindeki yorumu da oldukça dikkat çekicidir: “Bize nakledildi¤ine göre, Abdülkâdir-i Geylânî s›dk hâli sahibi idi. O, s›dk makam› sahibi de¤ildi. Bu makam›n sahibi ise onun tilmizi ‹mam Ebu’s-Suûd b. efl-fiiblî idi. Âlemde Abdülkâdir-i Geylânî kadar s›dk hâlinde ve Ebu’s-Suûd b. eflfiiblî kadar da s›dk makam›nda tahkik ve temekkün sahibi olmufl baflka birileri bilinmemektedir.”
57
58
II. BÖLÜM T A S A V V U F Î G Ö R Ü fi L E R ‹
A) KEND‹ ‹FADELER‹YLE ABDÜLKÂD‹R-‹ GEYLÂNÎ
Abdülkâdir-i Geylânî eserlerinin çeflitli yerlerinde kendisinin baz› hususiyetlerini belirtir. Onun bu hususiyetleri ise ona göre ayn› zamanda kamil bir sûfîde ve mürflidde de bulunmas› gereken özelliklerdir. Kâmil bir sûfî veya kâmil bir mürflit nas›l olmal›d›r, gerek kendi iç âleminde, gerekse gündelik hayattaki faaliyetlerinde ne gibi vas›flara malik olmal›d›r? ‹flte bu gibi sorular›n cevab›n› Abdülkâdir-i Geylânî, flahs›nda maddeler hâlinde sunaca¤›m›z flu görüfllerinde serdetmektedir: 1-O Hz. Peygamber’in yolu üzerindedir. Yemede, içmede, evlenmede ve di¤er her türlü hâlde ona tâbidir. En genel ifadeyle o, Hz. Peygamber’in naibidir. 59
2-Hak kap›s›n›n bekçisidir. Halk› Hak’ka davet eder. Hak için Hak’k’› konuflur, Hak tarikini anlat›r. Hak’k’›n davetçisidir. ‹nsanlar› kendi nefsine de¤il, Hak’k’a itaate ça¤›r›r. 3-Sadece nasihatçidir. Nefisten ve halktan uzakt›r. Nefis ve halk üzerinde Allahu Tealâ’n›n fiillerini gözetler. Onu itham etmemek gerekir. O kendisi için istedi¤ini halk için de isteyendir. 4-‹nananlar için içinde namaz k›l›nan bir mescit gibidir. Kir ve pislikleri temizleyen sudur. Yolu gösteren ve yolda yürümeye yard›m edendir. Yapt›¤› iyili¤i karfl›l›ks›z yapar. Onun camekiyyesi (vak›f ayl›¤›) halktan de¤ildir. O taliplere Hak için hizmet eder. Fakat münaf›klar için Hak’k›n gazab›d›r. Onlar üzerine Hak’k›n ateflidir. Münâf›klar e¤er tevbe ederlerse ve onun kendilerine söylediklerini kabul edip, sözlerine hoflnutluk gösterirlerse, onlar üzerine serin ve selâmetli olur. Aksi hâlde onlar› yakar. 5-Kendisine tâbi olanlara flefkatlidir. Onlar›n a¤›rl›klar›n› tafl›r, sökük amellerini diker, iyiliklerinin kabulünde ve kötülüklerinin aff›nda onlar için Hak’tan flefaatçi olur. Kendisini tan›yan kiflinin ölünceye kadar yiyece¤i, içece¤i, giyece¤i, k›saca her fleyi olur. O kendisini tan›yana yeter. As›l kazanç as›l maiflet onun kat›ndad›r. Ahiret meta› onun yan›ndad›r. 60
6-Kendisine gelenlere dünya ay›plar›n› ö¤retir. Onlar› Allah’›n r›zas›n› (vechullah) isteyenlerle arkadafl eder. Onun sözünü dinleyip, o hâl üzere ölen kifli ›lliyyîne yükseltilir. Onun sözlerinin hakikat oldu¤u ölümden sonra anlafl›lacakt›r. 7-Ak›ll› kifli onun sohbetine gider. Günlük bir lokma kadar da olsa ondan elde etti¤i istifadeye kanaat gösterir. Onun sözleri ak›ll› kiflinin hofluna gider. ‹manl› kifli onun sohbetine devam eder ve ondan faydalan›r. ‹mans›z kifli ise ondan kaçar. Zaman›ndaki münaf›klar›n nifak alâmeti, onun sohbetine gitmemek ve karfl›laflt›¤›nda ona selâm vermemektir. Onun sözüne sebat iman alâmetidir. Ondan kaçmak ise nifak iflaretidir. 8-O halktan ölüdür, Hak ile diridir. Onu sohbetine gidip, onu tasdik eden ondan menfaatlenir ve felâha kavuflur. Ancak ona gidip de ona hüsn-i zan beslemeyenlerin böyle bir nasipleri yoktur. Baflka bir ifadeyle onun sofras›na giden aç kifli onun yeme¤inden yemelidir. Aksi hâlde doymas› nas›l mümkün olacakt›r?
B ) T A S A V V U F A N L A Y I fi I
Abdülkâdir-i Geylânî, Hâris el-Muhâsibî, Abdülkerim el-Kufleyrî ve ‹mam el-Gazâlî gibi selefleri taraf›ndan s›n›rlar› çizilen Sünnî tasavvuf anlay›fl›n›n yerleflmesinde ve geliflmesinde önemli rol 61
oynam›fl sûfîlerden birisidir. Hatta, Hallâc elMansûr ve ‹bn Arabî ve onlar›n takipçilerine karfl› oldukça fledid davranan ‹bn Teymiyye’nin di¤er sûfîlere karfl› tam tersi bir tav›r sergilemesinde, Abdülkâdir-i Geylânî ile ayn› mezhepten, mensuplar› daha önce mutasavv›flara karfl› en sert tepkiyi göstermifl olan Hanbeliyye mezhebinden olmas›n›n tesirli oldu¤u uzak bir ihtimal olmasa gerektir. Tasavvuf ile onun en sert muar›z› durumunda olan Hanbeliyye’nin bar›flmas›nda ve uzlaflmas›nda fieyhin eme¤inin ve pay›n›n son derece önemli oldu¤unu söyleyebiliriz.
C) TASAVVUF NED‹R?
Ona göre tasavvuf “Hak’ka karfl› sadakatli, halka karfl› güzel ahlâkl› olmakt›r.” “K›yl u kâl ile u¤raflmak de¤il, nefsi aç b›rakmak, onu alâka duydu¤u, kendisine hofl gelen fleylerden al›koymakt›r.” Abdülkâdir-i Geylânî tasavvuf ile baz› peygamberlerin temayüz etmifl özellikleri aras›ndaki ba¤a iflaret eder: Ona göre “tasavvuf flu 8 esas üzerine kurulmufltur: Seha (cömertlik, yumuflakl›k), ‹brahim (a.s.)’›n; r›za, ‹shâk (a.s.)’›n; sab›r, Eyyûb (a.s.)’›n; iflaret (maksad› konuflmadan anlama ve anlatma), Zekeriya (a.s.)’›n; gurbet, Yahyâ (a.s.)’›n; sûf (giymek), Mûsâ (a.s.)’›n; seyahat, Îsâ (a.s.)’›n; fakr, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hasleti.” 62
Mutasavv›f ile sûfî aras›nda fark vard›r: “Mutasavv›f mübtedî (yolun bafl›nda olan), sûfî ise müntehîdir (yolun sonuna ulaflm›flt›r); mutasavv›f vuslat yolunda yürümeye bafllayan, sûfî ise yolu katederek vuslat›n ve yolun kendisine ç›kt›¤› yere ya da fleye ulafland›r; mutasavv›f mütehammil (tafl›yan, yük çeken), sûfî tafl›nand›r. Mutasavv›f hafif, a¤›r her fleyi tafl›r. Ta ki, nefsi erir, hevas› yok olur, iradesi ve emniyeti kaybolur. Yani saf olur, her fleyden ar›n›r ve “sûfî” olarak isimlendirilir.” “Sûfî nefsin afetlerinden ar›nm›fl, onun çirkinliklerinden uzaklaflm›fl, övülen yolu tutmufl ve mahlûkattan herhangi birisine kalbinde yer vermeyerek, hakikatlere yap›flm›fl kiflidir.” En yüksek manada ise sûfî “kader ve ilâhî iradenin icra mekân›, kudsiyet ad›na mürebbi, ilim ve hikmetin kayna¤›, güven ve kurtulufl kap›s›, evliya ve abdal›n s›¤›na¤›, melcei, mercii, onlar›n kendisiyle rahatl›¤a kavufltuklar›, nefeslendikleri ve sevinç duyduklar› kiflidir.” Sûfî ile mutasavv›f› böylece tarif ettikten sonra onlar›n pratikteki uygulamalar›na ve hakikî manada sahip olmalar› gereken vas›flar›na bir göz atabiliriz. Baflka bir ifadeyle, sûfî ya da mutasavv›f kimdir, ne yapar, nas›l tan›n›r, ne gibi hasletlere sahiptir?.. v.s. ‹flte bu sorular›n cevab› Abdülkâdir-i Geylânî’nin titizlikle üzerinde durdu¤u konulard›r. 63
D) SUFÎLER‹N ÖZELL‹KLER‹
Ona göre “kavmin ilk ifli dünyal›k geçimi fleriat s›n›rlar› içerisinde, ihtiyaç ölçüsünde tedarik edebilecek bir kazanç yolu temin etmektir. Ancak, beden çal›flmaktan aciz kal›p, tevekkül dönemi gelerek kalbi kaplad›¤›nda ve uzuvlar ba¤land›¤›nda onlar›n dünyal›k k›smetleri zorluk ve güçlük olmaks›z›n kendilerine gelir.” Burada dikkat edilmesi gereken nokta, ne içerisinde bo¤ulacak kadar dünyaya gönül vermek, ne de baflkalar›na muhtaç bir hâle gelerek, hem kendisini, hem de ailesini periflan edecek flekilde zühdî bir hayata dalmakt›r. Sûfiler “dünya yata¤›n› dürmüfl, ondan uzaklaflm›fl, Rabbine yönelmifl, ona hizmetle meflguldürler. Onlar›n dünya kazanc› refah içerisinde hüküm sürmek için de¤il, kendilerine yetecek miktarda bir az›kt›r. Onlar kazanç elde etmeyi, bedenlerini ibadet etmede kuvvetli tutmak, fleytan›n tuzak ve hilelerinden kendilerini korumak için yaparlar. Böylece, Rablerinin emrini yerine getirmifl ve nebilerinin sünnetine uymufl olurlar. Asl›nda onlar›n her ifli evamire imtisal ve sünnete ittibad›r.” fiu da var ki, asl›nda “onlar ald›klar›n› halk›n elinden de¤il, Hak’k›n elinden al›rlar ve onlar›n bedenleriyle kazand›klar› halk için, kalpleriyle kazand›klar› ise Hak içindir.” 64
Abdülkâdir-i Geylânî dünyal›k kazanmaya karfl› bir tav›r sergilemez. Hatta ona göre bu zarurîdir. Çünkü halktan dilenmek ona göre flirktir. Onun tavr› dünya sevgisine karfl›d›r. Önemli olan dünya sevgisini kalbe sokmamak, onun Hak sevgisinin yerini almas›na asla izin vermemektir. Ahirete haz›rl›k ile dünya hayat›n› idame aras›ndaki denge çok iyi kurulmal›d›r. Dünya sevgisi ile sûfîlik bir arada bulunamaz. O bu konuda flöyle seslenir: “Dünya sevgisi kalbinde oldu¤u müddetçe salihlerin ahvalinden bir fley bekleme. Halktan dilendi¤in, onlar› flirk kofltu¤un sürece kalp gözün aç›lmaz.” Çünkü kalp Allah’›n evidir. Onun evi olan yere ise flirk hiç yak›flmaz. Sûfînin dikkat etmesi gereken di¤er bir önemli husus o asla sahtekâr olmamal› ve yapt›¤› iflin fark›nda bulunmal›d›r. Ayaklar› yere basmal›, içinde bulundu¤u gerçe¤i kavramal›d›r. Abdülkâdir-i Geylânî bu vas›fta olmayanlar› flu sözleriyle ciddî surette tenkit eder: “Temiz oldu¤unu iddiaedersin. Hâlbuki sen kirlinin birisin. Sûfî, zahirini ve bât›n›n› Allah’›n kitab› ve Resulünün sünnetine mütabaat ile temizleyendir. Sûfî, safas› (temizli¤i) artt›kça vücut denizinden ç›kar, kalbini temizlemesi vesilesiyle iste¤ini, ihtiyar›n› ve arzusunu terkeder. Hay›rl› olman›n temeli Nebi(s.a.v.)’in sünnetine sözde ve fiilde uymakt›r. Kulun kalbi saf olursa, rüyas›nda Nebi (s.a.v.)’i 65
görür. Ona yapaca¤› fleyleri emreder, onu yapmamas› gerekenlerden de nehyeder.” “Cüneyd el-Ba¤dâdî’nin flu sözleri de bu konuda güzel bir örnektir: Benim neyim var ki?! Sufî varl›¤›ndan ar›nan ve kendisi ile Rabbi aras›nda sefir (elçi) olan kiflidir. Salik rüyas›nda Hz. Peygamber’i kendisine izin verir, emreder ve kendisini nehyeder görmedikçe, kalbini yükseltip s›rr›n› “Melik”in kap›s›nda temizlemedi¤i ve eli Nebi (s.a.v.)’in elinde olmad›¤› müddetçe sufî olamaz.” Sufîler bu flekilde kalplerini dünyadan temizledikleri zaman art›k onlar›n cimri olmas› düflünülemez. Çünkü cimrilik hem flekavet alâmetidir, hem de sufîlerin “cimrilik edece¤i herhangi bir metalar› kalmam›flt›r. Art›k onlar›n al›fl› baflkas› içindir, kendileri için de¤ildir. Onlar kalplerini mevcut ve mutasavver her fleyden temizlemifllerdir. Cimrili¤i elinde mal olan yapar. Sufîlerin ise her fleyleri baflkas›n›nd›r. Baflkas›n›n mal›nda ise cimrilik yap›lamaz. Mal› olmayan›n ne dostu, ne de düflman› olur. Onlara insanlar taraf›ndan gelecek herhangi bir ne iltifat, ne yerme, ne de övme söz konusudur. Allahu Tealâ’n›n d›fl›nda onlara ihsanda bulunacak, zarar ya da fayda verecek, onlar› herhangi bir fleyden menedecek kimse kalmam›flt›r. Onlar dünya hayat› devam etti¤i için sevinmezler ve ölüm geldi¤i için de gamlanmaz66
lar.” Onlar fena fillah mertebesine eriflmifllerdir. “Hak’tan baflkas›n› görmez, ondan baflkas›n› iflitmezler.” “Allahu Tealâ’n›n fazl› onlar›n yiyece¤i, ünsiyeti onlar›n içece¤idir. Onlar Hakk’›n kurbiyet kap›s›n› gözetirler. Haber ile yetinmezler. Bilâkis çal›fl›rlar, sabrederler ve kendi nefislerinden ve halktan uzaklafl›rlar. Ta ki, hay›r apaç›k onlar›n yan›nda oluncaya kadar... Art›k Rablerine vas›l olmufllard›r. O onlar› terbiye ve tezkiye eder, onlara hikmeti ve ilmi ö¤retir. Onlar› mülke muttalî k›lar. Onlara yerde ve gökte kendisinden baflkas›n›n olmad›¤›n› ö¤retir. Veren de, mâni olan da hakikatte O’dur. Hareket ettiren, sükûnete kavuflturan, takdir eden, hüküm veren, yücelten, küçük düflüren, emir alt›na alan ve emir alt›na veren gerçekte O’ndan baflkas› de¤ildir. Kahir yaln›zca O’dur.” Abdülkâdir-i Geylânî’nin sufîler için üzerinde durdu¤u önemli konulardan bir di¤eri zaman› iyi de¤erlendirmektir. Zaten hakikî sufîler zaman› çok iyi de¤erlendirir. “Onlar için gece ve gündüz kavramlar› yoktur. Yemeleri, hastan›n yemesi, uyumalar›, suda bo¤ulan kiflinin durumu gibidir. Konuflmalar› zaruret dolay›s›ylad›r. Ancak, Allahu Tealâ konuflmalar›n› murad ederse, o zaman da, onlar alet, edevat, tertip olmaks›z›n, zaman ve sebebe ba¤l› kalmaks›z›n, parmak oynat›r gibi rahat bir flekilde konuflurlar. Art›k ne bir hicap, ne bir 67
kay›t, ne bir kap›c›, ne izin, ne izin isteme, ne atama, ne azl, ne bir fleytan ve ne de bir sultan vard›r.” “Onlar gecenin gelmesini ve aile efrad›n›n uyumas›n› gözetlerler. Çünkü onlar hem ailenin yükünü çekmeyi, hem de kalplerinin Rableriyle baflbafla kalma sebeplerini sa¤lamay› üzerlerine alm›fllard›r.” Bu sebeple “gündüz halk›n ve ailenin iflleriyle u¤rafl›rlar, gece ise Rablerinin hizmetine, onunla baflbafla kalmaya koflarlar.” Abdülkâdir-i Geylânî bu vas›flarla anlatt›¤› sufîlere ittibay› gerekli görür. Çünkü onlar›n bir özelli¤i de nazar sahibi olmalar›d›r. “E¤er onlar bir flahsa nazar ederler, ona himmetlerini gösterirlerse, o kifli isterse Hristiyan, Yahudi ya da Mecusî olsun, onu severler. E¤er nazar edilen kifli Müslüman ise onun iman›, yakîni ve tesbîti artar. Kalp sahih olursa nazar da sahih olur ve kifli Hakk’a yaklafl›r. Kurbiyet ve marifet gözüyle yap›lan bak›fl Hak’k›n bak›fl› demektir. Kurbiyet kalpte bir buluttur; nazar o bulutun flimfle¤i, vaaz ya¤murudur; dil kalbin mütercimidir art›k, o kifli için. Lisan marifet hokkas›na ve ilim denizine batm›fl kalemdir.” “Sözde ve fiilde bu insanlara tâbi olmak gerekir. Onlara mal ve canla hizmet ederek yak›nlaflmak lâz›md›r. Onlara verilen hiçbir fley zayi olmaz. Onlar ald›klar›n› ileride mutlaka teslim ederler.” 68
Abdülkâdir-i Geylânî sufîleri nebilerin bedeli, naibi ve varisi olarak kabul eder ve onlara uymay› gerekli görürse de, sufîleri önemli bir tehlikenin varl›¤›na iflaret ederek flöylece ikaz eder: “Kavm (yani sufîler toplulu¤u) Hak’ka ibadette, karanl›¤a ›fl›¤› getiren kimselerdir. Onlar havf ve hazer kademi üzerindedirler. Kötü ak›betten korkarlar. Zira Allahu Tealâ’n›n kendileri hakk›ndaki ilmini ve sonlar›n›n ne olaca¤›n› bilmezler. Bu sebeple de karanl›¤a ›fl›¤› hüzünlü olarak, a¤layarak ulaflt›r›rlar. Namazda, oruçta, hacda ve di¤er bütün ibadetlerinde bu hal üzeredirler. Kalpleriyle ve lisanlar›yla Rablerini zikrederler. Ahirete vard›klar›nda da cennete girer ve kendilerine ihsan edilen Hakk’›n vechini görürler. Bunun için: “Üzerimizden hüznü gideren Allahu Tealâ’ya hamdolsun” (Fât›r, 35/24) diye Allahu Tealâ’ya hamd u sena ederler. Abdülkâdir-i Geylânî’ye göre sufîlere muhalefet etmek ise son derece yanl›fl bir harakettir. Böyle bir düflünce ya da fiil onun düflüncesinde sert bir tav›r ile karfl›lafl›r. O, flu sözleriyle, sufîlere karfl› iddiada bulunanlar› kesin bir eda ile uyar›r: “Sufîlerin hâllerine karfl› herhangi bir iddiaya kalk›flma, ey heva sahibi!.. Zira sen hevan›n kulusun, onlar ise Mevlâ’n›n; sen dünyaya düflkünsün, onlar ise ukbaya; sen dünyay› görüyorsun, onlar ise gö¤ün ve yerin Rabbini; senin meylin 69
halkad›r, onlar›nki ise Hak’kad›r; senin kalbin dünyal›k ile alâkal›d›r, sufîlerin kalbi ise arfl›n sahibine; sen gördü¤ünün av› olursun, onlar ise senin gördü¤ünü görmezler, bilâkis onlar eflyan›n Halik’›n› görürler.”
E) ‹L‹M AMEL ‹HLÂS
1- ‹lim
Di¤er ‹slâmî ilimlerde oldu¤u gibi tasavvufta da ilmin gayesi Allah’a giden ve gitmeyen yollar› tesbit ederek, onun r›zas›na muvaf›k ifller yapmakt›r. Bu k›saca “ilim-billâh: Allah’› bilmek” fleklinde ifade edilir. Baflka bir ifadeyle, tasavvufta kasdedilen ilim, nefis ve hevaya galip gelerek, sahibini hay›rl› amellerin yollar›na sülûk ettiren, halk kap›s›n› kapayarak, en büyük kap› olan Hak kap›s›n› açan ilimdir. Abdülkâdir-i Geylânî ilim-billâh’› bir günefle benzeterek, onu flöyle özetler: “‹lim-billâh günefli do¤unca karanl›k gider, zaman ve mekân mefhumu kaybolur. O günefl sana neyin yak›n, neyin uzak oldu¤unu gösterir. Daha önceden müflkil gelen fleyleri sana izah eder. Güzel ile çirkini, lehinde ve aleyhinde olan› bildirir. Hak’k›n murad› ile halk›n murad›n› ay›rt eder. Hak’k›n kap›s›n› da, halk›n kap›s›n› da o zaman görürsün. Yine o zaman, hiçbir gözün görmedi¤ini görür, hiçbir 70
kula¤›n iflitmedi¤ini iflitirsin. Hiçbir befler kalbine gelmeyen senin kalbine gelir. Kalbin müflahede yeme¤inden yemeye, üns içece¤inden içmeye bafllar. Üzerine kabul elbisesi giydirilir ve halk içerisine gönderilirsin.” ‹lim esas›nda kitaplardan, defterlerden, sahifelerden ö¤renilmez. Bizzat insanlar›n (ricalin) a¤z›ndan al›n›r. Çünkü as›l ilim hâl ilmidir, kâl ilmi de¤ildir. Kâl ilmi kitaplardan ö¤renilebilir. Ama hal ilmi yaln›zca ricâlin a¤z›ndan, onlar›n hayatlar›ndan elde edilir. ‹slâmî ilimlerden as›l maksat kiflinin mücehhez oldu¤u bilgileri günlük hayat›nda uygulamas›d›r. Buna da hâl denir. Hâl ilmi ise yaflanarak ö¤renilen, tecrübeye dayal› bir ilimdir. Onun püf noktalar›n›, dönüm noktalar›n›, önemli kavflaklar›n› ve yol ay›r›mlar›n›, tehlikeli yerlerini ancak onu yaflayanlar, o yollardan daha önce bir rehber öncülü¤ünde geçenler bilirler. Bu rehberler rical-i Hak’tan baflkas› de¤ildir. Rical-i Hak ise günâh› terketmifl olan, varis, arif, amil ve ihlâsl› müttakilerdir. Bu sebeple ilmi bilmeyenlerin âlimler ile bir araya gelmesi, onlara kar›flmas›, onlara hizmet etmesi, böylelikle onlardan ilim ö¤renmesi gerekir. Onlara karfl› edepli olmas› ve zahirî ve bat›nî itiraz› terketmesi gerekir. ‹lim ö¤renmenin ilk basama¤› budur. fiu hususun da iyi bilinmesi gerekir 71
ki, ilme sülûk eden kifli her fleyden önce temel olarak ahireti hedef almal›d›r. ‹limde hedef, dünya menfaati olmamal›d›r. Kald› ki, ahiretini mamur edene Allahu Tealâ dünyay› da bahfledece¤ini Resulü’nün vas›tas›yla flu flekilde bildirmifltir: fliye dünyay› da Allahu Tealâ niyeti ahiret olan kifli “A fliye ahireti ververir. Fakat niyeti dünya olan kifli mez.” (Feyzu’l-kadîr, II/304) Bu sebeple niyet, bütün ibadetlerin özüdür. ‹lim ile haflyetullah aras›nda ba¤ vard›r. Abdülkâdir-i Geylânî ilim ile haflyetullah aras›ndaki bu iliflkiye dikkat çekerek, haflyetullâh’› “ilmin ta Allah’tan ancak kendisi” diye tarif eder. Çünkü “A âlimler korkar.” (Fât›r, 35/28) Burada âlim olarak tavsif edilenler ise ilmiyle amil olan, amellerine karfl›l›k Allah’tan bir karfl›l›k beklemeyen, yegâne gaye olarak vechullâh ve muhabbetullâh’› fleçmifl kimselerdir. Bu sebeple, nice ilimler vard›r ki, zahirî olarak artt›kça, bat›nî yönde sahibinin sadece cehaletini art›r›r. Yani onda Allah korkusu ve Allah sevgisi oluflturmaz. Oysa “Tevrat’ta yazar ki: “‹‹lmi artan›n a¤r›s›, s›k›nt›s› da artar.” Buradaki a¤r› ve s›k›nt› ise Allah’tan korkma, ondan ve kullar›ndan çekinmeden baflka bir fley de¤ildir.” Bu ise ancak ilim ile amel etme sayesinde olur. Amel ihlâs ve edep ile gerçekleflir. fieyhlere karfl›, âlimlere karfl› hüsn-i zan ile tahakkuk eder. 72
2 - ‹ lm -i Zahir , ‹lm-i Bât›n: ‹lm -i H ük üm , ‹l m- i Ledü n
‹lim ö¤renmeden maksat onunla dünyada isim yapmak, flöhret olmak de¤ildir. Mümin ilmi onunla amel etmek, Rabbini daha iyi tan›y›p, ona daha yak›n olmak için elde etmeye çal›fl›r. ‹nsana Rabbini tan›tan, ona yak›nlaflt›ran ilim ise iki türlüdür: 1- ‹lm-i zahir. 2- ‹lm-i bât›n. Bunlar için ilm-i hüküm ve ilm-i ledün tabirleri de kullan›l›r. Zahirî ilim tabiriyle tefsir, hadis, f›k›h, kelâm, v.s. ‹slâmî ilimler kasdedilir. Bunlarla u¤raflan âlimlere “zahir ehli” “ehl-i rüsûm” ya da “ulemâ-i rüsûm” denir. Bat›nî ilim tabiriyle de hakikat ve marifetle ilgili ilimler kasdedilir. Buna tasavvufta “ledünnî ilim” de denmifltir. Bu ilimle u¤raflanlara da tasavvuf gelene¤inde muhakk›k ismi verilmifltir. ‹flte bu iki ilim ehli aras›nda ‹slâmî ilimler tarihi boyunca, kendisini hakl› gösterme mücadelesi daima var olagelmifltir. Her iki taraf da hakikatin kendi saflar›nda oldu¤u iddias›nda bulunmufl, karfl› taraf› cehaletle, gerçe¤i kavrayamamakla suçlam›flt›r. Ancak, tasavvuf simalar›n›n önde gelen birçoklar›, bir taraftan kendi mensuplar›na sahip olduklar› ilmin fleriatin zahirine uygun oldu¤unu, ya da uygun olmas› gerekti¤ini, zahire uymayan ilmin, ne olursa olsun makbul olmayaca¤›n› an73
latmaya çal›fl›rken, di¤er taraftan da zahir ehline sahip olduklar› zahirî ilmin hakikati elde etmede yetersiz oldu¤unu, zahirî ilimlerin yan›nda kendilerinin marifet ve hakikat diye isimlendirdikleri çok önemli gerçeklerin bulundu¤u tezini kabul ettirme mücadelesi vermifllerdir ki, bunlar›n en önde gelen isimlerinden birisi de Abdülkâdir-i Geylânî’dir. Ona göre bu iki ilim ne birbirine terstir, ne de birbirinden ayr›d›r. Aksine bunlar birbirlerini tamamlayan unsurlard›r. Zahirî ilim olmadan, bat›nî ilim olamaz; bat›nî ilim olmadan zahirî ilim kemal bulamaz. “Evvelâ halktan ilim tahsil etmek gerekir ki, bu “hüküm ilmi”dir. Sonra da Halik’tan ilim tahsili yap›l›r ki, bu da “ledünnî ilim”dir. Ledünnî ilim kalplere has bir ilim, esrara ait bir s›rd›r.” Esasen ilim tabaka tabaka, kademe kademedir. Meselâ kifli islâmdan (‹slâm’a girme, Allah’a teslim olma) imana, imandan ikana, ikandan marifete, marifetten ilme, ilimden muhabbete, muhabbetten mahbubiyete, mahbubiyetten talebe, talepten matlûbiyete... geçer. Dolay›s›yla ilk ad›m›n daima sa¤lam olmas› gerekir. Çünkü ondan sonrakiler hep onun üstüne bina edilir. ‹slâm sahih olmadan imana, iman sahih olmadan ikana, ikan sahih olmadan marifet ve velâyete ulafl›la74
maz. ‹nsan ak›ll› olmal› ve kendisini ölçmelidir. Abdülkâdir-i Geylânî bu konuda flunlar› tavsiye eder: “Ey o¤ul! E¤er islâm›n yoksa, iman›n da olmaz. ‹man›n olmay›nca yakînin de olmaz. Yakînin olmay›nca, Allah’› tan›yamaz ve bilemezsin (marifetullâh’›n ve ilim-billâh’›n olmaz). Bunlar derece derecedir, tabaka tabakad›r. ‹slâm sahih olursa, teslimiyet, selâmet bulma da sahih olur. Allah’a müslim (teslim olmufl) ol. Bütün ahvalinde fler’î hudutlar› muhafaza edip, onlara yap›flarak, kendin ve baflkalar› için Allah’a güven. Ona ve onun yaratt›klar›na karfl› edebini güzellefltir. Ne kendine, ne de baflkalar›na zulmet. Çünkü zulüm, dünyada da ahirette de karanl›ktan baflka bir fley de¤ildir. Zulüm kalbi karart›r ve yüzü siyahlaflt›r›r.” Yine der ki: “Yan›mda bir fleriat aynas› vard›r ki, hükm-i zahirdir. Bir de ilim-billâh aynas› vard›r ki, o da ilm-i bât›nd›r. Gaflet uykusundan uyan, yüzünü yakaza suyuyla y›ka ve aynaya bak: Müslüman m›s›n, kâfir mi? Mümin misin, münaf›k m›? Muvahhid misin, müflrik mi? Muhlis misin, müraî mi? Muvaf›k m›s›n, muhalif mi? Raz› m›s›n, hoflnutsuz mu?...” ‹lim de olsun, amelde olsun esas kaynak ve esas mikyas Kitap ve sünnettir. Tarikatte Allah ve Resulü’nün emrine sar›larak ve onlarla amel edile75
rek ilerlenir. ‹nsan›n kendi nefsine, kendi görüfl ve bilifllerine uyarak yol almas› mümkün de¤ildir. Çünkü onda ne “ben” ne de “biz” vard›r. Sadece “sen” “sen” vard›r. “Sen” ise Kitap ve sünnettir. Salik, fiillerini Allah’›n emri olmaks›z›n yapmamal›d›r. Bu emir ise ya fleriat, ya da fleriate uygun olarak, Allah’tan müminin kalbine gelen bir ilham vas›tas›yla olur. Dikkat edilecek nokta uyulmas› gereken ilham›n fleriate uygun olmas›d›r. Zira “kalbe alt› kaynaktan havat›r gelebilir: 1- Nefisten. 2- fieytandan. 3Ruhtan. 4- Melekten. 5- Ak›ldan. 6- Yakînden. Nefisten gelen havat›r insana flehvetleri yerine getirmeyi ve hevaya uymay› telkin eder. fieytandan gelen havat›r insan› as›lda flirke, küfre, flikayete ve Allah’› vâdinde töhmet alt›nda b›rakmaya, füruda ise masiyete, tevbeyi ertelemeye ve dünyada ve ahirette insan›n helâk olabilece¤i her fleye sevkeder. Bu iki havat›r mezmumdur ve kötülü¤e mahkumdur. Ayn› zamanda bütün müminleri ilgilendirir. Melek ve ruhtan gelen havat›r Hakk’› söyler, Allah’a taate teflvik eder, dünya ve ahirette insan› selâmete götüren, ilme uygun düflen hususlar› telkin eder. Bu iki havat›r güzeldir ve insanlar›n havass› bu havat›r ile muhatap olur. Ak›ldan gelen havat›ra gelince, o bazen fleytan ve nefsin, bazen da ruh ve mele¤in isteklerini insana emreder. Bu kulun ak›l, flühud ve 76
temyiz yoluyla hayra veya flerre girmesi hususunda, Allah’tan bir hikmet ve iflini sa¤lam yapmas›na bir delildir. Ak›ldan gelen bu havat›ra uyma, caza veya mükâfat› gerektirir. Onun kulun lehine de, aleyhine de olmas› mümkündür. Allahu Tealâ cismi ahkâm›n› uygulama için mekân ve hikmetli iradesini gerçeklefltirme mahalli yapm›flt›r. Böylece akl› hayr› ve flerri kabul eder k›lm›flt›r... Yakîn havat›r› ise, o iman›n ruhu ve ilmin kayna¤›d›r. Allah’tan gelir ve ona döner. Yakînden gelen havat›r, evliyadan s›ddîk ve mukîn (yakîn sahibi) olanlara, flühedaya ve “bedellere” mahsustur. O ancak Hak’k› telkin eder. Vürudu gizli, gelifli incedir. Ona ilm-i ledünnîden, ahbar-› guyubdan ve esrar-› umurdan baflkas›yla ulafl›lmaz. Bu havat›r mahbublara, muradlara, muhtarlara (seçkinlere) ve Allah’ta fâni olmufllara aittir.” ‹flte mümin kendisine gelen havat›r›n fleytan ve nefis kaynakl› olabilece¤ini düflünerek, peflin peflin kabul etmemeli, kitap ve sünnet ile ölçerek fleriat süzgecinden geçirmelidir. Her hâlinde bu ölçüyü elinden b›rakmamal›d›r. Kitap ve sünnete uyma hem farzd›r, hem de muhabbet iddias›n›n bir gere¤idir. Kitap zaten dinin temelidir. Onun farz ve muhabbet iddias›n›n bir gere¤i oluflunda hiçbir flüphe yoktur. Sünnete gelince, ona uymak da aynen Kitap gibi farzd›r. Farzd›r çünkü Kitab’›n sahibi onun hakk›nda 77
Resul size neyi emrederse onu al›n ve neyden “R de nehyederse ondan uzak durun” (Haflr, 59/7) buyurur. Sünnete uyma muhabbet iddias›n›n da De ki: E¤er bir gere¤idir. Çünkü Allahu Tealâ: “D Allah’› seviyorsan›z bana uyun ki, Allah da sizi fllas›n” (Âl-i ‹mrân, sevsin ve günahlar›n›z› ba¤›fll 3/31) ayetinde kendi sevgisini Resul’e uyma ile kay›tl› k›lm›flt›r. fiu kadar var ki, farz ibadetlerin mutlak surette eda önceli¤i vard›r. Sünnet farzdan sonra gelir. Yine nafile bir ibadet de sünnetten sonra gelir. Farz dururken, nafile ibadetlerle ifltigal etmek, padiflah›n hizmeti dururken, onun rical ve erkan›na hizmet etmeye benzetilebilir. Böyle bir davran›fl ise son derece yanl›flt›r. Kitap ve sünnet konusununda Abdülkâdir-i Geylânî’nin tavsiyesi fludur: “Kader karanl›kt›r. Bu karanl›¤a lamba ile gir. Lamba ise Kitabullâh ve sünnetü’r-Resul’dür. Bunlardan hiçbir zaman ç›kma. Bir hat›r ya da ilham geldi¤inde, onlar› Kitap ve sünnet ile ölç.” Ona göre kabul ya da reddet.
3- ‹lim ‹ le Amel Et mek
Ö¤renilen ilim kendisiyle amel edildi¤i takdirde faydal›d›r. Aksi hâlde kifliye yük ve vebalden baflka bir fley sa¤lamaz. “Cahil ibadeti ile hiçbir fley elde edemez. Çünkü o tamam›yla bir fesat ve 78
zulmet içerisindedir. ‹lim de ayn›. O da ancak kendisiyle amel edilirse insana faydal› olur. Amel ise ihlâsl› olmal›d›r. ‹hlâss›z amel de faydas›zd›r, kabul edilmez. Kendisiyle amel edilmeyen ilim sahibinin aleyhine delildir.” Dolay›s›yla kifli, h›fz› kuvvetli de olsa, bilgisi çok da olsa, ilmiyle amil olmad›¤› için, onu lehinde kullanamad›¤› için hakikatte cahildir, aptald›r. Kald› ki, insan Kitap ve sünnet paralelinde ameli gerçeklefltirdi¤i takdirde yüksek derecelere ulafl›r. Cennetteki dereceler ancak dünyada ifllenecek güzel, salih ve faydal› ameller ile yükseltilebilir. Çünkü dünya ahiretin tarlas›d›r.” ‹lim olmadan “Ç amel, amel olmadan da cennet olmaz. Zira ilimle amel ilmin tac›, ilmin nuru, safan›n safas›, cevherin cevheri ve özün özüdür. Kalp ilimle amel sayesinde s›hhat bulur ve temizlenir. Kalp s›hhatli olursa beden de s›hhatli olur. Kalp temiz olursa, beben de temiz olur. Kalp kan› iyi temizler. Kan temiz olursa o kan›n dolaflt›¤› bünye de temiz ve s›hhatli olur. Kalbin s›hhati de Âdemo¤lu ile Rabbi aras›ndaki s›rr›n s›hhatine ba¤l›d›r. S›r bir kufltur, onun kafesi kalptir. Kalp de bir kufltur, onun kafesi de bedendir. Bedenin kafesi ise mezard›r.” ‹nsan nihayette bu kafeslerden tek tek geçmek zorundad›r. Bu geçifllerden zarar görmemek, onlar› kolayl›kla atlatmak istiyorsa evvelâ ilmi ile amel etmeli ve bu sayede temelini sa¤lam yapmal›d›r. 79
Dolay›s›yla, müslüman kalbini temizlerse di¤er uzuvlar› da güzelleflir. Çünkü kalp bedenin melikidir. Melik güzel olursa memlûk de güzel olur. ‹lim kabuktur. Amel ise özdür. Kabuk korunur ki, öz de korunabilsin. Öz muhafaza edilir ki, ondan ya¤ ç›kar›labilsin. Alt›nda öz olmazsa kabuk ifle yaramaz. ‹çerisinde ya¤ bulunmazsa, o zaman da öz ifle yaramaz. Amel giderse ilim de gider. Amelsiz, diraset ve ilmin faydas› yoktur. Dünyada ve ahirette hay›r ancak ilim ile amel ve insanlara ilim ö¤retme sayesinde elde edilir. ‹lmi ile amil olan âlimler her türlü takdir ve övgünün üzerindedirler. Onlar toplumda örnek kiflilerdir. Onlar “selefin naibleri, enbiyan›n varisleri ve kendilerinden sonrakilerin önderleridir. Onlar fleriat flehrinin ümran› için çal›fl›rlar. Onu harap olmaktan korurlar. Onlar k›yamet günü peygamberler ile beraberdirler. Ücretleri Rab (c.c.) taraf›ndan ödenir.” ‹lmiyle amil olmayanlara, ö¤rendi¤i ilmi hayat›nda tatbik ve tahkik etmeyenlere gelince, Abdülkâdir-i Geylânî titizlikle üzerinde durdu¤u bu hususta flunlar› söyler: “Allahu Tealâ onlar› efle¤e fl›yan efle flek gibidirYük tafl› benzeterek flöyle der: “Y ler.” (Cum‘a, 62/5) Buradaki yük, ilim kitaplar›d›r. Kitaplar›n efle¤e hiç faydas› olur mu? Onun yan›na yorgunluk ve s›k›nt›dan baflka bir fley ka80
l›r m›?! ‹lmi artan kiflinin Rabbinden korkusunun ve ona itaatinin de artmas› gerekir. Ey ilim iddias›nda bulunan! Allah’tan korkun hani? Günahlar›n› itiraf›n nerede? Nerede Allah’a taat yolunda karanl›¤› ayd›nlatan ›fl›¤›n? Nerede sak›nman, nerede korkman? Hani günahlar›n› itiraf›n? Hani, hani Allah’a taat yolunda karanl›¤› ayd›nlatan ›fl›¤›n? Nefsini terbiye etmen, onunla Hak yolunda mücahede etmen nerede?” ‹flte bütün bunlar›n temelinde ilim ve ilimle amel yatar. Amelsiz sözler, ihlâss›z fiiller, toplumda nifak›n artmas›na sebepten baflka bir ifle yaramaz. Amelsiz söz kap›s›z, duvars›z, direksiz eve benzer. Faydalan›lmayan hazine gibidir. Ruhsuz ceset mesabesindedir. Amellerin ruhu ise, ihlâs, tevhid ve Allah’›n kitab› ve Resûlü’nün sünnetinde sebat ile olur. ‹man, sadece sözden ibaret de¤ildir. Onun amel ile tezahür etmesi gerekir. Kul ibadetleri yerine getirmeyip, isyanlara, hatalara ve muhalefete devam etti¤i müddetçe sözlü iman› kendisine yeterli de¤ildir. Toplumda en çok dikkat edilmesi, sak›n›lmas› gereken kimseler cahil âlimlerdir. Çünkü onlar insan› zulmete, karanl›¤a götürmekten baflka bir fley yapmazlar. ‹flte bu konuda Abdülkâdir-i Geylânî flu ikazda bulunur: “Ey o¤ul! Allah’›n hilmi Onun tutup kavramas› seni aldatmas›n. Zira “O 81
fl) fli fliddetlidir.” (Burûc, 85/12) Allah’› bilme(batfl) yen bu cahil âlimlere sak›n aldanma! Onlar›n ilimleri kendi aleyhlerinedir. Onlar Allah’›n hükümlerini bilirler fakat Allah’›n kendisinin cahilidirler. ‹nsanlara marufu emrederler fakat kendileri yapmazlar. Münkerden nehyederler fakat kendileri yaparlar. Hak’ka davet ederler fakat kendileri Hak’tan kaçarlar.” Baflka bir ifadeyle, insan ya da âlim bildi¤iyle amel etmeli, baflkas›na yapt›¤› nasihati, kesinlikle kendisi de yerine getirmelidir. Zira, dinin kifliden gitmesi dört flekilde olur: 1- Bilinenlerle amel etmemek. 2- Bilinmeyenle amel etmek. 3- Bilinmeyeni ö¤renme gayreti içinde olmamak. 4- ‹nsanlar› bilmediklerini ö¤renme gayretinden menetmek. ‹flte bunlar kiflinin dinini ya da dinin özünü, hikmetini kaybetmesine sebep olan hususlard›r.
4- Amelde ‹hlâsl› Olmak
Her fleyin temeli ilimdir. ‹limle amel etmek ise çok önemlidir. Fakat, ameli âdetten, bedenin tabiî bir refleksi olmaktan ay›ran bir öz vard›r ki, o ihlâst›r. ‹hlâs amel cesetlerini diri k›lan ruhtur. ‹hlâs kiflinin mukarrebun zümresine dahil olmas›n› sa¤layan haslettir. Öyle ki, bir mümin güzel sözler, kendisinde kabuk olmayan, sadece öz olan 82
hikmetli sözler iflitse, o iflittikleriyle amel etse ve amelinde de ihlâsl› olsa, sonunda mukarrebundan olur. ‹flledi¤i ameller insan› aldatmamal›d›r. Ameller nihayette neticeye göre de¤erlendirilir. Bu sebeple insan›n Hak’tan daima amellerinin güzel sonla neticelenmesini, güzel amel üzere iken ruhunu kabzetmesini istemesi gerekir. Kurtulufl ilim defterini dürüp, sadece bilgi edinmek için yap›lan faaliyeti b›rak›p, edinilen bilgi ile, ihlâsl› bir flekilde amel etmektedir. Konuflup, ifl yapmamak hofl ve makbul bir fley de¤ildir. Güzel ameller ifllemek, hay›r hasenatta bulunmak, her ne kadar dinen emredilen, övülen, güzel fleyler olsa da, fleytan›n ve nefsin insan› bu fiiller ile aldatmas›, insan›n bu güzel fiiller ile kendini be¤enmek, kibirlenmek ve onlara mutlak güvenmek gibi yanl›fl yollara sapmas› mümkündür. Bundan dolay› insan, amellerini bir fluur ile yapmal›, bir ideal ile gerçeklefltirmelidir ki, iflte bu fluur fiilin sadece Allah r›zas› için yap›lmas›, onda dünyal›k ya da nefsin hofluna giden hazz›n bulunmamas› anlam›na gelen ihlâst›r. Tasavvufu kolay bir yol olarak görmemek gerekir. Onun temelinde ihlâs olmal›d›r. ‹hlâss›z tasavvuf olmaz. Ne var ki, pek çok kifli ihlâsl› oldu¤u iddias›nda bulunur da, iddias› ile, ihlâs ile kendisi aras›nda hiçbir ba¤ yoktur. 83
onlar dinde muhlis olarak (sami‹hlâs’›n temeli “o mi olarak, dini sadece ve sadece Allah’a has k›fl›nda bir fle fleyle larak) Allah’a ibadet etmeleri d›fl› emredilmediler” (Beyyine, 93/5) “b biliniz ki, hâlis din Allah içindir” (Zümer, 39/3) ve “ssizin amellefl› riniz size, bizim amellerimiz bize! Biz ona karfl› muhlis kimseleriz” (Bakara, 2/139) ayetleridir. Denilmifltir ki: ‹hlâs, taatte, tek kasd›n sadece Hak olmas›d›r. Baflka bir deyiflle, kulun taat ile Mevlâs›na yaklaflmay› murad etmesi, taati halk için yapmamas›, ona karfl›l›k halktan bir övgü, bir sevgi beklememesi ve halka karfl› içinde ibadet sebebiyle bir levm veya zem oluflmamas›d›r. ‹hlâsl› kifliye “muhlis” denir. “Muhlis, ibadeti Allah’›n rububiyet ve malikiyet hakk›n› eda etmek için yapan kimsedir. Yoksa Allahu Tealâ’dan gayr›s›yla ifltigal etmek flirktir. Hazlar› talep eden kifli muhabbet ve velayet iddias›nda sad›k de¤ildir. Allah ile baflka fleye ihtiyaç duyan yalanc›d›r. O ameli için karfl›l›k bekleyendir. O muhlis de¤ildir.” Bir hadîs-i flerifte Hz. Peygamber flöyle buyurur: flSizden bir kimse cehennem ehlinin amelini ifl“S ler. Ta ki, cehenneme girmesine bir kar›fl kal›r da, kitap (kader) onun önüne geçer ve o cennet ehliflleyerek cennete girer. Yine, biriniz nin amelini ifll fller. Ta ki, cennete gircennet ehlinin amelini ifll 84
mesine bir kar›fl kal›r da, kitap onun önüne geçer flleyerek cehenve o cehennem ehlinin amelini ifll neme girer.” (Buhârî, Kader/1) Bu sebeple mümin taatine güvenmemeli, onunla kendini be¤enme yoluna gitmemelidir. Bilâkis Allah’tan fiillerinin kabulünü istemeli ve baflka bir hâle döndürülmekten korkmal›d›r. Taatine “masiyet ol!” ve safas›na (temizli¤ine) “kir ol!” demeye karfl› elinde bir güvencesi yoktur. O sadece bildi¤iyle ihlâsl› bir flekilde amel etme yolunu tutmal›d›r. Bu durum ihlâsa kavuflmas›na, ihlâs› gerçeklefltirmesine vesile olacakt›r. Mümin bildi¤iyle amel etti¤i müddetçe Allahu Tealâ onu bilmedi¤ine varis k›lar, ona bilmedi¤ini ö¤retir. Kalbini iki aya¤› ve ihlâs üzere ikame eder. Ad›mlar› onu Hak’ka yaklaflt›r›r. Mümin bir ameli iflledi¤inde, kendisini Hak’ka yaklaflm›fl, kalbinde ünsiyet ve ibadet zevkini yerleflmifl bulmazsa, kendisinin “amil” olmad›¤›n›, amelinde halel bulundu¤unu bilmelidir. Bu halel ise ihlâs›n z›dd› olan riya, nifak ve ucubdan baflka bir fley de¤ildir. Bunun için Abdülkâdir-i Geylânî der ki: “Ey amil (ahiret ameli iflleyen kifli)! ‹hlâsl› ol. Aksi hâlde bofla yorulma!..” “Ey o¤ul! Kalp ameli olmayan lisan f›kh› seni Hak’ka götürmez. Seyr kalbin seyridir. Kurb esrar›n kurbudur. Amel fler’î hudutlar içerisindeki 85
manevi amel ve kullar›na Allah için tevazu göstermektir. Her fleyi nefis ile ölçmenin ölçüsü yoktur. Amellerini halka ›zhar edenin ameli yoktur... Amelin temeli tevhid ve ihlâst›r. ‹hlâs› ve tevhidi olmayan›n ameli yoktur. ‹hlâs ve tevhid temeli üzerine Allah’›n izni ve yard›m› ile amel binas›n› kur.” “Amel-i salih Allah için olursa onda flirk eseri bulunmazsa insan› Hak caddesine götürür.” “Ey o¤ul! Amellerinde ihlâsl› ol. Onlar›n üzerinden gözünü kald›r. Onlar için ne Hak’tan, ne de halktan bir karfl›l›k bekleme. Ameli nimet için de¤il, Allah r›zas› için yap. Onun r›zas›n› isteyenlerden ol. Onun r›zas›n› iste ki, o da sana ata ve ihsanda bulunsun. Buna ulafl›rsan dünyada da ahirette de cennete kavuflursun. Dünyada ona kurbiyet has›l edersin. Ahirette de üzerinde onun nazar›na ve vadettiklerine kavuflursun.”
5- Nifak ve Riyadan Kaç›nmak
‹nsan›n amelleriyle ilgili kendisisinden kaynaklanan iki büyük düflman› vard›r. Bunlardan birisi nifak, münaf›kl›k, di¤eri de riya, gösterifltir. Bir insan›n ameli Allah’tan gayr›s› için yapmas› esasen küfürdür. Riya ise Allah’tan baflkas› için terkedilen fleylerdir ki, bu da flirktir. Riya ile nifak birbirine yak›n anlam› olan kelimelerdir. Zaman zaman ‹slâmî gelenekte birbirleri86
nin yerine kullan›lm›flt›r. ‹kisi de d›flar›dan görünenin haricinde bir maksad› ifade ederler. Riyakâr da, münaf›k da zahirdeki amac›n›n d›fl›nda gizli maksatlar için çal›fl›r. Ancak münaf›kl›kta bu gizli maksat kiflinin kendisi için tamam›yla bellidir. Riyada ise insan her zaman gizli maksat tafl›d›¤›n›n fark›nda olmayabilir. Bu sebeple münaf›kl›k aç›kt›r ve ferdiyet aç›s›ndan ‹slâm ile bir arada bulunamaz. Ancak, riyan›n s›n›rlar› o kadar kesin ve net de¤ildir. Bundan dolay› da riya, müslüman›n flahs› ile do¤rudan ilgilidir. Münaf›kl›k insan›n bilgisi ve iradesi dahilindedir. Fakat riyada irade ve bilgi bulunmayabilir. Münaf›kl›k daha çok akait ve kelâm ile ilgili bir husus oldu¤u hâlde, riya daha çok ahlâkî ve tasavvufî bir mevzudur. Nifak imana taalluk eder. Riya ise amel ile alâkal›d›r. Bu sebeple her ne kadar gizli nifaka düflebilece¤i göz önüne al›narak insan ondan sak›nd›r›lm›fl ise de, tasavvufta nifaktan ziyade riya, ucub, tekebbür, rü’yet-i halk gibi müslüman›n fiilleriyle do¤rudan ilgili konular üzerinde daha çok durulur. Tabiat›yla her abidin, her arifin, her hâlinde riyadan, ucubdan ve rü’yet-i halktan sak›nmas›, fark›nda olmadan böyle bir hâle düflmekten kagaflet içerisinde ç›nmas› gerekir. Allahu Tealâ “g namaz k›lanlar›n vay h âline! Onlar gösterifl yap›yorlar ve iyili¤e de mâni oluyorlar” (Mâûn, 87
107/4-7) buyurarak, müminleri riya konusunda Kim ki, Rabbiyle (güzel fliddetlice uyarm›flt›r. “K ce) karfl›lamay› istiyorsa salih amel ifllesin ve ibadetinde ona hiçbir fleyi flirk koflmas›n” (Kehf, 18/110) buyurmak suretiyle de ibadetlere flirk bulaflabilece¤i ikaz›nda bulunmufltur ki, bu flirk riyad›r.
Bu hususta fieddâd b. Evs’ten rivayet edilen bir hadis-i flerif son derece aç›kt›r. fieddâd flöyle diyor: “Bir gün Hz. Peygamber’e u¤ram›flt›m. Yüzünde beni üzen bir ifade gördüm. Bunun üzerine sordum: “—Neyiniz var, ya Resulullah? —Ümmetimin benden sonra flirk koflmalar›ndan korkuyorum. —Onlar sizden sonra flirk mi koflacaklar? fle, aya, puta ya da tafla fla tapa—Hay›r, onlar günefle cak de¤illerdir. Fakat amellerinde riya yapacakflirktir” dedi ve “K lar. Riya ise fli Kim ki Rabbiyle (güfl›lamay› istiyorsa, salih amel ifll fllesin ve zelce) karfl› fleyi fli flirk koflm flmas›n” (Kehf, ibadetinde ona hiçbir fle 18/110) ayetini okudu.” (‹bn Mâce, Zühd/21) Bir bak›ma riya daha çok dindar görünen, ya da baflka bir aç›dan, kendisini dindar hisseden, din ile yak›ndan alâkas› olan kimselerde görülür. Bu kimseler ise halktan ziyade, dini s›k› yaflamaya 88
çal›flan abid, zahid gibi dindarlar ve dinî bilgileri derin olan din âlimleridir. Abdülkâdir-i Geylânî halka dinî ö¤ütler, nasihatler ve fikirler verip de, kendileri yapmayan dindarlar›n bu tutumlar›n› riya olarak görür. Onlar› dinî konumlar›n› menfaat temin etme yolunda kullanmakla suçlar. Bu huRuhbandan ve ahbardan pek ço¤u, insansusta “R lar›n mallar›n› bat›l yollarla yerler ve onlar› Al lah’›n yolundan al›koyarlar” (Tevbe, 9/34) ayetini delil getirerek, ayetteki ahbar› “âlimler” ruhban› da “abidler” olarak aç›klar. Bu flekilde âlim ve abidleri ehl-i kitap ileri gelenlerinin düfltü¤ü duruma düflmemeleri hususunda tenbihler. Yine toplumda bir k›s›m din kisveli kimseler vard›r ki, bunlar da insanlara iyili¤i ö¤ütlerler, ama onu kendi hayatlar›nda tatbik etmezler. Bunlar ise “ssizler insanlara iyili¤i emrediyorsunuz da kendi nizi unutuyor musunuz? Ve siz kitab› da okuyor flünmüyor musunuz?.. ” (Bakara, sunuz!.. Düflü fleyEy iman edenler! Niçin yapmad›¤›n›z fle 2/44) “E fleyleri söyleleri söylüyorsunuz? Yapmad›¤›n›z fle fl›lameniz, Allah indinde büyük bir nefretle karfl› n›r” (Saff, 61/2-3) ayetlerinde tenkit edilmifl ve bu hallere düflmemeleri hususunda müminler uyar›lümmetim için en çok m›flt›r. Hz. Peygamber de “ü fley sözde âlim münaf›klard›r” (Ahkorktu¤um fle med b. Hanbel, I/379) buyurarak, söyledikleri ve bildikleri ile amel etmemenin tehlikesine dikkat çekmifltir. 89
Toplumda din önderi görünen kimselerin bu hususlara dikkat etmeleri, nefis ve fleytan›n tuzaklar›na düflmemeleri gerekir. Mümin dinini yaflamak için ilim ö¤renmeli, ö¤rendi¤ini hayat›nda tatbik etmeli, tatbikinde ihlâsl› olmal› ve riya ve nifaka düflme tehlikesini unutmamal›d›r. Amellerin güzel sonla neticelenmesinin manas› budur.
F) TEVH‹D
‹nsan, Allah’›n varl›¤›n› ve birli¤ini kendi akl›yla da bulabilir. Bu sebeple “ak›ll› kiflinin yapaca¤› ilk ifl, önce kendisine, sonra da di¤er mahlûkata bakmak olmal›d›r. Bunlarda yarat›c›ya ait delilleri bulabilir. Çünkü Sâni’a götüren deliller ve eflyan›n ancak O’nunla mevcut oldu¤unu gösteren ayetler her yerde mevcuttur.” Esasen hakikatte Allah’tan baflka fail, O’ndan gayri hareket ettiren ve onun haricinde durduran yoktur. Hay›r-fler, zarar-fayda, verme-alma, açma-kapama, öldürmeyaflatma, yüceltme-alçaltma ancak O’nun elindedir. Gerçek tevhid hayat›n her sahas›nda iflte bu hakikati yakalamakt›r. O halde öncelikle tevhidin ne oldu¤unun aç›klanmas› gerekir. Tevhidin asl› müminin kendisinde ve gayr›s›nda sadece Allah’›n fiillerini görmesi, hakikatte O’ndan baflka fail kabul etmemesidir. Bu hâl tasavvufta “Lâ faile illallah: Allah’tan 90
flka fail yoktur” cümlesiyle ifade edilir. O’ndan baflk gayr›s›n› bir sebep, bir vas›ta talâkki etmektir. Hz fleye karfl› fl› afl› fl›r› sevgin seni kör ve Peygamber “bir fle sa¤›r yapar” (Ebu Davûd, Edeb/116) buyurmufltur. Yani kifli sevdi¤i fleyden baflka bir fleyi görmez ve onunla daima meflgul oldu¤u için baflka bir fleyi de iflitmez. Bu aç›dan bak›ld›¤›nda tevhidin muhabbetullah ile çok yak›n bir alâkas›n›n oldu¤u hemen farkedilecektir. Ne var ki, gerçek tevhide ulaflmak kolay de¤ildir. Salik çeflitli merhalelerden geçtikten sonra ancak hakikî tevhide ulaflabilir. Bafllang›çta iman zay›f oldu¤u için “Lâ ilâhe flka ilâh yoktur” denir. Nihaillallah: Allah’tan baflk flka ilâh yette ise “Lâ ilâhe illâ ente: Senden baflk yoktur” denir. Çünkü art›k iman kuvvetlenmifl, muhatap, haz›r ve müflahidin Hak oldu¤u fluûru iyice yerleflmifltir. Tevhidin di¤er bir merhalesi ise Mevlâ’n›n d›fl›ndaki her fleyden iflâs etmek, eflya ile alâkadan kalbi temizlemek, eflyadan fâni olmakt›r (Lâ mevcûde illallah). O hâlde tevhidin merhalelerini flu flekilde s›ralamak mümkündür: 1- Lâ ilâhe illallah, 2- Lâ faile illallah, 3- Lâ mevcûde illallah, 4- Lâ ilâhe illâ ente. Psikolojik aç›dan ise tevhid huzur, afiyet ve her çârenin bafl›d›r. ‹nsan hayat› boyunca hep çareyi ve afiyeti arar. Hâlbuki “afiyet, afiyet talebini terketmektedir. Zenginlik, zenginlik hevesinden kurtulmaktad›r. Çare, çare aramay› b›rakmakta91
d›r. Çünkü her fleyin çaresi Hak’ka teslim olmak, esbab› terk ve onlardan s›yr›lmaktad›r. Çare Allah’› kalp ile tevhiddir, dil ile de¤il. Tevhid ve zühd bedende ve dilde olmaz. Tevhid kalpte olur, zühd kalpte olur, takva kalpte olur, marifet kalpte olur, ilim kalpte olur, muhabbetullah kalpte olur, kurb kalpte olur.” Tevhidi iyice anlayabilmek için onun karfl›t› olan flirkin, kiflinin gizli ilâhlar›n›n da iyi bilinmesi gerekir. Allahu Tealâ “Kim ki Rabbiyle (güzel bir flekilde) karfl›laflmay› diliyorsa salih amel ifllesin ve ona ibadetinde hiçbir fleyi flirk koflmas›n” (Kehf, 18/110) buyurmufltur. fiirk ise sadece putlara tapmaktan ibaret de¤ildir. Bilâkis hevaya uymak, Rab ile birlikte dünya ve ahiretten bir fleyler ihtiyar etmek de bir nevi flirktir. Çünkü flirk her fleyde olabilir. ‹nsan, bât›n›nda nefsini, zahirinde halk›, amelinde de iradesini flirk koflabilir. Yine Abdülkâdir-i Geylânî “baz›lar›n›n dini, dirhemi ve dinar›. Onlar› kaybedince k›yametleri kopar›yor. Adam›n cumas› gitmifl, cemaati kaçm›fl, hiç umurunda de¤il” diyerek, kiflinin ba¤l› oldu¤u de¤erlere dikkat etmesi, onlar› aslâ bir ilâh mesabesine koymamas› gerekti¤ini belirtir. fiu da bilinmelidir ki: Tevhid nurdur. Halk› flirk koflmak ise zulmettir. Takva tevhide götüren önemli bir vesiledir. Kifli takvadan uzak kald›¤› 92
müddetçe tevhide ulaflamaz. Yine bunun gibi halk› görüp Halik’› görememek, esbab› görüp müsebbibi görememek, güvenmek suretiyle halka tevekkül etmek kiflinin tevhide ulaflmas›na mâni olan hususlardand›r. ‹nsan tevhide ulaflmak için Halik ile halk› iyi temyiz etmelidir. ‹nsan kendisini anne karn›nda kimin doyurdu¤unu düflünmelidir. Eli, aya¤› ve sair uzuvlar› henüz tam ve fluurlu bir faaliyette de¤ilken, yemeden, içmeden, hayat› idame ettirmeden haberi yok iken kendisini annesi vas›tas›yla doyuran kimdi? O fluursuzluk hâlinde kendisine hayat veren ve sonra da dünyaya gönderen varl›k veya güç neydi? Bu hâli düflünen kifli esas itibar›yla kendisine, halka, paras›na, ticaretine ve idarecilerine güvenmez. Çünkü güvenilen, korkulan, umulan, zarar ve fayda beklenilen her fley kiflinin ilâh›d›r. fiu kadar ki, cereyan eden her fley Hak’k›n eliyle icra edilir. Halk bir vas›tadan ibarettir. ‹nsan›n görmesi gereken nokta buras›d›r. Bilindi¤i gibi ‹slâm’da tevhid “Lâ ilâhe illallah” ile ifade edilir. Bu cümledeki “Lâ ilâhe” kelimesi küllî bir nefyi, “illallah” ise küllî bir isbat› teyid eder. Fakat e¤er kalbin Hak’tan baflka itimat etti¤i fleyler var ise, insan bu kelimeyi sadece diliyle, âdeti gere¤i söylemifl, ya da onun hakikî anlam›n› kavrayamam›fl demektir. Çünkü kendisine 93
itimat edilen fley kiflinin ilâh›d›r. Zahirde muvahhid görünmek, dil ile tevhid etmek nihaî hedef aç›s›ndan faydas›zd›r. Mümin kalptir, muhlis kalptir, muvahhid odur... Dolay›s›yla asl›nda “Lâ ilâhe illalah” esas olarak kalp ile söylenmelidir. Dil kalpte olan bu hakikat› terennüm etmelidir. Aksi hâlde kifli söyledi¤i fleyde yalanc› durumuna düflecektir. En güzeli ise zahir ile bât›n›n birlefltirilmesidir. Yani insan›n zahirini ahkâm› ihkâm ile (hükümleri yerine getirerek), bât›n›n› da Hak ile meflgul etmesi mükemmel bir gayedir. Kalp ile “Lâ ilâhe illallah” demenin mahiyetini, s›n›rlar›n› ve ehemmiyetini ise Abdülkâdir-i Geylânî flu sözleriyle ifade etmektedir: “Lâ ilâhe illallah” diyorsun, ama, kalbin bir cemaat ilâh ile dolu. ‹darecinden, yöneticinden korkman bir ilâht›r. Kazanc›na, kâr›na, gücüne, kuvvetine, gözüne, kula¤›na, eline güvenmen bir ilâht›r. Zarar›, fayday› halktan görmen bir ilâht›r. ‹nsanlardan pek çok kifli kalpleriyle bunlara güvenir de, zahirde Hak’ka güvendiklerini söylerler. Hâlbuki Hak’k› zikretmeleri, sadece dillerinin âdeti gere¤idir. Onlar kalpleriyle Hak’k› zikretmezler.” Ayn› durum zahid geçinenler ve abid geçinenler için de geçerlidir. “Onlar›n da ekseriyeti halk›n kuludur. Halk› flirk koflarlar. Sebepler üzerinde dururlar, sebeplere güvenirler ve müsebbibü’l-esbab’› (sebepleri yaratan›) göremezler. 94
Allah’›n kitab› ve Resulü’nün sünnetine tâbi olanlar›n itikad› flöyledir: K›l›ç bizatihi kesmez; bilâkis Allah k›l›ç ile keser. Atefl bizatihi yakmaz; onunla yakan Allah’t›r. Yemek bizatihi doyurmaz; onun vas›tas›yla Allah doyurur. Su bizatihi kand›rmaz. Onun sebebiyle kand›ran, susuzlu¤u gideren Allah’t›r. Ne tür olursa olsun, bütün sebeplerde bu böyledir. Mutasarr›f olan Allah’t›r. Eflya onun elinde bir vas›tad›r. Allahu Tealâ onunla istedi¤ini yapar. O hâlde bütün ifllerde engeller afl›lmal›, ona yönelmeli ve o tevhid edilmelidir. Onun ifli zahirdir, ak›ll› kifliye gizli kalmaz:
“Köleye sopayla vurulur, Hür ise, ona bir iflaret yeter.” Zahir ve bât›n uyumunun ideal oldu¤una de¤inmifltik. ‹nsan bu ideali yakalamaya çal›flmal›d›r. Abdülkâdir-i Geylânî flöyle der: “Zahirin, bât›n›n›, bât›n›n da zahirini do¤rulamad›kça, ikisi birbirine uymad›kça tecelliye kavuflamazs›n. Rablerin bir Rab, yönlerin tek yön ve kalbindeki sevgili de bir tek sevgili olmad›kça konuflamazs›n. Hak’ka kurbiyet ne zaman kalbine ota¤ kuracak? Kalbin ne zaman meczub olacak? S›rr›n ne zaman mukarreb olacak? Ne zaman halk› kalpten ç›kar›p, Hak’ka mülâki olacaks›n?” “Senin dilinden vera, takva ak›yor, ama kalbin f›sk u fücur ile dolu. Dilin Allah’a hamdediyor, fakat kalbin ona 95
itiraz etmekte. Zahirin müslim, bât›n›n kâfir. Zahirin muvahhid, bât›n›n müflrik. Zühdün zahirinde, dinin zahirinde. Bât›n›n ise hep harap, d›fl› bembeyaz olan bir helâ gibi!.. Halbuki mümin öncelikle bât›n›n›n imareti ile ifle bafllar, sonra zahirine geçer.” Çünkü esas olan ruhtur, özdür. Amellerin temeli tevhid ve ihlâst›r. Tevhidi olmayan›n, ihlâs› olmayan›n ameli yoktur. Tevhidsiz ve ihlâss›z amelin kifliye faydas› olmaz. Bu sebeple, tevhide ve ihlâsa gereken önem verilmeli, onun mana ve hakikati kavranmal› ve bunlar üzerine ameller infla edilmelidir. Zira muvahhidin kadrini ancak ameli yükseltir. fiirk ve nifak ile yap›lan ameller ise fayda getirmez.
96
III. BÖLÜM KÂD‹R‹YYE
A ) T A R I K A T ‹ N ‹ N T ‹ fi A R I V E K O L L A R I
fl a r › 1 - ‹ n t i fla
Bugün Müslümanlar›n yaflad›¤› her yerde müntesibine rastlanan Kâdiriyye, Abdülkâdir-i Geylânî’ye izafeten an›lan bir sufî tarikatidir. Her ne kadar baz› araflt›rmac›lar, Abdülkâdir-i Geylânî’nin kendisinin bir tarikat kurdu¤una delil bulunmad›¤›n›, kendisinden sonra çocuklar› ve çok say›daki müridinin onun isminin hat›ras›na, kendilerini Kâdirî olarak isimlendirdiklerini söyleseler de, do¤rusu bu görüfl elefltiriye aç›kt›r. Çünkü hassaten ‹slâm tarihinde mezhep ve tarikatlerin bir kurucuya nisbet edildi¤i ve o kiflinin görüflleri, düflünceleri ve fikirleri etraf›nda bir düflünce sisteminin olufltu¤u gayet iyi bilinen bir husustur. ‹flte Abdülkâdir-i Geylânî’nin ismine izafeten Kâdiriyye ismini alm›fl olan tarikat günümüze kadar ulaflan en eski tarikat olmas›n›n yan›nda, günümüzde de en fazla müntesibe sahip ve en yayg›n tarikatlardan birisi olma özelli¤ine sahiptir. Tari97
kat biraz sonra aç›klayaca¤›m›z gibi daha kurucusunun kendi zaman›nda merkezinden binlerce kilometre uzaklardaki diyarlara ulaflm›fl bir vaziyette idi. M›s›rl› araflt›rmac› Yusuf Zeydan ise Abdülkâdir-i Geylânî’nin tasavvufî görüflleri ve M›s›r’daki Kâdirî tarikatler hakk›ndaki k›ymetli çal›flmas›nda tarikatlerin Ashâb-› Suffe’nin bir devam› niteli¤i tafl›d›¤›n› belirttikten sonra, Kâdiriyye’nin intiflar›nda flu dört hususun bafll›ca amil oldu¤unu aç›klar: 1- Abdülkâdir-i Geylânî’nin, tarikatinin esaslar›n› Kitap ve sünnetin aç›k hükümleri üzerine tesis etmekte gösterdi¤i hassasiyet. 2- Abdülkâdir-i Geylânî’nin çocuklar›n›n babas›n›n miras›na sahip ç›kmalar›. 3- fieyh’ten pek çok kiflinin tarikat h›rkas› giyerek, ondan ald›klar› tarikatin ‹slâm âleminin de¤iflik yerlerinde intiflar etmesi için büyük bir çaba sarfetmeleri. 4- Mo¤ollar›n 656/1258’de Ba¤dat’› ya¤malamalar› ve istilâ etmelerinin, Geylânî ailesinin tarikat ve aile merkezi olan bu flehirden ayr›lmalar›na ve dolay›s›yla tarikatin adem-i merkeziyetçi bir tarzda geliflmesine vesile olmas›. Tarikat daha kurucunun hayat› esnas›nda Anadolu, ‹ran, Arabistan yar›madas› ve Kuzey Afrika’ya 98
kadar ulaflm›fl, yaklafl›k kurucunun vefat›ndan bir as›r sonra da Hindintan dolaylar›nda intiflar etmifltir. Osmanl›lar›n ilk dönemlerinde Balkanlar’a, daha sonraki yüzy›llarda da Kafkasya içlerinde genifl halk kitleleri taraf›ndan benimsenmifltir. XX. asra gelindi¤inde Uzak Do¤u’da ‹slâm’›n intiflar›nda önemli roller oynayan Kâdiriyye mensuplar›n› bugün dünyan›n her taraf›nda bulmak mümkündür. Bu aç›dan bu tarikat en köklü ve en yayg›n tarikat olma özelli¤ini hâlâ tafl›maktad›r. 2 - Kâdiriyye’nin Kollar›
Bugün kaynaklardan tesbit edebildi¤miz kadar›yla Kâdiriyye tarikatinin 50 civar›nda flubesi, kolu olmufltur. Bunlar aras›nda ise bilhassa Muhammed el-Hikemî’ye (v. 617/1221) nisbet edilen Hikemiyye; Abdullâh b. Alî el-Esdî’ye (v. 620/1224) nisbet edilen Esdiyye; Alî b. Ömer el-Ehdel’e (v. 650/1252’den sonra) nisbet edilen Ehdeliyye; Afîfeddîn Abdullâh b. Es’ad el-Yâfiî’ye; (698768/1298-1367) nisbet edilen Yâfiiyye ‹smâîl b. ‹brâhîm el-Cebertî (722-806/1322-1403)’ye nisbet edilen Cebertiye;874/1469 y›l›nda ‹znik’de vefat etmifl olan Eflref-zâde Abdullâh-› Rûmî’ye nisbet edilen Eflrefiyye; Tophane Kâdirî dergâh›n›n kurucusu ‹smâil-i Rûmî’ye (1041/1631) nisbet edilen ‹smâîliyye; Abdülganî en-Nâblusî’ye (1050-1143/1641-1731) nisbet edilen Nâblüsiy99
ye; Muhammed es-Senûsî’ye (1200-1274/17871859) nisbet edilen Senûsiyye belki en önemli Kâdiriyye flubeleri aras›nda zikredilebilir.
B) KÂD‹R‹YYE’DE USUL, ADAB, ERKAN
fi e k l i 1 - T a r i k a t e ‹ n t i s a p fie
Esas› mürit ile fleyh aras›ndaki bir anlaflma olan mübayaa ve zikir telkininin asl›nda kesin bir kaidesi yoktur. Buna ra¤men Kâdirî cemaatlerinde bir müridin tarikate intisab› genel olarak bir merasim ile olur. Yer yer farkl›l›klar arzetmekle birlikte, umumiyetle karfl›l›kl› oturulmufl (müridin dizleri üstünde gayet terbiyeli bir tarzda oturmas› gerekir) bir vaziyette geçekleflen bu merasimin genel bir çerçevesini flu flekilde çizebiliriz: Önce isti¤far edilir, tecdîd-i iman yap›l›r. Bundan sonra fleyh içinden üç defa Fatiha suresini okur. Ard›ndan aç›k olarak mübayaa ayetini okur: Muhakkak ki, sana bey’at edenler, ancak Allah’a bey’at etmifllerdir. Allah’›n eli onlar›n ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmufl olur. Kim de Allah ile olan ahdi ne vefâ gösterir ise Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. (Fetih, 48/10) Müritten ‹slâm’›n emir ve nehiyleri do¤rultusunda hareket edece¤ine, fleyh olarak kendisini ve tarikat önderi olarak da Abdülkâdir-i Geylânî’yi kabul etti¤ine dair söz al›r. Üç defa kelime-i tevhidi söyler. Her söyleyiflinde mü10 0
rit onu tekrarlar. Sonra hep birlikte aya¤a kalk›larak, k›bleye dönülür ve üç defa tekbir getirilir. Bundan sonra fleyh dua eder. Resulullah’a salât ü selâm getirir ve fatihalar okunur. ‹lk Fatiha Rasulullah, di¤er bütün peygamberler ve ashab için, ikinci Fatiha Abdülkâdir-i Geylânî için ve son olarak da üçüncü Fatiha silsiledeki zevat için okunur. Mübâyaa kelimesinin ihtiva etti¤i harfler ile de aç›klan›r. fiöyle ki: Mübayaa(t) kelimesindeki mim harfi, marifete iflaret eder. Mürit, Allah’› bâkî; nefsi fâni; mürflidi kâmil bilmelidir. Ba harfinin manas› kalbin Allah ile, cesedin itaat ile, kiflinin kendisinin fleyhe hizmet ile ve aya¤›n fleriate muvafakat ile bakî olmas›d›r. Elif harfi hâl mirac›nda ihlâsl› olmak, vadedilenin ifas›na çal›flmak, herkese ihsanda bulunmak ve söylediklerinde mürflide itimad etmek demektir. Ya harfi niyeti, marifeti ve sebat› gerçeklefltirmek yesr (kolay) olsun manas›na gelir. Ayn harfi himmetin ulüvvünü, baflkas›na uyman›n ademini (yoklu¤unu) ve kalp ve havat›r›n umde (önder) kabul edilmesini ifade eder. Son olarak da Tâ harfi tevfik, tevekkül, tahakkuk, tahkik, tedkik, terk, tashih ve baflkas›n› tercih demektir.
2 - Cemaatle Zikir
Bilindi¤i gibi bir zikir meclisinde genel olarak baz› dualar okunur ve Esmâ-i Hüsnâ’dan baz›lar› 101
sesli veya sessiz olarak söylenir. Bugün Kâdiriyye çevrelerinde de¤iflik flekil ve tarzlarda çeflitli zikirler yap›lmaktad›r. Di¤er hususlarda oldu¤u gibi, toplu zikir konusunda da bugün tarikatler aras› al›fl verifllerin oldu¤unu söylemek mümkün görünmektedir. Biz örnek olmas› aç›s›ndan bir Kâdirî zikrinin nas›l icra edildi¤ini buldu¤umuz bir vesikadan ana hatlar›yla aktarmak istiyoruz: Evvelâ üç kere Fatiha suresi okunur. Ard›ndan, Bakara suresinin ilk befl ayeti, Ayetü’l-kürsî ve HasbünallaAmene’r-resulü... okunur. Üç kere “H hü ve ni‘me’l-vekîl, (Âl-‹ ‹mrân, 3/173) ni‘me’lmevlâ ve ni‘me’n-nasîr” (Enfâl, 8/40) okunur. Sonra, 3’er defa ‹nflirah ve ‹hlâs sureleri, birer defa da Felak ve Nas sureleri okunur. Ard›ndan salavât ile birlikte Fatiha suresi okunur. Bunlar bitince aya¤a kalk›l›r ve cehri zikre bafllakelime-i tevhid” n›r. En az 166 kere olmak üzere “k okunur. Yine en az 166 kere olmak flart›yla “llâfza-i celâl” ve di¤er esma okunur. Zikir esnas›nda zakir zikri güzel yapma hususunda âdeta yar›fl hâlinde olmal› ve esmay› fliddetli ve kuvvetli bir ses tonu ile söylemelidir. Ta ki, zikrin nurlar› zakirlerin kalbine ulaflmal› ve onlar bu nurlar ile dirilmelidirler. Cehri zikir bitince üç defa Fatiha suresi okunur. Hz. Peygamber’e salât ü selâm ile ilgili ayetler okunur ve sonunda bir dua yap›larak zikir meclisi nihayete erer. 10 2
NETÎCE
Tasavvufun ilim ve kültür hayat›m›z›n önemli ve hacimli bir k›sm›n› oluflturdu¤u inkâr edilemez bir gerçektir. Tarih boyu bu böyle oldu¤u gibi bugün de etraf›m›za bakt›¤›m›zda her türlü kültür alan›nda tasavvufî bir unsura mutlaka rastlanmaktad›r. Yine, kütüphanelerimizdeki ilim dallar›na ait eserlerin adetleri karfl›laflt›r›ld›¤›nda tasavvufî olanlar›n say›s›n›n di¤erlerinden fazla oldu¤u, hatta kat kat fazla oldu¤u görülecektir. O hâlde, hem geçmiflimize sahip ç›kma ve mazi ile istikbal aras›nda köprü olma vazifesi görmesi, hem de tarih boyunca bütün insanl›¤a güzel hizmetlerde bulunmufl olan tasavvuftan günümüz insan›n›n do¤ru bir flekilde istifade etmesini sa¤lamas› bak›m›ndan tasavvufla ilgili yap›lacak araflt›rmalar›n önemi büyük ve zarureti kesindir. Ayr›ca tarikatler ve pirler hakk›nda yap›lacak araflt›rmalar hem bu kültürü aslî hüviyeti ile tan›103
tacak, hem birbirlerini tamamlay›p destekleyeyecek yeni çal›flmalar için yol gösterici olacakt›r. Abdülkâdir-i Geylânî günümüze kadar ulaflm›fl tarikatlerin en fazla teflekkül etti¤i dönem olan VI/XII. asr›n meflhur mutasavv›f, vaiz ve âlimlerinden olup, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan neslindendir. Abdülkâdir-i Geylânî genç yaflta Ba¤dat’a gelerek ‹slâmî ilimleri tahsil ve tasavvufa sülûk etmifltir. Daha sonra da fleyhi ve hocas› olan Ebu Sa’d el-Muharrimi’nin medresesine müderris olmufl, pek çok talebe ve mürit yetifltirmifltir. El-Gunye isimli kitab› telif etmifl, el-Fethu’r-rabbânî, Cilâü’l-hât›r ve Fütûhu’l-gayb isimli eserler ise onun vaazlar›ndan derlenmifltir. Abdülkâdir-i Geylânî’nin tasavvuf anlay›fl›n›n Abdülkerim el-Kufleyrî ve ‹mam el-Gazzâlî gibi sufîlerin bayraktarl›¤›n› yapt›¤› “Sünnî tasavvuf” diyen adland›r›lan bir çizgide oldu¤unu, hatta bir tarikat piri olarak onun “Sünnî tasavvuf” anlay›fl›n›n yerleflmesine büyük katk›s› bulundu¤unu söylemek Hz. Pir’e bir iltifat de¤il, ancak hakikati itiraf olur. fiu da var ki, o tasavvufî konu ve kavramlar› daima halk›n kolayl›kla anlayaca¤› bir usulde ele alm›flt›r. Ancak sade, basit fakat veciz ifadelerinden onun tasavvufa olan vukûfu dikkatli nazarlar›n hemen farkedebilece¤i bir husustur. Kur’an-› Kerim ve Resulullah (s.a.v.)’in sünnetine 10 4
tasavvuf çerçevesinde s›k›ca ba¤l› olan Hz. Pir’in herkesin her zaman istifade edebilece¤i tasavvufî görüflleri öyle anlafl›l›yor ki, müminlerin yollar›n› daima ayd›nlatacakt›r. Abdülkâdir-i Geylânî’nin din ve tasavvuf anlay›fl› ve fikirleri çerçevesinde oluflan Kâdirîlik, pirin henüz sa¤l›¤›nda ‹slâm dünyas›n›n pek çok köflesine ulaflm›fl bir tarikattir. Zaman›n geçmesiyle gücünden hiçbir fley kaybetmeyen Kâdirîlik günümüze kadar ulaflm›fl en eski ve bugün de müntesiplerinin adedi aç›s›ndan dünyadaki en büyük ve en yayg›n tarikatlerdendir. Bu tarikatten bafllang›çtan günümüze gelinceye kadar elliden fazla büyük flubenin sudûr etmesi bu görüflü destekler mahiyettedir.
105
10 6
B‹BL‹YOGRAFYA
Abdülkâdir-i Geylânî, el-Gunye li-tâlibî tarik›’l-Hak, Dimaflk ts. el-Fethu’r-rabbânî ve’l-feyzu’r-rahmânî, (neflir: Muhammed Salim el-Bevvâb), Beyrut ts. ……… Cilâü’l-hât›r min kelâmi’fl-fieyh Abdilkâdir fi’z-zahir ve’l-bât›n, ‹.Ü., Merkez Ktp., Arapça, nr.: 2325. ……… Fütûhu’l-Gayb (Behcetü’l-esrar’›n kenar›nda), M›s›r 1304 h. ……… Dîvânü Abdilkâdir el-Cîlânî, (tahkik: Yusuf Zeydan), Kahire 1990. Abdurrahmân-› Câmî (v. 898/1493), Nefahâtü’l-üns min hazarâti’l-kuds, (terc. Ve flerh: Lâmiî Çelebi, neflir: Süleyman Uluda¤), ‹stanbul 1993 (ikinci bask›). Aynî, Mehmed Ali, Abd-Al-Kâdir Guilânî, Paris 1967. Azamat, Nihat, “Kâdiriyye” D.‹.A., ‹stanbul 2001, XXIV. 107
Câf, Hasan, “efl-fieyh Abdülkâdir el-Gîlânî ve tarika-
tühû fi’t-tasavvuf (ed-derâvîfl ve’l-Kâdiriyye) ” el-Câmiatü’t-Tûnusiyye en-Neflretü’l-›lmiyyeli’l-Külliyyeti’z-Zeytûniyye Li’fl-fierîa ve Usûli’d-dîn, y›l 19781978, say› 5. Dernîka, Muhammed, efl-fieyh Abdülkâdir el-Cîlânî
ve a‘lâmü’l-Kâdiriyye, T›rablus 1992. Ebu’l-Fidâ, Imâdeddîn ‹smâîl b. Alî, el-Muhtasar fî
târîhi’l-befler (Târîhu Ebi’l-Fidâ), Kostantiniyye ts. Eflref-zâde, Abdullâh-› Rûmî, Müzekki’n-nüfûs, (neflir: Abdullah Uçman), ‹stanbul 1996. ‹nsan Yay›nlar›. el-Fîrûzâbâdî, Mecdeddîn Ebu’t-Tahir, Nüzhetü’n-
nâz›r fî tercemeti’fl-fieyh Abdilkâdir, Süleymâniye Ktp., Ayasofya, nr.: 2105. el-Geylânî, Abdürrezzak, efl-fieyh Abdülkâdir el-Cî-
lânî el-‹mam ez-Zâhid el- Kudve, Dimaflk 1994. Gürer, Dilâver, Abdülkâdir Geylânî Hayat›, Eserleri,
Görüflleri, ‹stanbul 1999. ‹nsan Yay›nlar›. ‹bn Kesîr, Ebu’l-Fidâ ‹smâîl, el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut 1981. ‹bnü’l-Mülakk›n, Ömer b. Alî, Dürerü’l-cevahir fî
menâk›bi Seyyidî Abdilkâdir, Süleymâniye Ktp., Abdullah Efendi, nr.: 171. ‹bnü’l-Verdî, Zeyneddîn Ömer, Tetimmetü’l-Muhtasar, (tahkik: Ahmed Rif’at Bedrâvî), Beyrut 1970. 10 8
‹bnü’n-Neccâr, el-Müstefâd min zeyli Târîh› Ba¤dâd, (intikâ-derleme: el-Hâf›z fiihabeddîn Ahmed b. Aybek ed-Dimyâtî, tahkik: Muhammed Mevlûd Halef), Beyrut 1986. el-Kâdirî, ‹smâîl b. Muhammed Saîd el-Geylânî, elFüyûzâtü’r-rabbâniyye fî’l-evrâdi’l-Kâdiriyye, ‹stanbul 1281 h. ……… el-Füyûzâtü’r-rabbâniyye fî’l-meâsir ve’l-evrâdi’l-Kâdiriyye, Beyrut ts. el-Kâdirî, Muhammed b. et-Tayyib, Neflru’l-mesânî li-ehli’l-karni’l-hâdî ve’s-sânî, Rabat 1977. Margoliouth, David Samuel (ö. 1940), “Kâdiriye” ‹A, ‹stanbul 1993, VI.? “Abdülkâdir Geylânî” ‹A, ‹stanbul 1950, I. Mehmed Rif‘at Efendi el-Eflrefî, Nefhatü’r-riyaz›’l-âliye fî beyani’t-Tarikati’l-Kâdiriyye, Millet Ktp., Ali Emîrî, fier’iyye, nr.: 1127, mikrofilm nr.: 2543. Nassâr, Abdüssettâr Muhtâr Ahmed, Abdülkâdir elCîlânî, hayatühû ve tasavvufuhû (Ezher Ün., Usûlü’d-dîn Fakültesi, Akîde K›sm›, 1979, (bas›lmam›fl doktora tezi). Nizâmî, Hâlid Ahmed, “The Qâdiriyyah Order” Islamic Spirituality, editör: S. Hüseyin Nasr, New York 1991, c: II. es-Sâmerrâî, Yûnus efl-fieyh ‹brâhîm, efl-fieyh Abdülkâdir el-Geylânî hayatühû âsâruhu, Ba¤dat ts. 109
efl-fiattanûfî, Nureddîn Alî b. Yusuf (‹bn Cehzam), Behcetü’l-esrar ve ma’dinü’l-envâr fî menâk›bi’s-sâdeti’l-ahyâr mine’l-meflây›h›’l-ebrâr, M›s›r 1304 h. et-Tadifî, Muhammed b. ‹brâhîm, el-Meflrebü’n-nîlî fî velayeti’l-Cîlî, Kahire, Dâru’l-kütübi’l-M›sriyye, Tasavvuf, nr.: 941, mikrofilm nr.: 48477. Uluçam, Abdüsselâm, Abdülkâdir-i Geylânî Külliyesi” D‹A, ‹stanbul 1988, Îzâh: Uluda¤, Süleyman, “Abdülkâdir-i Geylânî” D‹A, ‹stanbul 1988, Îzâh: ez-Zehebî, Muhammed b. Ahmed, Siyeru a’lâmi’nnübelâ, (tahkik: fiuayb el-Arnavûd-Muhammed Naîm el-Araksûsî), Beyrut 1981-1985. Zeydan, Yusuf Muhammed Tâhâ, Abdülkâdir elCîlânî Bâzullâhi’l-Eflheb, Beyrut 1991.
11 0
111
11 2
113